3000kelime ve Örnek

303
A: bir There’s a waiting visitor for you. / Sizin için bekleyen bir ziyaretçi var. Abandon: Terk etmek, bırakmak, uzaklaşmak, yüzüstü bırakmak People often simply abandon their pets when they go abroad. / İnsanlar genellikle yurtdışına çıktıklarında evcil hayvanlarını yüzüstü bırakırlar. Abondoned: Terk edilmiş The child was found abandoned but unharmed. / Çocuk terk edilmiş olarak bulundu ama sağ salimdi. Ability: Yetenek, beceri, hüner, -ebilme The system has the ability to run more than one program at the same time. / Sistem aynı anda bir programdan daha fazlasını çalıştırabilir. Able: -ebilen, yetenekli You must be able to speak English for this job. / Bu iş için İngilizce konuşabilmelisiniz. About: Hakkında, yaklaşık What do you think about YDS? / YDS hakkında ne düşünüyorsunuz? Above: Yukarıda, üzerinde Seen from above the cars looked tiny. / Arabalar yukarıdan küçücük görünüyor. Abroad: Yurt dışında, dışarıda, gurbette She worked abroad for a year. / O bir yıl boyunca yurt dışında çalıştı. Absence: Yokluk The decision was made in my absence. / Karar benim yokluğumda alındı. Absent: Yok An absent expression. / Bir açıklama yok. Absolute: Kesin, saf, mutlak, tam

Upload: ertugrul-akguen

Post on 13-Dec-2015

187 views

Category:

Documents


2 download

DESCRIPTION

ingilizce

TRANSCRIPT

A: bir

There’s a waiting visitor for you. / Sizin için bekleyen bir ziyaretçi var.

Abandon: Terk etmek, bırakmak, uzaklaşmak, yüzüstü bırakmak

People often simply abandon their pets when they go abroad. / İnsanlar genellikle yurtdışına çıktıklarında evcil hayvanlarını yüzüstü bırakırlar.

Abondoned: Terk edilmiş

The child was found abandoned but unharmed. / Çocuk terk edilmiş olarak bulundu ama sağ salimdi.

Ability: Yetenek, beceri, hüner, -ebilme

The system has the ability to run more than one program at the same time. / Sistem aynı anda bir programdan daha fazlasını çalıştırabilir.

Able: -ebilen, yetenekli

You must be able to speak English for this job. / Bu iş için İngilizce konuşabilmelisiniz.

About: Hakkında, yaklaşık

What do you think about YDS? / YDS hakkında ne düşünüyorsunuz?

Above: Yukarıda, üzerinde

Seen from above the cars looked tiny. / Arabalar yukarıdan küçücük görünüyor.

Abroad: Yurt dışında, dışarıda, gurbette

She worked abroad for a year. / O bir yıl boyunca yurt dışında çalıştı.

Absence: Yokluk

The decision was made in my absence. / Karar benim yokluğumda alındı.

Absent: Yok

An absent expression. / Bir açıklama yok.

Absolute:  Kesin, saf, mutlak, tam

Beauty cannot be measured by any absolute standard. / Güzellik herhangi bir mutlak standart tarafından ölçülemez.

Absolutely: Kesinlikle

You’re absolutely right. / Sen kesinlikle haklısın.

Absorb: Emmek

Plants absorb carbon dioxide from the air. / Bitkiler havadan karbondioksiti emer.

Abuse: Kötüye kullanmak, suistimal, kötüye kullanma, taciz.

The referee had been threatened and abused. / Hakem tehdit ve taciz edilmişti.

Academic: Akademik, bilimsel

An academic career / Bir akademik kariyer

Accent: Aksan, şive, ağız

She spoke English with an accent. / O bir aksan ile İngilizce konuştu.

Acceptable: Kabul edilebilir, uygun, makul

Children must learn socially acceptable behaviour. / Çocuklar toplumsal olarak kabul edilebilen davranışları öğrenmeli.

Accept: Kabul etmek

She’s decided not to accept the job. / O, işi kabul etmemeye karar verdi.

Access: Giriş, erişim

There is easy access by road. / Karayolu ile kolay erişim vardır.

Accident: Kaza, istenmeyen olay

He was killed in an accident. / O bir kazada öldü. The accident happened at 3 p.m. / Kaza saat 3.00’te oldu.

Accidental: Tesadüfi, kazara, rastlantı

As I turned around, I accidentally hit him in the face. / Dönerken kazara onun yüzüne vurdum.

Accommodation: Konaklama

Hotel accommodation is included in the price of your holiday. / Otel konaklaması tatilinizin fiyatına dahildir.

Accompany: Eşlik etmek

His wife accompanied him on the trip. / Onun karısı yolculukta ona eşlik etti.

According to: -e göre

According to Mick, it’s a great movie. / Mick’e göre o mükemmel bir film. You’ve been absent six times according to our records. / Bizim kayıtlarımıza göre altı kez yoksunuz.

Account: Hesap, açıklama

In English law a person is accounted innocent until they are proved guilty. / İngiliz kanununda bir insan suçu kanıtlanana kadar masum hesap edilir.

 Accurate: Doğru, tam, kesin

The article accurately reflects public opinion. / Makale tamamıyla halkın görüşünü yansıtıyor.

Accuse: Suçlamak, itham etmek

The government was accused of incompetence. / Hükümet beceriksizlik ile suçlandı.

Achieve: Ulaşmak, elde etmek, başarmak

He had finally achieved success. / O, sonunda başarıya ulaşmıştı.

Achievement: Başarı

They were proud of their children’s achievements. / Onlar çocuklarının başarısından gururluydu.

Acid: Asit

Acknowledge: Onaylamak, kabul etmek

Are you prepared to acknowledge your responsibility? / Sorumluluğunuzu kabul etmeye hazır mısınız?

Acquire: Kazanmak, elde etmek

He has acquired a reputation for dishonesty. / O, sahtekarlık için bir ün kazanmıştır.

Across: Karşısında, içinden, karşıya, karşıdan karşıya

He walked across of field. / O, alanın karşısında yürüdü.

Act: Hareket, eylem, davranmak

The girl’s life was saved because the doctors acted so promptly. / Doktorlar derhal harekete geçtiği için kızın hayatı kurtuldu.

Action: Eylem, hareket, faaliyet

She began to explain her plan of action to the group. / O, gruba hareket planını açıklamaya başladı. Her quick action saved the child’s life. / Onun hızlı hareketş çocuğun hayatını kurtardı.

Active: Aktif, etken

Although he’s nearly 80, he is still very active. / O neredeyse 80 yaşında olmasına rağmen hâlâ çok aktif.

Activity: Etkinlik, faaliyet, aktivite

The streets were noisy and full of activity. / Kaslar fiziksel etkinlik sırasında kasılır ve rahatlar.

Actor: Aktör, erkek oyuncu

Actor Cem Yılmaz starred in many films. / Aktör Cem Yılmaz birçok filmde rol aldı.

Actress: Kadın oyuncu

Nicole Kidman is a actress / Nicole Kidman bir kadın oyuncudur.

Actual:  Gerçek, asıl, güncel

The actual cost was higher than we expected. / Gerçek maliyeti beklediğimizden daha yüksekti. The wedding preparations take weeks but the actual ceremony takes less than an hour. / Düğün hazırlıkları haftalar alır fakat asıl tören bir saatten az zaman alır.

Actually: Aslında, gerçekten

We’re not American, actually. We’re Canadian. / Biz aslında Amerikan değiliz, biz Kanada’lıdıyız.

Ad: İlan, reklam, duyuru

We publishing an ad in the local newspaper. / Yerel gazetede bir reklam yayınlıyoruz.

Adapt: Uyarlamak, adapte etmek

Three of her novels have been adapted for television. / Onun romanlarından üçü televizyon için uyarlandı.

Add: Eklemek, katmak, ilave etmek

The juice contains no added sugar. / Meyve suyu ilave çeker içermez. Shall I add your name to the list? / Sizin adınızı listeye ekleyecek miyim?

Addition: İlave, ek, toplama

Children learning addition and subtraction. / Çocuklar toplama ve çıkarmayı öğreniyor.

Additional: Ek, ilave, ayrıca

Additionally, the bus service will run on Sundays, every two hours. / Ayrıca, otobüs hizmeti pazar günleri her iki saatte bir çalışacak.

Address: Adres, konuşma, söylev, ele almak

The letter was correctly addressed, but delivered to the wrong house. / Mektubun adresi doğruydu ama yanlış eve teslim edildi.

Adequate: Yeterli, uygun, elverişli

The room was small but adequate. / Oda küçük ama yeterli. He didn’t give an adequate answer to the question. / Soruya yeterli bir cevap vermedi.

Adjust: Ayarlamak, düzeltmek

This button is for adjusting the volume. / Bu düğme ses ayarı içindir.

Admiration: Hayranlık, beğeni, takdir

I have great admiration for her as a writer. / Ben, bir yazar olarak ona büyük hayranlık besliyorum.

Admire: Hayran, takdir etmek, çok beğenmek

I really admire your enthusiasm. / Ben gerçekten senin gayretine hayranım.

Admit: İtiraf etmek

Don’t be afraid to admit to your mistakes. / Yanlışlarınızı itiraf etmeye korkmayın.

Adopt: Evlat edinmek, benimsemek, kabul etmek

A campaign to encourage childless couples to adopt. / Çocuksuz çiftleri evlat edinmeye teşvik için bir kampanya. All three teams adopted different approaches to the problem. / Üç takımın hepsi problemlere karşı farklı yaklaşımları benimsedi.

Adult: Yetişkin, büyümüş

Young people preparing for adult life. / Genç insanlar yetişkin hayatı için hazırlanıyor. The adult population / Yetişkin nüfus

Advance: İlerleme, gelişme, avans

She closed the door firmly and advanced towards the desk. / O, kapıyı sıkıca kapattı ve masaya doğru ilerledi.

Advanced: Gelişmiş, ileri

Advanced technology / İleri teknoloji Advanced industrial societies / Gelişmiş sanayi toplumları.

Advantage: Avantaj, fayda, çıkar

She had the advantage of a good education. / O, iyi bir eğitim için avantaja sahipti. Each of these systems has its advantages and disadvantages. / Bu sistemlerden her birinin avantajları ve dezavantajları vardır.

Adventure: Macera, serüven, tehlikeli iş, risk

When you’re a child, life is one big adventure. / Sen çocukken hayat büyük bir maceraydı. Adventure stories / Macera hikayeleri

Advert: İlan, duyuru, reklam, değinmek, bahsetmek

The adverts on television / Televizyondaki reklamlar

Advertise: Duyurmak, ilan etmek, reklamını yapmak

If you want to attract more customers, try advertising in the local paper. / Müşrerilerinizi daha fazla çekmek isterseniz yerel gazeteye reklam yapmayı deneyin.

Advertisement: İlan, reklam, duyuru

Put an advertisement in the local paper to sell your car. / Arabanızı satmak için yerel gazeteye bir reklam verin.

Advertising: İlan, reklamcılık, duyurma

A good advertising campaign will increase our sales. / İyi bir reklam kampanyası satışlarımızı arttıracak. Cigarette advertising has been banned. / Sigara reklamcılığı yasaklandı.

Advice: Nasihat, tavsiye, öğüt

Follow your doctor’s advice. / Doktorunun tavsiyelerine uy.

Advise: Bildirmek, tavsiye etmek

She advises the government on environmental issues. / O, çevre konularında hükümete tavsiyelerde bulunur.

Affair: İlişki, mesele, iş, olay

Affairs of state / Devlet işleri She wanted the celebration to be a simple family affair. / O, kutlamanın basit bir aile meselesi olmasını istedi.

Affect: Etkilemek, arzu, heyecan, sevmek, hoşlanmak

How will these changes affect us? / Bu değişiklikler bizi nasıl etkileyecek. Your opinion will not affect my decision. / Sizin düşünceniz benim kararımı etkilemeyecek.

Affection: Sevgi, eğilim, düşkünlük

I have a great affection for New York. / New York için muazzam bir sevgiye sahibim.

Afford: Gücü yetmek, parası yetmek, zaman ayırabilmek, göze almak

Can we afford a new car? / Yeni bir araba almaya paramız yeter mi?

Afraid: Korku, korkmuş

Don’t be afraid. / Korkma Are you afraid of spiders?/ Örümceklerden korkuyor musun?

After: Sonra, ardından

I could come next week, or the week after. / Ben gelecek hafta veya sonraki hafta gelebilirim.

Afternoon: Öğleden sonra

Where were you on the afternoon of May 21? / 21 Mayıs, öğleden sonra neredeydiniz?

Afterwards: Sonra, daha sonra

Let’s go out now and food eat afterwards. / Haydi şimdi dışarı çıkalım ve daha sonra yemek yiyelim.

Again: Yine, tekrar, yeniden, bir daha

When will I see you again? / Seni bir daha ne zaman göreceğim?

Against: Karşı, aleyhinde

The evidence is against him. / Kanıtlar onun aleyhinde. The rain beat against the windows. / Yağmur pencereye karşı vuruyor.

Age: Yaş, çağ, devir, uzun bir zaman

He left school at the age of 18. / O, 18 yaşında okulu bıraktı. When I was your age I was already married. / Ben zaten senin yaşındayken evliydim. The age of the computer / Bilgisayar çağı Carlos left ages ago. / Carlos uzun yıllar önce ayrıldı.

Aged: Yaşında, yaşlı, ihtiyar

They have two children aged six and nine. / Onlar 6 ve 9 yaşında iki çocuğa sahip. Services for the sick and the aged / Hizmetler hasta ve yaşlılar için

Agency: Ajans, acenta, vasıta

An advertising agency. / Bir reklam ajansı. International aid agencies caring for refugees / Mülteciler için uluslararası yardım ajansları.

Agent: Ajan, temsilci, faktör

An insurance agent. / Bir sigorta acentası.

Aggressive: Agresif, saldırgan

He gets aggressive when he’s drunk. / O içtiği zaman agresifleşir.

Ago: Önce, evvel

She was here just a minute ago. / O henüz bir dakika önce buradaydı.

Agree: Kabul etmek, anlaşmak, hem fikir olmak

Next year’s budget has been agreed. / Gelecek yılın bütçesi kabul edildi.

Agreement: Anlaşma, sözleşme, uzlaşma.

International peace agreement / Uluslararası barış anlaşması

Ahead: Önde, ileri, ilerde, önceden

The road ahead was blocked. / Yol ilerde kapandı. Our team was ahead by six points. / Bizim takımımız altı puan önde.

Aid: Yardım, destek

This feature is designed to aid inexperienced users. / Bu özellik deneyimsiz kullanıcılara yardımcı olmak için tasarlanmıştır.

Aim: Amaç, hedef

We aim to be there around six. / Biz yaklaşık altı civarında orada olmayı hedefliyoruz.

Air: Hava, gökyüzü

Air pollution / Hava kirliliği

Aircraft: Uçak, mal ve yolcu taşımaya yarayan hava taşıtı

Airport: Havaalanı, havalimanı

Betül is waiting in the airport lounge. / Betül havalimanı salonunda bekliyor.

Alarm: Telaş, korku, tehlike işareti, alarm

Alarmed: Panik, paniğe kapılmış

She was alarmed at the prospect of travelling alone. / O yalnız seyahat ihtimalinde paniğe kapıldı.

Alarming: Korkutucu, endişe verici

The rainforests are disappearing at an alarming rate. / Yağmur ormanları korkutucu bir oranda azalıyor.

Alcohol: Alkol

He never drinks alcohol. / O asla alkol almaz.

Alcoholic: Alkolik

Alive: Canlı, sağ

We don’t know whether he’s alive or dead. / Onun canlı veya ölü olup olmadığını bilmiyoruz. Is your mother still alive? / Anneniz hala yaşıyor mu?

All: Tüm, hep, bütün, hepsi, tamamen

He lives all alone. / O hep yalnız yaşar. The coffee went all over my skirt. / Kahve tamamen üzerime döküldü.

Allied: Müttefik, bağlaşık, akraba

Many civilians died as a result of allied bombing. / Müttefik bombalamasının bir sonucu olarak birçok sivil öldü.

Allow: İzin vermek

We do not allow smoking in the hall. / Biz salonda sigara içilmesine izin vermeyiz.

 All Right: Tamam, peki, fena değil, olur, anlaşıldı mı

‘I’m really sorry.’ ‘That’s all right, don’t worry.’ / ‘Ben gerçekten üzgünüm’ ‘Peki, tamam, endişelenme’

Ally: Müttefik, dost, birleşmek, ittifak

The prince allied himself with the Scots. / Prens İskoçlar ile ittifak kurdu.

Almost: Neredeyse, hemen hemen

Dinner’s almost ready. / Akşam yemeği neredeyse hazır. Their house is almost opposite ours. / Onların evi bizimkinin hemen hemen karşısında. They’ll eat almost anything. / Biz neredeyse hiçbir şey yemeyeceğiz.

Alone: Tek başına, yalnız.

He lives alone. / O yalnız yaşar. The shoes alone cost £200. / Ayakkabı maliyeti yalnız 200 sterlin.

Along: Boyunca, ileriye, birisi ile

We’re going for a swim. Why don’t you come along? / Biz yüzmeye gidiyoruz. Niçin bizimle gelmiyorsunuz?

Alongside: Yanında, yanı sıra

Traditional beliefs still flourish alongside a modern urban lifestyle. / Modern kentsel yaşam tarzının yanında geleneksel inançlar gelişim halinde.

Aloud: Yüksek sesle

The teacher listened to the children reading aloud. / Öğretmen yüksek sesle okuyan çocukları dinledi.

Alphabet: Alfabe, ilkeler, esaslar

Alpha is the first letter of the Greek alphabet. / Alfa Yunan alfabesinin ilk harfidir.

Alphabetical: Alfabetik

The names on the list are in alphabetical order. / Listedeki isimler alfabetik olarak listelenmiştir.

Already: Zaten, önceden

‘Lunch?’ ‘No thanks, I’ve already eaten.’ / Öğle yemeği? Hayır, teşekkürler, ben zaten yedim.

Also: Ayrıca, -de -da, keza, üstelik

She’s fluent in French and German. She also speaks a little Italian. / O Fransızca ve Almancada akıcıdır. Ayrıca İtalyancayı da biraz konuşur.

Alter: Değiştirmek, değişmek

Prices did not alter significantly during 2007. / Fiyatlar 2007 boyunca önemli ölçüde değişmedi.

Alternative: Alternatif, değişik

Do you have an alternative solution? / Alternatif bir çözümünüz var mı?

Alternatively: Alternatif olarak

The agency will make travel arrangements for you. Alternatively, you can organize your own transport. / Acenta sizin için seyahat düzenlemeleri yapacak. Alternatif olarak kendi taşımanızı organize edebilirsiniz.

Although: Rağmen, karşın, olduğu halde

Although small, the kitchen has been well designed. / Küçük olmasına rağmen mutfak iyi dizayn edilmiş.

Altogether: Tamamen, büsbütün, hepten

The train went slow until it stopped altogether. / Tren tamamen durana kadar yavaş gitti.

Always: Daima, her zaman

Always lock your car. / Daima arabanızı kitleyin. She always arrives at 7.30. / O daima 7.30’da varır.

a.m. : Gece yarısı 12 ile öğlen 12 arası.

Football match will start at 10 a.m. / Futbol maçı sabah saat 10’da başlayacak.

Amaze: Şaşırtmak, hayrete düşürmek, sürpriz

Amazed: Şaşırmış, hayret etmiş

Amazing: Şaşırtıcı, ilginç, hayret verici

An amazing achievement/discovery/success/performance / Şaşırtıcı bir başarı / keşif / sonuç / performans

Ambition: Hırs, tutku

She was intelligent but suffered from a lack of ambition. / O zekiydi ama hırs eksikliğden zarar gördü.

Ambulance: Ambulans, can kurtaran, hasta veya yaralı insanları hastaneye taşımak için özel ekipmanlarla hazırlanmış araç.

Among: Arasında, içinde

A house among the trees / Ağaçlar içinde bir ev

Amount: Miktar, anlamına gelmek

Amuse: Eğlendirmek, neşelendirmek, güldürmek

This will amuse you. / Bu sizi eğlendirecek.

Amused: Güldürmek, neşelendirmek

Janet was not amused. / Janet neşeli değildi.

Amusing: Eğlenceli, komik, gülünç

An amusing story/game/incident / Eğlendirici bir hikaye / oyun / olay She writes very amusing letters. / O, çok eğlendirici mektuplar yazar.

Analyse: Analiz etmek, çözümlemek

He tried to analyse his feelings. / O duygularını analiz etmeye çalıştı.

Analysis: Analiz, çözümleme, inceleme

The book is an analysis of poverty and its causes. / Kitap fakirlik ve nedenlerinin bir analizidir. At the meeting they presented a detailed analysis of twelve schools in a London borough / Toplantıda bir Londra kasabasındaki 12 okulun detaylı analizini sundular.

Ancient: Eski, çok eski, eskiden kalma

Ancient history/civilization / Eski tarih / medeniyet Ancient Greece / Eski Yunan

And: ve, ile, de

A table and two chairs / Bir masa ve iki sandalye Bread and butter / Ekmek ve tereyağı

Anger: Öfke, kızgınlık

Jan slammed her fist on the desk in anger. / Jan kızgınlığında masaya yumruk attı.

Angle: Açı, köşe, çarpıtmak, olta ile balık tutmak

A 45° angle / 45 derecelik bir açı The photo was taken from an unusual angle. / Fotoğraf sıradışı bir açıdan çekilmiştir.

Angry: Öfkeli, kızgın, hiddetli

Her behaviour really made me angry. / Onun davranışı gerçekten beni kızdırdı.

Animal: Hayvan

A small furry animal / Küçük tüylü bir hayvan

Ankle: Ayak bileği

My ankles have swollen. / Benim ayak bileklerim şişmiş.

Anniversary: Yıl dönümü

He was died on the anniversary of his wife’s death. / O karısının ölümünün yıl dönümünde öldü.

Announce: Duyurmak, bildirmek, ilan etmek

The government yesterday announced to the media plans to create a million new jobs. / Hükümet dün bir milyon yeni iş kurmak için planlarını medyaya duyurdu.

Annoy: Kızdırmak, sinirlendirmek, rahatsız etmek

I’m sure she does it just to annoy me. / Eminim o sadece beni kızdırmak için yapıyor.

Annoyed: Kızgın, rencide

Annoying: Can sıkıcı

This interruption is very annoying. / Bu kesinti çok can sıkıcı

Annual: Yıllık

An annual meeting/event/report / Bir yıllık toplantı / etkinlik / rapor

Annually: Yıllık, yılda bir kez, her yıl

The exhibition is held annually. / Sergi her yıl düzenlenmektedir.

Another: Başka, farklı, bir başka

We need another computer. / Bizim bir başka bilgisayara ihtiyacımız var.

Answer: Yanıt, cevap

I repeated the question, but she didn’t answer. / Ben soruyu tekrarladım, fakat o cevap vermedi.

Anti-: Karşı, zıt, muhalif, anti, önlemek

Antisocial / Toplum düzenini reddeden Antifreeze / Donmayı önleyici

Anticipate: Tahmin etmek, beklemek, öngörmek

Our anticipated arrival time is 8.30. / Varış süresinin 8.30 olduğunu tahmin ediyoruz.

Anxiety: Kaygı, endişe

If you’re worried about your health, share your anxieties with your doctor. / Sağlığınızdan endişe ederseniz kaygılarınızı doktorunuzla paylaşın.

Anxious: Endişeli, kaygılı

Parents are naturally anxious for their children. / Ebeveynler doğal olarak çocukları için endişelenir.

Any: Herhangi biri, hiç, her

He wasn’t any good at French. / O Fransızcada hiç iyi değildi.

Anybody: Herhangi biri, kimse, hiç kimse

Is there anybody who can help me? / Bana yardım edebilecek herhangi biri var mı?

Anyone: Kimse, herhangi biri, hiç kimse

Is anyone there? / Orada kimse var mı? Did anyone see you? / Siz hiç kimseyi gördünüz mü?

Anything: Bir şey, herhangi bir şey, hiçbir şey, her şey

Would you like anything else? / Başka bir şey ister misiniz?

Anyway: Zaten, neyse, nasıl olsa, yine de, her halükarda

It’s too expensive and anyway the colour doesn’t suit you. / O çok pahalı ve zaten rengi size uygun değil The water was cold but I took a shower anyway. / Su soğuktu ama ben yine de bir duş aldım.

Anywhere: Herhangi bir yere, hiçbir yerde

I can’t see it anywhere. / Ben onu hiçbir yerde göremem. He’s never been anywhere outside Britain. / O İngiltere dışında hiçbir yerde bulunmadı.

Apart: Ayrı, arası (uzaklık veya zaman)

We’re living apart now. / Biz şimdi ayrı yaşıyoruz.

Apart From: Hariç, ek olarak, başka

Apart from their house in London, they also have a villa in Spain. / Londra’daki evlerinden başka, onların bir de İspanya’da villaları var.

Apartment: Daire, apartman dairesi

You can visit the whole palace except for the private apartments. / Özel daireler hariç tüm sarayı ziyaret edebilirsiniz.

Apologize: Özür dilemek

Why should I apologize? / Neden özür dilemeliyim? We apologize for the late departure of this flight. / Bu uçuşun geç kalkışı için özür dileriz.

Apparent: Açık, bariz, aşikar, belli

It was apparent from her face that she was really upset. / Onun yüzünden belliydi gerçekten üzgün olduğu.

Apparently: Görünüşe göre, belli ki, anlaşılan

Apparently they will divorced soon. / Görünüşe göre onlar yakında boşanmış olacak.

Appeal: İtiraz, başvuru, temyiz

The company is appealing against the ruling. / Şirket, karara karşı itiraz ediyor.

Appearance: Görünüş, kılık kıyafet

Judging by appearances can be misleading. / Görünüşe bakarak yargılamak yanıltıcı olabilir.

Appear: Görünmek, gözükmek

He appears a perfectly normal person. / O Gayet normal bir insan olarak görünür.

Apple: Elma

A garden with three apple trees. / Üç elma ağacı ile bahçeler.

Application: Uygulama, başvuru, dilekçe

A passport application / Bir pasaport uygulaması

Apply: Uygulamak, başvurmak, kullanmak

He has applied to join the army. / Orduya katılmak için başvurdu.

Appoint: Atamak, belirlemek, tayin etmek

They have appointed a new head teacher at my son’s school. / Oğlumun okuluna yeni bir baş öğretmen atadılar.

Appointment: Randevu, atama, tayin

Do you have an appointment? / Bir randevunuz var mı? I’ve got a dental appointment at 3 o’clock. / Saat 3’te bir diş randevum var.

Appreciate: Takdir etmek, beğenmek

Her family doesn’t appreciate her. / Ailesi onu takdir etmez.

Approach: Yaklaşım, girişim, yol, teşebbüs

Appropriate: Uygun, yerinde

He questioned the appropriateness of their methods. / Onların yöntemlerinin uygunluğunu sorguladı. Jeans are not appropriate for a formal party. / Kot resmi bir parti için uygun değildir.

Approval: Onay, kabul, onaylama

She desperately wanted to win her father’s approval. / Umutsuzca babasının onayını kazanmak istedi.

Approve: Onaylamak, kabul etmek

Do you approve of my idea? / Benim fikrimi onaylıyor musunuz? The committee unanimously approved the plan. / Komite oy birliği ile planı onayladı.

Approximate: Yaklaşık, yakın, benzer

The cost given is only approximate. / Sadece yaklaşık fiyat verildi.

Approximately: Yaklaşık olarak, takriben

The journey took approximately seven hours. / Yolculuk yaklaşık olarak yedi saat sürdü. The two buildings were approximately equal in size. / İki bina yaklaşık olarak aynı boyutta.

April: Nisan

She was born in April. / O, nisanda doğdu. We went to Japan last April. / Geçen nisanda Japonya’ya gittik.

Area: Alan, bölge

Desert areas / Çöl bölgeleri There is heavy traffic in the downtown area tonight. / Kent merkezinde bu gece yoğun bir trafik vardır.

Argue: Tartışmak, iddia etmek

My brothers are always arguing. / Kardeşlerim sürekli tartışıyor.

Argument: Tartışma, iddia, münakaşa

After some heated argument a decision was finally taken. / Hararetli bir tartışmadan sonra nihayet bir karar alındı.

Arise: Ortaya çıkmak, doğmak, kaynaklanmak

A new crisis has arisen. / Yeni bir kriz ortaya çıkmış.

Arm: Kol, dal, silah

The country was arming against the enemy. / Ülke düşmana karşı silahlanıyor.

Armed: Silahlı, zırhlı, ateşli

An international armed conflict / Uluslararası silahlı bir çatışma An armed robbery / Silahlı bir hırsız

Army: Ordu

Her husband is in the army. / Onun kocası orduda After leaving school, Mike went into the army. / Mike okuldan ayrıldıktan sonra orduya girdi.

Around: Çevresinde, etrafında

They walked around the lake. / Onlar göl çevresinde yürüdü

Arrange: Düzenlemek, ayarlamak, organize etmek

Can I arrange an appointment for Monday? / Pazartesi için bir randevu ayarlayabilir miyiz? She arranged the flowers in vase. / O, vazodaki çiçekleri düzenledi.

Arrangement: Düzenleme, anlaşma, tertip

She’s happy with her unusual living arrangements. / O sıradışı yaşam düzenlemeleri ile mutlu. We can come to an arrangement over the price. / Biz fiyatlar üzerinde bir düzenlemeye gidebiliriz.

Arrest: Tutuklamak

She was arrested on suspicion of murder. / O, cinayet şüphesi ile tutuklandı.

Arrival: Varış, geliş

There are 120 arrivals and departures every day. / Her gün 120 varış ve geliş vardır. The first arrivals at the concert got the best seats. / Konserde ilk gelenler en iyi koltukları alır.

Arrive: Varmak, ulaşmak, başarmak, gelmek

I’ll wait until they arrive. / Ben onlar ulaşana kadar bekleyeceğim. A letter arrived for you this morning. / Bu sabah sizin için bir mektup geldi.

Arrow: Ok, Ok işareti

Use the arrow keys to move the cursor. / İmleci hareket ettirmek için ok tuşlarını kullanın.

Art: Sanat, sanatsal, hüner, ustalık

Contemporary art / Çağdaş sanat Collection of art and antiques / Sanat ve antika koleksiyonu

Article: Makale, madde, eşya, nesne, sözleşmeyle bağlanmak

Have you seen that article about young fashion designers? / Genç moda tasarımcıları hakkındaki makaleyi gördünüz mü? Articles of clothing / Giyim eşyaları

Artificial: Yapay, suni

Job interview is a very artificial situation. / İş görüşmesi çok yapay bir durumdur.

Artist: Sanatçı, ressam

A graphic artist / Bir grafik sanatçısı

Artistic: Sanatsal, sanatçı ruhlu, güzel sanatlarla ilgili

The artistic works of the period / Dönemin sanatsal eserleri She comes from a very artistic family. / O çok sanat ruhlu bir aileden geliyor.

As: Olarak, gibi, kadar, iken, olduğu gibi

As she grew older she gained in confidence. / O yaşlanırken güven kazandı. She’s very tall, as is her mother. / O annesi gibi uzun.

Ashamed: Mahcup, utanmış

Aside: Bir tarafa, bir yana

She pulled the curtain aside. / O bir tarafa perde çekti.

Aside from: -den başka, dışında

Ask: Sormak, istemek, rica etmek

Can I ask a question? / Ben bir soru sorabilir miyim? All the students were asked to complete a questionnaire. / Bütün öğrencilerin bir anket doldurmaları istendi.

Asleep: Uykuda, uyumuş

The police found him asleep in a garage. / Polis onu garajda uyurken buldu.

Aspect: Görünüm, görünüş, yön, cephe

The book aims to cover all aspects of city life. / Kita şehir hayatının bütün yönlerini kapsıyor.

Assistance: Yardım, destek

He can walk only with the assistance of crutches. / O yalnız koltuk değneklerinin yardımı ile yürüyebilir.

Assistant: Yardımcı, asistan, tezgahtar

Assistant Attorney General William Weld / Yardımcı başsavcı William Weld

Assist: Yardım, destek, sayı yapma pası

Anyone willing to assist can contact with this number. / Yardımcı olmayı isteyen herkes bu numara ile irtibat kurabilir.

Associate: Ortak, arkadaş, dost, birleştirmek, çağrıştırmak, bağdaştırmak, ilişkilendirmek

I always associate the smell of baking with my childhood. / Fırının kokusu bana daima çocukluğumu çağrıştırır. Most people immediately associate addictions with drugs, alcohol and cigarettes. / İnsanların çoğu uyuşturucu, alkol ve sigarayı bağımlılık ile ilişkilendirir.

Associated: İlişkili, birleşmiş

Salaries and associated costs have risen substantially. / Maaşlar ve ilişkili maliyetler önemli ölçüde artmıştır.

Association: Dernek, ortaklık, iş birliği

Football Association / Futbol derneği

Assume: Üstlenmek, farz etmek, saymak, varsaymak

In the story the god assumes the form of an eagle. / Hikayede tanrı bir kartal şeklinde varsayılır. The court assumed responsibility for the girl’s. / Mahkeme kızın sorumluluğunu üstlendi.

Assure: Sağlamak, temin etmek, garanti etmek

This achievement has assured her a place in the history books. / Bu başarı onun tarih kitaplarındaki yerini garanti etti.

At: -de, -da, -ye, -ya, -e, -a, savaşçı, asker

At the corner of the street / Caddenin köşesinde They arrived late at the airport. / Onlar havaalanına geç geldi. We left at 2 o’clock. / Biz saat 2’de ayrıldık.

Atmosphere: Atmosfer

Pollution of the atmosphere / Atmosfer kirliliği Saturn’s atmosphere / Satürnün atmosferi

Atom: Atom, zerre, çok az miktar

The splitting of the atom / Atom bölme

Attach: Eklemek, bağlamak, takmak, iliştirmek

Attached: Bağlı, ekli, takılı

I’ve never seen two people so attached to each other. / Ben birbirine öyle bağlı iki insan görmemiştim. The research unit is attached to the university. / Araştırma ünitesi üniversiteye bağlıdır.

Attack: Saldırı, atak, hücum

A woman was attacked and robbed by a gang of youths. / Genç bir çete tarafından bir kadın saldırıya uğradı ve soyuldu. The man attacked him with a knife. / Adam bir bir bıçakla ona saldırdı.

Attempt: Girişim, teşebbüs, denemek

I will attempt to answer all your questions. / Bütün sorularınızı cevaplamayı deneyeceğim. The prisoners attempted to escape, but failed. / Mahkumlar kaçmaya çalıştı, fakat başarısız oldu.

Attempted: Teşebbüs etmek, denemek, kalkışmak

We were shocked by his attempted suicide. / Biz onun intihar girişiminden şok olduk.

Attend: Katılmak, devam etmek, bir yere gitmek, hazır bulunmak, hizmet etmek

Our children will attend the same school. / Çocuklarımız aynı okula gidecek. The meeting was attended by 90% of shareholders. / Hissedarların % 90’ı toplantıya katıldı.

Attention: Dikkat, ilgi, özen

She tried to attract the waiter’s attention. / O garsonun dikkatini çekmeye çalıştı.

Attitude: Tutum, tavır, davranış

If you want to pass your exams you’d better change your attitude! / Sınavlarınızı geçmek istiyorsanız tavırlarınızı değiştirseniz daha iyi olur.

Attorney: Avukat

Attract: Çekmek, cezbetmek

The exhibition has attracted thousands of visitors. / Sergi binlerce ziyaretçi çekti.

Attraction: Cazibe, çekicilik

Buckingham Palace is a major tourist attraction. / Buckingham sarayı önemli bir turist çekim merkezidir.

Attractive: Cazip, ilgi çekici

I like John but I don’t find him attractive physically. / Ben John’u beğenirim ama fiziksel olarak onu çekici bulmuyorum.

Audience: İzleyici, dinleyici, seyirci

The audience clapping for 10 minutes. / Seyirci 10 dakikadır alkışlıyor. Movie audiences / Film izleyicileri

August: Ağustos

Aunt: Teyze, hala, yenge

My aunt lives in Canada. / Teyzem Kanada’da yaşıyor.

Author: Yazar

Who is your favourite author? / En sevdiğiniz yazar kim?

Authority: Otorite, yetki, uzman, bilirkişi

in a position of authority / bilirkişi pozisyonunda Only the manager has the authority to sign cheques. / Sadece yönetici çekleri imzalama yetkisine sahiptir.

Automatic: Otomatik, kendi kendine olan

A fully automatic driverless train / Tam otomatik sürücüsüz tren Automatic transmission / Otomatik vites

Autumn: Sonbahar, güz

in the autumn of 2013 / 2013’ün sonbaharında It’s been a very mild autumn this year. / Bu yıl sonbahar çok ılıman oldu.

Available: Mevcut, geçerli, hazır, müsait

We’ll send you a copy as soon as it becomes available. / Hazır olur olmaz size bir kopya göndereceğiz.

Average: Ortalama

The average of 4, 5 and 9 is 6. / 4, 5 ve 9’un ortalaması 6’dır.

Avoid: Önlemek, kaçınmak

The name was changed to avoid confusion with another firm. / Başka bir firma ile karışıklığı önlemek için adı değiştirildi.

Awake: Uyanık, farkına varmak

I was still awake when he came to bed. / O yatağa gittiği zaman ben hâlâ uyanıktım.

Award: Ödül, karar, hüküm, vermek

The judges awarded equal points to both finalists. / Uzmanlar her iki finalisti eşit puanla ödüllendirdi.

Aware: Farkında, haberdar, uyanık

He was aware of the problem. / O, sorunun farkındaydı.

Away: Uzak, uzakta, deplasmanda

The beach is a mile away. / Sahil bir mil uzakta.

Awful: Korkunç, berbat, müthiş, oldukça büyük

The weather last summer was awful. / Geçen yaz hava berbattı.

Awfully: Çok, son derece, müthiş bir şekilde

I’m awfully sorry for this problem. / Ben bu problem için çok üzgünüm.

Awkward: Garip, beceriksiz, sakar, ters, kullanışsız

There was an awkward silence. / Bir garip sessizlik vardı. Don’t ask awkward questions. / Garip sorular sorma.

Baby: Bebek

A newborn baby  /  Yenidoğan bir bebek My sister expecting a baby / Kız kardeşim bir bebek

bekliyor

Back: Geri, arka, sırt, desteklemek

If you can’t drive in forwards, try backing it in.  /   İleri süremezseniz geriye sürmeyi deneyin.

Doctors have backed plans to raise the tax on cigarettes.  /  Doktorlar sigara üzerindeki vergiyi

arttırmak için yapılan planlara destek verdi.

Background: Geçmiş, arka plan, özgeçmiş

In spite of their very different backgrounds, they immediately became friends.  / Çok farklı

geçmişleri olmasına rağmen hemen arkadaş oldular.

Backward: Geri, ters, geriye

 

Bacteria: Bakteri

Bacterial infections  /  Bakteriyel enfeksiyonlar

 Bad: Kötü, fena, berbat

I’m having a really bad day.  /  Ben gerçekten kötü bir gün geçiriyorum. A bad teacher  /  Kötü bir

öğretmen

Badly: Kötü bir şekilde, fena halde

Badly designed  /  Kötü tasarlanmış

Bad-tempered: Kötü huylu, aksi, ters

She gets very bad-tempered when she’s tired.  /  O yorulduğunda çok kötü huylu olur.

Bag: Çanta, torba, poşet, yakalamak

A plastic bag  /  Plastik bir çanta A shopping bag  /  Bir alışveriş çantası

Baggage: Bagaj, valiz, şımarık kadın

We loaded our baggage into the car.  /  Bagajımızı arabaya yükledik.

Bake: Fırında pişirmek, kurutmak, pişirmek, yemekli toplantı

The delicious smell of baking bread / Ekmek pişirmenin lezzetli kokusu

Balance: Dengelemek, uyum, terazi, balans

She balanced the cup on her knee.  /  O fincanı dizinde dengeledi.

Ball: Top, küre

Football Ball / Futbol topu

Ban: Yasaklamak, men etmek

Lift a ban / Yasağı kaldırmak

Bandage: Bandaj, sargı, sarmak

Don’t bandage the wound too tightly.  /  Yarayı çok sıkı bir şekilde sarma.

Band: Bant, grup, orkestra, şerit, bantlamak, şerit yapmak

He persuaded a small band of volunteers to help. / O yardımcı olmak için küçük bir gönüllü grubu

ikna etti.

Bank: Banka, parasal işleri yapmak, sahil, kıyı

a bank loan / Bir banka kredisi My salary is paid directly into my bank. / Benim maaşım doğrudan

bankama ödenir.

Bar: Bar, çizgi, kalıp, engellemek, baro

We met at a bar called the Flamingo. / Biz Flamingo denilen bir barda buluştuk. The hotel has a

restaurant, bar and swimming pool.  /  Otelin restoranı, barı ve yüzme havuzu var.

Bargain: Pazarlık, kelepir, anlaşma

bargain prices / pazarlık fiyatları He and his partner had made a bargain to tell each other

everything.  /  O ve partneri birbirlerine her şeyi anlatmak için anlaşma yapmıştı.

Barrier:  Bariyer, engel, set, korkuluk

Show your ticket at the barrier.  /  Engelde biletini göster. the removal of trade barriers / Ticari

engelleri kaldırılması

Base: Temel, taban, esas, dayandırmak, adi

They decided to base the new company in York.  /  York’ta yeni şirketti temellendirmeye karar

verdiler.

Based: Merkezli, kurulmuş, yerleşik, dayanmış

The movie is based on a real-life incident. / Film gerçek hayattaki bir kazaya dayanmış.

Basically:  Temel olarak, aslında, esasında

Yes, that’s basically correct.  / Evet, aslında doğru. The two approaches are basically very similar.

/ İki yaklaşım temel olarak çok benzer.

Basic: Temel, basit, ana, esas

the basic principles of law / Hukukun temel ilkeleri Drums are basic to African music. / Davullar

Afrika müziğinin temelidir.

Basis: Temel, esas, kaynak, ilke, kaide, prensip

The basis of a good marriage is trust.  /  İyi bir evliliğin kaidesi güvendir.

Bath: Banyo, küvet, yıkamak, yıkanmak

I think I’ll have a bath and go to bed.  / Ben yıkanmayı ve yatağa gitmeyi düşünüyorum.

Bathroom: Banyo

Go and wash your hands in the bathroom. / Git ve banyoda ellerini yıka. Where’s the bathroom?

/  Banyo nerede?

Battery: Pil, batarya, akü, dizi, seri, kötü muamele

a car battery  /  Bir araba aküsü He faced a battery of questions. / O, bir dizi soru ile karşı karşıya.

Battle: Savaş, çatışma, mücadele

a legal battle for compensation / tazminat için yasal bir savaş

Bay: Defne, koy, körfez, havlamak

the Bay of Bengal  /  Bengal körfezi

Beach: Plaj, sahil, karaya çekmek

Tourists sunbathing on the beach / Turistler sahilde güneşleniyor

Beak: Gaga, burun, ağız, hakim

The gull held the fish in its beak.  /  Martı balığı gagasında tuttu.

Bear: Ayı, spekülatör, taşımak, götürmek

 

Beard: Sakal

Goat’s beard / Keçi sakalı

Beat: Dövmek, yenmek, vuruş, darbe

 

Beautiful: Güzel, harika, hoş, nefis, tatlı

a beautiful woman / güzel bir kadın She looked stunningly beautiful that night. /  O gece şaşırtıcı

şekilde güzel görünüyordu.

Beautifully: Güzelce, hoşça

She sings beautifully. / O güzelce şarkı söylüyor. a beautifully decorated house / güzelce dekore

edilmiş bir ev

Beauty: Güzellik, güzel, nadide

a woman of great beauty  /  muazzam güzellikte bir kadın

Be: Olmak, var olmak, bulunmak

I’ll be seeing him soon.  /  Yakında onu görüyor olacağım.

Because: Çünkü, dolayı, yüzünden, -dığı için

He walked slowly because of his bad leg.  / Ayağı kötü olduğu için yavaşça yürüdü.

Become: Olmak, haline gelmek, -laşmak, -leşmek

The bill will become law next year. / Tasarı gelecek yıl yasalaşacak. She’s studying to become a

teacher.  /  O bir öğretmen olmak için çalışıyor.

Bed: Yatak, zemin, yatırmak, yatak yapmak

Could you give me a bed for the night?  /  Gece için bana bir yatak verebilir misiniz? There’s a

shortage of hospital beds.  /  Hastanede yatak eksikliği var.

Bedroom: Yatak odası

Clara is sleeping in bedroom. / Clara yatak odasında uyuyor.

Beef: Sığır eti, et, şikayet etmek

Did you eat beef?  /  Sığır eti yedin mi? What’s his latest beef? / Onun en son şikayeti nedir?

Beer: Bira

a beer glass / bir bardak bira

Before: Önce, önceki

You should have told me so before.  /  Çok önce bana söylemeliydin.

Begin: Başlamak, doğmak

Shall I begin?  /  Başlayacak mıyım? She began by thanking us all for coming.  /  O geldiğimiz için

hepimize teşekkür ederek başladı. At last the guests began to arrive.  /  Sonunda misafirler

gelmeye başladı.

Beginning: Başlangıç, baş, kaynak

We missed the beginning of the movie. / Filmin başını kaçırdık. We’re going to Japan at the

beginning of July. / Temmuzun başında Japonya’ya gidiyoruz.

Behalf: Adına

On behalf of the department I would like to thank you all. / Bölüm adına size teşekkür etmek

istiyorum. Mr Jackson isn’t be here, so his wife will accept the prize on his behalf.  /  Bay Jackson

burada değil, bundan dolayı ödülü onun adına karısı alacak.

Behave: Davranmak, hareket etmek, terbiyeli olmak

They behaved very badly towards their guests. /  Onlar misafirlerine çok kötü bir şekilde davrandı.

He behaved like a true gentleman. / Gerçek bir beyfendi gibi davrandı.

Behaviour: Davranış, tutum, hareket, tavır

His behaviour towards her was becoming more and more aggressive. / Ona karşı tutumu daha da

saldırganlaşıyordu.

Behind: Arkasında, geride

 

Belief: İnanç, iman, kanı, düşünce

The incident has shaken my belief towards her. / Olay ona karşı inancımı sarstı.

Believe: İnanmak, güvenmek

Believe me, she’s not right for you. / İnan bana, o senin için doğru değil. I believed his lies for

years. / Yıllardır onun yalanlarına inandım.

Bell: Zil, çan, bağırmak

wedding bells / düğün çanları door bell/ kapı zili

Belong: Ait, -nin olmak, aidiyet, üyesi olmak, ilgili olmak

to feel a sense of belonging / aidiyet duygusu hissetmek

Below: Aşağıda, altında, aşağı, alt, düşük rütbede

They live on the floor below.  /  Onlar alt katta yaşıyor. See below for references. / Referanslar

için aşağı bakın.

 Belt: Kemer, kayış, kuşak

a belt buckle  /  bir kemer tokası

Bend: Viraj, dirsek, eğmek, eğilmek

There is a sharp bend in the road  / Yolda keskin bir viraj var

Beneath: Altında, altta

The boat sank beneath the waves.  /  Tekne dalgaların altında battı.

Benefit: Yarar, fayda, kazanç, avantaj

We should spend the money for something that will benefit to everyone. / Biz herkese yararlı

olacak bir şey için para harcamalıyız.

Bent: Bükülmüş, kıvrık, eğilim, yetenek, istek

He was bent double with laughter.  /  O gülmekten iki büklüm oldu.

Beside: Yanında, dışında, kıyasla

He sat beside her all night.  /  Bütün gece onun yanında oturdu. My painting looks childish beside

yours. / Benim resmim seninkinin yanında çocukça görünüyor.

Best: En iyi, en çok, yenmek

We all want the best for our children.  /  Biz çocuklarımız için en iyisini isteriz.

Bet: Bahis, iddia

 

Better: Daha iyi, daha güzel

I know better him / Onu daha iyi biliyorum

Betting: Bahis, bahse girme

illegal betting / yasa dışı bahis

Between: Arasında, ortasında

The house was near a park but there was a road in between.  /  Ev bir parkın yakınındaydı; fakat

aralarında bir yol vardı.

Beyond: Ötesinde, öte, -den öte, ayrıca, öbür dünya

Snowdon and the mountains beyond were covered in snow.  /  Snowdon ve ötesinde dağlar karla

kaplıydı.

 Bicycle: Bisiklete, bisiklete binmek

He got on his bicycle and went away.  /  O, bisiklete bindi ve uzaklaştı.

Bid: Teklif, ihale, teklif vermek, fiyat vermek, deklare etmek, söylemek

I did bid £2000 for the painting.  /  Ben tablo için 2000 sterlin fiyat verdim. A French firm will be

bidding for the contract. / Bir Fransız firması anlaşma için teklif verecek.

Big: Büyük, önemli, kocaman, çok

This shirt isn’t big enough.  /  Bu gömlek yeterince büyük değil. You’re a big girl now.  /  Şimdi

büyük bir kızsın. You are making a big mistake. / Önemli bir hata yapıyorsun.

Bike: Bisiklet, motosiklet, bisiklete binmek, motosiklete binmek

I usually go to work by bike.  /  Ben genellikle işe bisiklet ile giderim.

Bill: Fatura, tasarı, senet, fatura etmek, fatura çıkarmak

She always pays her bills on time.  /  O, daima faturalarını zamanında öder. Bill of Education

Reform /  Eğitim Reformu Tasarısı

Billion: Milyar

Worldwide sales reached 2.5 billion.  /  Dünya çapında satışlar 2.5 milyara ulaştı. half a billion

dollars / yarım milyar dolar

Bin: Çöp kutusu, kova, kutu, ambar, kömürlük

a rubbish bin / bir çöp kutusu a bread bin / bir ekmek kutusu

Biology: Biyoloji

How far is human nature determined by biology?  /  İnsan doğası biyoloji tarafından ne kadar

belirlenebilir?

Bird: Kuş, güdümlü mermi, adam, kız

Eagle a kind of bird.  /  Kartal bir kuş türüdür.

Birth: Doğum, doğuş yavrulama, köken, kaynak

Please state your date and place of birth.  /  Lütfen doğum yerinizi ve tarihini belirtiniz. Anne was

French by birth but lived most of her life in Italy.  /  Anne köken olarak Fransız ama hayatının

çoğunun İtalya’da geçirdi.

Birthday: Doğum günü, yaş günü

Oliver’s 13th birthday / Oliver’in 13. doğum günü

Biscuit: Bisküvi, kurabiye, çörek, kuru pasta, açık kahverengi

a packet of chocolate biscuits / bir paket çikolatalı bisküvi

Bite: Isırmak, sokmak, lokma

The dog gave me a playful bite.  /  Köpek bana eğlenceli bir ısırık verdi. She took a couple of

bites of the sandwich. / O, sandviç lokmasından bir çift aldı.

Bitter: Acı, sert, keskin, acılı, şiddetli

a long and bitter dispute / uzun ve acı bir tartışma Black coffee leaves a bitter taste in the mouth. /

Siyah kahve ağızda acı bir tat bırakır.

Bitterly: Acı bir şekilde, acı acı, için için, şiddetle, keskin bir şekilde

They complained bitterly. / Onlar, acı acı şikayet ettiler.

Black: Siyah, kara

Everyone at the funeral was dressed in black. / Cenazede herkes siyah giymişti.

Blade: Kılıç, bıçak ağzı, yaprak

Blame: Suçlamak, sorumlu tutmak

 

Blank: Boşluk, açık, yazısız kağıt, silmek

Please fill in the blanks.  /  Lütfen boşlukları doldurunuz. If you can’t answer the question, leave a

blank.  /  Soruya cevap vermezseniz boş bırakınız.

Blind: Kör, gizli, görmeyen, anlayışsız, düşüncesiz

One of her parents is blind.  /  Onun ebeveynlerinden biri kör.

Block: Engellemek, kapanmak, bloke etmek, durdurmak

His way was blocked with two massive rock. / Onun yoldu iki büyük kayak ile kapatıldı.

Blonde: Sarışın

Is she a natural blonde?  /  O doğuştan sarışın mı?

Blood: Kan, kan bağı, akrabalık, huy

He lost a lot of blood in the accident.  /  O, kazada çok kan kaybetti.

Blow: Darbe, üfleme, esinti

She received a severe blow on the head.  /  O, kafasına şiddetli bir darbe aldı. He was knocked

out by a single blow to the head. /  O kafasına ladığı bir tek darbe ile nakavt oldu. Blow with your

nose / Burnunuzla üfleyin

Blue: Mavi

The room was decorated in vibrant blues and yellows.  /  Oda canlı mavi ve sarı renklerle dekore

edilmiş. She was dressed in blue. / O mavi giymişti.

Board: Binmek, tahta, pano, kurul, komisyon, bir yerde kalmak

Passengers are waiting to board.  /  Yolcular binmeyi bekliyor. He boarded at his aunt’s house

until he found a place of his own. /  O, kendisine bir yer bulana kadar teyzesinin evinde kaldı.

 Boat: Tekne, kayık, gemi, kayıkla gezmek

a fishing boat  / bir balıkçı teknesi You can take a boat trip along the coast.  /  Sahil boyunca bir

tekne gezisi yapabilirsiniz.

Body: Vücut, gövde, beden

His whole body was trembling.  /  Bütn vücudu titriyordu. He has a large body, but thin legs. / O iri

bir vücuda sahip fakat bacakları ince.

Boil: Kaynatmak, kaynamak, haşlamak, kızışma, galeyan, son radde

Water was boiling. / Su kaynıyordu.

Bomb: Bomba, fiyasko, başarısızlık, bombalamak, fiyasko ile sonuçlanmak

Terrorists bombed several army barracks.  /  Teröristler birkaç askeri kışla bombaladı.

Bone: Kemik, kemikten yapılmış

The dog was gnawing at a bone.  /  Köpek bir kemik kemiriyordu. She had a beautiful face with

very good bone structure.  /  O çok iyi bir kemik yapısı ile güzel bir yüze sahipti.

Book: Kitap, rezervasyon, yer ayırtmak

Book early to avoid disappointment.  /  Hayal kırıklığını önlemek için erken rezervasyon yaptırın.

My favourite book is Nar Ağacı / Benim en sevdiğim kitap Nar Ağacı

Boot: Çizme, bot, bagaj, kovalamak, tekme atmak

cowboy boots  /  kovboy çizmeleri Did you lock the boot?  /  Bagajı kilitledin mi?

Border: Sınır, kenar, sınır koymak, çerçevelemek

a national park on the border between Kenya and Tanzania / Kenya ve Tanzanya arasındaki

sınırda bir milli park.

Bore: Sıkmak, sıkıntı, delik, oyuk

 

Bored: Sıkılmış, bıkkın, bunalmış

There was a bored expression on her face. / Onun yüzünde bıkkın bir ifade vardı.

Boring: Sıkıcı, can sıkıcı

a boring job  / sıkıcı bir iş

Born: Doğmuş, doğum

I was born in 1976.   /    Ben 1976’da doğdum. He was born in a small village in northern Spain. /

O, Kuzey İspanya’da bir küçük köyde doğdu.

Borrow: Ödünç almak, alıntı yapmak

Can I borrow your umbrella?  /  Şemsiyeni ödünç alabilir miyim?

Boss: Patron, iş veren, yönetmek, idare etmek

 

Both: İkisi de, her ikisi de

Both women were French. /  Kadınların ikisi de Fransızdı. We were both tired. / İkimiz de çok

yorulduk.

Bother: Zahmet, sıkıntı, rahatsız etmek, can sıkmak;  Bother! : Allah’ın belası, baş belası

That sprained ankle is still bothering her.   /  Burkulan ayak bileği hâlâ onu rahatsız ediyor.

Bottle: Şişe, biberon, içki

A milk bottle / Bir süt şişesi

Bottom: En alt, dip, alttaki, dipteki

Put your clothes in the bottom drawer.  /  Elbiselerini alttaki çekmeceye koy.

Bound: Bağlı, mecbur, sınır, sınırlamak, sıçramak, zıplamak

 You’re bound to pass the exam.  / Sınavınızı geçmeye mecbursunuz.

Bowl: Çanak, kase, tas, yuvarlamak, çevirmek, bovling oynamak

a salad/fruit/sugar bowl / bir salata/meyve/şeker kasesi a bowl of soup / bir kase çorba

Box: Kutu, sandık, kulübe, loca, yumruk, kutuya koymak, yumruk atmak

She kept all the letters in a box. / O, tüm mektupları bir kutu içinde tuttu.

Boy: Erkek, erkek çocuk, oğlan

I used to play here as a boy.  /  Ben bir çocukken burada oynardım. They have two boys and a

girl. / Onların iki erkek ve bir kız çocuğu var.

Boyfriend: Erkek arkadaş

My boyfriend is very handsome.  /  Benim erkek arkadaşım çok yakışıklı.

Brain: Beyin, akıl, zeka, kafa

She died of a brain tumour. / O bir beyin tümörü yüzünden hayatını kaybetti.

Branch: Şube, dal, kol, branş

She climbed the tree and hid in the branches.  /  O ağaca tırmandı ve dallarına saklandı.

 Brand: Marka, damga, damgalamak, derin etki bırakmak

Which brand of toothpaste do you use?  /  Sen hangi diş macunu markasını kullanıyorsun?

Brave: Cesur, yiğit, kahraman

Be brave!  /  Cesur ol! I wasn’t brave enough to tell her what I thought of her.  /  Ben onun için

düşündüğümü, ona söylemek için yeterince cesur değilim.

Bread: Ekmek, para

wholemeal bread  /  kepek ekmeği

Break: Kırmak, kesmek, mola, ara

She worked all day without a break. / O, bütün gün aralıksız çalıştı.

Breakfast: Kahvaltı

Do you want bacon and eggs for breakfast?  /  Kahvaltı için pastırma ve yumurta ister misiniz?

They were having breakfast when I arrived.  / Ben vardığımda onlar kahvaltı yapıyordu.

Breast: Göğüs, meme, göğüslemek

She put the baby to her breast.   /   O, bebeği göğsüne koydu.

Breath: Nefes, soluk, esinti

I took a deep breath. / Derin bir nefes aldım.

Breathe: Nefes almak

The air was so cold we could hardly breathe.  /  Hava çok soğuktu ve biz güçlükle nefes

alabiliyorduk.

Breed: Cins, tür, nesil

a breed of sheep / bir koyun cinsi

Brick: Tuğla, tuğladan yapılmış

The school was built of brick. / Okul tuğladan inşa edildi.

Bridge: Köprü, köprü kurmak, briç

Who was on the bridge when the collision took place?  /  Çarpışma gerçekleştiği zaman köprüde

kim vardı?

Brief: Kısa, özet

a brief visit  /  Kısa bir ziyaret.

Briefly: Kısa bir zaman için, kısaca, özetle

Let me tell you briefly what happened.  /  Kısaca bana ne olduğunu anlat.

Bright: Aydınlık, parlak, zeki

a bright room / aydınlık bir oda I like bright colours.  /  Parlak renkleri severim.

Brilliant: Parlak, zeki, görkemli, çok başarılı, pırlanta

What a brilliant idea!  /  Ne parlak bir fikir.

Bring: Getirmek, kazandırmak, neden olmak,

Don’t forget to bring your books  /  Kitaplarını getirmeyi unutma. She brought her boyfriend to the

party.  /  O, partiye erkek arkadaşını getirdi.

Broad: Geniş, genel, yaygın

broad shoulders  /  geniş omuzlar two metres broad and one metre high  /  iki metre genişliğinde

ve bir mete yüksekliğinde

Broadcast: Yayın

We watched a live broadcast of the speech.  /  Konuşmanın canlı yayınını izledik.

Broadly: Geniş, geniş olarak, genel olarak, açık olarak

 

Broken: Bozuk,kırık, arızalı

pieces of broken glass  /  kırık cam parçaları

Brother: Kardeş, erkek kardeş

He’s my brother.  /  O benim erkek kardeşim.

Brown: Kahverengi

My mom has brown eyes.  /  Annemin gözlerin kahverengidir.

Brush: Fırçalamak, süpürmek, değmek

You must brush your teeth for  oral and dental health.  /  Ağız ve diş sağlığınız için dişinizi

fırçalamalısınız.

Bubble: Kabarcık, baloncuk, fokurdamak, köpürmek

water bubbles  /  Su kabarcıkları

Budget: Bütçe, stok

a big-budget movie  /  büyük bütçeli bir film. We decorated the house on a tight budget.  /  Dar bir

bütçe ile evi dekore ettik.

Build: Yapmak, inşa etmek, yapı

They have permission to build 200 new houses.  /  Onlar 200 yeni konut inşa etmek hakkına

sahip.

Building: Bina, inşa, yapı

A structure such as a house or school that has a roof and walls  /  çatı ve duvarları olan ev veya

okul gibi bir bina.

Bullet: Mermi, kurşun

He was killed by a bullet in the head.  /  O kafasına bir kurşun sıkılarak öldürüldü.

Bunch: Demet, grup, salkım, deste yapmak

She picked me a bunch of flowers.  /  O, bana bir demet çiçek topladı.

 Burn: Yakmak, yanmak

A welcoming fire was burning in the fireplace.  /  Şöminede bir karşılama ateşi yanıyordu.

Burnt: Yanmış, kavrulmuş

Your hand looks badly burnt.  /  Eliniz fena yanmış görünüyor.

Brust: Patlamak, infilak etmek

That balloon will burst if you blow it up any more.  /  Biraz daha üflerseniz balon patlayacak.

Bury: Gömmek, gizlemek

He was buried in Highgate Cemetery.  /  O Highgate mezarlığına gömüldü.

Bus: Otobüs, otobüsle taşımak

Shall we walk or go by bus?  /  Biz yürüyecek miyiz; yoksa otobüsle mi gideceğiz? a school bus  /

bir okul otobüsü

Bush: Çalı, çalılık arazi

 

Business: İş, faaliyet, ticaret

a business investment  /  Bir iş yatırımı

Businessman: İş adamı

My uncle is a businessman.  /  Benim amcam bir iş adamı.

Busy: Meşgul, yoğun, istek

a very busy life / çok yoğun bir hayat Are you busy tonight? / Bu akşam meşgul müsün?

But: Fakat, lakin, ama, ancak, sadece, yalnızca, itiraz

His mother won’t be there, but his father might.  /  Annesi orada olamayacak; fakat babası olabilir.

I’d asked everybody but only two people came.  /  Ben herkese rica ettim ama sadece iki kişi

geldi.

Butter: Tereyağı, yağcılık

Fry the onions in butter.  /  Tereyağda soğan kızartma. Do you want butter or margarine on your

toast?  /  Tostunuza tereyağı veya margarin ister misiniz?

Button: Düğme, buton, düğmelemek

shirt buttons  /  gömlek düğmeleri Ahmet pressed a button and waited for the lift.  /  Ahmet bir

düğmeye bastı ve asansör için bekledi.

Buy: Satın almak, almak

Where did you buy that dress?  /  Bu elbiseyi nereden satın aldınız? He bought me a new coat.  /

O, bana yeni bir ceket satın aldı.

 Buyer: Alıcı

Have you found a buyer for your house?  /  Evin için bir alıcı buldun mu?

By: Tarafından, göre, ile, yoluyla, aracılığı ile, yakın

He came by bus.  /  Otobüs ile geldi. Mary is respected by everyone.  /  Mary’ye herkes tarafından

saygı duyulur. I need to know your answer by Friday. /  Cumaya kadar senin cevabını bilmem

gerekir.   Bye: Hoşça kal, güle güle Bye! See you next week.  /  Güle güle! Haftaya görüşürüz.  

Cabinet: Kabine, bakanlar kurulu, dolap, vitrinli dolap

a cabinet meeting / bir kabine toplantısı kitchen cabinets / mutfak dolapları

Cable: Kablo, kablolu yayın, kablolu televizyon

fibre-optic cable / fiber optik kablo

Cake: Kek, pasta, çörek, kalıp, kalıplaşmak, katılaşmak

a birthday cake / bir doğumgünü pastası

Calculate: Hesaplamak, saymak, tasarlamak, planlamak

We haven’t really calculated the cost of the vacation yet. / Biz, gerçekten henüz tatilin maliyetini hesaplamış değiliz.

Calculation: Hesaplama

Cathy did a rough calculation. / Cathy kaba bir hesaplama yaptı.

Call: Çağrı, davet, arama / demek, adlandırmak, söylemek

Were there any calls for me while I was out? / Ben dışardayken onlar beni hiç aradı mı? I left a message but he didn’t return my call. / Ben bir mesaj bıraktım ama o benim çağrıma geri dönmedi.

Called: Denilen, adlı

I don’t know anyone called Scott. / Ben Scott denilen birini tanımıyorum.

Calm: Sakin, durgun, huzurlu

The police appealed for calm. / Polis sakin olmasını rica etti.

Camera: Kamera, fotoğraf makinesi, gizli

a camera crew / bir kamera ekibi Are you prepared to tell your story on camera? / Kameraya anlatacağınız hikayeniz için hazır mısınız?

Campaign: Kampanya, seferberlik, savaş

an advertising campaign / bir reklam kampanyası

Camp: Kamp, kamp yapmak, kısa bir zaman için konaklamak

I camped overnight in a field. / Ben gece boyunca bir alanda kamp yaptım.

Camping: Kamp, kamp yapma

camping equipment / kamp ekipmanları

Can: Yababilmek, edebilmek, -ebilmek, kutu

I can run fast. / Ben hızlı koşabilirim. He couldn’t answer the question. / O, soruya cevap veremedi.

Cancel: İptal, fesih, kaldırmak

All flights have been cancelled because of bad weather. / Kötü hava şartlarından dolayı bütün uçuşlar iptal edildi. The wedding was cancelled at the last minute. / Düğün son dakikada iptal edildi.

Cancer: Kanser, kötü şey

Most skin cancers are completely curable. / Çoğu cilt kanseri tamamen tedavi edilebilir.

Candidate: Aday

one of the leading candidates for the presidential / başkanlık için önde gelen adaylardan biri There were a large number of candidates for the job. / İş için çok sayıda aday vardı.

Candy: Şeker, şekerleme

Who wants the last piece of candy? / Şekerin son parçasını kim ister?

Cannot: Yapamamak, edememek

I cannot believe the price of the tickets! / Biletlerin fiyatına inanamıyorum.

Capable: Yetenekli, kabiliyetli, -ebilmek

You are capable of better work than this. / Sen bundan daha iyi bir iş yapabilirsin. She’s a very capable teacher. / O çok kabiliyetli bir öğretmen.

Capacity: Kapasite, fonksiyon

The theatre has a seating capacity of 2000. / Tiyatro 2000 kişilik oturma kapasitesine sahiptir.

Cap: Kapak, başlık, örtmek

a lens cap / bir lens kapağı

Capital: Sermaye, kazanç, başkent, büyük, ölüm, ana, ilk harf

Capital city of Turkey is Ankara. / Türkiye’nin başkenti Ankara’dır. a capital offence / bir ölüm saldırısı English is written with a capital ‘E’. / English’in ilk harfi büyük E ile yazılır.

Captain: Kaptan, önder

The captain gave the order to abandon ship./ Kaptan gemiyi terk etme emrini verdi. She was captain of the hockey team at school. / O, okulun hokey takımında kaptandı.

Capture: Ele geçirmek, esir almak, yakalama

the capture of enemy territory / düşman topraklarını ele geçirmek

Car: Araba, otomobil

Where can I park the car? / Arabayı nereye park edebilirim?

Cardboard: Karton, mukavva

a cardboard box / bir karton kutu

Card: Kart

a piece of card / bir kart parçası an appointment card / bir randevu kartı Here’s my card if you need to contact me again. / Benimle tekrar iletişim kurmak isterseniz kartım burada.

Care: Bakım, dikkat, özen, ilgi

I don’t care. / Umrumda değil.

Career: Kariyer, meslek, koşmak

She has been concentrating on her career. / O, kariyerine konsantre olmuştur.

Careful: Dikkatli, titiz

Be careful! / Dikkatli ol! I’m very careful about washing my hands before eating / Yemekten önce ellerimi yıkama konusunda çok dikkatliyim.

Careless: Dikkatsiz, ilgisiz, kayıtsız

She threw her coat carelessly onto the chair. / O dikkatsiz bir şekilde ceketini sandalyeye attı.

Carpet: Halı

a bedroom carpet / bir yatak odası halısı

Carrot: Havuç, bir şeye ikna etmek için ödül sözü vermek

grated carrot / rendelenmiş havuç

Carry: Taşımak, getirmek, götürmek

He was carrying a suitcase. / O, bir bavul taşıyordu.

Case: Durum, dava, kasa, kutu

a pencil case / bir kalem kutusu In some cases people have had to wait several weeks for an appointment. / Bazı durumlarda insanlar bir randevu için birkaç hafta beklemek zorunda kalırmış.

Cash: Nakit, para

Customers are offered a 10% discount if they pay cash. / Nakit ödeme yaparlarsa müşterilere % 10 indirim sunuluyor.

Cast: Oyuncular, döküm

The whole cast performs wonderful. / Bütün oyuncuların performansı harika.

Castle: Kale, şato

a medieval castle / bir orta çağ kalesi

Cat: Kedi

cat climbed the tree. / kedi ağaca tırmandı.

Catch: Yakalamak, yetişmek

How many fish did you catch? / Ne kadar balık yakaladın?

Category: Kategori, grup, sınıf, zümre

The results can be divided into three main categories. / Sonuçlar üç ana kategoriye ayrılabilir.

Cause: Neden, sebep, yol açmak

Do they know what caused the fire? / Onlar yangının nedenini biliyor mu?

CD: CD, disk

His albums are available on CD and online. / Onun albümlerine CD veya çevrimiçi olarak ulaşılabilir.

Cease: Durdurmak, kesmek, vazgeçmek, son vermek

He ordered his men to cease fire. / O adamlarına yangını durdurmalarını emretti.

Ceiling: Tavan, iç kaplama

a large room with a high ceiling / yüksek tavanlı geniş bir oda The walls and ceiling were painted white. / Duvarlar ve tavan beyaza boyandı.

Celebrate: Kutlamak, anmak, övmek

Jake’s passed his exams. We’re going out to celebrate. / Jake sınavlarını geçti. Biz kutlama için dışarıya çıkıyoruz. How do people celebrate New Year in your country? / Sizin ülkenizde insanlar yeni yıl kutlamalarını nasıl yapar?

Celebration: Kutlama, anma, tören

birthday celebrations / doğum günü kutlamaları

Cell: Hücre, pil

the nucleus of a cell / bir hücrenin çekirdeği

Cell Phone: Cep telefonu

The use of cellular phones is not permitted on most aircraft. / Cep telefonu kullanımına çoğu uçakta izin verilmez.

Cent: Sent, doların yüzde biri

Centimetre: Santimetre

Central: Merkezi, asıl, en önemli

The central issue is that of widespread racism. / Asıl sorun ırkçılığın yaygınlığıdır. Prevention also plays a central role in traditional medicine. / Önleyici tedbir geleneksel tıpta merkezi bir rol oynar. the central point of the brain / beynin merkezi noktası

Centre: Merkez, orta

the centre of a circle / bir dairenin merkezi

Century: Yüzyıl, asır

eighteenth-century writers / On sekizinci yüzyıl yazarları

Ceremony: Tören, merasim

an awards/opening ceremony / bir ödül/açılış töreni

Certain: Belli, kesin, muhakkak, emin

She looks certain to win an Oscar. / O, Oscar ödülünü kazanmaya kesin gözüyle bakıyor.

Certainly: Kesinlikle, elbette, şüphesiz

Without treatment, she will certainly die. / Tedavi edilmezse o kesinlikle ölecek. Certainly, the early years are crucial to a child’s development. / Elbette, bir çocuğun gelişimi için ilk yıllar çok önemlidir.

Certificate: Sertifika, belge, diploma

a birth sertificate / bir doğum belgesi

Chain: Zincir, dizi

The doors were always locked and chained. / Kapılar her zaman kilitli ve zincirliydi.

Chair: Sandalye, koltuk, makam, başkanlık etmek

Sit on your chair! / Sandalyenize oturun.

Chairman: Başkan, reis

The chairman of the company presented the annual report. / Şirketin başkanı yıllık raporu sundu.

Chairwoman: Kadın başkan

Challenge: Meydan okumak, itiraz, davet, karşı gelmek, düelloya davet etmek

This discovery challenges traditional beliefs. / Bu keşif geleneksel inanışlara karşı geliyor.

Challenging: Zorlu, kamçılayıcı, boyun eğmez

challenging work / zorlu iş

Chamber: Resmi toplantılar için kullanılan oda, bölme, boşluk, oda

The members left the council chamber. / Üyeler konsey odasını terk etti.

Chance: Şans, fırsat, tesadüfi

Is there any chance of getting tickets for tonight? / Bu gece için bilet alma şansı var mı?

Change: Değiştirmek, değişim

There was no change in the patient’s condition overnight. / Gece boyunca hastanın durumunda değişiklik yoktu.

Channel: Kanal, bağlantı

What’s on Channel 4 tonight? / Kanal 4’te bu gece ne var?

Chapter: Bölüm, kısım

I’ve just finished Chapter 3. / Ben şimdi 3. bölümü bitirdim.

Character: Karakter, nitelik

Generosity is part of the Turkish character. / Cömertlik Türk karakterinin bir parçasıdır.

Chracteristic: Karakteristik, tipik, özgün, nitelik, vasıf

The two groups of children have quite different characteristics. / İki çocuk grubu tamamen farklı karakteristiğe sahiptir.

Charge: Ücret, talep, şarj etmek, doldurmak

The restaurant charged £20 for dinner. / Restoran akşam yemeği için 20 sterlin ücret istedi.

Charity: Hayır, sadaka, hayır kurumu

Many charities sent money to help the victims of the famine. / Birçok hayır kurumu açlık kurbanlarına yardım için para gönderdi.

Chart: Grafik, tablo, çizelge, planlamak, çizelge ile göstermek, haritasını çizmek

His job was to chart the progress of the spacecraft. / Onun işi uzay aracının ilerlemesini çizelge ile göstermekti.

Chase: Takip, kovalama, peşine düşmek

The thieves were caught by police after a short chase. / Hırsızlar kısa bir takibin ardından polis tarafından yakalandı.

Chat: Sohbet, konuşmak, söyleşmek

I just called in for a chat. / Ben sadece sohbet için aradım.

Cheap: Ucuz, değersiz

A good education is not cheap. / İyi bir eğitim ucuz değildir.

Cheaply: Ucuz bir şekilde, değersiz bir biçimde

I’m sure I could buy this more cheaply somewhere else. / Eminim bunu başka bir yerde daha ucuza alabilirdim. You can live very cheaply in Italy. / İtalya’da daha ucuz bir şekilde yaşayabilirsin.

Cheat: Hile, dolandırıcı, aldatmak

There’s a cheat you can use to get to the next level. / Bir sonraki seviyeye ulaşmak için kullanabileceğiniz hileler var.

 Check: Kontrol, denetlemek

The drugs were found in their car during a routine check by police. / Polis tarafından yapılan rutin bir kontrol sırasında onların aracında uyuşturucu bulundu.

Cheerful: Neşeli, keyifli, neşelendirmek

You’re in a cheerful mood. / Sen neşeli bir ruh hali içindesin.

Cheese: Peynir

I ate some cheese. / Biraz peynir yedim.

Chemical: Kimyasal

Chemist: Kimyager, eczacı

You can obtain the product from all good chemists. / Ürünü tüm iyi eczacılardan elde edebilirsiniz.

 Cheque: Çek

to pay by cheque / çek ile ödeme

Chest: Göğüs

a chest infection / bir göğüs enfeksiyonu

Chew: Çiğnemek

He is always chewing gum. / O, her zaman sakız çiğniyor.

 Chicken: Tavuk, korkak

Chickens in the back yard. / Arka bahçedeki tavuklar.

Chief: Şef, baş ana, reis, amir, belli başlı

Child: Çocuk, evlat

I lived in London as a child. / Ben çocukken Londra’da yaşadım.

Chin: Çene, konuşmak

Chip: Çip

This mug has a chip in it. / Bu kupa içinde bir çip var.

Chocolate: Çikolata, koyu kahverengi

a box of chocolates / bir kutu çikolata

Choice: Seçim, tercih, seçkin

We aim to help students make more conscious career choices. / Biz öğrencilerin daha bilinçli kariyer seçimleri yapmasına yardımcı olmayı hedefliyoruz.

Choose: Tercih etmek, seçmek

Sarah chose her words carefully. / Sarah her sözünü dikkatle seçer.

Chop: Doğramak, kesmek, azaltmak

Add the finely chopped onions. / İnce doğranmış soğan ekleyin.

Church: Kilise

The procession moved into the church. / Kafile kiliseye hareket etti. How often do you go to church? / Ne sıklıkta kiliseye gidersiniz?

Cigarette: Sigara

a packet of cigarettes / bir paket sigara

Cinema: Sinema

I used to go to the cinema every week. / Ben her hafta sinemaya giderdim.

Circle: Daire, çember, bir grup insan, kuşatma

Draw a circle. / Bir daire çizin.

Circumstance: Durum, koşul, şart

The company reserves the right to cancel this agreement in certain circumstances. / Şirket bazı durumlarda bu anlaşmayı iptal etme hakkını saklı tutar.

Citizen: Vatandaş, yurttaş, hemşehri

British citizens living in other parts of the European Union. / Avrupa Birliği’nin diğer bölgelerinde yaşayan İngiliz vatandaşları.

City: Şehir, kent

one of the world’s most beautiful cities. / dünyanın en güzel şehirlerinden biri.

Civil: Sivil, iç

civil unrest / iç huzursuzluk civil society / sivil toplum

Claim: İddia etmek, talep etmek

The singer has denied the magazine’s claim that she is leaving the band. / Şarkıcı derginin gruptan ayrılacağı iddiasını reddetti.

Clap: Alkış, alkışlamak

Give him a clap! / Ona bir alkış verin.

Class: Sınıf, ders

We were in the same class at school. / Biz okulda aynı sınıftaydık. I was late for a class. / Ders için geç kaldım.

Classic: Klasik, geleneksel, klasik eser, kaliteli

English classics such as ‘Alice in Wonderland’ / Alice Harikalar Diyarında gibi İngiliz Klasikleri

Classroom: Sınıf, derslik

the use of computers in the classroom / derste bilgisayar kullanımı

Clean: Temiz, temizlemek

Have you cleaned your teeth? / Dişlerini temizledin mi?

Clear: Açık, net, temiz, temizlemek

Clear up that mess. / Bu pisliği temizleyin.

Clearly: Açıkça, anlaşılır biçimde, apaçık, net

It’s difficult to see anything clearly in this mirror. / Bu aynada herhangi bir şeyi açıkça görmek zor.

Clerk: Katip, katiplik yapmak, tezgahtarlık, memur

an office clerk / bir ofis memuru

Clever: Zeki, akıllı, becerikli

a clever child / Zeki bir çocuk

Click: Tıklamak, tıkırtı, kısa ve keskin bir ses

The door closed with a click. / Kapı bir tıkırtı ile kapandı.

Client: Müşteri, müvekkil

Lawyers must always consider the interests of their clients. / Avukatlar her zaman müvekkillerinin çıkarlarını göz önünde bulundurmalıdır.

Climate: İklim, hava, şartlar, çevre

the harsh climate of the Arctic regions / Arktik bölgelerin sert iklimi.

Climb: Tırmanmak, tırmanış, yükselmek, çıkmak

She climbed up the stairs. / O merdivenlerden yukarı çıktı. The car slowly climbed to the hill. / Araba yavaşça tepeye tırmandı.

Climbing: Tırmanış, dağcılık

a climbing accident / bir tırmanış kazası

Clock: Saat

It was ten past six by the kitchen clock. / Mutfak saatine göre altıyı on geçiyordu. The clock has stopped. / Saat durdu.

Close: Yakın, kapalı, kapatmak

She closed the gate behind her. / O, arkasındaki kapıyı kapattı. close meaning of words / kelimelerin yakın anlamı Our new house is close to the school. / Bizim yeni evimiz okula yakın. The two buildings are close each other. / İki bina birbirlerine yakın.

Closed: Kapalı

Keep the door closed. / Kapıyı kapalı tut.

Closet: Dolap, küçük oda, gizli, özel, mahrem, klozet, tuvalet

Cloth: Bez, kumaş, örtü

bandages made from strips of cloth / kumaş şeritlerden yapılan sargılar

Clothes: Giysi, elbise, çamaşır

I bought some new clothes for the trip. / Ben yolculuk için biraz yeni elbise satın aldım.

Clothing: Giyim, giysi, elbise

protective clothing / koruyucu elbise a clothing manufacturer / bir giyim üreticisi

Cloud: Bulut

The plane was flying in cloud most of the way. / Uçak, yolun çoğunda bulutların içinde uçuyordu.

Club: Kulüp

a golf club / bir golf kulübü Beşiktaş Gymnastics Club / Beşiktaş Jimnastik Kulübü

Coach: Antrenör, koç, çalıştırıcı, antrenman yaptırmak, yolcu otobüsü

a football coach / bir futbol antrenörü They went to Italy on a coach tour. / Onlar bir otobüs turu için İtalya’ya gitti.

Coal: Kömür

I put more coal on the fire. / Ben ateşe daha fazla kömür koydum.

Coast: Sahil, kıyı

We walked along the coast / Biz sahil boyunca yürüdük.

Coat: Ceket, palto, kat

I wore my coat / Ben paltomu giydim.

Code: Kod, şifre

Coffee: Kahve, kahverengi

a cup of coffee / bir fincan kahve

Coin: Para, madeni para

a euro coin / bir euro madeni para

Cold: Soğuk

cold rooms / soğuk odalar

Coldly: Soğukkanlılıkla, sakince

Collapse: Çöküş

the collapse of law and order in the area / bölgede hukuk ve düzenin çöküşü

Colleague: Meslektaş, iş arkadaşı

We were friends and colleagues for more than 20 years. / Biz yıldan daha fazla bir süredir arkadaş ve meslektaştık.

Collect: Toplamak, biriktirmek, derlemek, ödemeli

We’re collecting signatures for a petition. / Biz bir dilekçe için imza topluyoruz.

Collection: Koleksiyon, toplama, derleme

The painting comes from his private collection. / Tablo onun kendi özel koleksiyonundan geliyor.

College: Üniversite, kolej

He got interested in politics when he was in college. / O üniversitedeyken siyasetle ilgilendi.

Colour: Renk, boya, renklendirmek

He drew a monster and coloured it green. / O bir canava çizdi ve yeşile boyadı.

Coloured: Renkli, boyanmış

She was wearing a cream-coloured suit. / O krem renkli bir takım elbise giymişti.

 Column: Kolon, sütun, direk

Nelson’s Column in London / Londra’daki Nelson Sütunu

Combination: Kombinasyon, birleşim, bileşim

What an unusual combination of flavours! / Ne sıradışı bir lezzet kombinasyonu!

Combine: Birleştirmek, toplamak, kaynaştırmak, birlik

Hydrogen and oxygen combine to form water. / Su oluşturmak için hidrojen ve oksijen birleştirilir.

Come: Gelmek, ulaşmak

She comes to work by bus. / O otobüsle işe gelir. Come here! / Buraya gel!

Comedy: Komedi, güldürü, komik olaylar

a romantic comedy / bir romantik komedi

Comfortable: Rahat, konforlu, rahatlatıcı

These new shoes are not very comfortable. / Bu yeni ayakkabılar çok rahat değil.

Comfortably: Rahat, konforlu bir şekilde

All the rooms were comfortably furnished. / Bütün odalar konforlu bir şekilde döşenmişti.

Comfort: Rahat, konfor, rahatlatmak

These tennis shoes are designed for comfort and performance. / Bu tenis ayakkabıları performans ve konfor için tasarlandı.

Command: Komuta, kumanda, buyurmak, hakim olmak, emretmek

She commanded the release of the prisoners. / O tutsakların serbest bırakılmasını emretti.

Comment: Yorum, değerlendirme, yorum yapmak

I can comment about their decision. / Ben onların kararı hakkında yorum yapabilirim.

Commercial: Ticari, mesleki, reklam

the commercial heart of the city / Şehrin ticari merkezi

Commission: Komisyon, heyet, görevlendirmek, atamak

Commit: İşlemek, suç işlemek, adamak

Most crimes were committed by young men. / Suçların çoğu genç adamlar tarafından işlendi.

Commitment: Taahhüt, söz vermek

Committee: Komite, kurul, komisyon

She’s on the management committee. / O yönetim kurulunda. The player was fined by the disciplinary committee. / Oyuncu disiplin kurulu tarafından para cezası ile cezalandırıldı.

Common: Ortak, yaygın, genel, halka açık alan, park

We went for a walk on the common. / Biz yürüyüş için halka açık alana gittik.

Commonly: Yaygın olarak, çoğunlukla, müşterek biçimde, ortak olarak

This is one of the most commonly used methods. / Bı yaygın olarak kullanılan yöntemlerden biri.

Communicate: İletişim kurmak, haberleşmek

They communicated in sign language. / Onlar işaret diliyle iletişim kurdu.

Communication: İletişim, haberleşme, bağlantı, irtibat

Speech is the fastest method of communication between people. / Konuşma, insanlar arasında iletişimin en hızlı yöntemidir.

Community: Topluluk, cemaat, cemiyet

ethnic communities / etnik topluluklar

Company: Şirket, ortaklık

Company profits were 5% lower than last year. / Şirket geçen yıldan % 5 daha az kâr etti.

Compare: Karşılaştırmak, kıyaslamak, benzetmek

We compared the two reports carefully. / İki raporu dikkatlice karşılaştırdık.

Comparison: Karşılaştırma, kıyaslama, mukayese, benzetme

According to Durkheim, comparison was the most important method of analysis in sociology. / Durkheim’e göre, sosyolojide analiz yöntemlerinin en önemlisi karşılaştırmaydı.

Compete: Yarışmak, rekabet etmek

We can’t compete with them on price. / Biz fiyatta onlarla rekabet edemeyiz.

Competition: Yarışma, rekabet, çekişme

There is now intense competition between schools to attract students. / Şimdi okullarda öğrencileri çekmek için yoğun bir rekabet var.

Competitive: Rekabetçi, yarışçı

We need to work harder to remain competitive with other companies. / Diğer şirketlerle rekabetçiliğimizi sürdürmek için sıkı çalışmaya ihtiyacımız var.

Complain: Şikayet etmek, yakınmak

She never complains, but she’s obviously exhausted. / O, asla şikayet etmez ama belli ki yorulmuş.

 Complaint: Şikayet

I’d like to make a complaint about the noise. / Ben gürültü hakkında bir şikayette bulunmak istiyorum.

Complete: Tamamlamak, doldurmak, bitirmek

The project should be completed within a year. / Proje bir yıl içinde tamamlanmış olmalıdır.

Completely: Tamamen, tam olarak

The explosion completely destroyed the building. / Patlama binayı tamamen yıktı.

Complex: Karmaşık

the complex structure of the human brain / insan beyninin karmaşık yapısı

Complicate: Zorlaştırmak, karıştırmak, içinden çıkılmaz hale getirmek

The issue is complicated beacuse the fact that a vital document is missing. / Mesele hayati bir belgenin eksik olması nedeniyle zorlaştı.

Complicated: Karmaşık, çetrefilli

The instructions look very complicated. / Talimatlar çok karmaşık görünüyor.

Computer: Bilgisayar

Our sales information is processed by computer. / Bizim satış bilgilerimiz bilgisayar tarafından işlenir.

Concentrate: Yoğunlaşmak, yoğunlaştırmak, yoğun madde

I decided to concentrate all my efforts on finding somewhere to live. / Ben bütün çabamı yaşamak için bir yer bulmak için yoğunlaştırmaya karar verdim.

Concentration: Konsantrasyon, odaklanma, yoğunlaşma

Tiredness affects your power of concentration. / Yorgunluk konsantrasyon gücünüzü etkiler.

Concept: Kavram, fikir, görüş, mefhum

He can’t grasp the basic concepts of mathematics. / O matematiğin temel kavramlarını idrak edemez.

Concern: Endişe, ilgi, merak

Don’t hesitate to ask if you have any queries or concerns about this work. / Bu çalışma hakkında herhangi bir endişeniz veya sorunuz varsa sormaktan çekinmeyin.

Concerned: İlgili, endişeli

Concerned parents held a meeting. / İlgili ebeveynler bir toplantı düzenledi.

Concerning: İlgili

He asked several questions concerning the future of the company. / O, şirketin geleceği ile ilgili birkaç soru sordu.

Concert: Konser

They’re in concert at Wembley Arena. / Onlar Wembley Arena’daki konserde.

Conclude: Sonuçlandırmak, sona ermek, bitirmek, sonuç çıkarmak, karara varmak

The programme concluded with Stravinsky’s ‘Rite of Spring’. / Program Stravinsky’nin ‘Bahar Ayini’ ile sona erdi.

Conclusion: Sonuç, karar, netice

The conclusion of the book was disappointing. / Kitabın sonucu hayal kırıklığıydı.

Concrete: Beton, somut

a slab of concrete / bir beton levha

Condition: Durum, koşul, şart

The house is in a generally poor condition. / Ev genel olarak kötü bir durumda.

Conduct:  Davranış, idare, yönetmek, iletmek

improving standards of training and professional conduct / eğitim ve mesleki davranış gelişme standartları

Conference: Konferans, toplantı, kongre

The hotel is used for exhibitions, conferences and social events. / Otel sergiler, konferanslar ve sosyal etkinlikler için kullanılır.

Confidence: Güven, kendine güven, özgüven

A fall in unemployment will help to restore consumer confidence. / İşsizlikteki düşüş tüketici güvenin eski haline getirmeye yardımcı olacaktır. He answered the questions with confidence. / O, özgüvenle soruları cevapladı.

Confident: Emin, güvenli, kendine güvenen, kendinden emin

She was in a relaxed, confident mood. / O, rahat, kendinden emin bir ruh hali içindeydi.

Confine: Sınırlamak, hapsetmek

She was confined to bed with the flu. / O, grip ile yatağa hapsoldu.

Confined: Sınırlandırılmış, hapsedilmiş

Confirm:  Onaylamak, doğrulamak, tasdik etmek

His guilty expression confirmed my suspicions. / Onun suçluluk ifadesi benim şüphelerimi doğruladı.

Conflict: Çatışma, anlaşmazlık, savaş, çekişme, bağdaşmamak

These results conflict with earlier findings. / Bu sonuçlar ilk bulgularla bağdaşmıyor.

Confront: Karşı koymak, karşı karşıya kalmak, yüzleştirmek, karşılaştırmak

He confronted her with a choice between her career or their relationship. / Kariyeri ve ilişkisi arasındaki bir tercih ile karşı karşıya kaldı.

Confuse: Şaşırtmak, karıştırmak, kafasını karıştırmak

People often confuse me and my twin sister. / İnsanlar sık sık benimle ikiz kardeşimi karıştırır.

Confused: Şaşkın, kafası karışmış

People are confused about all the different labels on food these days. / İnsanlar bugünlerde yiyeceklerdeki farklı etiketlerden dolayı şaşkın.

Confusing: Kafa karıştırıcı, şaşırtıcı

The instructions on the box are very confusing. / Kutudaki talimatlar çok kafa karıştırıcı. a very confusing experience / Çok şaşırtıcı bir deneyim

Confusion: Karışıklık, kargaşa, şaşkınlık, keşmekeş

He looked at me in confusion and did not answer the question. / O, şaşkınlık içinde bana baktı ve soruya cevap vermedi.

Congratulate: Tebrik etmek, kutlamak

I congratulated them all. Because they were very succesful / Ben onların hepsini tebrik ettim. Çünkü onlar çok başarılıydı.

Congratulation: Kutlama, tebrik

Congratulations on your exam results! / Sınav sonuçlar için tebrikler!

Congress: Kongre, toplantı, meclis

Congress will vote on the proposals tomorrow. / Meclis yarın önerileri oylayacak.

Connect: Bağlamak, birleştirmek

The towns are connected by train and bus services. / Kasabalar tren ve otobüs servisleri ile bağlanır.

Connected: Bağlı, ilgili, ilişkili, birleşik

The two issues are closely connected. / Bu konular yakından ilgili.

Connection: Bağlantı, bağ, ilişki

Scientists have established a connection between cholesterol levels and heart disease. / Bilim adamları kolesterol ve kalp hastalığı arasında bir bağlantı kurdu.

o Conscious: Bilinçli

She’s very conscious of the problems involved. / O problemlerle ilgili çok bilinçli.

Consequence: Sonuç, netice, önem

Have you considered the possible consequences? / Olası sonuçları düşündünüz mü?

Conservative: Tutucu, muhafazakar, sağcı

Her style of dress was never conservative. / Onun giyim tarzı hiç muhafazakar değildi.

Considerable: Önemli, dikkate değer, önemli ölçüde, hayli

The project wasted a considerable amount of time and money. / Proje önemli ölçüde para ve zaman israfıydı.

Considerably: Dikkate değer ölçüde, önemli, çok

Interest rates on bank loans have increased considerably in recent years. / Banka kredilerindeki faiz oranları son yıllarda dikkate değer ölçüde arttı.

Consideration: Düşünme, önem, bedel

After a few moments’ consideration, he began to speak. / Bir kaç dakika düşündükten sonra konuşmaya başladı.

Consider: Düşünmek, dikkate almak

I’d like some time to consider. / Düşünmek için biraz zaman istiyorum.

Consist: Oluşmak, meydana gelmek

The committee consists of ten members. / Komite on üyeden oluşur.

Constant: Sabit, sürekli, daimi

constant interruptions / sürekli kesintiler Babies need constant attention. / Bebekler sürekli ilgiye ihtiyaç duyar.

Constantly: Sürekli, sık sık

Fashion is constantly changing. / Moda sürekli değişiyor. Heat the sauce, stirring constantly. / Sürekli karıştırarak sosu ısıtın.

Construct: İnşa etmek, kurmak, oluşturmak

When was the bridge constructed? / Köprü ne zaman inşa edildi?

Construction: İnşaat

Work has begun on the construction of the new airport. / Yeni havalimanının inşaatında çalışma başladı.

Consult: Danışmak, başvurmak

If the pain continues, consult your doctor. / Ağrı devam ederse doktorunuza danışın. Have you consulted your lawyer about this issue? / Bu konu hakkında avukatınıza danıştınız mı?

Consumer: Tüketici, alıcı

Tax cuts will boost consumer confidence. / Vergi indirimleri tüketici güvenini arttıracak.

Contact: Temas, bağlantı, irtibat kurmak, temasa geçmek

I’ve been trying to contact you all day. / Ben bütün gün sizinle iletişime geçmek için çalışıyorum.

Contain: İçermek, tutmak, kapsamak, ihtiva etmek

This drink doesn’t contain any alcohol. / Bu içecek hiç alkol içermez.

Container: Konteyner, kap

Food will protect longer if kept in an airtight container. / Hava geçirmez bir kapta tutulursa, yiyecek daha uzun süre korunacaktır. a container ship / bir konteyner gemisi

Contemporary: Çağdaş, modern, günümüze ait, akran

He was contemporary with the dramatist Congreve. / O oyun yazarı Congreve ile çağdaştı.

Content: İçerik, kapsam, memnun, hoşnut

He tipped the contents of the bag onto the table. / O, masanın üzerindeki çantanın içindekileri döktü. Fire has caused severe damage to the contents of the building. / Yangın binanın içinde ciddi zarara neden oldu.

Contest: Yarışma, rekabet

a singing contest / bir şarkı yarışması

Context: Bağlam, durum, şartlar

You should be able to guess the meaning of the word from the context. / Bağlamdan kelimenin anlamını tahmin edebilmelisiniz.

Continent: Kıta

the continent of Africa / Afrika kıtası

Continue: Devam etmek, sürdürmek

The exhibition will continue until 25 July. / Sergi 25 Temmuz’a kadar devam edecek.

Continuous: Sürekli, devamlı

You will see a continuous improvement in your health if you left smoking / Sigara içmeyi bırakırsanız, sağlığınızdaki sürekli iyileşmeyi göreceksiniz.

Contract: Sözleşme, anlaşma, daraltmak

The universe is expanding rather than contracting. / Evren daralmaktan ziyade genişliyor. The player is contracted to play until August. / Oyuncu Ağustos’a kadar oynamak için anlaştı.

Contrast: Kontrast, karşılaştırmak, tezat, çelişki

Her actions contrasted with her promises. / Onun hareketleri sözleri ile çelişkili.

Contrasting: Çok farklı, zıt, kontrast

bright, contrasting colours / parlak, zıt renkler

Contribute: Katkıda bulunmak, bağış yapmak

We contributed £5000 to the earthquake fund. / Biz deprem fonuna 5000 sterlin katkıda bulunduk.

Contribution: Katkı, destek, yardım

All contributions will be gratefully received. / Bütün katkılar memnuniyetle kabul edilecektir.

Control: Kontrol, denetim, hakimiyet

The whole territory is controlled by the army. / Bütün bölge ordu tarafından kontrol ediliyor. Can’t you control your children? / Sen çocuklarını kontrol edebilir misin?

Convenient: Uygun, elverişli, kullanışlı

A bicycle is usually more convenient than a car in towns. / Bisiklet kasabada genellikle arabadan daha kullanışlıdır.

Conventional: Geleneksel

You can use a microwave or cook it in a conventional oven. / Mikrodalga fırın kullanabilir ya da geleneksel fırında pişirebilirsiniz.

Convention: Kongre, toplantı, düzen, geleneksel yöntem

social conventions / sosyal toplantılar

Conversation: Konuşma, görüşme, sohbet

The main topic of conversation was the likely outcome of the election. / Sohbetin ana konusu seçimin muhtemel sonucuydu.

Convert: Dönüştürmek, çevirmek, değiştirmek

Hot water is converted to electricity by a turbine. / Sıcak su bir türbin aracılığıyla elektriğe dönüştürüldü.

Convince: İkna etmek, inandırmak

I’ve been trying to convince him to see a doctor. / Onu bir doktora görünmesi için ikna etmeye çalışıyorum.

Cook: Pişirmek, yemek yapmak, aşçı

John is a very good cook / John çok iyi bir aşçıdır. She was employed as a cook in a hotel. / O bir otelde aşçı olarak istihdam edildi.

Cooker: Ocak, tencere, fırın, pişirme kabı

an electric cooker / bir elektrikli ocak

Cookie: Kurabiye, bisküvi, çörek

Cooking: Yemek pişirme, pişirme, aşçılık, yemek

The restaurant offers traditional home cooking. / Restoran geleneksel ev yemekleri sunuyor.

Cool: Serin, soğuk, serinletmek, sakinleşmek

I think we should wait until tempers have cooled. / Bence sakinleşene kadar beklemeliyiz.

Cope: Başa çıkmak, uğraşmak, üstesinden gelmek

Desert plants are adapted to cope with extreme heat. / Çöl bitkileri aşırı ısı ile başa çıkmak için uyarlanmıştır.

Copy: Kopya, Kopyalamak, nüsha, çoğaltmak

Everything in the computer’s memory can be copied onto DVDs. / Bilgisayarın belleğindeki her şey DVDlere kopyalanabilir.

Core: Çekirdek, göbek, merkez

the earth’s core / dünyanın çekirdeği

Corner: Köşe, köşede, köşeye sıkıştırmak, köşe vuruşu

Write your address in the top right-hand corner of the letter. / Mektubun sağ üst köşesine adresinizi yazın. I hit my knee on the corner of the table. / Dizimi masanın köşesine vurdum.

Correct: Doğru, hatasız, uygun, düzeltmek, doğrulamak

Their eyesight can be corrected in just a few minutes by the use of a laser. / Onlar görme yeteneği bir lazer kullanılarak sadece bir kaç dakika içinde düzeltilebilir. Answered all the questions correctly. / Bütün sorular doğru şekilde cevaplandı.

Cost: Maliyet, fiyat

I didn’t get it because it cost too much. / Ben fiyatı çok fazla olduğu için onu almadım. Tickets cost ten dollars each. / Her bir biletin maliyeti on dolar.

Cottage: Kulübe, kır evi

a holiday cottage / bir tatil kulübesi

Cotton: Pamuk, pamuklu

Use a cotton ball to apply the lotion. / Losyon uygulamak için bir top pamuk kullanın.

Cough: Öksürük

She gave a little cough to attract my attention. / O benim dikkatimi çekmek için biraz öksürdü.

Could: Can’in geçmiş hali, -ebilidir, -ebilmek, -ebileceği

I couldn’t hear what they were saying. / Ben onların söylediklerini duyamadım. Could I use your phone, please? / Senin telefonunu kullanabilir miyim?

Council: Konsey, meclis, kurul

In Britain, the Arts Council gives grants to theatres. / İngilte’de Sanat Konseyi tiyatrolara hibe verir.

Count: Saymak

Billy can’t count yet. / Billy henüz sayamıyor.

Counter: Karşı, ters, aykırı, tezgah, gişe, sayaç

You need to reset the counter. / Sayacınızı sıfırlamanız gerekir.

Country: Ülke, memleket

leading industrial countries / önde gelen sanayileşmiş ülkeler

Countryside: Kırsal bölge

The surrounding countryside is windswept and rocky. / Kırsal bölgenin çevresi rüzgarlı ve kayalık.

County: İlçe, yerel yönetim bölgesi

county boundaries / ilçe sınırları

Couple: İki, birkaç, çift, eş, karı-koca, birleştirmek, bağlamak, çiftleşmek

We went there a couple of years ago. / Biz bir kaç yıl önce oraya gittik. The couple were married in 2006. / Çift 2006’da evlendi.

Courage: Cesaret

He showed great courage and determination. / O büyük cesaret ve kararlılık gösterdi.

Course: Kurs, seyir, rota, yön, koşmak

a two-year postgraduate course leading to a master’s degree / İki yıllık lisansüstü kurs yüksek lisans derecesini sağlıyor.

Court: Mahkeme, kort (tenis oynanan alan), saray

Her lawyer made a statement outside the court. / Onun avukatı mahkeme dışında bir açıklama yaptı.

Cousin: Kuzen

She’s my cousin. / O, benim kuzenim.

Cover: Kapak, örtü, kapatmak, örtmek

a cushion cover / bir yastık örtüsü

Covered: Kapalı, kaplı, örtülü, kapanmış

The walls were covered with pictures. / Duvarlar resimlerle kaplıydı.

Covering: Kaplama, örtü

He pulled the plastic covering off the dead body. / Ölünün üzerine plastik örtü çekti.

Cow: İnek, büyük dişi hayvan

Cow eats grass / İnek ot yer.

Crack: Çatlak, çatlama, çatırtı

Cracks began to appear in the walls. / Çatlaklar duvarlarda görünmeye başladı.

Cracked: Kırık, çatlak

cracked plates / çatlak tabaklar

Craft: Zanaat, sanat, beceri, hüner, gemi

Crash: Kaza, gürültü, çarpmak, batmak, parçalanmak

A truck went out of control and crashed into the back of a bus. / Bir kamyon kontrolden çıktı ve otobüsün arkasına çarptı.

o Crazy: Deli, çılgın, çıldırmış, aptal, mecnun

What a crazy idea! / Ne çılgın bir fikir!

Cream: Krem, kaymak, kremalı

a cream linen suit / bir krem keten takım elbise

Create: Oluşturmak, yaratmak

Scientists were disagree about how the universe was created. / Bilim adamları evrenin nasıl yaratıldığı hakkında anlaşamadı.

Creature: Yaratık, varlık, yaratılmış

She was an exotic creature with long red hair and brilliant green eyes. / O, kırmızı uzun saçı ve parlak yeşil gözleri ile egzotik bir yaratıktı.

Credit Card: Kredi kartı

All credit cards are accepted at our hotels. / Bizim otellerimizde tüm kredi kartları kabul edilir.

Credit:  Kredi, alacak, itibar, kredi vermek

a credit agreement / bir kredi anlaşması The bank refused further credit to the company. / Banka şirkete daha fazla kredi vermeyi reddetti.

Crime: Suç, cezalandırmak

the connection between drugs and organized crime / Uyuşturucu ve organize suçlar arasındaki bağlantı

Criminal: Suçlu, ceza

Crisis: Kriz, buhran, bunalım

We provide help to families in crisis situations. / Biz kriz durumlarındaki ailelere yardım sağlarız.

Crisp: Gevrek, sert, kıtır kıtır, canlı, kuru

The air was crisp and clear and the sky was blue. / Hava kuru ve açıktı ve gökyüzü maviydi.

Criterion: Kriter, ölçüt

The main criterion is value for money. / Ana kriter paranın miktarıdır.

Critical: Kritik, ciddi, hassas, önemli, eleştirici

a critical moment in our country’s history / Ülkemizin tarihinde kritik bir an.

Criticism: Eleştiri, tenkit, kınama

People in public life must always be open to criticism / Kamusal yaşamdan insanlar daima eleştiriye açık olmalıdır.

Criticize: Eleştirmek, değerlendirmek

The decision was criticized by environmental groups. / Karar çevre grupları tarafından eleştirildi.

Crop: Ürün, mahsül, kısa saç stili

Sugar is an important crop on the island. / Şeker adada önemli bir üründür

Cross: Çapraz, karşıya geçmek, kesişen, geçmek

They crossed the finishing line together . / Birlikte bitiş çizgisini geçtiler.

Crowd: Kalabalık, topluluk, yığın

Police had to break up the crowd. / Polis kalabalığı dağıtmak zorunda kaldı.

Crowded: Kalabalık, sıkışık, dolu

London was very crowded. / Londra çok kalabalıktı.

Crown: Taç, hükümdarlık, taht, taç giydirmek, süslemek

Crucial: Çok önemli, zor, kritik

The next few weeks are going to be crucial. / Önümüzdeki birkaç hafta çok önemli olacak.

Cruel: Zalim, acımasız, gaddar, merhametsiz, korkunç

I can’t stand with people who are cruel to animals. / Ben hayvanlara karşı zalim insanlarla duramam.

Cry:  Ağlamak, haykırmak, çoğlık, bağırmak, çığlık atmak

Her suicide attempt was really a cry for help. / Onun intihar girişimi gerçekten bir yardım haykırışıydı.

Cultural: Kültürel

Ottoman’s cultural heritage / Osmanlının kültürel mirası

Culture: Kültür

Istanbul is a beautiful city full of culture and history. / İstanbul tarih ve kültür dolu güzel bir şehirdir.

Cupboard: Dolap

kitchen cupboards / mutfak dolapları

Cup: Fincan, bardak, kupa

Would you like a cup of tea? / Bir fincan çay ister misiniz?

Curb: Frenlemek, sınırlamak, zaptetmek

curbs on government spending / hükümet harcamaları üzerinde sınırlandırmalar

Cure: Tedavi, iyileştirmek

Doctors cannot effect a cure if the disease has spread too far. / Hastalık çok fazla yayılırsa doktorlar tedaviyi etkileyemez. The cure took six weeks. / Tedavi altı hafta sürdü.

Curious: Meraklı, tuhaf, ilginç, acayip

They were very curious about the people who lived upstairs. / Onlar üst katta yaşayan insanlar hakkında çok meraklıydı.

Curl: Kıvırmak, bükmek, kıvırma, bükle, lüle

The baby had dark eyes and dark curls. / Bebeğin gözleri ve koyu bukleleri vardı.

Curly: Kıvırcık, bukleli

I wish my hair was curly. / Keşke saçım kıvırcık olsaydı.

Current: Akım, akıntı, geçerli, bugünkü

He swam against a strong current. O, güçlü bir akıntıya karşı yüzdü.

Currently: Şu anda, bugünlerde, halen

The hourly charge is currently £35. / Şu anda saatlik ücret 35 sterlindir.

Curtain: Perde, bölme, perdeyi kapatmak, perdelemek

a shower curtain / bir duş perdesi We left just before from the final curtain. / Final perdesinden az önce ayrıldık.

Curve: Eğri, kavis, viraj, eğmek, bükülmek

The road curved around the bay. / Körfez boyunca yol virajlı.

Custom: Gelenek, görenek, adet, töre, ısmarlama, sipariş üzerine yapılmış

the custom of giving presents at birthday / Doğum gününde hediye verme geleneği.

Customer: Müşteri, alıcı

The firm has excellent customer relations. / Firmanın müşteri ilişkileri mükemmeldir.

Customs: Gümrük, gelenekler

a customs officer / Bir gümrük memuru.

Cut: Kesmek, kesim, kesik

Blood poured from the deep cut on his arm. / Kolundaki derin kesikten kan döküldü.

Cycle: Devir, bisiklet, devir yaptırmak, bisiklete binmek

I usually cycle home through the park. / Ben genellikle park içinden eve bisiklet sürerim.

Cycling: Bisiklete binme

Cycling is Europe’s second most popular sport. / Bisiklete binme Avrupanın ikinci en popüler sporudur.

Dad: Baba, babacığım

Do you live with your mum or your dad?  / Anneniz ve babanız ile mi yaşıyorsunuz?

Daily: Günlük

Invoices are signed on a daily basis.  /  Faturalar günlük olarak imzalanır.

Damage: Zarar, hasar, zarar vermek, hasar vermek

Several vehicles were damaged in the crash.  /  Birkaç araç kazada hasar gördü. Smoking

seriously damages your health.  /  Sigara, sağlığınıza ciddi zararlar verir.

 Damp: Nem, rutubet, nemli, rutubetli

The cottage was cold and damp.  /  Kulübe soğuk ve nemliydi.

Dance: Dans, dans etmek

Do you want to dance?  /  Dans etmek ister misiniz?

Dancer: Dansçı, dansöz

She’s a fantastic dancer.  /  O harika bir dansçı.

 Dancing: Dans etme, oynama, dans

There was music and dancing till two in the morning.  /  Sabah ikiye kadar müzik ve dans vardı.

Danger: Tehlike, tehdit

Children’s lives are in danger every time they cross this road.  /  Bu yoldan geçen çocukların

hayatları her zaman tehlikede.

Dangerous: Tehlikeli

The situation is highly dangerous.  /  Durum son derece tehlikeli.

Dare: Cesaret etmek, meydan okumak, kalkışmak

How dare you talk to me like that?  /  Bana böyle konuşmaya nasıl cesaret ederisiniz?

Dark: Karanlık, koyu

Are the children afraid of the dark?  /  Çocuklar karanlıktan korkar mı?

Data: Veri, bilgi

This data was collected from 69 countries.  /  Bu bilgi 69 ülkeden toplandı.

Date: Tarih, tarih atmak, flört, çıkmak

Thank you for your letter dated 24th March.  /  24 Mart tarihli mektubun için teşekkür ederim.

Daughter: Kız, kız evlat, bağ, ilişki

We have two sons and a daughter.  /  Bizim iki oğlumuz ve bir kızımız var.

Day: Gün, gündüz

I saw Tom three days ago.  /  Ben üç gün önce Tom’u gördüm.

Dead: Ölü, ölmüş

He was shot dead by a gunman outside his home.  /   O, evinin önünde silahlı bir kişi tarafından

vurularak öldürüldü.

 Deaf: Sağır, işitme engelli, duyarsız

She was born deaf.  /  O, işitme engelli doğdu.

Deal: Çok, iş anlaşması, pazarlık, ele almak, değinmek

They spent a great deal of money.  /  Onlar muazzam çoklukta para harcadı.

Dear: Sevgili, değerli, aziz, içtenlikle, sevilen kimse

He’s one of my dearest friends.  /  O benim en değerli arkadaşlarımdan biri.

Death: Ölüm

the anniversary of his wife’s death  /  onun karısının ölüm yıl dönümü

Debate: Tartışma, müzakere, tartışmak, danışmak

We’re debating whether or not to go skiing this winter.  /  Biz bu kış kayağa gidip gitmeyeceğimizi

tartışıyortuz.

Debt: Borç, borçlu olma

I need to pay off all my debts before I leave the country.  /  Ben ülkeyi terk etmeden önce tüm

borçlarımı ödemeliyim.

Decade: On yıl

I saw him decade ago.  /  Ben onu on yıl önce gördüm.

Decay: Çürüme, bozulma

decaying city areas  /  çürüyen şehir alanları

December: Aralık

December the 12th and last month of the year.  /  Aralık yılın 12. ve son ayıdır.

Decide: Karar vermek, kararlaştırmak, sonuca varmak

It was difficult to decide between the two candidates.  /  Bu iki aday arasında karar vermek zor

oldu.

Decision: Karar

He is really bad at making decisions.  /  O, karar almada gerçekten kötüdür. We finally reached

a decision.  /  Biz sonunda bir karar vardık.

Declare: Bildirmek, açıklamak, beyan etmek, ilan etmek

Germany declared war on France on 1 August 1914.  /  Almanya 1 Ağustos 1914’te Fransa’ya

savaş ilan etti.

Decline: Düşüş, gerileme, azalma, geri çevirmek

She declined a second glass of wine and called for a taxi. /  Onlar ikinci bardak şarabı geri çevirdi

ve bir taksi çağırdı.

 Decorate: Süslemek, dekore etmek

They decorated the room with flowers and balloons.  /  Onlar odayı çiçekler ve balonlar ile

süsledi.

Decoration: Dekorasyon, süsleme

the elaborate decoration on the carved wooden door  /  oyma ahşap kapı üzerinde özenli

dekorasyon

Decorative: Dekoratif, süsleyici

purely decorative arches  /  tamamen dekoratif kemerler

Decrease: Azalma, düşüş, azaltmak, küçültmek

There has been some decrease in military spending this year.  /  Bu yıl askeri harcamalarda biraz

düşüş olmuştur.

Deep: Derin

Dig deeper!  /  Daha derin kaz!

Deeply: Derinden, çok, son derece

She is deeply religious. /  O son derece dindar.

Defeat: Yenilgi, mağlubiyet, engellemek, yenmek

The party faces defeat in the election.  /  Parti seçimlerde yenilgi ile karşı karşıya.

Defence: Savunma, koruma

The harbour’s sea defences are in poor condition.  /  Limanın deniz savunması kötü durum

içinde.

Defend: Savunmak, korumak

The male ape defends his females from other males.  /  Erkek maymun dişi maymununu diğer

erkeklerden korur.

Define: Tanımlamak, belirlemek, tarif etmek

Life imprisonment is defined as 60 years under state law.  /  Ömür boyu hapis devlet yasalarına

göre 60 yıl olarak tanımlanır.

Definite: Kesin, belirli, açık

Can you give me a definite answer until tomorrow?  /  Yarına kadar bana kesin bir cevap verebilir

misiniz?

Definitely: Kesinlikle, kesin olarak

The date of the move has not been definitely decided yet  / Hareket tarihi henüz kesin olarak

kararlaştırılmamıştır.

Definition: Tanım, tanımlama, açıklama, tarif

What’s your definition of happiness?  /  Sizin mutluluk tanımınız nedir?

Degree: Derece, aşama, lisans, diploma

an angle of ninety degrees  /  doksan derecelik bir açı Water freezes at 32 degrees Fahrenheit

(32°F) or zero/nought degrees Celsius (0°C).  /  Su 32 Fahrenayt derece veya 0 santigrat

derecede donar.

Delay: Gecikme, ertelemek, geciktirmek

He delayed telling her the news, waiting for the right moment.  /  Ona haberleri söylemeyi erteledi,

doğru an için bekliyor.

Deliberate: Kasıtlı, bilerek, planlanmış, ağır

She spoke in a slow and deliberate way.

Delicate: Hassas, narin

The eye is one of the most delicate organs of the body.  /  Gözler vücudun en hassas

organlarından biridir. Babies have very delicate skin.  /  Bebekler çok narin cilde sahiptir.

Delight: Zevk, keyif, sevinç, sevindirmek, hoşnut etmek

This news will delight his fans all over the world.  /  Bu haberler onun tüm dünyadaki hayranlarını

sevindirecek.

Delighted: Memnun, keyifli, hoşnut, sevinmek

She was delighted by/at the news of the wedding.  /  O düğün haberlerine sevindi.

Deliver: Teslim etmek, dağıtmak, vermek, iletmek

Leaflets have been delivered to every house.  /  Broşürler her eve teslim edildi.

Delivery: Teslim

Last 28 days for delivery.  /  Teslimat için son 28 gün.

Demand: Talep, istek, talep etmek, istemek

I demand to see the manager.  /  Ben yöneticiyi görmek istiyorum. She demanded an immediate

explanation.  / O hemen bir açıklama talep etti.

Demonstrate: Göstermek, kanıtlamak

These results demonstrate convincingly that our campaign is working.  /  Bu sonuçlar kampanya

çalışmamızın ikna edici olduğunu gösteriyor.

Dentist: Dişçi, diş doktoru

I went to dentist because my teeth decaying.  /  Dişlerim çürüdüğü için diş doktoruna gittim.

Deny: Reddetmek, yadsımak, yalanlamak, inkar etmek

The department denies responsibility for what occurred.  /   Bölüm yaşananların sorumluluğunu

reddediyor.

Department: Bölüm, departman, bakanlık

the English department  /  İngilizce bölümü

Departure: Gidiş, kalkış, ayrılış

Flights should be confirmed 48 hours before departure.  /  Uçuşlar kalkıştan 48 saat önce teyit

edilmelidir.

Depend: Bağlı, bağlı olmak, güvenmek

 

Deposit:  Koymak, yatırmak

Millions were deposited in Swiss bank accounts.  /  Milyonlar İsviçreli banka hesaplarına yatırıldı.

Depress: Moralini bozmak, bastırmak, sıkmak

Wet weather always depresses me.  /  Yağışlı hava daima beni sıkar.

Depressed: Bunalımlı, depresif, kederli, bastırılmış, çok üzgün

Depressed mood / Depresif ruh hali

Depressing: İç karartıcı, moral bozucu

Looking for a job these days can be very depressing.  /  Bugünlerde bir iş bakmak çok moral

bozucu olabilir.

Depth: Derinlik, dip

What’s the depth of the water here?  /  Burada suyun derinliği nedir?

Derive: Türetmek, çıkarmak

The word ‘politics’ is derived from a Greek word meaning ‘city’.  /  Politika kelimesi Yunanca şehir

anlamına gelen bir kelimeden türetilmiştir.

Describe: Tanımlamak, anlatmak, betimlemek, açıklamak

The current political situation in Vietnam is described in chapter 8.  /  Vietnam’daki mevcut siyasi

durum bölüm 8’de açıklanmıştır. Jim was described by his colleagues as ‘unusual’.  /  Jim

arkadaşları tarafından sıra dışı olarak tanımlandı.

Description: Tanımlama, tarif, betimleme

general description of the software  /  yazılımın genel tanımı

Desert: Çöl, bozkır, terk etmek

She was deserted by her husband.  /  O kocası tarafından terk edildi. Finding of water very

difficult in desert.  /  Çölde su bulmak çok zor.

Deserted: Issız, terk edilmiş, tenha

The office was completely deserted.  /  Ofis tamamen terk edilmişti.

Deserve: Hak etmek, layık olmak

They didn’t deserve to win.   /   Onlar kazanmayı hak etmedi.

Design: Dizayn, tasarı, tasarlamak, dizayn etmek

He designed and built his own house.  /  O kendi evini tasarladı ve inşa etti.

Desire: Arzu, istek

We all desire health and happiness.  /  Hepimiz sağlık ve mutluluk isteriz.

Desk: Masa, sıra, resepsiyon, büro

Desks were very beautiful designed.   /  Masalar çok güzel tasarlanmış.

Desperate: Umutsuz, çaresiz

Somewhere out there was a desperate man, cold, hungry, hunted.  /  Dışarda bir yerlerde

üşümüş, aç ve avlanan umutsuz bir adam vardı.

Despite: Rağmen, karşın

Her voice was shaking despite all her efforts to control it.  /  Tüm kontrol çabalarına rağmen sesi

titriyordu.

Destroy: Yıkmak, mahvetmek, yok etmek, harap etmek, imha etmek

They’ve destroyed all the evidence.  /  Onlar bütün kanıtları imha etti. You have destroyed my

hopes of happiness.  /  Sen benim mutluluk umutlarımı yıktın.

Destruction: İmha, tahrip, tahribat, yıkma

weapons of mass destruction   /  kitle imha silahları

Detail: Detay, ayrıntı, detayına girmek

This issue will be discussed in more detail in the next chapter.  /  Bu konu sonraki bölümde daha

detaylı olarak ele alınacaktır.

Determination: Belirleme, tespit, karar

factors influencing the determination of future policy  /  gelecek politikasının belirlenmesini

etkileyen faktörler

Determined: Kararlı, azimli

I’m determined to succeed.  /  Ben başarılı olmak için kararlıyım.

Develop: Geliştirmek, gelişmek

The child is developing normally.  /  Çocuk normal bir şekilde gelişiyor. The company develops

and markets new software.  /  Şirket yeni yazılım geliştirmekte ve pazarlamaktadır.

Development: Gelişme, ilerleme

a baby’s development in the womb  /  Anne karnındaki bir bebeğin gelişimi

Device: Cihaz, alet, makine

the world’s first atomic device  /   Dünyanın ilk atom cihazı

Devoted: Sadık, özverili

They are devoted to their children.  /  Onlar çocuklarına karşı özverilidir.

Devote: Adamak, tahsis etmek

She devoted herself to her career.  /  O, kendini kariyerine adadı.

Diagram: Diyagram, şema

The results are shown in diagram 2.  /  Sonuçlar şema 2’de gösterilir.

Diamond: Elmas, pırlanta

The lights shone like diamonds.  /  Işıklar elmas gibi parlıyordu.

Diary: Günlük, hatıra defteri

The writer’s letters and diaries will publish next year.  /  Yazarın mektupları ve günlükleri gelecek

yıl yayımlanacak.

Dictionary: Sözlük

a Turkish-English dictionary / bir Türkçe-İngilizce sözlük

Die: Ölmek

Her husband died suddenly last week.  /  Onun kocası geçen hafta aniden öldü.

Diet: Diyet, rejim, perhiz, rejim yapmak

a healthy, balanced diet  /  sağlıklı, dengeli bir diyet I’m doing a diet to lose weight  /  Ben

zayıflamak için diyet yapıyorum.

Difference: Fark, ayrım

There are no significant differences between the education systems of the two countries.  /  İki

ülkenin eğitim sistemi arasında önemli farklılıklar yok.

Different: Farklı, çeşitli

American English is significantly different from British English.  /  Amerikan İngilizcesi, İngiliz

İngilizcesinden önemli ölçüde farklıdır.

 Difficult: Zor, güç, çetin

It’s really difficult to read your writing.  /  Yazınızı okumak gerçekten zor.

Difficulty: Zorluk, güçlük, sıkıntı

children with severe learning difficulties  /  ciddi öğrenme güçlüğü olan çocuklar

Dig: Kazmak, kazı

They dug deeper but still found nothing.  /  Onlar daha derin kazdı. Fakat hâlâ hiçbir şey

bulunamadı.

Dinner: Akşam yemeği

What time do you serve dinner?/  Akşam yemeği servisiniz ne zaman?

Direct: Doğrudan, direkt, yönlendirmek, yönetmek, kontrol etmek

A new manager has been appointed to direct the project.  /  Projeyi yönetmek için yeni bir yönetici

atanmıştır.

Direction: Talimat, yön, yönetim, istikamet

The aircraft was flying in a northerly direction.  /  Uçak kuzey yönüne uçuyordu.

Directly: Doğrudan doğruya, direkt olarak, doğruca

He drove her directly to her hotel.  /  Onu doğruca otele götürdü.

Director: Yönetmen, müdür, yönetici

He’s on the board of directors.  /  O, yöneticiler kurulandadır.

Dirt: Kir, pislik, çamur

His clothes were covered with dirt.  /  Onun elbiseleri kirle kaplıydı.

Dirty: Kirli, pis, edepsiz, kirletmek

a dirty brown carpet /  kirli kahverengi bir halı

Disabled: Özürlü, engelli, sakat

He was born disabled.  /  O, engelli doğdu.

Disadvantage: Dezavantaj, zarar, aleyhte durum

One major disadvantage of the area is the lack of public transport.  /  Bölgenin önemli bir

dezavantajı toplu taşıma eksikliğidir.

Disagree: Uyuşmamak, anlaşamamak, katılmıyorum

Even friends disagree sometimes.  /  Arkadaşlar bile bazen anlaşamaz.

Disagreement: Anlaşmazlık, uyuşmazlık, ihtilaf

There is disagreement among archaeologists about age of the sculpture. / Heykelin yaşı

hakkında arkeologlar harasında bir anlaşmazlık var.

Disappear: Gözden kaybolmak, kaybolmak

The plane disappeared behind of a cloud.  /  Uçak bir bulutun arkasında kayboldu.

Disappoint: Hayal kırıklığına uğratmak

I hate to disappoint you, but I’m just not interested.  /  Sizi hayal kırıklığına uğratmak istemem

ama şimdi ilgilenmiyorum.

Disappointed: Hayal kırıklığına uğramış, kırgın

They were bitterly disappointed at the result of the game.  /  Onlar oyunun sonucunda acı bir

şekilde hayal kırıklığına uğradılar.

Disappointing: Hayal kırıklığı

The outcome of the court case was disappointing for the family involved.  /  Dava sonucu ilgili aile

için hayal kırıklığıydı.

Disappointment: Hayal kırıklığı, hüsran

Book early for the show to avoid disappointment.  /  Hayal kırıklığını önlemek için erken

rezervasyon yaptırın.

Disapproval: Onaylamama, reddetme

disapproval of his methods  /  onun onaylanmayan yöntemleri

Disaster: Felaket, facia

Thousands people died in the disaster.  /  Binlerce insan felakette öldü.

Disc: Disk, cd

This recording is available online or on disc.  /  Bu kayıt online veya disk üzerinde mevcuttur.

Discipline: Disiplin, bilim dalı

Her determination and discipline were admirable.  /  Onun kararlılığı ve disiplini takdire değerdi.

Discount: İndirim, iskonto

They’re offering a 10% discount on all sofas this month.  /  Onlar bu ay bütün kanepelerde % 10

indirim sunuyor.

Discover: Keşfetmek, bulmak

Scientists are working to discover a cure for AIDS.  /  Bilim adamları AIDS için bir çare bulmaya

çalışıyor.

Discovery: Buluş, bulgu, keşif, ortaya çıkarmak

The discovery of a child’s body in the river has shocked the community.  /  Nehirde bir çocuğun

cesedinin bulunması toplumu şoke etti. Researchers in this field have made some important

new discoveries.  /  Araştırmacılar bu alanda bazı önemli, yeni keşifler yapmışlar.

Discuss: Tartışmak, görüşmek

Have you discussed the problem with anyone?  /  Siz problemi herhangi biri ile görüştünüz mü?

They met to discuss the possibility of working together.  /  Onlar birlikte çalışma olasılığını

tartışmak için bir araya geldi.

Discussion: Tartışma, görüşme, müzakere

After considerable discussion, they decided to accept our offer.  /  Önemli tartışmadan sonra

onlar bizim teklifimizi kabul etmeye karar verdi.

Disease: Hastalık, rahatsızlık

It is not known what causes the disease.  /  Hastalığın nedenleri bilinmemektedir.

Disgust: Nefret, iğrenme, iğrendirmek, tiksindirmek

The level of violence in the film really disgusted me.  /   Filmdeki şiddetin seviyesi gerçekten beni

tiksindirdi.

Dish: Tabak, yemek, servis yapmak

a glass dish  /  bir cam tabak a vegetarian dish  /  bir vejetaryen yemeği

Dishonest: Sahtekar

Beware of dishonest traders in the tourist areas.  /  Turist bölgelerinde sahtekar tüccarlara dikkat

edin.

Dislike: Antipati, nefret, hoşlanmama, sevmeme

He did not try to hide his dislike of his boss.  /  Patronuna olan antipatisini gizlemeye çalışmadı.

Dismiss: Reddetmek, görevden almak, işten çıkarmak

 

Display: Göstermek, sergilemek, ekran, görüntü

a breathtaking display of aerobatics  /  nefes kesen akrobatik bir görüntü

Dissolve: Eritmek, dağıtmak, bozmak, yok etmek, fesh etmek

Salt dissolves in water.  /  Tuz suda çözünür.

Distance: Mesafe, uzaklık, ara, uzakta tutmak

the distance of the earth from the sun  /  dünyanın güneşten uzaklığı

 Distinguish: Ayırmak, ayırt etmek, ayrım yapmak

English law clearly distinguishes between murder and manslaughter.    /  İngiliz hukuku cinayet ve

adam öldürme arasında net bir ayrım yapar.

Distribute: Dağıtmak, yaymak, vermek

The newspaper is distributed free.  /   Gazete ücretsiz olarak dağıtılmaktadır.

Distribution: Dağıtım, dağılım

the unfair distribution of wealth  /  zenginliğin haksız dağılımı

District: Bölge

the City of London’s financial district  /  Londra şehrinin finansal bölgesi

Disturb: Bozmak, rahatsız etmek

I’m sorry to disturb you, but can I talk to you for a minute?  /   Seni rahatsız ettiğim için özür

dilerim, ama bir dakika konuşabilir miyiz?

Disturbing: Rahatsız edici, huzur bozucu

a disturbing piece of news  /  haberlerin rahatsız edici bir parçası

Divide: Bölmek, ayırmak

The cells began to divide rapidly.  /  Hücreler hızlıca bölünmeye başladı.

Division: Bölünme, bölme, bölüm, ayırma

the division of labour between the sexes  /  Cinsiyetler arasındaki iş bölümü

Divorced: Boşanmış, ayrılmış

My parents are divorced.  /  Benim ebeveynlerim boşanmış.

Divorce: Boşanma, ayrılık

I’d heard they’re divorcing.  /  Onların boşandığını duymuştum.

Doctor: Doktor, hekim

You’d better see a doctor about that cough.  /  Bu öksürük ile ilgili doktora görünsen iyi olur.

Document: Belge, döküman, belgelemek

Save the document before closing.  /  Kapatmadan önce belgeyi kaydedin.

Do: Yapmak, etmek

What are you doing this evening?  /  Bu akşam ne yapıyorsun?

Dog: Köpek

I took the dog for a walk.  /  Ben yürüyüş için bir köpek aldım.

Dollar: Dolar

Do you have thousand dollar?  /  Bin dolarınız var mı?

Domestic: İç, yerli, ev, bölgesel

Output consists of both exports and sales on the domestic market.  /  Üretim hem iç pazardaki

satışlardan hem de ihracattan oluşmaktadır.

Dominate: Hükmetmek, hakim olmak

As a child he was dominated by his father.  /  O bir çocukken babası tarafından yönetilirdi.

Door: Kapı, giriş, eşik

Close the door behind you, please.  /  Arkanızdaki kapıyı kapatın lütfen.

Dot: Nokta, işaret

There are dots above the letters i and j.  /  i ve j harflerinin üzerinde nokta vardır.

Double: Çift, ikili, iki kişilik, iki kat

Membership almost doubled in two years.  /  Üyeler iki yıl içinde neredeyse iki katına çıktı.

Doubt: Şüphe, kuşku, şüphelenmek

‘Do you think England will win?’  /  İngilitere’nin kazanacağını düşünüyor musunuz?

Down: Aşağı, aşağıda, altına, altında

The stone rolled down the hill.   /  Taş tepeden aşağı yuvarlandı.

Downstairs: Alt katta, aşağıdaki

We’re painting the downstairs.  /  Alt katta boyama yapıyoruz.

Downward: Aşağıya doğru

the downward slope of a hill  /  bir tepenin aşağı doğru eğimi

Dozen: Düzine, çok sayı

three dozen red roses  /  Üç düzine kırmızı gül

Draft: Taslak, tasarı, görevlendirmek

I’ll draft a letter for you.  /  Senin için bir mektup tasarlayacağım.

Drag: Sürüklemek, çekmek, yavaşça hareket etmek

They dragged her from her bed.  /  Onu yatağından sürüklediler.

Drama: Drama, dram, bir tiyatro oyunu

I studied English and Drama at college.  /  Ben üniversitede İngilizce ve Drama eğitimi aldım.

Dramatic: Dramatik, çarpıcı, etkileyici, heyecanlı, dikkat çekici

Prices have fallen dramatically.  /  Fiyatlar dikkat çekici şekilde düştü.

Draw: Çekmek, çizmek, çekme, kura

She drew a house.  /  Obir ev çizdi. The movie is drawing large audiences.  /  Film geniş kitleleri

çekiyor.

Drawer: Çekmece, dolap bölmesi, çek yazan kimse

the kitchen drawer  /  mutfak çekmecesi a cheque bearing the signature of the drawer  /  Çek

yazan kimsenin imzasını taşıyan bir çek

Drawing: Çizim

I’m not very good at drawing.  /   Ben çizimde çok iyi değilim.

Dream: Hayal, rüya, hayal etmek, rüya görmek

I dreamt about you last night.  /  Dün gece rüyamda seni gördüm.

Dress: Elbise, kıyafet, giyinmek

She dressed the children in their best clothes.  /  O çocuklara en iyi kıyafetlerini giydirdi. She

always dressed entirely in black.  /  O her zaman tamamen siyah giyinir.

Dressed: Giyinmiş

I can’t go to the door. I’m not dressed yet.  /  Ben kapıya gidemem. Henüz giyinmiş değilim.

Drink: İçmek, içki

What would you like to drink?  /   Ne içmek istersiniz? In hot weather, drink plenty of water.  /

Sıcak havada bol su iç. I don’t drink coffee.  /  Ben kahve içmem.

Drive: Sürme, sürüş, sürmek, kullanma

a drive through the mountains  /  dağlar arasında bir sürüş

Driver: Sürücü, şoför

The car comes equipped with a driver’s airbag.  /  Araba sürücü hava yastığı ile donatılmış

şekilde geliyor.

Driving: Sürme, sürüş, araba kullanma

dangerous driving  / tehlikeli sürüş

Drop: Damla, düşüş, düşmek, bırakmak, düşürmek

Mix a few drops of milk into the cake mixture.  /  Kek karışımı içine birkaç damla süt karıştırın. If

you want the job, you must be prepared to take a drop in salary.  / Sen iş istiyorsan maaşında bir

düşüşe hazır olmalısın. There was a substantial drop in the number of people out of work last

month.    /  Geçen ay işsiz insanların sayısında önemli bir düşüş vardı.

Drug: İlaç, uyuşturucu, ilaç vermek, uyuşturmak

He does not smoke or take drugs.  /  O sigara ya da uyuşturucu almaz. The drug has some bad

side effects.  /  İlacın bazı kötü yan etkileri vardır.

Drugstore: Eczane

 

Drum: Davul, davul çalmak

a regular drum beat  /  düzenli bir davul ritmi

Drunk: Sarhoş, mest, ayyaş

Police arrested him for being drunk and disorderly  /  Polis sarhoş ve taşkın olduğu için onu

tutukladı.

Dry: Kuru, kurak, kurutmak

He washed clothes and hung it out to dry.  /  O, elbiseleri yıkadı ve kuruması için dışarı astı.

Due: Nedeniyle, sayesinde, beklenen, zamanı gelmiş

The team’s success was largely due to her efforts.  /  Takımın başarısı büyük ölçüde onların

çabaları sayesindeydi.

Dull: Donuk, mat, sıkıcı, soluk

The first half of the game was pretty dull.  /  Oyunun ilk yarısı  çok sıkıcıydı. Her eyes were dull.  /

Onun gözleri çok donuk.

Dump: Çöplük, pis yer

How can you live in this dump?  /  Bu çöplükte nasıl yaşayabilirsiniz?

During: Sırasında, boyunca, esnasında

There are extra flights to Colorado during the winter.  /  Kış boyunca Colorado için ekstra seferler

bulunmaktadır.

Dust: Toz, tozunu almak

I broke the vase while I was dusting.  /  Ben tozunu alırken vazoyu kırdım.

Duty: Görev, hizmet

My duty to report offenders to the police  /  Suçluları polise bildirmek benim görevim

Dying: Ölen, ölmekte olan, ölüm

people who are dying  /  ölen insanlar

Each: Her, her bir

Each answer is worth 20 points.  /  Her cevağ 20 puan değerindedir.

Each other: Birbiri, birbirine, birbirini

They looked at each other and laughed.  /  Onlar birbirine baktı ve güldü. We can wear each

other’s clothes.  /  Biz birbirimizinm elbiselerein giyebiliriz.

Ear: Kulak

She whispered something in his ear.  /  Onun kulağına bir şeyler fısıldadı.

Early: Erken, ilk, eski, erkenden

We arrived early the next day.  /  Biz ertesi gün erkenden vardık.

Earn: Kazanmak, para kazanmak

He earns about $40000 a year.  /  O bir yılda yaklaşık 40000 dolar kazanır.

Earth: Dünya, toprak, yeryüzü

The earth revolves around the sun.  /  Dünya güneşin etrafında döner. I must be the happiest

person on earth!  /  Yeryüzündeki en mutlu kişi olmalıyım.

Ease: Kolaylaştırmak, hafifletmek, rahat, kolaylık

The plan should ease traffic congestion in the town.  /  Plan kasabadaki trafik sıkışıklığını

rahatlatmalı.

Easily: Kolayca, muhtemelen

The museum is easily accessible by car.  /  Araba ile kolayca müzeye erişilebilir.

East: Doğu, doğuya doğru

Travel of east  /  Doğu seyahati

Eastern: Doğu, doğuya ait

Eastern Europe  /  Doğu Avrupa

Easy: Kolay, basit, rahat

an easy exam  /  kolay bir sınav I’ll agree to anything for an easy life.  /  Rahat bir yaşam için her

şeyi kabul edeceğim.

Eat: Yemek, yemek yemek, tüketmek

I don’t eat meat.  /  Ben et yemem. Would you like something to eat? /  Bir şey yemek ister

misiniz?

Ekonomic: Ekonomik, iktisadi, hesaplı

social, economic and political issues  /  sosyal, ekonomik ve siyasi konular.

Economy: Ekonomi, iktisat

Ireland was one of the fastest-growing economies in Western Europe in the 1990s.  /  İrlanda

1990’larda Batı Avrupa’da en hızlı büyüyen ekonomilerden biriydi.

Edge: Kenar

He stood on the edge of the cliff.  /  O, uçurumun kenarında durdu.

Edition: Baskı, yayın, tiraj

She collects first editions of Victorian novels.  /  O Viktoria dönemine ait romanların ilk

baskılarını toplar. The dictionary is now in its eighth edition.  /  Sözlük şimdi 8. baskıda.

Editor: Editör, yayımcı

the editor of the Todays Zaman  /  Todays Zaman’ın editörü

Educated: Eğitim görmüş, okumuş, tahsilli, eğitimli

privately educated children  /  özel eğitimli çocuklar

Educate: Eğitmek, yetiştirmek, okutmak, eğitim almak

She was educated in the US.  /  O, ABD’de eğitim aldı.

Education: Eğitim, öğretim

She completed her education in 1995.  /  O eğitimini 1996’te tamamladı.

Effect: Etki, tesir, sonuç, kişisel eşyalar

The insurance policy covers all baggage and personal effects.  /  Sigorta poliçesi tüm bagajları ve

kişisel eşyaları kapsar. The stage lighting gives the effect of a moonlit scene.  /  Sahne

aydınlatması ay ışığının aydınlattığı sahne etkisi verir. the beneficial effects of exercise  /

egzersizin yararlı sonuçları

Effective: Etkili

Aspirin is a simple but highly effective treatment.  /  Aspitin basit ama son derece etkili bir tedavi

yöntemidir.

Effectively: Etkin biçimde, etkili şekilde

The company must reduce costs to compete effectively.  /  Şirket etkin biçimde rekabet edebilmek

için maliyetleri azaltmalıdır.

Efficient: Verimli, etkili

We offer a fast, friendly and efficient service.  /  Biz hızlı, samimi ve verimli bir hizmet sunuyoruz.

Effort: Çaba, gayret

We arrived with effort of driver  /  Şöfürün çabası ile ulaştık.

Egg: Yumurta

The female sits on the eggs until they hatch.  /  Dişi onlar yumurtadan çıkana kadar yumurtalarda

oturur.

Eighteen: On sekiz

She is eighteen years old.  /  O, on sekiz yaşında

Eight: Sekiz

I was born eight years ago  /  Ben sekiz yıl önce doğdum.

Eighth: Sekizinci

the eighth century  /  sekizinci yüzyıl

Eighty: Seksen

My grandfather is eighty years old.  /  Benim büyük babam seksen yaşında.

Either: ya da, ikisinden biri,

I’m going to buy either a camera or a DVD player with the money.  /  Ben para ile bir camera ya

da DVD oynatıcıdan birini almaya gidiyorum.

Elbow: Dirsek

He’s fractured his elbow.  /   Onun dirseği kırıktı.

Elderly: Yaşlı, ihtiyar

an elderly couple  /  ihtiyar bir çift

Elect: Seçmek

the newly elected government  /  yeni seçilen hükumet She became the first black woman to be

elected to the Senate.  /  O, senato için seçilen ilk siyah kadın oldu.

Election: Seçim

In America, presidential elections are held every four years.  /  Aerika’da başkanlık seçimleri her

dört yılda bir yapılır.

Electrical: Elektrik, elektrikli

an electrical fault in the engine  /  motorda bir elektrik arızası

Electric: Elektrik, heyecan verici

an electric generator  /  bir elektrik jeneratörü The atmosphere was electric.  /  atmosfer heyecan

vericiydi.

Electricity: Elektrik

The electricity is off  /  Elektrik kapalı

Electronic: Elektronik

This dictionary is available in electronic form.  /  Bu sözlük elektronik ortamda mevcuttur.

Elegant: Zarif, şık, çekici

She was tall and elegant.  /  O uzun ve zarifti.

Element: Eleman, öge, unsur

Cost was a key element in our decision.  /  Maliyet bizim kararımızda önemli bir unsurdu.

Elevator: Asansör, kaldırıcı

I went up to the fifth floor with elevator.  /  Asansörle beşinci kata çıktım.

Eleven: On bir

She was chosen for the first eleven.  /   O, ilk on bir için seçildi.

Else: Başka, ilaveten, yoksa, aksi halde

What else did he say?  /  O başka ne söyledi? Ask somebody else to help you.  /  Yardım için

başkasından rica et.

Elsewhere: Başka yer, başka yerde

The answer to the problem must be sought elsewhere.  /   Sorunun cevabı başka yerde

aranmalıdır. Our favourite restaurant was closed, so we had to go elsewhere.  /  Bizim favori

restoranımız kapalıydı, bu yüzden biz başka yere gittik.

Email: E-posta, elektronik posta, elektronik posta göndermek, e-posta göndermek

Patrick emailed me yesterday.  /  Patrick dün bana elektronik posta gönderdi.

Embarrassed: Mahcup, utangaç, utanmış

I’ve never felt so embarrassed in my life!  /  Ben hayatımda hiç böyle mahcup hissetmemiştim.

Embarrass: Utandırmak, sıkıntı vermek

I didn’t want to embarrass him by kissing her in front of her friends.  /   Ben arkadaşlarının önünde

öperek onu utandırmak istemedim. The speech was deliberately designed to embarrass the

prime minister.  /  Konuşma başbakana sıkıntı vermek için kasıtlı olarak tasarlanmıştı.

Embarrassing: Utanç verici, can sıkıcı, utandırıcı

an embarrassing mistake  /  utanç verici bir hata

Embarrassment: Utanma, sıkıntı

Her resignation will be a severe embarrassment to the party.  /  Onun istifası parti için ciddi bir

sıkıntı olacaktır.

Emerge: Çıkmak, ortaya çıkmak

She finally emerged from her room at noon.  /  O, nihayet öğle saatlerinde odasından çıktı.

Emergency: Acil durum, tehlike

This door should only be used in an emergency.  /  Bu kapı sadece acil durumlarda

kullanılmaktadır.

Emotional: Duygusal, hassas

a child’s emotional and intellectual development  /  çocuğun duygusal ve zihinsel gelişimi

Emotion: Duygu, his

He lost control of his emotions.  /  O duygularının kontrolünü kaybetti.

Emphasis: Vurgu, önem

The course has a vocational emphasis.  /  Kursun mesleki bir önemi vardır.

Emphasize: Vurgulamak

‘This must be our top priority,’ he emphasized.  /  “Bu bizim en önceliklimiz olmalı” diye vurguladı.

Empire: İmparatorluk

the Roman empire  /  Roma imparatorluğu

Employee: İşçi, eleman, personel, görevli, çalışan

The firm has over 500 employees.  /  Firma 500’ün üzerinde çalışana sahip.

Employ: İş vermek, istihdam etmek, çalıştırmak, görevlendirmek, kullanmak

How many people does the company employ?  /  Şirket ne kadar insanı istihdam eder?

Employer: İşveren, patron

They’re very good employers  /  Onlar çok iyi işverendir.

Employment: İş, görev, istihdam

conditions of employment  /  istihdam koşulları

Empty: Boş, boşaltmak,

He emptied the ashtrays, washed the glasses and went to bed.  /  O kül tablalarını boşalttı,

bardakları yıkadı ve yatağa gitti.

Enable: Etkinleştirmek, olanak tanımak, izin vermek

The software enables you to create your own DVDs.  /  Yazılım kendi DVDlerinizi oluşturmanıza

olanak sağlar.

Encounter: Karşılaşmak, rastlaşmak

Three of them were killed in the subsequent encounter with the police.  /  Onlardan üçü polisle

sonraki karşılaşmalarında öldürüldü.

Encourage: Teşvik etmek, cesaretlendirmek, desteklemek

My parents have always encouraged me in my choice of career.  /  Ebeveynlerim kariyer

seçimimde daima beni destekler. Banks actively encourage people to borrow money.  /  Bankalar

aktif olarak insanları borç almaya teşvik eder.

Encouragement: Teşvik, destek

a few words of encouragement  /  birkaç destek sözü

End: Son, uç, bitirmek, bitmek

The road ends here.  /  Yol burada bitiyor. How does the story end?  /  Hikayenin sonu nasıl?

Ending: Son, bitirme, sona erme

the anniversary of the ending of the Pacific War  /  Pasifik Savaşı’nın bitiş yıl dönümü

Enemy: Düşman, hasım

He has a lot of enemies in the company.  /  Onun şirkette birçok düşmanı var. Poverty and

ignorance are the enemies of progress.  /  Yoksulluk ve cehalet ilerlemenin düşmanlarıdır.

Energy: Enerji, güç, kuvvet

It’s a waste of time and energy.  /  O, enerji ve zaman kaybıdır.

Engaged: Meşgul, nişanlı

I was very engaged.  / Ben çok meşgüldüm. When did you get engaged?  /  Siz ne zaman

nişanlandınız?

Engage: Meşgu

It is a movie that engages both the mind and the eye.  /  O film gözleri ve zihni meşgul eder.

Engine: Motor, makine

My car had to have a new engine.  /  Arabamın yeni bir motoru olması gerekir.

Engineer: Mühendis

They’re sending an engineer to fix the phone.  /  Onlar telefonun tamiri için bir mühendis

gönderdi.

Engineering: Mühendislik

The bridge is a triumph of modern engineering.  /  Köprü modern mühendisliğin başarısıdır.

Enjoyable: Eğlenceli, zevkli, keyifli

an enjoyable weekend  /  eğlenceli bir hafta

Enjoy: Hoşlanmak, eğlenmek, tadını çıkarmak, keyif almak

Thanks for a great evening. I really enjoyed it.  /  Harika akşam için teşekkürler. Ben gerçekten

keyif aldım.

Enjoyment: Zevk, haz, eğlenme, keyif alma, mutluluk

The rules are there to ensure everyone’s safety and enjoyment.  /  Kurallar herkesin güvenliğini

ve mutluluğunu sağlamak için vardır. Children like to share interests and enjoyments with their

parents.  /  Çocuklar ebeveynleri ile ilgi ve zevklerini paylaşmaktan hoşlanırlar.

Enormous: Çok büyük, devasa, muazzam, kocaman

The problems facing the President are enormous.  /  Başkanın karşılaştığı sorunlar çok büyük.

Enough: Yeter, yeterli, yeterince

This house isn’t big enough for us.  /  Bu ev bizim için yeterince büyük değil.

Enquiry: Soruşturma, araştırma, sorgu, soru

a murder enquiry  /  bir cinayet soruşturması enquiries from prospective students  /  aday

öğrencilerden gelen sorular

Ensure: Sağlamak, garantiye almak

Victory ensured them a place in the final.  /  Zafer, onların finaldeki yerini garantiye aldı.

Enter: Girmek, giriş, katılmak, içeri girmek

Knock before you enter.  /  İçeri girmeden önce kapıyı çalın.

Entertain: Ağırlamak, misafir etmek, eğlendirmek, hoşça vakit geçirmek

Barbecues are a good way of entertaining friends.  /  Barbekü arkadaşları ağırlamanın iyi bir

yoludur.

Entertaining: Eğlendirici

I found the talk both informative and entertaining.  /  Ben konuşmayı bilgilendirici ve eğlendirici

buldum. She was always so funny and entertaining.  /  O daima çok komik ve eğlenceliydi.

Entertainment: Eğlence, ağırlama

There will be live entertainment at the party.  /  Partide canlı eğlence olacaktır.

Enthusiasm: Coşku, heyecan, heves, şevk

I can’t say I share your enthusiasm for the idea.  /  Fikir için senin heyecanını paylaştığımı

söyleyemem.

Enthusiastic: Hevesli, coşkulu, istekli, heyecanlı

an enthusiastic supporter  /  coşkulu bir destekçi

Entire: Tüm, bütün, tam, hepsi

The entire village was destroyed.  /  Tüm köy yıkıldı. I have never in my entire life heard such

nonsense!  /  Ben bütün hayatım boyunca böyle bir saçmalık duymadım.

Entirely: Tamamen

I entirely agree with you.  /  Ben sizinle  tamamen aynı fikirdeyim.

Entitle: Yetki vermek, ünvan vermek, hak etmek, isimlendirmek

You will be entitled to your pension when you reach 65.  /  65 yaşına ulaştığınız zaman emekliliği

hak edeceksiniz. He read a poem entitled ‘Salt’.  /  Tuz isimli bir şiiri okudu.

Entrance: Giriş, antre

the entrance to the museum  /  müze girişi I’ll meet you at the main entrance.  /  Ana girişte

seninle buluşacağız.

Entry: Giriş, girdi, kayıt

The children were surprised by the sudden entry of their teacher.  /  Öğretmenleri aniden gireren

çocukları şaşırttı.

Envelope: Zarf

a prepaid envelope  /  ön ödemeli bir zarf

Environmental: Çevresel

the environmental impact of pollution  /  kirliliğin çevresel etkileri

Environment: Çevre, ortam

An unhappy home environment can affect a child’s behaviour.  /  Mutsuz bir ev ortamı çocuğun

davranışlarını etkileyebilir. measures to protect the environment  /  çevreyi korumak için önlemler

Equal: Eşit, aynı, denk, =

2x plus y equals 7 (2x+y=7)   /  2x artı y eşittir 7 (2x+ty=7) A metre equals 39.38 inches.  /  Bir

metre 39.38 inçe eşittir.

Equally: Eşit olarak, aynı derecede

Diet and exercise are equally important.  /  Diyet ve egzersiz aynı derecede önemlidir. We try to

treat every member of staff equally.  /  Biz kadronun her üyesine eşit olarak davranmaya

çalışıyoruz.

Equipment: Ekipman, donanım, teçhizat, araç, gereç

The equipment of the photographic studio was expensive.  /  Fotoğraf stüdyosunun ekipmanları

pahalı.

Equivalent: Eş değer, karşılık

Send €20 or the equivalent in your own currency.  /  20 euro ya da sizin kendi para biriminizdeki

karşılığını gönderin.

Error: Hata, yanlışlık

No payments were made last week because of a computer error.  /  Bir bilgisayar hatasından

dolayı geçen hafta ödeme yapılmadı.

Escape: Kaçış, kurtulma, kaçma

Two prisoners have escaped.  /  İki mahkum kaçtı. They were caught trying to escape.  /  Onlar

kaçmaya çalışırken yakalandı.

Especially: Özellikle, bilhassa

I love Rome, especially in the spring.  /  Roma’yı seviyorum, özellikle baharda.

Essay: Deneme, girişim

His first essay in politics was a complete disaster.  /  Onun politikadaki ilk girişimi tam bir felaketti.

Essential: Gerekli, zorunlu, başlıca, asıl gerekli olan şey, şart

the essentials of English grammar  /  İngilizce gramerin şartları

Essentially: Esasen, aslında, başlıca

He was, essentially, a teacher, not a manager.  /  O aslında bir öğretmendi, yönetici değil.

Establish: Kurmak, belirlemek, saptamak, yapmak

The committee was established in 1912.  /  Komite 1912’de kuruldu.

Estate: Arazi, mülk, miras

He left estate valued at a million dollars.  /  Bir milyon değerinde miras bıraktı. a 3000-acre estate

/  3000 dönümlük arazi

Estimate: Tahmin, tahmin etmek

The satellite will cost an estimated £400 million.  /  Uydu tahminen 400 milyon paunda mal

olacak.

Euro: Euro, Avrupa Birliği para birimi

the value of the euro against the dollar  /  dolar karşısında euronun değeri

Even: Bile, dahi, hatta, eşit, düz

Our points are now even.  /  Puanlarımız şimdi eşit. You need an even surface to work on.  /

Üzerinde çalışmak için düz yüzeye ihtiyacınız var.

Evening: Akşam

I’ll see you tomorrow evening.  /  Yarın akşam seni göreceğim.

Event: Olay, durum, vaka

The election was the main event of 2008.   /  Seçim 2008’in ana olayıydı.

Eventually: Sonunda, nihayet, neticede

She hopes to get a job on the local newspaper and eventually work for ‘The Times’.  /  O yerel bir

gezetede bir iş ve sonunda da The Times için çalışmayı umuyor.

Ever: Hiç, asla, hep

 

Everybody:  Herkes

Have you asked everybody?  /  Herkese sordunuz mu?

Every: Her

She knows every student in the school.  /  O, okuldaki her öğrenciyi bilir.

Everyone: Herkes

Everyone has a chance to win.  /  Herkes kazanmak için bir şansa sahip. Everyone brought their

partner to the party.  /  Herkes partiye partnerini getirdi.

Everything: Her şey

When we confronted him, he denied everything.  /  Onunla yüzleştiğimizde, o her şeyi inkar etti.

Everywhere: Her yer, her yerde

I’ve looked everywhere.  /  Ben her yere baktım. He follows me everywhere.   /  O her yerde beni

takip eder.

Evidence: Kanıt, delil, bulgu, kanıtlamak

We found further scientific evidence for this theory.  /  Bu teori için daha fazla bilimsel kanıt

bulduk.

Evil: Kötü, fena

the eternal struggle between good and evil  /  İyi ve kötü arasındaki sonsuz mücadele

Exact: Tam, kesin, doğru

She gave an exact description of the attacker.  /  O, saldırganın tam tanımını verdi.

Exactly: Tam olarak, aynen, kesinlikle

I know exactly how she felt.  /  Neler hissettiğini tam olarak biliyorum. Where exactly did you stay

in France?  /  Fransa’da tam olarak nerede kaldınız?

Exaggerated: Abartılı, aşırı

He looked at me with exaggerated surprise.  /  O, aşırı şaşkınlıkla bana baktı.

Exam: Sınav

I got my exam results today.  /  Bugün sınav sonuçlarımı aldım.

Examination: Sınav, inceleme, muayene

successful candidates in TOEFL examinations  /  TOEFL sınavlarında başarılı olan adaylar.

Examine: İncelemek, sınamak, sorgulamak

These ideas will be examined in more detail in Chapter 10.  /  Bu fikirler bölüm 10’da daha detaylı

incelenecek.

Example: Örnek, misal

This dictionary has many examples of how words are used.  /  Bu sözlükte kelimelerin nasıl

kullanıldığını gösteren çok örnek var.

Excellent: Mükemmel

She speaks excellent French.   /   O mükemmel Fransızca konuşur.

Except: Hariç, haricinde, hariç, başka

I didn’t tell him anything except that I need the money.  /  Ben para ihtiyacının dışında ona

herhangi bir şey anlatmadım.

Exception: İstisna

Most of the buildings in the town are modern, but the church is an exception.  /  Kasabadaki

binaların çoğu modern, fakat kilise bir istisna.

Exchange: Değiştirmek, değiş tokuş, takas, bozdurma

You can exchange your currency for dollars in the hotel.  /  Otelde kendi para biriminizi dolar için

bozdurabilirsiniz.

Excited: Heyecanlı, coşkulu

Some drivers become excited when they’re in traffic.  /  Bazı sürücüler trafikte oldukları zaman

heyecanlanırlar.

Excite: Heyecanlandırmak, uyarmak, tahrik etmek

The prospect of a year in India greatly excited her.  /  Hindistan’da bir yıl ihtimali onu çok

heyecanlandırdı.

Excitement: Heyecan, coşku, uyarılma

The news caused great excitement among her friends.  /  Haber, onun arkadaşları arasında

büyük heyecana neden oldu.

Exciting: Heyecan verici

one of the most exciting developments in biology in recent years  /  son yıllarda biyolojideki en

heyecan verici gelişmelerden biri

Exclude: Dışlamak, hariç tutmak, çıkarmak, dışında

The cost of borrowing has been excluded from the inflation figures.  /  Borçlanma maliyeti

enflasyon rakamlarının dışında tutulmuştur.

Excluding: Hariç

Lunch costs £10 per person, excluding drinks.  /  Öğle yemeği ücreti kişi başına 10 sterlin,

içecekler hariç.

Excuse: Bahane, mazeret, bağışlamak, affetmek

You must excuse my father. /  Siz babamı bağışlamalısınız. Nothing cannot excuse for such

rudeness.  /  Hiçbir şey böyle terbiyesizlik için bahane olamaz.

Executive: Yönetici, idareci, yürütme, yönetme

She has an executive position in a finance company.  /  O bir finans şirketinde yönetici

pozisyonuna sahip.

 Exercise: Egzersiz, alıştırma, egzersiz yapmak, uygulamak, kullanmak

How often do you exercise?  /  Ne sıklıkla egzersiz yaparsınız?

Ex: Önceki, eski

ex-wife   /  eski eş

Exhibit: Sergi, sergilemek, göstermek, sergilenen şey

The museum contains some interesting exhibits on Spanish rural life.  /  Müze İspanyol kırsal

hayatının bazı sergilerini içerir.

 Exhibition: Sergi, sergileme, teşhir, gösteri

Have you seen the Picasso exhibition?  /  Picasso sergisini gördünüz mü?

Existence: Varlık, var oluş

I was unaware of his existence until today.  /  Ben bugüne kadar onun varlığından habersizdim.

Exist: Var olmak, bulunmak

Does life exist on other planets?  /  Diğer gezegenlerde hayat var mı?

Exit: Çıkmak, çıkış

There is a fire exit on each floor of the building.  /  Binanın her katında yangın çıkışı var.

Expand: Genişletmek, büyütmek, genişlemek, büyümek

Metals expand when they are heated.  /  Metaller ısındığı zaman genişler.

Expectation: Beklenti, umut

There was a general expectation that he would win.  /  Onun kazanacağına dair genel bir beklenti

var.

Expected: Beklenen

this year’s expected earnings  /  bu yılın beklenen kazançları

Expect: Beklemek, ummak

We are expecting a rise in food prices this month.  /  Biz bu ay gıda fiyatlarında bir artış

bekliyoruz.

Expense: Gider, masraf, harcama

She always travels first-class regardless of expense.  /  O daima maliyet gözetmeden birinci sınıf

seyahat eder.

Expensive: Masraflı, pahalı

I can’t buy it, it’s too expensive.  /  Ben onu alamam, çok pahalı.

Experienced: Deneyimli, tecrübeli

She’s very young and not very experienced.  /  O çok genç ve tecübeli değil.

Experience: Deneyim, tecrübe, yaşamak

Everyone experiences these problems at some time in their lives.   /  Herkes yaşamının bazı

dönemlerinde böyle problemler yaşar.

Experiment: Deney, deneme

 

Expert: Uzman, bilirkişi

They are all expert in this field.  /  Onlar bu alanda uzmandır.

Explain: Açıklamak, anlatmak, izah etmek

First, I’ll explain the rules of the game.  /  İlk olarak, ben oyunun kurallarını açıklayacağım.

Explanation: Açıklama, izah

The book opens with an explanation of why some drugs are banned.  /  Kitap niçin bazı ilaçların

yasaklandığının açıklaması ile başlar.

Explode: Patlamak, patlatmak

The firework exploded in his hand.  /  Havai fişek onun elinde patladı.

Explore: Keşfetmek, araştırmak

As soon as we arrived on the island we were eager to explore.  /  Biz adaya ulaşır ulaşmaz

keşfetmek için istekliydik.

Explosion: Patlama, infilak

300 people were injured in the explosion.  /  Patlamada 300 kişi yaralandı.

Export: İhracaat, ihraç etmek, ihraç ürünü

the country’s major exports  /  ülkenin önemli ihraç ürünleri a ban on the export of live cattle  /

canlı sığır ihracaatında yasak

Expose: Ortaya çıkarmak, göstermek, sergilemek, gerçekleri açıklamak

My job as a journalist is to expose the truth.  /  Bir gazeteci olarak benim görevim gerçeği ortaya

çıkarmaktır.

Express: Ekspres, hızlı, açık, nakliye

express delivery services  /  hızlı dağıtım hizmeti an air express company  /  bir hava nakliye

şirketi

Expression: İfade, anlatım, tabir

an expression of support  /  bir destek ifadesi

Extend: Uzatmak, genişletmek, yaymak

There are plans to extend the no-smoking area.  /  Sigara içilmeyen alanı genişletmek için planlar

var.

Extension: Uzatma, genişletme, ek, ilave

 

Extensive: Geniş, yaygın, büyük ölçüde

The fire caused extensive damage.  /  Yangın büyük ölçüde zarara neden oldu.

Extent: Derece, kapsam, ölçü

I was amazed at the extent of his knowledge.  /  Onun bilgi derecesine şaşırdım.

Extra: Ekstra, ilave, ek, ayrıca

I need to earn a bit extra this month.  /  Bu ay biraz ekstra kazanmalıyım.

Extraordinary: Olağanüstü, sıradışı

The president took the extraordinary step of apologizing publicly for his behaviour!  /  Başka

davranışları için açıkça özür dileyerek olağanüstü bir adım attı.

Extreme: Aşırı, son derece

We are working under extreme pressure at the moment.  /  Biz şu anda aşırı basınç altında

çalışıyoruz.

Extremely: Aşırı derecede, fazlasıyla

Their new CD is selling extremely well.  /  Onların yeni CDsi fazlasıyla iyi satılıyor.

Eye: Göz, bakış, gözetlemek, izlemek

There were tears in his eyes.  /  Gözlerinde yaş vardı.

Face: Yüz, cephe, yüzleşmek, bakmak, karşı karşıya

Most of the rooms face the sea.  /  Odaların çoğu denize bakıyor. The company is facing a

financial crisis.  /  Şirket finansal bir krizle karşı karşıya.

Facility: Tesis, olanak, kolaylık

The hotel has special facilities for welcoming disabled people.  /  Otel engelli insanları karşılamak

için özel tesislere sahiptir. the world’s largest nuclear waste facility  /  dünyanın en büyük nükleer

atık tesisi

Fact: Gerçek, olgu, durum

How do you account for the fact that unemployment is still rising?  /  İşsizliğin hala arttığı

gerçeğini siz nasıl açıklarsınız?

Factor: Etken, etmen, faktör

The result will depend on a number of different factors.  /   Sonuç, bir dizi farklı etkene bağlı

olacaktır.

Factory: Fabrika, imalathane

a car factory  /  bir araba fabrikası factory workers / fabrika çalışanları

Fail: Başarısız, başarısız olmak, zayıf not, yapmamak

What will you do if you fail?  /  Başarısız olursan ne yapacaksın?

Failure: Başarısızlık

The success or failure of the plan depends on you.  /  Planın başarısı ya da başarısızlığı size

bağlıdır.

Faint: Sönük, soluk, zayıf, baygın, hafif

The walkers were faint from hunger.  /  Yürüyüşçüler açlıktan bayıldı.

Fair: Adil, uygun, açık, güzel

In the end, a draw was a fair result.  /  Sonuçta beraberlik adil bir sonuçtu. The new tax is fairer

than the old system.  /  Yeni vergi sistemi eski sistemden daha adil.

Fairly: Dürüstçe, oldukça

He has always treated me very fairly.  /  O her zaman bana çok dürüstçe davrandı.

Faith: İnanç, iman, güven, niyet

We’ve lost faith in the government’s promises.  /  Biz hükümetin vaatlerine olan inancımızı

kaybettik.

Faithful: Sadık, imanlı, mümin, vefalı

I have been a faithful reader of your newspaper for many years.  /  Ben uzun yıllardır sizin

gazetenizin sadık okuyucusuyum.

Faithfully: İnançla, içtenlikle, bağlılıkla, doğrulukla, tam olarak

The events were faithfully recorded in her diary.  /  Olaylar tam olarak onun günlüğüne kaydedildi.

She promised faithfully not to tell anyone my secret.  /  O benim sırrımı kimseye anlatmayacağına

içtenlikle söz verdi.

Fall: Düşmek, yıkılmak, dökülmek, sonbahar

I had a bad fall and broke my arm.  /  Ben kötü düştüm ve kolum kırıldı.

False: Yanlış, sahte

She gave false information to the insurance company.  /  O sigorta şirketine yanlış bilgi verdi.

Fame: Ün, şan, şöhret

She went to Hollywood in search of fame and fortune.   /  O, şöhret ve servet arayışı içinde

Hollywood’a gitti.

Familiar: Tanıdık, aşina, bilinen

I couldn’t see any familiar faces in the room.  /  Ben odada hiç tanıdık yüz göremedim.

Family: Aile, soy, familya

It’s a family tradition.  /  O bir aile geleneği.

Famous: Ünlü, meşhur, tanınmış

One day, I’ll be rich and famous.  /  Bir gün, ben zengin ve ünlü olacağım.

Fancy: Fantezi, süslü, fahiş

a kitchen full of fancy gadgets  /  süslü araçlar dolu bir mutfak

Fan: Fan, yelpaze, vantilatör, hava vermek, hayran, fanatik

a big fan of Madonna  /  Madonna’nın büyük bir hayranı a fan heater  /  ısıtıcı bir fan

Far: Uzak, öteki

Who is that on the far left of the photograph?  /  Şu fotoğrafın uzak solundaki kim?

Farmer: Çiftçi

Farmers are working very hard. /  Çiftçiler çok sıkı çalışıyor.

Farm: Çiftlik, çiftlik evi

a 200-hectare farm  /  200 hektarlık çiftlik

Farming: Tarım, çiftçilik

modern farming methods  /  Modern tarım yöntemleri

Farther: Daha uzak

the farther shore of the lake  /  gölün daha uzak kıyısı

Farthest: En uzak

the part of the garden farthest from the house  /  Bahçenin evden en uzak bölümü

Fashionable: Moda, şık, modaya uygun

Such thinking is fashionable among right-wing politicians.  /  Böyle düşünceler sağcı politikacılar

arasında moda.

Fashion: Moda, popüler giyim stili, popüler davranış,

Jeans are still in fashion.  /  Kot hâlâ moda.

Fasten: Tutturmak, bağlamak

Fasten your seatbelts, please.  /  Lütfen emniyet kemerlerinizi bağlayınız.

Fast: Hızlı

Don’t drive so fast!  /  Çok hızlı sürme!

Fat: Yağ, yağlı, şişman

This meat has too much fat on it.  /  Bu et üzerinde çok fazla yağ vardır.

Father: Baba

Father, I cannot lie to you.  /  Baba, sana yalan söyleyemem.

Faucet: Musluk

cold faucet / soğuk musluk

Fault: Hata, arıza, kusur, suç

It’s nobody’s fault.  /  Bu kimsenin hatası değil. Why should I say sorry when it’s not my fault?  /

Bu benim hatam değilken neden üzgünüm demeliyim?

Favour: İyilik, yardım, desteklemek, lehine

I will never ask for any favours from her.  /  Ben asla ondan herhangi bir yardım istemeyeceğim.

Favourite: Favori, gözde

The band played all my old favourites.   /  Grup benim eski favorilerimi çaldı. She loved all her

grandchildren but Ann was her favourite.  /  O bütün torunlarını severdi ama Ann onun

gözdesiydi.

Fear: Korku, korkmak, endişe, endişe etmek

She feared to tell him the truth.  /  Ona gerçeği söylemeye korktu.

Feather: Tüy

a peacock feather  /  bir tavus kuşu tüyü

Feature: Özellik, önemli bir parça

The latest model features alloy wheels and an electronic alarm.  /  Son model özellikleri alaşım

jantlar ve bir elektonik alarm.

February: Şubat

I was born in February.  /  Ben Şubat ayında doğdum.

Federal: Federal

a federal republic  /  federal bir cumhuriyet

Feed: Beslemek, doyurmak

The baby can’t feed herself yet.  /  Bebek henüz kendisini besleyemez.

Fee: Ücret

Does the bank charge a fee for setting up the account?  /  Banka hesap ayarları için bir ücret

talep ediyor mu?

Feel: Hissetmek, duygu

I was feeling guilty.  /  Kendimi suçlu hissediyordum.

Feeling: Duygu, duygusal, hassas, his, tutum, tavır

guilty feelings  /  suçluluk duyguları The general feeling of the meeting was against the decision.  /

Toplantının genel tutumu karara karşıydı.

Fellow: Aynı durumda veya aynı yolda olan kişiler için kullanılır, yoldaş, dost, arkadaş,

ortak, adam

 

Female: Kadın, dişi, kız

More females than males are employed in the factory.  /  Fabrikada erkeklerden daha çok

kadınlar istihdam edilmektedir.

Fence: Çit ile çevirmek, parmaklık, çit

 

Festival: Festival, şenlik

the Cannes film festival  /  Cannes film festivali

Fetch: Almak, getirmek, çekmek

She’s gone to fetch the kids from school.  /  O, çocukları okuldan almaya gitti.

Fever: Ateş, hararet, heyecan

He has a high fever.  /  Onun yüksek ateşi var.

Few: Azıcık, az, kıt, birkaç

Very few of his books are worth reading.  /  Onun kitaplarının çok azı okumaya değer.

Field: Alan, saha, tarla

People were working in the fields.  /  İnsanlar tarlada çalışıyordu.

Fifteen: On beş

He’s in the first fifteen.  /  O ilk on beş içinde.

Fifth: Beşinci

This is my fifth car. /  Bu benim beşinci arabam.

Fifty: Elli

She was born in the fifties.  /  O ellilerde doğdu.

Fight: Kavga, dövüş, savaş, dövüşmek, mücadele, tartışma

Did you have a fight with him?  /  Onunla dövüştün mü?

Figure: Şekir, rakam, resim, figür

 

File: Dosya, klasör

A stack of files awaited me on my desk.   /  Bir yığın dosya masamda beni bekliyordu.

Fill: Doldurmak

Smoke filled the room.  /  Oda duman doldu.

Film: Film, film çekmek

They are filming in Moscow right now.  /  Onlar şu anda Moskova’da film çekiyor.

Final: Final, son, nihai

She reached the final of the 100m hurdles.  /  O, 100 metre engellinin finaline yükseldi.

Finally: Son olarak, nihayet, sonunda

The performance finally started half an hour late.  /  Gösteri nihayet yarım saat gecikmeyle

başladı. I finally managed to get her attention.  /  Sonunda onun dikkatini çekmeyi başardı.

Finance: Finanse etmek, para sağlamak

The building project will be financed by the government.  /  Bina projesi hükümet tarafından

finanse edilecek.

Financial: Finansal, parasal, mali

Tokyo and New York are major financial centres.  /  Tokyo ve New York önemli finansal

merkezlerdir.

Find: Bulmak, keşfetmek

Look what I’ve found!  /  Bak, ne buldum! We’ve found a great new restaurant near the office.  /

Biz ofise yakın yeni muazzam bir restoran bulduk.

Fine: Hoş, ince, iyi, güzel, para cezası

The company was fined £20000 for breaching safety regulations.  /  Şirket güvenlik kurallarını

ihlal ettiği için 20000 sterlin para cezasına çarptırıldı.

Finely: İnce, çok küçük taneler, güzel bir şekilde

a finely furnished room  /  güzel bir şekilde döşenmiş oda

Finger: Parmak

The old man wagged his finger at the youths.  /  Yaşlı adam gençlere parmağını salladı.

Finished: Bitmiş, tamamlanmış

Their marriage was finished.  /  Onların evlilikleri bitmişti.

Finish: Bitirmek, tamamlamak, son, bitiş

The story was a lie from start to finish.  /  Hikaye baştan sona yalandı.

Fire: Ateş, yangın, yakmak, ateş açmak

Soldiers fired on the crowd.  /  Askerler kalabalığın üzerine ateş açtı.

Firm: Firma, sabit, sert, sıkıca, sağlam

These peaches are still firm.  /  Bu şeftaliler hâlâ sert.

Firmly: Sıkıca, sabit bir şekilde

First: İlk, birinci

Besiktas is first sports club of Turkey. /  Beşiktaş Türkiye’nin ilk spor kulübüdür.

Fish: Balık

I like to eat fish. / Balık yemeyi severim.

Fishing: Balık tutma

Let’s go fishing this weekend.  /  Bu hafta sonu balık tutmaya gidelim.

Fit: Uygun, formda

Top athletes have to be very fit.  /   Zirvedeki sporcular formda olmak zorundadır.

Five: Beş

five of Sweden’s top financial experts  /  İsveç’in en iyi finansal uzmanlarından beşi

Fixed: Sabit, değişmez, belirlenmiş

The money has been invested for a fixed period.  /  Belirlenmiş bir dönem için para yatırılmıştır.

people living on fixed incomes  /  insanlar sabit gelirlerle yaşıyor.

Fix: Düzeltmek, çözmek, takmak, tamir etmek

I’ve fixed the problem. / Ben problemi çözdüm.

Flag: Bayrak

the Turkish flag / Türk bayrağı

Flame: Alev, parlak kırmızı veya turuncu renk, güçlü duygu

The building was in flames.  /  Bina alevler içindeydi.

Flash: Parlama, flaş, ani ışık

 

Flat: Düz, yassı, apartman dairesi

Do you live in a flat or a house?  /  Siz bir apartman dairesinde veya bir evde mi yaşıyorsunuz?

Flavour: Lezzet, tat

 

Flesh: Et, deri, insan ve hayvan vücudundaki deri ile kemik arasındaki yumuşak  doku,

meyve ve sebzelerin yumuşak kısmı

Tigers are flesh-eating animals.  /  Kaplanlar et yiyen hayvanlardır.

Flight: Uçuş

We’re booked on the same flight.  /  Biz aynı uçuşa rezervasyon yaptırdık. We met on a flight

from London to Paris.  /  Biz Londra’dan Paris’e doğru yapılan bir uçuşta karşılaştık.

Float: Süzülmek, yüzmek

The smell of new bread floated up from the kitchen.  /  Yeni ekmeğin kokusu mutfaktan yukarı

süzüldü.

Flood: Sel, taşkın, su ile dolmak

The cellar floods whenever it rains heavily.  /  Ağır bir şekilde yağmur yağdığı zaman kiler ile

dolar.

Floor: Kat, zemin, taban, döşeme

The alterations should give us extra floor space.  /  Değişiklikler bize ekstra taban alanı vermelidir.

Flour: Un

Flour is raw material of bread.  /  Un ekmeğin ham maddesidir.

Flower: Çiçek, çiçeklenmek, çiçek açmak

The plant has a beautiful bright red flower.  /  Güzel parlak kırmızı çiçeği olan bir bitki. a garden

full of flowers  /  çiçeklerle dolu bir bahçe

o Flow: Akış, akım, akmak

Blood flowed from a cut on her head. / Onun başındaki kesikten kan aktı.

Flu: Grip

The whole family has the flu.  /  Bütün aile grip.

Fly: Uçmak, uçuş, böcek

A fly was buzzing against the window.  /  Bir sinek pencereye karşı vızıldıyordu.

Flying: Uçuş, uçan, uçma, uçakla seyahat

flying lessons  /  uçuş dersleri

Focus: Odak, odak noktası, odaklamak

She was the main focus of attention at the meeting.  /  O, toplantıda ilgi odağıydı. His comments

provided a focus for debate.  /  Onun yorumları tartışma için bir odak noktası sağladı.

Fold: Katlama, kıvrım, katlamak, kıvırmak, cemaat

the folds of her dress  /  elbisesinin kıvrımları

Folding: Katlama, katlanabilir

a folding chair  /  katlanabilir bir sandalye

Follow: Takip etmek, izlemek

Follow me please. I’ll show you the way.  /  Lütfen beni takip edin. Size yol göstereceğim.

Following: Ardından, müteakip

He took charge of the family company following his father’s death.  /  O babasının ölümüne

müteakip aile şirketinin sorumluluğunu aldı.

Food: Gıda, yiyecek, yemek

food and drink  /  yiyecek ve içecek Do you like Italian food?  /  İtalyan yemeğini sever misiniz?

Football: Futbol

a football match  /  bir futbol maçı

Foot: Ayak, adım, hesaplamak, ödemek

My feet are aching.  /  Ayaklarım ağrıyor.

Force: Zorlamak, kuvvet, güç

She forced herself to be polite to them.  /  Onlara karşı nazik olmak için kendini zorladı.

Forecast: Tahmin

Experts are forecasting a recovery in the economy.  /  Uzmanlar ekonomide bir iyileşme tahmin

ediyor.

Foreign: Yabancı, dış

a foreign accent-language-student  /  yabancı bir aksan-dil-öğrenci

Forest: Orman, ağaçlandırmak

Thousands of hectares of forest are destroyed each year.  /  Her yıl binlerce hektar orman yok

oluyor.

Forever: Sonsuza dek, ebediyen

I’ll love you forever!  /  Ben seni sonsuza dek seveceğim.

For: İçin, dolayı, nedeniyle, adına

There’s a letter for you.   /  Sizin için bir mektup var. Can you translate this letter for me?  /  Benim

için bu mektubu çevirir misiniz? I am speaking for everyone in this department.  /  Ben bu

departmandaki herkesin adına konuşuyorum.

Forget: Unutmak, hatırından çıkarmak

I never forget a face.  /  Ben bir yüzü asla unutmam.

Forgive: Affetmek, bağışlamak

We all have to learn to forgive.  /  Hepimiz affetmeyi öğrenmeliyiz.

Fork: Çatal, çatalla kaldırmak, bölünmek

to eat with a knife and fork  /  bıçak ve çatal ile yemek

Formal: Resmi

She has a very formal manner, which can seem unfriendly.  /  Onun soğuk görünen çok resmi bir

tutumu vardı.

Former: Eski, önceki

the countries of the former Soviet Union  /  Eski Sovyetler Birliği ülkeleri

Formerly: Eskiden, önceden, vaktiyle

Namibia, formerly known as South West Africa   /  Namibya, eskiden Güney Batı Afrika olarak

bilinirdi.

Form: Biçim, şekil, oluşturmak, kurmak

Storm clouds are forming on the horizon.  /  Ufukta fırtına bulutları oluşuyor.

Formula: Formül, reçete

This formula is used to calculate the area of a circle.  /  Bu formül çemberin alanını hesaplamak

için kullanılırdı.

Fortune: Servet, şans, kısmet

That ring must be worth a fortune.  /  O yüzük bir servet değerinde olmalı.

Forty: Kırk

I living İstanbul for 40 years. /  Ben 40 yıldır İstanbul’da yaşıyorum.

Forward: İleri, ileriye, ileri doğru

a forward pass  /  ileri doğru bir pas

Foundation: Temel, dayanak, vakıf

The builders are now beginning to lay the foundations of the new school.  /  İnşaatçılar şimdi

yeni okulun temelini atmaya başlıyor. These stories have no foundation.  /  Bu hikayelerin hiçbir

dayanağı yok. The money will go to the San Francisco AIDS Foundation.  /  Para San Francisco

AIDS Vakfına gidecek.

Found: Temelini atmak, dayandırmak, bulundu

Her family founded the college in 1895.  /  Onun ailesi 1895’te kolejin temelini attı. Their marriage

was founded on love and mutual respect.  /  Onların evliliği sevgi ve karşılıklı saygıya

dayanıyordu.

Four: Dört

a coach and four player  /  bir çalıştırıcı ve dört oyuncu

Fourteen: On dört

Her sister is fourteen years old.  /  Onun kız kardeşi on dört yaşındadır.

Fourth: Dördüncü

 

Frame: Çerçeve, çerçevelemek

The photograph had been framed.  /  Fotoğraf çerçevelenmiş.

Freedom: Özgürlük, bağımsızlık, hürriyet

Enjoy the freedom of the outdoors.  /  Açık havada özgürlüğün tadını çıkarın.

Free: Ücretsiz, serbest, özgür, kurtarmak, serbest bırakmak, boş

Children under five travel free.  /  Beş yaş altı çocuklara seyahat ücretsiz.

Freely: Serbestçe, özgürce

EU citizens can now travel freely between member states.  /  AB vatandaşları şimdi üye ülkeler

arasında serbestçe seyahat edebilirler. Freeze: Dondurmak, donmak, don, buz tutmak Water

freezes at 0°C.  /  Su 0 santigrat derecede donar.

o Frequent: Sık, sık görülen, devamlı

He is a frequent visitor to this country.  /  O bu ülkenin devamlı ziyaretçisidir.

There is a frequent bus service into the centre of town.  /  Şehir merkezine sık otobüs

servisi vardır.

Frequently: Sık sık, sıkça, çoğunlukla

Buses run frequently between the city and the airport.  /  Otobüs çoğunlukla şehir ve hava alanı

arasında çalışır.

Fresh: Taze, yeni, serin, tuz içermeyen su

Is this milk fresh?  /  Bu süt taze mi? Eat plenty of fresh fruit and vegetables.  /  Bol bol taze

meyve ve sebze yiyin.

Freshly: Taze, yeni, taze taze

freshly ironed shirts  /  yeni ütülenmiş gömlek

Friday: Cuma

Friday is a holy day.  /  Cuma kutsal bir gündür.

Fridge: Buzdolabı

This dessert can be served straight from the fridge.  /  Bu tatlı buzdolabından doğruca servis

edilebilir.

Friend: Arkadaş, dost, ahbap

This is my friend Tom.  /  Bu benim arkadaşım Tom.

Friendly: Dostça, samimi, arkadaşça, dostluk maçı

a warm and friendly person  /  sıcak ve samimi bir kişi

Friendship: Dostluk, arkadaşlık

It’s the story of an extraordinary friendship between a boy and a girl.  /  Bir erkek ve bir kız

arasında olağanüstü bir dostluk hikayesi. Your friendship is very important to me.  /  Senin

arkadaşlığın benim için çok önemli.

Frightened: Korkmuş, ürkmüş

a frightened child  /  korkmuş bir çocuk

Frighten: Korkutmak, dehşete düşürmek

Sorry, I didn’t mean to frighten you.  /  Seni korkutmak istemedim.

Frightening: Korkutucu, ürkütücü

The noise was frightening.  /  Ses korkutucuydu.

From:  -den, -dan,

She began to walk away from him.  /  Ondan uzak yürümeye başladı. Is Portuguese very different

from Spanish?  /  Portekizce, İspanyolcadan çok mu farklı? a letter from my brother  /  erkek

kardeşimden bir mektup documents from the sixteenth century  /  on sekizinci yüzyıldan belgeler

I’m from Italy.  /  ben İtalya’danım

Front: Ön, öndeki

the front wheels of the car  /  arabanın ön tekerleri

Frozen: Dondurulmuş, donmuş, soğuk

frozen peas  /  dondurulmuş bezelye

Fruit: Meyve

tropical fruits, such as bananas and pineapples  /  muz ve ananas gibi tropikal meyveler

Fry: Kızartma, kızartmak

the smell of bacon frying  /  Pastırma kızartmanın kokusu

Fuel: Yakıt, benzin, yakacak, yakıt almak

nuclear fuels  / nükleer yakıtlar

Full: Tam, dolu, geniş

My suitcase was full of books.  /  Benim bavulum kitap doluydu.

Fully: Tamamen, tam olarak

We are fully aware of the dangers.  /  Biz tehlikelerin tamamen farkındayız.

Function: Fonksiyon, işlev, görev

Despite the electric cuts, the hospital continued to function normally.  /  Elektrik kesintilerine

rağmen hastane normal olarak işlevine devam etti.

Fundamental: Temel, ana, esas

There is a fundamental difference between the two points of view.  /  İki bakış noktası arasında

temel bir fark var.

Fund: Fon, sermaye, kaynak, finanse edilmek

The museum is privately funded.  /  Müze özel olarak finanse edilmektedir.

Funeral: Cenaze, cenaze töreni

Hundreds of people attended the funeral.  /  Cenaze törenine yüzlerce insan katıldı.

Fun: Eğlence

This game looks fun!  /  Bu oyun eğlenceli görünüyor.

Funny: Komik, eğlenceli

That’s the funniest thing I’ve ever heard.  /  Bu şimdiye kadar duyduğum en komik şey. a funny

story  /  komik bir hikaye

Fur: Kürk, post

The animal is hunted for its fur.  /  Hayvan postu için avlandı.

Furniture: Mobilya

We need to buy some new furniture.  /  Biraz yeni mobilya satın almamız gerekir.

Further: Daha fazla, daha ileri, ek

For further details call this number.  /  Daha fazla detay için bu numarayı arayın.

Future: Gelecek, istikbal

future generations  /  gelecek nesillerf

Gain: Kazanmak, kazanç, artma, artış, avantaj, kâr

Regular exercise helps prevent weight gain.  /  Düzenli egzersiz kilo artışını önlemeye yardım

eder. Our loss is their gain.  /  Bizim kaybımız onların kârı.

Gamble: Kumar, riskli girişim, kumar oynamak

It was the biggest gamble of his political career.  /   Bu onun siyasi kariyerinin en büyük riskli

girişimiydi.

Gambling: Kumar

heavy gambling debts  /  ağır kumar borçları

Game: Oyun

ball games, such as football or tennis  /  futbol veya tenis gibi top oyunları

Gap: Boşluk, fark, aralık, uçurum

Leave a gap between your car and the next.  /  Arabanız ile bir sonraki aracında bir boşluk

bırakın.

Garage: Garaj, tamirhane

an underground garage  /  bir yeraltı garajı

Garbage: Çöp, süprüntü, zırva, boş laf

Don’t forget to take out the garbage.  /  Çöpü dışarı almayı unutmayın.

Garden: Bahçe, park

children playing in the garden  /  çocuklar bahçede oynuyor

Gas: Gaz

Air is a mixture of gases.  /  Hava bir gaz karışımıdır. a gas explosion  /  bir gaz patlaması

Gasoline: Benzin

I fill up the tank with gasoline about once a week.  /  Yaklaşık olarak haftada bir kez depoyu

benzin ile doldururum.

Gate: Kapı, geçit

A crowd gathered at the factory gates.  /  Fabrika kapılarında bir kalabalık toplandı.

Gather: Toplamak, toplanmak, bir araya gelmek

A crowd soon gathered.  /  Kalabalık hemen bir araya geldi

Gear: Dişli, vites, vitese takmak

Careless use of the clutch may damage the gears.  /  Debriyajın dikkatsiz kullanımı dişlilere zarar

verebilir.

General: Genel, umumi, general, komutan

the general belief  /  genel inanç This opinion is common among the general population  /  bu

düşünce nüfusun genelinde yaygındır.

Generally: Genel olarak, genellikle

I generally get up at six.  /  Ben genellikle saat 6’da kalkarım.

Generate: Oluşturmak, meydana getirmek, üretmek

We need someone to generate new ideas.  /   Yeni fikirler oluşturmak için birisine ihtiyacım var.

Generation: Nesil, jenerasyon

My family have lived in this house for generations.  /   Benim ailem nesillerdir bu evde yaşadı.

Generous: Cömert, bol

a generous benefactor  /  cömert bir hayırsever

Gentle: Nazik, kibar, yumuşak, uysal

a quiet and gentle man  /  sessiz ve nazik bir adam

Gentleman: Beyefendi, centilmen

Thank you. You’re a real gentleman.  /  Teşekkür ederim. Siz gerçek bir beyefendisiniz.

Gently: Yavaşça, nazikçe, kibarca

She held the baby gently.  /   O yavaşça bebeği tuttu.

Genuine: Gerçek, hakiki, samimi, içten

Only genuine refugees can apply for asylum.  /  Sadece gerçek mülteciler sığınma için

başvurabilir.

Geography: Coğrafya

The importance of the town is due to its geographical location.  /  Şehrin önemi coğrafi

konumundan dolayıdır.

Get: Almak, edinmek

This room gets very little sunshine.  /   Bu oda çok az güneş ışığı alır.

 Giant: Dev, kocaman

a giant crab  /  dev bir yengeç

Gift: Hediye, armağan

Thank you for your generous gift.  /   Cömert hediyeniz için teşekkür ederim.

Girlfriend: Kız arkadaş

I have a girlfriend.  /   Benim bir kız arkadaşım var.

Girl: Kız

Good morning, girls!  /  Günaydın kızlar!

Give: Vermek, ödemek, esneklik, uysallık

She gave her ticket to the woman at the check-in desk.   /    O check-in masasında kadına biletini

verdi. Give your mother the letter.  /   Mektubu annene ver.

Glad: Memnun, hoşnut, sevinçli

She was glad when the meeting was over.    /      Toplantı bittiğinde o memnundu.

Glass: Cam, bardak, kadeh

a glass bottle  /  bir cam şişe He drank three whole glasses.  /   Üç tam bardak içti.

Global: Global, küresel, dünya çapında, evrensel

They sent a global email to all staff.   /    Onlar tüm personel için küresel bir e-posta gönderdi.

Glove: Eldiven

gardening gloves   /    bahçıvan eldivenleri

Glue: Tutkal, yapıştırıcı, yapıştırmak

She glued the label onto the box.    /   O, kutunun üzerine etiket yapıştırdı.

Goal: Hedef, amaç, gol

a penalty goal  /  bir penaltı golü

God: Tanrı, Allah

Do you believe in God?  /  Allah’a inanıyor musunuz?

Go: Gitme, gitmek, gidiş

He goes to work by bus.  /  O, otobüs ile işe gider.

Gold: Altın

The company name was spelled out in gold letters.   /  Şirketin adı altın harflerle dile getirildi.

Goodbye: Elveda, güle güle, hoşçakal, Allahaısmarladık

Say goodbye to Mary for me.  /  Benim için Mary’ye elveda de.

Good: İyi

I’m only telling you this for your own good.   /  Ben bunu sadece senin kendi iyiliğin için

söylüyorum.

Goods: Mal, eşya, mülk

increased tax on goods and services  /  mal ve hizmetler üzerinde artan vergi

Govern: Yönetmek, idare etmek

The country is governed by elected representatives of the people.  /  Ülke halkın seçilmiş

temsilcileri tarafından yönetilir.

Government: Hükumet

She has resigned from the Government.  /  O hükumetten istifa etti.

Governor: Vali, yönetici, müdür

a provincial governor  /  il valisi

Grab: Yakalamak, almak, kapmak, gasp, kapkaç

Someone grabbed me from behind.  /  Birisi beni arkamdan yakaladı.

Grade: Sınıf, derece, kalite, derecelendirmek

The containers are graded according to size.  /  Konteynerler boyuta göre sınıflandırılır.

Gradual: Kademeli, aşamalı

a gradual change in the climate  /  iklimde kademeli bir değişiklik

Gradually: Kademeli olarak, yavaş yavaş

Gradually, the children began to understand.  /  Yavaş yavaş, çocuklar anlamaya başladı.

Grain: Tahıl, tane, tanelemek, öğütmek

America’s grain exports  /  Amerika’nın tahıl ihracatı.

Gram: Gram, bir kilogramın binde biri

My father bought 500 gram of cherry  /  Babam 500 gram kiraz aldı.

Grammar: Gramer, dil bilgisi

the basic rules of grammar  /  teme dil bilgisi kuralları

Grandchild: Torun

Grandchild is a child of your son or daughter.  /  Torun, sizin bir çocuğunuzun oğlu veya kızıdır.

Granddaughter: Torun, kız torun

 

Grandfather: Dede, büyükbaba

 

o Grand: Büyük, ulu, muhteşem

It’s not a very grand house.   /   O çok büyük bir ev değil.

Grandmother: Büyük anne, nine, anneanne, babaanne

 

Grandparent:  Büyükbaba ve büyükanne

The children are staying with their grandparents.  /  Çocuklar büyükbaba ve büyükanneleri ile

kalıyor.

Grandson: Torun, erkek torun

 

Grant: Hibe, bağış, burs, vermek, bağışlamak, burs vermek

student grants   /  öğrenci bursları

Grass: Çim, ot, otlatmak

The dry grass caught fire.   /  Kuru ot alev aldı.

Grateful: Minnettar, müteşekkir

He was grateful that she didn’t tell his parents about the incident.  /  Olayla ilgili ebeveynlerine

konuşmadığı için ona minnettardı.

Grave: Mezar, kabir, ölüm

We visited Grandmother’s grave.   /   Biz büyükannenin mezarını ziyaret ettik.

Great: Büyük, harika, mükemmel, çok iyi, muazzam

A great crowd had gathered.  /  Büyük bir kalabalık toplanmıştı. He must have fallen from a great

height.  /  O büyük bir yükseklikten düşmüş olmalı.

Greatly: Çok

People’s reaction to the film has varied greatly.  /  İnsanların filme tepkisi çok çeşitliydi.

Green: Yeşil

The room was decorated in a combination of greens and blues.   /  Yeşillik ve mavilerin

kombinasyonu ile dekore edilen oda.

Grey: Gri, kül rengi

I don’t like grey colour.  /  Ben gri rengi sevmiyorum.

Grocery: Bakkal

the grocery bill  /  bakkal faturası

Ground: Zemin, yer, toprak

I found her lying on the ground.   /  Ben onu yerde yatarken buldum. He lost his balance and

fell to the ground.  /  O dengesini kaybetti ve yere düştü.

Group: Grup, küme, topluluk, gruplandırmak

English is a member of the Germanic group of languages  /  İngilizce cermen dil topluluğunun bir

üyesidir. ethnic groups  /  etnik gruplar

Grow: Büyümek, yetişmek, büyütmek, yetiştirmek

Fears are growing for the safety of a teenager who disappeared a week ago.  /  Bir hafta önce

kaybolan bir gencin güvenliği için korkular büyüyor. Shortage of water is a growing problem.  /  Su

kıtlığı büyüyen bir problemdir.

Growth: Büyüme, geliştirme

Lack of water will stunt the plant’s growth.   /   Su eksikliği bitkilerin büyümesini engelleyecek.

Guarantee: Garanti, güvence, garantiye almak, söz vermek

We guarantee to deliver your goods within a week.   /  Biz bir hafta içinde sizin mallarınızı teslim

edeceğimize söz veriyoruz. This iron is guaranteed for a year against faulty workmanship.  /  Bu

demir hatalı işçiliğe karşı bir yıl garantilidir.

Guard: Koruma, korumak, bekçi

The dog was guarding its owner’s luggage.   /    Köpek sahibinin bagajını koruyordu.

Guess: Tahmin

According to a guess, there were forty people at the party.  /  Bir tahmine göre partide kırk kişi

vardı.

Guest: Konuk, misafir, davetli

I went to the theatre club as Helen’s guest.   /  Ben Helen’in misafiri olarak tiyatro kulübüne gittim.

Guide: Kılavuz, rehber, yol göstermek, yönlendirmek

 

Guilty: Suçlu, günahkar

 

Gun: Tabanca, tüfek, silah, ateş etmek, vurmak

The attacker held a gun to the hostage’s head.   /   Saldırgan rehinin kafasına silah dayadı.

Guy: Adam, herif

At the end of the film the bad guy gets shot.  /  Filmin sonunda kötü adam vurulur.

Habit: Alışkanlık, huy

You need to change your eating habits.   /  Sen yemek yeme alışkanlıklarını değiştirmelisin.

Hairdresser: Kuaför, berber

 

Hair: Saç, kıl

He’s losing his hair. (becoming bald)    /    O saçlarını kaybediyor. (kelleşiyor)

Half: Yarım, yarı

The glass was half full.  /  Bardak yarı doluydu.

Hall: Salon, hol, antre

a concert  hall  /   bir konser salonu

Hammer: Çekiç, tokmak, çekiçlemek, dövmek

 

Hand: El, yardım, vermek, yardım etmek

 

Handle: Sap, kol

a long-handled spoon   /   uzun saplı kaşık She turned the handle and opened the door.  /  o kolu

çevirdi ve kapıyı açtı.

Hang: Asmak, asılmak

There were several expensive suits hanging in the wardrobe.   /   Gardıropta asılı birkaç pahalı

takım elbise vardı.

Happen: Olmak, meydana gelmek

Accidents like this happen all the time.   /   Bu gibi kazalar her zaman olur. You’ll never guess

what’s happened!   /  Sen ne olduğunu asla tahmin edemeyeceksin.

Happily: Mutlulukla, ne mutlu ki

I’ll happily help, if I can.   /  Ben yapabilirsem mutlulukla yardım edeceğim.

Happy: Mutlu, memnun, kutlu

You don’t look very happy today.   /   Bugün çok mutlu görünmüyorsunuz.

Hard: Zor, sert, sıkı

You must try harder.   /  Daha sıkı çalışmalısınız.

Hardly: Zorlukla, neredeyse hiç

There was hardly a cloud in the sky.   /  Gökyüzünde neredeyse hiç bulut yoktu.

Harmful: Zararlı, kötü

the harmful effects of alcohol  /  Alkolün zararlı etkileri

Harm: Zarar, hasar, zarar vermek

Pollution can harm marine life.   /   Kirlilik deniz yaşamına zarar verebilir.

Harmless: Zararsız, masum

The bacteria is harmless to humans.   /  Bakteri insanlar için zararsızdır.

Hate: Nefret, kin, nefret etmek, kin beslemek

a strange relationship built on love and hate   /   sevgi ve nefret üzerine inşa edilmiş bir garip ilişki

Hat: Şapka

a woolly hat  /  bir yünlü şapka

Hatred: Nefret, kin, düşmanlık

There was fear and hatred in his voice.   /   Onun sesinde nefret ve korku vardı.

Have: Var, sahip olmak, yapmak, etmek, geçmiş zaman

I have a brother.   /   Benim bir erkek kardeşim var.

Have to: Zorunda olmak, -meli, -malı

Sorry, I’ve got to go.   /  Üzgünüm, gitmek zorundayım

Headache: Baş ağrısı, baş belası

Red wine gives me a headache.  /  Kırmızı şarap bana baş ağrısı verir.

Head: Baş, baştaki, tepe, ana

She has been appointed to head the research team.   /   O, araştırma ekibinin başına atandı.

Heal: İyileşmek, iyileştirmek, düzeltmek

This will help to heal your cuts and scratches.  /   Bu sizin kesik ve çiziklerinizi iyileştirmeye

yardımcı olacaktır.

Health: Sağlık, sıhhat, afiyet, sağlık durumu

Exhaust fumes are bad for your health.   /  Egzoz dumanı sağlığınız için kötüdür.

Healthy: Sağlıklı, sağlığa faydalı

a healthy child  /  sağlıklı bir çocuk

Hear: Duymak, dinlemek

I can’t hear very well.  /  Ben çok iyi duyamıyorum.

Hearing: İşitme, duyma

The explosion damaged his hearing.  /  Patlama onun işitmesine zarar verdi.

Heart: Kalp, yürek, gönül

Diseases of heart  /  Kalp hastalıkları

Heat: Isı, sıcaklık, ısıtmak, ısınmak

Heat the oil and add the onions.  /  Yağı ısıtın ve soğan ekleyin.

Heating: Isıtma, ısınma

heating bills  /  ısınma faturaları

Heaven: Cennet, çok mutlu olunan yer, gökyüzü

I feel like I’ve died and gone to heaven.  /  Ben ölmüş ve cennete gitmiş gibi hissediyorum. Four

tall trees stretched up to the heavens.   /  Dört uzun ağaç göklere kadar uzanıyordu.

Heavily: Ağır şekilde, şiddetle, aşırı derecede

He relies heavily on his parents.   /  O ebeveynlerine aşırı derecede güvenir.

Heavy: Ağır, aşırı, şiddetli, çok

She was struggling with a heavy suitcase.  /  O, ağır bir bavul ile mücadele ediyordu. My brother

is much heavier than me.   /  Kardeşim benden çok daha ağırdır.

Heel: Topuk, topuk takmak

shoes with a high heel  /  yüksek topuklu ayakkabı

He: o (erkek),  erkek 3. tekil şahıs

he was the perfect gentleman.  /  o mükemmel bir beyefendiydi

Height: Yükseklik, boy

Please state your height and weight.   /  Lütfen boyunuzu ve kilonuzu belirtiniz.

Hell: Cehennem, berbat

Being totally alone is my idea of hell on earth.  /  Tamamen yalnız olma, benim dünyadaki

cehennem fikrimdir.

Hello: Merhaba, selam

Hello John, how are you?   /  Merhaba John, nasılsın? Hello, is there anybody there?  /  Merhaba,

orada kimse var mı?

Helpful: Yararlı, faydalı, yardımcı

Sorry I can’t be more helpful.   /    Üzgünüm, ben daha fazla yardımcı olamam.

Help: Yardım

The offer of help came too late.   /   Yardım teklifi çok geç geldi. She stopped smoking with the

help of her family and friends.  /  Ailesinin ve arkadaşlarının yardımı ile sigara içmeyi bıraktı.

Hence: Bundan dolayı, bu nedenle

We suspect they are trying to hide something, hence the need for an independent inquiry.  /

Onların bir şey saklamaya çalıştığından şüpheliyiz, bu nedenle bağımsız bir sorgu gerekli.

Here: Burada, işte!

Let’s get out of here.  /  Hadi buradan gidelim. Come over here.  /  Buraya gel. I live here.  /  Ben

burada yaşıyorum.

Her: Onu, onun, o (3. tekil şahıs, bayan için)

She broke her leg.   /   O, bacağını kırdı.

Hero: Kahraman, yiğit, alp

one of the country’s national heroes  /  ülkenin ulusal kahramanlarından biri

Herself: Kendini, kendi, kendine, kendisi  (3. tekil şahıs, bayan için)

She told me the news herself.   /  Jane kendi haberlerini bana anlattı.

Hers: Onunki, onun (3. tekil şahıs, bayan için)

a friend of hers  /  onun bir arkadaşı

Hesitate: Tereddüt, çekinmek, tereddüt etmek

She hesitated before replying.   /  O cevap vermeden önce tereddüt etti.

Hide: Gizlemek, saklamak

He hid the letter in a drawer.  /  O mektubu bir çekmecede sakladı.

High: Yüksek, üst

I can’t jump any higher.  /  Ben biraz daha yükseğe zıplayamam.

Highlight: En ilginç, en iyi, parlak, önemli olay, vurgulamak

One of the highlights of the trip was seeing the Taj Mahal.  /  Gezinin önemli olaylarından biri Taj

Mahal’i görmekti.

Highly: Son derece, çok, büyük ölçüde

highly successful  /  son derece başarılı

Highway: Karayolu, otoyol, otoban

Highway patrol officers closed the road.  /  Karayolu devriye görevlileri yolu kapattı. an interstate

highway  /  eyaletler arası otoyol

Hi: Merhaba, selam

Hi! What are you doing?  /  Merhaba! Ne yapıyorsun?

Hill: Tepe

Always take care when driving down steep hills.   /  Dik tepelerden aşağı sürerken daima dikkatli

olun.

Him: Onu, ona, o (3. tekil şahıs, erkek)

When did you see him?  /  Onu ne zaman gördün?

Himself: Kendisi, kendini, kendi (3. tekil şahıs, erkek)

He introduced himself.   /  O kendini tanıttı.

Hip: Kalça

These jeans are too tight around the hips.  /  Bu kotlar kalça çevresinde çok dar.

Hire: Kiralama

a car hire firm  /  bir araba kiralama firması

His: Onun, onunki

The choice was his.  /  Onun seçimiydi.

Historical: Tarihi, tarihsel

the historical background of the war  /  savaşın tarihsel arka planı

History: Tarih, geçmiş

one of the worst disasters in recent history  /  yakın tarihin en kötü felaketlerinden biri

Hit: Vurmak, isabet, vuruş, popüler

a hit musical  /  popüler bir müzikal

Hobby: Hobi, merak

Her hobbies include swimming and gardening.  /  Yüzme ve bahçıvanlık hobilerim içindedir.

Hold: Tutmak, tutunma

I firmly hold books  /  Ben kitapları sıkıca tutarım

Hole: Delik, çukur

The bomb opened a huge hole in the ground.  /  Bomba yere büyük bir delik açtı.

Holiday: Tatil

Where are you going for your holidays this year?  /  Bu yıl tatil için nereye gidiyorsunuz?

Hollow: Boşluk, çukur, delik

Trunk of the tree was in hollow.  /  Ağacın gövdesi çukurdaydı.

Holy: Kutsal, mübarek, tanrısal

Kaaba is holiest temple of Islam.  /  Kabe İslamın en kutsal mabedidir.

Home: Ev

What time did you get home last night?  /  Dün gece eve ne zaman geldin?

Homework: Ev ödevi, ödev

I still haven’t done my geography homework.  /  Ben hâlâ coğrayfa ödevimi yapmadım.

Honest: Dürüst

an honest man  /  dürüst bir adam

Honestly: Dürüstçe, gerçekten, sahiden

I honestly can’t remember a thing about last night.  /  Ben sahiden geçen gece hakkında hiçbir

şey hatırlamıyorum.

Honour: Onur, şeref, hürmet, saygı, onurlandırmak

a man of honour  /  onurlu bir adam

Hook: Kanca, çengel, kancayı takmak

Hang your towel on the hook.  /  Havlunuzu kancaya asın.

Hope: Umut, ummat, ümit etmek

There is now hope of a cure.  /  Şimdi tedavi için bir umut var.

Horizontal: Yatay, düz

horizontal lines  /  yatay çizgiler

How: Nasıl

He did not know how he ought to behave.   /  O nasıl davranması gerektiğini bilmiyordu. How are

you?  /  Nasılsınız?

Horn: Boynuz, boynuzlamak

 

Horror: Korku, dehşet

People watched in horror while the plane crashed to the ground.  / Uçak yere düşerken insalar

korku içinde izledi.

Horse: At, beygir, at yarışı

He lost a lot of money on the horses.  /  O at yarışlarında çok para kaybetti.

Hospital: Hastane

I’m going to the hospital to visit my brother.  /  Ben kardeşimi ziyaret etmeye hastaneye

gidiyorum.

Host: Ev sahibi, ağırlamak, ev sahipliği yapmak

South Africa hosted the World Cup finals.  /  Güney Afrika Dünya Kupası finallerine ev sahibi

yaptı.

Hotel: Otel

We stayed at a hotel.   /   Biz bir otelde kaldık.

Hot: Sıcak, ateşli

Do you like this hot weather?  /  Siz bu sıcak havaları sever misiniz? Be careful. The plates are

hot.  /  Dikkatli olun. Tabaklar sıcaktır.

Hour: Saat, zaman, vakit

It will take about an hour to get there.  /  Oraya varmak yaklaşık bir saat sürecek.

Household: Ev halkı

Most households now own at least one car.  /  Ev halkının çoğu en az bir araba sahibi.

House: Ev

He went to the house.  /  O eve gitti. What time do you leave the house in the morning?  /  Sabah

kaçta evden ayrılırsınız?

However: Ancah, halbuki, oysa

She has the window open, however cold it is outside.   /  O pencereyi açtı; halbuki dışarısı

soğuktu.

Huge: Kocaman, muazzam, dev, olağanüstü

a huge crowd  /  muazzam bir kalabalık

Human: İnsan, insani

Dogs can hear much better than humans.  /  Köpekler insanlardan çok daha iyi duyar.

Humorous: Komik, gülünç, nükteli, mizahi

a humorous look at the world of fashion  /  moda dünyasına nükteli bir bakış

Humour: Mizah, espri, şaka

Whatever you do, don’t lose your sense of humour.  /  Ne yaparsan yap, mizah duygunu

kaybetme.

Hundred: Yüz

This vase is worth several hundred dollars.  /  Bu vazo birkaç yüz dolar değerinde.

Hundredth: Yüzüncü, yüzde bir

a/one hundredth of a second  /  bir saniyenin yüzde biri

Hungry: Aç, açlık acıkmış

I’m really hungry.   /  Ben gerçekten açım. She wasn’t feeling very hungry.  /  O, çok aç

hissetmiyordu.

Hunt: Av, avlanmak, aramak

Lions sometimes hunt alone.   /  Aslanlar bazen yalnız avlanır. I’ve hunted everywhere but I can’t

find it.  /  Ben her yeri aradım fakat onu bulamadım.

Hunting: Avcılık, avlanma, av

Since 1977 otter hunting has been illegal.   /  1977’den beri su samuru avlamak yasaklanmıştır.

Hurry: Acele, telaş, acele etmek

What’s the your hurry? The train doesn’t leave for an hour.  /  Aceleniz nedir? Tren bir saat içinde

ayrılmaz.

Hurt: Zarar, acı, incitmek, kırmak, yaralanmak

None of the passengers were badly hurt.  /  Yolculardan hiçbiri kötü bir şekilde yaralanmadı.

Husband: Koca, eş

This is my husband, Steve.  /  Bu benim kocam, Steve.

ice cream: dondurma

Who wants an ice cream?  /  Kim dondurma ister?

ice: buz

There was ice on the windows.  /  Pencerede buz vardı. My hands are as cold as ice.  /  Benim

ellerim bu kadar soğuktur.

idea: fikir, düşünce, görüş

The surprise party was Jane’s idea.  /  Sürpriz parti Jane’in fikriydi.

ideal: ideal, amaç, mükemmel, kusursuz

political ideals  /  siyasi idealler

identify: belirlemek, tanımak, saptamak, kimliğini belirlemek

First of all we must identify the problem areas.  /  Her şeyden ön sorunlu alanları belirlemeliyiz.

if: eğer, ise, -se, -sa

If you see him, give him this note.  /  onu görürseniz, ona bu notu verin.

ignore: aldırmamak, görmezlikten gelmek, önemsememek

He ignored all the ‘No Smoking’ signs and lit up a cigarette.  /  O bütün ‘Sigara İçilmez’ işaretlerini

görmezden geldi ve bir sigara yaktı.

I: ben

He and I are old friends.  /  O ve ben eski arkadaşız.

illegal: yasa dışı, kaçak, kanunsuz

illegal immigrants  /  kaçak göçler

ill: hasta, kötü,

He fell ill and died soon after.  /  O hastalandı ve kısa zaman sonra öldü.

illness: hastalık, rahatsızlık, hastalık dönemi

He died after a long illness.  /  Uzun bir hastalık döneminden sonra öldü.

illustrate: örneklemek, resimlemek, örneklerle açıklamak, tanımlamak, göstermek

Last year’s sales figures are illustrated in Figure 2.   /   Geçen yılın satış rakamları şekil 2’de

gösterilmiştir.

image: resim, görüntü, imaj

The advertisements are intended to improve the company’s image.   /  Reklamlar şirketin imajını

geliştirmeye yönelik. He stared at his own image reflected in the water.   /  O suya yansıyan kendi

görüntüsüne baktı.

imaginary: hayali, sanal, gerçek dışı

We must listen to their problems, real or imaginary.   /  Gerçek ya da hayali, onların sorunlarını

dinlemeliyiz.

imagination: hayal, hayal etme, tasavvur, hayal gücü

 

imagine: hayal etmek, düşünmek

I can’t imagine life without the children now.  /  Ben şimdi çocuklarsız bir hayat düşünemem.

Close your eyes and imagine that you are in a forest.  /  Gözlerini kapat ve bir ormanda olduğunu

hayal et.

immediate: hemen, acil, derhal, anında

RAM stores information for immediate access.   /  RAM anında erişim için bilgileri depolar.

immediately: hemen, derhal, acil olarak

She answered immediately.   /  Hemen cevap verdi.

immoral: ahlaksız, terbiyesiz

an immoral act   /   ahlaksız bir hareket

impact: etki, darbe, çarpma

the environmental impact of tourism  /  turizmin çevresel etkisi

impatient: sabırsız, aceleci

I’d been waiting for twenty minutes and I was getting impatient.   /  Yirmi dakikadır bekliyorum ve

sabırsızlanmaya başlamıştım.

implication: etki, sonuç, ima etme, dolaylı anlatma

The development of the site will have implications for the surrounding countryside.   /  Sitenin

gelişimi kırsal çevre için etkili olacaktır.

imply: ima etmek

Are you implying (that) I am wrong?  /  Benim hatalı olduğumu mu ima ediyorsunuz?

importance: önem, itibar, ehemmiyet

She stressed the importance of careful preparation.  /  O dikkatli hazırlığın önemini vurguladı.

important: önemli, mühim

Money plays an important role in his life.  /  Para onun hayatında önemli bir rol oynar. an

important decision  /  önemli bir karar

import: ithalat, ithal etmek, ithal

goods imported from Japan into the US   /  mal Japonya’dan Amerika’ya ithal edildi. The country

has to import most of its raw materials.  /  Ülke hammaddenin çoğunu ithal ediyor.

impose: uygulamaya koymak, zorlamak, yüklemek, empoze etmek, dayatmak

A new tax was imposed on fuel.  /  Yakıtta yeni bir vergi uygulamaya konuldu. The time limits are

imposed on us by factors outside our control.   /  Zaman sınırları bizim kontrolümüz dışındaki

faktörler tarafından bize dayatılır.

impossible: imkansız

It’s impossible for me to be there before eight.   /  Sekizden önce orada olmak benim için

imkansız. one of the most impressive novels of recent years  /  son yılların en etkileyici

romanlarından biri

improve: geliştirmek, iyileştirmek, düzeltmek

His quality of life has improved dramatically since the operation.   /  Onun yaşam kalitesi

ameliyattan beri önemli ölçüde gelişmiştir.

improvement: gelişme, iyileşme, düzelme

Sales figures continue to show signs of improvement.   /  Satış rakamları iyileşme belirtileri

göstermeye devam etmektedir.

impressed: etkilenmek, etkilenen, etkilenmiş

I must admit I am impressed.   /  Ben etkilendiğimi itiraf etmeliyim.

impress: etkilemek, etki, iz

He impressed her with his sincerity.  /  O samimiyeti ile onu etkiledi.

impression: izlenim, etki, intiba

My first impression for him was favourable.  /  Onun için ilk izlenimim olumluydu.

impressive: etkileyici

an impressive building with a huge tower   /  muazzam kuleli etkileyici bir bina

inability: yetersizlik, acizlik

the government’s inability to provide basic services   /  hükümetin temel hizmetleri sağlamak için

yetersizliği

inch: inç, 2.54 santimetrelik bir uzunluk ölçü birimi

She’s a few inches taller than me.   /   o benden birkaç inç daha uzun.

incident: olay, hadise, kaza

His bad behaviour was just an isolated incident.   /  Onun kötü davranışı sadece münferit bir

hadiseydi.

include: dahil, içermek

Does the price include tax?  /  Fiyata vergi dahil mi?

income: gelir, kazanç

a rise in national income  /  milli gelirde bir artış They receive a proportion of their income from the

sale of goods and services.   /  Onlar mal ve hizmet satışından el edilen kazancın bir kısmını alır.

increase: arttırmak, artış, yükseltmek

an increase of nearly 20%   /  yaklaşık % 20 artış

increasingly: giderek, artan bir şekilde, gitgide artarak

It is becoming increasingly clear that this problem will not be easily solved.   /   Bu sorun kolayca

çözülemez olduğu giderek daha açık hale gelmektedir.

indeed: gerçekten, aslında, doğrusu

I was very sad indeed to hear of your father’s death.   /  Babanızın öldüğünü duymak gerçekten

çok üzüntü vericiydi.

independence: bağımsızlık, özgürlük

Cuba gained independence from Spain in 1898.   /  Küba 1898 yılında İspanya’dan bağımsızlığını

kazandı.

independent: bağımsız, serbest

Mozambique became independent in 1975.   /  Mozambik 1975’te bağımsızlaştı.

index: indeks, endeks, işaret, gösterge, içindekiler

Author and subject indexes are available on a library database.   /   Yazar ve konu indeksleri

kütüphane veritabanlarından mevcut.

indicate: belirtmek, göstermek

Research indicates that eating habits are changing fast.  /  Araştırma yeme alışkanlıklarının hızla

değiştiğini gösteriyor.

indication: belirti, gösterge, işaret

There are clear indications that the economy is improving.   /  Ekonominin düzelmekte olduğunun

açık göstergeleri var.

indirect: dolaylı, kinayeli, dolambaçlı

The building collapsed as an indirect result of the heavy rain.   /  Şiddetli yağmurun dolaylı bir

sonucu olarak bina çöktü.

individual: bireysel, birey

The competition is open to both teams and individuals.   /  Yarışma hem takımlara hem de

bireylere açıldı.

indoor: içeri, iç mekan, kapalı

an indoor swimming pool   /  kapalı bir yüzme havuzu

indoors: içeriye, eve

 

industrial: endüstriyel, sanayi

industrial output  /  sanayi üretimi

industry: sanayi, endüstri

the needs of Turkish industry  /  Türk sanayisinin ihtiyaçları

inevitable: kaçınılmaz, malum

It was an inevitable consequence of the decision.   /  O, kararın kaçınılmaz bir sonucuydu.

inevitably: kaçınılmaz olarak, beklenildiği gibi

Inevitably, it rained on the day of the wedding.   /  Beklenildiği gibi, düğün gününde yağmur yağdı.

infected: zararlı bakteri içeren, bakteriden ya da virüsten etkilenen

an infected water supply   /  bakterili bir su kaynağı

infect: bulaştırmak

Disease is not possible to infect another person through kissing.   /   Hastalığı öpüşme ile başka

bir kişiye bulaştırmak mümkün değildir.

infection: enfeksiyon, bulaşma

a throat infection  /  bir boğaz enfeksiyonu

infectious: bulaşıcı

Flu is highly infectious.   /   grip yüksek derecede bulaşıcıdır.

influence: etki, nüfuz, etilemek

Research shows that most young smokers are influenced by their friends.  /  Araştırmalar en genç

sigara içenlerin arkadaşları tarafından etkilendiğini gösterir. I don’t want to influence you.  /  Ben

seni etkilemek istemiyorum.

informal: resmi olmayan, rahat ve arkadaşça

The aim of the trip was to make informal contact with potential customers.   /   Gezinin amacı

potansiyel müşterilerle arkadaşça bir bağlantı kurmaktı.

information: bilgi

a source of information   /   bir bilgi kaynağı

inform: bildirmek, bilgi vermek

He went to inform them of his decision.   /  O kararını onlara bildirmeye gitti.

ingredient: bileşen, unsur, malzeme, bir şeyin yapılmasını sağlayan maddelerden biri

Mix all the ingredients in a bowl.   /   Bir kapta tüm malzemeleri karıştırın.

in: içinde, -de, -da, içine

The kids were playing by the river and one of them fell in.   /   Çocuklar nehir kenarında

oynuyorlardı ve onlardan biri içine düştü.

initial: ilk, baştaki, baş harf

John Fitzgerald Kennedy was generally known by his initials JFK.   /  John Fitzgerald Kennedy

genellikle baş harfleri JFK ile bilinirdi.

initially: başlangıçta, ilk olarak

Initially, the system worked well.  /  Başlangıçta sistem iyi çalıştı.

initiative: girişim, ilk adım, ilk

a government initiative to combat unemployment   /   işsizlik ile mücadele için bir hükümet girişimi

injured: yaralı, zarar görmüş, sakat

Luckily, she isn’t injured.  /  Neyse ki, o yaralı değil. Ambulance took the injured to a nearby

hospital.  /  Ambulans yaralıyı yakındaki bir hastaneye götürdü.

injure: yaralamak, incitmek, sakatlamak

Three people were killed and five injured in the crash.  /  Kazada üç kişi öldü ve beş kişi

yaralandı. She injured herself during training.  /  o antrenman sırasında kendini sakatladı

injury: hasar, zarar, yara, sıyrık

The passengers escaped with only minor injuries.   /   Yolcular hafif sıyrıklarla kurtuldu.

ink: mürekkep

different coloured inks   /  farklı renkli mürekkepler

 inner: iç, dahili, içteki

inner London   /   iç Londra

innocent: masum, suçsuz, saf

Thousands of innocent civilians have been killed in this conflict.   /   Binlerce masum insan bu

çatışmada öldürüldü.

 insect: böcek, haşere

The pesticide is lethal to all insect life.   /   Böcek zehiri tüm böceklerin yaşamı için öldürücüdür.

insert: eklemek, sokmak, yerleştirmek, takmak

They inserted a tube in his mouth to help him breathe.   /   Onlar onun nefesine yardımcı olmak

için onun ağzına bir tüp taktı.

inside: içinde, içine, dahili, iç

the inside pages of a newspaper    /   bir gazetenin iç sayfaları

insist: ısrar etmek, dayatmak, diretmek

I didn’t really want to go but he insisted.   /   Ben gerçekten gitmek istemedim ama o ısrar etti.

install: kurmak, yerleştirmek, monte etmek

The hotel chain has recently installed a new booking system.   /   Otel zinciri son zamanlarda yeni

bir rezervasyon sistemi kurmuştur.

instance: örnek, durum

The report highlights a number of instances of injustice.   /     Rapor bir dizi adaletsizlik olayını

vurgulamaktadır.

 instead: yerine

Lee was ill so I went instead.  /  Lee hastaydı, bu yüzden yerine ben gittim.

institute: enstitü

a research institute   /   bir araştırma enstitüsü

institution: kurum, kuruluş, tesis, tanınan kimse

an educational institution  /  bir eğitim kurumu

instruction: talimat, yönerge

Always read the instructions before you start.   /   Daima başlamadan önce talimatları oku.

instrument: enstrüman, alet, araç

the flight instruments  /  uçuş aletleri

insulting: aşağılayıcı, onur kırıcı

She was really insulting to me.   /   O gerçekten bana karşı onur kırıcıydı.

insult: hakaret, aşağılama, hakaret etmek, onurunu kırmak

His comments were seen as an insult to the president.  /  Onun yorumları başkana hakaret olarak

görüldü.

insurance: sigorta

travel insurance  /  seyahat sigortası

intelligence: zekâ, akıl, istihbarat

intelligence reports  /  istihbarat raporları

intelligent: akıllı, zeki

a highly intelligent child   /   son derece akıllı bir çocuk

intended: yönelik, istenilen, amaçlanan, tasarlanmış

The bullet missed its intended target.   /   Kurşun amaçlanan hedefi kaçırdı. The book is intended

for children.   /   Kitap çocuklar için tasarlanmıştır.

intend: niyet, amaçlamak, niyet etmek

The writer clearly intends his readers to identify with the main character.   /   Yazar ana karakteri

açıkça okurlarına tanıtmaya niyetlenir. I don’t intend staying long.   /  Ben uzun kalmak niyetinde

değilim.

intention: niyet, amaç, kasıt, plan

He has announced his intention to retire.   /   O emekliliğe niyetini açıkladı.

interested: ilgili, meraklı

I’m very interested in history.   /   Ben tarihe çok ilgiliyim. an interested audience  /  ilgili bir seyirci

interesting: ilginç, ilgi çekici, enteresan

an interesting question  /  ilginç bir soru Can’t we do something more interesting?   /  Daha ilgi

çekici bir şey yapamaz mıyız?

interest: ilgi, faiz, çıkar, ilgisini çekmek, ilgilendirmek

Politics doesn’t interest me.   /   Politika beni ilgilendirmez.

interior: iç, dahili, içişleri

interior walls   /   iç duvarlar

internal: iç, dahili

the internal structure of a building   /   bir binanın iç yapısı

international: uluslararası

a pianist with an international reputation   /   uluslararası üne sahip bir piyanist

internet: internet

You can buy our goods over the Internet.   /   İnternet üzerinden bizim mallarımızı satın

alabilirsiniz.

interpretation: yorumlama

Dreams are open to interpretation   /  Rüyalar yoruma açıktır.

interpret: yorumlamak, değerlendirmek

The data can be interpreted in many different ways.   /   Bu veriler çok farklı şekillerde

yorumlanabilir.

interrupt: kesmek, yarıda kesmek, ara vermek, sözünü kesmek

I hope I’m not interrupting you.  /   Umarım seni bölmüyorum.

interruption: kesinti, ara, durdurma

The birth of her son was a minor interruption to her career.   /   Onun oğlunun doğumu kariyeri

için küçük bir kesintiydi.

interval: aralık, ara

The interval between major earthquakes might be 200 years.  /   Büyük depremler arası 200 yıl

olabilir.

interview: görüşme, mülakat, röportaj

We interviewed ten people for the job.   /   Biz iş için on kişi ile görüştük.

into: içine, -e, -ye

Come into the house.  /  Eve gel. He threw the letter into the fire.   /  O mektubu ateşin içine attı.

introduce: tanıtmak, tanıştırmak

Can I introduce my wife?  /  Karımı tanıtabilir miyim? He introduced me to a Greek girl at the

party.  /  O, partide beni bir Yunan kızla tanıştırdı.

introduction: giriş, tanıtım, başlangıç

the introduction of new manufacturing methods   /  yeni üretim yöntemlerinin tanıtımı

invent: icat etmek, bulmak

Who invented the steam engine?  /  Buhar makinesini kim icat etti?

invention: icat, buluş

Such changes have not been seen since the invention of the printing press.   /  Böyle değişiklikler

matbaanın icadından bu yana görülmemiş.

investigate: araştırmak, incelemek

What was that noise?’ ‘I’ll go and investigate.’  /   O ses neydi?  Ben gideceğim ve araştıracağım.

investigation: soruşturma, araştırma, inceleme

She is still under investigation.  /  O hâlâ soruşturma altında.

invest: yatırım yapmak, yatırmak

Now is a good time to invest in the property market.  /  Şimdi emlak piyasasında yatırım yapmak

için iyi bir zaman.

investment: yatırım, kuşatma

to encourage foreign investment  /  yabancı yatırımı teşvik etmek için

invitation: davet, davetiye

an invitation to the party  /  partiye davet

invite: davet etmek, çağırmak

Have you been invited to their party?  /   Onları partiye davet ettiniz mi?

involved: ilgili, kapsayan, ilişkili, karışmış, dahil

Some people tried to stop the fight but I didn’t want to get involved.   /  Bazı insanlar kavgayı

durdurmaya çalıştı fakat ben dahil olmak istemedim.

involvement: katılım, ilgi, karışma

 

iron: demir, demirden yapılmış, ütü, ütülemek

He was ironing when I arrived.   /  Ben geldiğimde o ütülüyordu.

irritated: tedirgin, kızgın, sinirli

 

irritate: kızdırmak, rahatsız etmek, sinirlendirmek, tahrik etmek

I found her extremely irritating.  /  Ben onu son derece rahatsız edici buldum.

-ish: imsi, imtrak, -çe, -ça, millet ifadesi bildirirken kullanılır

Turkish / Türk Irish / İrlandalı childish / çocukça reddish / kırmızımsı

island: ada

We spent a week on the Greek island  /  Biz Yunan adasında bir hafta geçirdik.

issue: konu, sorun, mesele

 

item: madde, parça

Can I pay for each item separately?   /  Ben her parça için ayrı ayrı ödeme yapabilir miyim?

it: o, onu, ona (hayvanlar, cansız varlıklar ve bazen cinsiyeti bilinmeyen bebekler için)

‘Where’s your car?’ ‘It’s in the garage.’  /  Senin araban nerede?  O, garajda.

itself: kendisi, kendi

The cat was washing itself.  /  Kedi kendini yıkıyordu.

its: onun, kendi

The baby threw its food on the floor.  /  Bebek kendi yemeğini yere attı.

Jacket: Ceket

I have to wear a jacket and tie to work.   /    Ben iş için bir ceket ve kravat giymet zorundayım.

Jam: Sıkıştırmak, reçel

Çilek reçeli

January: Ocak ayı

I will go to Istanbul in January  /  Ben ocak ayında İstanbul’a gideceğim.

Jeaolous: Kıskanç

Children often feel jealous when a new baby arrives.  /  Çocuklar genellikle yeni bir bebek geldiği

zaman kıskançlık hisseder.

Jeans: Kot, kot pantolon

 

Jelly: Jöle, pelte

jelly and ice cream  /  pelte ve dondurma

Jewellery: Takı, mücevherat, mücevher

She has some lovely pieces of jewellery.  /  Onun biraz güzel mücevher parçaları vardır.

Job: İş

I’m thinking of applying for a new job.   /   Yeni bir iş için başvurmayı düşünüyorum.

Join: Katılmak, birleştirmek

How do these two pieces join?  /  Bu iki parça nasıl birleştirilir?

Joint: Eklem

inflammation of the knee joint.  /  diz eklemi iltihabı

Joke: Şaka, şaka yapmak

She was laughing and joking with the children.  /  O çocuklarla gülüyor ve şakalaşıyordu.

Journalist: Gazeteci

 

Journey: Seyahat, yolculuk, seyahate çıkmak

Don’t use the car for short journeys.   /   Kısa yolculuklar için arabayı kullanma

Joy: Sevinç, neşe, keyif

 

Judge: Yargıç, hakim, yargılamak, değerlendirmek, tahmin etmek

 

Judgement: Karar, yargı, hüküm

The judgment will be given tomorrow.  /  Karar yarın verilmiş olacak.

Juice: Meyve suyu, sebze suyu, su

Add the juice of two lemons.  /  İki limon suyu ekleyin. Two orange juices, please.  /  İki portakal

suyu lütfen.

July: Temmuz

 

Jump: Atlamak, zıplamak, atlama, sıçrama, zıplama

a jump of over six metres  /  altı metrenin üzerinde bir atlama

June: Haziran

 

Junior: Genç, küçük, oğul, düşük seviyedeki iş

I leave junior with Mom when I’m at work.  /  Ben işteyken oğlumu annesi ile bırakırım.

Justice: Adalet, yargı, hak, hukuk

They are demanding equal rights and justice.  /  Onlar eşit haklar ve adalet talep ediyor.

Justified: Haklı, haklı göstermek, haklı çıkarmak, doğrulamak, aklamak

His fears proved justified.  /  Onun korkuları haklı olduğunu kanıtladı.

Justify: Haklı çıkarmak, ispat etmek, doğrulamak

 

Just: Tam, sadece, yalnızca, henüz, şimdi, adil, doğru

She looks just like her mother.   /  O tam annesi gibi görünüyor. I waited an hour just to see you.  /

Sadece seni görmek için bir saat bekledim. ‘Can I help you?’ ‘No thanks, I’m just looking.’  /

Yardımcı olabilir miyim?  Hayır teşekkürler, sadece bakıyorum.

Keen: İstekli, meraklı, hevesli, zeki, keskin

John was very keen to help.  /  John yardım için çok hevesliydi.

Keep: Tutmak, kalmak, devam etmek, korumak, sağlamak

Keep left along the wall.  /  Duvar boyunca solda kalın. I’m very sorry to keep you waiting.  /

Seni tuttuğum için özür dilerim. Keep smiling!  /  Gülmeye devam et!

Keyboard: Klavye, piyano tuşları

 

Key: Anahtar, kilit, en önemli

He was a key figure in the campaign.  /  O, kampanyanın en önemi figürüydü. She played a key

role in the dispute.  /  O, tartışmada anahtar bir rol oynadı.

Kick: Tekme, tepme, tekmelemek, tekme atmak, heyecan ve mutluluk gibi güçlü duygu

He aimed a kick at the dog.  /  Köpeğe bir tekme atmayı amaçladı.

Kid: Çocuk, ufaklık

Do you have any kids? /  Hiç çocuğunuz var mı? She’s a bright kid.  /  O parlak bir çocuktu.

Killing: Öldürme, cinayet

brutal killings  /  vahşi cinayetler

Kill: Öldürmek

Three people were killed in the crash.  /  Kazada üç kişi öldü. Cancer kills thousands of people

every year.  /  Kanser her yıl binlerce insanı öldürür.

Kilogram: Kilogram

2 kilograms of rice  /  İki kilogram pirinç

Kilometre: Kilometre, 1000 metre

Our house is 2 kilometre from here.  /  Evimiz buradan 2 kilometre.

Kind: Tür, çeşit, nazik, hoş, iyi

a very kind and helpful person  /  çok nazik ve yardımsever bir insan

Kindly: Nazikçe, iyilikle, kibar bir şekilde, lütfen

She spoke kindly to them.  /  O onlara karşı nazikçe konuştu. Kindly leave me alone!  /  Lütfen

beni yalnız bırak!

Kindness: Nezaket, iyilik

I can never repay your kindnesses to me.  /  Ben asla senin bana yaptığın iyilikleri ödeyemem.

King: Kral

The eagle is the king of the sky.  /  Kartal gökyüzünün kralıdır.

Kiss: Öpücük, öpmek

Come here and give me a kiss!  /  Buraya gel ve bana bir öpücük ver.

Kitchen: Mutfak

We ate at the kitchen table.  /  Biz mutfak masasında yemek yedik.

Knee: Diz

a knee injury  /  bir diz sakatlığı

Knife: Bıçak

She was murdered in a frenzied knife attack.  /   O şiddetli bir bıçak saldırısında öldürüldü.

Knit: Örgü, kaynaşmak

I knitted this cardigan myself.  /  Ben kendime bu hırkayı ördüm.

Knitted: Örgü, örülmüş

knitted gloves  /  örgü eldivenler

Knock: Vurma, çalma, kapıyı çalma

I knocked on the door. But there was no one inside.  /  Ben kapıyı çaldım. Fakat içeride kimse

yoktu.

Knot: Düğüm

Tie the two ropes together with a knot.  /  Bir düğüm ile iki halatı bağlayın.

Know: Bilmek, tanımak, fark etmek

Do you know his address?  /  Onun adresini biliyor musunuz? The cause of the fire is not yet

known.  /  Yangının nedeni henüz bilinmemektedir.

Knowledge: Bilgi

There is a lack of knowledge about the tax system.  /  Vergi sistemi hakkında bilgi eksikliği var.

Label: etiket, etiketlemek

We carefully labelled each file.  /  Biz dikkatle her dosyayı etiketledik.

Lab: Laboratuvar

a lab technician  /  bir laboratuvar teknisyeni

Laboratory: Laboratuvar

a research laboratory  /  bir araştırma laboratuvarı

Labour: Emek, iş gücü, işçi sınıfı, çalışmak, doğum sancısı çekmek

The company wants to keep down labour costs.  /  Şirket iş gücü maliyetlerini düşük tutmak

istiyor.

Lacking: Eksik, -siz

I feel there is something lacking in my life.  /  Ben hissediyorum, hayatımda eksik bir şey var.

Lack: Eksiklik, yoksunluk

Lack of confidence  /  Güven eksikliği

Lady: Hanımefendi, bayan

There’s a lady waiting to see you.  /  Sizi görmek için bekleyen bir bayan var.

Lake: Göl

We swam in the lake.  /  Biz gölde yüzdük.

Lamp: Lamba, ışık

a street lamp  /  bir sokak lambası

Land: Arazi, kara, toprak, inmek, yere inmek

The plane landed safely.  /  Uçak güvenle indi.

Landscape: Manzara, peyzaj, bahçe düzenlemek

 

Lane: Şerit, dar yol, patika yol, kulvar

We drove along a muddy lane to reach the farmhouse.  /  Çiftliğe varmak için çamurlu bir yol

boyunca sürdük.

Language: Dil, lisan

It takes a long time to learn to speak a language well.  /  Bir dili iyi bir şekilde konuşmayı

öğrenmek uzun zaman alır. Turkish is my first language  /  Türkçe benim ilk dilimdir.

Large: Büyük, geniş, iri, çok

a large number of people  /  çok sayıda insan a large and complex issue  /  geniş ve karmaşık bir

konu

Largely: Çok, genellikle, başlıca

 

Last: Son, sonuncu, en son

This last point is crucial.  /  Bu son nokta çok önemlidir. He came last in the race.  /  O, yarışta

sonuncu geldi. When did you see him last?  /  Onu en son ne zaman gördün?

Late: Geç, son zamanlar, geç saatler

I got up late.  /  Ben geç kalktım. late in March  /  Martın son zamanlarında There’s a good film on

late.   /  Geç saatlerde iyi bir film var.

Later: Daha sonra, sonradan

This is discussed in more detail in a later chapter.  /  Bu, daha sonraki bölümde daha detaylı

olarak ele alınmıştır.

Latest: Son, en son, en yeni

What is the latest plan?  /  En son plan nedir?

Latter: İkincisi, sonra gelen

He presented two solutions. The latter seems much better.   /   O iki çözüm sundu. İkincisi çok

daha iyi görünüyor.

Laugh: Gülmek, sevinmek, kahkaha, gülme

 

Launch: Başlatmak, denize indirmek, fırlatmak, lansman

a product launch  /  bir ürün lansmanı

Law: Hukuk, yasa, kanun

In Sweden it is against the law to hit a child.  /  İsveç’te bir çocuğa vurmak yasalara aykırıdır.

Lawyer: Avukat, hukukçu

 

Layer: Katman, tabaka

A thin layer of dust covered everything.  /  Her şeyi bir ince toz tabakası kapladı.

Lay: Koymak

He laid a hand on my arm.  /  O elini benim koluma koydu.

Lazy: Tembel, haylaz

He was not stupid, just lazy.  /  O aptal değildi, sadece tembel.

Leader: Lider, önder, baş

He was not a natural leader.  /  O doğal bir lider değildi.

Leading: Önemli, başlıca, ileri gelen, baş

She was offered the leading role in the new TV series.  /  O yeni TV dizilerinde baş rol teklifi aldı.

Lead: Yol göstermek, yönlendirmek, götürmek, önderlik etmek, birincilik, neden olmak

(lead to)

Eating too much sugar can lead to health problems.   /  Çok fazla şeker yemek sağlık

problemlerine neden olur. I tried to lead the discussion back to the main issue.   /  Ben tartışmayı

ana konuya yönlendirmeye çalıştım. She took the lead in the second lap.  /  O, ikinci turda

birinciliği aldı.

Leaf: Yaprak, sayfa

oak leaves  /  meşe yaprakları

League: Lig, birlik

United were league champions last season.   /   United geçen yıl lig şampiyonuydu.

Lean: Eğilmek, dayanmak, yaslanmak

I leaned back in my chair.  /  Ben sandalyemde arkaya yaslandım. A man was leaning out of the

window.  /  Bir adam pencerenin dışına eğiliyordu.

Learn: Öğrenmek, haber almak

I learned a lot from my father.   /  Babamdan çok şey öğrendim.

Least: En az, asgari

She chose the least expensive of the hotels.  /  O otellerden en az pahalı olanını seçti.

Leather: Deri

The soles are made of leather.    /    Tabanı deriden imal edilmiştir. a leather jacket  /  deri bir

ceket

Leave: Ayrılmak, bırakmak, kalkmak

The plane leaves at 12.35.  /  Uçak saat 12.35’te kalkar.

Lecture: Ders, konferans

I know I should stop smoking. Don’t give me a lecture about it.  /  Ben sigarayı bırakmam

gerektiğini biliyorum. O konuda bana ders verme. a lecture room  /  bir konferans odası

Left: Sol, soldaki

She was sitting on my left.  /  O benim solumda oturuyordu.

Legal: Yasal, hukuki

They are currently facing a long legal battle in the US courts.  /  Onlar şu anda Amerika

mahkemelerinde uzun bir yasal mücadele ile karşı karşıya.

Leg: Bacak, ayak

I broke my leg while playing football.  /  Ben futbol oynarken bacağımı kırdım.

Lemon: Limon

Squeeze the juice of half a lemon over the fish.   /  Balığın üzerine yarım limon suyu sıkın.

Lend: Vermek, ödünç vermek, borç vermek

I’ve lent the my car to a friend.  /  Bir arkadaşıma arabamı ödünç verdim.

Length: Uzunluk

This room is twice the length of the kitchen.  /  Bu oda iki mutfak uzunluğunda.

Less: Daha az, daha küçük

I read much less now than I used to.  /  Ben şimdi daha önce okuduğumdan çok daha az

okudum.

Lesson: Ders

She gives piano lessons.  /  O piyano dersleri verir.

Let: İzin vermek, öneri ve istek ifadesi

Don’t let her upset you.  /  Seni üzmesine izin verme. Let’s go to the beach.  /  Sahile gidelim.

Letter: Mektup, harf

There’s a letter for you from your mother.   /  Annenizden size bir mektup var. ‘B’ is the second

letter of the alphabet.  /  B alfabenin ikinci harfidir.

Level: Seviye, düzey, düz, aynı seviyede (boy, pozisyon vb. açılardan)

There is a tent on level ground.  /  Düz zemin üzerinde bir çadır var. Are these pictures level?  /

Bu resimler aynı seviyede mi? Game is difficultİer in high level.  /  Oyun yüksek seviyede daha

zordur.

Library: Kütüphane

a university library  /  bir üniversite kütüphanesi

license: ruhsat, lisans, lisans vermek, yetki vermek

a driving licence  /   ehliyet Is there a licence fee?  /  bir lisans ücreti var mı?

Lid: Kapak, göz kapağı

a dustbin lid  /  bir çöp kapağı

Lie: Yalan, yatış, yalan söylemek, yatmak

The cat was lying.  /  Kedi yatıyordu. Don’t lie to me!  /  Bana yalan söyleme

Life: Yaşam, hayat

My father died last year. I wish I could bring him back to life.  /  Babam geçen yıl öldü. Ben, onu

hayata geri getirmek isterdim.

Lift: Asansör, kaldırma, yükseltme

It’s on the sixth floor. Let’s take the lift.  /  O, altıncı katta. Asansöre binelim.

Light: Işık, aydınlık, yakmak, açık

She lit a candle.  /  Bir mum yak.

Lightly: Nazikçe, hafifçe

He kissed her lightly on the cheek.  /  Onu nazikçe yanağından öptü.

Like: Gibi, benzer, aynı, beğenmek

I like to watching football match.  /  Ben futbol maçı izlemeyi severim.

Likely: Muhtemelen, olası

the most likely outcome  /  en muhtemel sonuç

Limited: Sınırlı, sınırlandırılmış

We are doing our best with the limited resources available.   /   Biz mevcut sınırlı kaynaklar ile

elimizden gelenin en iyisini yapıyoruz.

Limit: Limit, sınır, sınırlandırmak

I’ve limited myself to 1000 calories a day to try and lose weight.  /   Ben çalışmak ve kilo vermek

için kendimi günde 1000 kalori ile sınırlandırdım.

Line: Çizgi, satır, sıra

Draw a thick black line along the page.  /  Sayfa boyunca kalın siyah çizgi çizin.

Link: Bağlantı, bağ, bağ kurmak, bağlamak

The two factors are directly linked.  /  İki faktör doğrudan bağlantılıdır.

Lip: Dudak, küstah

She kissed him on the lips.  /  Onu dudaklarından öptü.

Liquid: Sıvı

The detergent comes in powder or liquid form.  /  Deterjan toz ya da sıvı şekline gelir.

Listen: Dinlemek, baksana!

Sorry, I wasn’t really listening.  /  Üzgünüm, gerçekten dinlemiyordum. I listened carefully to her

story.  /  Ben dikkatli bir şekilde onun hikayesini dinledim.

List: Liste, listelemek

Towns in the guide are listed alphabetically.  /  Rehberde kentler alfabetik olarak listelenmiştir.

Literature: Edebiyat, literatür

Turkish literature  /  Türk edebiyatı

Litre: Litre

3 litres of water  /  3 litre su

Little: Az, küçük, azıcık

He is little known as an artist.   /  O, bir sanatçı olarak az bilinir.

Live: Yaşamak, oturmak, canlı

Where do you live?  /   Nerede yaşıyorsunuz? Spiders can live for several days without food.  /

Örümcekler yiyecek olmadan birkaç gün yaşayabilir.

Lively: Canlı, hayat dolu, neşeli

an intelligent and lively young woman  /  zeki ve neşeli genç bir kadın Her eyes were bright and

lively.  /  Onun gözleri parlak ve haya doluydu.

Living: Yaşam, canlı, oturma, yaşayan, yaşama

living organisms  /  canlı organizmalar living languages   /  yaşayan diller

Load: Yük, yüklemek, şarj, doldurmak

We loaded the car in ten minutes.  /  On dakika içinde arabayı doldurduk. Game is loading.  /

Oyun yükleniyor.

Loan: Borç, ödünç verme, kredi, borç para

a car loan  /  bir araç kredisi

Local: Yerel, yerli,  kısmi

a local newspaper  /  yerel bir gazete

Located: Yer, konum, konumlanmış

a small town located 30 miles south of Chicago  /  Chicago’nun 30 mil güneyine konumlanmış

küçük bir kasaba

Locate: Yerini saptamak, bulmak

Rescue planes are trying to locate of the missing sailors.  /  Kurtarma uçakları kayıp denizcilerin

yerini saptamaya çalışıyor.

Location: Konum, yer, mevki

a honeymoon in a secret location  /  gizli bir yerde balayı Where is the exact location of the ship?

/  Geminin tam olarak konumu neresidir?

Lock: Kilit, kilitlemek

a bicycle lock  /  bir bisiklet kilidi

Logical: Mantıklı

It was a logical conclusion from the child’s point of view.  /  Bu çocuğun bakış açısından mantıklı

bir sonuçtu.

Logic: Mantık

The two parts of the plan were governed by the same logic.  /  Planın iki parçası aynı mantık ile

yönetildi.

Lonely: Yalnız, yapayalnız

She lives alone and often feels lonely herself.  /  O tek başına yaşıyor ve sık sık kendini yalnız

hissediyor.

Long: Uzun, uzun zaman

This may take longer than we thought.  /  Bu bizim düşündüğümüzden daha uzun zaman alabilir.

Look: Bakmak, aramak, ifade, görünmek, görünüş

Looks can be deceptive.  /  Görünüş aldatıcı olabilir. I am looking to the her.  /  Ben ona

bakıyorum.

Loose: Gevşek, serbest

Check that the plug has not come loose.  /  Fişin gevşek gelmediğini kontrol edin.

Loosely: Gevşek bir şekilde

She fastened the belt loosely around her waist.  /  O gevşek bir şekilde belinin çevresine kemeri

bağladı.

Lord: Lord,efendi, bey, beyefendi

the lord of the manor  /  malikane efendisi

Lorry: Kamyon

Emergency food supplies were brought in by lorry.  /  Acil gıda malzemeleri kamyon tarafından

getirildi.

Lose: Kaybetmek, kaçırmak

I’ve lost my keys.  /  Ben anahtarlarımı kaybettim. She lost her husband in the crowd.  /  O,

kalabalıkta kocasını kaybetti.

Loss: Kayıp, zarar

The closure of the factory will lead to a number of job losses.  /  Fabrikanın kapatılması bir dizi iş

kaybına neden olacak.

Lost: Kayıp, kaybolmuş

Your cheque must have got lost in the post.  /  Sizin çekiniz postada kaybolmuş olmalı.

Lot: Çok, bir sürü

I’m feeling a lot better today.  /  Ben bugün çok daha kötü hissediyorum.

Loud: Yüksek sesle, gürültülü

Do you have to play that music so loud?  /  Bu kadar yüksek sesle müzik çalmak zorunda mısın?

Love: Aşk, sevgi, sevmek

If you love each other, why not get married?   /  Birbirinizi severseniz niçin evli olmayasınız? I love

you. /  Seni seviyorum.

Lovely: Güzel, hoş, sevimli, çekici

He has a lovely voice.  /  Onun sevimli bir sesi var. What a lovely surprise!  /  Ne hoş bir sürpriz!

Lover: Sevgili, aşık, dost

He denied that he was her lover.   /  O, onun sevgilisi olduğunu yalanladı.

Low: Düşük, alçak, ucuz

a plane flying low over the town  /  şehrin üzerinde alçak uçan bir uçak

Loyal: Sadık, vefalı

She has always remained loyal to her political principles.  /  O daima siyasi ilkelerine sadık

kalmıştır.

Luck: Şans, baht, talih

With luck, we’ll be at home before dark.  /  Şans ile hava kararmadan evde olacağız.

Lucky: Şanslı, uğurlu, talihli

His friend was killed and he knows he is lucky to be alive.  /  Onun arkadaşı öldü ve yaşadığı için

şanslı olduğunu bilir.

Luggage: Bagaj

There’s room for one more piece of luggage.  /  Bir parça bagaj için daha yer var.

Lump: Parça, yumru, şişlik

 

Lunch: Öğle yemeği

She’s gone to lunch.  /  O öğle yemeğine gitti.

Lung: Akciğer, ciğer

lung cancer  /  akciğer kanseri  

Machine: Makine

How does this machine work?  /  Bu makine nasıl çalışır?

Machinery: Makineler, mekanizma

industrial machinery  /  sanayi makineleri

Mad: Deli, kızgın, çılgın

I’ll go mad if I have to wait much longer.  /  Ben çok daha uzun süre beklemek zorunda kalırsam

deli olacağım.

Magazine: Dergi, magazin

a monthly magazine  / aylık bir dergi

Magic: Büyü, sihir, sihirli, sihirbazlık

There is no magic formula for passing exams.   /  Sınavları geçmek için sihirli bir formül yoktur.

Mail: Posta, postalamak

Don’t forget to mail that letter to your mother.  /  Annenize mektup postalamayı unutmayın.

Mainly: Başlıca, çoğunlukla, temel olarak

They eat mainly fruit and nuts.  /  Onlar çoğunlukla meyve ve fındık yer.

Main: Ana, başlıca, esas

We have our main meal at lunchtime.  /  Bizim ana öğünümüz öğle vaktindedir.

Maintain: Korumak, sağlamak, sürdürmek

The two countries have always maintained close relations.  /  İki ülke her zaman yakın ilişkilerini

korumuştur.

Majority: Çoğunluk

This treatment is not available in the vast majority of hospitals.  /  Bu tedavi hastanelerin büyük

çoğunluğunda mevcut değildir.

Major: Büyük, önemli, başlıca

major international companies  /   büyük uluslararası şirketler

Make: Yapmak, sağlamak

a Swiss make of watch  /  Saat yapan bir İsviçreli

Make-up: Makyaj malzemesi, makyaj

Male: Erkek

a male-dominated profession  /  erkek egemen bir meslek

Mall: Alışveriş merkezi

Let’s go to the mall.  /  Alışveriş merkezine gidelim.

Manage: Yönetmek, idare etmek, işletmek

I don’t know exactly how we’ll manage it.  /  Onu nasıl idare edeceğimizi tam olarak bilmiyorum.

Management: Yönetim, işletme, idare

The report blames bad management.  /  Rapor kötü yönetimi suçluyor.

Manager: Yönetici, müdür, idareci, menejer

the personnel manager  /  personel müdürü

Man: Erkek, adam

a good-looking young man  /  iyi görünümlü genç adam

Manner: Tavır, tarz, tutum, davranış

She answered in a businesslike manner.  /  Ciddi bir tavır içinde cevap verdi.

Manufacture: Üretim, imal, yapım

a news story manufactured by an unscrupulous journalist  /  ahlaksız bir gazeteci tarafından

üretilen bir hikaye

Manufacturer: Üretici

Always follow the manufacturer’s instructions.  /  Her zaman üreticinin talimatlarına uyun.

Manufacturing: Üretim, üretmek

The company has established its first manufacturing base in Europe.  /  Şirket Avrupa’daki ilk

üretim üssünü kurdu.

Many: Çok, bir hayli, bir yığın, fazla  (sayılabilen)

There are too many mistakes in this essay.  /  Bu denemede çok fazla hata vardır.

Map: Harita, plan

a map of Turkey  /  Bir Türkiye haritası

March: Mart

 

Marketing: Pazarlama, alışveriş yapma

a marketing campaign  /  bir pazarlama kampanyası

Market: Market, pazar, piyasa, pazarlamak

We buy our fruit and vegetables from the market.  /  Biz meyve ve sebzelerimizi marketten satın

alırız.

Mark: İşaret, iz, işaretlemek

Detectives found no marks on the body.  /  Dedektifler vücutta hiçbir iz bulamadı.

Marriage: Evlilik

All of her children’s marriages ended in divorce.  /  Onun bütün çocuklarının evliliği boşanma ile

sona erdi.

Married: Evli

Is he married?  /  O evli mi?

Marry: Evlenmek

He never married.  /  O hiç evlenmedi.

Massive: Çok büyük, ağır

a massive rock  /  ağır bir taş

Mass: Yığın, kitle, kütle, yığmak, toplamak

 

Master: Usta, uzman, efendi, ana, asıl, erkek öğretmen, mükemmel

the physics master  /  fizik öğretmeni

Matching: Denkleşen

 

Match: Denk, eş, eşlemek, uyuşmak, maç, karşılaşma

The dark clouds matched her mood.  /  Kara bulutlar onun ruh hali ile uyuştu.

Mate: Çiftleşmek (hayvanlar için)

Do foxes ever mate with dogs?  /  Tilkiler hiç köpeklerle çiftleşir mi?

Material: Malzeme, madde, maddi

changes in your material circumstances  /  maddi durumunuzdaki değişiklikler

Mathematics: Matematik

the mathematics curriculum  /  matematik müfredatı

Matter: Konu, mesele

 

Maximum: Azami, en fazla

The July maximum (= the highest temperature recorded in July) was 30°C.  /  Temmuz en fazla

30 dereceydi.  (Temmuz ayında kaydedilen en yüksek sıcaklık)

Maybe: Belki, olabilir

‘Are you going to sell your house?’ ‘Maybe.’  /  Evinizi satacak mısınız?  Olabilir.

May: Mayıs

 

Mayor: Belediye başkanı

Kadir Topbas is the Mayor of Istanbul  /  Kadir Topbaş İstanbul belediye başkanıdır.

Meal: Yemek, öğün

Lunch is his main meal of the day.  /  Öğle yemeği, onun için günün ana öğünü.

Meaning: Anlam, kasıt, anlamlı

What’s the meaning of this word?  /  Bu kelimenin anlamı nedir?

Mean: Anlamına gelmek, kastetmek

What does this sentence mean?  /  Bu cümle ne anlama geliyor?

Means: Araç, vesile

Television is an effective means of communication.  /  Televizyon etkili bir iletişim aracıdır.

Meanwhile: Bu arada, iken

The doctor will see you again next week. Meanwhile, you must rest as much as possible.  /

Doktor gelecek hafta yine sizi görecek. Bu arada mümkün olduğu kadar dinlenmelisiniz.

Measure: Ölçü, tedbir, önlem

The government is preparing tougher measures to combat crime.  /  Hükümet suçla mücadele için

sert önlemler hazırlıyor. measures against racism  /  ırkçılığa karşı tedbirler The Richter Scale is a

measure of ground motion.  /  Richter ölçeği bir yer hareketi ölçüsüdür.

Measurement: Ölçüm, ölçme

Accurate measurement is very important in science.  /  Doğru ölçüm bilimde çok önemlidir.

Meat: Et

There’s not much meat on this chop.  /  Bu pirzolada çok et yok.

Media: Medya, basın

The trial was fully reported in the media.  /  Duruşma bütünüyle medyaya bildirildi.

Medical: Tıbbi, tedavi edici

medical or surgical treatment  /  tıbbi veya cerrahi tedavi

Medicine: Tıp, ilaç, ilaç vermek

advances in modern medicine  /  modern tıptaki gelişmeler

Medium: Orta, ortalama, vasat, araç, vasıta

Television is the modern medium of communication.   /   Televizyon modern iletişim aracıdır.

medium-sized / orta ölçekli

Meeting: Toplantı, buluşma, görüşme

The meeting will be held in the school hall.  / Toplantı okul saatinde yapılacaktır.

Meet: Karşılamak, tanışmak, buluşmak, toplanmak

Maybe we’ll meet again some time.  /  Belki bir zaman yine karşılaşırız. The committee meets on

Fridays.  /  Komite cuma günleri buluşur.

Melt: Eritmek, erimek

The snow showed sign of melting.  /   Kar erime belirtisi gösterdi.

Member: Üye

a founder member of the conservation group  /  koruma grubunun kurucu üyesi

Membership: Üyelik

Who is eligible to apply for membership of the association?  /   Kim dernek üyeliği için

başvurabilir?

Me: Bana, beni

Don’t hit me.  /   Beni vurmayın. Give it to me.  /  Onu bana ver.

Memory: Hafıza, anı

She can recite the whole poem from memory.  /   O tüm şiirleri hafızasından ezbere okuyabilir.

Mentally: Zihinsel olarak, akli

mentally ill  /   akli hastalık

Mental: Zihinsel, ruhsal

the mental process of remembering  /  zihinsel hatırlama süreci

Mention: Anmak, bahsetmek

Did she mention where she was going?  /  O nereye gittiğinden bahsetti mi?

Menu: Menü, yemek listesi

What’s on the menu tonight?  /  Bu gece menüde ne var?

 Merely: Sadece, yalnız

He said nothing, merely smiled and watched her.  /  O hiçbir şey demedi, sadece gülümsedi ve

onu izledi.

Mere: Sırf, sade

A mere 2% of their budget has been spent on publicity.  /  Bütçelerinin sadece % 2’si tanıtıma

harcanmıştır.

Message: Mesaj

Jenny’s not here at the moment. Can I take a message?  /  Jenny şu anda burda değil. Bir mesaj

alabilir miyim?

Mess: Karışıklık, kirli, pislik, düzensiz, dağınık, karmaşık

The room was in a mess.  /  Oda karışıklık içindeydi.

Metal: Metal

The frame is made of metal.  /  Çerçeve metalden yapılmış.

Method: Yöntem, metot

a new method of solving the problem  /  problem çözmenin yeni bir yöntemi

Metre: Metre, yüz santimetre bir uzunluk ölçü birimi

She came second in the 200 metres.  /  O 200 metrede ikinci geldi.

Midday: Öğlen vakti

The train arrives at midday.  /  Tren öğle vakti ulaşır.

Middle: Orta, orta kısım

Pens are kept in the middle drawer.  /  Kalemler orta çekmecede tutulur.

Mid: Ortadaki, orta

 

Midnight: Gece yarısı

We have to catch the midnight train.  /  Biz gece yarısı treni yakalamak zorundayız.

Might: Olabilir, -ebilmek

You might try calling the help desk.  /  Yardım masasını aramayı deneyebilirsiniz. I thought we

might go to the zoo on Saturday.  /  Ben cumartesi hayvanat bahçesine gidebileceğimizi

düşündüm.

Mild: Hafif, yumuşak, ılıman

a mild climate  /  ılıman bir iklim

Mil: Mil, 1609 metrelik uzunluk ölçüsü birimi

The nearest bank is about half a mile down of the road.  /  En yakın banka yolun yaklaşık yarım

mil aşağısındadır.

Military: Askeri

military uniform  /  askeri üniforma

Milk: Süt

milk products  /  süt ürünleri

Milligram: Miligram, 1 gramın 1000’de biri oranındaki ağırlık ölçü birimi

 

Millimetre: Milimetre, 1 metrenin 1000’de biri oranındaki uzunluk ölçü birimi

 

Million: Milyon

It must be worth a million  /  o bit milyon değerinde olmalı

Millionth: Milyonuncu, milyonda bir

 

Mind: Zihin, akıl, düşünce, düşünmek, endişelenmek

 

Mine: Benim, benimki, maden

a diamond mine  /  elmas madeni

Mineral: Mineral, madensel, madeni tuz

Soft drinks and minerals / Alkolsüz içecekler ve mineraller

Minimum: Minimum, asgari, en az

He passed the exams with the minimum of effort.  /  O, en az çabayla sınavlarını geçti.

Minister: Bakan, vekil, papaz

the Minister of Education  /  Eğitim Bakanı

Ministry: Bakanlık

the Ministry of Defence  /   Savunma Bakanlığı

Minority: Azınlık

For a minority, the decision was a disappointment.  /  Azınlık için karar bir hayal kırıklığıydı.

Minor: Küçük

There may be some minor changes on the schedule. /  Programda bazı küçük değişiklikler

olabilir.

Minute: Dakika, çok kısa zaman

It’s four minutes to six.  /  Altıya dört dakika var.

Mirror: Ayna

The face is the mirror of the soul.  /  Yüz ruhun aynasıdır. Dickens’ novels are a mirror of his

times.  /  Dickens’ın romanları onun zamanlarının bir aynasıdır.

Missing: Kayıp, eksik

They still hoped to find their missing son.  /  Onlar hâlâ kayıp oğullarını bulmak için umutlu.

Miss: Kaçırmak, özlemek, bayan, hanım

Good morning, Miss!  /  Günaydın bayan!

Mistake: Hata, yanlış, yanlış anlamak

Sorry. I mistook what you said.   /    Üzgünüm. Ben söylediğini yanlış anladım.

Mistaken: Hatalı, yanlış

 

Mixed: Karışık, karma

I still have mixed feelings about going to Brazil  /  Ben Brezilya’ya gitme konusunda hâlâ karışık

duygulara sahibim.

Mixture: Karışım

The city is a mixture of old and new buildings.  /  Şehir eski ve yeni binaların bir karışımı.

Mobile: Hareketli, seyyar, gezici

a mobile library  /  gezici kütüphane

Mobile phone: Cep telefonu

Cep telefonları hayatımızın vazgeçilmezi parçasıdır.  /  Mobile phones are an indispensable part

of our lives.

Model: Model, örnek, numune, manken, dizayn

The architect had produced a model of the proposed shopping complex.  /  Mimar önerilen

alışveriş kompleksinin bir modelini üretti.

Modern: Modern, çağdaş, bugünkü

Stress is a major problem of modern life.   /  Stres modern yaşamın önemli bir sorunudur.

Shakespeare’s language can be a problem for modern readers.  /  Shakespeare’in dili bugünkü

okuyucular için bir problem olabilir.

Moment: An, çok kısa bir süre

He thought for a moment before replying.  /  O cevap vermeden önce bir an düşündü.

Mom: Anne

Where’s my mom?  /  Benim annem nerede?

Monday: Pazartesi

She started work last Monday.  /  O geçen pazartesi işe başladı.

Money: Para

How much money is there in my account?  /  Hesabımda ne kadar para var?

Monitor: İzlemek

Each student’s progress is closely monitored.  /   Her öğrencinin gelişimi yakından izlenilmektedir.

Month: Ay

The rent is £300 per month.  /  Kira ay başına 300 sterlindir.

Mood: Ruh hali, hava

She’s in a good mood today.  /  O bugün iyi bir ruh hali içindeydi.

Moon: Ay

the surface of the moon  /  ayın yüzeyi

Morally: Ahlaki olarak, ahlaki

He felt morally responsible for the accident.  /  O kaza için ahlaki sorumluluk hissetti.

Moral: Ahlak, ahlaki, manevi

traditional moral values  /  geleneksel ahlak değerleri

More: Daha fazla, daha

She was far more intelligent than her sister.  /  O kız kardeşinden çok daha zekiydi.

Moreover: Dahası, üstelik, ayrıca

He is a talented artist, moreover, a writer  /  O yetenekli bir sanatçı, dahası, bir yazardır.

Morning: Sabah

See you tomorrow morning.  /  Yarın sabah görüşürüz.

Mostly: Çoğunlukla, başlıca, genelde

We’re mostly going to picnic on Sundays.  /  Biz pazar günleri genelde pikniğe gidiyoruz.

Most: En, en çok

the most boring part  /  en sıkıcı kısım

Mother: Anne

I want to buy a present for my mother and father.  /  Annem ve babam için bir hediye almak

isterim.

Motion: Hareket, devinim

Newton’s laws of motion.  /  Newton’un hareket kanunları

Motorbike: Motosiklet

Motocycle: Motosiklet

motorcycle racing  /  motosiklet yarışı

Motor: Motor

an electric motor  /   bir elektrik motoru

Mountain: Dağ

There is still snow on the mountain tops. / Dağ başında hâlâ kar var.

Mouse: Fare

a field mouse  /  bir tarla faresi Use the mouse to drag the icon to a new position.  /  Simgeyi yeni

bir konuma sürüklemek için fareyi kullanın.

Mouth: Ağız

She opened her mouth to say something.  /  Bir şey söylemek için ağzını açtı.

Movement: Hareket, manevra

There was a sudden movement in the undergrowth.  /  Çalılarda ani bir hareket vardı.

Move: Hareket, hamle, hareket etmek, taşınmak

What’s the date of your move?  /  Sizin hareket tarihiniz nedir?

Movie: Film, sinema

Have you seen the latest Miyazaki movie?  /  En son Miyazaki filmini gördünüz mü? a

famous movie director  /  ünlü bir film yönetmeni

Moving: Dokunaklı, taşınma, hareket etme, hareketli

a deeply moving experience  /  son derece dokunaklı bir deneyim the moving parts of a machine

/  bir makinenin hareketli parçaları

Mr: Bay

Mr Brown  /  Bay Brown

MYS

Mrs: Bayan

Mrs Susan  /   Bayan Susan

Ms: Bayan

Ms Jean Murphy  /   Bayan Jean Murphy

Much: Çok, fazla, hayli

Thank you very much for the flowers.  /  Çiçekler için size çok teşekkür ederim.

Mud: Çamur

Your boots are covered in mud.  /  Botlarınız çamurla kaplı.

Multiply: Çarpma

The children are already learning to multiply and divide.  /  Çocuklar zaten çarpma ve bölme

öğreniyor.

Mum: Anne

A lot of mums and dads have the same worries.  /   Birçok anne ve baba aynı endişelere sahip.

Murder: Cinayet, öldürmek

The murdered woman was well known in the area.  /  Öldürülen kadın bölgede iyi biliniyordu.

Muscle: Kas, adele

She tried to relax her tense muscles.  /   O gergin kaslarını gevşetmeye çalıştı.

Museum: Müze

a museum of modern art  /   modern sanat müzesi

Musical: Müzikal, müzikli, müzikli oyun

 

Musician: Müzisyen

a jazz musician  /   bir caz müzisyeni

Music: Müzik

pop  –  dance  –  classical  –  church music   /  pop –  dans  –  klasik  –  kilise müziği

Must: Şart, gereklilik, -meli, -malı

Cars must not park in front of the entrance  /  Arabalar girişin önüne park edilmemelidir.

My: Benim

Where’s my passport?   /   Benim pasaportum nerede?

Myself: Kendim

I wrote a message to myself.   /   Ben kendime bir mesaj yazdım.

Mysterious: Gizemli, esrarengiz

A mysterious illness is affecting all the animals.   /   Bütün hayvanları etkileyen gizemli bir

hastalık.

Mystery: Gizem, sır

There was a mystery guest on the programme.   /  Programda gizemli bir konuk vardı.  

Nail: Tırnak

Stop biting your nails!   /  Tırnaklarını ısırmayı durdur! (bırak)

Naked: Çıplak

naked shoulders   /  çıplak omuzlar

Name: İsim, isim vermek, ismiyle çağırmak

My name is Ricardo / Benim adım RicardoThey named their son John.   /  Onlar oğullarına John

ismini verdi. The victim has not yet been named.   /  Kurban henüz ismiyle çağrılmadı.

Narrow: Dar

a narrow bed/doorway/shelf   /  bir dar yatak / antre / raf There was only a narrow gap between

the bed and the wall.   /  Yatakla duvar arasında sadece dar bir boşluk vardı.

National: Ulusal, milli

national and local newspapers / ulusal ve yerel gazeteler

Nation: Ulus, millet

an independent nation   /  bağımsız bir ulus

Naturally: Doğal olarak, elbette

naturally occurring chemicals  /  doğal olarak meydana gelen kimyasallar

Natural: Doğal, tabii

a country’s natural resources   /  ülkenin doğal kaynakları

Nature: Doğa, tabiat

the beauties of nature   /  doğanın güzellikleri

Navy: Donanma

the British and German navies   /   İngiliz ve Alman donanmaları

Nearby: Yakında, civarında

he slung his jacket over a nearby chair / o ceketini yakındaki bir sandalyenin üzerine asarThey

live nearby.   /   Onlar yakında yaşıyor.

 Nearly: Neredeyse, yaklaşık

David was nearly asleep  /  David neredeyse uyuyordu.

Near: Yakın, bitişik, samimi

Do you live near here?   /  Buralarda mı yaşıyorsunuz My birthday is very near Christmas.   /

Doğum günüm noele çok yakın.

Neat: Derli toplu ve düzen içinde, temiz, zekice

a neat desk /  derli toplu bir masa

 Necessarily: Zorunlu olarak, mutlaka, şart

The number of places available is necessarily limited.   /  Ulaşılabilir yerlerin sayısı mutlaka

sınırlıdır. The more expensive articles are not necessarily better.   /  Daha pahalı makalelein daha

iyi olması şart değildir.

Necessary: Gerekli, gereken

Only use your car when absolutely necessary.   /  Arabanı sadece mutlaka gerekli olduğu zaman

kullan.

Neck: Boyun

Giraffes have very long necks. / Zürafaların çok uzun boyunları var.

Needle: İğne, iğnelemek

a needle and thread   /   bir  iğne ve iplik

Need: İhtiyaç, gerek

There is an urgent need for qualified teachers.   /  Nitelikli öğretmenler için acil bir ihtiyaç var.We

will contact you again if the need arises. / İhtiyaç doğarsa biz sizinle yeniden irtibata geçeceğiz.

Negative: Negatif, olumsuz

The crisis had a negative effect on  trade.   /  Krizin ticaret üzerinde negatif bir etkisi vardı.

Neighbourhood: Semt, çevre, muhit

We grew up in the same neighbourhood.   /  Biz aynı muhitte büyüdük.

Neighbour: Komşu

Our next-door neighbours are very noisy.   /   Bizim yan komşularımız çok gürültülü.

Neither: Hiçbiri, ikisi de değil, ne…ne, de değil

Their house is neither big nor small.   /  Onların evi ne büyük ne küçük.

Nephew: Yeğen

My nephew is really very cute.   /  Benim yeğenim gerçekten çok sevimli.

Nerve: Sinir, cesaret, endişe

nerve cells   /  sinir hücreleri

Nervous: Sinir, gergin

I felt really nervous before the interview.   /   Görüşmeden önce gerçekten gergin hissettim.

Nest: Yuva

bird’s nest  /  kuş yuvası

Net: Kesintesiz, net, ağ, tül, kazanmak

fishing nets   /  balık avı ağları net curtain / tül perde

Network: Ağ, şebeke

a network of veins   / damarların ağı a communications/distribution network   /  bir

iletişim/dağıtım ağı

Never: Asla, hiçbir zaman

Never in all my life have I seen such a horrible thing.   /  Bütün hayatımda asla böyle korkunç bir

şey görmedim.

Nevertheless: Yine de, buna rağmen

She didn’t study hard; nevertheless,she passed exam.  /  O sıkı çalışmadı; buna rağmen sınavı

geçti.

 Newly: Yakın zamanda, yeni, yeni olarak

a newly created job   /  yeni oluşturulmuş bir iş

New:  Yeni, taze, modern

Have you read her new novel?   /  Onun yeni romanını okudun mu? This idea isn’t new.   /  Bu

fikir yeni değil.

News: Haber

What’s the latest news?   /  Son haber nedir? That’s great news.   /  Bu harika bir haber.

Newspaper: Gazete

a newspaper article   /  bir gazete makalesi

Next: Sonraki, ertesi, yanında

Next station is Bond Street / Bir sonraki sitasyon Bond Caddesi

Next to: Yanındaki, neredeyse, hemen hemen,

Charles knew next to nothing about farming.   /  Charles tarım hakkında neredeyse hiçbir şey

bilmiyordu.

Nicely: Güzelce, hoşça

The room was nicely furnished. /  Oda güzelce döşenmiş.

Nice: Güzel, hoş, kibar

a nice day / hoş bir gün You look very nice.   /  Çok güzel görünüyorsun.

Niece: Kız yeğen

My niece has a son who has been diagnosed as autistic.  /  Benim yeğenimin otistik tanısı

konulmuş bir oğlu var.

Night: Gece

These animals only come out at night.   /  Bu hayvanlar sadece gece çıkıyor. Did you hear the

storm  last night?   /  Dün gece fırtınayı duydun mu?

Nine: Dokuz

I will meet my friends at nine o’clock / Saat dokuzda arkadaşlarımla buluşacağım.

Nineteen: On dokuz

Maria is nineteen years old. / Maria on dokuz yaşında.

Ninety: Doksan

There are ninety km to İstanbul.  /  İstanbul’a doksan km var.

Ninth: Dokuzuncu

I was ninth in the exam. / Sınavda dokuzuncuydum.

Nobody: Kimse, hiç kimse

Nobody cares how I feel!  /  Hiç kimse nasıl hissettiğimle ilgilenmez.

Noise: Ses, gürültü

What’s that noise?   /  Bu ses de ne? They were making too much noise.  /  Onlar çok fazla

gürültü yapıyor.

Noisy: Gürültülü, sesli

The engine is very noisy at high speed.   /  Motor yüksek hızda çok gürültülü. a noisy classroom  /

gürültülü bir sınıf.

None: Hiçbiri, hiç

None of these pens works.   /  Bu kalemlerin hiçbiri çalışmıyor. We have three sons but none of

them lives/live nearby.   /  Bizim ü. oğlumuz var fakat onların hiçbiri yakında yaşamıyor.

Non: Olmayan, gayri, -siz

non-fiction   /  kurgusal olmayan

No: Hayır, hiç, numara, değil, yasaktır

There’s no bread left.   /  Hiç ekmek kalmadı. No smoking!   / Sigara içmek yasaktır. She’s no fool

/  O aptal değil

Nonsense: Saçmalık, safsata, zırva

You’re talking nonsense!   /  Saçmalıyorsunuz. ‘I won’t go.’ ‘Nonsense! You must go!’   /   ‘Ben

gitmeyeceğim.’ ‘Saçmalama!’ ‘Sen gitmelisin!’

No one: Hiç kimse, hiçbiri

No one was at home.   /  Hiç kimse evde değildi.

Normally: Normalde, normal olarak, genellikle

Just try to behave normally.   /  Sadece normal olarak davranmaya çalışın.

Normal: Normal, olağan, sıradan

I was a normal human two weeks ago.  /  Ben iki hafta önce sıradan bir insandım.

Nor: Ne, ne de, de değil

He wasn’t there on Monday nor on Tuesday… / O pazartesi orada değildi, Salı da değildi

Northern: Kuzey

the northern slopes of the mountains   /  dağların kuzey yamaçları

North: Kuzey

They live ten miles north of Boston.   /  Onlar Boston’un on mil kuzeyinde yaşıyor.

Nose: Burun

He pressed his nose up against the window.    /   O pencereye karşı burnunu bastırdı.

Note: Not, not etmek, dikkat etmek, işaret

Please note (that) the office will be closed on Monday.   /  Lütfen ofisin Pazartesi kapalı

olacağını not edin.

Nothing: Hiçbir şey

There was nothing in her bag.   /  Onun çantasında hiçbir şey yoktu.

Noticeable: Fark edilebilir

Fark edilebilir bir iyileşme

Notice: Uyarı, dikkat, bildirmek, fark etmek

The first thing I noticed about the room was the smell.   /  Oda hakkında ilk fark ettiğim şey

kokusuydu.

Not: Değil, yok, olumsuzluk takısı

I can’t see from here.   /  Ben buradan göremem. He must not go.   /  O gitmemeli.

Novel: Roman

the novels of Jane Austen   /  Jane Austen’ın romanları detective-historical-romantic novels  /

dedektif-tarihsel-romantik romanlar

November: Kasım

November is the eleventh month of the year.  /  Kasım yılın on birinci ayıdır.

Nowhere: Hiçbir yerde, hiçbir yer

This animal is found in Australia, and nowhere else.   /  Bu hayvan Avustralya’da bulundu ve

başka hiçbir yerde değil.

Now: Şimdi

I’m playing football now.  /  Ben şimdi futbol oynuyorum.

Nuclear: Nükleer

a nuclear power station   /  bir nükleer güç istasyonu

Number: Numara, sayı

even number / çift sayı They live at number 26.   /  Onlar 26 numarada yaşıyor.

Nurse: Hemşire

a psychiatric nurse   /  bir psikiyatri hemşiresi

Nut: Ceviz

a Brazil nut   /  Brezilya cevizi nut and raisin / ceviz ve kuru üzüm    

Obey: İtaat etmek, uymak

He had always obeyed his parents without question.   /  O daima sorgusuzca ebeveynlerine itaat

ederdi.

Objective: Objektif, nesnel, amaç

objective criteria   /  objektif kriterler

Object: Nesne, obje, itiraz etmek, karşı çıkmak

Many local people object to the building of the new airport.   /  Bölge halkının birçoğu yeni

havaalanı binasının inşasına karşı.

Observation: Gözlem

results based on scientific observations   /  bilimsel gözlemlere dayanan sonuçlar

Observe: Gözlemlemek

Have you observed any change lately?   /  Son zamanlarda herhangi bir değişiklik gözlemlediniz

mi?

Obtain: Elde etmek

I finally managed to obtain a copy of the report. / Sonunda raporun bir kopyasını almaya

başardım.

Obviously: Açıkçası

Obviously, we don’t want to spend too much money.   /  Açıkçası, biz çok fazla para harcamak

istemiyoruz.

Obvious: Açık, besbelli

It was obvious some changes were necessary.  /  Bazı değişikliklerin gerektiği açıktı.

Occasionally: Bazen, ara sıra

We occasionally meet for a drink after work.   /  Biz işten sonra bir şeyler içmek için bazen

buluşuruz.

Occasion: Fırsat, durum, uygun zaman, neden olmak

Her death was the occasion of mass riots.   /  Onun ölümü kitlelerin ayaklanmasına neden oldu.

Occupied: İşgal, meşgul, dolu

Only half of the rooms are occupied at the moment. / Şu anda odaların sadece yarısı dolu.

Occupy: İşgal, tutmak, oturmak, almak, meşgul etmek

Administrative work occupies half of my time.   /   İdari iş zamanımın yarısını alır. The capital has

been occupied by the rebel army.   /  Başkent isyancı ordusu tarafından işgal edilmiştir.

Occur: Oluşmak, meydana gelmek

When exactly did the incident occur?   /  Olay tam olarak ne zaman meydana geldi?

Ocean: Okyanus

the depths of the ocean   /  okyanusun derinlikleri People were swimming in the ocean despite

the hurricane warning.   /   İnsanlar kasırga uyarısına rağmen okyanusta yüzüyordu.

O’clock: Saat, saate göre

He left between five and six o’clock.   /  O, saat beş ve altı arasında bıraktı. at eleven o’clock   /

saat on birde

October: Ekim

We will celebrate Jonathan’s ninth birthday, in October.  /  Ekim ayında Jonathan’ın dokuzuncu

doğum gününü kutlayacağız.

Oddly: İşin garibi, tuhaf bir şekilde

She’s been behaving very oddly lately.   /  O son zamanlarda tuhaf bir şekilde davranıyor.

Odd: Garip, tuhaf

They’re very odd people.   /  Onlar çok garip insanlar.

Offence: Hücum,  saldırı, suç (Offense)

a serious offence   /  ciddi bir suç

Offend: Gücendirmek, incitmek

They’ll be offended if you don’t go to their wedding.   /  Eğer düğünlerine gitmezsen onlar

gücenecekler.

Offensive: Saldırgan, hücum

The programme contains language which some viewers may find offensive.  /  Program bazı

seyircilerin saldırgan bulabileceği bir dil içeriyor.

Offer: Teklif, sunmak

Thank you for your kind offer of help.   /  Nazik yardım teklifiniz için teşekkür ederiz.

Office: Ofis, büro

Are you going to the office today?   /  Bugün ofise gidiyor musun?

Officer: Subay, polis memuru, memur, komuta etmek, idare etmek

airforce officers / hava kuvvetleri subayları an environmental health officer   /  bir çevre sağlık

memuru the investigating officer   /  soruşturma polisi

Officially: Resmen, resmi olarak

The college is not an officially recognized English language school.   /  Kolej resmen tanınan bir

İngilizce dil okulu değildir.

Official: Resmi yetkili

a senior official in the State Department   /  Dışişleri Bakanlığı’nda üst düzey bir yetkili

Off: Kapalı, devre dışı, uzak, -den

I fell off the ladder.   /  Ben merdivenden düştüm.

Of: Arasında, yüzünden, -ın, in

the role of the teacher   /  öğretmenin rolü the lid of the box   /  kutunun kapağı

Often: Sık sık

We often go there.   /  Biz sık sık oraya gideriz. We should meet for lunch more often.   /  Biz öğle

yemeği için daha sık buluşmalıyız.

Oil: Yağ, petrol

engine oil   /  motor yağı

OK: Tamam, güvenli, iyi

Are you OK?  /   İyi misin?

Old-Fashioned: Eski moda, modern olmayan

old-fashioned clothes / Eski moda giysiler

Old: Eski, yaşlı, ihtiyar, yaş

of a particular age  /  belirli bir yaş The old man sitting on cushions.  /  Yaşlı adam minderlerin

üzerinde oturuyor.

Once: Olur olmaz (as soon as), bir kez, bir zamanlar

We can start once he arrives.  /  O gelir gelmez başlayabiliriz. Once I make make up my mind,

nothing can stop me.  /  Bir kez kararımı verdiğimde beni hiçbir şey durduramaz.

One another: Birbirine, biribirini, birbirlerinden

I think we’ve learned a lot about one another in this session.   /  Bu oturumda birbirimiz hakkında

çok şey öğrendiğimizi düşünüyorum.

One: Bir, tek

Our car’s always breaking down. But we’re getting a new one soon.   /  Bizim arabamız hep

bozuluyor. Fakat biz yakında yeni birini alacağız.

Onion: Soğan

Chop the onions finely.   /   İnce soğan doğrayın. French onion soup / Fransız soğan çorbası.

Only: Sadece, yalnız

Children are admitted only if accompanied by an adult.   /  Çocuklar sadece bir yetişkin eşliğinde

kabul edilir.

On: Durmadan, sürekli olarak, üstünde

He worked on without a break. / O ara vermeden sürekli olarak çalıştı. Put your coat on table. /

Ceketinizi masanın üstüne koyun.

Onto: Üzerine, -e

Move the books onto the second shelf. / Kitapları ikinci rafa taşıyın. She stepped down from the

train onto the platform.   /  O trenden platformun üzerine adım attı.

Opening: Açılış, ilk, başlangıç, açma

The movie has an exciting opening.   /  Film heyecan verici bir başlangıca sahip. the opening of a

flower   /  bir çiçeğin açması the opening of the Olympic Games   /  Olimpiyat Oyunlarının açılışı

Openly: Açıkça, alenen, uluorta

The men in prison would never cry openly. / Cezaevindeki erkekler asla uluorta ağlayamaz.

Open: Açık, serbest

Mr Chen opened the car door for his wife.   /  Bay Chen eşi için arabanın kapısını açtı.

Operate: Çalıştırmak, işletmek

Solar panels can only operate in sunlight.   /  Güneş panelleri sadece güneş ışığında çalışabilir.

Operation: Operasyon, işlem, ameliyat, işleyiş

Will I need to have an operation?   /  Ameliyat olmam gerekecek mi? a security operation / bir

güvenlik operasyonu Operation of the device is extremely simple. / Cihazın işleyişi son derece

basittir.

Opinion: Görüş, fikir, düşünce

Everyone had an opinion on the subject.   /  Konu üzerinde herkesin bir görüşü vardı.

Opponent: Rakip, muhalif, karşı

a political opponent / siyasi bir rakip The team’s opponents are unbeaten so far this season.   /

Takımın rakipleri bu sezon şimdiye kadar yenilmedi.

Opportunity: Şans, fırsat

You’ll have the opportunity to ask any questions at the end. / Sonunda birkaç soru sormak için

fırsatın olacak. This is the perfect opportunity to make a new start.   /  Bu yeni bir başlangıç

yapmak için mükemmel bir fırsat.

Opposed: Karşı, zıt

They are totally opposed to abortion.   /  Onlar kürtaja tamamen karşı.

Oppose: Karşı, itiraz etmek

I would oppose changing the law.   /  Ben yasa değişikliğine itiraz edecektim.

Opposing: Karşı, muhalif

a player from the opposing side   /  karşı taraftan bir oyuncu

Opposite: Karşı

Write your address opposite your name. / İsminizin karşısına adresinizi yazın.

Opposition: Muhalefet, karşıtlık

The army met with fierce opposition  in every city.   /  Ordu her şehirde kuvvetli muhalefet ile

karşılaştı.

Option: Seçenek, opsiyon

As I see it, we have two options…  /  Gördüğüm kadarıyla iki seçeneğimiz var.

Orange: Turuncu, portakal

yellow and orange flames   /  sarı ve turuncu bayraklar

Order: Sipariş, emir, düzen

The officer ordered them to fire.   /   Subay ateş etmelerini emretti. These boots can be ordered

direct from the manufacturer.   /  Bu çizmeler üreticiden doğrudan sipariş edilebilir.

Ordinary: Sıradan, olağan

ordinary people like me  /  Benim gibi sıradan insanlar

Organization: Organizasyon, örgüt

He’s the president of a large international organization.   /  O büyük bir uluslararası örgütün

başkanı.

Organized: Organize, düzenli

an organized system of childcare   /  Çocuk bakımı organize bir sistem

Organize: Düzenli, organize

I’ll invite people if you can organize food and drinks.   /  Yiyecek ve içecekeri düzenleyebilerseniz

ben insanları davet edeceğim.

Organ: Organ, uzuv

the  internal organs   /   iç organlar

Originally: Aslında, başlangıçta

The school was originally very small.   /  Okul başlangıçta çok küçüktü.

Original: Orjinal, asıl

This painting is a copy; the original is in Madrid.   /  Bu tablo bir kopya; aslı Madrid’de.

Origin: Orjin, köken

children of various ethnic origins   /  çeşitli etnik kökenlerden çocuklar

Or: Veya, ya da

It can be black, white or grey.   /  O siyah, beyaz veya gri olabilir.

Other: Diğer, başka

Are there any other questions?   /  Başka sorunuz var mı? This option is preferable to any other.

/  Bu seçenek bir diğerine tercih edilebilir.

Otherwise: Aksi halde, başka, yoksa, bunun dışında

My parents lent me the money. Otherwise, I couldn’t have afforded the trip.   /  Ailem bana para

verdi. Aksi halde benim geziye maddi gücüm yetmezdi. 

Ought to: -meli, -malı, gerek

Nurses ought to earn more.   /  Hemşireler daha fazla kazanmalı.

Our: Bizim

We showed them some of our photos.   /  Fotoğraflarımızın bazılarını onlara gösterdik.

Ourselves: Kendimiz

We set ourselves such lofty goals.  /  Kendimize böyle yüce hedefler belirliyoruz.

Ours: Bizimki

Their house is very similar to ours, but ours is bigger.   /  Onların evi bizimkine çok benzer, fakat

bizimki daha büyük.

Outdoor: Açık, açık hava, dışarı

an outdoor swimming pool   /  açık bir yüzme havuzu

Outer:  Dış, harici

the outer layers of the skin.   /   derinin dış tabakaları

Outline: Anahat, taslak, özet

This is a brief outline of the events.   /  Bu olayların kısa bir özetidir. You should draw up a plan or

outline for the essay.   /  Deneme için bir plan ya da taslak çizmelisiniz.

Out: Üzerinden, dış, dışarı, çıkış

Mr Green is out of city this week.   /  Bay Green bu hafta şehir dışında. Don’t lean out of the

window.   /  Camdan dışarı sarkmak yok.

Output: Çıktı, üretim

an output device /  bir üretim aracı

Outside: Dış, dışarı, dışarıda, dışında

Go outside and walk   / Dışarı çık ve yürü

Outstanding: Olağanüstü, seçkin

an outstanding player   /  olağanüstü bir oyuncu

Oven: Ocak, fırın

an electric oven   /  elektrikli bir fırın

Overall: Genel, tüm, toplam

Overall, this is a very useful book.   /  Genel olarak bu faydalı bir kitap

Overcome: Üstesinden gelmek, atlatmak

He finally managed to overcome his fear of flying.   /  O, sonunda uçuş korkusunun üstesinden

gelmeyi başardı.

Over: Üzeri, fazla

She put a blanket over the sleeping child.   /  O, uyuyan çocuğun üzerine battaniye koydu.

Owe: Borçlu

She still owes her father £3000.   /  O, halâ babasına 3000 sterlin borçlu.

Owner: Sahip

a factory owner / bir fabrika sahibi

Own: Kendi, öz, sahip olmak

Do you own your house or do you rent it?   /  Eviniz kendinizin mi yoksa kira mı?    

Pace: Hız, adım, adımlamak

The runners have noticeably quickened their pace.   /  Koşucular fark edilebilir şekilde adımlarını

hızlandırdı. She took two paces forward.   /  O, ileri iki adım attı.

Package: Paket

The orders were already packaged up, ready to be sent.   /  Siparişler gönderilmeye hazır bir

şekilde paketlenirdi zaten.packaged food   /  paketlenmiş yiyecek

Packaging: Ambalaj

Attractive packaging can help to sell products.   /  Çekici ambalajlar ürünleri satmaya yardımcı

olabilir.

Packet: Paket

a packet of biscuits / bir paket bisküvi

Page: Sayfa

Turn to page 64   /  Sayfa 64’e dönün.

Painful: Acı

a painful death / acı bir ölüm

Pain: Ağrı, sancı

He felt a sharp pain in his knee. / O dizinde keskin bir ağrı hissetti.

Painter: Ressam, boyacı

He works as a painter and decorator. / O, bir boyacı ve dekoratör olarak çalışır. a famous

painter / ünlü bir ressam

Painting: Boyama, resim, tablo

cave paintings / mağara resimleri Her hobbies include music and painting.   / Onun hobilerine

müzik ve resim dahildir.

Paint: Boya, boyamak, resmetmek

a brightly painted car / parlak boyalı araba

Pair: Çift

a pair of gloves   / bir çift eldiven

Palace: Saray

the royal/presidential palace   /  kraliyet/cumhurbaşkanlığı sarayı

Pale: Solgun

a pale complexion   /  solgun bir cilt You look pale. Are you OK?  /  Solgun görünüyorsun. İyi

misin?

Panel: Panel, pano, levha

One of the glass panels in the front door was cracked.   /  Ön kapıdaki cam panellerden biri

kırıktı.

Pan: Tava

a large stainless steel pan   /  büyük bir paslanmaz çelik tava

Pants: Pantolon

a new pair of pants   /  bir çift yeni pantolon

Paper: Kağıt

a package wrapped in brown paper   /  kahverengi kağıda sarılmış bir paket

Parallel: Paralel, benzer

parallel lines / paralel çizgiler a parallel case   /  benzer bir durum

Parent: Ebeveyn, aile

He’s still living with his parents.   /  O hala ebeveynleriyle yaşıyor. 

Park: Park, otopark, park etmek

You can’t park here.   /  Buraya park edemezsiniz.

Parliament: Parlamento, meclis

a Member of Parliament   /  Parlamento üyeleri

Particularly: Özellikle, bilhassa

Traffic is bad, particularly in the city centre. / Trafik kötü, özellikle şehir merkezinde.

Particular: Özellikle, özel, belirli

Is there a particular type of book his enjoys?     /  Onun özellikle hoşlandığı bir kitap türü var

mı? We must pay particular attention to this point. / Özellikle bu noktaya dikkat etmemiz

gerekmektedir.

Partly: Kısmen

He was partly responsible for the accident.  /  O kazadan kısmen sorumlu.

Partner: Partner, eş, ortak

a dancing partner / bir dans partneri a partner in a law firm   /  bir hukuk bürosunun ortağı a

trading partner  /  bir ticaret ortağı

Partnership: Ortaklık, hissedarlık, işbirliği

He developed his own program in partnership with an American expert.  /  O, Amerikalı bir uzman

ile işbirliği içerisinde kendi programını geliştirdi.

Part: Bölüm, parça

We spent part of the time in the museum.   /  Vaktimizin bir bölümünü müzede geçirdik.

Party: Parti, grup, eğlence

the Democratic and Republican Parties in the United States of Amerika /  Amerika Birleşik

Devletletinde Demokratik ve Cumhurtiyetçi Partiler a birthday party / bir doğum günü partisi,

eğlencesi

Passage: Geçit, pasaj

a secret underground passage   /  gizli bir yeraltı geçidi

Passenger: Yolcu

a passenger train   / bir yolcu treni

Passing: Geçen, geçiş

a passing phase   /  bir geçiş aşaması I love him more with each passing day.   /  Onu her geçen

gün daha çok seviyorum.

Pass: Geçmek

Several people were passing but nobody offered to help.   /  Birkaç kişi geçiyordu ama hiç kimse

yardım teklif etmedi. The road was so narrow that cars were unable to pass.   /  Yol, arabaların

geçemediği kadar  çok dardı.

Passport: Pasaport

a valid passport   /  geçerli bir pasaport I went through passport control.  /  Pasaport kontrolünden

geçtim.

Past: Geçmiş

A week went past and nothing had changed.   /  Bir hafta geçip gitti ve hiçbir şey değişmedi.

Path: Yol, patika

a concrete path   /  beton bir yol the garden path   /  bahçe yolu

Patience: Sabır

My patience is wearing thin.   /  Benim sabrım tükeniyor.

Patient: Hasta, sabırlı

You’ll just have to be patient and wait till I’m finished.   /  Sen sadece ben bitirene kadar beklemek

ve sabırlı olmak zorundasın.

Pattern: Desen, model, kalıp, örnek

a shirt with a floral pattern   /  çiçek desenli bir gömlek

Pause: Duraklama, ara, mola

After a brief pause, they continued climbing.  /  Kısa bir aradan sonra tırmanmaya devam ettiler.

Payment: Ödeme, ücret

What method of payment do you prefer?   /  Hangi ödeme yöntemini tercih edersiniz?

Pay: Ödeme, ücret

a pay increase / ücret artışı

Peaceful: Huzurlu, sakin, barışçıl

a peaceful protest / barışçıl bir protesto

Peace: Barış

war and peace / savaş ve barış The two communities live together  in peace.   /   İki tpluluk barış

içinde beraber yaşıyor. 

Peak: Zirve

Traffic reaches its peak between 8 and 9 in the morning.   /  Trafik sabah 8 ve 9 arasında

zirveye ulaşır. She’s at the peak of her career.   /  O kariyerinin zirvesinde.

Pencil: Kurşun kalem, kalem

I’ll get a pencil and paper. / Ben bir kurşun kalem ve kağıt alacağım. coloured pencils / renkli

kalemler

Penny: Peni (100 peni 1 pound), kuruş

He had a few pennies in his pocket. / Cebinde birkaç peni vardı.

Pen: Kalem

a new book from the pen of Martin Amis   /  Martin Amis’in kaleminden yeni bir kitap

Pension: Emeklilik, emekli maaşı

a pension fund / bir emeklilik fonu

People: İnsanlar

At least ten people were killed in the crash.   /  Kazada en az on kişi öldü. There were a lot of

people at the party.   /  Partide bir sürü insan vardı. He doesn’t care what people think of him. / O,

insanların kendisi hakkında ne düşündüğünü umursamıyor. 

Pepper: Biber

fresh green peppers / taze yeşil biber

Per cent: Yüzde

a 15 per cent rise in price   /   fiyatta yüzde 15 artış House prices rose five per cent last year.   /

konut fiyatları geçen yıl yüzden beş arttı

Perfectly: Mükemmel, tamamen, kusursuzca

The TV works perfectly now.   /  TV şimdi mükemmel çalışıyor.

Perfect: Mükemmel, kusursuz

She speaks perfect English.   /  O kusursuz İngilizce konuşuyor.

Performance: Performans, verim, gösteri

The performance starts at seven. / Gösteri yedide başlıyor. an Oscar-winning performance from

Kate Winslet   /  Kate Winslet’tan Oscar ödüllü bir performans.

Performer: Oyuncu, sanatçı

a seasoned performer / tecrübeli bir oyuncu

Perform: Gerçekleştirmek, yapmak, uygulamak

This operation has never been performed in this country. / Bu organizasyon bu ülkede hiç

yapılmamıştır.   A computer can perform many tasks at once. / Bir bilgisayar aynı anda birçok

görevi gerçekleştirebilir.

Perhaps: Belki

This is perhaps his best novel to date. / Bu, belki de onun bu zamana kadarki en iyi romanı.

Period: Dönem, süre

This offer is available for a  limited period only.   /  Bu teklif sadece sınırlı bir dönem için

kullanılabilir.

Permanent: Kalıcı, sürekli

a permanent job   /  kalıcı bir iş

Permission: İzin

You must ask permission  for all major expenditure. / Siz, bütün büyük harcamalar için izin

istemelisiniz.

 Permit: İzin, müsaade

There are fines for exceeding permitted levels of noise pollution.   /   İzin verilen gürültü kirliliği

seviyesini aşmanın cezaları vardır.

Per: Başına, göre

60 miles per hour   /  Saat başına 50 mil

Personality: Karakter, kişilik

His wife has a strong personality. / Onun karısı güçlü bir kişiliğe sahiptir.

Personal: Kişisel

Of course, this is just a personal opinion.   /  Tabi ki bu sadece kişisel bir görüş.

Person: Kişi, şahıs, insan

He’s a fascinating person. /  O büyüleyici bir insan.

Persuade: İkna, inandırmak

Try to persuade him to come.   /  Gelmesi için onu ikna etmeye çalışın.

Pet: Evcil

Evcil bir köpek

Petrol: Benzin

the petrol tank of a car / bir arabanın benzin deposu

 Phase: Aşama, evre

the design phase   /   tasarım aşaması

Philosophy: Felsefe, dünya görüşü

the philosophy of science / bilim felsefesi a professor of philosophy   /   felsefe profesörü

Phone: Telefon, telefon etmek

Could you phone back  later? / Daha sonra telefon eder misiniz?

Photocopy: Fotokopi

Send the photocopy of certificate /  Sertifikanın fotokopisini gönder.

Photographer: Fotoğrafçı

a portrait photographer  /  bir portre fotoğrafçısı

Photograph: Fotoğraf, fotoğrafını çekmek

He has photographed some of the world’s most beautiful women.   /  O, dünyanın en güzel

kadınlarından bazılarının fotoğrafını çekti.

Photogaphy: Fotoğrafçılık

Her hobbies include hiking and photography.   /  Yürüyüş ve fotoğrafçılık onun hobilerindendir.

Photo: Fotoğraf

a landscape photo   /  bir manzara fotoğrafı

Phrase: ifade, tabir, sözcük grubu

a memorable phrase   /  unutulmaz bir ifade

Physically: Fiziksel, fiziksel olarak

mentally and physically handicapped   /  zihinsel ve fiziksel engelli I felt physically sick before the

exam.   /  Ben sınavdan önce fiziksel olarak rahatsız hissettim.

Physical: Fiziksel

physical fitness / fiziksel sağlık He tends to avoid all physical contact. / O, bütün fiziksel

temaslardan kaçınmaya eğilimlidir.

Physics: Fizik

a degree in physics   /   fizik derecesi

Piano: Piyano

a piano teacher / bir piyano öğretmeni

Pick: Seçmek, almak, toplamak

Pick a number from one to twenty.   /  Birden yirmiye kadar bir numara seçin.

Picture: Resim, görüntü, resmetmek

A picture of flowers hung on the wall. / Duvarda asılı çiçeklerin bir resmi.

Piece: Parça

She wrote something on a small piece of paper. / O, kağıdın küçük bir parçasına bir şeyler yazdı.

Pig: Domuz

a pig farm / bir domuz çiftliği

Pile: Kazık, yığmak

The clothes were piled high on the chair.   /  Giysiler sandalyenin üzerine yığılıydı.

Pill: Hap, ilaç

a vitamin pill / vitamin hapı Take three pills daily after meals. / Yemeklerden sonra günde üç hap

al.

Pilot: Pilot, kılavuz

The accident was caused by pilot error. / Pilot hatası kazaya neden oldu.

Pink: Pembe

The bedroom was decorated in pale pinks. / Yatak odası soğuk pembe halinde dekore edildi.

Pin: Tutturmak, sıkıştırmak

She pinned the badge onto her jacket. / O ceketinin üzerine rozart tutturmuştu. They pinned him

against a wall and stole his wallet. / Onu duvara sıkıştırdılar ve cüzdanını çaldılar.

Pipe: Boru

hot and cold water pipes / sıcak ve soğuk su boruları

Pitch: Saha

After the game fans invaded the pitch. / Taraftarlar maçtan sonra sahayı işgal etti.

 Pity: Acımak, merhamet etmek, yazık

I don’t want your pity.   / Acımanı istemiyorum.

Place: Yer, mekan, yerleştirmek, koymak

He placed his hand on her shoulder. / O, ellerini onun omuzlarına koydu. A bomb had been

placed under the seat.   /  Koltuğun altına bir bomba yerleştirilmişti.

Plain: Düz, sade, ova, yalın

a plain but elegant dress / sade ama şık bir elbise

Plane: Uçak, düzlem

They boarded the plane and flew to Chicago. / Onlar uçağa bindi ve Chicago’ya

uçtu.the horizontal/vertical plane / yatay/dikey düzlem

Planet: Gezegen

the planets of our solar system / güneş sistemimizin gezegenleri

Planning: Planlama, tasarım

financial planning / finansal planlama

Plan: Plan, planlamak

Everything went exactly as planned. / her şey planlandığı gibi gitti. to plan an essay / bir

kompozisyon planı

Plant: Bitki, dikmek

Plant these shrubs in full sun.   /  Bu çalıları tam güneşte dikin.

Plastik: Plastik

a plastic bag/cup/toy   /   bir plastik çanta/kupa/oyuncak

Plate: Tabak, plaka, levha

sandwiches on a plate   /   tabaktaki sandviçler

Platform: Platform

She used the newspaper column as a platform for her feminist views.   /  O feminist görüşleri için

gazete sütununu bir platform olarak kullandı.

Player: Oyuncu

We’ve lost two key players through injury.   /  Sakatlık yüzünden iki kilit oyuncuyu kaybettik.

Play: Oyun, oynamak

the importance of learning through play   /  oyun yoluyla öğrenmenin önemi

Pleasant: Hoş, eğlenceli, güzel

What a pleasant surprise! / Ne hoş bir sürpriz!

Pleased: Memnun, hoşnut

She was very pleased with her exam results. / O, sınav sonuçlarından çok hoşnuttu.

Please: Lütfen, memnun etmek

You can’t please everybody. / Herkesi memnun edemezsiniz.

 Pleasure: Keyif, zevk, haz

Caring for a sick relative is a task that brings both pleasure and pain.   /  Hasta yakını için bakım

hem keyif hem de acı veren bir görevdir.

Plenty: Bol, çok

There’s plenty more paper if you need it. / Eğer ihtiyacınız varsa daha çok kağıt var.

Plot: Komplo, kumpas kurmak

They were accused of plotting against the state. / Onlar devlete karşı kumpas kurmakla suçlandı.

Plug: Fiş, priz, tıkaç, tıkamak

Plus: Artı, pozitif

Two plus five is seven.   /   İki artı beş yedidir. The cost is £22, plus £1 for postage.   /  Fiyat 22

pound, artı pul için bir pounddur.

p.m. : öğleden sonra

The appointment is at 3 p.m.   /  Randevu öğleden sonra 3’te.

Pocket: Cep, cebe koymak

a coat pocket / ceket cebi I put the note in my pocket. / Cebime bir not koydum.

Poem: Şiir

I haven’t written a poem in six months. / Altı ay içinde bir şiir yazmadım.

 

Poetry: Şiir

epic/lyric/pastoral poetry /  epik/lirik/pastoral şiir

Pointed: Sivri

pointed teeth / sivri dişler

Point: Nokta, puan, işaret etmek, göstermek

She pointed in my direction. / O benim yönümü işaret etti.

Poisonous: Zehirli

This gas is highly poisonous.   /  Bu gaz son derece zehirlidir.

Poison: Zehir, zehirlemek

Exhaust fumes are poisoning our cities.   /  Egzoz dumanı şehirlerimizi zehirliyor.

 Pole: Kutup, direk

Their opinions were at opposite poles of the debate.   /  Onların düşünceleri tartışmanın zıt

kutuplarındaydı. a tent pole / bir çadır direği

Police: Polis

A man was arrested by the police and held for questioning.   /  Bir adam sorgulanmak için alındı

ve polis tarafından tutuklandı.

Policy: Politika

We have tried to pursue a policy of neutrality.   /  Biz tarafsızlık politikasını sürdürmeye çalıştık.

Polish: Parlatmak, cilalamak

He polished his glasses with a handkerchief.   /  O, bir mendille gözlüklerini parlattı.

Polite: Kibar, nazik

Please be polite to our guests. / Lütfen ziyaretçilerimize nazik olun. I don’t know how to

make polite conversation.   /  Ben kibar konuşmanın nasıl yapılacağını bilmiyorum.

Politically: Siyasi açıdan

a politically sensitive issue / siyasi açıdan hassas bir konu

Politic: Siyasi

She became very political at university.   /  O, üniversitede çok siyasileşti.

Politician: Siyasetçi, politikacı

George Washinton was a good politician.  /  George Washinton iyi bir politikacıydı.

Politics: Siyaset

a major figure in British politics   /   İngiliz siyasetinde önemli bir figür

Pollution: Kirlilik

air/water pollution  /  hava/su kirliliği

Pool: Havuz

Does the hotel have a pool?   /  Otelin havuzu var mı?

Poor: Kötü, yoksul, fakir

They were too poor to buy shoes for the kids.   /  Onlar, çocuklarına ayakkabı almak için çok

yoksullardı. We aim to help the poorest families. / Biz fakir ailelere yardımcı olmayı amaçlıyoruz.

Popular: Popüler, sevilen

This is one of our most popular designs. / Bu bizim en sevilen tasarımlarımızdan biri.

Population: Nüfus

One third of the world’s population consumes/consume two thirds of the world’s resources. /

Dünya nüfusunun üçte biri dünya kaynaklarının üçte ikisini tüketir.

Port: Liman

Rotterdam is a major port city.  /  Rotterdam önemli bir liman şehridir.

Pose: Poz, poz vermek

He prefered a relaxed pose for the camera.   /  O, kamera için rahat bir poz vermeyi tercih etti.

Position: Pozisyon, konum, mevki

Where would be the best position for the lights?   /   Işıklar için en iyi konum neresi olurdu.

Positive: Pozitif, olumlu

She tried to be more positive about her new job.   /  O, yeni işi hakkında daha pozitif olmaya

çalıştı.

Possession: Sahip olma, mülk, elinde bulundurmak

The manuscript is just one of the treasures  in their possession.   /  El yazması onların sahip

olduğu hazinelerden sadece biridir. The gang was caught  in possession of stolen goods.   /

Çete çalıntı mal bulundurmaktan yakalandı.

Possess: Sahip olmak, tutmak, elinde bulundurmak

He was charged with possessing a shotgun without a licence. / O, lisansı olmayan bir tüfeği

elinde bulundurmakla suçlandı.

Possibility: Olasılık, ihtimaldir

Bankruptcy is a real possibility if sales don’t improve.   /  Satışlar arttırılmazsa iflas sahici bir

ihtimaldir.

Possible: Mümkün, olası

Expansion was made possible by the politics of USA government money. / Genişleme ABD

hükümetinin para politikası ile mümkün olmuştur.

Possibly: Muhtemelen, belki, olabilir

—  Will you be in İstanbul next week? / /  Gelecek hafta İstanbul’da olacak mısın? — Possibly  /

Olabilir

Post office: Postane

Where’s the main post office?   /  Ana postane nerede?

Post: Posta, postalamak, mesaj

Could you post this letter for me?  /  Benim için b mektubu gönderir misiniz?

Potato: Patates

Will you peel the potatoes for me?   /  Benim için patatesleri soyacak mısın?

Potential: Potansiyel, açığa çıkmamış

The European marketplace offers excellent potential for increasing sales.  /  Avrupa pazarı

satışları arttırmak için mükemmel bir potansiyel sunmaktadır.

Pot: Tencere

pots and pans   / tencere ve tavalar

Pound: Pound, sterlin

I’ve spent £25 on food today. / Bugün yemekte 25 pound harcadım.

Pour: Dökmek, boşaltmak, akış

Pour the sauce over the pasta.   /  Makarnanın üzerine sos dökün. 

Powder: Toz, pudra, pudralamak

The snow was like powder.   /  Kar toz gibiydi.

Powerful: Güçlü, kuvvetli

one of the most powerful directors in Hollywood. / Hollywoodun en güçlü yönetmenlerinden biri

Power: Güç, enerji

He has the power to make things very unpleasant for us.   /  O, bizim için çok tatsız şeyler

yapabilecek güce sahip.

Practically: Pratik olarak, hemen hemen, neredeyse

The theatre was practically empty.   /  Tiyatro neredeyse boştu.

Practical: Pratik, uygulamalı

practical solutions  /  pratik çözümler

Practice (Practise): Uygulama, pratik, alıştırma

The team is practicing for their big game on Friday. / Takım, Cuma günkü büyük oyunları için

alıştırma yapıyor.   You need to practise every day.   /  Sizin her gün pratiğe ihtiyacınız var.

 Praise: Övgü, övmek, şükür

He praised his team for their performance.  /  O, performansları için takımını övdü.

Prayer: Dua, ibadet

prayers for the sick   /  hasta için dualar

Pray: Dua etmek, ibadet etmek

I’ll pray for you.   /  Senin için dua edeceğim.

Precisely: Kesinlikle, tam olarak, tam da, çok doğru

That’s precisely what I meant. / Kastettiğim şey tam da budur.

Precise: Kesin, tam

Can you give a more precise definition of the word?   /  Sözcüğün daha kesin bir tanımını verebilir

misiniz?

Predict: Tahmin

It is impossible to predict what will happen.   /  Ne olacağını tahmin etmek imkansızdır.

Preference: Tercih, öncelik

I can’t say that I have any particular preference.   /  Ben herhangi bir belirli tercihim olduğunu

söyleyemem.

Prefer: Tercih, yeğlemek

I prefer jazz to rock music.  /  Ben cazı rock müziğe tercih ederim. ‘Coffee or tea?’ ‘I’d prefer tea,

thanks.’   /   ‘Kahve ya da çay?’ ‘Çay tercih ederim, teşekkürler.’

Pregnant: Hamile, gebe

My wife is pregnant.   /  Karım hamile. She’s six months pregnant.   /  O, altı aylık hamile.

Premises: Arazi, tesis

The company is looking for larger premises.   /  Şirket daha büyük bir tesis arıyor.

Preparation: Hazırlık

Careful preparation for the exam is essential.   /   İtinalı hazırlık sınav için gereklidir.

Prepared: Hazırlanan, hazırlanmış, hazır

We are not prepared to accept these conditions.  /  Biz bu koşulları kabul etmeye hazır değiliz.

Prepare: Hazırlamak, hazırlık yapmak

I was preparing to leave.   /  Ben ayrılmak için hazırlanıyordum.

Presence: Varlık, hazır bulunma

Her presence during the crisis had a calming effect.   /  Kriz sırasında onun varlığının sakinleştirici

bir etkisi vardı.

Presentation: Sunum, tanıtım

The Mayor will make the effective presentation.  /  Belediye başkanı etkileyici bir sunum

yapacaktır.

Present: Şimdiki, mevcut, hediye, sunmak, takdim etmek

The sword was presented by the family to the museum.   /  Kılıç aile tarafından müzeye takdim

edildi.

Preserve: Korumak, muhafaza etmek, konserve

He was anxious to preserve his reputation.   /  O, itibarını korumak için endişeliydi. Efforts to

preserve the peace have failed.   /  Barışı korumak için çabalar başarısız olmuştur.

President: Başkan

Several presidents attended the funeral.   /  Birkaç başkan cenaze törenine katıldı.

Press: Basın, basmak, sıkıştırmak

He pressed a handkerchief to his nose.   /  Burnuna bir mendil sıkıştırdı.

Pressure: Basınç

The nurse applied pressure to his arm to stop the bleeding.   /  Hemşire, kanamayı durdurmak

için onun koluna basınç uyguladı.

Presumably: Tahminen, muhtemelen

I couldn’t concentrate, presumably because I was so tired.   /  Muhtemelen çok yorgun

olduğumdan Konsantre olamadım.

Pretend: Taklit, numara yapmak, gibi yapmak

I pretended to be asleep.   /  Ben uyur gibi yaptım.

Pretty: Güzel, hoş

You look so pretty in that dress!   /  Bu elbisenin içinde çok hoş görünüyorsun.

Prevent: Önlemek

The accident could have been prevented.   /  Kaza önlenebilirdi.

Previous: Önceki

She is his daughter from a previous marriage.   /  O, onun bir önceki evliliğinden kızı.

Price: Fiyat

Can you give me a price  for the work?   /   İş için bana bir fiyat verebilir misiniz?

Pride: Gurur, kibir

Success in sport is a source of national pride.   /  Spordaki başarı ulusal gurur kaynağıdır.

Priest: Rahip

the ordination of women priests   /  kadın rahiplerin koordinasyonu

Primarily: Öncelikle, başlıca

The person primarily responsible is the project manager.   /  Başlıca sorumlu kişi proje yöneticisi

Primary: Birincil, temel

Our primary concern must be the children.   /  Bizim temel kaygımız çocuklar olmalıdır.

Prime Minister: Başbakan

Prime Minister will make an important speech.  /  Başbakan önemli bir konuşma yapacak.

Prince: Prens

the Prince of Wales   /  Galler Prensi

Princess: Prenses

the Princess of Wales / Galler Prensesi

Principle: İlke, prensip

There are three fundamental principles of teamwork.   /  Ekip çalışmasının üç temel ilke vardır.

Printer: Yazıcı

a laser printer  /  bir lazer yazıcı

Priority: Öncelik

Our first priority  is to improve standards. / Bizim birinci önceliğimiz standartlarımızı

yükseltmektir.

Prior: Önceki, eski, kıdemli

 

Prisoner: Mahkum, tutuklu

They are demanding the release of all political prisoners.   /  Onlar bütün siyasi tutukluların

serbest bırakılmasını talep ediyor.

Prison: Cezaevi, hapishane

She is  in prison, awaiting trial.   /  O hapishanede, duruşmayı bekliyor.

Private: Özel

a private guest  /  özel bir konuk

Prize: Ödül

I won £500 in prize money.   /  500 pound para ödülü kazandım.

Procedure:  Prosedür, yöntem

maintenance procedures   /  bakım prosedürleri

Proceed: Devam etmek, ilerlemek

Work is proceeding slowly.   /  Çalışma yavaş ilerliyor. We’re not sure whether we still want to

proceed to the sale.  /  Biz hala satışa devam etmek isteyip istemediğimizden emin değiliz.

Process: Süreç

We’re  in the process of selling our house.   /  Evimizin satış sürecindeyiz.

Produce: Üretmek

a factory that produces pencil  /  kalem üreten bir fabrika

Producer: Üretici

Libya is a major oil producer.   /  Libya önemli bir petrol üreticisidir.

Production: Üretim

The new model will be  in production by the end of the year.   /  Yeni model yıl sonuna kadar

üretimde olacak.

Product: Ürün

We need new product to sell. /  Satmak için yeni ürüne ihtiyacımız var.

Professional: Profesyonel, uzman

the terms that doctors and other health professionals use   /  doktorların ve diğer sağlık

uzmanlarının kullandığı terimler

Profession: İş, meslek

She was at the very top of her profession.   /  O, mesleğinin çok üstündeydi.

Professor: Profesör

a chemistry professor   /  bir kimya profesörü

Profit: Kâr, fayda

The sale generated record profits.   /  Satış rekor kâr meydana getirdi. 

Programme (Program) : Program

The final section of road is programmed for completion next month.   /  Yolun son bölümünün

önümüzdeki ay tamamlanması planlandı.

Progress: İlerleme, gelişme

The course allows students to progress at their own speed.   /  Ders öğrencilerin kendi hızında

ilerlemesini sağlar.

Project: Proje, tasarı, planlamak

The next edition of the book is projected for publication in March. / Kitabın bir sonraki baskısının

Mart ayında yayınlanması planlanıyor.

Promise: Söz vermek

She kept her promise to visit her aunt regularly.   /  O, düzenli olarak teyzesini ziyaret etmek için

verdiği sözü tuttu.

Promote: Teşvik etmek, desteklemek

a campaign to promote awareness of environmental issues   /  çevresel konularda bilinci teşvik

etmek için bir kampanya

Promotion: Promosyon, tanıtım, özendirme

The new job is a promotion for him.   /  Yeni işi onun için bir promosyondu.

Promptly: Zamanında, gecikmeden, hemen

They arrived promptly at two o’clock.   /  Onlar saat ikide gecikmeden geldi.

Prompt: Teşvik etmek, istekte bulunmak, hemen, çabuk

The discovery of the bomb prompted an increase in security.   /  Bombanın keşfi güvenlikte bir

artışı teşvik etti.

Pronounce: Telaffuz etmek, okunuş, söyleniş

Very few people can pronounce my name correctly.   / Benim ismimi çok az insan doğru bir

şekilde telaffuz edebilir.

Pronunciation: Telaffuz, söyleniş

There is more than one pronunciation of ‘garage’.   /   ‘Garage’ın birden daha fazla telaffuzu var.

Proof: Kanıt, delili

Keep the receipt as proof of purchase.   / Satın almanın delili olarak makbuz tutun

Properly: Düzgün, uygun bir şekilde

When will these kids learn to behave properly?   /  Bu çocuklar düzgün bir şekidle davranmayı ne

zaman öğrenecekler?

Proper: Uygun, doğru

Please follow the proper procedures for dealing with complaints.   /  Lütfen şikayetlerin ele

alınması için uygun prosedürleri takip ediniz.

Property: Mülkiyet, mal

This building is government property. / Bu bina devlet malı.

Proportion: Oran

Water covers a large proportion of the earth’s surface.   /  Su yeryüzünün büyük bir

oranını kapsar. The proportion of regular smokers increases with age.   /  Düzenli sigara içenlerin

oranı yaşla birlikte artar.

Proposal: Teklif, öneri

His proposal that the system should be changed was rejected.   /  Onun sistem değişmeli önerisi

reddedildi.

Propose: Önermek, teklif etmek

What would you propose? / Ne önerirsiniz? The government proposed changes to the voting

system.   /  Hükümet oylama sisteminde değişiklikler önerdi.

Prospect: İhtimal, beklenti

There is no immediate prospect of peace.   /  Şu an barış ihtimali yok.

Protection: Koruma

data protection  laws   /  veri koruma yasaları

Protect: Korumak, savunmak

Our aim is to protect the jobs of our members.   /  Amacımız üyelerimizin işlerini korumaktır.

Protest: Protesto, itiraz

Students took to the streets to protest against the decision.   /  Öğrenciler karara karşı protesto

için sokaklara döküldü.

Proudly: Gururla

She proudly displayed her prize.   /  O, gururla ödülünü gösterdi.

Proud: Gurur

I feel very proud to be a part of the team.   /  Ben takımın bir parçası olmaktan çok gurur

duyuyorum.

Prove: Kanıtlamak, ispatlamak

They hope this new evidence will prove her innocence.   /  Onlar, bu yeni delillerin onun

masumluğunu kanıtlayacağını umuyor.

Provide: Sağlamak, karşılamak

We are here for provide a service to the public.  /  Biz halka bir hizmet sağlamak için buradayız.

Providing: Şartıyla, koşulu ile

 

Publication: Yayın

the publication date   /  yayın tarihi

Publicity: Tanıtım, propaganda

publicity material   /  propaganda malzemesi

Public: Kamu, genel, halk, halka açık

The palace is now open to the public.   /  Saray şimdi halka açıktır.

Publishing: Yayıncılık

a publishing house / bir yayınevi

Publish: Yayımlamak, basmak, çıkarmak

The first edition was published in 2007.   /   İlk baskı 2007’de yayımlandı

Pub: Meyhane, bar, birahane

We went to pub last night.  /  Biz dün gece meyhaneye gittik.

Pull: Çek, çekiniz

please pull door  /  lütfen kapıyı çekiniz

Punch: Yumruk

Landed a punch on Lorrimer’s nose.  /  Lorrimer’in burnuna bir yumruk indi.

Punishment: Cezalandırma, ceza

What is the punishment for murder?   /  Cinayet için ceza nedir? The punishment should fit the

crime.   /  Cezalandırma suça uygun olmalıdır.

Punish: Cezalandırmak, ceza vermek

He was punished for refusing to answer their questions.   /  O, onların sorularını

cevaplamayı reddettiği için cezalandırıldı.

Pupil: Öğrenci, gözbebeği

She now teaches only private pupils.   /  O, şimdi sadece özel öğrencileri eğitiyor. Her pupils were

dilated.   /  Onun gözbebekleri genişledi.

Purchase: Satın alma

The equipment can be purchased from local supplier.   /  Ekipman yerel tedarikçiden satın

alınabilir. 

Purely: Tamamen, sadece

The charity is run on a purely voluntary basis.   /  Hayır kurumu tamamen gönüllülük esasına göre

çalışır.

Pure: Saf, temiz

These shirts are 100% pure cotton.   /  Bu gömlekler % 100 saf pamuk.

Purple: Mor

His face was purple with rage.   /  Yüzü öfkeden morardı. She was dressed in purple.   /  O mor

giyinmişti.

Purpose: Amaç, maksat, gaye

The purpose of the book is to provide a complete guide to the university.   /  Kitabın amacı

üniversite için tam bir kılavuz sağlamaktır.

Pursue: Takip etmek, izini sürmek, kovalamak, sürdürmek

We intend to pursue this policy with determination.   /  Biz kararlılık ile bu politikayı sürdürmeyi

planlıyoruz.

Push: İt, itiniz

nex The car won’t start. Can you give it a push?   /  Araba çalışmıyor. Bir iter misiniz?

Put: Koymak, yerleştirmek

Did you put sugar in my coffee?   /  Kahveme şeker koydun mu?

Qualification: Yeterlilik, nitelik

Previous teaching experience is a necessary qualification for this job.  /  Önceki öğretim deneyimi

bu iş için gerekli bir nitelik.

Qualified: Kalifiye, nitelikli

She’s extremely qualified  for the job.   /  O, iş için son derece nitelikli.

Qualify: Yeterliliğini göstermek, gerekli özelliklere haiz olmak

They qualified for the World Cup.   /  Onlar Dünya Kupası için yeterli oldu.

Quality: Kalite, nitelik

high-quality goods   /  yüksek kaliteli mal We aim to provide quality at reasonable prices.  /  Biz

makul fiyatlarda kalite sağlamayı hedefliyoruz.

Quantity: Miktar, nicelik

Is it available in sufficient quantity?   /  O, yeterli miktarda mevcut mu?

Quarter: Çeyrek, dörtte bir

The theatre was about three quarters full.   /  Tiyatronun yaklaşık dörtte üçü doluydu. 

Queen: Kraliçe

kings and queens   /  kral ve kraliçeler

Question: Soru, sorgulamak

She was arrested and questioned about the fire.   /  O tutuklandı ve yangın hakkında sorgulandı.

Quickly: Çabuk, hızla

We’ll repair it as quickly as possible.   /  Mümkün olduğunca çabuk tamir edeceğiz.

Quick: Hızlı, çabuk

Are you sure this is the quickest way?   /  Bunun en hızlı yol olduğundan emin misiniz?

Quiet: Sessiz, sakin

a quieter, more efficient engine / daha sessiz, daha verimli motor ‘Be quiet,’ said the teacher.   /

Öğretmen, ‘sessiz olun’ dedi.

Quite: Oldukça, tamamen, pek

He plays quite well.   /  O oldukça iyi oynar.

Quit: Çıkmak, bırakmak, ayrılmak, istifa etmek

If I don’t get more money I’ll quit.   /  Ben daha fazla para kazanamazsan ayrılacağım.

Quote: Alıntı, aktarılan söz

He quoted a passage from the minister’s speech.     /   O, bakanın konuşmasından bir pasaj

aktardı.  

Race: Yarış

Television companies are racing to be the first to screen his life story.   /  Televizyon şirketleri

onun hayat hikayesini ekranda ilk gösteren olmak için yarışıyor.

Racing: Yarış

a racing driver   /  bir yarış pilotu

Radio: Radyo, telsiz, radyodan yayımlamak

The interview was broadcast on radio and television. / Görüşme radyo ve televizyondan

yayımlandı.

Rail: Ray, demiryolu

rail travel / demiryolu seyahati

Railroad: Demiryolu, demiryolu ile taşımak

Railroad came in the 1860s to our city.  /  Demiryolu şehrimize 1860’larda geldi.

Railway: Demiryolu

The railway is still under construction.   /  Demiryolu halen yapım aşamasındadır.

Rain: Yağmur

Is it raining?   /  Yağmur yağıyor mu?

Raise: Yükseltmek, arttırmak

 

Range: Dizi, aralık, çeşitli

The hotel offers a wide range of  facilities.   /  Otel geniş bir imkanlar dizisi sunuyor. Most of the

students are in the 17-20 age range.   /  Öğrencilerin çoğu 17-20 yaş aralığında.

Rank: Sıra, derece, rütbe

She is currently the highest ranked player in the world.   /  O, kesinlikle dünyadaki en yüksek

dereceli oyuncu.

Rapid: Hızlı, çabuk

The disease is spreading rapidly.  /  Hastalık hızlı bir şekilde yayılıyor.

Rarely: Nadiren

She is rarely seen in public nowadays.   /  O, bugünlerde halk içinde nadiren görülür.

Rare: Nadir, seyrek, az bulunur

This weekend, visitors will get a rare chance to visit the private apartments.   /  Bu hafta sonu,

ziyaretçiler özel daireleri ziyaret için az bulunur bir şans elde edecekler.

Rate: Oran, sınıf

I’m afraid our needs do not rate very high with this administration.   /  Bu uygulama ile

ihtiyaçlarımızı yüksek oranda yapamayacağımızdan korkuyorum.

Rather: Aksine, oldukça, daha doğrusu, daha ziyade, bilakis

He looks rather like his father.   /  O, daha ziyade babasına benziyor.

Raw: Ham, çiğ

These fish are often eaten raw.   /  Bu balıklar genellikle çiğ yenir.

Reach: Ulaşma, erişme

The beach can only be reached by boat.   /  Plaja sadece tekneyle ulaşılabilir.

Reaction: Reaksiyon, tepki

What was his reaction to the news?   /   Onun haberlere tepkisi ne oldu?

React: Tepki

Local residents have reacted angrily to the news.   /  Yerel sakinler habere öfkeli bir şekilde tepki

gösterdi.

Reader: Okuyucu, okur

reader letters  /  okuyucu mektupları an avid reader of science fiction   /  hevesli bir bilim kurgu

okuyucusu

Reading: Okuma

My hobbies include reading and painting.   /  Okuma ve resim yapma benim hobilerim

içindedir. He needs more help with his reading. / Onun okuma için daha fazla yardıma ihtiyacı

var.

Read: Okumak

She’s still learning to read.   /  O, hala okumayı öğreniyor. I can’t read your writing.   /  Yazınızı

okuyamıyorum.

Ready: Hazır, istekli

I’m not sure if Karen is ready for marriage yet.   /  Karen’in henüz evlilik için hazır olup

olduğundan emin değilim.

Realistic: Gerçekçi

We have to be realistic about our chances of winning.   /  Kazanma şansımız hakkında gerçekçi

olmak zorundayız.

Reality: Gerçeklik, realite

She refuses to face reality.   /  O gerçeklikle yüzleşmeyi reddediyor.

Realize: Farkına varmak, gerçekleştirmek

I didn’t realize (that) you were so unhappy.   /  Ben senin bu kadar mutsuz olduğunu fark

etmedim. 

Really: Gerçekten

Bana gerçekten ne olduğunu anlat.

Real: Gerçek, sahici

We have a real chance of success.   /  Bizim sahici bir başarı şansımız var.

Rear: Arka, geri

front and rear windows   /  ön ve arka pencereler

Reasonable: Makul, kabul edilebilir, mantıklı

You must submit your claim within a reasonable time.   /  Makul bir zamanda talebini sunmalısın. 

Reasonably: Makul bir şekilde, oldukça

She seems reasonably happy in her new job.   /  O yeni işinde oldukça mutlu görünüyor. We tried

to discuss the matter calmly and reasonably.   /  Biz sakin ve makul bir şekilde konuyu tartışmaya

çalıştık.

Reason: Neden, sebep, gerekçe

Give me one good reason why I should help you.   /  Niçin sana yardım etmem gerekiyor, bana

bir neden ver.

Recall: Hatırlama, geri çağırma

She could not recall his name.   /  O, onun ismini hatırlayamadı.

Receipt: Makbuz, fiş

Can I have a receipt, please?   /  Lütfen, bir makbuz alabilir miyim?

Receive: Almak, kabul etmek, teslim almak

He received an award for bravery from the police service.   /  O polis servisinden cesareti için bir

ödül aldı.

Recently: Son zamanlarda, yakınlarda, bugünlerde

We received a letter from him recently.   /  Biz son bugünlerde ondan bir mektup aldık.

Recent: Yeni, son

a recent development   /  yeni bir gelişme his most recent visit to Poland   /  onun Polonya’ya

yaptığı en son ziyaret

Reception: Resepsiyon, alma, kabul

They hosted a reception for 75 guests.   /  Onlar 75 ziyaretçi için bir resepsiyon verdi.

Reckon: Saymak, hesaplamak

The age of the earth is reckoned at about 4600 million years.   /  Yeryüzünün yaşı yaklaşık 4600

milyon yıl olarak hesaplandı.

Recognition: Tanıma

He glanced briefly towards her but there was no sign of recognition.   /  Ona doğru kısaca baktı

ama tanıma belirtisi yok oldu.

Recognize: Tanımak, farkına varmak

I recognized him as soon as he came in the room.   /  Odaya gelir gelmez onu tanıdım. Do you

recognize this tune?   /  Bu nağmeyi tanıyor musunuz?

Recommend: Tavsiye, önermek

Can you recommend a good hotel?   /   İyi bir otel tavsiye eder misiniz? I recommend the book to

all my students.   /  Bütün öğrencilerime kitap önerdim.

Record: Kayıt, kaydetmek

Her childhood is recorded in the diaries of those years.   /  Onun çocukluğu, o yılların

günlüklerinde kayıtlı.

Recover: Geri kazanmak, kurtulmak, iyileşmek

The police eventually recovered the stolen paintings.   /  Polis sonunda çalınan tabloları

kurtardı. Six bodies were recovered from the wreckage.   /  Altı beden enkazdan kurtarıldı.

Red: Kırmızı

She often wears red.   /  O, çoğu zaman kırmızı giyer.

Reduce: Azaltmak, düşürmek

Giving up smoking reduces the risk of heart disease.   /  Sigarayı bırakmak kalp hastalığı riskini

azaltır.

Reduction: Azaltma, küçültme, düşüş

The report recommends further reductions in air and noise emissions.   /  Rapor, hava ve gürültü

yayılmasındaki azalmanın daha fazla olmasını öneriyor.

Reference: Referans

The library contains many popular works of reference.   /  Kütüphane birçok popüler referans

eseri ihtiva eder.  

Refer: Bahsetmek, değinmek, ilgili olmak

This paragraph refers to the events of last year.   /  Bu paragraf geçen yılın olaylarına değiniyor.

Reflect: Yansıtmak, düşünmek

His face was reflected in the mirror.   /  Yüzü aynaya yansıdı.

Reform: Reform yapmak, düzeltmek

constitutional reform  /  anayasa reformu

Refrigerator: Buzdolabı, soğutucu

This dessert can be served straight from the refrigerator.   /  Bu tatlı buzdolabından doğruca

servis edilebilir.

Refuse: Reddetmek, geri çevirmek, çöp

She refused to accept that there was a problem.   /  O, bir sorun olduğunu kabul etmeyi reddetti.

Regarding: İlgili, ilişkin, konusunda

Call me if you have any problems regarding your work.   /  Eğer işinizle ilgili herhangi bir sorun

olursa beni arayın.

Regard: Dikkat, saygı, itibar

He was driving without regard to speed limits.   /  O hız limitlerine dikkat etmeden sürüyordu.

Regional: Bölgesel, yöresel

regional variations in pronunciation   /   telaffuzda bölgesel farklılıklar

Region: Bölge, yöre

one of the most densely populated regions of North America   /  Kuzey Amerika’nın en yoğun

nüfuslu bölgelerinden biri

Register: Kayıt, kaydetmek

register of voters / seçmenlerin kaydı

Regret: Pişmanlık, üzüntü

What is your greatest regret?   /  En büyük pişmanlığınız nedir?

Regularly: Düzenli, düzenli olarak

We meet regularly to discuss the progress of the project.   /   Biz projenin ilelermesini görüşmek

için düzenli olarak bir araya geliriz.

 Regular: Düzenli, normal

There is a regular bus service to the airport.   /  Havalanına düzenli otobüs servisi vardır.

Regulation: Yönetmelik, düzenleme

the strict regulations governing the sale of weapons   /  silah satışına ilişkin sıkı düzenlemeler

Reject: Reddetmek, geri çevirmek

All our suggestions were rejected.  /  Tüm önerilerimiz geri çevrildi.

Related: İlgili, ilişkin

These problems are closely related.   /  Bu sorunlar yakından ilişkili.

Relate: İlgili olmak

In the future, salary  increases will be related with productivity.   /  Gelecekte maaş artışları

verimlilikle ilgili olacaktır.

Relation: İlişki, bağlantı

teacher-pupil relations   /  öğretmen-öğrenci ilişkileri the relation between rainfall and crop yields

/  yağış ve ürün verimliliği arasındaki ilişki

Relationship: İlişki, bağ

The relationship between the police and the local community has improved.   /  Polis ve yerel halk

arasındaki ilişki gelişti. She has a very close relationship with her sister.   /  O ablası ile çok

yakın bir ilişki içinde. 

Relatively: Nispeten

I found the test relatively easy.   /  Testi nispeten daha kolay buldum.

Relative: Akraba, yakın

her friends and relatives   /  onun arkadaşları ve akrabaları

Relax: Rahat, rahatlamak, dinlemek

He appeared relaxed and confident before the match.   /  O maçtan önce rahat ve kendinden

emin göründü.

Release: Serbest bırakma, salıverme

She can expect an early release from prison.   /  O, cezaevinden erken bir tahliye bekleyebilir.

Relevant: Alakalı, konu ile ilgili, uygun

Do you have the relevant experience?   /  Konu ile ilgili deneyiminiz var mı?

Relief:  Rahatlama, ferahlama

She sighed with relief. /  O rahat bir nefes aldı. a sense of relief   /  bir rahatlama hissi

Religion: Din, inanç

Christianity, Islam and other world religions   /  Hristiyanlık, İslam ve diğer dünya dinleri.

Religious: Dini, dinsel

objects which have a religious significance   /  dini öneme sahip nesneler

Rely: İnanmak, güvenmek

 

Remain: Kalmak, sürdürmek

He will remain (as) manager of the club until the end of his contract.   /  O sözleşmesinin sonuna

kadar kulübün yöneticisi olarak kalacaktır.

Remains: Kalıntılar, artıklar

prehistoric remains   /   tarih öncesi kalıntılar

Remarkable: Dikkat çekici

She was a truly remarkable woman.   /  O gerçekten dikkat çekici bir kadındı.

Remark: Söylemek, belirtmek

She remarked how tired I was looking.   /  O, benim ne kadar yorgun göründüğümü söyledi.

Remember: Hatırlamak, anımsamak

This is Carla. Do you remember her?   /  Bu Carla. Onu hatırlıyor musunuz? I don’t remember my

first day at school.   /  Okuldaki ilk günümü hatırlamıyorum.

Remind: Hatırlatmak, andırmak

I’m sorry, I’ve forgotten your name. Can you remind me?   /  Üzgünüm, isminizi unuttum. Bana

hatırlatır mısınız?

Remote: Uzak, ücra

one of the remotest areas of the world   /  dünyanın en ücra alanlarından biri

Removal: Kaldırma, uzaklaştırma

the removal of trade barriers   /   ticaret engellerinin kaldırılması

Remove: Kaldırmak, çıkarmak, çekmek, uzaklaştırmak

He removed his hand from her shoulder.   /  O, ellerini onun omuzlarından çekti. Three children

were removed from the school for persistent bad behaviour.   /  Üç çocuk ısrarlı kötü davranışlar

için okuldan uzaklaştırıldı.

Rent: Kira, kiralamak

He rents rooms in his house to students.   /  O, öğrencilere evinde oda kiralar.

Repair: Onarım, tamir

The hotel is currently under repair. /  Otel şu anda onarım altında.

Repeat: Tekrarlamak, yinelemek

Are you prepared to repeat these allegations in court?   /  Mahkemede bu iddiaları tekarlamak için

hazır mısınız?

Replace: Değiştirmek, yerini almak

The new design will eventually replace all existing models.   /  Yeni tasarım sonunda bütün

mevcut tasarımların yerini alacak.

Reply: Cevap, yanıtlamak

I asked her what her name was but she made no reply.   /  Ben ona adının ne olduğunu sordum

ama o hiç cevap vermedi.

Report: Rapor, haber, bildirmek

Are these newspaper reports true?   /  Bu gazete haberi doğru mu? a weather report / hava

raporu

Representative: Temsilci, örnek

The thin models in magazines are not representative of most women.  /  Dergilerdeki ince

modeller çoğu kadını temsil etmez.

 Represent: Temsil etmek, göstermek

Local businesses are represented on the committee.   /  Yerel işletmeler komitede temsil

edilmektedir.

Reproduce: Çoğaltmak, yeniden üretmek

This material can be reproduced without payment.   /  Bu malzeme ödeme

yapılmaksızın çoğaltılabilir.

Reputation: Ün, şöhret, itibar

She acquired a reputation as a first-class cook.  /  O birinci sınıf aşçı olarak ün kazanmıştır.

Request: Talep, istek, rica

You can request a free copy of the leaflet.   /  Broşürün ücretsiz bir kopyasını rica edebilirsiniz.

Requirement: Gereksinim, ihtiyaç

the basic requirements of life   /  yaşamın temel gereksinimleri

Require: İstemek, gerektirmek, icap etmek

This condition requires urgent treatment.   /  Bu durum acil tedavi gerektirir.

Rescue: Kurtarmak

A wealthy benefactor came to their rescue with a generous donation.   /  Zengin bir hayırsever

cömert bir bağış ile onları kurtarmaya geldi.

Research: Araştırma

We have to research how the product will be used.   /  Biz ürünün nasıl kullanılacağını araştırmak

zorundayız.

Reservation: Rezervasyon

I’ll call the restaurant and make a reservation.   /  Ben restoranı arayacağım ve bir rezervasyon

yaptıracağım.

Reserve: Rezerv, ayırtmak, rezerve etmek

large oil and gas reserves   /  büyük petrol ve gaz rezervleri

Resident: Oturan, sakin, yerleşik

the town’s resident population   /  kasabanın yerleşik nüfusu

Resistance: Direnç, dayanıklılık

AIDS lowers the body’s resistance to infection.  / AIDS vücüdun enfeksiyona karşı direncini

düşürür.

Resist: Direnmek, karşı koymak, mukavemet

She was charged with resisting to police.  /  O polise mukavemet ile suçlandı.

Resolve: Çözmek

Both sides met in order to try to resolve their differences.  /  Her iki taraf aralarındaki ihtilafları

çözmeyi denemek için bir araya geldi.

Resort: Başvurmak, tatil yeri, dinlenme yeri

They felt obliged to resort to violence.   /  Onlar şiddete başvurmak zorunda hissetti.

Resource: Kaynak

We must make the most efficient use of the available financial resources.  /  Biz ulaşılabilir mali

kaynakların kullanımını en etkili şekilde yapmalıyız.

Respect: Saygı, hürmet, riayet

She promised to respect our wishes.   /  O bizim isteklerimize riayet edeceğinie söz verdi.

Respond: Yanıtlamak, cevap vermek

I asked him his name, but he didn’t respond.   /  Ona ismini sordum fakat o cevap vermedi.

Response: Yanıt, cevap, tepki

I knocked on the door but there was no response.   / Ben kapıyı çaldım ama cevap yoktu.

Responsibility: Sorumluluk, yükümlülük

parental rights and responsibilities   /  ebeveyn hakları ve sorumlulukları

Responsible: Sorumlu

Who’s responsible of  this mess?   /  Bu karmaşanın sorumlusu kim?

Restaurant: Restoran, lokanta

We went out to a restaurant to celebrate.  /  Biz kutlama için bir restorana gittik.

Restore: Restore etmek, onarmak, geri getirmek

Some people argue that the death penalty should be restored.   /  Bazı insanlar ölüm cezasının

geri getirilmesi gerektiğini savunuyorlar.

Rest: Dinlenmek

The doctor told me to rest.   /  Doktor bana dinlenmemi söyledi.

Restricted: Kısıtlı, sınırlı

a restricted space / sınırlı bir alan

Restrict: Kısıtlamak, sınırlamak

Fog severely restricted visibility.  /  Sis görüş mesafesini ciddi bir şekilde kısıtladı.

Result: Sonuç, akıbet, ortaya çıkan

It was a large explosion and the resulting damage was extensive.   /  Büyük bir patlamaydı ve

ortaya çıkan hasar genişti.

Retain: Tutmak, kaybetmemek

He struggled to retain control of the school. / O, okulun kontrolünü korumak için mücadele etti.

Retire: Emekli, emekli olmak

He is retiring next year after 30 years in company. /  O şirketteki 30 yıldan sonra gelecek yıl

emekli oluyor.

Retirement: Emeklilik

He was met by his brother on his return from Italy.  /  O italya’dan dönüşünde kardeşi tarafından

karşılandı.

 Return: Dönüş

He was met by his brother on his return from Italy.  /  O, İtalya’dan dönüşünde kardeşi tarafından

karşılandı.

Reveal: Açığa vurmak, meydana çıkarmak, ortaya çıkarmak

Details of the murder were revealed by the local paper. / Cinayetin detayları yerel gazete

tarafından ortaya çıkarılmıştır.

Reverse: Ters, arka, geri, zıt, tersine çevirmek

Iron the garment on the reverse side.   /  Giysiyi arka tarafta ütüleyin.

Review: İnceleme, eleştiri

The government will review the situation later in the year.   /  Hükümet daha sonra yıl içinde

durumu gözden geçirecektir.

Revise: Revize, revizyon, gözden geçirmek

The government may need to revise its policy in the light of this report. / Hükümetin bu raporun

ışığında politikasını gözden geçirmesi gerekebilir.

Revision: Revizyon, gözden geçirme

a revision of trading standards  /  ticaret standartlarının gözden geçirilmesi

Revolution: Devrim, ihtilal

a country on the brink of revolution  /  devrimin eşiğinde bir ülke

Reward: Ödül, ödüllendirmek

She was rewarded for her efforts with a cash bonus.   /  O, çabalarından dolayı bir nakit ikramiye

ile ödüllendirildi.

Rhythm: Ritim, uyum, ahenk

irregular heart rhythm  /  düzensiz kalp ritmi

Rice: Pirinç

rice paddies   /  pirinç tarlaları

Rich: Zengin, bol

one of the richest women in the world   /  dünyadaki en zengin kadınlardan biri

Ride: Binmek, gezinti

It’s a ten-minute bus ride from here to town.   /  Buradan kasabaya on dakikalık bir otobüs

gezintisi. The kids had a ride on an elephant at the zoo.   /  Çocuklar hayvanat bahçesindeki bir

file binmiş.

Rider: Binici

Three riders were approaching. / Üç binici yaklaşıyordu. horses and their riders / atlar ve onların

binicileri

Ridiculous: Gülünç, saçma

Don’t be ridiculous! You can’t pay £50 for a T-shirt!   /  Saçmalama! Sen bir tişört için 50 pound

ödeyemezsin.

Riding: Binme, binicilik, biniş

I’m taking riding lessons.   /  Ben binicilik dersleri alıyorum.

Rid: Kurtarmak

I can’t get rid of this headache.   /  Bu baş ağrısından kurtulamam. I was glad to be rid of the car

when I finally sold it.   /  Nihayet satınca arabadan kurtulduğuma memnun oldum.

Rightly: Haklı olarak, kesin olarak, dürüstçe, doğru bir şekilde

I don’t rightly know where he’s gone.   /  Kesin olarak onun nereye gittiğini bilmiyorum.

Ring: Yüzük, halka, zil sesi

A diamond glittered on her ring  finger .  /  Bir elman onun yüzük parmağında parıldadı.

Rise: Artış, yükseliş, kalkış

Smoke was rising from the chimney.   /  Duman bacadan yükseliyordu.

Risk: Risk, göze almak, tehlikeye atmak

He risked his life to save her.   /  O, onu kurtarmak için hayatını tehlikeye attı.

Rival: Rakip

The Japan are our biggest economic rival.  /  Japonya bizim en büyük ekonomik rakibimiz.He

was shot by a member of a rival gang.   /  O rakip çetenin bir üyesi tarafından vuruldu.

River: Nehir

Can we swim  in the river?   /  Biz nehirde yüzebilir miyiz?

Road: Yol

He was walking along the road when he was attacked.   /  O saldırıya uğradığı zaman yol

boyunca yürüyordu.

Rob: Soymak, çalmak, soygun yapmak

The gang had robbed and killed the drugstore owner.   /  Çete eczane sahibini soymuş ve

öldürmüştü.

Rock: Kaya

They clambered over the rocks at the foot of the cliff.  /  Onlar uçurumun dibinde kayalara

tırmandı.

Role: Rol, rol yapmak

the role of the teacher in the classroom  /  sınıfta öğretmenin rolü It is one of the greatest roles

she has played.   /  Onun oynadığı en büyük rollerden biri.

 Roll: Rulo, yuvarlamak

The ball rolled down the hill.   /  Top tepeden aşağı yuvarlandı.

Romantic: Romantik, duygusal

a romantic candlelit dinner   /  mum ışığında romantik bir akşam yemeği Why don’t you ever give

me flowers? I wish you’d be more romantic.   /  Neden bana hiç çiçek vermiyorsun? Ben daha

romantik olmanı isterdim.

Roof: Çatı, üstünü kapatmak

Tim climbed on to the roof of garage.  /  Tim garajın çatısına tırmandı.

Room: Oda

He walked out of the room and slammed the door.  /  O, odanın dışına yürüdü ve kapıyı çarptı.

Root: Kök, temel

Tree roots can cause damage to buildings.   /  Ağaç kökleri binalarda hasara neden olabilir.

Rope: İp, halat, bağlamak

We tied his hands together with rope.   /   İple onun ellerini bağladık.

Roughly: Aşağı yukarı, yaklaşık, kabaca

Sales increased by roughly 10%.  /   Satışlar aşağı yukarı % 10 arttı.

Rough: Kaba

Trim rough edges with a sharp knife.  /  Keskin bir bıçakla kaba kenarları kırpın.

Round: Yuvarlak

a surface with rounded edges   /  yuvarlak kenarlı bir yüzey rounded shoulders   /  yuvarlak

omuzlar

Round: Dönmek, yuvarlak, tur, etrafına

The earth moves round the sun.   /  Dünya güneşin etrafında döner.

Route: Rota, güzergah, sevketmek, nakletmek

The house is not on a bus route.   /  Ev bir otobüs güzergahı üzerinde değil.

Routine: Rutin, sıradan, alışılagelmiş

The fault was discovered during a routine check.   /   Arıza rutin bir kontrol sırasında tespit

edilmiştir.

Row: Dizi, sıra

The vegetables were planted in neat rows.   /  Sebzeler düzgün sıralar halinde dikilmiştir.

Royal: Kraliyet

the royal family   /  kraliyet ailesi

Rubber: Lastik, kauçuk

a ball made of rubber   /   lastikten yapılmış bir top

Rubbish: Çöp

They poured rubbish in front of our house.  /  Onlar evimizin çöp döktü.

Rub: Ovmak, ovuşturmak

She rubbed her chin thoughtfully.   /  O düşünceli bir şekilde çenesini ovuşturdu.

Rudely: Terbiyesizce, kabaca

‘What do you want?’ she asked rudely.   /   “Ne istiyorsun” diye kabaca sordu.

Rude: Kaba, terbiyesiz

Why are you so rude to your mother?   /  Niçin annene böyle kaba davranıyorsun?

Ruined: Harap, mahvolmuş, yıkılmış

a ruined castle   /  harap bir kale

Ruin: Mahvetmek, yıkmak, bozmak, harabe

The terrorist attack had left the city in a state of ruin   /  Terörist saldırısı şehri harabe bir halde

bırakmıştı.

Ruler: Hükümdar, cetvel

Ruler is a measuring instrument.  /  Cetvel bir ölçme aletidir.

Rule: Kural, hüküm, yönetmek, idare etmek, hüküm sürmek

After the revolution, anarchy ruled.   /  Devrimden sonra anarşi hüküm sürdü.

Rumour: Söylenti, dedikodu, rivayet

Many of the stories are based on rumour.  /  Hikayelerin birçoğu rivayete dayanır.

Runner: Koşucu, atlet

a list of runners and riders  /  koşucular ve binicilerin listesi

Running: Koşu, çalışma, akan, koşan

running shoes   /  koşu ayakkabıları

Run: Koşmak, çalıştırmak, sefer

Our team won by four runs.   /  Takımımız dört koşudur kazanıyor.

Rural: Kırsal, köy

rural areas   /  kırsal alanlar

Rush: Ani hareket, acele

The note looked like it had been written in a rush.  /  Not acele ile yazılmış gibi görünüyordu. 

Sack: Kovmak, görevden almak, çuval

She was sacked for refusing to work on Sundays.   /  O Pazar günleri çalışmayı reddettiği için

görevden alındı.

Sadly: Ne yazık ki, üzüntülü bir şekilde

She shook her head sadly.   /  O üzüntülü bir şekilde başını salladı.

Sadness: Üzüntü, hüzün, keder

I felt a deep sadness.   /  Ben derin bir üzüntü hissettim.

Sad: Üzücü, üzgün, hüzünlü

She looked sad and tired. / O üzgün ve yorgun görünüyordu. a sad story   /  hüzünlü bir hikaye

Safely: Güvenle, güvenli bir şekilde

The plane landed safely.   /  Uçak güvenli bir şekilde indi. The money is safely locked in a drawer.

/  Para güvenli bir çekmecede kilitli.

Safe: Güvenli, emin, güvencede

The children are quite safe here.  /  Çocuklarımız burada oldukça güvencededir.

Safety: Güvenlik, emniyet, koruyucu

a place where children can play  in safety   /  çocukların güvenlik içinde oynayabileeği bir yer

Sailing: Yelken, yelkencilik, gemi yolculuğu

a sailing club   /  bir yelken kulübü

Sailor: Denizci, gemici

Sailor is a brave man.  /  Denizci cesur bir adamdır.

Sail: Yelken, denize açılmak, gemi yolculuğu

The vessel can be propelled by oars or sail.  /  Gemi kürek ve yelken ile hareket edebilirdi.

Salad: Salata

Is cold meat and salad OK for lunch?   /  Öğle yemeği için soğuk et  ve slata iyi mi? a chicken

salad   /  bir tavuk salatası

Salary: Maaş

a 9% salary increase   /  % 9 maaş artışı

Sale: Satış

regulations governing the sale of alcoholic beverages  /  alkollü içeceklerin satışına ilişkin

düzenlemeler

Salt: Tuz

a pinch of salt   /  bir tutam tuz sea salt   /  deniz tuzu

Salty: Tuzlu

salty food   /   tuzlu yiyecek

Same: Aynı, benzer

He gave me five dollars, same as usual.   /  Bana beş dolar verdi, aynı her zamanki gibi

Sample: Örnek, numune

a sample survey  /  örnek bir anket The survey covers a representative sample of schools.  /

Anket okulların temsili bir örneğini içerir.

Sand: Kum

Concrete is a mixture of sand and cement.   /  Beton kum ve çimento karışımıdır.

Satisfaction: Memnuniyet, hoşnutluk

The company is trying to improve customer satisfaction.   /  Şirket müşteri memnuniyetini

iyileştirmeye çalışıyor.

Satisfied: Memnun

a satisfied customer /  memnun müşteri

Satisfying: Tatmin edici, doyurucu

a satisfying experience   / tatmin edici bir deneyim

Satisfy: Karşılamak, tatmin etmek

The education system must satisfy the needs of all children.   /  Eğitim sistemi bütün çocukların

ihtiyaçlarını karşılamalıdır.

Saturday: Cumartesi

I will take the exam on Saturday.  /  Cumartesi sınava gireceğim.

Sauce: Sos, salça

ice cream with a hot fudge sauce   /  sıcak çikolata soslu dondurma

Save: Kurtarmak, korumak, kaydetmek

He’s trying to save their marriage.   /  O evliliklerini kurtarmaya çalışıyor.

Saving: Tasarruf, birikim, kurtarma

I opened a savings account at my local bank.  /  Ben, yerel bankamda bir tasarruf hesabı

açtım. He put all his savings into buying a boat.   /  O, bir tekne satın almak için bütün birikimini

ortaya koydu.

Say: Söylemek, söz

‘Hello!’ she said.   /   ‘Merhaba!’ dedi. He said that his name was Sam.  /  O adının Sam olduğunu

söyledi.

Scale: Ölçek, ölçü

Here was corruption on a grand scale.   /  Burada büyük ölçüde bir yolsuzluk oldu. On a global

scale, 77% of energy is created from fossil fuels.   /  Küresel ölçekte enerjinin % 77’si fosil

yakıtlarından oluşur.

Scared: Korkmuş, ürkmüş

People are scared to use the buses late at night.   /   İnsanlar gece geç saatlerde otobüsleri

kullanmaya korkuyor. The thieves got scared and ran away.   /  Hırsızlar korkmuş ve kaçmış.

Scare: Korku, korkunç, korkutmak, ürpermek

a scare story   /  korkunç bir hikaye

Scene: Sahne, olay yeri

Firefighters were on the scene immediately.  /  İtfaiyeciler derhal olay yerindeydi. The movie

opens with a scene in a New York.  /  Film New York’taki bir sahne ile başlar.

Schedule: Program, tarife, zamanlamak

I’m scheduled to arrive in Los Angeles at 5 o’clock.  /  Ben saat 5’te Los Angeles’ta olmayı

planlıyorum.

Scheme: Şema, plan, düzen, programı, tasarlamak

a training scheme  /  bir eğitim planı

School: Okul

My brother and I went to the same school.   /  Kardeşim ve ben aynı okula gittik. We need more

money for roads, hospitals and schools.   /  Yollar, hastaneler ve okullar için daha fazla paraya

ihtiyacımız var.

Science: Bilim

new developments in science and technology   /  bilim ve teknolojideki yeni gelişmeler

Scientific: Bilimsel

a scientific discovery   /  bilimsel bir keşif

Scientist: Bilim adamı

scientists and engineers   /  bilim adamları ve mühendisler

Scissors: Makas

She used scissors to cut off his shirt.   /  O, gömleğini kesmek için makas kullandı.

Score: Puan, sayı yapmak, skor

Girls usually get a high score from the language exam.  /  Kızlar genellikle dil sınavlarından

yüksek puan alır.

Scratch: Çizik, sıyrık, kazımak

Her hands were covered with scratches   /  Elleri çizikler ile kaplıydı.

Scream: Çığlık, bağırma

They ignored the baby’s screams.   /  Onlar, bebeğin çığlıklarını duymazdan geldi.

Screen: Ekran, perde

a computer screen   /  bir bilgisayar ekranı

Screw: Vida

The bookcase screwed to the wall. / Kitaplık duvara vidalı.

Seal: Mühür

The letter bore the president’s seal.   /  Mektup başkanın mührünü taşıyordu.

Search: Arama, araştırma, arama yapmak

Police searched for clues in the area.   /  Polis bölgede ipuçları aradı. I found these photos while

searching among some old papers.  /  Bazı eski kağıtların arasında arama yaparken bu

fotoğrafları buldum.

Sea: Deniz

The wreck is lying at the bottom of the sea.   /  Gemi enkazı denizin dibinde yatıyor.

Season: Sezon, mevsim

He scored his first goal of the season on Saturday.   /  O, Cumartesi günü sezonun ilk golünü attı.

Seat: Koltuk

She sat back in her seat.   /  O koltuğuna geri oturdu. Would you prefer a window seat or

an aisle seat?   /  Pencere koltuğu mu yoksa koridor koltuğu mu tercih edersiniz?

Secondary: İkincil, orta dereceli, ortaokul

secondary teachers   / ortaokul öğretmenleri a secondary infection   /   ikincil bir enfeksiyon

Second: İkinci

We have one child and are expecting our second in July.   /  Bizim bir çocuğumuz var ve Temmuz

ayında ikinciyi bekliyoruz. She came second  in the marathon.   /  O maratonda ikinci geldi.

Secretary: Sekreter

Please contact with my secretary for make an appointment.  /  Lütfen randevu almak için

sekreterimle irtibata geçiniz.

Secret: Sır, gizli, saklı

Can you keep a secret?   /  Sır tutabilir misin? She was dismissed for revealing trade secrets.   /

O ticari sırları ifşa ettiği için görevden alındı.

Section: Bölüm, kesit

That section of the road is still closed.   /  Yolun bir bölümü hala kapalıdır.

Sector: Sektör

the manufacturing sector   /   imalat sektörü

Secure: Güvenli, korumak

The future of the company looks secure.   /  Şirketin geleceği güvenli görünüyor.

Security: Güvenlik, emniyet

They carried out security checks at the airport.   /  Onlar havaalanında güvenlik kontrollerini

gerçekleştirdi.

Seed: Tohum, çekirdek

These vegetables can be grown from seed.  /  Bu sebzeler tohumdan yetiştirilebilir. seed potatoes

/  tohumluk patates

Seek: Aramak, araştırmak

Drivers are advised to seek alternative routes.   /  Sürücülerin alternatif rotalar aramaları tavsiye

ediliyor.

Seem: Görünmek, gibi görünmek

You seem happy.   /  Sen mutlu görünüyorsun.

See: Görmek

She looked for him but couldn’t see him in the crowd.  /  Onun için baktı ama kalabalıkta onu

göremedi.

Selection: Seçim

selection criteria   /  seçim kriterleri

Select: Seçme

He hasn’t been selected to the team.  /  O takıma seçilmemiş.

Self: Kendi, öz, benlik, bireysel, kişilik

Many people living in madhouses have lost their sense of self.  /  Tımarhanelerde yaşayan birçok

insan benlik duygusunu kaybetmiş.

Sell: Satmak

Do you sell stamps?  /  Pul satıyor musunuz? Their last album sold millions.   /  Onların son

albümü milyonlarca sattı.

Senate: Senato

a member of the Senate   /  bir Senato üyesi

Senator: Senatör

She has served as a Democratic senator for North Carolina since 2009.   /  O 2009’dan beri

Kuzey Coralina için Demokratik senatör olarak görev yapmıştır.

Send: Göndermek, yollamak

She sent the letter by airmail.   /  O, uçak postası ile mektup gönderdi.

Senior: Kıdemli, üst, yaşça büyük, son sınıf öğrencisi

My brother is my senior by two years.   /  Benim kardeşim iki yıl kadar büyüktür.

Sense: Duyu, duygu, his, anlam

the sense organs   /  duyu organları Dogs have a keen sense of smell.  /  Köpekler keskin bir

koku hissine sahiptir.

Sensible: Duyarlı, hassas, farkında, makul, mantıklı

Say something sensible.  /  Mantıklı bir şey söyle. I am sensible of the fact that mathematics is

not a popular branch.   /  Ben matematiğin popüler bir branş olmadığı gerçeğinin farkındayım.

Sensitive: Hassas, duyarlı

a sensitive and caring man   /  duyarlı ve yardımsever bir adam

Sentence: Cümle, ceza, hüküm vermek, cezalandırmak

Sentence is begins with a capital letter and ends with a punctuation mark.   /  Cümle büyük bir

harfle başlar ve nokta işaretiyle biter. The prisoner has served completed his sentence and will be

released tomorrow.  /  Mahkum yarın cezasını tamamlamış serbest bırakılmış olacak.

Separate: Ayrı, ayrılmak, müstakil, bireysel

South America and Africa separated 200 million years ago.   /  Güney Amerika ile Afrika 200

milyon yıl önce ayrıldı. Politics is the only thing that separates us.   /  Siyaset bizi ayıran tek şey.

Separation: Ayırma, ayrılık

They were reunited after a separation of more than 20 years.  /  Onlar 20 yılı aşkın bir ayrılık

sonrası tekrar bir araya geldi.

Separately: Ayrı ayrı, tek başına

Husband and wife are assessed separately for tax.   /  Koca ve eşi vergi için ayrı ayrı

değerlendirilir.

September: Eylül

I was born in September.  /  Ben Eylül ayında doğdum.

Series: Dizi, seri

The first episode of the new series is on Saturday.   /  Yeni dizinin ilk bölümü Cumartesi.

Seriously: Cidden, ciddi olarak, ağır şekilde

They are seriously concerned about security.  /  Onlar güvenlik konusunda cidden endişe

duyuyorlar.

Serious: Ciddi, önemli, ağır

They are a serious threat to security.  / Onlar güvenlik için ciddi bir tehdittir. The consequences

could be serious. / Sonuçlar çok ağır olabilir.

Servant: Hizmetkar, uşak

They treat   like a servant to their mother .   /  Onlar annelerine bir hizmetçi gibi davranır.

Serve: Servis, hizmet vermek

Breakfast is served between 7 and 10 a.m.   /  Kahvaltı 7 ile 10 arasında servis edilir.

Service: Hizmet, servis

The government aims to improve public services, especially education.   /  Hükümet kamu

hizmetlerini, özellikle eğitimi geliştirmeyi amaçlıyor.

Session: Oturum, dönem, seans

Two soccer fans plunged to their deaths after a heavy drinking session.   /   İki futbol taraftarı ağır

bir içme seansından sonra ölüme daldı.

Set: Set, ayarlamak, kurmak

a complete set of her novels   /  onun romanlarının tam bir seti

Settle: Anlaşmak, yerleşmek, yerleştirmek

There is pressure on the unions to settle.   /  Anlaşma için sendikalar üzerinde baskı var. I settled

her on the sofa and put a blanket over her.  / Ben onu koltuğa yerleştirdim ve üzerine bir

battaniye koydum.

Seven: Yedi

We have seven grandchildren.  /  Bizim yedi torunumuz var.

Seventeen: On yedi

I am seventeen years old.  /  Ben on yedi yaşındayım.

Seventy: Yetmiş

There are seventy students in our class.  /  Sınıfımızda yetmiş öğrenci var.

Several: Çeşitli, birkaç

Several letters arrived this morning.   /  Bu sabah birkaç mektup geldi. He’s written several books

about India.   /  O Hindistan hakkında çeşitli kitaplar yazmış.

Severe: Şiddetli, ağır, sert, ciddi

severe weather conditions   /  ağır hava koşulları Strikes are causing severe disruption to all train

services.   /  Grevler tüm tren seferlerinde ciddi aksamalara neden oluyor.

Sewing: Dikiş

a sewing basket   /  bir dikiş sepeti

Sew: Dikmek, dikiş yapmak

My mother taught me how to sew.   /  Annem bana dikiş yapmayı öğretti.

Sexual: Cinsel

Her interest to him is purely sexual.  /  Ona olan ilgisi tamamen cinsel.

Shade: Gölge

We sat down  in the shade of  the wall.   /  Biz duvarın gölgesinde oturduk. The temperature can

reach 40°C  in the shade.   /  Sıcaklık gölgede 40° dereceye ulaşabilir. These plants grow well in

sun or shade.   /  Bu bitkiler güneşte veya gölgede iyi yetişir.

Shadow: Gölge, karanlık, karartmak, gölgelemek

It is the shadow of our balloon.   /  O bizim balonun gölgesidir.

Shake: Sarsıntı, sallamak, titremek

Shake the bottle before opening.  /  Şişeyi açmadan önce çalkalayınız.

Shallow: Sığ, derin olmayan yer, yüzeysel

These fish are found in shallow waters around the coast.   /  Bu balıklar sahil çevresindeki sığ

sularda bulunur.

Shall: -ecek, acak, -meli

This time next week I shall be in Scotland.   /   Gelecek hafta bu zaman ben İskoçya’da

olacağım.

Shame: Utanç, ayıp, utandırmak, mahcup etmek

She hung her head in shame.   /  O utançla başını eğdi.

Shaped: Şekilli, biçimli

a huge balloon shaped like a giant cow  /  dev bir inek şeklinde büyük bir balon

Share: Pay, hisse, paylaşmak

Next year we hope to have a bigger share of the market.   /  Önümüzdeki yıl pazarın daha büyük

bir payına sahip olmayı umuyoruz. a share certificate   /  bir hisse senedi I want to share my food

with my friends.  /  Ben yiyeceklerimi arkadaşlarımla paylaşmak istiyorum.

Sharply: Keskin bir şekilde, sertçe, aniden, sivri bir halde

‘Is there a problem?’ he asked sharply.   /   “Bir problem var mı ?”diye sertçe sordu. Profits fell

sharply following the takeover.   /  Devralmayı takiben kârlar aniden  düştü.

Sharp: Keskin, ani, net, sivri, sert

a sharp knife   /  keskin bir bıçak a sharp drop in prices   /   fiyatlarda ani bir düşüş

Shave: Tıraş, tıraş olmak

The nurse washed and shaved him.   /  Hemşire onu yıkadı ve tıraş etti.

Sheep: Koyun

Sheep were grazing in the fields.   /  Koyunlar kırlarda otluyordu.

Sheet: Çarşaf, levha, yaprak, tabaka

Have you changed the sheets?   /  Çarşafları değiştirdiniz mi?

Shelf: Raf

The book I wanted was on the top shelf.   /   İstediğim kitap en üst raftaydı.

Shell: Kabuk, deniz kabuğu

We collected shells on the beach.   /  Biz sahilde deniz kabuğu topladık. walnut shells   /  ceviz

kabukları

Shelter: Barınak, sığınak, sığınmak

Your home is your shelter.  /  Eviniz sizin barınağınızdır.

She: O (bayanlar için)

‘What does your sister do?’ ‘She’s a dentist.’   /  Kardeşin ne yapıyor? O bir dişçi.

Shift: Vardiya, değiştirmek

a dramatic shift in public opinion   /  kamuouyunda çarpıcı bir değişiklik

Shine: Parlatıcı, parlamak

A light was shining in the distance.  /  Uzakta bir ışık parlıyordu. Her eyes were shining with

excitement.   /  Onun gözleri heyecanla parlıyordu.

Shiny: Parlak, parlamış

His face was flushed and shiny.   /  Yüzü kızarmış ve parlamıştı.

Ship: Gemi, tekne

There are two restaurants on board ship.   /  Gemide iki restoran vardır.

Shirt: Gömlek

He was wearing a red shirt and gloves.  /  O kırmızı bir gömlek ve eldiven giymişti.

Shocking: Şok edici, korkunç

shocking behaviour   /  şok edici davranış

Shoe: Ayakkabı

a pair of shoes   /  bir çift ayakkabı

Shooting: Silahlı atış, çekim, atıcılık, avcılık

Terrorist groups claimed responsibility for the shootings and bomb attacks.  /  Terörist gruplar

silahlı ve bombalı saldırıların sorumluluğunu üstlendi. Shooting began early this year.   /  Çekim

bu yıl erken başladı. the shooting season   /  avcılık sezonu

Shoot: Vurmak, çekmek, ateş etmek

The police rarely shoot to kill   /  Polis nadiren öldürmek için ateş eder.

Shopping: Alışveriş

a shopping basket   /  bir alışveriş sepeti

Shop: Dükkan, mağaza, alışveriş

He likes to shop at the local market.   / O yerel pazarda alışverişi seviyor. a book shop / bir kitap

dükkanı

Shortly: Kısaca, kısa bir süre, yakında

I saw him shortly before he died.   /  Ölmeden kısa bir süre önce onu gördüm.

Short: Kısa

He had short and curly hair.   /  Kısa ve kıvırcık saçları vardı.

Shoulder: Omuz

He slung the bag his shoulder.  /  O, çantayı omzuna asmış. He carried the child on his

shoulders.   /   O, çocuğu omuzlarında taşıdı.

Should: -meli, -malı

He should have been more careful.  /  O, daha dikkatli olmalıydı.

Shout: Seslenmek, bağırmak, haykırış

I heard her warning shout too late.   /  Onun uyarı haykırışını çok geç duydumç

Shower: Duş

Children came together in the shower.  /  Çocuklar duşa birlikte girdi.

Show: Göstermek, gösteri

She’s the star of the show!   /  O, gösterinin yıldızı.

Shut: Kapalı, kapatmak, kapanmış

The door was shut.   /  Kapı kapalıydı. Keep your eyes shut.   /  Gözlerini kapalı tut.

Shy: Utangaç

Don’t be shy. Come and say hello.   /  Utanma. Gel ve merhaba de.

Sick: Hasta, rahatsız

Her mother’s very sick.   /  Onun annesi çok hasta.

Side: Yan, taraf

the right side of the brain / beynin sağ tarafı She was on the far side of the room.   /  O, odanın

uzak tarafındaydı.

Sideways: Yana, yandan, yanlamasına

She sat sideways on the chair.   /  O, sandalyeye yanlamasına oturdu.

Sight: Görebilme, görme, görünme

The disease has affected her sight.  /  Hastalık onun görmesini etkiledi.

Signal: Sinyal, işaret, sinyal vermek

Did you signal before you turned right?   /  Sağa dönmeden önce sinyal verdiniz mi?

Signature: İmza

They collected 10000 signatures for their petition.   /  Onlar dilekçeleri için 10000 imza topladı.

Significantly: Anlamlı, önemli ölçüde

Profits have increased significantly over the past few years.  /  Kârlar son birkaç yılda önemli

ölçüde artmıştır.

Significant: Önemli, anlamlı

a highly significant discovery   /  son derece önemli bir keşif The results of the experiment are not

statistically significant.  /  Deney sonuçları istatistiksel olarak önemli değildir.

Sign: İşaret, iz, imzalamak

The treaty was signed on 24 March.   /  Anlaşma 24 Martta imzalandı imzalandı.

Silence: Sessizlik

Their footsteps echoed in the silence.   /  Onların ayak sesleri sessizlik içinde yankılandı.

Silent: Sessiz, suskun

The streets were silent and deserted.  /  Sokaklar sessiz ve ıssızdı.

Silk: İpek, ipekli

a silk blouse   /   ipek bluz Her skin was as smooth as silk.  /  Teni ipek gibi pürüzsüzdü.

Silly: Aptal, aptalca, salak

a silly idea   /  aptalca bir fikir

Silver: Gümüş, gümüş rengi

a silver car   /  gümüş rengi bir araba

Similarly: Benzer şekilde, aynı, bunun gibi

Husband and wife were similarly successful in their careers.  /  Koca ve eşi kariyerlerinde benzer

şekilde başarılı oldu.

Similar: Benzer

My teaching style is similar to that of most other teachers.  /  Benim öğretim stilim diğer

öğretmenlerin birçoğununkiyle benzer.

Simple: Basit, kolay

This machine is very simple to use.   /  Bu makinenin kullanımı çok kolaydır.

Simply: Basitçe, sade bir şekilde, sadece

Simply add hot water and stir.   /  Sadece sıcak su ekleyin ve karıştırın.

Sincerely: İçtenlikle, samimiyetle

I sincerely believe that this is the right decision.   /  Ben içtenlikle bunun doğru karar olduğuna

inanıyorum.

Sincere: Samimi, içten

Please accept our sincere thanks.   /  Bizim içten teşekkürlerimizi kabul edin lütfen. a sincere

apology   /  samimi bir özür

Since: -den beri, o zamandan beri

He left home two weeks ago and we haven’t heard from him since.   /  O, iki hafta önce evi terk

etti ve biz o zamandan beri ondan haber almadık.

Singer: Şarkıcı

She’s a wonderful singer.  /  O harika bir şarkıcı.

Singing: Şarkı, şarkı söyleme, ötme

The sound of singing came from the kitchen.   /  Mutfaktan şarkı söyleme sesi geldi.

Single: Tek, bir, tek kişilik (örn. bilet)

How much is a single to York?   /  York’a bir kişilik (bilet) ne kadar?

Sing: Söylemek, şarkı söylemek

She usually sings in the shower.   /  O genellikle duşta şarkı söyler.

Sink: Lavabo, batmak, gömülmek, düşmek

The ship sank to the bottom of the sea.   /  Gemi denizin dibine battı.

Sir: Efendim

Good morning, sir. Can I help you?   /  Günaydın efendim. Size yardımcı olabilir miyim?‘Thank

you very much.’ ‘You’re welcome, sir. Have a nice day.’  /  ‘Çok teşekkür ederim.’ Rica ederim,

efendim. Iyi günler. ‘

Sister: Kız kardeş

She’s my sister. / O, benim kız kardeşim. They supported their sisters in the dispute.   /  Onlar

tartışmada kız kardeşlerini destekledi.

Site: Site, yer, mekan

an archaeological site   /  arkeolojik bir alan

Sit: Oturmak

May I sit here?   /  Buraya oturabilir miyim? He went and sat beside her.   /  Ben gittim ve onun

yanına oturdum.

Situation: Durum, yer

We have all been in similar embarrassing situations.  /  Hepimiz ben utanç verici durumlar içinde

olmuşuzdur.

Six: Altı

I bought six books in today.   /  Ben bugün altı kitap satın aldım.

Sixteen: On altı

Sixteen of the car’s color was red.  /  On altı arabanın rengi kırmızıydı.

Sixty: Altmış

I was born in this building sixty years ago.  /  Ben altmış yıl önce bu binada doğdum.

Size: Boyut, büyüklük, beden,  numara

The facilities are excellent for a town that size.   /  Tesisler bir kasabanın büyüklüğü için

mükemmeldir.

Skilful: Maharetli, becerikli, yetenekli

a skilful player   /  yetenekli bir oyuncu

Skilled: Nitelikli, vasıflı, yetenekli, ustalık gerektiren

Furniture-making is very skilled work.   /  Mobilya yapmak ustalık gerektiren bir iştir.

Skill: Beceri, ustalık, yetenek

management skills  /  yönetim becerileri

Skin: Cilt, deri, derisini yüzmek

cosmetics for sensitive skins   /  hassas ciltler için bakım ürünleri

Skirt: Etek

a  long/short/straight/pleated, etc. skirt   /  uzun/kısa/düz/pileli vb. etek

Sky: Gökyüzü

The sky suddenly went dark and it started to rain.  /  Gökyüzü aniden karardı ve yağmur yağmaya

başladı.

Sleep: Uyku, uyuma

I need to get some sleep. /  Benim biraz uyumam gerekir. I’ll feel better after a good night’s

sleep.  /  Ben iyi bir gece uykusundan sonra daha iyi hissedeceğim.

Slice: Dilim, pay, dilimlemek, kesti

Slice the cucumber thinly.   /   İnce bir şekilde salatalık dilimleyin. He accidentally sliced his finger.

/  O kazara parmağını kesti.

Slide: Slayt, kayma, kaydırma

You can slide the front seats forward if necessary.   /    Gerekirse koltukları ön tarafa doğru

kaydırabilirsiniz.

Slightly: Hafifçe, hafiften, biraz, çok az

I knew her slightly.   /  Onu çok az tanıyordum.

Slight: Hafif, küçük, önemsiz, azıcık

I woke up with a slight headache.   /  Ben hafif bir baş ağrısı ile uyandım.

Slip: Kayma

I ran up the stairs, my foot slipped and I fell.  /  Ben merdivenlerden yukarı koştum, ayağım kaydı

ve düştüm.

Slope: Eğim, yamaç, eğimli olmak, meyilli olmak

The garden slopes away towards the river.  /  Bahçe nehre doğru eğimli.

Slowly: Yavaşça, yavaş bir şekilde, ağır ağır

Please could you speak more slowly?   /  Lütfen daha yavaş bir şekilde konuşabilir misiniz?

Slow: Yavaş

Progress was slower than expected.   /   İlerleme beklenenden daha yavaştı.

Small: Küçük, ufak

That dress is too small for you.   /   Bu elbise sizin için çok küçük.

Smart: Akıllı, zeki, şık

You look very smart in suit.   /  Takım elbisesinin içinde çok şık görünüyorsun. She’s smarter than

her brother.   /  O, erkek kardeşinden daha akıllı.

Smell: Koku, koklamak

There was a smell of burning in the air.   /  Havada bir yanma kokusu vardı.

Smile: Gülümseme, tebessüm

‘hello,’ he said, with a smile. / bir tebessümle ‘merhaba’ dedi.

 Smoke: Duman, sigara, sigara içmek

You’re too young to smoke.   /  Sen sigara içmek için çok gençsin.

Smoking: Sigara içme, sigara

He’s trying to give up smoking.   /  O, sigarayı bırakmaya çalışıyor.

Smoothly: Sorunsuz, düzgünce, kolayca, pürüzsüzce

The engine was running smoothly.   /  Motor sorunsuz çalışıyordu.

Smooth: Pürüzsüz, düz

a lotion to make your skin feel soft and smooth  /  cildinizi yumuşak ve pürüzsüz hissetmeniz için

bir losyon

Snake: Yılan

Python is a kind of snake. / Piton bir yılan çeşididir.

Snow: Kar, kar yağması

It snowed for three days without stopping. /  Üç gün boyunca durmadan kar yağdı.

 Soap: Sabun

Avoid using perfumed soaps on sensitive skin.  /  Hassas cilt üzerine parfümlü sabun

kullanmaktan kaçının.

Social: Sosyal, toplumsal

a call for social and economic change   /  sosyal ve ekonomik değişim için bir çağrı

Society: Toplum

Racism exists at all levels of society.   /   Irkçılık toplumun her düzeyinde vardır.

Sock: Çorap, tokat

a pair of socks   /  bir çift çorap

Softly: Yumuşak bir şekilde, hafifçe, usulca

She closed the door softly.  /  O hafifçe kapıyı kapattı.

Soft: Yumuşak, hafif

soft feather pillows   /  yumuşak kuş tüyü yastıklar

Software: Yazılım, bilgisayar programı

Will the software run on my machine?   /  Yazılım benim makinemde çalışır mı?

Soil: Toprak, kir, kirletmek

soil erosion   /   toprak erozyonu

Soldier: Asker

soldiers on duty   /  nöbetçi askerler

Solid: Katı

liquids and solids   /  sıvılar ve katılar

Solution: Çözüm, çözelti

Attempts to find a solution have failed.  /  Çözüm bulma girişimleri başarısız oldu. Do you have a

better solution?   /  Daha iyi bir çözümünüz var mı?

Solve: Çözmek

You can’t solve anything by running away.  / Sen kaçarak hiçbir şeyi çözemezsin.

Somebody: Birisi, kimse

She thinks she’s really somebody in that car.  /  O, gerçekten arabada birisinin olduğunu

düşünüyor.

Somehow: Bir şekilde, her nasılsa, nedense

She looked different somehow.   /  O, nedense farklı görünüyordu.

Someone: Birisi, biri

There’s someone at the door. / Kapıda biri var.

Some: Bazı, biraz

All these students are good, but some work harder than others.   /  Bütün öğrenciler iyi; ama

bazıları diğerlerinden daha sıkı çalışıyor.

Something: Bir şey

Don’t just stand there.Do something!   /  Orada ayakta durma. Bir şey yap!

Sometimes: Bazen, ara sıra

Sometimes I go by car.   /  Bazen arabayla giderim. He sometimes writes to me.   /  O, ara sıra

bana yazar.

Somewhat: Biraz, bir miktar, oldukça

I was somewhat surprised to see him.   /  Ben onu gördüğüme biraz şaşırdım.

Somewhere: Bir yerde, bir yere

Can we go somewhere warm?  /  Biz sıcak bir yere gidebilir miyiz?

Song: Şarkı

She taught us the words of a French song.   /  O bize Fransızca şarkının sözlerini

öğretti.We sang a song  together.   /  Biz hep birlikte bir şarkı söyledik.

Son: Oğul, erkek evlat

We have two sons and a daughter.   /  Bizim iki oğlumuz ve bir kızmız var.

Soon: Yakında

We’ll be home soon.  /  Biz yakında evde olacağız. I soon realized the mistake.   /  Ben yakın

zamanda hatayı fark ettim. She sold the house soon after her husband died.   /  O, kocasının

ölümünden yakın zaman sonra evi sattı.

Sore: Yara, yaralı, ağrılı, acıyan

My stomach is still sore after the operation.   /  Midem, ameliyattan sonra hâlâ acıyor.

Sorry: Üzgün, pişman

Sorry, we don’t allow dogs in the house.   /  Üzgünüm, biz evde köpeklere izin vermiyoruz.

Sort: Tür, çeşit, sıralama, sınıflandırma, düzenleme

The computer sorts the words into alphabetical order.   /  Bilgisayar kelimeleri alfabetik düzene

göre sıralar.

So: Yani, dolayısıyla, bu yüzden

It was still painful so I went to see a doctor.   /  Hâlâ acıyordu, bu yüzden bir doktora gittim.

Soul: Ruh

There was a feeling of restlessness deep in her soul.  /  Onun ruhunda derin bir huzursuzluk hissi

vardı.

Sound: Ses, çalmak, ses çıkarmak

His voice sounded strange on the phone.   /  Onun sesi telefonda garip geliyordu. When I saw the

smoke, I tried to sound the alarm. /  Ben dumanı gördüğümde alarm sesi çalıştı.

Soup: Çorba, et suyu

a bowl of soup   /  bir kase çorba

Source: Kaynak

What is their main source of income?  /  Onların ana gelir kaynağı nedir?

Sour: Ekşi

a sour smell / ekşi koku

Southern: Güney

the southern slopes of the mountains   /  dağların güney yamaçları

South: Güney

They live ten miles south of Bristol.   /   Onlar Bristol’un 10 mil güneyinde yaşıyor.

Space: Uzay, boşluk, mesafe, alan

There is very little storage space in the department.  /  Bölümümüzde çok az depolama alanı var.

Spare: Yedek

I’ve lost my key and I haven’t got a spare.   /  Anahtarımı kaybettim ve bir yedeğine sahip değilim.

Speaker: Konuşmacı, spiker, hoparlör

He was a guest speaker at the conference.   /  O konferansta misafir konuşmacıydı.

Speak: Konuşmak, söylemek

The President refused to speak to the waiting journalists.   /   Başkan, bekleyen gazetecilere

konuşmayı reddetti.

Specialist: Uzman, uzman doktor

You need to see a specialist.   /  Sen bir uzman doktora görünmelisin.

Specially: Özel olarak, özellikle, bilhassa

We came specially to see you.   /  Biz bilhsassa seni görmeye geldik.

Special: Özel

Some of the officials have special privileges.  /  Görevlilerin bazıları özel ayrıcalıklara sahip.

Specifically: Özellikle

I specifically told you not to go near the water!   /   Ben özellikle suya yaklaşmamanı söyledim.

Specific: Belirli, özel

I gave you specific instructions.   /  Sana özel talimatlar verdim.

Speech: Konuşma

Several people made speeches at the wedding.   /  Birkaç kişi düğünde konuşma yaptı.

Speed: Hız, hızla, hızlandırmak

He sped away on his bike.  /  O bisikletiyle hızla uzaklaştı.

Spelling: Yazım,imla,  heceleme

My spelling is terrible.   /  Benim yazım korkunç.

Spell: Hecelemek, ayırmak, büyü

I completely fell under her spell.   /  Ben tamamiyle onun büyüsüne kapıldım. 

Spend: Harcamak, geçiştirmek

I’ve spent all my money already.   /  Ben zaten bütün paramı harcadım. The company has spent

thousands of pounds updating their computer systems.   /  Şirket, bilgisayar sistemlerini

güncellemeye binlerce pound harcadı.

Spice: Baharat, heyecan

common spices such as ginger and cinnamon  /  zencefil ve tarçın gibi bilinen baharatlar We

need an exciting trip to add some spice to our lives.   /  Hayatımıza biraz  heyecan katmak için

heyecan verici bir yolculuk gerekir.

Spicy: Baharatlı, acılı, heyecanlı

spicy chicken wings   /  baharatlı tavuk kanatları

Spider: Örümcek

She stared in horror to the black spider.  /  O, siyah örümceğe korku içinde baktı.

Spin: Dönüş, çevirmek

The plane was spinning without control.  /  Uçak kontrolsüzce dönüyordu.

Spirit: Ruh

the power of the human spirit to overcome difficulties  /  zorlukları aşmak için insan ruhunun gücü

Spiritual: Manevi, ruhsal

a lack of spiritual values in the modern world  /  modern dünyada manevi değerlerin

eksikliğiWe’re concerned about your spiritual welfare.   /  Sizin ruhsal sağlığınız hakkında

endişeliyiz.

Spite: Garez, nispet, inat

I’m sure he only said it out of spite.  /  Onun sadece inadına söylediğine eminim.

Split: Bölünme, yarık, ayrık, ayrılmış, çatışma

a damaging split within the party leadership   /  parti liderliği içindeki zararlı çatışma There’s a big

split in the tent.   /  Çadırda büyük bir yarık var.

Spoil: Bozmak, berbat etmek, şımartmak

Don’t let him spoil your evening.   /  Geceni berbat etmesine izin verme.

Spoken: Konuşulan, konuşma, konuşan

The spoken language differs considerably from the written language.   /  Konuşma dili yazı

dilinden önemli ölçüde farklıdır.

Spoon: Kaşık, kepçe

a soup spoon   /  bir çorba kaşığı

Sport: Spor, spor yapmak

I’m not interested in sport.   /  Ben sporla ilgilenmiyorum. There are excellent facilities for sport

and recreation.   /  Spor ve dinlenme için mükemmel tesisler var.

Spot: Nokta, leke, benek

The male bird has a red spot on its beak.   /  Erkek kuşun gagasında kırmızı bir nokta vardır.

Spray: Sprey, püskürtmek, serpmek

Spray the conditioner onto your wet hair.  /  Kremi ıslak saç üzerine püskürtün.

Spread: Yayılmış, yaymak, yayılma

Shut doors to delay the spread of fire.   /  Yangının yayılmasını geciktirmek için kapıları kapatın.

Spring: Bahar, ilkbahar, fırlamak, sıçramak

The attacker sprang out from a doorway.  /  Saldırgan kapı aralığından dışarı fırladı. Flowers

open in the spring.  /  Çiçekler bahar aylarında açar.

Square: Kare, meydan

The floor was tiled in squares of grey and white marble.  /  Zemin gri ve beyaz mermer kareler ile

döşeli. The square of 7 is 49.   /  7’nin karesi 29’dur. Taksim Square / Taksim Meydanı

Squeeze: Sıkma, sıkıştırma

a squeeze of lemon juice   /   limon suyu sıkma Seven people in the car was a bit of a squeeze.   /

Arabadaki yedi kişi biraz sıkıştı.

Stable: Kararlı, istikrarlı, sabit, ahır, ahırda durmak

I think a few days cleaning in the stable.   /  Ben ahırda birkaç gün temizlik yapmayı

düşünüyorum.

Staff: Personel, kadro

teaching staff   /  öğretim kadrosu

Stage: Sahne, sahnelemek, evre, aşama

The children are at different stages of development.  /  Çocuklar farklı gelişim evrelerinde

bulunmaktadır.

His parents didn’t want him to go on the stage.    /  Onun ailesi sahneye

çıkmasını  istemiyordu.

 

Stair: Merdiven

We had to carry the piano up three flights of stairs.  /  Biz üç sefer piyanoyu merdivenlerden

yukarıya taşımak zorunda kaldık.

Stamp: Damga

The box was stamped with the maker’s name.   /  Kutu üreticinin adı ile damgalıydı.

Standard: Standart, normal

A standard letter was sent to all candidates.   /  Bütün adaylara standart bir mektup

gönderildi.Televisions are a standard feature in most hotel rooms.   /  Televizyon, çoğu otel

odasında standart bir özelliktir.

Stand: Ayakta durmak

She tried to stand.  /  O, ayakta durmaya çalıştı.

Stare: Gözünü dikmek, dik dik bakmak, bakma

He continued to stare at Adrienne while he spoke to Brandon.  /   O, Brandon’a konuşurken

Adrienne’ye bakmaya devam etti.

Star: Yıldız

  Stars visible in the night.   /  Yıldızlar gece görünür.

Start: Başlangıç

If we don’t hurry, we’ll miss the start of the game.   /  Biz acele etmezsek oyunun başlangıcını

kaçıracağız.

Statament: Açıklama, bildirim, beyan, ifade

Your statement is misleading.   /  Sizin beyanınız yanıltıcıdır.

State: Devlet, eyalet, belirtmek, ifade etmek

The facts are clearly stated in the report.  /  Gerçekler raporda açıkça belirtilmiştir.

Station: İstasyon, durak

 a railway station    /  bir  tren istasyonu

Statue: Heykel

a statue of Apollo   /  Apollo’nun heykeli

Status: Durum, statü, hal

The great job brings with it status and a high income.   /  Büyük iş statü ile yüksek gelir

getirir.What is the current status of our application?  /  Bizim başvurumuzun son durumu nedir?

Stay: Kalmak, durmak, ziyaret

She’ll have to stay here tonight.  /  O bu gece burada kalmak zorunda.

Steady: Sabit, istikrarlı, sürekli, kımıldama!

We are making slow but steady progress.   /  Biz yavaş ama istikrarlı ilerliyoruz.

Steal: Çalmak, hırsızlık yapmak

I’ll report you to the police if I catch you stealing again.   /  Ben sizi bir daha çalarken yakalarsam

polise bildireceğim.

Steam: Buhar

steam power   /  buhar gücü

Steel: Çelik

The bridge is reinforced with huge steel girders.  /  Köprü muazzam çelik kirişlerle takviye

edilmiştir.

Steep: Dik, sarp, keskin, aşırı

a steep hill   /  sarp bir tepe a steep decline in the birth rate   /  doğum oranında keskin bir düşüş

Steer: Yönlendirmek

He took her arm and steered her towards the door.  /  Onun kolunu tuttu ve onu kapıya

yönlendirdi.

Step: Adım, basmak, basamak, kademe

a baby’s first steps   /  bebeğin ilk adımları She was sitting on the bottom step of the staircase.  /

O, merdivenin alt basamağında oturuyordu.

Stick: Çubuk, dal parçası, ayrılmamak, yapıştırmak

We collected dry sticks to fire.  /  Ateş için kuru ağaç dal parçaları topladık.

Sticky: Yapışkan, yapışkanlı, yapış yapış, rutubetli

sticky fingers covered with jam  /   reçelle kaplı yapış yapış parmaklar She felt hot and sticky after

six hours on the bus.   /  O, otobüsteki altı saatten sonra sıcak ve rutubetli hissetti.

Stiff: Sert, katı, zor

stiff cardboard  /  sert karton The new proposals have met with stiff opposition.  /  Yeni öneriler

katı muhalefet ile karşılaştı.

Still: Hâlâ, hareketsiz

Keep still while I brush your hair. /  Ben saçını yaparken hareketsiz dur. Are you still there?  /

Hâlâ orda mısın?

Sting: İğne, sokmak

The scorpion has a sting in its tail. /  Akrebin kuyruğunda iğnesi var.

Stir: Karıştırmak, hareketlenme

She stirred her tea.   /  O, çayını karıştırdı. She heard the baby stir in the next room.   /  O,

bebeğin yan odada hareketlendiğini duydu.

Stock: Stok, mevcut, bulundurmak

That particular model is not currently  in stock.   /  Bu özel model şu an stokta değildir.

Stomach: Mide, karın

stomach pains / mide ağrıları You shouldn’t exercise on a full stomach.   /  Siz tok karnına

egzersiz yapmamalısınız.

Stone: Taş

Most of the houses are built of stone.   /  Evlerin çoğu taştan inşa edilmiştir. stone walls   /   taş

duvarlar

Stop: Durmak, durdurmak, durak

I get off at the next stop.   /  Bir sonraki durakta ineceğim. We can stop here.  /  Burada durabiliriz.

Store: Mağaza, depo

animals storing food for the winter  /  hayvanlar kış için yiyecek depoluyor Thousands of pieces of

data are stored in a computer’s memory.  /  Binlerce veri parçası bilgisayarın belleğinde saklanır.

She entered the darkened store while her friend waiting outside.  /  Onun arkadaşı dışarda

beklerken o karanlık mağazaya girdi.

Storm: Fırtına

A few minutes later  the storm began.   /  Bir kaç dakika sonra fırtına başladı

Story: Öykü, hikaye

a story about time travel   /  zaman yolculuğu hakkında bir öykü adventure/detective/love stories  /

macera/dedektif/aşk hikayeleri

Stove: Soba, ocak

She put a pan of water on the stove.  /  O soba üzerine su dolu bir tava koydu.

Straight: Düz, doğru, dik

a straight line   /  düz bir çizgi

Strain: Gerilme, zorlama, gerginlik, baskı

Their marriage is under great strain at the moment.   /  Onların evliliği şu anda büyük bir baskı

altında. You will learn to cope with the stresses and strains of public life.  /  Siz kamusal yaşamın

stres ve gerginlikleriyle başa çıkmayı öğreneceksiniz.

Strangely: Garip biçimde

She’s been acting very strangely lately.   /  O son zamanlarda çok garip biçimde davranıyormuş.

Stranger: Yabancı

Sorry, I don’t know where the bank is. I’m a stranger here.  /  Üzgünüm, nerede banka olduğunu

bilmiyorum. Burada bir yabancıyım.

Strange: Garip, tuhaf, yabancı

A strange thing happened this morning.   /  Bu sabah tuhaf bir şey oldu.

Strategy: Strateji, taktik

the government’s economic strategy   /  hükümetin ekonomik stratejisi

Stream: Akış, akıtmak, akarsu, dere

Stream of blood  /  Kan akışı mountain streams / dağ akarsuları

Street: Sokak, cadde

The bank is just across the street.   /  Banka caddenin tam karşısında.

Strength: Dayanıklılık, güç, kuvvet

Political power depends to economic strength.  /  Siyasi güç ekonomik dayanıklılığa bağlıdır.

Stressed: Stresli

He was feeling very stressed and tired.   /  O çok stresli ve yorgun hissediyordu.

Stress: Stres, vurgu

He stressed the importance of a good education.  /  O iyi bir eğitimni önemini vurguladı.

Stretch: Uzatma, esneme, germe

This sweater has stretched.  /  Bu kazar gergin. Stretch the fabric tightly over the frame.  /

Çerçevenin üzerine sıkıca bez uzatın.

Strictly: Kesinlikle, tam olarak

Smoking is strictly forbidden.   /  Sigara kesinlikle yasaktır.

Strict: Sıkı, katı, tam

He told me in the strictest confidence.  /  O sıkı gizlilik içinde bana söyledi.

Strike: Vurmak, saldırmak, grev

an air strike / bir hava saldırısı strike of teachers  /  öğretmenlerin grevi

Striking: Çarpıcı, dikkat çekici

She was undoubtedly a very striking young woman.   /  O kuşkusuz çok dikkat çekicigenç bir

kadındı.

String: Tel, ip

He wrapped the package in brown paper and tied it with string.  /  O kahverengi kağıda sarılmış

paketi tel ile bağladı.

Striped: Çizgili

a striped shirt   /  çizgili bir gömlek a blue and white striped jacket   /  mavi beyaz çizgili ceket

Stripe: Çizgi, şerit

a zebra’s black and white stripes   /  zebranın siyah ve beyaz çizgileri

Strip: Şerit, çizgi, soyunma, striptiz

Cut the meat into strips.   /  Şeritler halinde et kesin. the Gaza Strip   /  Gaze şeridi a strip show  /

strptiz gösterisi

Stroke: Okşamak

He stroked her hair affectionately.   /  Onun saçlarını sevgiyle okşadı.

Strong: Güçlü, kuvvetli

She wasn’t a strong swimmer. / O güçlü bir yüzücü değildi. strong muscles   /  kuvvetli kaslar

Structure: Yapı, bina

changes in the social and economic structure of society   /   toplumun sosyal ve ekonomik

yapısındaki değişiklikler

Struggle: Mücadele, savaş, çaba

She will not give up her children without a struggle.   /  O, mücadele etmeden çocuklardan

vazgeçmeyecek.

Student: Öğrenci

He’s a third-year student at the College of Art.   /  O, sanat lisesinde üçüncü sınıf öğrencisi.

Studio: Stüdyo

a television studio / bir televizyon stüdyosu

Study: Öğrenim, çalışma, eğitim

How long have you been studying English?  /  Ne zamandır İngilizce öğreniyorsun. Don’t disturb

Jane, she’s studying for her exam.   /  Jane’i rahatsız etme, o sınavı için çalışıyor.

Stuff: Madde, şey

I don’t know how you can eat that stuff!  /  Ben bilmiyorum senin nasıl şeyler yiyebildiğini.

Stupid: Aptal, salak

I was stupid enough to believe him.  /  Ben ona inanacak kadar aptaldım.

Style: Stil, tarz, şekillendirmek

a style of management  /  yönetim tarzı

Subject: Konu, ders

books on many different subjects   /  birçok farklı konuda kitaplar Biology is my favourite subject.

/  Edebiyat benim favori dersim.

Substance: Madde, cisim

a sticky substance   /  yapışkan bir madde

Substantially: Önemli ölçüde, esasen

The plane was substantially damaged in the crash.   /  Uçak, kazada önemli ölçüde zarar

gördü. The company’s profits have been substantially lower this year.  /  Şirketin kârı bu yıl önemli

ölçüde daha düşük olmuştur.

Substantial: Önemli, büyük, oldukça

There are substantial differences between the two groups.   /   İki grup arasında önemli farklılıklar

vardır.

Substitute: Yedek, vekil, yerine geçmek, değiştirme

Nothing can substitute for the advice your doctor is able to give you.  /  Hiçbir doktorunuzun size

verebileceği tavsiyelerin yerine geçemez. Two substitutions were made during the game.  /  Oyun

sırasında iki değiştirme yapılmıştır.

Succeed: Başarılı

You will have to work hard if you are to succeed.  /  Başarılıysanız sıkı çalışmak zorunda

kalacaksınız. Our plan succeeded.   /  Planımız başarılı oldu.

Successful: Başarılı

I wasn’t very successful at keeping secret.  /  Ben sır tutmada başarılı değildim.

Success: Başarı, başarılı kimse

They didn’t have much success in life.   /  Onların hayatta çok başarısı yoktu. He’s proud of his

daughter’s successes.  /  O kızının başarılarından gurur duyuyor.

Such: Böyle, öyle, bu gibi, o kadar

They had been invited to a Hindu wedding and were not sure what happened on such occasions.

/  Onlar bir Hindu düğününe davet edildi ve böyle durumlarda ne yapılacağından emin değillerdi.

Suck: Emmek, çekmek

He sucked the blood from a cut on his finger.  /  O parmağındaki bir kesikten kan emdi.

Suddenly: Aniden, birden

I suddenly realized what I had to do.  /  Aniden yapmam gerekeni anladım.

Sudden: Ani, beklenmedik, ansızın

Don’t make any sudden movements.  /  Ani hareketler yapmayın. His death was very sudden.   /

Onu ölümü çok ani oldu.

Suffering: Acı, cefa, ızdırap, acı çeken

This war has caused widespread human suffering.   /  Bu savaş geniş ölçüde insanın acı

çekmesine neden oldu.

Suffer: Acı, acı çekmek, zarar görmek, muzdarip

Many companies are suffering from a shortage of skilled staff.   /  Birçok şirket kalifiye personel

sıkıntısından muzdarip.

Sufficient: Yeterli, kâfi

Allow sufficient time to get there.  /  Oraya gitmek için yeterli zaman tanıyın. These reasons are

not sufficient to justify the ban.  /  Bu sebepler yasağı haklı çıkarmak için yeterli değildir.

Sugar: Şeker

This juice contains no added sugar.  /  Bu meyve suyu şeker ilavesi içermez.

Suggestion: Öneri, teklif

Can I make a suggestion?  /   Bir öneride bulunabilir miyim?

Suggest: Önermek, teklif etmek

Can you suggest a good dictionary?  /  İyi bir sözlük önerebilir misiniz?

Suitable: Uygun

This programme is not suitable for children.   /  Bu program çocuklar için uygun değildir. a

suitable place for a picnic   /  piknik için uygun bir yer

Suitcase: Bavul, valiz

He pulled a suitcase from the closet and opened it on the bed.  /  O dolaptan bir bavul çekti ve

yatağın üzerine açtı.

Suited: Uygun

This diet is suited to everyone who wants to lose weight fast.  /  Bu diyet hızlı kilo vermek isteyen

herkes için uygundur.

Suit: Uymak, uygun, takım elbise

Choose a computer to suit your particular needs.   /  Özel ihtiyaçlarınıza uygun bir bilgisayar

seçin.

Summary: Özet

The following is a summary of our conclusions.   /  Aşağıdaki bizim sonuçlarımızın bir özetidir.

Summer: Yaz

the summer holidays   /  yaz tatili

Sum: Toplam, miktar, meblağ

Sum of costing  £60 /  Maliyet toplamı 60 pound

Sunday: Pazar

We went to picnic on Sunday.  /  Biz pazar günü pikniğe gittik.

Sun: Güneş

The sun was shining and birds were singing.   /  Güneş parlıyor ve kuşlar şarkı söylüyordu.

Superior: Üstün, üst

This model is technically superior to its competitors.   /  Bu model rakiplerine göre teknik olarak

üstündür.

Supply: Tedarik, arz, sağlama, temin, karşılamak

foods supplying our daily vitamin needs  /  gıdalar bizim günlük vitamin ihitiyacımızı karşılıyor

Supporter: Taraftar, destekçi

I’m a Besiktas supporter.   /  Ben Beşiktaş taraftarıyım.

Support: Destek, yardım

There is strong public support for the change.   /  Değişim için güçlü bir halk desteği var.

Suppose: Varsaymak, farzetmek, tahmin etmek, sanmak

Prices will go up,  I suppose.   /  Fiyatların artacağını tahmin ediyorum.

Surely: Şüphesiz, elbette, tabii

Surely we should do something about it?   /  Elbette biz bu konuda bir şeyler yapmalıyız.

Sure: Tabii, kesinlikle, elbette

Sure, no problem.   /  Tabii, sorun yok.

Surface: Yüzey

We’ll need a flat surface to play the game on.   /  Oyun oynamak için düz bir yüzeye ihtiyacımız

var.

Surname: Soyadı

My surname is Gerrard.  /  Benim soyadım Gerrard.

Surprised: Şaşırmış, hayretle

Ona söylediğimde şaşırmış görünüyordu. I was surprised at how quickly she agreed.  /  Ben onun

nasıl hızlı bir şekilde kabul ettiğine şaşırdım.

Surprise: Sürpriz, beklenmedik, şaşırtmak

It’s always surprised me how popular he is.   /  Onun nasıl popüler olduğu beni daima şaşırtmıştır.

Surprising: Şaşırtıcı, hayret verici

It’s surprising what people will do for money.  /  İnsanların para için yapacakları şaşırtıcı. She

knew surprisingly little about her sister’s life.   /  O, şaşırtıcı bir şekilde kız kardeşinin hakkında az

şey biliyordu.

Surround: Kuşatma, çevirme, çevreleme

Tall trees surround the lake.   /  Uzun ağaçlar gölü çevreliyor.

Surrounding: Etraftaki, çevresindeki

Oxford and the surrounding area   /  Oxford ve çevresindeki alan From the top of the hill you can

see all the surrounding countryside.   /  Tepenin zirvesinden etraftaki bütün kırsal bölgeyi

görebilirsiniz.

Survey: Anket, bakmak, incelemek, araştırmak

He surveyed himself in the mirror before going out.   /  O dışarı çıkmadan önce aynada kendine

baktı.

Survive: Hayatta kalmak

She was the last surviving member of the family.   /  O, ailenin hayatta kalan son üyesiydi.   Of the

six people injured in the crash, only two survived.  /  Kazada yaralanan altı kişiden sadece ikisi

hayatta kaldı.

Suspect: Şüphe, şüphelenmek

Five suspects have been detained for questioning.  /  Beş zanlı sorgulanmak üzere gözaltına

alındı.

Suspicion: Şüphe, kuşku

They drove away slowly to avoid arousing suspicion.  /  Onlar şüphe çekmemek için yavaş yavaş

uzaklaştı.

Suspicious: Şüpheli, kuşkulu

They became suspicious of his behaviour and contacted the police.   /  Onlar onun davranışından

şüphelendi ve polisle irtibata geçti.

Swallow: Yutmak

We must to chew food before swallowing.  /  Biz yiyeceği yutmadan önce çiğnemeliyiz.

Swearing: Küfür, küfretmek, kaba söz

Swearing is prohibited.  /  Küfretmek yasaktır.

Swear: Küfür, küfretmek, yemin etmek, söz vermek

I swear (that) I’ll never leave you.   /  Ben asla seni bırakmayacağıma söz veriyorum. She fell over

and swore loudly.   /  O yere düştü ve yüksek sesle küfür etti.

Sweater: Kazak

T-shirt, sweater, gloves.  /  Tişört, kazak, eldiven

Sweat: Ter, terlemek

His hands began to sweat.  /  Elleri terlemeye başladı.

Sweep: Süpürme, tarama

Chimneys must sweep regularly.  /  Bacalar düzenli olarak süpürülmelidir.

Sweet: Tatlı, şeker, şekerim, tatlım

a sweet shop   /   tatlı dükkanı Would you like some more sweet?   /  Biraz daha tatlı ister

misiniz? Don’t you worry, my sweet. /  Endişelenme şekerim.

Swelling: Şişme, şişik

Use ice to reduce the swelling.   /  Şişiği azaltmak için buz kullanın. 

Swell: Kabarma, şişme

Her arm was beginning to swell up where the bee had stung her.  /  Onun kolu arının soktuğu

yerden şişmeye başlamıştı. Bacteria can cause gums to swell and bleed.   /  Bakteriler diş etinin

şişmesine ve kanamasına neden olabilir.

Swimming Pool: Yüzme havuzu

an outdoor swimming pool  /  açık yüzme havuzu

Swimming: Yüzme

Swimming is a good form of exercise.   /  Yüzme iyi bir egzersiz şeklidir.

Swim: Yüzme, dolmak

I can’t swim.   /  Ben yüzemem. Her eyes were swimming with tears.   /  Onun gözleri yaşlarla

doluydu.

Swing: Salıncak, sallanma

The kids were playing on the swings.   /  Çocuklar salıncakta oynuyordu.

Switch: Değiştirmek, şalter

When did you switch job?  /  Ne zaman iş değiştirdiniz?

Swollen: Şişmiş, kabarık

Her eyes were red and swollen from crying.   /  Onun gözleri ağlamaktan kızarmış ve şişmişti.

Symbol: Sembol, simge, işaret

Mandela became a symbol of the anti-apartheid struggle.   /  Mandela apartheid (ırkçı ayrımcılık)

karşıtı mücadelenin bir sembolü haline geldi.

Sympathetic: Sempatik, sevimli, cana yakın, halden anlayan

a sympathetic character  in a novel   /   romandaki sempatik bir karakter

Sympathy: Acısını paylaşma, halden anlamak, duygudaşlık, ilgi

I wish he’d show me a little more sympathy.   /  Keşke o bana biraz daha ilgili gösterseydi.

System: Sistem, düzen

a new system for assessing personal tax bills /   kişisel vergi faturalarının değerlendirilmesi için

yeni bir sistem heating systems   /   ısıtma sistemleri    

Table: Masa, masadakiler, tablo

a kitchen table  /  mutfak masası Table 2 shows how prices and earnings have increased over

the past 20 years.   /  Tablo 2 son 20 yılda fiyatlar ve kazançlar üzerinde nasıl artış olduğunu

gösteriyor.

Tablet: Tablet, hap, kitabe

Take two tablets with water before meals.   /  Yemeklerden önce su ile iki hap alın.

Tackle: Başarmak, becermek, uğraşmak, üstesinden gelmek, yakalamak, topu kapmak

Firefighters tackled a blaze in a garage last night.  /  İtfaiyeciler dün gece garajdaki yangının

üstesinden geldi. He was tackled just outside the penalty area.   /  O cezas sahasının hemen

dışında topu aldı.

Tail: Kuyruk

The dog ran up, wagging its tail.   /  Köpek kuyruğunu sallayarak yukarı koştu.

Take: Almak, çekmek, götürmek, tutmak

I forgot to take my bag when I got off the bus.  /  Otobüsten indiğimde çantamı almayı unuttum.

It’s too far to walk. I’ll take you by car.  /  Yürümek için çok uzak. Ben sizi araba ile götüreceğim.

Talk: Konuşma, sohbet, görüşme, tartışma

We need to have a serious talk about money matters.   /  Bizim parasal konular hakkında ciddi bir

konuşmaya ihtiyacımız var. Talks between management and workers broke down over the issue

of holiday pay.   /   Yönetici ve çalışanlar arasındaki görüşmeler bayram harçlığı meselesi

üzerine bozuldu.

Tall: Uzun

She’s tall and thin.   /  O uzun boylu ve zayıf. the tallest building in the world   /  dünyanın en

yüksek binası

Tank: Tank, depo

a hot water tank   /  sıcak su deposu

Tape: Teyp, kaset, kaydetmek

Police seized various books and tapes.   /  Polis çeşitli kitaplar ve kasetler ele geçirdi. 

Tap: Musluk, tıklatmak, hafifçe dokunmak

bath taps   /  Banyo muslukları He felt a tap on his shoulder and turned.  /  omzunda hafif bir

doonma hissetti ve döndü.

Target: Hedef, amaç

attainment targets   /  kazanım hedefeleri The university will reach its target of 5000 students

next September.   /  Üniversite bir dahaki Eylül hedeflerine ulaşacak.

Task: Görev

It was my task to wake everyone up in the morning.  /  Sabahleyin herkesi uyandırmak benim

görevimdi.

Taste: Tat, lezzet, tadınıa bakmak, tatmak

It tastes sweet.   /  Tatlı tadı. You can taste the garlic.  /  Yemeği tadabilirsiniz.

Taxi: Taksi

I came home by taxi.   /  Ben taksiyle eve geldim.

Tax: Vergi, vergilendirme

Interest payments are taxed as part of your income.  /  Faiz ödemeleri gelirinizin bir parçası olarak

vergilendirilmektedir.

Teacher: Öğretmen

There is a growing need for qualified teachers of Business English.   /   İş İngilizcesinin nitelikli

öğretmenleri için büyüyen bir ihtiyaç var.

Teaching: Öğretim, öğretme, öğretmenlik

He has now retired from full-time teaching  /  O, şimdi tam zamanlı öğretmenlikten emekli.

Teach: Öğretmek, ders vermek, eğitmek, öğretmenlik yapmak

She teaches at our local school.   /  O, bizim yerel okulumuzda öğretmenlik yapıyor.

Team: Takım, ekip

Whose team are you in?   /  Sen kimin takımındasın? The team is not playing very well this

season.   /  Takım bu sezon çok iyi oynamıyor.

Tear: Gözyaşı, yırtık

Be careful, the fabric tears very easily. / Dikkatli ol, kumaş çok kolay bir şekilde yırtılır. Her tears

flowed like a flood.  /  Onun gözyaşları sel gibi aktı.

Tea: Çay

Do you take sugar in your tea?   /  Çayınıza şeker alır mısınız?

Technical: Teknik

We offer free technical support for those buying our software.   /  Bizim yazılımımızı satın alanlar

için bedava teknik destek sunuyoruz.

Technique: Teknik, yöntem, usül

marketing techniques   /  pazarlama teknikleri

Technology: Teknoloji

science and technology   / bilim ve teknoloji recent advances in medical technology   /   tıp

teknolojisindeki son gelişmeler

Telephone: Telefon etmek, telefon

Please write or telephone for details.   /  Lütfen ayrıntılar için yazın veya telefon edin.

Television: Televizyon

We don’t do much in the evenings except watch television.  /  Bizim akşamları televizyon izlemek

dışında yaptığımız fazla bir şey yok.

Tell: Söylemek, anlatmak

He told the news to everybody he saw.   /  O gördüğü herkese haberi söyledi.

Temperature: Sıcaklık

a rise in temperature   /  sıcaklıkta bir artış

Temporary: Geçici, eğreti

I’m looking for temporary work.  /  Ben geçici bir iş arıyorum.

Tendency: Eğilim, meyil

This material has a tendency to shrink when washed.  /  Bu malzeme yıkandığı zaman küçülmeye

meyillidir.

Tend: Eğilimi olmak, yönelmek

Women tend to live longer than men.   /  Kadınlar erkeklerden daha uzun yaşamak eğilimindedir.

Tension: Tansiyon, gerilim

Family tensions and conflicts may lead to violence.   /  Aile gerilimleri ve çatışmaları şiddete yol

açabilir.

Ten: On

There are ten people in the library.  /  Kütüphanede on kişi var.

Tenth: Onuncu

I was tenth in the competition.  /  Yarışmada onuncu oldum.

Tent: Çadır

camping tent  /  kamp çadırı

Term: Terim, dönem, süre

a technical/legal/scientific, etc. term  /   teknik/yasal/bilimsel vb. terim a long term of education  /

uzun bir eğitim dönemi

Terrible: Korkunç

a terrible experience   /  korkunç bir deneyim

Terribly: Korkunç, berbat bir şekilde, son derece

I’m terribly sorry, did I hurt you?  /  Ben son derece üzgünüm, seni incittim mi?

Test: Test, denemek, sınamak

We test your English before deciding which class to put you in.  /  Biz sizi hangi sınıfa

koyacağımıza karar vermeden önce test edeceğiz.

Text: Metin

My job is to lay out the text and graphics on the page.   /  Benim işim metin ve grafikleri sayfa

üzerine yerleştirmektir.

Thanks: Teşekkürler

We gave thanks to God for all our blessings.   /  Biz bütün nimetlerimiz için tanrıya teşekkür ettik.

Thank: Teşekkür, teşekkür etmek

In his speech, he thanked everyone for all their hard work.   /  Konuşmasında, o herkese bütün

sıkı çalışmaları için teşekkür etti.

Thank you: Teşekkür ederim, teşekkür

The actor sent a big thank you to all his fans for their letters of support.   /  Aktör onların destek

mektupları için bütün hayranlarına büyük bir teşekkür gönderdi.

Than: Göre, -den, -dan

I’m older than her.   /  Ben ondan daha yaşlıyım.

That: O, şu, -dığı

She said that the story was true.   /  O, hikayenin doğru olduğunu söyledi. That school. /  O okul

Theatre: Tiyatro

How often do you go to the theatre?  /  Ne sıklıkla tiyatroya gidiyorsun?

Theirs: Onlarınki

It’s a favourite game of theirs.   /  Bu onların sevdikleri bir oyun.

Their: Onların

Their parties are always fun.  /  Onların partileri daima eğlencelidir.

Theme: Tema, konu

The naked male figure was always the central theme of Greek art.  /  Çıplak erkek figürü her

zaman Yunan sanatının merkezi teması oldu.

Themselves: Kendilerini, kendileri

The children were arguing amongst themselves.   /  Çocuklar kendi aralarında tartışıyorlardı.

Them: Onları, onlara, onlar

Tell them the news.   /  Onlara haberleri söyle. Did you eat all of them? /  Onların hepsini yedin

mi?

Then: Sonra, ondan sonra, öyleyse, o halde

We lived in France and then Italy before coming back to England.   /  Biz İngiltere’ye dönmeden

önce Fransa’da ve sonra İtalya’da yaşadık.

Theory: Teori, kuram

According to the theory of relativity, nothing can travel faster than light.  /  İzafiyet teorisine göre

hiçbir şey ışıktan daha hızlı yol alamaz.

Therefore: Bu nedenle, bu yüzden

He’s only 17 and therefore not eligible to vote.   /  O sadece 17 yaşında, bu yüzden oy kullanmak

için uygun değil.

There: Var, orada

There are two people waiting outside.   /  Dışarıda bekleyen iki kişi var. We went on to Paris and

stayed there eleven days.   /  Biz Paris’e gittik ve orada on bir gün kaldık.

They: Onlar

‘Where are John and Liz?’ ‘They went for a walk.’   /   ‘John ve Liz nerede?’ ‘Onlar yürüyüşe gitti’

Thickly: Kalınca, kalın bir şekilde

thickly sliced bread   /  kalın dilimlenmiş ekmek

Thickness: Kalınlık

Use wood of at least 12 mm thickness.   /  En az 12 mm kalınlığında ahşap kullanın.

Thick: Kalın

Everything was covered with a thick layer of dust.  /  Her şey kalın bir toz tabakası ile kaplıydı.

Thief: Hırsız

a car thief  /  araba hırsızı

Thing: Şey, eşya

Bring your swimming things.  /  Yüzme eşyalarını getir. There’s another thing I’d like to ask you.  /

Sana sormak istediğim farklı bir şey var.

Thinking: Düşünme, düşünce

I had to do some quick thinking.  /  Ben biraz hızlı düşünmek zorundaydım. She explained the

thinking behind the campaign.  /  O kampanyanın arkasındaki düşünceyi açıkladı.

Think: Düşünmek, sanmak, zannetmek

I think this is their house, but I’m not sure. /  Zannediyorum bu onların evi, ama emin

değilim.What did you think about the idea?   /  Fikir hakkında ne düşündün.

Thin: İnce, zayıf

Cut the vegetables into thin strips.  /  Sebzeleri ince dilimler halinde kesin.

Third: Üçüncü

Our house in the third building.   /  Bizim evimiz üçüncü binanın içinde.

Thirsty: Susuz, susamış

We were hungry and thirsty.   /  Biz aç ve susuzduk.

Thirteen: On üç

Onların on üç yaşında ikizleri var.  /  Onların on üç yaşında ikizleri var.

Thirty: Otuz

The match will start thirty minutes later.  / Otuz dakika sonra maç başlayacak.

This: Bu

How long have you been living in this country?   /  Ne zamandır bu ülkede yaşıyorsunuz?

Thoroughly: İyice, tamamen, adamakıllı

I’m thoroughly confused.   /   İyice kafam karıştı.

Through: Tamamen, ayrıntılı, baştan sona, arasından

a thorough knowledge of the subject  /  konunun ayrıntılı bilgisi The police carried out a thorough

investigation.  / Polis ayrıntılı bir soruşturma yürütmektedir.

Throw: Atmak, fırlatmak

She threw the ball up and caught it again.  /  O topu yukarı attı ve tekrar yakaladı.

Thumb: Baş parmak

She still sucks her thumb when she’s worried.  /  O hâlâ endişelendiği zaman parmağını emiyor.

Thursday: Perşembe

I don’t go to work Thursdays.  /  Ben Perşembe günleri işe gitmiyorum.

Thus: Böylece, bu nedenle, bunun için

Many scholars have argued thus.   /  Birçok bilgin bunun için tartıştı. We do not own the building.

Thus, it would be impossible for us to make any major changes to it.  /  Biz bina sahibi değiliz. Bu

yüzden her hangi bir önemli değişiklik yapmamız imkansız olurdu.

Ticket: Bilet, etiket

free tickets to the show  /  gösteri için ücretsiz biletler

Tidy: Düzenli, derli toplu

I spent all morning cleaning and tidying.  /  Bütün sabahı temizliğe ve düzenlemeye harcadım.

Tie: Kravat, bağ, bağlamak

a collar and tie  /  bir yaka ve kravat the ties of friendship   /  dostluk bağları

Tightly: Sıkıca, sıkı sıkı

He held on tightly to her arm.  /  Onun koluna sıkıca tutundu.

Tight: Sıkı, dar

The screw was so tight that it wouldn’t move.  /  Vida hareket edemeyecek kadar sıkıydı.

Timetable: Tarife, zaman çizelgesi, program

a train timetable  /  tren tarifesi

Time: Zaman, süre

The changing seasons mark the passing of time.  /  Değişen mevsimler zamanın geçişini işaret

ediyor.

Tin: Kalay, teneke

a tin mine   /  bir kalay madeni

Tiny: Küçücük, minik

a tiny baby  /  minik bir bebek

Tip: İpucu, uç, bahşiş

She tipped ten dollar to waiter.  /  O, garsona on dolar bahşiş verdi.

Tired: Tired

I’m too tired even to think.  /  Ben düşünmek için bile çok yorgunum.

Tire: Lastik

a front tire   /  ön lastik

Tiring: Yorucu, eziyetli

Shopping can be very tiring.   /  Alışveriş çok yorucu olabilir.

Title: Başlık

His poems were published under the title of ‘Love and Reason’.   /  Onun şiirleri ‘Aşk ve Akıl’

başlığı altında yayımlandı.

Today: Bugün, günümüzde

Today is her tenth birthday.  /  Bugün onun onuncu doğum günü.

Toe: Ayak parmağı, parmak

Can you touch your toes?  /  Sen ayak parmaklarına dokunabilir misin?

Together: Birlikte, beraber

Together they climbed the dark stairs.  /  Onlar birlikte karanlık merdivenleri tırmandı.

Toilet: Tuvalet

I need to go to the toilet.   /  Benim tuvalete gitmeye ihtiyacım var.

Tomato: Domates

tomato plants  /  domates bitkileri

Tomorrow: Yarın

Today is Tuesday, so tomorrow is Wednesday.   /  Bugün Salı, yani yarın Çarşamba.

Tone: Ton, ses

a conversational tone   /  bir konuşma sesi

Tool: Araç, alet

Always select the right tool for the job.  /  İş için daima doğru aracı seçin.

Tooth: Diş

tooth decay  /  diş çürüğü

Too: Çok, de

The dress was too tight for me.   /  Elbise benim için çok dardı. Can I come too?   /  Ben de

gelebilir miyim?

Topic: Konu, mesele, mevzu

The main topic of conversation was Tom’s new girlfriend.   /  Konuşmanın ana konusu Tom’un

yeni kız arkadaşıydı.

Top: En, üst, tepe

He lives on the top floor.  /  O üst katta yaşıyor.

Totally: Tamamen, bütün olarak

They come from totally different cultures.   /  Onlar tamamen farklı kültürlerden geliyor. 

Total: Toplam

The club has a total membership of 300.  /  Kulüp toplam 300 üyeye sahip.

To: İçin, -e, -a, -e doğru

I am going to tell you a story.   /  Ben size bir hikaye anlatacağım.

Touch: Dokunuş, temas

She played the piano with a light touch.  /  O hafif bir dokunuşla piyano çaldı.

Tough: Zor, sert

a tough childhood   /  zor bir çocukluk

Tourist: Turist

Further information is available from the local  tourist office   /  Yerel turizm ofisinden daha fazla

bilgi edinlebilir.

Tour: Tur, turne, gezme

He toured America with his one-man show.  /  O tek kişilik gösterisi ile Amerika’yı gezdi.

 

Towards: Karşı, doğru, yönünde

This is a first step towards political union.  /  Bu siyasi birliğe doğru ilk adımdır.

 

Tower: Kule

the Eiffel Tower  /  Eyfel Kulesi

 

Town: Şehir, kasaba

They live in a rough area of town.   /  Onlar kasabanın engebeli bir alanında yaşıyor.

 

Toy: Oyuncak

a toy car   /  oyuncak araba

 

Trace: İz, ipucu, belirti

Police searched the area but found no trace of  the escaped prisoners.   /  Polis bölgeyi aradı

ama kaçan mahkumların izi bulunamadı.

 

Track: Parça, iz, rota, izlemek

We followed the bear’s tracks in the snow.   /  Biz karda ayının izini takip ettik.

 

Trade: Ticaret, alım-satım

trading partners   /   ticaret ortakları

 

Traditional: Geleneksel

traditional dress   /  geleneksel elbise

 

Tradition: Gelenek, adet

There’s a private tradition in our family.  /  Bizim ailede özel bir gelenek var.

 

 Traditional: Geleneksel

Their marriage is very traditional. / Onların evliliği çok geleneksel.

 

 

Traffic: Trafik

There’s always a lot of traffic at this time of day. / Günün bu saatlerinde her zaman çok fazla trafik

olur.

 

Train: Tren

I like travelling by train.  /  Ben trenle seyahat etmeyi seviyorum.

There are regular train services to İstanbul and Ankara.  /  İstanbul ve Ankara’ya düzenli tren

seferleri vardır.

 

 

Training: Eğitim, antrenman

staff training  /  personel eğitimi

 

Transfer: Aktarma, nakil, transfer

The patient was transferred to another hospital.  /  Hasta başka bir hastaneye nakledildi.

 

 

Transform: Dönüştürmek

It was an event that would transform my life.  / Benim hayatımı dönüştürecek bir olaydı.

 

Translate: Çevirmek, tercüme etmek

Her books have been translated into 24 languages.  /  Onun kitapları 24 dile tercüme edilmiştir.

 

Translation: Çeviri, tercüme

He specializes in translation from Turkish into English.  / O Türkçeden İngilizceye çeviri

konusunda uzmanlaşmış.

 

Transparent: Şeffaf, saydam, transparan

The insect’s wings are almost transparent.  /  Böceğin kanatları neredeyse saydamdır.

 

Transport: Ulaştırma, taşıma, nakliye

the government’s transport policy  /  Hükümetin ulaştırma politikası.

Most of our luggage was transported by sea.  /  Bagajımızın çoğu deniz yoluyla taşındı.

 

Transportation: Taşımacılık

The club is providing free transportation to the stadium from downtown.  /  Kulüp şehir

merkezinden stadyuma ücretsiz taşımacılık sağlamaktadır.

 

 

Trap: Tuzak

Some women see marriage as a trap.  /  Bazı kadınlar evliliği bir tuzak olarak görürler.

 

Travel: Seyahat, yolculuk etmek

I go to bed early if I’m will travel the next day. /  Ertesi gün yolculuk edecek olursam erken

yatarım.

 

Traveller: Yolcu, gezgin

Stations can be dangerous places for the unwary traveller.  /  İstasyonlar dikkatsiz yolcular için

tehlikeli yerler olabilir.

 

Treat: Davranmak, tedavi etmek

My parents still treat me like a child. /  Ebeveynlerim bana hâlâ çocuk gibi davranıyor.

This disease is usually treated with drugs and a strict diet.  /  Bu hastalık genellikle ilaç ve sıkı

diyet ile tedavi edilmektedir.

 

Treatment: Tedavi etmek

She is responding well to treatment.  /  O tedaviye iyi yanıt veriyor.

 

Tree: Ağaç

an oak tree  /  bir meşe ağacı

 

Trend: Eğilim, akım

social trends / sosyal eğilimler

 

Trial: Deneme, duruşma, yargılama

She was detained without trial.  /  O yargılanmadan gözaltına alındı.

 

Triangle: Üçgen

a right-angled triangle   /  bir dik açılı üçgen

 

 

Trick: Hile, tuzak

He amused the kids with conjurer tricks.  /  O hokkabaz hileleri ile çocukları eğlendirdi.

They had to think of a trick to get past the guards.  /  Onlar korumaları geçmek için bir bir hile

düşünmek zorunda.

 

Trip: Gezi, yolculuk

We went on a trip to the mountains.  /  Biz dağlara geziye gittik.

 

 Tropical: Tropikal, çok sıcak

a tropical island  /  tropikal bir ada

 

 

Trouble: Sorun, sıkıntı, problem

She was on the phone for an hour telling me her troubles.  /    O bir saattir telefonda

bana sorunlarını anlatıyordu.

 

 

Trousers: Pantolon

a pair of grey trousers    / bir çift gri pantolon

 

 

Truck: Kamyon

a truck driver  / bir kamyon şoförü

 

True: Gerçek, doğru, asıl

Can you prove that what you say is true?/  Sen söylediklerinin gerçekliğini kanıtlayabilir misin?

 

Truly: Gerçekten, hakikaten

She truly believes that none of this is her fault.   /  O gerçekten onun için hiçbir hatası olmadığına

inanıyor.

a truly magnificent performance  / hakikaten muhteşem bir performans

 

Trust: Güven

a partnership based on trust  /  güvene dayalı bir ortaklık

 

Truth: Gerçek, hakikat, doğru

Do you think she’s telling the truth?   / Sizce o doğru söylüyor mu?

 

 

Try: Denemek, teşebbüs etmek, gayret etmek, çalışmak

What are you trying to do?   /  Ne yapmaya çalışıyorsun?

Try these shoes. They should fit you.   /  Bu ayakkabıları deneyin. Onlar size uygun olmalıdır.

 

Tube: Tüp

a tube of toothpaste  / diş macunu tüpü

 

 

Tuesday: Salı

Tuesday is second day of the week.   / Salı haftanın ikinci günüdür.

 

Tune: Melodi

I don’t know the title but I recognize the tune.  /  Ben başlığı bilmiyorum ama melodiyi tanırım.

 

Tunnel: Tünel

a railway tunnel  / bir demiryolu tüneli

 

Turn: Dönüş, dönmek

The wheels of the car began to turn.  /  Arabanın tekerleri dönmeye başladı.

 

 

Turn Down: Geri çevirmek, reddetmek

Why did she turn down your invitation?  /   O, neden sizin davetinizi geri çevirdi?

 

Turn into: Çevirmek, dönüşmek

Our dream holiday turned into a nightmare.  /   Rüya tatilimiz bir kabusa dönüştü.

 

 

Turn off: Kapamak, söndürmek, sapmak

They’ve turned off the water while they repair a burst pipe. / Onlar patlak bir boruyu tamir ederken

suyu kapattılar.

 

Turn on: Açmak, heyecanlandırmak, etkilemek, saldırmak

 

The dogs suddenly turned on each other. / Köpekler aniden birbirlerine saldırdı.

to turn on the heating / ısıtmayı açmak için

Turn out: Sonuçlanmak, üretmek, ortaya çıkmak

The factory turns out three thousand carpet a day. / Fabrika bir günde üç bin halı üretir.

Despite our worries everything turned out well. / Endişelerimize rağmen her şey iyi sonuçlandı.

 

TV: TV, televizyon

What’s on TV tonight? / Bu gece TV’de ne var?

Almost all homes have at least one TV set. / Hemen hemen her evde en az bir TV seti var.

 

Twin: İkiz

She’s expecting twins.  /  O ikiz bekliyor.

 

Twist: Bükülme

Twist the wire to form a circle.  /  Bir daire oluşturacak şekilde teli bükün.

 

Type: Tip, tür

different racial types  /  farklı ırk türleri

Bungalow are a type of house.  /  Bungalov bir ev tipidir.

 

Typical: Tipik

a typical Italian cafe / tipik bir İtalyan kafesi

 

Tyre: Lastik, tekerlek

a front tyre  / bir ön lastik

 

 

Ugly: Çirkin

 

an ugly face  /  çirkin bir yüz

 

Ultimate: Nihai, son

 

The ultimate decision was positive.  /  Nihai karar olumlu oldu.

 

 

Ultimately: En sonunda, nihayet

The campaign was ultimately successful.   /   Kampanya nihayet başarılı oldu.

 

Umbrella: Şemsiye

colourful beach umbrellas  /  renkli plaj şemsiyeleri

 

Unable: Aciz, -ebilmeme

She was unable to hide her excitement.  /  O, heyecanını gizleyemedi.

 

 

Unacceptable: Kabul edilemez

Such behaviour is unacceptable in a civilized society.  /  Böyle bir davranış medeni bir toplumda

kabul edilemez.

 

Uncertain: Belirsiz

Our future looks uncertain.  /  Bizim geleceğimiz belirsiz görünüyor.

 

Uncle: Amca, dayı

I’ve just become an uncle.  /  Ben yeni amca oldum.

 

 

Uncomfortable: Rahatsız edici

I couldn’t sleep because the bed was so uncomfortable.  /  Ben uyuyamadım çünkü yatak çok

rahatsız ediciydi.

 

Unconscious: Bilinçsiz, kendinden geçmiş, baygın

They found him lying unconscious on the floor.  /  Onlar, onu yerde baygın halde yatarken buldu.

 

Uncontrolled: Kontrolsüz

the uncontrolled growth of cities  / kentlerin kontrolsüz büyümesi

 

Under: Altında, altına, aşağı

Have you looked under the bed?  /  Yatağın altına baktınız mı?

 

Underground: Yer altı

underground cables/  yer altı kabloları

 

Underneath: Altında, altına, alt

The coin rolled underneath the piano.  / Para piyanonun altına yuvarlandı.

 

Understand: Anlamak

Do you understand the instructions?  /  Talimatları anlıyor musunuz?

 

Understanding: Anlayış, kavrama

Try to show a little more understanding.   /  Biraz daha anlayış göstermeye çalışın.

 

 

Underwater: Su altı

Take a deep breath and see how long you can stay underwater.   /  Derin bir nefes al ve su

altında ne kadar kalabileceğini gör.

 

Underwear: İç çamaşırı

Pajamas, underwear, socks, bras in that corner.   /  Pijamalar, iç çamaşırı, çoraplar, sütyenler şu

köşede.

 

Undo: Çıkarmak, çözmek

I undid the package and took out the books.  /  Paketi çözdüm kitaplaerı çıkardım.

 

Unemployed: İşsiz

How long have you been unemployed?  /   Ne zamadır işsizsiniz?

 

Unemployement: İşssizlik

unemployment statistics  / işsizlik istatistikleri

 

Unexpected: Beklenmedik

an unexpected result  /  beklenmedik bir sonuç

 

Unexpectedly: Beklenmedik bir şekilde

She died unexpectedly of a heart attack.  /  Obir kalp krizi sonucu beklenmedik bir şekilde öldü.

 

 

Unfair: Haksız, hileli, insafsız

unfair criticism   /  haksız eleştiri

 

Unfairly: İnsafsızca, adaletsiz bir şekilde

She claims to have been unfairly dismissed.   /   O adaletsiz bir şekilde işten çıkarıldığını

düşünüyor.

 

 

Unfortunate: Şanssız, talihsiz

It was an unfortunate accident.  /  Talihsiz bir kazaydı.

 

Unfriendly: Düşmanca

an unfriendly atmosphere  /   düşmnca bir atmosfer

 

Unhappy: Mutsuz, üzgün

an unhappy childhood  /  mutsuz bir çocukluk

 

Uniform: Üniforma

The hat is a part of the school uniform.   /   Şapka okul üniformasının bir parçasıdır.

 

Unimportant: Önemsiz

This consideration was not unimportant.  /  Bu düşünce önemsiz değildi.

 

 

Union: Sendika, birlik

a union member  /  bir sendika üyesi

the European Union  /   Avrupa Birliği

 

Unique: Benzersiz, eşsiz, tek

Everyone’s fingerprints are unique.   /   Herkesin parmak izi benzersizdir.

a unique talent  /  Eşsiz bir yetenek

 

Unit: Birim, ünite

The basic unit of society is the family.  /   Aile toplumun temel birimidir.

 

Unite: Birleştirmek, birleşmek

Nationalist parties united to oppose the government’s plans.  /  Milliyetçi partiler hükümetin

planlarına karşı birleşti.

 

United: Birleşik

the United States of America   /  Amerika Birleşik Devletleri

 

Universe: Evren, kainat

He lives in a little universe of his own.  /   O kendi küçük evreninde yaşıyor.

 

University: Üniversite

Is there a university in this town?  /  Bu kasabada üniversite var mı?

 

Unkind: Kırıcı, nezaketsiz, kaba

She never said anything unkind about anyone.  /  O asla herhangi biri hakkında kırıcı bir şey

söylemedi.

 

Unknown: Bilinmeyen

The author is unknown outside Poland.   /  Yazar Polonya dışında bilinmemektedir.

 

Unless: -mezse, -mazsa, -madıkça, -medikçe

Unless something unexpected happens, I’ll see you tomorrow.   /    Beklenmedik bir şey olmazsa

yarın seni göreceğim.

 

Unlike: Aksine, farklı

Music is quite unlike from other arts.   /   Müzik diğer sanatlardan oldukça farklıdır.

 

Unlikely: Olasılıksız, mümkün olmayan

They have built hotels in the most unlikely places.  /   Onlar en olmadık yerlerde oteller inşa

etmişlerdir.

 

Unload: Boşaltmak, elden çıkarmak

The truck driver was waiting to unload.  /  Kamyon sürücüsü boşaltmak için bekliyor.

 

 

Unlucky: Şanssız

Thirteen is often considered an unlucky number.   /  On üç genellikle şanssız bir sayı olarak kabul

edilir.

 

Unnecessary: Gereksiz

That last comment was a little unnecessary, wasn’t it?   /   Bu son açıklama biraz gereksiz değil

mi?

 

Unpleasant: Nahoş, sıkıcı

She said very unpleasant things about you.   /  O, senin hakkında çok nahoş şeyler söyledi.

 

Unreasonable: Mantıksız, makul olmayan, akıl almaz

Unreasoble mistakes /  Akıl almaz hatalar

 

Unsuccesful: Başarısız

His efforts to get a job proved unsuccessful.  /  Bir iş için harcadığı çabalar başarısız oldu.

She made several unsuccessful attempts to see him.  /  Onu görmek için birkaç başarısız

girişimde bulundu.

 

Untidy: Düzensiz, dağınık

an untidy desk  /  düzensiz bir masa

untidy hair  /  dağınık saç

 

Until: -e kadar

Let’s wait until the rain stops.  /  Yağmur durana kadar bekleyelim.

 

Unusual: Alışılmadık, sıradışı

She has a very unusual name.  /  Sıradışı bir adı var.

 

Unwilling: İsteksiz, gönülsüz

They are unwilling to invest any more money in the project.  /   Onlar projeye biraz daha fazla

yatırım yapmaya isteksizdir.

 

Up: Yukarı, çıkış, artış, ayakta, yükselmiş

He jumped up from his chair. /  O sandalyesinden ayağa fırladı.

The sun was already up when they set off.  /  Onlar yola çıktığında güneş zaten yükselmişti.

 

Upon: Üzerine

The decision was based upon two considerations.  /  Karar iki düşünce üzerine temellendirildi.

 

Upper: Üst

the upper lip  /  üst dudak

 

Upset: Üzgün, alt üst olmak

Try not to let him upset you.  /  Onun seni üzmesine izin vermemeye çalış.

He arrived an hour late and upset all our arrangements. / O bir saat geç ulaştı ve bütün

düzenlemeler alt üst oldu.

 

Upsetting: Üzücü, endişe verici

an upsetting experience  / üzücü bir deneyim

 

Upside down: Baş aşağı, ters

The painting looks like it’s upside down to me.  /  Resim bana ters gibi görünüyor.

 

Upstairs: Üst katta

The cat belongs to the people who live upstairs.  / Kedi üst katta yaşayan insanlara aittir.

 

Upward: Yukarı, yukarıya

an upward movement in property prices  /  emlak fiyatlarında yukarı yönlü bir hareket

 

Urban: Şehir, kentsel

urban life  /  kentsel yaşam

 

Urgent: Acil

‘Can I see you for a moment?’ ‘Is it urgent?’  /  ‘Bir an için seni görebilir miyim?’ ‘Acil mi?’

a problem that requires urgent attention  /  acil dikkat gerektiren bir sorun

 

Us: Bizi, bize

She gave us a picture as a wedding present.  /  O, düğün hediyesi olarak bize bir resim verdi.

 

Use: Kullanmak

Have you ever used this software before?  /  Bu yazılımı daha önce hiç kullandınız mı?

 

Used to: -dım, -dim, -dum, -düm

I used to live in London.  /  Ben Londra’da yaşardım.

I didn’t use to like him much when we were at school.  /  Ben okul zamanında ondan pek

hoşlanmazdım.

 

Useful: Faydalı, kullanışlı

a useful gadget  /  yararlı bir alet

Some products can be recycled at the end of their useful time.  /  Bazı ürünler faydalı zamanının

sonunda geri dönüştürülebilir.

 

Useless: Faydasız, kullanışsız, işe yaramaz

This pen is useless.  /  Bu kalem kullanışsız.

 

User: Kullanıcı

computer software users  /  bilgisayar yazılımı kullanıcıları

 

Use up: Tüketmek, harcamak, bitirmek

Making soup is a good way of using up leftover vegetables.   /   Çorba yapmak artık sebzeleri

tüketmenin iyi bir yoludur.

 

Usual: Olağan, alışılmış, her zamanki

He came home later than usual.  /  O, eve her zamankinden daha geç geldi.

 

Usually: Genellikle

We usually go by car.  /  Genellikle araba ile gideriz.