15 temmuz unutulmaz - İlim, kültür, edebiyat, tasavvuf ... · İsa (a.s.) gibi irfanî ve...

21
Kurtuluş Kitabımız: Kur’an Muammer YILMAZ Vatan ve Millet İçin Çalışmak Sümeyye Büşra YILDIZ Toplumsal Değerlere Saygı Emine Büşra YÜKSEL Dergisi’nin Ücretsiz Eki’dir. TEMMUZ 2020 YIL: 27 - SAYI: 237

Upload: others

Post on 24-Oct-2020

4 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

  • KurtuluşKitabımız: Kur’an

    Muammer YILMAZ

    Vatan ve Milletİçin Çalışmak

    Sümeyye Büşra YILDIZ

    ToplumsalDeğerlere Saygı

    Emine Büşra YÜKSEL

    15 Temmuz Unutulmaz

    Son kurtuluş savaşıdır15 Temmuz unutulmazŞehidin kanlı yaşıdır15 Temmuz unutulmaz

    Vahşice saldırdı şebekYetim kaldı onca bebekAkıllara ziyandır pek15 Temmuz unutulmaz

    O gün yandı nice ocakKor ateşle doldu kucakMuhayyilemde duracak15 Temmuz unutulmaz

    Bağban gitti, bağ bozulduMillete mezar kazıldıHafızalara yazıldı15 Temmuz unutulmaz

    Tanka meydan okur yiğitBütün dünya buna şahitKalplere gömüldü şehit15 Temmuz unutulmaz

    Dergisi’nin Ücretsiz Eki’dir.

    TEMMUZ 2020YIL: 27 - SAYI: 237

    Kimileri tank taşladıKimisi cenge başladıYiğit, zalimi tuşladı15 Temmuz unutulmaz

    Vicdansızlar çok azdılarBirliğimizi bozdularŞehitler tarih yazdılar15 Temmuz unutulmaz

    Halisdemir'di dik duran Haini alnından vuranHepsi Hakk'a oldu yârân15 Temmuz unutulmaz

    Silahı susturdu ezanYaş döktü destanı yazanGür sesle haykırdı ozan15 Temmuz unutulmaz

    M. Nihat MALKOÇ

  • Ey oğul, her şeyden önce Allah’tan hakkıyla kork. Bütün emirlerini yerine getir. Onu anmakla kalbini yaşat. İpine sımsıkı sarıl. Eğer

    tutunursan Rabbinizle aranızdaki bağdan daha kuvvetli hangi bağ bulunabilir? Kalbini mev’ıza ile yaşat. Zahidlikle dünya malını ve ona

    olan aşkını terketmekle onu öldür.

    Bilmediğin şey hakkında konuşmayı ve üzerine düşmediği halde söz söylemeyi terk et.

    Sapıklık olacağından korktuğun bir yola girme; çünkü sapıklık şaşkınlığından sakınmak, korkunç belalara duçar olmaktan daha

    iyidir.

    Marufu emret ki, maruf ehlinden (iyilerden) olasın.

    Kötülüğü elinle, dilinle önle ve kötü iş yapanlardan bütün çabanla uzaklaş.

    Allah yolunda hakkıyla cihat et; bu uğurda hiç bir kınayıcının kınaması seni tutmasın (yolundan alıkoymasın).

    Nerede olursa olsun, hakka ermek için güçlüklerin en şiddetlilerine korkusuzca atıl.

    Dinde fakih (anlayış ve kavrayış sahibi) ol; nefsini sabretmeye alıştır.

    Bütün işlerde Allah´a sığın ki, tam koruyan bir koruyucuya ve tam güçlü bir savunucuya sığınmış olursun.

    Rabbinden bir şey dilerken ihlaslı ol; çünkü vermek de vermemek de O nun elindedir.

    Hayrı çok dile; vasiyetimi iyice anla; önemsemeyerek yanından geçme.

    Çünkü sözün hayırlısı fayda verenidir.

    Bil ki, fayda vermeyen bilgide hayır yoktur; insanlara anlatılmayan bilgiden de faydalanılmaz.

    Hz. Ali'den (r.a.) Oğluna Öğütler

    “Er-Râfi’”“Yükselten, Değerini Arttıran, Onurlu ve Şerefli Kılan”

    Er-Râfi’, "yükselten, değerini arttıran, onurlu ve şerefli kılan" demektir.. Yüce Allah'ın yükselten mânâsına gelen er-Râfi' ismi, insanın mânevî hayatıyla doğrudan ilişkilidir. Yüce Allah, kendisine itâat eden dostlarını yüceltir,

    onların dünya ve âhirette değerlerini arttırır. Yüce Allah, iman eden mü'minleri mutlu ederek yükseltir ve dostlarını kendisine yaklaştırarak yüceltir. Bilindiği gibi insanda, akıl ve bilgi kuvvetinin yanında, öfke ve şehvet

    kuvveti de vardır. Eğer insanda şehvet kuvveti akıl kuvvetine hâkim olursa, böyle bir insandan haksızlık gibi kötülükler; eğer akıl şehvet ve öfke kuvvetlerine hâkim olursa böyle bir insandan da iffet, şecaat ve adalet gibi

    erdemli davranışlar meydana gelir. Dünya hayatında fazîletli davranışlarla donanan insan-ı kâmiller, hayatlarının tümünü Allah’a adamışlardır. Bunlar, bir çeşit, pratik Müslümanlığı gündelik hayatlarında davranış kalıplarına

    dökmek sûretiyle Hz. İsa (a.s.) gibi irfanî ve ruhanî bir sürece katılmışlardır. Akıllı insan, düştüğü yerden kalkmasını bilir. Bunun yolu da istiğfar ve tevbe ameline sarılarak yeniden Rabbimize rücû etmektir. O’na

    dönüşün ilk şartı, günahları terk etmek, ikinci şartı da tevbedir. Tevbe, bir çeşit, itirafta bulunarak, yapılanlardan özür dileme şeklidir. Aynı kökten gelen ‘tevvâb’ ise, pişmanlık işini çok yapan kimse demektir. Bu bağlamda, tevbe lafzı hem Allah hakkında ve hem de insan hakkında kullanılır. İnsan hakkında, günahları terk etmeyi, Allah hakkında ise, cezâlandırmaktan dönmeyi ifade eder. Çünkü Allah’ın kendisine tevbe eden ve yönelen

    kulları çoktur. O, isterse kendisine tevbe ile yönelen kullarının her türlü günahını affeder. Yine O, isterse, tevbe eden bir günahkârı hiç günah işlememiş gibi, rahmetiyle, annesinden doğduğu gibi tertemiz hale getirebilir.

    O halde her mü'min, Yüce Allah'ın sevdiği kullarının derecelerini yükselten anlamına gelen er-Râfi' isminden nasiplenmelidir. Mü'minin bu isimlerden elde edeceği hisse; hakkı, hakîkati, adâlet ve ahlâk dâvâsını her yerde tutup kaldırmak ve yükseltmektir. Bunun yolu da haklı olanın yanında saf tutup ona destek olmak ve haksızlık

    karşısında sesini yükseltmektir. Bilinmelidir ki, Yüce Allah bu dünyada izzeti Allah ve Rasûlü’nde arayanları yüceltir, onlara her iki dünyada da onurlu bir hayat bahşeder.

  • Tasavvuf ehli Türk bilgelerinden Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.), büyük bir tekke şairi ve ediptir. Dile çok önem vermiştir. Dîvân/Tekke edebiyatı tarzında yazmış olduğu şiirlerinde, Mektubât ve Hutbeler adlı eser-lerinde Türkçeyi çok güzel bir şekilde kullanmıştır. Dilimizin ince zevkleriyle ve edebî sanatlarla nakış nakış dokuduğu beyit-ler eski şiirimizin tadını dimağlarda hissettiriyor. Baba mirasımız olan Dîvân Edebiyatına çağımızda en büyük hizmetlerden birini de Hulûsî Efendi (k.s.) yapmıştır. Kur’an, sünnet ve tasavvuf kaynağından beslenen, mazmunlarla Türkçe’nin güzellik sırlarını Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî’nin her mısraında görmek mümkündür. Unuttu-rulmaya çalışılan Dîvân Edebiyatımızın son asırdaki en önemli temsilcilerinden biri olan Hulû-si Efendi, hem kendi dilimize hem de kendi kültürümüze hizmet ederek şiirleriyle, eserleriyle dilimizin yaşamasına büyük katkılar sağlamıştır.

    Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, kendisiyle yapılan ve TRT’de yayınlanan bir röportajda, sunucu-nun; “Yabancı dil biliyor musunuz?” sorusuna binaen, “Türk’üm, Türkçe konuşurum.” ceva-bını vermesi bizzat kendilerinin konuya olan hassasiyetini ifadeye kâfidir. Ayrıca Mektubât ve Hutbeler adlı eserlerinde, Türkçe’nin ifade inceliğini ve zarafetini her cümlede görebiliriz. Çünkü o millî kültürümüzün unsurlarına gayet bağlı bir vatanseverdi. “Vatan, bir kuru toprak parçasından ibaret değildir. Toprağın vatanlaşması için mukaddesatla mânevîyatla ve tarihle yoğrulmuş olması lazımdır.” Onun için uğrunda fedâ-yı can edilmeyen toprak, vatan değildir. Vatan, âbidelerimizi inşâ ettiğimiz, sinesine ölülerimizi teslim ettiğimiz, evimizi barkımızı kur-duğumuz, geçmişimizi paylaştığımız, geleceğimizi kucakladığımız kutsal topraktır.

    “El kadar bir taş geçse elime onu memleketimin istifadesine kullanırım.” diyen Hulûsi Efen-di (k.s.), her fırsatta aziz vatanımıza, kendi memleketimize hizmet etmiştir. Onun kalbindeki vatan sevgisi her fırsatta kendini gösterebilecek coşkunluk taşımaktadır.

    Hulûsi Efendi (k.s.), hutbelerini gönüllere hitap edecek bir muhtevada, edîbâne irâd eder-ken hutbe sonunda yapmış oldukları duada: “Vatan, millet ve ordumuzu mansur ve muzaffer eyle” diye niyazda bulunurdu. Osman Hulûsi Efendi’de vatan-millet sev-gisi o kadar gelişmiş ve şümullenmişti ki çevresinde bulunanlar bu özelliğini hayranlıkla izlemekten kendilerini alamazlardı. Hulûsi Efendi’nin mürşidi İhramcızâde İsmail Hakkı Top-rak Efendi (k.s.) de bir Hac ziyareti sırasında Türklerle alay eden bir guruba karşı: “Benim bayrağım gibi bay-rak, benim devletim gibi devlet yoktur.” diyerek, devle-tine bağlılığını, bayrak sevgisini ve kanunlara saygısını dile getirmiştir.

    Bu minval üzere, bayrağımıza ve devletimize bağlı bir hayat sürmek dileğiyle…

    Editör’den...

  • Aile EkiYıl: 6 Sayı: 67

    Somuncu Baba Dergisi’nin Ücretsiz Ekidir.

    İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın YönetmeniBekir AYDOĞAN

    Sorumlu Yazı İşleri MüdürüM. Hulusi ERDEMİR

    Yayın EditörleriM. Nazmi DEĞİRMENCİ

    Musa TEKTAŞ

    Yayın KuruluProf. Dr. Nihat ÖZTOPRAK, Prof. Dr. Ali YILMAZ

    Prof. Dr. Sebahat DENİZ, Prof. Dr. Bilal KEMİKLİProf. Dr. Abdullah KAHRAMAN,

    Prof. Dr. Ali AKPINAR

    Grafik Tasarım ve Uygulamaİrem BAYRAKTAR

    Yapım

    www.grafiturk.com.tr

    BaskıSalmat Basım Yayıncılık Ambalaj San. Ltd. Şti.

    Tel: (0312) 341 10 24

    Basım-Yayım-Dağıtım-PazarlamaÇamlıca Basın Yayın Eğitim Sağlık Turizm

    İnşaat San. ve Ticaret A.ŞZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad.No: 71 (44700) Darende / MALATYA

    Tel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79

    TEMMUZ 2020 / YIL: 27 - SAYI: 237

    14

    04

    08

    1026

    1720

    1824 30

    Vatan ve Millet İçin Çalışmak

    Balık BilmezseHâlik Bilir

    Pandemi Dönemi ve Sonrasında Çocuklar İçin

    Psikolojik Planlamalar

    Gönülde DoğsaAsar-ı Muhabbet

    Dayanışma veBirlik Ruhu

    Okuma Yazma Bilmeyenile Okumayan Arasındaki

    Fark Yoktur

    Toplumsal Değerlere Saygı

    Sümeyye Büşra YILDIZ

    Eşref BOLUKÇU

    Raziye SAĞLAM

    Ayşe Gül PINAR

    Asuman DÜZGÜN

    M. Emin KARABACAK

    Emine Büşra YÜKSEL

    Sultan Abdülmecid’in Hayırsever AnnesiBezmiâlem Sultan

    Anne ve Bebeğin Bakımı

    Zühal ÇOLAK

    Sait ÖZERKurtuluş Kitabımız:Kur’an

    Muammer YILMAZ

  • VATAN VE MİLLET İÇİN

    “ÇALIŞMAK”Sümeyye Büşra YILDIZ

    İnsanın yaratılışı çalışmak üzerinedir. Müs-lümanın fıtratında, vatan, millet ve kutsal değerler yolunda çalışmak vardır. Kâinatta yaratılan her şeyin bir gayesi vardır. Her varlık, kendi yapması gerekeni yapabilecek dona-nımdadır.

    Vücudumuz niye sadece kaslardan değil? Niye sadece kemik değiliz? Bunların organi-ze biçimde hareket edebilmesi için eklemler var, beynin çalışma emriyle organlar arası ile-tişimi sağlaması için sinirler yaratılmış. Hare-kete programlanmış bir yapıda bedenimiz. Ya ruhumuz? Can sıkıntısı kavramı hayatımızda nasıl belirmiş olabilir ki bir boşluk oluşturma-sak ruhumuzda. Durağanlıkla oluşan bunalım, ruhun çalışarak doyurulmamasından oluşmaz mı? Günahsız olamayız. Doğrudur, beyazın üzerinde siyah küçük bir nokta bile göze ba-tar. Fıtrat üzere yaratılan, varlıkların en yücesi olan insan bembeyaz doğar. Bu, İslam dininin yüceliğinin eşrefi mahlûkata verdiği değerle bir kez daha görülmesidir. Biz bu yüce din üzere yaşamadıkça, Allah rızasına uygun olmayan her davranışımızla bir siyah nokta daha koyarız o beyazlığa. Eğer meselemiz Allah’a layık bir kul olmaksa o bir nokta bile yüreğimizi burar. Silmeye çalışırsak bu asıl başarıdır. Kimi zaman başarırız kimi zaman başaramayız. Ama yüre-ğimizde o noktanın sıkıntısını barındırıyorsak o zaman fıtratımızı kaybetmemişiz demektir.

    Gerçek Müslüman, fıtratına uygun olma-yan şeylerden hoşlanmaz. Dedikodu yaptı-ğında rahatsız olur, gıybet ettiğinde acı çeker, Allah’ı unuttuğu her ânın acısını derinden hisseder. Eğer boş oturduğunuzda bir rahat-sızlık hissetmiyorsanız, hücrelerinizdeki alyu-varlar yat aşağı diyorsa geçmiş olsun, fıtratınız hastalanmış demektir. Dinleneceğiz elbette. Müslümanın dinlenmesi de ibadettir. Eğer din-lenmeyi hak edecek çalışmayı yaparak yorulup sonrasında çalışmak üzere dinleniyorsa…

    Allah kuluna kaldıramayacağı yükü yükle-mez. Biz çalışma ibadetini yaptıkça çalışma ibadetimizi devam ettirecek yeme ibadeti, uyku ibadeti de sevap kazandırır. Aslında mesele sevap kazanmaktan da öte olmalıdır. Sahabeler gibi yüreğimiz öyle yanmalıdır ki sevaplardan bile geçer olmalıyız. Davranışla-rımızda Allah’ı düşünüyorsak, bizi, başkasının sevebileceğinden daha çok seven Rabb’imizi unutmuyor ve sevgisine doyamıyorsak, çalış-mak ana yemek, dinlenmek yemeğin ardın-dan sofraya koyulan tatlı, uyku ise tatlıdan sonra içilen bir bardak soğuk su gibi zevk verir. Müslüman, işimi çabuk bitirsem de ba-şıboş kalsam diye bakmaz. Zaten bu onu ra-hatsız eder. Bedeni dursa da ruhu duramaz, yerinde kıpır kıpırdır. Kitaptan başı yoruldu mu balkona çıkıp yaratılan nimetleri izleyip gönlünü mest ederek ferahlar. Yemeği ateşe koyup bir ibadeti tamamlar, meal-i şerifi oku-yup diğer ibadete dalar. Müslüman ibadetten ibadete, çalışmaktan çalışmaya koşar.

    Vatan anamız, yuvamız, barınağımız, ha-yat iklimimizdir. Vatansızlık ölümden beterdir. Vatan namustur, en kutsallarımızdandır. Eğer uğrunda bedel verilebiliyorsa o zaman vata-

    “Davranışlarımızda Allah’ı düşünüyorsak, bizi, başkasının sevebileceğinden daha çok seven Rabb’imizi unutmuyor ve sevgisine doyamıyorsak, çalışmak

    ana yemek, dinlenmek yemeğin ardından sofraya koyulan tatlı, uyku ise tatlıdan sonra içilen bir bardak soğuk su gibi zevk verir.”

    4 5

  • nın değeri biliniyor demektir. Vatan için ne yapıyoruz? Yüceltmek için mi, alçaltmak için mi çalışıyoruz? Vatan ve millet hayrına mı yok-sa şerrine mi mesai harcıyoruz? Buna benzer sorulara cevap bulabildiğimiz zaman, cevap-larımız olumlu ise vatanımız ilelebet payidar olacaktır.

    Aynı vatanda, aynı bayrak altında, yaşama iradesi gösteren herkes; üzerine düşen so-rumluluğu, ibadet niyeti ile yapmalı; hainlerin, bölücülerin, her türlü şer odaklarının hile ve desiselerinden uzak durarak, milletin, vatanın yanında saf tutmalıyız. Bilimde, fende, sana-yide, tarımda, kısacası her alanda lider ülke olma mecburiyetimiz vardır. Çünkü iç ve dış bölücü ve yıkıcılar, vatanımızın altını oymak-ta, dinamitlemekte, geleceğini baltalamak için her türlü şer projelerini sürdürmektedirler. Eğitimli, donanımlı, bilimsel gerçeklerle, ahla-ki meziyetlerle yoğrulmuş, çalışkan insanlar; vatanın kalkınması ve yükselmesinin sigorta-sıdır. Çalışmak, işini en güzel şekilde yapmak, vatan sevgisinin göstergesidir. Vatanını seven, işini en güzel yapandır. Çalışmak, üretmek, alın teri akıtmak, bir ve beraber olarak vatanın kalkınması için mesai harcamak ibadettir.

    Vatan, çalışkan insanlarla mevcudiyetini sürdürebilir. Herkes işinin inceliklerini tam öğrenerek, sürekli artı değerler katarak, va-tanın bölünmez bütünlüğüne çimento, tuğla olmalıdır. Vatansız kalanların, mültecilerin durumu içler acısıdır. Savaş ortamında bü-yük yıkım ve kıyıma uğrayanların vatanların-dan hicret etme, vatanlarını terk etme ihtiya-cı hâsıl olmuş, öz vatanlarından koparılmış, diğer ülkelerin merhametine sığınmışlardır.

    Nobel ödüllü Türk ilim adamı Prof. Dr. Aziz Sancar; “Çalışmak, milletimize vatan ve namus borcudur.” diyor. Şunu çok iyi anlama-lıyız ki; vatan lafla, sloganlarla sevilmez, vatan eylemle sevilir. Vatanı sevmek âşık olmak gibi ciddi bir şeydir; başka sevgilere benzemez. Vatan uzaktan sevilmez, vatan yemek sever gibi, renk sever, kıyafet sever gibi, takım tutar gibi sevilmez. Vatan öylesi de olur böylesi de olur, kazansak da olur kaybetsek de olur di-yerek sevilmez. Vatan ruhla, bedenle, akılla, yürekle, bilekle, tepeden tırnağa insanı insan yapan her şey ile her hücre ile sevilir.

    Vatan tektir, birdir, vazgeçilmezdir, taviz verilmez, hiçbir şeyle kıyaslanamaz, yerine hiçbir şey konulamaz. Maldan mülkten, pa-radan puldan, candan canandan, her şeyden geçilir; vatandan geçilmez. Çünkü vatanın içinde hayatınız, sevdikleriniz, milletiniz, atalarınız, tarihiniz, geçmişiniz, geleceğiniz, namusunuz, onurunuz, refahınız, mutlu-luğunuz, huzurunuz, hayalleriniz kısacası yaşama, insana ve ulusa dair ne varsa hepsi vardır.

    Gerçek vatan sevgisi de sorumluluk al-maktır, üretmektir, çalışmaktır, gerçekleştir-mektir, başarmaktır, elini taşını altına kork-madan koymaktır ve de bütün bunları na-muslu, dürüst, ahlâklı, sorumlu vatandaşlar olarak yapmaktır.

    Büyük sahabe Abdullah bin Selam’ın halasıdır. Babası Hâris el-Kaynuka’dır. Medine’deki Yahudi Benî Kaynuka Ka-bilesi’ndendir. Soyu Hz. Yusuf (a.s.)’a dayanır. Rasûlullah’a bi’set gelmeden evvel, büyük bir âlim olan Husayn (Abdullah), gelecek olan Peygamberin vasıflarını, adını ve zuhur edece-ği zamanı Tevrat’tan okuduğu için biliyordu. Hz. Hâlide’nin İslâm’a girmesine de yeğeni vesile olmuştur. Olaylar şu şekilde gelişmiştir: “Rasûlullah (s.a.v.) Medine’ye hicret ettiğinde el-Husayn ibn Selâm, bahçesindeki bir hurma ağacının tepesindeydi. Halası Hâlide bintü’l-Hâris de yerde oturuyordu. Bir adam gelip ona şöyle dedi: “O gelip Küba’ya indi.” (Rasûlullah (s.a.v.)’ı kastediyordu).

    El-Husayn ibn Selâm tekbir getirdi. Bunun üzerine halası Hâlide bintü’l-Hâris şöyle dedi: “Eğer sen İmrân oğlu Musa’nın geldiğini duy-saydın bundan daha fazla bir şey yapmazdın.” el-Husayn ibn Selâm: “Hala! Vallahi, o İmrân oğlu Musa’nın kardeşidir. Onun dini üzeredir. Ona gönderilen, buna da gönderilmiştir.” dedi.

    Hâlide bintü’l-Hâris: “Yeğenim! Yoksa O, kıyâmet’e yakın gönderileceği bize haber ve-rilen peygamber midir?” diye sordu.

    Husayn ibn Selam: “Evet.” dedi. Hâlide bin-tü’l-Hâris: “Öyleyse, haklısın.” dedi. Husayn ibn Selam Kuba’ya gitti. Rasûlullah (s.a.v.)’ı yüzünü görünce onun yalancı bir yüz olmadığını anla-

    dı ve Allah Rasûlü’ne şu soruları sordu: “Sana sadece bir peygamberin bileceği üç şeyi sora-cağım: Kıyametin ilk alâmeti hangisidir? Cen-netliklerin yiyeceği ilk yemek nedir? Çocuk, ni-çin babasına benzer, niçin ana soyuna çeker?”

    Peygamberimiz (s.a.v.): “Az önce Cebrail bana o soruların cevabını bildirdi.” diye cevap verdi. Husayn ise: “Cebrail mi? O, Yahudile-rin düşman olduğu melektir.” dedi. Rasûlullah (s.a.v.): “Cebrail’e düşman olan kimse Allah’a düşman’dır, çünkü o, Kur’an’ı Allah’ın izniyle kendinden öncekini tasdik ederek, yol göste-rici ve inananlara müjdeci olarak senin kalbine indirmiştir. Kıyametin ilk alâmeti; insanları do-ğudan batıya süren bir ateştir. Cennet halkının yiyeceği ilk yemeğe gelince, balık ciğerinin sarkmış olan fazlasıdır. Çocuğun baba ve ana soylarına benzemesine gelince; erkeğin suyu, kadınınkinin önüne geçerse, çocuk babaya benzer. Kadının suyu, erkeğinkinin önüne ge-çerse, çocuk anaya benzer.”

    Bu cevaplar karşısında çok etkilenen ve heyecanlanan Husayn bin Selam kelime-i şe-hadet getirerek Müslüman oldu. Peygamberi-miz Müslüman olan Husayn’ın adını Abdullah olarak değiştirdi. Abdullah bin Selam evine gidip, olanları ailesine anlattı. Halası Hâlide bintü’l-Hâris de oradadır. Hepsi birlikte İslâm’a intisab ederler.

    N. Nida DURAN

    BİNTÜ’L HÂRİS (R.NNHA)HZ. HÂLİDE

    6 7

  • PANDEMİ DÖNEMİ VE SONRASINDA ÇOCUKLAR İÇİN

    PSİKOLOJİK PLANLAMALARAsuman DÜZGÜN

    “Zorlu günler bizlerin ve çocuklarımızın inkişafı için bir mayalanma dönemi olabilir. Çocuklarımızın zor günlerle baş etme becerilerini geliştirerek, onların

    sabrı ve metaneti deneyimlemelerine imkân hazırlayabilir.”

    P andemi Dönemi ve sonrasında ortaya çıkabilecek olası olumsuz psikolojik etkileri en aza indirebilmek için yapma-mız gereken ön önemli husus, çocuklarımıza yeni şartlara uygun rutinler oluşturmamız. Ru-tin, belirsizliğin ortadan kalkması ve güven hissi demektir. Aynı zamanda rutinler, alışkanlıkların gelişmesini kolaylaştırırlar. Zamanı öncelikli amaçlar doğrultusunda planlı bir şekilde bir çi-zelgeye oturtmak, onlara sınır çizmek ve rutin oluşturmakta yardımcı olacaktır. Ders çalışma, kitap okuma, uyku, oyun, yemek saati gibi fa-aliyetlerine belirli bir süre ayırmak ve bu etkin-liklerini de genelde aynı saatlere koymak rutin oluşturmayı kolaylaştıracaktır. Yine onları yapı-landırılmış basit ev uğraşlarına yönlendirmek de faydalı olacaktır. Özellikle bağışıklık sistemi-ni koruyan ve güçlendiren beslenme ve uyku düzenlerine dikkat etmemiz önemli duruyor.

    Çocukların eve kapandıkları bu dönem-de, hareketlilikleri de kısıtlandı. Hareket et-mek, çocuklarda biz yetişkinlere oranla daha etkin bir yer tutar. Hareket demek oyun de-mektir. Oyunsa onları geliştiren rahatlatan bir şey. Bu noktada, ev ortamında fiziksel gelişimlerini destekleyecek egzersiz hare-ketlerini yapmalarına ortam hazırlayabiliriz. Kültürfizik hareketleri, endorfin hormonunu salgılatarak çocukların ruhsal yönden güç-lenmelerini sağlayacaktır.

    Kriz durumlarında sosyal destek, insan-ların normal yaşama dönmelerini ya da yeni duruma uyum sağlamalarını kolaylaştırır. Belki fiziksel olarak insanların arasına mesafe girdi ama duygusal mesafeyi daraltmamız gerekir. Onun için çocukların öğretmenleri, arkadaş-ları ve akrabaları ile sesli veya görüntülü konu-şabilecekleri iletişim kanallarını kullanmalarına yardımcı olmak, onları bu dönemde rahatlata-caktır. Bu durum, alışkın oldukları günlük pra-tiklerini devam ettirmek adına önemli duruyor.

    Belki online hayat daha fazla olacak ama top-lumsal rehabilitasyonun hızlandırılması adına şimdilerde gerekli görünüyor. Çocuklarımızın sevdikleri ile iletişim kurmaları veya uzaktan eğitim çalışmalarını takip etmeleri, onları nor-mal zamanlardakinden daha fazla ekranla mu-hatap hale getirmiştir. Bununla ilgili olarak ev-latlarımızın zorunlu ihtiyaçları haricinde ekran karşısında geçirdikleri süreyi tekrar gözden geçirerek sınır getirilmesi, süreç bitiminde ola-sı bağımlılıkların önüne geçecektir. Hayatları-na yeni giren uzaktan eğitim derslerini dinle-meleri için mutlaka ortam hazırlamalıyız. Yine ders takip ve kontrollerini yapmada onlara kılavuzluk etmeliyiz. Bu, dakika dakika çocuk-larımızın günlerini planlama ya da onlara öğ-retmenlik yapmak anlamına gelmiyor. Onların kendileri ile baş başa kalabilecekleri ve kendi-lerine mahremiyet alanı oluşturabilecekleri za-man ve zeminlere de ihtiyaçları vardır. Bütün bunları yaparken sürecin bugününe ve yarına bakmak gerekir. Bu süreçte veya bitiminde çocuklarımızı gözlemleyerek davranışlarının işlevselliğinde bir bozulma varsa profesyonel kişilerden yardım alabiliriz.

    Takatimizin yetmediği şeylerin geçme vaktini teenni ile beklediğimiz şu günler, bel-ki birçok fırsatı içinde barındırıyordur. Belki de bu süreç, birçoğumuz için bir sıçrama tahtası hükmünde olacaktır. Yeter ki bizler itidal ve aklıselimi elden bırakmadan tedbire sarılalım. Müspet, enerjik, hedefli ve iyimser bir sabır, içinde her zaman umudu barındı-rır. Zorlu günler, bizlerin ve çocuklarımızın inkişafı için bir mayalanma dönemi olabilir. Çocuklarımızın zor günlerle baş etme bece-rilerini geliştirerek, onların sabrı ve metaneti deneyimlemelerine imkân hazırlayabilir. Bu-günler bittiğinde kendi kişisel inşamıza, aile-mize ve çocuklarımıza yaptığımız yatırımlar bizlere kendimizi iyi hissettirecektir. Güzel günlerde buluşmak duasıyla...

    8 9

  • DAYANIŞMA VE

    BİRLİK RUHUEşref BOLUKÇU

    Her milletin, her topluluğun ve her ailenin kendisine ışık tutan, birlik ve beraberliğini sağlayan ortak de-ğerleri vardır. Bu değerler, onların birlik ve beraberliğini sağladığı gibi, onlar için aynı zamanda övünç ve heyecan kaynağıdır. Aynı inanç, aynı kıble, aynı bayrak, aynı vatan, aynı ülkü, aynı ahlâkî değerler, aynı tarih gibi değerlerimiz, dayanışma içinde olmamızı ve bir olmamızı sağlar. Bunlar, bizleri bir arada tutan övünç kaynağı mirasımızdır. Bunlar ayrışmayı değil, insan olarak birlik olmamızı sağlar.

    Peki, bizleri bir arada tutan bu millî ve ma-nevî değerlerimiz yanlış kullanılmıyor mu? Birlik ve beraberliğimizi bozmak isteyen-ler, elbette bu değerlerimizi ayrışma için de kullanabiliyor. Bunun en kötü örneğini, ya-kın zamanda, 15 Temmuz darbe girişimi ile biten bir durum ile yaşadık. Millî ve manevî değerlerimizi kullanarak bizleri kendi bozuk emellerine alet eden ve temelde bizleri ay-rıştırıp bölmek isteyen bir zihniyet, maalesef belli oranda etkili oldu. Günümüzde hâlen onun acı sonuçlarını yaşamaktayız.

    İnsan, fıtrat olarak iyi olma, iyi yapma, iyiyi sevme, başkasının da iyiliğini isteme, birlik olma gibi yetilerle doğar. Yapımızda, kişiliği-mizde var olan bu güzel hasletler, maalesef sonradan değişmekte ya da değiştirilmekte-dir. Çocuklarımızın fıtratında olan “iyi olma” durumu, bebeklikten itibaren korunmak zorundadır. Anne ve babalar, çocuklarını “hayırlı olan” üzerine yetiştirirken, toplumun millî ve manevî değerlerini de öğretmek zo-rundadır. Bizi biz yapan ve bizi bir arada tutan millî ve manevî değerlerimizden uzak büyütülen çocuklar, elbette başkalarının kötü yönlendirmelerinden etkileneceklerdir.

    İnsanlar, bir arada yaşayabilmeleri ve sağlıklı bir toplum oluşturabilmeleri için hem komşula-rıyla hem de sosyal alandaki diğer insanlarla iyi ilişkiler kurmak zorundadır. Bu iyi ilişkiler için yardımlaşma ve dayanışma ön plana çıkmak-tadır. İslâm ile hamuru yoğrulan toplumumuz birlik, beraberlik ve dayanışmaya önem ver-mektedir. Peygamber Efendimiz, komşusu aç iken kendisi tok olan bizden değildir, anlamına gelen sözü ile komşuluğa ve dayanışmaya ver-diği önemi ortaya koymaktadır.

    “Anne ve babalar, çocuklarını ‘hayırlı olan’ üzerine yetiştirirken, toplumun millî ve manevî değerlerini de öğretmek zorundadır. Bizi, biz yapan ve bizi bir arada tutan millî ve manevî değerlerimizden uzak büyütülen çocuklar, elbette

    başkalarının kötü yönlendirmelerinden etkileneceklerdir.”

    10 11

  • Dinimiz, ayrışmayı değil birliği, bir olmayı emreder. Dinimizin emir ve yasakları ile top-lumsal hayatı düzenleyen nasları, asla ayrışma için kullanılamaz. Bizi birbirimize düşüren ve ayrıştıran her yapı ve düşünceye birey ve kurum olarak karşı olmak zorundayız. Bizler aynı vatan toprakları üzerinde yaşayan vatan kardeşleri olarak, vatan sevgisi dairesi içinde hareket ederek birlik olmak durumundayız. Toplumun menfaatlerini her zaman şahsi menfaatlerimizden daha çok önemsemeliyiz.

    Yüce Allah, insanı sosyal bir canlı olarak yaratmıştır. Yani, insan fıtrat olarak tek ba-şına yaşamını uzun süre sağlıklı bir şekilde sürdüremez. Aynı toplumda yaşadığımız bi-reyleri ötekileştirmeden, kendimizden kabul ederek birlik ve dayanışma içinde olmalıyız. Bireyleri ve toplum içindeki diğer kurumla-rı rakip değil, sosyal birliğimizin bir parçası olan dost olarak görmeliyiz.

    Birlik ve dayanışma ruhu ile hareket eden toplumlar, her zaman daha güçlüdür. Bu toplumlar giriştikleri her mücadelede başa-rılı olurlar. Sosyal alanda, eğitim alanında, ekonomik alanda ve diğer tüm alanlardaki başarıları ancak birlik ve dayanışma ruhu ile mümkün olmaktadır. Toplumsal dayanışma olmadan atılan adımlar başarı ile sonuçla-nabilir mi? Belki başta başarılı olunuyormuş gibi görünebilir ama nihayetinde toplumun önemli bir kısmı bu dayanışmaya dâhil olma-dığı için maalesef istenen sonuç alınmaya-caktır.

    Bizler, birey olarak toplumu oluşturu-yoruz. Her birey, toplumu oluşturan birer organ gibidir. Dolayısıyla bireylerdeki sıkıntı-lar, toplumu da olumsuz etkileyecektir. Bazı organları hasta olan bir insanın vücudu nasıl ki zayıf düşerse tıpkı bunun gibi, toplumun birliğine ters düşen, birlik ruhundan uzakla-şan bireyler de topluma zarar verir. Sonunda toplum zayıf düşer. Bu durum, düşmanların işine yarar. Bir milleti yıkmak isteyenler, dışa-rıdan müdahale etmek yerine içeriden mü-dahale yolunu seçerler. O milleti meydana getiren bireyler arasına düşmanlık ve ayrılık tohumları ekerek onları birbirine düşürürler. Böylece, düşmanın istediği sonuç olan birlik ve beraberlik bozulmuş olur. Maddî ve ma-nevî güçlerini içinde bulunulan toplumun ve ülkenin birlik, bütünlük ve gelişmesine karşı kullanan ve düşmanlarını unutanlar kolayca başkalarına yem olurlar. Aklıselime, birlik beraberliğe, hayra çağırıp şerre dur demeye her zaman ihtiyacımız vardır. 15 Temmuz’da fitne ateşiyle bizi yakmak isteyenlere karşı nasıl tek vücut olduysak, her zaman birlik ve beraberlik ruhu içinde hareket etmek bu toplumun her ferdinin ve her kurumunun görevidir. Selam ve saygılarımla…

    Öncelikle ekmeğin küflenmeden bit-mesi için dikkat etmeniz gereken birincil şey, tüketebileceğiniz kadar ekmek almak olmalıdır. Gereğinden fazla ek-mek alarak hem ev bütçesine zarar vermiş hem de önemli bir besin maddesini israf et-miş olursunuz. Bazı istisnai durumlarda fazla ekmek aldıysanız küflenmemesi için ekmeği buzdolabında saklayabilirsiniz. Ekmeğin ve di-ğer yiyeceklerin bulunduğu ortamın çok sıcak olması küflenmeye yol açabilir. Ancak beklet-me süresini de çok uzatmamak gerekiyor. Buz-dolabında bekleyen ekmeğin tüketilmeden 45 dakika öncesinde buzdolabından çıkarılması gerekiyor.

    Sirkenin içindeki etken maddeler küflerin oluşumuna engel oluyor. Bu nedenle ekmeğin muhafaza edildiği yerin zaman zaman sirke ile temizlenmesi gerekiyor. Ancak bu yöntem, ekmeğin sadece küflenmesini engeller. Ba-yatlamaması için bir çözüm yolu oluşturmaz. Ekmekleri bir sepet içinde saklıyorsanız se-petin içini sirke ile temizleyebilirsiniz. Fakat sirke kokusu ekmeğe nüfuz edebilir. Bu ko-nuda dikkatli olmanız gerekiyor. Ekmeklerin saklanacağı yerin nemli olmayan kuru alanlar olması, bakterilerin üremesini engelleyerek küf oluşumunu geciktiriyor. Bunun için ekmekleri poşetlerde saklamak yerine, ekmeklik denen sepet tarzı ürünlerin içinde saklamalısınız. Ekmeklerin bu sepetlerde neme maruz kalma ihtimali azalır.

    Ekmeklerinizi buzluklarda çok uzun süre saklayabilirsiniz. Fakat bu durum, bazı ekmek türleri için pek uygun olmuyor. Ekmekler buz-luk içinde, sorunsuz bir şekilde bir aya kadar saklanabiliyor. Bu şekilde saklayarak hem ek-meğinizi küften korumuş olursunuz hem de bayat ekmekler yemek zorunda kalmazsınız. Ekmeğe ihtiyaç olduğu durumlarda da ekmeği kullanmadan bir gece öncesinde buzluktan çı-karırsanız taze bir şekilde tüketebilirsiniz. Eğer vaktiniz yoksa da buzluktan çıkarılmış olan ek-mekleri fırın, tost makinesi veya tavada ısıtıp bu şekilde tüketebilirsiniz. Ekmeğin en uzun ve en taze saklanabildiği yöntemin buzluğa koymak olduğunu unutmayın.

    Nesibe AYDIN

    EKMEĞİN KÜFLENMESİNİ VE BAYATLAMASINI

    ENGELLEMENİN YÖNTEMLERİ

    12 13

  • Ayşe Gül PINAR

    Koltuğa iyice bürünmüş, adeta kay-bolmuş gibi oturuyordu. Sağ elini ya-nağına dayamış, derin düşüncelere dalmıştı. Bu halini gören, onun Karadeniz’de gemilerinin battığını zanneder. Görüntüsü üzgün, süzgün, büzgün bir vaziyette olması-na rağmen içinde yine bir iyilik yapmanın hu-zuru, dinginliği vardı. Yaptığı iyilik ise şuydu; bir ihtiyarın taşıyamayacağı pazar poşetlerini yardım için elinden aldı. İhtiyarın evi, kendi-sinin gideceği yönün tam ters istikametinde olmasına rağmen, ihtiyarın evine kadar taşı-mıştı. İyilik yaptığı kişinin o kadar zahmetine karşılık karısına, “Bir enayi eşyalarımı taşıdı, rahat geldim.” deyip teşekkür etmeden ka-pıyı yüzüne kapamıştı O kadar zahmete bir teşekkür tesellisi bile yoktu. Üzüntüsü işte bu yüzden idi.

    Yine de huzurluydu, yardıma muhtaç birine yardım etmişti. O böyle olaylarla çok karşılaşmıştı. Fakat bunlara rağmen iyilik yapmaktan bir an olsun vazgeçmiyordu. Adeta iyilik için yaratılmış, iyilikte sonsuz ufuklu denizi andırıyordu. Olsun, iyiliği bilin-mese de bir bilen, gören vardı. Koltukta, dü-şünceli hâlde ve eli yanağında, mazisinin gel-gitlerinde, hayatın dalgalarında savrulmadan boğulmamasının sebebini düşünüyordu. Sanki tüm olumsuzluklarda yıkılmadan ayak-ta kalması, yaptığı iyiliklerden kaynaklanıyor-du. Ne zaman bir iyilik yaptıysa takdir edilsin edilmesin, bu iyiliğin hemen ardından zor bir durumdayken hiç umulmadık bir şekilde işleri kolaylaşıyor, o zor durumdan rahata ka-vuşuyordu.

    Başından geçen bir olayı hiç unutamı-yordu. Hayatının dönüm noktası olan mü-lakat sınavına girecekti. Çok heyecanlı idi. O heyecanla yanlış otobüse binmişti. Git

    git, yol bitmiyor ve mülakat yerine bir türlü

    gelinmiyordu. Sonunda şoföre sordu. Şoför

    de tam ters istikamete bindiğini, tekrar geri

    dönüp başka otobüse binmesini söyledi. Sı-

    nava 15 dakika kalmış fakat yol yaklaşık bir

    saat sürecek. Bu, geç kaldı manasına geli-

    yordu. Fakat her işte bir hayır var, deyip geri

    dönüp diğer otobüse bindi. Artık şans deyin,

    tevafuk deyin veya başka bir şey deyin, sınav

    yerine geldiğinde sıra

    tam ona gelmiş ve hemen

    mülakat salonuna girip sınavı

    kazanmıştı. Mutluluğuna diyecek yoktu.

    Düşündü, bu nasıl oldu? Böylesine zor du-

    rum rahat bir şekilde nasıl halledildi? Tah-

    min etmekte gecikmedi. Fazla görüşmediği

    hatta hiç görüşmediği, bir dost meclisinde

    tanıştığı birisi para istemişti. Kendisi de para

    sıkıntısı çekmesine rağmen cebindeki parayı

    verdi. İki üç hafta sıkıntı çekti. 15 gün sonra

    sınava giriyor, kazanıyor ve tüm problemleri

    çözülüyor. Bu iki haftalık sıkıntı, ömür boyu

    rahatlığa dönüşüyor.

    İşte “İyilik yap denize at, balık bilmezse

    Hâlık bilir.” sözünü hatırladı, bu olayda da

    yaptığı iyiliği Allah bilmiş ve yardım etmişti.

    Bütün üzüntüsü gitmişti, yaptığı iyiliklerin

    yüreğindeki sevinci kaldı. Ne dersiniz, biz de

    “Ne zaman bir iyilik yaptıysa takdir edilsin edilmesin, bu iyiliğin hemen

    ardından zor bir durumdayken hiç umulmadık bir şekilde işleri

    kolaylaşıyor, o zor durumdan rahata kavuşuyordu.”

    BALIK BİLMEZSE

    HÂLIK BİLİR

    14 15

  • Raziye SAĞLAM

    “Ey iman edenler! Zannın çoğundan sa-kının; çünkü bazı zanlar günahtır. Gizlilikleri araştırmayın, birbirinizin gıybetini yapmayın; herhangi biriniz, ölmüş kardeşinin etini ye-mekten hoşlanır mı? Bak, bundan tiksindi-niz! Allah’a itaatsizlikten de sakının. Allah, tevbeleri çokça kabul etmektedir, rahmeti sonsuzdur.”

    Hucurat Suresi 12. ayetin mealini DİB bu şekilde yapıyor. Allahu Zülcelal Hazretleri, bu ayette; suizandan, kul hakkına yol açan meraktan ve arkasından onun hoşlanmaya-cağı şekilde konuşmak olan gıybetten sakın-mamızı öğütlüyor ve bunu ölmüş kardeşinin etini yemeğe benzetiyor. Gıybet, hepimizin farkında olarak ya da olmadan yaptığımız ve en kolay şekilde günaha girmemize sebep olan kötü bir davranış. Kur’an’da, Hucurat Suresi’nden başka, En’am, Kaf, Mü’minûn, İsra, Kasas gibi sûrelerde ve Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in birçok hadisinde yer alır. Ashab-ı kiram Efendilerimiz, Peygamberi-miz (s.a.v.)’e, “Arkasından konuştuklarımız gerçekten o kişide varsa da gıybet olur mu?” diye sorduklarında Peygamberimiz “Söy-ledikleriniz onda varsa gıybet olur. Yoksa zaten iftira atmış olursunuz.” buyurmuştur. Allah (c.c.), ayet-i kerimede ayrıca, gizlilik-lerin araştırılmaması ve suizanda bulunul-mamasını da öğütlüyor. İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak Hazretleri bir sohbetlerinde; “Suizanda bulunmak cinayettir.” diyerek ih-vanlarını bu kötü davranıştan korumak adı-na, günahın büyüklüğüne dikkati çekiyor.

    Tüm bunları söyledikten sonra, kendimi-ze şöyle bir bakarsak, ne yazık ki gıybet yap-madan geçirdiğimiz tek bir günün bile olma-dığını görürüz. Mesela televizyon izlerken, gördüğümüz her insan hakkında öyle ya da

    böyle bir yorumda bulunuyoruz ve bu bizim

    onun hakkına girmemize neden oluyor. Kul

    hakkı da, diğer bütün günahlar gibi kalpler-

    deki muhabbeti azaltıyor. Değil mi ki; Allahu

    Zülcelal Hazretleri Zariyat Suresi 56. ayette,

    mealen, “Ben cinleri ve insanları ancak bana

    kulluk etsinler diye yarattım.” buyuruyor, o

    zaman kulluk borçlarımızı yerine getirirken

    imanımızdan aldığımız iştiyak ve muhabbet-

    le ibadetlerimizi yapabilmeliyiz. Burada iba-

    det derken dar manada, İslâm’ın beş şartında

    belirtilen namaz, oruç, hac, zekât, kelime-i

    şehadet getirme akıllara gelebilir.

    Asıl olarak ibadet, TDV’nin İslâm Ansik-

    lopedisi’nde yer alan tanımıyla, boyun eğme,

    alçak gönüllülük, itaat, kulluk, tapınma, tap-

    ma, dinî bir terim olarak da insanın Allah’a

    saygı, sevgi ve itaatini göstermek, O’nun

    hoşnutluğunu kazanmak niyetiyle ortaya

    koyduğu belirli tutum ve gerçekleştirdiği

    davranışlar için kullanılır. Tanım bu şekilde

    devam ederken sanırım, burada bizi en çok

    etkileyen, kulun Rabb’ine olan muhabbetini

    gösteren saygı, sevgi ve itaat ve onun rızasını

    kazanma gayreti olmalıdır.

    İslâm’ın beş şartı olan namaz, oruç, hac,

    zekât, kelime-i şahadet de bu gayret ile ya-

    pıldığında, Allah’a layık bir amel haline dö-

    ner. Bezm-i Elest’te Cenab-ı Allah “Ben sizin

    Rabb’iniz değil miyim?” diye sorduğunda,

    “Evet, sen bizim Rabb’imizsin.” diyerek baş-

    ladığımız bu yolculukta, imanımızın verdiği

    saygı, sevgi ve itaatten hâsıl olan muhabbe-

    tin tadına varmak ve Allah’a kul olma serü-

    venimizde bu muhabbetle H. Hamideddin

    Ateş Efendi’nin “Dilinde güller açanın, gönlü

    gülistan olur.” sözlerindeki manaya ermek en

    büyük duamızdır.

    GÖNÜLDE DOĞSA

    ASAR-I MUHABBET

    “Gıybet hepimizin farkında olarak ya da olmadan yaptığımız ve en kolay şekilde günaha girmemizi sağlayan kötü bir davranıştır.”

    16 17

  • “TOPLUMSAL”DEĞERLERE SAYGI

    Emine Büşra YÜKSEL

    Millet; Türkçede, ulus, topluluk, halk, İslâm’da ise din, ümmet cemaat vb. anlamlara gelir. Millet, devleti oluşturan üç temel yapıdan (vatan, millet, oto-rite) biridir. Sıradan halk yığınları, ortak dil, din, vatan, tarih, gelenek, kültür ve ideal etrafında kenetlendiğinde millet olurlar. Millî birliği sağ-ladıktan sonra bunu korumak ve devam ettir-mek için de milletin bilinçlenmesi ve millî birliği tehdit eden unsurlara karşı uyanık olunması ge-rekir. Bir millet, sahip olduğu değerlerle ayakta durur ve güç kazanır. Türk milletinin değerleri, İslâm inancı, İslâm ahlakı ve bunların yorumu ve tecrübe ile oluşturduğu örf, âdet ve gelenek-leridir. Dinî ve geleneksel değerler kaybolursa yerini günümüzde dünya çapında egemen kültür olan Batı’nın değerleri alır. Bu da fertlerin ve toplumun yabancılaşmasını beraberinde ge-tirir. Öz değerlerine yabancılaşanların milletiyle aidiyet bağı kopar. İstanbul’un fethini bütün ta-rihçiler Orta Çağ’ın kapanması ve Yeni Çağ’ın başlamasında milat kabul ederken, milletine yabancılaşmış bazı kesimler, “Zulüm 1453’te başladı.” diyebilmektedir. Bu sözü bir Batılı söy-lemiş olsa anlaşılır. Ne var ki, bu milletin yaban-cılaşmış yitik evlatları, İslâm’a Batılılardan daha çok düşman hâle gelmişlerdir.

    Medenî bir insan, inanmasa da içinde ya-şadığı toplumun değerlerine saygı gösterir. Avrupa’ya para kazanmak için giden ve oraya yerleşen Türkiyeli yakınlarımız, yaklaşık 60 yıl-dır Avrupa ülkelerinde yaşamaktadırlar. Çoğu bir yandan kendi millî kimliğini korumaya çalı-şırken diğer yandan içinde yaşadığı toplumun değerlerine saygı gösterir ve onlarla çatışmayı aklından bile geçirmez. Ne var ki ülkemizdeki sözüm ona çağdaş yaşamı tercih edenler, fü-tursuzca, bu milletin 1000 yılı aşkın bir süre-dir taşıdığı değerlere dil uzatabilmektedir. Bu şekilde onlar, şeklen çağdaş görünse de, asla medeni olamadıklarını da ortaya koymuş ol-maktadırlar.

    İbni Haldun, zayıf toplumların yenik düş-tüğü milletleri ve hâkim kültürleri taklit et-meye başladığını, böylece onlar gibi güçlü olacağını zannettiğini söyler. Bu büyük büyük bir çelişkidir. Taklitçiler, hiçbir zaman taklit ettikleri gibi olamaz, kendileri de olamazlar. Orta Çağ’da da bazı Avrupalı bilim adamları-nın Müslüman âlimleri taklit ederek başlarına sarık sardığı görülmüştür.

    Toplumda saygın bir yer edinmek iste-yenler, içinde yaşadığı toplumla uyum içinde olmak durumundadır. Özellikle topluma hiz-met etme konumunda olanlar, toplumun de-ğerlerini, beklentilerini, hassas noktalarını iyi bilmeli ve sinir uçlarına dokunmamalıdır. Bu millet inancına, ezanına, mabedine, vatanına, diline, toprağına, bayrağına, iffetine ve namu-suna büyük önem verir. Farklı inançlara da saygı duyar ve onlardan da saygı bekler.

    Millet olmayı başaramamış, manevî değer-ler etrafında kenetlenememiş olan toplumlar, hâkim kültürler içinde asimile olup giderler. İlk Müslüman toplumlardan olan İdil Bulgar-larının şu anki durumu ortadadır. Başka bir memlekete gidenlerin isminden çok, ait oldu-ğu millet önem arz eder ve o, bulunduğu ül-kede, ülkesinin temsilcisi konumunda olur. Bu sebeple toplumun değerlerini bilmek ve saygı göstermek, adımızı bilmek kadar önemlidir.

    “Dinî ve geleneksel değerler kaybolursa yerine günümüzde dünya çapında egemen kültür olan Batı’nın değerleri alır. Bu da fertlerin ve toplumun

    yabancılaşmasını beraberinde getirir.”

    18 19

  • Sultan II. Mahmud’un eşi, Sultan Ab-dülmecid’in annesidir. Eski hayatıyla ilgili sağlam ve tatminkâr bir malumat yoktur. Doğum yeri ve tarihi kesin olarak bi-linmemektedir. Küçük yaşta Osmanlı sarayı-na cariye olarak teslim edilen bir Gürcü kızı olduğu muhtemeldir. Sarayda yetiştirilip eği-tildikten sonra Sultan II. Mahmud’un hanımı olmuştur. Daha sonra, 25 Nisan 1823’te Şeh-zade Abdülmecid’i dünyaya getirmiş ve ikin-ci kadınlığa yükselmiştir. Oğlu Abdülmecid’e çok düşkündü; onun eğitimi ve terbiyesiyle yakından ilgilenmiştir. Sultan Mahmud’un vefatından sonra, 16 yaşını henüz bitirmiş olan oğlu Abdülmecid tahta çıkınca “Vâlide Sultan ve Mehd-i Ulyâ-yı Saltanat” unvanını kazanmıştır. Daha ziyade “Bezmiâlem Valide Sultan” adıyla anılmıştır. Sultan Abdülme-cid’in genç yaşta padişah olması ve devlet iş-lerindeki tecrübesizliği sebebiyle uzun yıllar ona rehberlik etmiş; padişahın memleket se-yahatlerinde, saray ve devlet işlerini başarıyla yürütmüştür. Yakalandığı amansız bir hasta-lık sonucunda, 3 Mayıs 1853’te Beşiktaş Sa-rayı’nda vefat etmiş; Divan Yolu’ndaki Sultan II. Mahmud Türbesi’ne defnedilmiştir. Padi-şah, annesinin ölümüne çok üzülmüş, ruhu-nu şâd etmek için 79 bin kuruş gibi büyük bir parayı cariye, kalfa, Enderun halkı, hoca, imam ve fakirlere dağıtmıştır.

    Bezmiâlem dindar, akıllı, tedbirli, hayır-sever, ince ruhlu, şefkatli, cömert, dünyevî hırs ve nümayişlerden uzak bir valide sul-tandı. Yazışmalar ve mektuplarda kullandığı mühürler üzerindeki dinî-tasavvufî tabirler, onun manevi şahsiyetinin bir göstergesidir. Sıklıkla kullandığı mühürlerin birine “Hayy Hakk” ibaresi nakşedilmişken; bir diğerinin üzerine de Hz. Muhammed (s.a.v.)’e derin muhabbetini ifade eden şu dizeler kazılmış-tır: Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl/

    Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl/Zu-hurundan Bezmiâlem oldu vâsıl.

    Bezmiâlem, tartışmasız en fazla hayır ese-ri bırakan valide sultandır. Oğlu Abdülme-cid’in padişahlığı sırasında kendisine tahsis edilen maaş ve diğer gelirleri, Hicaz’dan Bal-kanlar’a ülkenin muhtelif yerlerinde tesis ve tamir ettirdiği camiler, hastaneler, mektepler, hamamlar, çeşmeler ve sebiller gibi pek çok hayır eserine sarf etmiştir. III. Mustafa Han’ın baş kadınefendisi Mihrişah Sultan’dan sonra Osmanlı’da en fazla çeşme ve sebil yaptıran valide/hanım sultan odur. Çoğu İstanbul’da (10) -diğerleri Medine (2), Mersin (6) ve Kerbela’da (1)- olmak üzere, toplam 19 çeş-me ve sebil inşa ettirmiştir. Bunların dışında, 6 çeşme ve sebili de tamir ve ihya ettirmiştir.

    Tesis ettirdiği cami, mektep ve hastanele-rin isimleri ise şöyledir: Gureba-i Müslimin/Vakıf Gureba Hastanesi (1845, yapımında 1826’daki kolera, 1843’teki çiçek hastalığı salgını etkili olmuştur); Valide Mektebi/Dâ-rü’l-Maarif (1850, Osmanlı’nın ilk sivil lisesi-dir); Bezmiâlem Valide Mektebi; Bezmiâlem Sıbyan Mektebi (1844); Bezmiâlem Sıbyan/Yeşil Mektebi (1850); Bezmiâlem Valide Sul-tan/Dolmabahçe Camii (1853); Bezmiâlem

    SULTAN ABDÜLMECİD’İN HAYIRSEVER ANNESİ

    BEZMİÂLEM SULTANZühal ÇOLAK

    “Bezmiâlem Sultan dindar, akıllı, tedbirli, hayırsever, ince ruhlu, şefkatli, cömert, dünyevî hırs ve nümayişlerden uzak bir valide sultandı.”

    20 21

  • Valide Sultan Gureba-i Müslimin Hastanesi

    Camii (1845); Mekke-i Mükerreme Gure-

    ba-i Müslimin Hastanesi (Vefatında yarım

    kalmış, Sultan II. Abdülhamid tamamlatmış-

    tır). Ayrıca, Eminönü ile Karaköy’ü birbirine

    bağlayan bugünkü Galata Köprüsü’nün (Va-

    lide Köprüsü) ilk kurucusunun Bezmiâlem

    olduğu rivayet edilmektedir. Köprü 1844’te,

    ahşap dubalar üzerinde sâbih/yüzer olarak

    inşa edilmiştir.

    Kâbe-i Muazzama, Ravza-i Mutahhara

    ve Eyyube’l-Ensari vakıflarına da çeşitli hiz-

    metler sunmuş ve bağışlarda bulunmuştur.

    Büyük meblağda “nükūd-ı mevkūfe” (vakfe-

    dilmiş para) ayırarak, vakıflarının her türlü

    masrafını ve hizmetlerini yerine getiren gö-

    revlilerin yevmiye ve maaşlarını karşılamak

    üzere, ülkenin muhtelif yerlerinde kiraya

    vererek veya hasılatını satıp akar (gelir) geti-

    recek birçok konak, ev, dükkân, fabrika, han,

    tarla, arazi, bağ, bahçe, meyve ve zeytin ağa-

    cı, değirmen ve emlâk satın alarak, vakıfları-

    nın sonsuza kadar hizmet etmelerini teminat

    altına almıştır.

    Bu sayılanlar haricinde, bizzat mahal-

    le aralarında dolaşarak fakir ve muhtaçlara

    merhamet elini uzatmış, ihtiyaçlarını gider-

    miş, yetim ve kimsesiz kızları evlendirmiş,

    borcunu ödemeyen ve hapse düşen garip-

    lere çeşitli malî ve nakdî yardımlarda bulun-

    muştur. Yanı sıra, tarikat erbabını gözeterek,

    başta Yahya Efendi Dergâhı olmak üzere pek

    çok tekke ve dergâha büyük ölçüde bağışlar

    yapması, onun rahmet ve şükranla anılması-

    na vesile olacak ince ruhlu, şefkat timsali bir

    insan olduğunu ortaya koymuştur.

    Zafer TürküsüTürk ordusu, komutanı eriyle

    Bayrağımı mavi gökten indirtmez

    Hudut boylarında alın teriyle

    Bayrağımı mavi gökten indirtmez.

    Yurt savunmasında silahı çatar

    Mayın tarlasında pusuya yatar

    Gözünü kırpmadan nöbeti tutar

    Bayrağımı mavi gökten indirtmez.

    Elinde kalemi şafak bir sayar

    Sessiz serzenişi komutan duyar

    Sıla bir özlemdir ok gibi koyar

    Bayrağımı mavi gökten indirtmez.

    Ayağında potin omuzda mavzer

    Gedikli zabitim karargâh gezer

    Zafer türküsünü sevgiyle bezer

    Bayrağımı mavi gökten indirtmez.

    Gönül defterine hasreti dokur

    Yavukludan gelen mektubu okur

    Gurbetin koynunda nağmeler şakır

    Bayrağımı mavi gökten indirtmez.

    Rabia BARIŞ

    22 23

  • Muammer YILMAZ

    Okumayı, araştırmayı bir külfet ola-rak gören insanımız, hâlâ Kur’an mucizesindeki şifayı alamamış ve tadamamıştır. Sandıklarda en nadide kumaş-ların içinde veya kitapsız kütüphane raflarının üstünde duran bu mucize; nadide bir nüs-hası müzayedede satılabilen antika bir eser, tılsımlı, yanı başımızda durmasına rağmen kendimizden uzak tuttuğumuz normal bir kitap haline gelmiştir, getirilmiştir. Yüce Ya-ratan vahyettiği kitaptan sorumlu tutacağını söylüyor. Oysa çoğu insan kurtuluşun kitabı-na bir kere olsun bakmadan, sağa-sola çatıp, yediğinin haram mı, kul hakkı mı olduğu hesa-bını yapmadan, çevresini yakıp yıkarak “tahta ata” binip “yalancılar kahvesine=kabristana” gidiyor. Mucizeler mucizesini gerçek manada okuyup ayetler üzerinde düşünseydik, birbiri-mizin düşmanı olur muyduk? Canlı ve cansıza kıyabilir miydik? Yaratan’ın ayeti olan çevremi-zi harabeye çevirip arıya yalan söyletip, gıda-ların özü ile oynayıp kendimizi ve çevremizi gün gün zehirler miydik? Huzuru, güveni, mutluluğu, saygı ve sevgiyi parada, pulda ve başka kapılarda arar mıydık?

    Kur’an bu hâlimizi gördükçe üzülüyor ve gözyaşlarına hâkim olamıyor. Oysa ağlayan Kur’an değil, biziz. Gerçek ağlayanlar varsa da sayıları o kadar az ki… Bu hususta İki Cihan Güneşi; ciğerleri dağlanan, kalpten ve gönül-den ağlayan gözlere, şu inci sözleriyle bir bakı-ma merhem oluyor: “Şu Kur’an hüzünlü olarak nazil oldu. Onu okuyunca ağlayın. Eğer ağla-mazsanız onu okumaya çalışın ve onu güzel okuyun. Onu okumaya gayret etmeyen biz-den değildir.” diyor. Yine Peygamberimiz Ebû Zerr’e, “Ey Ebû Zerr, senin evden çıkıp Allah’ın kitabından bir ayet öğrenmen, senin için yüz rekât namaz kılmandan daha hayırlıdır.” buyur-muşlardır. Yüce Yaratan, Kur’an-ı Kerim’e sahip çıkanları yüceltmiş ve her zaman onlara sahip çıkmıştır. Osmanlı’nın kuruluşundan sonraki dönemlerde Kur’an, bir saygı merkezi olmayı

    sürdürmüştür. Topkapı Sarayı’nın özel dairesi Hırka-ı Saâdet’te “500” sene, hiç aralık verme-den, 24 saat her gün Kur’an okunmuştur. Şe-hit olan Mehmetçiklerimizin ceplerinden hep Kur’an-ı Kerim çıkmıştır. Çanakkale Savaşı’nda bunun örnekleri çoktur.

    28 Nisan 1915’te İngilizlerin şiddetli sal-dırılarını bir avuç Mehmetçik püskürtmüştü. 15. Alay askerlerinden Rizeli Salih Çavuş, gö-ğüs göğse mücadelesi sırasında yere yığılmış-tı. Düşman süngüsünün birisi de gözünden girmişti. Oradan oluk gibi kan akıyordu. Bunu gören arkadaşları daha büyük bir gayrete ge-lip düşmanlarını eski mevkilerinden daha ge-rilere kaçırmışlardı.

    Salih Çavuş, ruhunu Allah’a teslim etmez-den önce, kalbinin üzerinde taşıdığı, anası-nın, “Bunu yanında bulundur evladım. Allah seninle beraberdir. Benim için dua etmeyi unutma.” diyerek hediye ettiği Kur’an-ı Ke-rim’i cebinden çıkarmış, tek gözüyle okumaya çalışıyordu. Tek gözü de kapanınca ruhunu Hakk’a teslim etti. Arkadaşları yanına koştu-lar, elinden Kur’an-ı Kerim’i aldılar. Açık sayfa-nın üzerinde bir şeyin farkına vardılar. İhtimal, gözünden damlamıştı. Kan lekesinin düştüğü ayette; “Hasbünallah ve ni’mel-vekîl…” yazı-yordu. Yani Çaresizler Çaresi “Kulum, sen üzülme, ben sana yeterim.” buyuruyordu.

    “KUR’AN”KURTULUŞ KİTABIMIZ

    24 25

  • M. Emin KARABACAK

    “Okuyan insanların olaylara bakış açışları ve değerlendiriş şekilleri daha olumludur. Okumayan insanlar ise olaylara daha geniş pencereden bakmazlar.”

    Danimarka Başbakanı, özel kalem mü-dürüne uzak bir şehirde hiç kimsenin tanımadığı ve hiçbir özelliği olmayan bir kadının cenazesine katılacağını not aldı-rır. Ertesi gün, ülke çapındaki yazılı ve görsel medya başbakanın bunca önemli devlet iş-leri varken hiçbir akrabalık bağı bulunmayan sıradan bir kadının cenazesine katılmasını eleştiren haberler verir. Ülke çalkalanmak-tadır. Acaba başbakan hiçbir sebep yokken bu kadının cenazesine niçin katılma ihtiyacı hissetmiştir? Çeşitli dedikodular alıp başını gidince başbakan bir basın toplantısı düzen-ler ve gerçeği şöyle açıklar: “Bu yaşlı kadın, ül-kemizde okuma-yazma bilmeyen son kişiydi. Bu son kişi ölünce ülkemizin okur-yazar oranı %100’e ulaşmış oldu. Ben bu kadının cena-zesine değil, ülkemi esir almış son cehaleti gömmeye gittim. Bu cenaze töreni, sembolik manada ülkem için çok önemli olduğundan başbakan seviyesinde temsil etme gereği duy-dum.”

    Okuma yazma bilmeyen insanlar, okuyup yazamadıkları için okumamaktadırlar. Okuma yazma bilen birçok insanda değişik mazeret-ler adı altında okumamaktadırlar. İkisi de oku-madığına göre, bilgi olarak aralarında pek fark yoktur. Çünkü biri okuma yazma bilmemekte, diğeri de okumamaktadır. Biri okuyamadığı için diğeri de okumadığı için bilgisizdir.

    Okuma yazma bilmeyen ile okumayanın arasındaki farkı bir profesör: “Bugünden itiba-ren üç yıl boyunca hiç kitap okumasam, üç yıl sonra bir ortaokul mezunu seviyesine inerim!” diyerek çok güzel açıklamıştır. Okuma yazma bilip de kitap okumayanların kendilerince bir gerekçesi olsa da bunların içinde en ilginç olanı hapishanede yatan mahkûmların gerek-çesi: Onlarda kitap okuyacak zamanlarının olmamasından şikâyetçilermiş. İnsanoğlu bu. İçeride de olsa dışarıda da olsa hiçbir zaman

    gerekçesi değişmiyor. “Ne kitap okuyacak zamanı ne de başını kaşıyacak zamanı” ol-mamasıdır. Oysa kitap okumak isteyenler, ne zamanı ne de yaşı gerekçe gösterip problem etmemektedirler.

    ABD Yüksek Mahkeme Üyesi Oliver Hol-mes, 90 yaşında kendi isteği ile emekliye ayrıl-dıktan sonra evine çekilir. Roosevelt, Amerika Başkanı olduktan sonra 1922 yılında Holmes’i ziyarete gider. Onu Eflatun’un kitaplarını in-celerken görünce: “Üstat bu yaştan sonra Ef-latun’u okuyup da ne yapacaksın?” der.

    Holmes’in verdiği cevap enteresandır: “Sa-yın Cumhurbaşkanım! Kafamı geliştirmek için okuyorum.” der. “21. yüzyılın cahilleri, okuma-yazma bilmeyenler değil; okumayanlar, öğren-meyi öğrenemeyenler olacaktır.” diyen Ameri-kalı ünlü yazar Alvin Toffler; sadece okuma yazma bilmeyenlerin değil okuma yazma bilip de okumayıp kendilerini geliştirmeyenlerin de yüzyılımızın cahili olduğunu ifade etmektedir.

    Yine Amerikalı edebiyatçı Ursula Kroeber Le Guin, “Eğer bir nesil cehaletin mutluluk olduğunu sanarak yetişirse, bir sonraki nesil cehaletini bile fark edemeyecektir. Çünkü bil-ginin ne olduğunu bilmeyecektir.” demektedir.

    “FARK YOKTUR”OKUMAYAN ARASINDA

    “OKUMA YAZMA BİLMEYEN İLE”

    26 27

  • Okuma yazma bilmeyen insanlarla oku-mayan insanların gündemlerine baktığınız za-man, aşağı yukarı aynıdır. Bunların gündemleri genelde siyaset, futbol ve magazin program-larıdır. Bu insanların gündemi değerlendiriş şekillerine bakıldığı zaman da aralarında pek fark olmadığı görülür. Bu insanlar, beyinleri-ni kitap okuyarak doldurmak yerine siyaset, futbol ve magazin dedikoduları ile doldur-maktadırlar. Kitap okumayıp beynini bilgi ile doldurmayan insanların söz ve söylemleri, içi boş davula benzer. “Bilgisiz ve beyni boş kim-se davula benzer, sesi çoktur, ama içi boştur!” sözünde de olduğu gibi bu insanların iki du-dakları ya susmak ya da hayır konuşmak için değil, boş konuşmak için çalışır.

    Bu insanlar, herhangi bir konu hakkında söz açıldığı zaman, hemen bu alanda uzman olduklarını göstermeye çalışırlar. Aslında on-ların penceresinden baktığın zaman uzman oldukları bir gerçektir çünkü onların, her ko-nuda söyleyecekleri sözleri vardır. Bu kişiler dinî konular açıldığı zaman da en iyi hoca, siyaset konusu açıldığı zaman da en iyi siya-setçi olduklarını söylemleriyle ispatlamaya çalışırlar.

    Yapmak ya da yapıcı olmaktan daha çok, her konuda söyleyecek bir sözü olan bu kişi-ler, malumatları olsun olmasın, muhakkak her şeyi bildiklerini zannederler. Her insanın bir uzmanlık alanı olmasına rağmen bu insanlar, alanları dışında bir konu açıldığı zaman “Be-nim bildiğim bu kadar.” demek yerine, her şeyi bildiği zannıyla kendisini en çok bilen olarak göstermeye çalışır.

    Bir sohbet sırasında arkadaşın biri, yanı-mızda bulunan ilahiyatçı arkadaşa dinî bir ko-nuyla ilgili bir soru sordu. Soruyu soran arka-daş daha sorusunu tam bitirmeden başka bir arkadaş soruyu cevaplamaya başladı. Soruyu cevaplamaya çalışan arkadaş konuşmasını bitirdikten sonra ilahiyatçı arkadaş, mesleği-nin ne olduğunu sordu. Soruyu cevaplama-ya çalışan arkadaş da mesleğinin demircilik olduğunu söyledi. Bunun üzerine ilahiyatçı arkadaş da “Ben demircilikten hiç anlamam.” demesine rağmen arkadaş konuyla ilgili ho-calara dayandırdığı görüşlerini ifade etmeye devam etti.

    Bu ve buna benzer örneklere hemen her zaman toplumumuzda rastlamaktayız. Kişi-nin alanıyla ilgili olmayan bir konuda görüş bildirmesi, kişiliğini göstermektedir. Bu kimse-lerden uzak durulması ve onlarla tartışmaya girilmemesi gerekir.

    Beyinlerini kitap okuyarak faydalı bilgilerle dolduranlar, iki dudaklarını ya susmak ya da hayır konuşmak için kullanacaklardır. Beynini faydalı bilgilerle dolduran insanları tarif eder-ken de Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “Ve onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevi-rirler. Boş yere söylenilen sözden ve işlerden sakınırlar.” (23/Mü’minun, 3)

    Peygamber Efendimiz (s.a.v): “Kişinin Müs-lümanlığının güzelliği, kendini ilgilendirmeyen şeyleri terk etmesi iledir.’’ buyurmaktadır.

    Kitap Okuyan ile Okumayan Arasındaki Farklar

    “İyi kitaplar okumayan biriyle okuma yaz-ma bilmeyen biri arasında hiçbir fark yoktur.” der Mark Twain.

    1. Okuyan insanlar, okumayan insanlara göre daha seri ve akıcı konuşurlar. Okuyan insanların bilgi dağarcıkları dolu olduğu için konuşurken daha düzgün ve dolu konuşurlar. Kitap okumayan ve bilgi da-ğarcıkları boş insanlar ise aynı kelimeleri tekrarladıkları gibi konuşurken “şey, yani” gibi belirli kelime kalıplarını sık kullanırlar.

    2. Kitap okuyan insanlar, herkesle rahat ile-tişim kurabildikleri gibi, küçük büyük her-kesle paylaşım adına konuşulabilecek bir şeyler bulabilir. Kitap okumayan insanlar ise sadece belli konularda ve belli kimse-lerle konuşabilmektedirler.

    3. Kitap okuyan insanlar, uygun örnekler vere-rek konunun daha iyi anlaşılmasını sağlar-ken karşısındaki insanların da konuşmalar-dan zevk almasını sağlarlar. Kitap okuma-yan insanlar ise neyi nasıl anlatacaklarını tam bilmedikleri için karşısındaki insanların da sıkılmalarına neden olurlar.

    4. Okuyan insanların olaylara bakış açıları ve değerlendiriş şekilleri daha olumludur. Okumayan insanlar ise olaylara daha geniş pencereden bakmazlar.

    5. Okuyan insanlar, karşılaştıkları problem-lere daha geniş pencereden bakacak-larından daha akılcı çözümler üretirler. Okumayan insanlar ise problemlere dar pencereden bakacaklarından çoğunlukla problemleri çözmekten âciz kalırlar.

    6. Okuyan insanların bilgi dağarcıkları dolu olduğu için kendilerine güvenleri fazladır. Dertlerini ve kendilerini daha iyi anlatırlar.

    Okumayan insanlar ise kendilerine güven-leri düşük olduğu için dertlerini ve kendi-lerini tam ve rahat anlatamazlar.

    7. Okuyan insanlar meyve veren ağaç gi-bidirler. Meyvesinden insanlar, kurt, kuş gibi tüm canlılar faydalanırlar. Okumayan insan ise meyvesiz ağaç gibidir. Meyvesiz ağacın odunundan, kitap okumayan insa-nın da beyninden değil de sadece beden gücünden faydalanılır.

    8. Okuyan insanlar fikirler ve projelerle ilgile-nirlerken, okumayan insanlar, olaylar ve kişi-lerle ilgilenirler. Başka bir ifadeyle okuyan in-sanlar görsel ve yazılı basından ana gündem konularını takip ederken okumayan insanlar magazin programlarını takip ederler.

    Sonuç olarak, okuyan insanlar hayatla-rındaki ve beyinlerindeki boşlukları kitap okumayla doldurarak yaşarlar. Hayatlarını ve beyinlerini kitap okuyarak dolduran birçok in-san da bununla yetinmeyerek insanlara daha faydalı olabilmek için oturup kitap yazmışlar-dır. “En büyük düşman cahillik ve cahil dosttur.” Bizlerde gençken beyinlerimize okuyarak bilgi ağacı dikersek yaşlandığımızda insanların göl-gesinde oturabilecekleri ve faydalanabilecek-leri “Sadaka-yı Cariye” adında birer ağacımız olur.

    28 29

  • Sait ÖZER

    Hani anlamlı bir hikâye vardır. Zengin bir ailenin fakir bir komşusu vardır. Bu fakir aileden özellikle akşam olunca kahkaha sesleri yükselir. Zengin aile, bu duruma şaşırır. Kendileri çok zengin ol-dukları halde bu fakir aile kadar mutlu değil-lerdir.

    Zengin komşunun hanımı bir gün fakir komşusunun hanımı ile konuşur ve bu mut-luluklarının sırrını sorar. Fakir komşu, altın-toplarının olduğunu mutluluklarının kayna-ğının altıntopları olduğunu söyler. Zengin komşu, kocasına akşam olunca durumu anlatır. Er-tesi gün zengin komşunun kocası gider ve altından bir top alır gelir fakat onların altıntopu huzur getirmez.

    Bunun üzerine zen-gin komşu fakir komşuya kendi altıntoplarının neşe getirmediğini söyleyince fakir komşu altıntoplarının bebekleri olduğunu, onları çocuklarının meşgul ettiği-ni, böylece mutluluklarının katbekat fazla olduğunu söyler.

    Bu hikâyede olduğu gibi bir anne-baba için bu dünyada sahip olunacak en büyük zenginlik sanırım çocuk sahibi olmaktır. El-bette bu durumun getireceği sorumluluklar da vardır.

    Sorumluluğunun bilincinde olan ve ço-cuklarının bakımlarını bilinçli olarak yapan aileler sıkıntı yaşamaz. Bunun için de bazı şeyleri bilmekte fayda vardır. Kulaktan dol-ma bilgilerle yapılacak çocuk bakımları fay-

    dadan ziyade zarar verebilir. İşte “Anne ve

    Bebeğin Bakımı” adlı çalışma, bebek sahibi

    olmak isteyen aileler ile hâlihazırda çocukla-

    rı olan ailelerin istifade edebileceği bir kitap.

    Bu kitapta yazar, gebelikten başlayarak

    beş-altı yaşına kadar çocukların bakımı ile

    ilgili pek çok bilgiye yer veriyor.

    Kitabın “İçindekiler” bölümünü şu şekilde

    oluşturmuş: Gebelik ve Doğum s. 21, Yeni

    Doğan ve Çağı s.55, Süt Çocukluğu Dönemi

    s.83, Yaşamın İlk Yıllarında Yeteneklerin Ge-

    lişmesi s.113, Süt Çocu-

    ğunun Beslenmesi s.125,

    Oyun Çağı s.151, Hasta

    Çocuğun Bakımı s.161,

    Problemli Çocuklar s.177,

    Ailenin sık Sık Karşılaştığı

    Sağlık Problemleri s.201.

    Bu bölümlerin altındaki alt

    başlıklarda bebeklerin/ço-

    cukların beslenmesinden

    hastalıklarına fiziksel ve

    ruhsal gelişimlerine varın-

    caya kadar pek çok bilgiyi

    bulabilirsiniz.

    Elinizin altında bulunacak böyle bir ki-

    tapla, önceden bildiğiniz ancak doğruluğu

    konusunda şüphe duyduğunuz pek çok so-

    ruya da cevap bulabilirsiniz. Böylece çocuk

    bakımında, öncesinde ve sonrasında çok

    daha bilinçli bir şekilde bebeklerinizi büyü-

    tebilirsiniz. Kitaptaki bilgiler görsellerle de

    desteklenmiş bu uygulamada anne-babalara

    kolaylık sağlar diye düşünüyorum. Fayda-

    lanacağımız böyle bir çalışma olması, hem

    bizim hem de çocuklarımızın hayatını kolay-

    laştıracaktır.

    Yazar : Dr. Ömer Turgutalp Kadıoğlu Sayfa : 255 Yaş Aralığı: 14+

    Yayınyeri/Yılı/ : İstanbul 2010 Yayınevi: Damla Yayınevi

    İşlenen Konular : Gebelik ve doğum, yeni doğan bebeğin bakımı, çocukluk…

    ANNE VE BEBEĞİN BAKIMI

    30 31

  • L eonardo da Vinci, ‘Son Akşam Yeme-ği’ isimli resmini yapmayı düşündü-ğünde büyük bir güçlükle karşılaştı. “İyi”yi İsa’nın bedeninde, “kötü”yü de İsa’nın arkadaşı olan ve son akşam yemeğinde ona ihanet etmeye karar veren Yahuda’nın bede-ninde tasvir etmek zorundaydı.

    Resmi yarım bırakarak bu iki kişiye mo-del olarak kullanabileceği birilerini aramaya başladı. Bir gün bir koronun verdiği konser sırasında, korodakilerden birinin İsa tasvirine çok uyduğunu fark etti. Onu poz vermesi için atölyesine davet etti, sayısız taslak ve eskiz çizdi. Aradan üç yıl geçti. ‘Son Akşam Yemeği’ neredeyse tamamlanmıştı, ancak Leonardo da Vinci henüz Yahuda için kullanacağı mo-deli bulamamıştı.

    Leonardo’nun çalıştığı kilisenin kardinali, resmi bir an önce bitirmesi için ressamı sı-kıştırmaya başladı. Günlerce aradıktan sonra Leonardo, vaktinden önce yaşlanmış genç bir adam buldu. Paçavralar içindeki bu adam, sarhoşluktan, kendinden geçmiş bir durum-da kaldırım kenarına yığılmıştı. Leonardo, yar-dımcılarına adamı güçlükle de olsa kiliseye ta-şımalarını söyledi. Çünkü artık taslak çizecek zamanı kalmamıştı. Kiliseye varınca yardımcı-lar adamı ayağa diktiler. Zavallı, başına gelen-leri anlamamıştı. Leonardo, adamın yüzünde görülen inançsızlığı, günahı, bencilliği resme geçiriyordu.

    Leonardo işini bitirdiğinde, o zamana ka-dar sarhoşluğun etkisinden kurtulmuş olan berduş gözlerini açtı ve bu harika duvar res-mini gördü. Şaşkınlık ve hüzün dolu bir sesle şöyle dedi: ‘Ben bu resmi daha önce gördüm...’

    ‘Ne zaman?’ diye sordu Leonardo da Vin-ci, o da şaşırmıştı. ‘Üç yıl önce’, dedi adam. ‘Elimde avucumda olanı kaybetmeden önce...

    O sıralarda bir koroda şarkı söylüyordum. Pek çok hayalim vardı. Bir ressam beni İsa’nın yüzü için modellik yapmak üzere davet et-mişti...’

    Aslında “iyi” ve “kötü”nün yüzü aynıdır. Her şey, insanın yoluna ne zaman çıktıklarına bağ-lıdır...

    Sema KORKMAZ

    İYİ VE KÖTÜ

    32

  • Ey oğul, her şeyden önce Allah’tan hakkıyla kork. Bütün emirlerini yerine getir. Onu anmakla kalbini yaşat. İpine sımsıkı sarıl. Eğer

    tutunursan Rabbinizle aranızdaki bağdan daha kuvvetli hangi bağ bulunabilir? Kalbini mev’ıza ile yaşat. Zahidlikle dünya malını ve ona

    olan aşkını terketmekle onu öldür.

    Bilmediğin şey hakkında konuşmayı ve üzerine düşmediği halde söz söylemeyi terk et.

    Sapıklık olacağından korktuğun bir yola girme; çünkü sapıklık şaşkınlığından sakınmak, korkunç belalara duçar olmaktan daha

    iyidir.

    Marufu emret ki, maruf ehlinden (iyilerden) olasın.

    Kötülüğü elinle, dilinle önle ve kötü iş yapanlardan bütün çabanla uzaklaş.

    Allah yolunda hakkıyla cihat et; bu uğurda hiç bir kınayıcının kınaması seni tutmasın (yolundan alıkoymasın).

    Nerede olursa olsun, hakka ermek için güçlüklerin en şiddetlilerine korkusuzca atıl.

    Dinde fakih (anlayış ve kavrayış sahibi) ol; nefsini sabretmeye alıştır.

    Bütün işlerde Allah´a sığın ki, tam koruyan bir koruyucuya ve tam güçlü bir savunucuya sığınmış olursun.

    Rabbinden bir şey dilerken ihlaslı ol; çünkü vermek de vermemek de O nun elindedir.

    Hayrı çok dile; vasiyetimi iyice anla; önemsemeyerek yanından geçme.

    Çünkü sözün hayırlısı fayda verenidir.

    Bil ki, fayda vermeyen bilgide hayır yoktur; insanlara anlatılmayan bilgiden de faydalanılmaz.

    Hz. Ali'den (r.a.) Oğluna Öğütler

    “Er-Râfi’”“Yükselten, Değerini Arttıran, Onurlu ve Şerefli Kılan”

    Er-Râfi’, "yükselten, değerini arttıran, onurlu ve şerefli kılan" demektir.. Yüce Allah'ın yükselten mânâsına gelen er-Râfi' ismi, insanın mânevî hayatıyla doğrudan ilişkilidir. Yüce Allah, kendisine itâat eden dostlarını yüceltir,

    onların dünya ve âhirette değerlerini arttırır. Yüce Allah, iman eden mü'minleri mutlu ederek yükseltir ve dostlarını kendisine yaklaştırarak yüceltir. Bilindiği gibi insanda, akıl ve bilgi kuvvetinin yanında, öfke ve şehvet

    kuvveti de vardır. Eğer insanda şehvet kuvveti akıl kuvvetine hâkim olursa, böyle bir insandan haksızlık gibi kötülükler; eğer akıl şehvet ve öfke kuvvetlerine hâkim olursa böyle bir insandan da iffet, şecaat ve adalet gibi

    erdemli davranışlar meydana gelir. Dünya hayatında fazîletli davranışlarla donanan insan-ı kâmiller, hayatlarının tümünü Allah’a adamışlardır. Bunlar, bir çeşit, pratik Müslümanlığı gündelik hayatlarında davranış kalıplarına

    dökmek sûretiyle Hz. İsa (a.s.) gibi irfanî ve ruhanî bir sürece katılmışlardır. Akıllı insan, düştüğü yerden kalkmasını bilir. Bunun yolu da istiğfar ve tevbe ameline sarılarak yeniden Rabbimize rücû etmektir. O’na

    dönüşün ilk şartı, günahları terk etmek, ikinci şartı da tevbedir. Tevbe, bir çeşit, itirafta bulunarak, yapılanlardan özür dileme şeklidir. Aynı kökten gelen ‘tevvâb’ ise, pişmanlık işini çok yapan kimse demektir. Bu bağlamda, tevbe lafzı hem Allah hakkında ve hem de insan hakkında kullanılır. İnsan hakkında, günahları terk etmeyi, Allah hakkında ise, cezâlandırmaktan dönmeyi ifade eder. Çünkü Allah’ın kendisine tevbe eden ve yönelen

    kulları çoktur. O, isterse kendisine tevbe ile yönelen kullarının her türlü günahını affeder. Yine O, isterse, tevbe eden bir günahkârı hiç günah işlememiş gibi, rahmetiyle, annesinden doğduğu gibi tertemiz hale getirebilir.

    O halde her mü'min, Yüce Allah'ın sevdiği kullarının derecelerini yükselten anlamına gelen er-Râfi' isminden nasiplenmelidir. Mü'minin bu isimlerden elde edeceği hisse; hakkı, hakîkati, adâlet ve ahlâk dâvâsını her yerde tutup kaldırmak ve yükseltmektir. Bunun yolu da haklı olanın yanında saf tutup ona destek olmak ve haksızlık

    karşısında sesini yükseltmektir. Bilinmelidir ki, Yüce Allah bu dünyada izzeti Allah ve Rasûlü’nde arayanları yüceltir, onlara her iki dünyada da onurlu bir hayat bahşeder.

  • KurtuluşKitabımız: Kur’an

    Muammer YILMAZ

    Vatan ve Milletİçin Çalışmak

    Sümeyye Büşra YILDIZ

    ToplumsalDeğerlere Saygı

    Emine Büşra YÜKSEL

    15 Temmuz Unutulmaz

    Son kurtuluş savaşıdır15 Temmuz unutulmazŞehidin kanlı yaşıdır15 Temmuz unutulmaz

    Vahşice saldırdı şebekYetim kaldı onca bebekAkıllara ziyandır pek15 Temmuz unutulmaz

    O gün yandı nice ocakKor ateşle doldu kucakMuhayyilemde duracak15 Temmuz unutulmaz

    Bağban gitti, bağ bozulduMillete mezar kazıldıHafızalara yazıldı15 Temmuz unutulmaz

    Tanka meydan okur yiğitBütün dünya buna şahitKalplere gömüldü şehit15 Temmuz unutulmaz

    Dergisi’nin Ücretsiz Eki’dir.

    TEMMUZ 2020YIL: 27 - SAYI: 237

    Kimileri tank taşladıKimisi cenge başladıYiğit, zalimi tuşladı15 Temmuz unutulmaz

    Vicdansızlar çok azdılarBirliğimizi bozdularŞehitler tarih yazdılar15 Temmuz unutulmaz

    Halisdemir'di dik duran Haini alnından vuranHepsi Hakk'a oldu yârân15 Temmuz unutulmaz

    Silahı susturdu ezanYaş döktü destanı yazanGür sesle haykırdı ozan15 Temmuz unutulmaz

    M. Nihat MALKOÇ