408. - Ülkünetulkunet.com/ucuncusayfa/tore_93_yeni_6381.pdf · kuşeyrî risalesi (kitap...
TRANSCRIPT
AYLIK FİKİR ve SANAT DERGİSİ TÖRE'DEN
FARUK NAFİZ GÜRAKAR
Harput'a Hasret . . . .
AHMET B. ERCİLASUN
Yetik Ozan
SADIK KEMALOGLU
Yolcu Yolun Esiri .
SADIK KEMAL TURAL
Yetik Ozan'ın Şiiri Etrafında 9
HÜSEYİN MÜMTAZ Millî Hedefler ve Ulaşma Yolları 13
Azerbaycan Şiirinden örnekler 14
NÂDİR DEVLET
Kırım Türkleri .
Prof. Dr. HİKMET TANYU
Türk Töresi Üzerine (1) .
18
20
RIZA AKDEMİR Bir Vatansızın Hikâyesi 30
Prof. Dr. MEHMET ERÖZ
Dış Türklerde Dil Faciası 32
TÜRKER İNANÇ (Tercüme) Sovyetler - Doğu Avrupa Münâsebetleri . 36
Dr. SÜLEYMAN HAYRİ BOLAY
Kuşeyrî Risalesi (Kitap Tanıtma) 40
NACİ ÖZER
Gönül Tellerim 44
HASAN KALLİMCİ
ENKAZ! (Hikâye) 45
Töre, T. C. Millî Eğitim Bakanlığı'nca Tebliğler Der-gisi'nin 8 Kasım 1976 târih ve 1906 numaralı sayısının 408. sayfasında tavsiye edilmiştir.
Her türlü haberleşme adresi : PK. 211, Kızılay . ANKARA
Abone şart ları : Yurt içi yıllık : 120 TL. Yurt dışı yıllık : 240 TL. Yurt içi havaleler 71978 numaralı posta çekine; yurt dışı havaleler Türkiye îş Bankası, Ankara Gaziosmanpaşa Şubesi 72 numaralı hesaba yapılmalıdır.
Kurucusu : HALİDE NUSRET ZORLUTUNA
Sahibi ve Sorumlu Yazı işleri Müdürü : EMİNE IŞINSU ÖKSÜZ
Basıldığı yer : BİMAŞ Matbaacılık Ltd. Şrt. Tel : 29 24 08 - ANKARA
ilân Şar t l an : Tam sayfa : 5.000 TL. Yarım sayfa : 3.000 TL. İ/4 sayfa : 1.500 TL.
Her hakkı mahfuzdur. TÖRE' de yayımlanan yazılar, TÖRE Dergisi'nden yazılı izin alınmadıkça hiçbir suret te iktibas edilemez.
YIL : 8 SAYI : 93 ŞUBAT : 1979
/ . " ; •
>ı
ta «ekonomik» olup, ihtilâlin kahramanları heryerde «işçi sınıfı» olacaktı.
Büyük sözler... ve gerçekleşmeyen kehânetler
Komünistlerin işbaşına geldikleri her memlekette bu ihtilâl, memnuniyetsizler kitlesinin iplerini çekmesini iyi beceren diktatör ruhlu liderlerin, mevcut beceriksiz idarecileri devirmeleri ile gerçekleşti. Yâni, işlerlik kazandırılamayan demokrasilerden faşist rejimlere geçişin klasik metod ve tecelisi ile.
Kaldı ki Türkiye'de, Marks'm anladığı ve tarif ettiği mânada bir kapitalist cemiyet teşekkül etmemişti. Tuna'dan ötesi hakkında elinde yeterli veriler bulunmadığını samimiyetle, itiraf eden Marks, meseleyi fazla kurcalamaktan kaçınmıştı.
Bunu, O'nun lehine bir puan olarak değerlendiririz. Gelgelelim, Tuna'nm bu tarafında yaşayan nice kıymetli «bilimsel sosyalistler» marks'dan fazla marksçı kesilip, ATÜD (Asya Tipi Üretim Tarzı) üzerine nice inciler döktürmüşlerdir... Bu da bir başka sayfa.
«SAĞ» VE «SOL» Kendimize has tarihî gelişme seyri
miz içinde teşekkül etmiş ve şimdi çatışma halinde olan Türkiye'deki «sağ» v< «sol» akımlar, esasta, millî kültüre bağlı ve onu korumak isteyen kitleler ile, Batılılaşma yolunda millî kültürümüzü tahrip mecburiyetine inanmış siyasî aristokrasi arasında cereyan etmektedir. Son selelerde, kitle haberleşme vasıtalarının kontrolünü büyük ölçüde ele geçirmiş olan bu siyasî üst zümre mensupları, çağdaş teknolojinin mümkün kıldığı beyin yıkama metodlarmı kullanarak, halk arasında da bir miktar taraftar kazanma imkânını bulabilmişlerdir.
İşte bu tablo içerisinde, başlangıçta Batılılaşma özlemi ile yanarak, mes'elele-rin çözümünü Batı'dan ithal malı fikirlere bağlayanlar, neticede yarımyamalak hazmedilmiş bir «bilimsel sosyalizm», yanlış anlaşılmış bir «hümanizma» ve «terör» metodlarına dayalı bir «demok-
DEN
Kıymetli Okuyucularımız,
Marksist ideoloji, bize Batı ülkelerindeki muhtelif fikir akımlarından mülhem, Batı dillerinden yapılan tercümeler yoluyla, ve Batılılaşma gayreti içindeki kozmopolit entelektüellerimiz eliyle gelmiştir.
Şimdi bir ân düşünelim... Ne demişti, Marks? Cemiyetler tarihinin akışı içinde «kapitalist dönem», kendi bünyesinde taşıdığı «çelişkiler» sebebiyle, ve kaçınılmaz bir «gerekirlik» İle, önce «sosy hst» sonra da «kapitalist» aşamalara ir lâb eyleyecekti, insanlık tarihinin bu mukadder akışını belirleyen faktörler esas-
rasi» (marksist terminolojide, «kitle te-rürü» ve «proleterya diktatörlüğü») gibi fikir ve eylem planlarıyla bugün karşı-mızdadırlar.
Beyaz yakalıların ihtilâlci, mavi yakalıların ise nizam'dan yana oldukları bir memleket...
Marksist çerçeveye göre, çelişkilerin çelişkisi...
Halbuki mes'eleyi kendi içtimâi tarih çizgimiz açısından ele alacak olursak, ka çınılmaz ve tabiî netice.
HANGİ MODEL? İhtilâl, Marks'm öngördüğü gibi
kalabalık işçi kitlelerinin «sınıf» şuuruna vararak başkaldırmaları ile değil, harb ve açlıkta sefil düşmüş bir Doğu memleketinde, kendileri «burjuva» kökünden gelme, ihtilâlci bir kadronun barış ve ekmek vaadleri ile gerçekleşti. Hem de Marks'm, millet olarak nefret ettiği, ülke olarak aşağıladığı Rusya'da...
Komünizme kayan diğer ülkelerde de tekrarlanan model bu oldu. Kapitalist Ba-tı'da ise düzen, sıkıntılarının üstesinden gelmesini becerdi ve demokratik nizam içinde sosyal devlete geçiş süreci heryer-de hâkim temayül oldu.
Tedavisi gayri mümkün katı marks-çılar bugün halâ, birgün Batı'nm ilerlemiş sanayi ülkelerinde «proleterya» ihtilâlinin gerçekleşeceği ümidini muhafazaya çalışıyorlar.
İşin doğrusu, sağlıklı bir ruh için, «herkesten gücüne göre, herkese ihtiyacına göre» temennisine katılmamak mümkün değildir. Ancak düşünen bir kafa, bu yeryüzü cennetinin gelecekte, tarihi şimdilik belirsiz, fakat tez olmasını herhalde herkesin gönülden dilediği bir zamanda mümkün olabileceğini bilir. Geleceğin maddî ve manevî bakımdan müreffeh bu cemiyeti, ilim ve teknolojinin ilerlemesi, bir yandan da, tâbiri affedilsin, insan ruhunun bir miktar daha «incel-mesiyle» mümkün olabilecektir.
Bunun metodu ise, körpe komsomol-larm sandığı gibi, eldeki maddî mevcû-
du bugünden paylaşarak, manevî mevcudu ise alt hizaya çekerek herkesi umûmî sefalete mahkûm etmek değildir.
Metod, marksistlerin nefret melodi değil, Milliyetçilerin sevgi metodudur. İlim metodudur.
Milliyetçiler gelecek için çalışır. Her milletin Milliyetçileri ise, milletler arası sömürüye karşı çıkar. İşte, bütün insanların insan haysiyetine yaraşır bir biçimde, refah ve mutluluk içinde yaşayacağı geleceğin miletler camiasının anahtarı budur.
Taşıma su ile değirmen döndürüleme-yeceği gibi; fikrî işkembeye doldurulan yarımyamalak hazmedilmiş fikirlerle, ne ilim ne de sosyal felsefe mümkün değildir.
Sol cenahın bir bölümünde son yıllarda müşâhade ettiğimiz sağlıklı bir gelişmeyi memnuniyetle karşılıyoruz. Bu, yabancı modeller arama sevdasını bir yana bırakarak, kendi insanımızı, kendi memleketimizi, kendi kültürümüzü tanıma istek ve temayülüdür.
Fakat, «devrimci» (inkılâbçılık mânâsına kulanıyorum) arzu ve enerjilerini hâlâ millî varlığımıza ters modellere teksif edenlerin niyet ve gayretlerini, müsaade etsinler, şüphe ve tebessüm ile «izlemeğe» devam edelim.
Kendi insanına sırt çevirenlerin, insanlık ve insaniyet üzerine büyük lâflar etmeğe herhalde hakları olmasa gerek.
K I S A BİR N O T İnsan zihni, çoğu zaman, kendi ya
rattığı modellerin kurbanı olur. «Sağ»
ve «Sol» deyimleri bizde büyük ölçüde esas mânâlarını kaybetmiş; kişiler, kafalarında vatandaşları bir uçtan bir uca ip gibi dizili tahayyül eder olmuşlardır.
Cemiyet, bu modele uymak mecburiyetinde değildir. Tarifler muhteliftir ve çoğu zaman sahibinin görüşünü yansıtmaktan öte bir manâ ifade etmezler.
Milliyetçiler, muhafazakâr oldukları kadar, aynı zamanda inkılâbçıdırlar. Çünkü hedef, daima daha iyisi, daha ilerisidir.
Esas kıstas, hedef ve metodlardaki millîlik ve gayri millîlik ölçüsüdür. Milliyetçi, hedef ve metodlarda millî olmayı şuurla gaye edinen kişidir.
Sol cenahta yapılan hata, metodun tek ve değişmez olduğu inancı, ve üstüne üstlük bu metodun hedef ile birbirine meczedilmesidir.
Şunu da itiraf etmekten kaçınmamalıyız: bugün Türkiye'de «Sağ» cenahta, kendisini «Sol'a karşı» tarif eden nice kişi vardır ki, gayri millîlikte, el-Hâk, soldakilere taş çıkartır. Yakın tarihimizde ve günümüzdeki siyasî ideolojileri değerlendirirken, görüş ve hizipler arasında sağ-sol sınırı tanımayan bu millîlik ve gayri millîlik ölçülerini mutlaka dikkate almamız gerekiyor.
Bu memleketi «küçük Amerika» yapma hayalleri kadar, «küçük Rusya» yapma tasavvurları da iflâs etmeğe mahkûmdur. Fakat, bu yanlış hesaplar ve hatalı çıkışlar ile kaybedilen kıymetli zamanımıza yazık oluyor. i
TANRI TÜRKÜ KORUSUN VE YÜCELTSİN.
AÇIK TEŞEKKÜR Bir seneye yakın bir zamandır şeref ve gurur duyarak hizmet ettiğim TÖRE
Dergisi'nden ayrılırken, bu müddet zarfında okuyucularımızdan ve yazarlardan gördüğümüz yakın alâka ve destek için minnettarlığımı ifâde etmeyi bir borç biliyorum.
Kurmuş olduğum dostluklar benim için ebedî olacaktır. Allah Milletimizi korusun.
Y. İ.
HARPUTA HASRET
— N. Yıldırım Gencosmanoğlu Beğ'e—
— I —
İnmese davula tokmak, başlamasa çaydaçıra, Gökte bulutlar, yerde insanlar gücenir. Dayanır deme sakın, halay'ı seyreden, Ayaklar durur, gözler kamaşır, kalb erir. Mest olmak istersek doğunun kucağında, Mevlüt'üm ses, Fikret'im söz, Zülfü'm el verir. Ateşi gür yanan ocaklara, Muhabbed balını, aşkta yananlar verir. Aşkın müebbet mahkûmu Hacı Hayri'ye, Tüm güzeller gül atar, besteler haz verir.
— II —
Bir şafak vakti Harput'ta eğri minare, Beyne akıl, kalbe sevgi, rûh'a nur verir. Önünde diz çöktüğümüz Fethi Ahmet baba, Bize, geçmişten ders, gelecekten sır verir. Olmaz deriz amma, yıllardır Arap baba, Canlı cesediyle inanç verir, öz verir. Bîr ramazan ayında Elaziz, Ayaklanır... hâk için şehit üç can verir. Mukaddes dâvanın oku fırlamış yayından, Yeniden üç hilâl dünyaya şan verir. Belki görmek nasip olmayacak; lâkin, Güvenli günler gönle şevk verir. Uzakta da olsak mümkün değil unutmak... Sonsuz hasreti gönlümüze Harput verir.
FARUK NAFİZ GÜRAKAR
Y E T İ K O Z A N
Kendi pençesiyle kazar Kurt, kabrini azar azar. «Yürek» dediğimiz pazar Kurulmuş öç doruğuna;
Can verip şan alacağım.
Töre'nin son sayısında «kurt» bakışlarıyla O'nu düm. «Pençesi» yapacağını yapmış, kabrini azar azar kazmıştı. Otuz yedi yaş, «yeşilin kendini astığı çağdır.» Yarıyla, uçurumuyla, tetiğiyle arpacığıyla O'nun şiirinde ölüm varmış. Biz, O'nun şiirini yorumlamakla övünenler, bunu ancak ölümünden sonra anlayabildik.
Her gün bir mısraı dudaklarımızdan dökülen, her gün bir tavrı göz bebeklerimizi delen bir san'atkâra hâtıra demek mümkün müdür? «Kurt» bakışlarıyla O'nu Töre'de bir hâtıra gibi gördük.
Yıldı mevsimlerden emel korusu Gün tutuldu yazla güz arasında. Ben bülbül ölüsü, sen gül kurusu Oluverdik kaşla göz arasında.
Niçin ölümü bu kadar sevdin? Kaşla göz arasında gidiverdin. Geride ne bülbül ölüsü, ne bülbül dirisi kaldı. Bütün güller kurudu yazla güz arasında. Ve kurumayan bir şey kaldı: Kaşla göz arasında. Emellerimizin korusu daha kaç mevsim birlikte çiçek açacaktı; niçin mevsimlerden bu kadar çabuk yıldın? Daha kaç yazla güz arasında güneşin tutulduğunu beraber seyredecek, arpacıkla gez arasında umutlarımızı beraber uslandıra-caktık. Umutlarımız gözlerimizin pınarından dökülürken sen «bülbül ölüsü», biz «gül kurusu» oluverdik.
Tezada bu derece tutkun şâir azdır. O'nun tezat tutkusu, susuzluğu çağıl çağıl çağıldatır; kalkışla varışı kördüğüm eder; var ile yoku kaynaştırır. O'na «tezatların şâiri» demeye hazırlanıyordum; bir Çarşamba gecesi «hayâtın tezadı budur!» dedi... Sustuk.
Bülbül şakıdıkça, kıskanç dikenler Gül dalında bıçak açmış bu sıra.
Ahım duman olmuş, boğazım baca; Sevgi içte ocak açmış bu sıra.
Geride ne şakıyacak bülbül bıraktın, ne de gül dalında bıçak açacak kıskanç dikenler. İçinde açılan sevgi ocağını söndürdün. Kurt pençenle azar azar kazdığın kabrinde «gelincikler leçek açmış bu sıra.» Gelinciğin rengini, gülün kokusunu bundan sonra bize kim duyuracak?
Sensiz kaldık!... Ahmet B. Ercilasun
7
YOLCU YOLUN ESİRİ
Budin seferine çıkmadan önce «Atmaca» yerinden attın kendini. Otuz altı yıla bıkmadan önce Şâirleı yoluna kattın kendini.
«Bir bülbül ölüsü» oldun dipdiri, Bir «Kilim» de bir gül, hem de ipiri. Yolcu yolun saz da telin esiri Bitim ocağına çattın kendini.
«Ülkü Bağı» hazan oldu üzümsüz, Güllerde dolaştın basıp ezimsiz, Bir el omuzunu tuttu sezimsiz O ele bir pula sattın kendini.
Kemaîoğlu der ki Yetik de yetti, Sonunda bir büyük oyun da etti; Bülbülce yaşadı, bülbülce gitti Bir kumarda yine üttün kendini.
Sadık KEMALOĞLU
8
YETİK OZANIN ŞİİRİ ETRAFINDA
SADIK KEMAL TURAL
Yetik Ozan aramızdan ayrıldı. Gerek şiirde kulandığı değişik şekiller, gerek ustalıkla kulandığı Türkçe açısından günümüz Türk şiirinin ustalarından birisi olan Yetik Ozan dünyâsını değiştirdi.
ölümünden iki gün önce, «Şiirlerimi bir araya getir, başına bir etüd yaz, bastır. Ben bu hafta gideceğim... Unutursan, bunları bir kâğıda yazayım...» demiş ve benim konunun kapanması yolundaki itirazlarımla karşılaşmıştı.
Bilindiği gibi Yetik Ozan'm, «Atmaca uçurumu» adlı basılmış şiirlerinden sonra yazdıkları, düzenini kendisinin hazırladığı «Ülkü Bağı»nda toplanacaktı. Her iki kitap ile gazete sayfalarında kalmış eski şiirlerini ve atışmalarını bir araya getirirseniz 100'e yakın şiir elde edilir; titiz bir şâir, kısa bir ömür için bu sayı velûdluk sayılmalıdır.
Yukarıdaki isteğini bir vasiyet kabul edip gerçekleştirmeye çalışacağım.
Sağlığında yazılmış ve kendisi tarafından okunmuş aşağıdaki satırları-bazı küçük değişiklikler bir kenara- yayınlarken Yetik Ozan konusuna -şimdilik-bu ölçüde temas ile yetiniyorum.
ŞİİR DENEN GÜZELE VE TENKİDE DÂİR
Şiir tarifi yapmak isteyenler; bir yanını fazla, bir yanını eksik söylemeye mahkûmdurlar.
Şiir matematik gibi ölçülü, felsefe gibi çoğunluğun dışındakilere seslenen, müzik gibi sağlam bir kulak ile beraber zengin bir ruh isteyen, ilim gibi hayâtın küçük sırlarını fısıldayan, rüya gibi duygu, hayâl ve mantık unsurlarına gönlünce kokular, renkler kazandıran, dîn gibi yücelten, arıtan, kadın gibi kucağında avutan bir şey... Bu uzun cümleyi bir tarif diye almayınız; şiir tarifsiz güzellerdendir.
Sanatçı, unutmaya çalıştığımız, duymak istemediğimiz acıları bizim yerimize çeken, muhasebesine ve murakabesine tahammül edemediğimiz büyük olayları tazeliği içinde yaşayan ve yaşatan, bizim için kaçınılacak dertleri kendisinin dünyâsı yapmış insan. Şâir yarı veli, yarı deli; ancak, en çok kendisi gibi göründüğü zamanlar insanların hepsi; insanların tamâmı olmaya kalktığı zaman, kendi dünyâsının kıskanç, bencil tanrısı.
YETİK OZAN 9
Şiirin karşısında «niçin?», «nasıl?» sorularını soranlara karşı Ahmet Hâşim ağır bir hüküm verir: Ahmaklıklarının verdiği açlık için gıda arayanlar.. . Niçin? Nasıl? kelimelerini gündelik elbiselerinden soyarsınız, bâzan kutsi bâzan iğrenç bir merakla karşılaşırsınız. Çirkin bir şüphe, vahşi bir renk merak sanatı sorularıyla mahkûm etmeye kalkabilir; bizim bu hoyrat tecessüsle dostluğumuz zayıftır. Eleştiri, seviyesini bulmuş merak, umumileşmiş endîşedir.
Sosyal bilimlerin usûlleri tabiî bilimlerden çok farklıdır; G. Lanson'un da belirttiği gibi ebedî tenkid (eleştiri) ve edebiyat târihi, eleştiricinin ve edebiyat tarihçisinin şahsiyetini taşır. Eleştirici, edebiyat tarihçisi, tarihçi üçlüsü, şahsîliğin basamak basamak azaldığı değerlendirme sahalarıdır. Edebî tenkidin, edebiyat eleştirisinin edebî tarzlara, devirlere ve eleştiricilere göre cins tariflerini ve tasniflerini yapmak mümkündür; ancak, yüz-deyüz gayrişahsîliği (objektiflik, nesnellik) savunanların bile ifâdelendirişinde bir şahsîlik bulunduğuna göre, tez temelden çürük. Ayrıca, bir eserin, eleştiriciye bir kaç yıl arayla değişik değişik yönleriyle görünmesinden tabiî ne olabilir? Şiirin yorumu, yorumu yapanın izlenimlerine, izlenimleri ise hayâl, duygu ve düşünce dünyâsının zenginliğine bağlıdır. Roman, hikâye ve tiyatro eserine yaklaşım da bu zenginlikle doğru orantılı!
Sanat eserini yoğuran üç temel ölçüt (kriter) ileri sürüyoruz: Sanatkârın mizacı, kültür kaynakları ve seviyesi, yaşadığı devir...
Bu ölçütlerden ilkini sanatçının kendisine arkadaşlık etmişlik veya sohbetinde bulunmuşluk gibi maddî yakınlığın verdiği yeterlilik olarak almayınız. Sanatçıyı yüzyüze tanımaktan doğan bilgileri pek tabiî sağlam bilgi sayarız. Fakat bu mümkün olmuyorsa? Meselâ, Hâ-lit Fahri'yi tanımadım; Ömer Seyfeddin'i tanıyanlar, bir kenarda görmüş olanlar bile öldüler. Bu imzalarla ilgili bâzı araş
tırmalar ve hâtıralar yayınlanmıştır. Daha eskilere âit bir isim için ne yapacağız; benim sevgili Nâilî'm için ne yazacağız? Bir yazarın mizacını ortaya çıkarıcı vesikaya dayanan bilgi yoksa, ilk kaynak ESER'in kendisi olacaktır; var ise, diğer yardımcı unsurlardan da faydalanmak pek tabiîdir. Yaşadığı devir ile kültür seviyesi ve kaynakları için de eserden hareket etmeye çalışmak, izlenimleri diğer bilgilerle desteklemek yolunu, nedense, klasik edebiyatımızla uğraşanlar pek benimsemiş görünmüyorlar. Gerçi sanatkâra âit bilgileri çoğaltıp, eseri bu bilgilerin projektöründe aydınlatmak da mümkündür; fakat, o zaman Şeyhülislâm Yahya Bey'in şiirinin hayâtı, kültür seviyesi ve yetişme kaynaklarıyle uyuşmayacak mısralar taşıdığı görülür.
Ne kadar kaçsa, ne kadar saklanmaya çalışsa da, sanat eseri yazarını ele verecek ipuçlarıyla doludur; şiir, yazarını her bakımdan ele veren bir edebi tür olarak kabul edilemez mi?
YETİK OZAN GERÇEĞİ Yetik Ozan, yârının edebiyat tarih
çisinin ihmâl etmemesi gereken bir şâir olarak karşımızdadır. Onun eserlerine bu ölçütler açısından bakalım:
Yetik Ozan'ın mizacının üç doruğuna işaret edelim önce:
Kıvranırken verem ile Yâr eğlenir yârem ile Mecnûn, Ferhat, Kerem ile Aynı nesepten gelirim
(Kervan)
Harami gözünü cana döndürmüş
Düz giden yolları yana döndürmüş
Beni bir uğursuz hana döndürmüş
Bir dert konar, bin dert göçer bağrından,
(Susuz Ceylan)
10 TURAL
Kuzgun konmaz, yılan akmaz yollarda
Dağarcığımıza tasa koyan el Dört yönü güneşe çıkan
çöllerde Susuzluğu altun tasa koyan el
Çileye çileye geldik Çileden çileye geldik
(Bülbüllerin İlâhisi)
Yetik Ozan'ın aşırı duygululuğu, zamana intibaksızlığı ve zamanın dışındaki unsurlardan kendine eş arayışı, büyük muzdariplerle ayni nesepten geldiğini kabul etmesi mizacının görünen özellikleri... Onların arkasında, hastalık derecesinde bir içe dönüklük, mekân ve zaman ile beraber mizacına bile isyan eden reelden kaçış mırıldanıyor. Çağından şikâyetçilik zamandan kaçış şeklinde tecelli ediyor; fakat, geçmişin içinde kalmak değil ölçünün geçmiş olduğu bir gelecekte yaşama özlemi şeklindeki bir tecelli:
Bir solukta hem dünü hem yarını yaşarım
Günleri birleştirir en gizli emellerim
Gök yeleli bir öçle dört akında koşarım
Yönleri birleştirir Cengiz'li emellerim
(Bugün)
«Bugün» adlı şiirde bu duyguları söyleyen şâir, yârın için fazlasiyle umutlu değildir; bugün gibi dün ve yarınlar da kilitlidir;
Umudun bıçağı paslanmış kinden
Ne kına oturur ne çıkar kından
Nice ki, zaman çift kapılı zmdan
Yarınlar kilitli dünler kilitli. (Son Sürgün)
Böyle düşünen insanda, zamana, mekâna ve insana esir olduğu fikri yerleşmez mi? Mazlum ve esir Türkler için yazdıkları, şiirlerinin hemen hemen yarısına yakındır. İlk ve tek basılı şiir kitabının adı bile bu mizacı ve bu meseleyi izah için gibidir: Atmaca Uçurumu...
Onun yetişmesine kaynaklık eden unsur, öncelikle memuriyetten dolayı gezmekte olan bir ailenin eşyayı ve insanı gerçeğe yakın bir şekilde yakalama talihi olan çocukluk devresidir. Bu gezgincilik sırasında en uzun durakların Karadeniz bölgesinde o bölgenin, tabiatı ve insanı ile bir sahil şehri karakterinden ziyade, yayla veya sarp dağ kasabası niteliğindeki yapısında bulunduğuna işaret edelim. Geze geze tamamlanmış bir öğrenim ve eğitim. Bu gezme realiteye intibaksızlığı artıran bir unsur olarak hayâtına ve sanatına aksedecektir. Sonra Türkoloji tahsili... Türk Dili doktorası... Kültür seviyesi ortaya çıktı, sanıyorum. Bir iki şey daha ilâve etmem gerekiyor; şiirinde rahatça bulacağınız şeyler: Erzurum'da beş yıl kalmış; altı ay kar altında kalan, felsefeye ve şiire imkân veren, halk kültürünün, halk zevkinin bütün zenginliğiyle yaşadığı bir çevrede, halk şâirleri ile kurulan dostluklar. Onbeş seneye varan saz çalma, bir ustalık safhasındadır.
Şimdi şu noktayı öncelikle belirteyim: Hece veznini halk söyleyişi içinde nazım-laştıran pek çok şâir vardır. XIX. asır sonlarından itibaren halk zevki ve vezni, mektepli şiirimizin ekzotiğidir. Fevzi-ye Abdulah Tansel'in bu konuda yaptığı bazı araştırmalar göstermiştir ki, aydınların yarattığı halk söyleyişli şiirler XX. asır başlarında bir moda hâline geliyor. Rızâ Tevfik'in, halk şiirini sâdece vezin ve nazım şekli olarak değil, bütün unsurları ile yaşatmaya kalkmasını, Millî Edebiyat Cereyanı üyelerinin bu yolu az çok benimsemelerini, Orhan Seyfi'nin «Şehirliyim» diye bağıran mânilerini ve diğer Karacaoğlanlaşan, Emrahlaşan, Âşık Ömerleşen şâirlerin yaptıklarını doğru
YETİK OZAN 11
buluyor muyum? Cevâbını Âşık Veysel daha güzel verir :
«Yüksek dağlarda, yaylalarda küçük beyaz çiçekler olur; râyihaları insanı ser-hoş eder. Bir şehirli o çiçeği görür, bahçesinde, saksısında yetiştirmek ister. Yetiştirir de. Hattâ çiçekleri daha iri daha beyaz olur, amma o râyiha kalmamıştır».
Evet, doğru; Ahmet Kutsi Tecer'in çok güzel şiirleri vardır; bunları zevkle okursunuz, bir defa, iki defa üç defa. «Nerdesin» dışında defalarca okuyacağınız, ezberleyeceğiniz şiiri var mıdır? Kaldı ki, o şiir muhtevasıyla şehirlidir. Halk Şiiri taklitçiliğine düşmesi bundandır, taklitçilik emaresi bulamazsınız.
Millî veznimiz olan hecenin, mutlak bir tercih olması meselesi de, halk gibi söyleme problemine bir bakıma benzer, ölçülü şiirin taşıdığı mükemmelik imkânlarını inkâr edebilir miyiz? Daha doğrusu mükemmelliği veznin zorladığını sezebilenler azaldı mı? Fakat bu her vezinli şeyin şiir olduğu mânâsına gelmez. Aruz ve hecenin kuralcı yapısı, kafiye meselesi bir kenara bırakılmak kaydiyle, bir iç ahenk şeklinde serbest şiirlerde de başarılabilir; bu çok daha zordur. Kötü vezin yoktur; kötü şâirler, manzûmeciler vardır.
Yetik Ozan'm şiirleri halk şiirinin nazım biçimleri ile ve hece vezni ile yazılmıştır. Fakat o halk şiiri araştırmaları yapmış bir kişi olarak zaman zaman nazım şekillerini genişletmiş, sarma ve çapraz kafiyeyi denemiş, hele yedekli koşmayı türkücülüğün elinden almıştır.
Halk şiirini, kendi yaşayış dünyâsını ifâde ettiği, KENDİSİ OLDUĞU için severiz. Yetik Ozan, ne halk şiiri taklidçisi, ne özenicisidir. O, «Çaldımsa da mîri malı çaldım» diyen Şeyh Galip gibi bizim motiflerimizi başka bir biçimde söylemiştir; halk şiirindeki ham tefekkürü, yalın duyguyu, dar hayalî, işlenmemiş dili, aşınmış kafiyeyi, yenilememiş genişletmiş, yepyeni kılmıştır. Halk şiirini, söyleyiş bakımından, taklide yakın bir ifâde içinde kullandığı şiirlerinde FİRKATİ mahlasını
kulanır; bunları kitabına almayışı dikkate değer.
Kime âidliğini kesinlikle söyleyemeyeceğim, fakat, bir nâs gibi sarılacağım: «Şiir bediî bir tefekkürdür.» Bu hükme itirazı olan var mı?
Yetik Ozan'ın şiiri, tefekkürü ile de estetiği ile de halk şiirinden farklıdır. »Ülkü Bağı»ndaki şiirleri ise tesirsizlik-lerin ve saf şiir parçalarının hâkim olduğu bediî tefekkür örnekleriyle dolu. «Râyiha» yi duyurmakta usta bir şâir karşısındayız.
Yetik Ozan'ın kelime dağarcığı çok zengindir; tevriyeyi ve tezadı çok seven şâir, kelime seçiminde fazlaca titizdir. Bu cümle her harfi ile doğrudur ve ilk şiirleri dışındaki şiirleri için geçerlidir. O'nun çok sevdiği sıfatlar, isimler ve fiiller vardır. Yetik Ozan'm örnek vermeye kalksak her şiirinden parçalar almaya mecbur olduğumuz bir yönü de sembolik bir ifâde ile telmih arasında gidip gelen zevkidir. Açık söyleyeyim, atışmaları bir kenara, Yetik Ozan ham zevkle» rin kendilerine uygun şeyler bulacağı bir dükkân değildir. Hâşim'i anlayanın az olması, her okuduğunda başka bir lezzet ve başka bir dünyâ bulunanların çok olmaması Haşim'i değil, terbiye edilmemiş duygu, hayâl ve düşüncenin nisbe-tini gösterir, mânâ aramak yerine bediî bir sezişle hissetmeyi başaramayanlar Yetik Ozan'ı vazıh bulamayacaklardır.
Gelelim yaşadığı devir meselesine... Huzursuzluğun, tedirginliğin, mutsuzluğun kol gezdiği bu cehennemde hep beraber yaşamıyor muyuz? Türk dünyası : Soyumuzun bir kısmı Rus'a, Çin'e tutsak; Bulgar, Yunan içre Türkçe yasak; Türkiye'de ise...
Yalçın kayalarca dişini bile Ki kopsun sabrına dolanan
çile Çek kanlı devleri, yırt hışım
ile Uçurum uçurum kazılı toprak
(Sızılı Toprak)
12 TURAL
MİLLİ HEDEFLER VE ULAŞMA YOLLARI
HÜSEYİN MÜMTAZ
Taş devrinde iki insanın, muhtemelen bir av hayvanı paylaşmak için yaptığı kavga, yılların ve medeniyetin ilerlemesine paralel olarak aileler, kabileler, ordular, milletler, nihayet bloklararası harb hâlini aldı. İlk insanın elindeki taş, balta, kıtalararası balistik füze oldu. Gaye de artık, bir av hayvanının değil, bir yeraltı zenginliğinin, ya da vatanın güvenliği için hayatî ehemmiyeti hâiz bir toprak parçasının ele geçirilmesi, paylaşılması hâline geldi. Ancak her halükârda da asıl gaye; ferdin ya da topluluğun menfaatidir.
Târihin; sınıflar değil, milletlerin mücâdelesini anlattığını kabul ettiğimize göre, burada söz konusu olan da tabiîdir ki, milletin menfaatidir.
Dolayısiyle, kısaca, harbin gayesinin milletin refah veya güvenliğini sağlayan millî hedeflere ulaşmak olduğunu söyleyebiliriz.
Ancak unutulmaması gerekir ki, millî hedeflere her zaman harb hâli ile ula-şılmayacaktır. Elde başka imkân kalmadığı zaman, mevcut politik bütün yolları denedikten sonra millî hedefe yine de ulaşamıyorsak, ancak o zaman politikanın başka yollarla devamı demek olan harb, kaçınılmaz olur.
Hemen burada, tavuk ve yumurta misâli bir mesele ortaya çıkmaktadır. Harbe kim karar vermelidir? Harbin gayesi olan millî hedefleri kim seçmelidir,
veya popüler bir anekdotla; «Harb askerlere teslim edilemeyecek kadar ciddî bir konu» mudur; yoksa «harb politikacılara teslim edilemeyecek kadar ciddi bir konu mudur?
Millî hedefler; iktidar partilerinin, parti veya hükümet programları ile tes-bit ediliyorsa, bu partilere sızması her zaman muhtemel dînî, etnik, sosyal menfaat gruplarının sinsi emelleri, parti programlarında her zaman için yer bulabilir ve işte o zaman harb, o politikacılara teslim edilemeyecek kadar ciddî bir şey olabilir.
Şahsî fikrimizce ortalama yol; «Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri tahsilin hududu ne olursa olsun, en evvel ve herşeyden evvel, Türkiye'nin istiklâline, kendi benliğine ve anânat ' ı milliyesine düşman olan bütün anâsırla mücâdele etmek lüzumu öğretilmelidir (*) düşüncesine göre yetişmiş bürokrat bir kadro'nun millî hedefleri ve ulaşılacak yoları seçmesi lüzumudur. Yalnız bu bürokrat kadro ve partilerimiz öyle bir zihniyette olmalıdır ki; hiçbir parti, iktidar olur olmaz, kendinden önceki iktidarın devlet memurlarını, hademe ve şoförlerine kadar temizleyemesin veya temizlemesin. İşte ancak o zaman her partiye sızan dînî, etnik veya sosyal menfaat gruplarının temsilcileri, baş-
(*) ATATÜRK, 1922.
Azerbaycan Şiirinden Örnekler i
YERİNİ VEREBILMEZ
Men elleri kabarlı bağbanam vatanımda, Bağçamın güllerini yâd eller derebilmez. Gezişir candan aziz sevgilim gülşenimde Aşkımın celâlini kör gözler görebilmez.
Üreyimin gözüdür bu dünyaya pencere, Kalbime hakkolunur gördüğüm her manzara. Dünyanın mahmları ohunsa milyon kere Bir ana laylasının yerini verebilmez.
Gülsen : Hakkolunur : Mahnı : Layla '• Yerini verebilmez:
Gül bahçesi Kazılır Mâni (şiir türü) Ninni Yerini tutamaz SÜLEYMAN RÜSTEM
ka bir devlet sempatizanları; bakan bile olsalar, devlet çarkının dişlilerini kendi emelleri istikametine yöneltemezler. Devlet vardır ve vatandaş gece rahat uyuyabilir; işine, okuluna rahat gidebilir; vatandaşın yüzü gülebilir.
özetlediğimiz şekilde, millî hedeflerin ideale yakın seçildiğini, bu hedeflere ulaşmak için bütün yolların idealist bürokrat kadro tarafından titizlikle denendiğini tasavvur edelim. Mevcut bütün imkânları, kullanılmış, denenecek tek yol olarak «harb» kalmıştır.
Burada karşımıza; harbi milletin hangi unsurlarının yapacağı meselesi çıkıyor. İlk çağlardan bu yana, yapılan bütün incelemelerin ortaya çıkardığı 4 ana unsur şunlardır :
1. Kültürel güç 2. Ekonomik güç" 3. Politik 4. Askerî »
Mesleyi tersten ele alalım. Bir devlet; millî hedeflerine ulaşmak için bu dört gücü nasıl birer işgal gücü olarak kullanır? Bu güçler ne zaman birer işgal gücü hâline dönüşür?
1. KÜLTÜREL İŞGAL GÜCÜ: Üç, dört yaşında sokağa oynamaya
çıkan çocuklar, hemen beline iki tabanca uydurup «Cowboy»culuk oynayacak kadar Amerikan sığır çobanlarının hayâtına özeniyorsa; veya lise, üniversite çağına gelen gençler, birbirlerinin bayram ve yılbaşılarmı Stalin, Mao, Lenin, Che, Enver Hoca veya birtakım satılmış şâir ve film artist1 erinin (Film basma 500.000 TL. alıp sinema emekçisi olan artistlerin!) kartpostallarını, posterlerini teati ederek kutluyorlarsa; devlet adamları «Sovyetler artık bizim için tehlike değildir» deyip, arkadan «Yunanlı kardeş»ine şiirler yazabiliyorsa; DÂVA kaybedilmiş
%*1\% ü-m A -T
değilse bile, mesele vahimdir. Vatan kesif bir kültürel bombardıman altındadır. Yetişen nesil kendi kültürüne yabancılaşmış, dışardan aldığı kültürü de hazmede-memiş, ne olduğu, hangi taraftan olduğu beli olmayan beyni uyuşmuş bir dinazor (beyni, cüssesine oranla çok küçük bir ilk çağ yaratığı) halindedir.
2. EKONOMİK GÜÇ : Memleket; kendi ekonomisini kendi
vatandaşlarının isteğine göre değil, yabancıların tekliflerine göre düzenliyorsa, hayatî sanayi tesislerini dış devletlere bir takım menfaatler karşılığı kurdurup işle-tebiliyorsa, ekonomi de işgal altındadır.
3. POLİTİK İŞGAL GÜCÜ: «Memleketin dâhilinde iktidara sahip
olanlar» dînî, etnik veya sosyal bir menfaat grubunun temsilcisi veya bir dış devlet sempatizanı ise; «şahsî menfaatlerini» kültürel, ekonomik, askerî «müstevlilerin siyâsî emeleri ile tevhid» edebiliyorlar ve etmişler ise, devlet de işgal altındadır.
4. ASKERÎ İŞGAL GÜCÜ: 4. «Aziz vatanının bütün kaleleri
zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış, ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş», bulunma hâlidir. Tank, top, tüfek ve bizatihi yabancı üniforma ile tezahür eden şekildir.
Konu dışı olduğu için kısaca dokunduğumuz bu dört güçten sonuncusunun yâni askerî gücün kullanılması bir harb i\ ânını, silâhlı çatışmayı, yâni bizatihi bir sıcak harbi gerektirir.
SOĞUK HARB * Enteresan olan ve asıl üzerinde dur
mak istediğimiz ise diğer üç işgal hâlidir. Verilen misâllerden kolayca görülebildiği gibi ilk üç güç, yâni Kültürel, Ekonomik ve politik güç; diğer bir devlete harb îlân etmeden de birer işgal gücü hâlinde kullanılabilir ve diğer bir devletin hududunu geçebilir. Kilit nokta, harb îlân etmeden,
yâni silâhlı çatışma, yâni sıcak harp olmadan bir işgalin gerçekleştirilebilme keyfiyetidir. O halde; nasıl askerî gücün kulanılması hâline «sıcak harb» diyorsak; ekonomik, politik ve kültürel güçlerin kullanılmasına da kolayca «soğuk harb» diyebiliriz.
İşte; II. nci Dünyâ Harbinden bu yana bütün dünya sathında devam eden harbin tarifi budur.
Otuz kusur senedir, IU'ncü Dünya harbi «Soğuk Harb» alanında devam etmektedir.
Psikolojik harb, devletlerin kendi sınırları içindeki ayaklanmalara karşı koymaları, devletlerin işgale uğrayan vatan toprakları içinde veya diğer bir devlet sınırı içinde uyguladıkları ve adına çete harbi, gerillâ harbi, ajan harekâtı dedikleri bütün olaylar bu «soğuk harb» teriminin anlamı içindedir.
Soğuk harbin tercih sebepleri ve uygulanma şekilleri her ülkede değişiklikler arzetmekle beraber, ortak yönleri ele alacak olursak şu asgarî müştereklerde birleşebiliriz.
Tercih Sebebleri : a. H'nci Dünyâ Harbinden beri, ça
ğın gelişen teknolojisine paralel olarak, kitle haberleşme vâsıtaları da (Radyo-TV-basm, sinema, tiyatro) gelişmiştir. Böylece, meselâ Vietnam'da meydana gelen bir olay aynı gün bir Kanadalıyı etkilemekte ve bu olay meselâ silâhlı bir çatışma ise, zor kullanma ise, beyinleri kardeşlik ve hümanistlik masalları ile yıkanmış yığınların tepkisini çekebilmektedir. O halde askerî gücün kullanılması dünya kamu oyunda ters tepki yaratmakta; kullanan tarafı dünyâ, «insanlık düşmanı» olarak tanımaktadır.
b. Silâhlı gücü kullanmanın maliyeti yine teknolojinin gelişmesine paralel olarak artmıştır. Napolyon zamanında bir insanın öldürülmesi için 4.400 TL. kâfi iken-, bu meblağ, Vietnam savaşında 4.400.000 TL.'na kadar yükseltilmiştir. 1967 Arap-
İsrail harbinde iki tarafın bir saatteki masrafı 20 milyon dolardır. Buna hiçbir devletin ekonomik gücü uzun süre dayanamaz.
DevletİPr; İkinci Dünyâ harbinden sonra öncelikle bu iki sebebten ötürü silâhlı kuvvetlerini kullanmama yollarını aradılar. Fakat millî hedefler ve millî hedeflere ulaşılması mecburiyeti yine vardı. Onun için ikinci genel harb sonrası; Devletlerin, silâhlı güc dışındaki diğer üç gücün, diğer bir deyişle soğuk harbin, üç ana unsurunun nasıl daha iyi kullanılabileceğinin araştırılması uygulaması ile do-ludur- . & <*M(
Soğuk harb; (1) Ucuz olduğu için (2) Silâhlı güc kulanılıyor görüntü
sü vererek tepki yaratmadığı için (3) Ve belki de en mühimi, inkârı
kolay olduğu için bütün dünyâda gittikçe çok daha fazla rağbet görmektedir.
Üçüncü maddeyi biraz daha fazla açmakta fayda görüyorum.
Dünyânın her köşesinde hergün birtakım adam kaçırmalar, öldürmeler, sabotajlar, devlet kurup yıkmalar vuku bulmaktadır. Çoğu zaman olayların fâileri belli bile değildir. Mevziî ayaklanmalar olmakta, şehirler yakılıp yıkılmakta, aynı yerde birkaç saat içinde yüzlerce insan öldürülmekte ve sonuçta tek fail bile ya-kalanamamaktadır. Perde arkasmdaki sorumlular, dış güçler bellidir; fakat elde delil olmadığı için kimseyi suçlayamazsınız. Bir kişiyi yakalasamz bile, o da sizinle aynı devletin vatandaşıdır. Başka bir devletin, maşası olduğunu bilirsiniz, suçlayamazsınız.
Bilhassa komünist blok; stratejisi icâbı, hedef olarak seçtiği ülkede yasalara göre kurduğu legal ya da illegal komünist parti ve onun yan örgüt, dernek, sendikaları ile ekonomik, politik sosyal, buhranlar yaratarak ülkeyi «devrimci buhran» patlama noktasına getirmek için her tür ayaklanmaları, seçerek eğittiği o ülke vatandaşlarına yaptırarak kendisi perde ar
kasında kalabildiği için tercih etmektedir.
Komünist ayaklanan (âsî, eşkiyâ, hâin ve hat tâ dış bir devletle işbirliği yaptığı için İŞBİRLİKÇİ) önce kendisinin gerillâ olduğu imajını yaratarak meşrulaşmak amacındadır. Oysa gerillâ kutsî bir kavramdır. Millî olma vasfı vardır. O işgale uğrayan vatanın istiklâli için silâhı ele, kelleyi koltuğa alıp dağa çıkan ittihat terakki komitacısıdır, Kurtuluş Savaşı çe-tecisidir, Kıbrıs Türk mücâhididir, herşey-den önce bir vatanseverdir.
Onun için, hiçbir devlet veya vatandaş, kendi kanunî otorite olma vasfını yıkmak, parçalamak amacıyla dış bir devletle işbirliği yapan bir âsîye, ayaklanana gerillâ demez, diyemez. Dolayisiyle devletin de bu ayaklanmaya karşı yaptığı iş, ayaklananlara karşı koymadır, gerillâya karşı koyma değildir.
Şimdiye kadar incelediğimiz soğuk harbin konusunu teşkil eden bu üç ana gücün millî hedefe yönelirken hangi unsurları ve yolları kullandığını görelim.
Yazımızın başında; bu unsur lar ı : 1. Psikolojik harp, 2. Devletlerin kendi sınırları içindeki
ayaklanmalara karşı koymaları, 3. Devletlerin işgale uğrayan vatan
topraklarında veya başka bir devlet sınırı içinde yaptıkları çete
harbi, gerillâ harbi, ajan harekâtı, olarak üç bölüme ayırmıştık.
1. Psikolojik Harb: Psikolojik harb; soğuk harbin en yay
gın, en ucuz, en kolay ve fakat en mühim unsurudur. Fonudur. Bütün soğuk harb olayları, psikolojik harb fonu üzerinde cereyan eder. Amacı; ya 2'nci maddedeki bir ayaklanmayı, veya 3'ncü maddedeki
bir ayaklanmayı, veya 3'ncü maddedeki bir çete harbini veya her ikisini birden desteklemektir. Sırf psikolojik harb yapıyor olmak için, yapılmaz. Dünyâ, kitle haberleşme araçlarındaki akıl almaz teknolojik gelişmeye paralel olarak, gittikçe daha fazla psikolojik harbi kullanmaya başlamaktadır.
»irfTtu/rnPA T
Konuya verilen ehemmiyeti belirtmek bakımından aşağı yukarı aynı târihlerde; 5 Nisan 1920'de Atatürk'ün «Düşman, bir memleketi önce ordusu ile değil, propaganda ile işgal eder; süngü onun arkasından gelir» ve 1921'de Lenin'in «Bir milletin arzularını diğer bir millete kabul ettirmesi, zamanla tamamen psikolojik harb vâsıtası ile gerçekleştirilecek ve savaş meydanlarında silâh kulanılma-sma lüzum kalmıyacaktır. Silâh kullanma yerine insan beyninin dejenere edilmesi, zekâsının söndürülmesi ve bir milletin moral ve rûh bakımından parçalanmasını sağlama yoluna gidilecektir» dediklerini belirtmek, ibret vericidir.
2. Devletlerin kendi sınırları içindeki ayaklanmalara karşı koymaları :
Konu; biraz yukarda gerillâ-ayaklanan bahsinde incelendiğinden ayrıca tekrar edilmeyecektir.
3. Devletlerin işgale uğrayan vatan topraklarında veya başka bir devJet sınırı içinde yaptıkları çete harbi :
Hemen, konu ile ilgili olarak «Çete harbi» terimini tercih ettiğimizi belirtmeliyiz.
Dünyâ literatüründe adı gerillâ harbi olmasına rağmen, hem bir takım kavram karışıklıklarına yer vermemek, hem târihimize ve bünyemize uymak bakımından bu terimi kullanmakta fayda mülâhaza ediyoruz.
Çete harbi, ister vatanın yabancı güçlere işgal edilen parçasında olsun ister millî hedefler gereği diğer bir devlet sınırları içinde yeraltı zenginliği veya ülke güvenliği sağlayan bir toprak parçasının ele geçirilmesini yahut da o devlet vatandaşı ama etnik yönden bize bağlı soydaşların can ve mal güvenliğini sağlamak bakımından yapılmış olsun, iki şekilde tezahür eder :
a. Şehirlerde, b. Arazide.
Arazide olan; anladığımız klâsik mânâda çete harbidir. Şehirlerde olan ise, komünistlerin «Kent gerillâsı» dedikleri kavramdır. Komünist terminolojide ayaklanmaların şehirlerde mi, arazide mi başlatılması gerektiği, 1960 yılarında Lâtin Amerika ülkelerinde Castro-Che ve Regis Debray tarafından oldukça tartışılmıştır. Bir sonuca ulaşılamamıştır ve bu konuda kesin bir kaide konulamıyacağı da tabiîdir. Gelişme her ülkede, ülkenin topoğ-rafik yapısına, ülke halkının sosyo-iedo-lojik oluşumuna, ekonomik yapısına ve sosyo-politik tercihine bağlı çizgiler gösterir. Kurtuluş Savaşında; dağlık bölgelerde, çetelerin; İstanbul'da ise Anadolu'ya silâh ve malzeme kaçıran grupların mevcudiyeti gibi.
Doğuş ve gelişme sebebi ne olursa olsun, Soğuk Harbin üçbaşlı amacı vardır. Soğuk harb; DÜŞMANIN otoritesini bozmayı, parçalayıp yıkmayı ve onun yerine bölgeye hâkim olmayı amaçladığı gibi; KENDİ HALKINI da dâva etrafında birlik ve berberlik içinde bulundurmayı, gittikçe daha çok yığınların dâva etrafında birleşmelerini sağlar; nihayet DÜNYÂ KAMU OYU'nda dâva lehine bir sempati kuşağı yaratarak manevî ve bilhassa maddî destek bulmayı hedef alır. Bu üç hedeften biri diğerine feda edilemez. Üçü aynı anda ve mümkünse tek bir merkezden yönetilmelidir.
Şimdiye kadar çağın harbini anlatmaya çalıştık. İkinci genel harbin bitmesi ile ayakta kalan iki süper gücün Potsdam ve Yalta'da paylaştığı dünyâmızın en kritik yerinde bulunan TÜRKİYE de kendini dünyâ gerçeklerinden ayıramıyacağı için tabiatı ile bu harbin içindedir.
Kaldı ki, birçoklarının zannmın aksine, Kür-Şad'larm Çin Sarayını basmasından, Makedonya'dan Trablusgarb'a, Kurtuluş Savaşı'na, nihayet Kıbrıs meselesine kadar birçok meselesini bu yolla çözmüş bulunan Türkiye, bu konuda târihî pratiğini, başkalarına ders verecek şekilde yapmıştır.
Dost ve bilhassa düşmanlarının dikkatine...
KİRİM TÜRKLERİNE YENİDEN
1978 yılının Kasım ayında da Sovyetler Birliği'nde yaşayan Kırım Türklerine yapılan haksızlıklar durmamıştır. Bu cesur ve mücadeleci Türk boyunun çilesi devam etmektedir. 15 Kasımda UPİ adlı Amerikan ve REUTER adlı İngiliz haber ajanslarının, Moskova'daki rejim aleyhtarlarına dayanarak, verdikleri habere göre, Kırım Türklerinin lideri Mustafa Cemil Kırım Türklerinin Kırım'a dönmelerini engelleyen gizli bir fermanı protesto ederek SSCB Yüksek Mahkemesine bir dilekçe yollamıştır. Mustafa Cemil, bu dilekçesinde adı geçen gizli fermanın Sovyet anayasasına aykırı olduğunu bildirmektedir. Bilindiği üzere Kırım Türklerinin lideri Mustafa Cemil, Sovyet rejimini kötüleme suçundan mahkûm edilerek yıllar boyu çeşitli çalışma kamplarında ve hapishanelerinde yaşamış, 1977'de cezasını tamamlayarak hapisten çıkmıştı. Yukarıda belirtilen gizli fermanda, ancak Kırım'ın resmî idarecileri tarafından oturma müsaadesi alan Kırımlılara geri dönme imkânı sağlamalı denilmektedir. Özbek SSC'in bu gizli kararını Mustafa Cemil yerli polis makamlarından öğrenmiştir. Kırım Türkleri aleyhine başlatılan bu yeni hareketin dışında, Özbekistan'ın yüksek okullarında okuyan Kırımlı talebelere «Tatarların İkinci Dünya Savaşındaki hainlikleri» adlı bir kompozisyon konusunun verilmesi de ibret vericidir. Çünkü yeni Sovyet anayasasının 36. maddesinde şöyle denilmektedir: «Vatandaşların ırklarına veya milletlerine bakarak, doğrudan-doğruya veya dolaylı olarak hu
kukları kısıtlanamaz, ayrıca bir ırka veya millete üstünlük vermeye, düşmanca davranmaya veya küçültmeye ne şekilde olursa-olsun teşvik etmek kanunlarla yasaklanmıştır.» Tabii ki yukardaki iki olay da bu maddeyi tam manasıyla ihlâl etmektedir.
Bilindiği üzere 19 Mayıs 1944'te Stalin, Kırım Türklerini Almanlarla işbirliği yaptıkları bahanesi ile toptan Orta Asya ve Sibirya'ya sürdü. Sürgün esnasında ve 18 ay süren yerleşme devresinde Kırım Türklerinden 100.000'den fazlası öldü^ Ancak 5 Eylül 1967'de SSCB Yüksek Sovyet! Prezidiumu, Kırım Türklerinin haksızlığa uğradığını ve haklarının iade edildiğini bildiren bir ferman ilân etti. Fakat onların Kırım'a geri dönmeleri çeşitli bahanelerle engellendi. Buna rağmen Kırım Türkleri, vatanları Kırım'a dönmeye4 başladılar. Bunların büyük kısmı zorla geldikleri yerlere geri yollandılar. Satın^ aldıkları evler buldozerlerle yıkıldı. Bugünkü günde ancak 1.600 Kırım ailesi Kırım'da yaşama müsaadesi alabilmiş durumdadır. 700 kadar aile izinsiz buralarda yaşamaktadır. Bu haksızlıkları Kırım Türkleri her fırsatta protesto etmektedirler. Londra'da çıkan İngiliz gazetesi «Daily Telegraph»m muhabiri Richard Bees-tcn'un verdiği bilgiye göre (16 Kasım 1978) Kırım'ın Byelogors kasabasında 200 kadar Kırım Tatarının protesto yürüyüşü polis tarafından dağıtılmış olup, polis müdürü Kırımlılar? oturma iznini iptal etmekle tehdit etmiştir. Özbek hükümetinin Kırım Türklerine Kırım'a göç etme izni-
• HAKSIZLIK YAPILIYOR
nin verilmemesi ile ilgili gizli bildirisi, son aylarda 3.000 kadar Kırımlının vatanlarına izinsiz olarak dönmeleri sebep olduğu tahmin edilmektedir. 23 Haziran 1978'de Akmescit (Simferopel) şehri yakınında Donskoye köyünde Kırım Türk'ü Musa Mahmud, kendine yapılan zulümü protesto etmek amacı ile kendisini yakarak intihar etmişti. 46 yaşındaki Musa Mahmud, karısı ve üç çocuğu ile birlikte 1975 yılından beri Kırım'da oturma izni almağa uğramışsa da başaramamış, milis askerleri onu defalarca tevkif etmişler, eziyet çektirmişlerdi. Musa Mahmud'un ölümü Kırım Türkleri arasında kendilerine yapılan haksızlığı tekrar dile getirmek için vesile olmuş ve Musa Mahmud'un cenazesine katılan 800 kadar Kırımlı, Kırım'da yerleşmek istediklerini belirten plakartlar taşımışlardı. Bundan sonra ise Özbekistan'da yaşayan Kırımlılardan 5.000 kişi, SB Komünist partisine 21 Ağus-tos'ta bir dilekçe yollayarak bu durumu protesto etmişlerdir. Brejnev'e yollanan ikinci bir dilekçede de, Sovyet anayasasına dayanarak «milli eşitliğin» sağlanmasını istemişlerdir. 1967'de ilân edilen fermanın ikinci maddesinde de ittifak cumhuriyetlerinin bakanlar kurullarına kendi cumhuriyetlerinde yaşayan Kırım Türklerinin millî menfaatlerini korumaları ve bilhassa millî kültürlerini yaşatma hakkını temin etmeleri emredilmişti. Buna rağmen Kırım Türklerini tatmin edici tedbirler alınmamıştır. Meselâ, Kırımlıların büyük sayıda yaşadıkları Özbek cumhuriyetinde ancak «Lenin Bayrağı» adlı bir ga-
NADİR DEVLET
zete çıkarılmaktadır. Bunun dışında Kırım Türklerinin herhangi bir yayın organları yoktur. Kırım şivesinde yapılan radyo yayının kapasitesi çok az olup, yapımcılar kadrosu da on kişiye bile var-mamaktadır. «Kaytarma» adlı folklor gurubundan başka millî bir oyun gurubu yoktur. Okullarda Kırım şivesinde öğretim yapılmamaktadır. Kısacası Kırım Türklerini yaşadıkları cumhuriyetler de tatmin etmekten uzaktır. Dolayısıyla onlar kendi vatanlarına geri dönmeyi haklı olarak talep etmektedirler.
işte bu mücâdelenin son zinciri ise son günlerde meydana geldi. REUTER haber ajansının 24 Kasım 1978'de bildirdiğine göre 32 yaşındaki İzzet Memedali adlı Kırım Türkü, kendini asarak intihar etmiştir. İzinsiz olarak Kırım'a yerleşmiş olan İzzet Memedali resmî makamlar tarafından tevkif edilmekle tehdit edilince, sovyet hapishanelerinde veya çalışma kamplarında ızdırap çekmektense ölmek daha iyi diyerek intihar etmiştir.
JKırım Türklerinin bu ızdırap dolu cesur mücâdelelerine hayranlık duymamak elde değildir. Bu kahraman Türk boyunun acısı asırlardır dinmemiştir. Şimdi de onlar her insanın en tabiî hakkı olan kendi vatanında yaşama hakkını istemektedirler. Sovyetler Birliği'ndeki Kırım Türklerine yapılan haksızlık hangi insanî kurallara uymaktadır, veya hangi kanun insanlara ızdırap çektirme hakkını vermektedir?
Y Ü C E Ç A Ğ R I
Güvercinler uçuşur, şadırvanlar şarıldar, Bir cami avlusunda başka bir âlem parlar, Cami içinde doğar her ezanla bir bahar, Çarpar yakut kanatlarını renk renk hülyâlı kuşlar, Minarelerden ezan çağlayanları ruhlara dolar, Allâhu Ekber sedası bütün kâinatı kaplar.
En büyük çağrı, en büyük anlam İnsan bununla anlar, bununla olur tamam, Ruhlar sanki güllerle donatılmış, damarlar yaseminle yıkanmış: Hû Allah Yâ Allah Bir Allah, Selâm yâ Resûlullâh: Şükür! Yâ Resûlullah, Allâhu Ekberle değerlenir hertaraf.
Kubbeler aydınlanır, bu nurla beş vakit akar, Kubbeler zümrüt olur yankılandıkça Ezan, Dualar bulut bulut ufuklara taşar, Kıyamdan rükûa ve sonra secdeye alınlar, Dualar arş-ı âlâyı aşar. Bilgiye, inanca yönelerek bu güçle çalışmak, Bu güçle coşmak, bu güçle uzayı dolaşmak!..
İslama inançla, ilme sarılıp yılmadan uğraşmak, Ancak bununla yükselir alınlar ap ak: Lâ İlahe İllallah, La İlahe İllallah, Nura kavuştu artık bu kara toprak, Bu hızla bilginin ufuklarına kavuşmak!..
Sensin en Yüce, sensin en büyük, yâ Allah Kâinatı yaratan, yöneten bir Tek Allah, Öncüsü odur halkın, Yâ Allah: Nûr saçan Muhammed Resûlullâh... Ahmedi, Muhammedi, Mahmudu, Mustafa, Emin'dir bu yolda çıkarsız tutuşan eller bin defa... Selâm Sana, Selâm Sana gönüller bin defa: Hû Allah Yâ Allah Bir Allah, Hû Allah yâ Allah Bir Allah!..
HİKMET TANYU
TÜRK TÖRESİ ÜZERİNDE YENİ BİR ARAŞTIRMA
Prof. Dr. Hikmet TANYU
Toplumların kendi yapısına ve oluşuna göre, kendilerine özgü töreleri vardır. Toplumlar, kavimler arasında türlü sebep ve etkilerle benzer, yakın veya ayrı töreler olabilir. Moğol töresi gibi. Biz burada Türk Töresi üzerinde duracağız.
1 — Sözlüklerde, bâzı târihlere, hatırata göre töre: Tanıklarıyle Tarama Sözlüğü Ciltlerinde Türe (Töre) üzerinde geniş bilgi
sunulmaktadır: Bu sözlükden ilgili bilgileri nakledeceğiz 13. yüzyıldan günümüze kadar derlenmiş kitaplardan çıkarılmış bilgiler ciltlere göre şöyledir: I. Cilt'de, Türe (Töre): Âdet, kaide, örf, görenek, kanun, Usûl:
İl ilden ayruksı olmaz, türesi ayruk olur. (Atalar Sözü XV.) Ne ise türelerden resm ü âyin. Göreler elçi yerağm kolayın (Şehname Tercümesi XVI.) Seni sevdim deyü nahak yere kanım dökesin Bu mudur sizde türe, böyle midir kanunun (Muhibbi Divan-ı, Kanunî Sultan
Süleyman'ın manzumelerinde (kullandığı mahlâs-XVI.) Kadimden türedir kardaşa kıymak. Atayı anayı gussalı koymak (Âşıkpaşazâde Tarihi XVI.) Pir sultanın katı yüksek uçarsın. Selâmsız, sabahsız gelir geçersin Aşk u muhabbetten niçin kaçarsın Böyle midir ilinizin türesi (Pir Sultan Abdal, XVII-XVIII) Bu sohbetin hele ahbaba hoş gelir türesi. Döğe döğe alınır buse fasl-ı helvada (Sabit Dîvânı XVII-XVIII.) El-Âde (Ar.) De'b manasınadır ki türe tâbir olunur (Kamus Tercümesi 14-
15 yüzyıl bilgini Firuzabâdi'nin Arapça kamusunun tercümesi, XVIII-XIX.1
III Cilt'te Türe (Töre) Âdet, usûl, kaaide, Örf, görenek, kanun: Âyin (Fa.): Âdet ki türe derler (Miftah, ül Lûga, XV. 46) Bugün Kâmi ittim sizin dîninizi ki İslamadır ve Mekkeyi fethetmektir ve
TANYU 21
müşriklerin törelerin bozmaktır. (Cevâhir-ül-Esdaf (Kur'ân Tefsiri) XV. 13).
Nite ki padişahın halîfesi bir nice zaman padişah huzurunda saltanat türesini ve memleket âdetini öğrenir (İrşad ül-Mürid XV. 53)
Âyin, lisân-ı Fârisîde şol nesnenin ismidir ki Arap dilinde ona kanun derler, resm derler, Türk dilinde Türe derler. Âyin, gâh olur emr-i lâzımdan tâbir ederler, türede ve âdette mânâ-yi lüzum olduğundan ötürü. (Dekayık-ül-Hakayık XVI.118-I).
Odlu ah itsem kığılcımlu nola gözün görüp. Türedir çün atılur bayram günü yindek fişek
(Divan-ı Türkî-i Basit-Edirneli Nazmi Mehmet, XVI. 126) Reviş (Fa.) : Resm ve tarik ve türe ve âdet mânâsına.
(Et-Tuhfet-üs-seniyye-Farscadan Türkçeye Lügat kitabı, XVI.167-2). Türe (Fa.) Resm ve âyin. Türkîde de müsta'meldir.
(Et-Tuhfet-üs-seniyye, XVI.) Âyin (Fa.) : Şol nesnenin ismidir ki Arap dilinde ona kanun derler Türkî
dilde Türe derler. (Et Tuhfet-üs-seniyye, XVI.) Sem (Ar.) : Ağudur resm (Ar.) : Türe, dahi yumuşak yel : nesim (Ar.) (Cevâ-
hir-ül-Kelîmât, Arapçadan Türkçeye Sözlük, XVIL91)2
Türe: Âdet, usûl, kaide, örf, görenek, kanun. Kaide (Ar.): Temel ve üslûb, ve türe (töre) ve âdet.
(Babus-ül-Vâsıt, XVI. Yüzyıl, I, 268). Dicme (Ar.): Âdet ve türe. (Bab. XVI., 2, 185). Reviş (Fa.): Resm ve tarikat ve ism-i mastardır, gidiş ve yürüyüş ve âdet
ve türe. (Ni'meti. XVI. 338). Âyin (Fa.): Tertip ve türe, yâni resm ve âdet. (Ni'meti. XVI. 78)3
İbn-i Kemal «Dekayik-ül-hakayik» adlı eserinde «Âyin» kelimesi için izahat verirken âyinin «Türe» mânâsına geldiğini de söylüyor. Müellifin ifâderi şöyledir: Âyin, Farsça'dır. Şol nesnenin ismidir ki Arap dilinde ona kanun derler, resim derler. Türk dilinde Türe derler ve âdetle lüzum olduğundan ötürüdür4 .
Osmanlı kaynakları da töreden bahsetmektedir. Âşıkpaşazâde: «Türedir hânum! Ezelden kalmışdır"5.
Babur «Vekayi» sinde «Yasa» ile «töre» aynı anlamda kullanılmakta olup hem «Cengiz Yasası» hem «Cengiz Töresi» denilmektedir6.
«Sancak, kaftan ve davul gelince Osman Bey ayağa kalktı. Padişahlık tü-resince davul çaldılar. Kutlu olsun dediler. O zaman oturdu. O çağdanberi Os-
(1) XIII. Asırdan Günümüze Kadar Kitaplardan Toplanmış-Tanıklariyle Tarama Sözlüğü, T.D.K. İst. 1943, C.I. Sf. 705 Türe, (Töre) Maddesi.
(2) Y.K.T.D.K. Ankara 1954, C. III. Sf. 692, 693. Tanıklarıyle Tarama Sözlüğü 3. Cilt: (3) Y.K.T.D.K. Tanıklariyle Tarama Sözlüğü, T.D.K. Ankara 1957, C. IV. Sf. 769. (4) M. Zeki Pakalm, Osmanlı Târih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İst. 1951,
(Töre) maddesi. Doç. Dr. Mehmet Eröz, Töre, Töre Dergisi, Haziran 1972, Sa. 13. Sf. 7.
(5) Âşıkpaşaoğlu, Tevârih-i Âl-i Osman, Atsız Neşri, İst. 1949, Sf. 104. Doç. Dr. Mehmet Eröz, Y.K. Sf. 7.
(6) Doç. Dr. Mehmet Eröz, Y.K. Sf. 7: Gazi Zahirüddin Muhammed Babur, Vekayi, Babur'un Hatıratı, Ankara 1946, II, 657 Çeviren, Prof. R. Rahmeti Notu).
22 TANYÜ
man'm türesidir: ne zaman seferde davul çalmsa Osmanoğulları ayakta dururlar."7.
Nâima târihinde, Şâni-zâde tarihinde, töre ve ayine v.b. uymaktan bahsedilmektedir8.
Yakın sözlükler incelenecek olursa töre hakkında bilgi sundukları görülür. Bunlardan daha geniş şekilde açıklamalar yapan, Türk Lügatinden (Töre) hakkındaki bilgiyi sunacağız:
«Töre, Tora: Usûl, kaide, kanun, nizam, âdet, yasa, (yasak), tedip, mücâzat, adalet, (tüzük) ile ilgili demekte ve Tercüme-i Burhan-ı Katı'dan nakilde bulunmaktadır: «Kaide ve kanun ve âdet mânâsına gelir; Türkî de töre tâbir olunur"9.
Bu geniş sözlükte Töre kelimesinden, Türetmek: Kanun ve nizam koymakla bağlantısı olduğunu ve türemek üremekten açıklanmakta ve Töre ile Tora (Tevrat) arasında bir ilgiden de bahsedilmektedir.
«Cengiz Han» m adına bağlı göçebe örfî hukuka «İbranî» kelimesinin tesiriyle Tora (Tevrat) şekline çevrilmiş olan eski Türkçe «Törü» denilişini belirten Barthold, «Hattâ Timur ve Çağatay'ları Cengiz Han «Tura» sim şeriattan üstün tutmakla itham ediyorlardı.» denmektedir10.
Bu hususla ötedenberi bazı iddialar ileri sürülmüştür. Fakat kesin bir bağlantı kurulamayarak bir faraziye (varsayım) olmaktan öteye geçememiştir. Bununla beraber bu kelime ile ilgisi olduğu iddia edilen kelimeler üzerinde burada daha etraflıca duracak değiliz.
2 — Töre ve Yasa: Yasa (Yasag) terimi Eski Türkçede kanun anlamına gelen Türkçe bir ke
limedir. Moğol istilâsından sonra bu terim, İslâm târih ve etnografya, edebiyatına, yol ve törü, töre yerine geçmiş ve genel bir yayılma göstermiştir: «Kök Türkler, Hakanlılar ve Selçuklular devrinde, kanun ve nizam ifâde eden törü-türe teriminin yerini tutmuştur12.» diye Abdülkadir İnan, Yasa kelimesinin Kül-
(7) Doç. Dr. Mehmet Eröz, Töre, Y.K. Sf. 10: Şükrullahı Behçetüt tevârih, İst. 1949, Atsız Neşri, Sf. 52.
(8) Hüseyin Kâzım Kadri, Türk Lügati, İst. 1928, C. 2. Sf. 182. (9) Hüseyin Kâzım Kadri, Türk Lügati, (Türk Dillerinin İştikakı ve Edebî Lü
gatleri), İst. 1928. C. 2. Sf. 182, 183. (10) Wilhelm Barthold, Orta Asya Türk Târihi hakkında Dersler, çev. Dr. Kâ
zım Yaşar Kopraman, Dr. Afşar İsmail Aka, Ankara, 1975, sh. 295. (11) Prof. Avram Galanti, Küçük Türk Tetebbular, İst. 1925, C. I. Sf. 12.13,
Avesta'da Tora, kelimesinin geçtiği ve bundan başka Tora ile Turan kelimeleri arasında ilgi bulunduğu, Eski Türkçe de Tur kelimesinin, (mevkii âli), anlamına geldiğini iddia etmekte ve «Fikrime göre», «Tuğra» kelimesi ile «Tora» ile birde Kanun mânâsında kullandığımız ve «Türe» «telâffuz ettiğimiz kelime dahi, «Tur» dan başka bir şey değildir.» demekte, Türk kelimesiyle Turan kelimesi arasında ilişki kurmaya çalışmaktadır. Sf. 9 v.b. Avram Galanti, Türkler ve Yahudiler, T. 1948.
Samih Rıfat da Birinci Türk Târih kurultayında bazı düşünceler öne sürmüş, Türe, Tora, Töre, tur, Türk arasında benzerlikler olduğu üzerinde durmuş, birçok bakımdan Prof. Avram Galanti'i eleştirmiştir. I.T.T.K., Sf. 4, 52-78, ve 452-480.
(12) Abdülkadir İnan, Yasa, Töre-Türe ve Şeriat, Türk Kültürü Araştırmaları, Ankara 1964, Yıl I, Sa( L, Sf. 10;.
TÖRE 23
tigin yazıtında geçtiğini, kelimenin türkçe olduğunu belirtmektedir. Bu yazıtta aynı zamanda Türkler arasında Tanrı anlayışının yüksek anlamı da dikkati çekmektedir: «Öd Tengri yasar kişi oğlu kop ölügli töremiş.» (-Zamanı Tanrı takdir, tanzim eder, kişi oğlu ölmek üzere yaratılmıştır.) cümlesindeki «yasar» (yapar, tanzim eder) kelimesi de «yasa» kökünden teşkil edilmiş bir kelimedir. Moğol devrinden önce yazılmış eski bir Uygurca metinde «nizam» ve «kanun» anlamına gelen «yasak» kelimesi bulunmaktadır13.»
Abdülkadir İnan, Yasa'nm Çingiz Han'ın îcâdı olmadığını, bunun «eski Türk hakanlıklarında yürürlükte olan ve şifahî olarak nesilden nesile intikal eden törü ve kaidelerden başka birşey olma»dığmı belirtiyor. Yasalar, töreler, kurultaylarda gözden geçiriliyor, bâzan gerekiyorsa katmalar yapılıyor.
3 — Târihçe: Yasadaki, Töredeki kuralların «efsânevî Türk Hakanı Oğuz zamanından
kalmış olduğuna inanıl» dığı üzerinde durulmaktadır. En az 2500 yıldanberi süregelen Türk Töresi gittikçe içtimaî müesseseler hâline gelmiş ve Kök Türklerin ünlü kağanı aracılığıyle Türk milletine törenin yüceliği, köklü oluşu belirtilmişti. Bilge Kağan (Ö. 734) sarsılan ve bozulan millî birliği yeniden kurmak için Çinlilerle savaşmış ve onları ordulariyle yenmişti. Yuluğtekin'nin kalemiyle, Bilge Kagan'm ölümünden bir yıl sonra 735 yılındaki Anıt'ta Türklere seslenirken Töre kelimesini kullanıyor ve ona büyük önem veriyordu: «Ey Türk Oğuz Beyleri, milleti, işitin: Yukarıda Tanrı Basmasa (Mavi gök çök-mezse), aşağıda yer delinmese (yağız toprak), Türk milleti, (senin) ilini, (senin) töreni kim bozar? (Bozabilir?) Ey Türk milleti, titre, kendine dön!14».
Tanrı adının geçtiği, yaratan, ilâhî gücün, herşeye kaadir olduğunun anlatıldığı, uçmak, cennet ve ölüm ötesi âlemin belirtildiği bu yazıtlarda, Türk ülküsü - Millî ülkü tanıtıldığı gibi, Türkün cesareti, mücâdele aşkı ve yılmazlığı yanında, Türk seciyesi (karakteri) ve ahlâkına da değinilmektedir. Konumuzu ilgilendiren Töre, burada millî düzen ve onu kuran örf, âdet, yasalar, gelenekler ve Türk ahlâkı olarak topluca tanıtılmaktadır.
Töre, Türe kelimesinin Eski Türk Yazıtlarında Törü şeklinde geçtiği ve önemli bir mevki aldığını görüyoruz. Yazıtların doğu tarafında bu kelime ilgiyle geçmektedir. Kül Tegin ve Bilge Han yazıtlarında birçok defa Töre kelimesinin bulunması bunun ne derece yaygın ve etkili olduğunun belgesidir:
«İstemi Hakan (tahta) oturmuş; oturarak Türk milletinin ülkesini, türesini yönetivermiş, düzenlemiş15» ve savaşlar, felâketler sonunda «Türk türesi bozulmuş olan milleti, atalarının» türesince, Hâkaanm hepsini derleyip topladığı anlatılıyor.1'6
Gök-Türklerde Törü, Türe kelimesi önemle görüldüğü gibi, Uygurlarda da,
(13) Yukardaki Kaynakta zikredilen: F.W.K. Müller, Zwei Pfalinschriften aus Turfan-fünden, Berlin 1915, S. 6. sahifesinde «Yasak», bu kelimenin îzâhma S. 13. de «Gesetz», (kanun) denilmiştir.
(14) Prof. Hüseyin Namık Orkun, Eski Türk Yazıtları, 4 C. İst. 1936-41. Necip Âsim, (Radloff ve Barthold'dan çevirme), Orhun Âbideleri, 1340. V. Thomsen, Moğolistan'da Eski Türk Kitabeleri, Türkiyat Mec. Sa. 3. öst. I, 1927. Ali Öztürk, Ötüken Türk Kitabeleri, Ötüken Yay. İst. 1973, Sf. 64. Prof. Dr. Muharrem Eğin, Orhun Âbideleri, İst. 1964. (Yeni b. 1973, sf. 24)
(15) Prof. Hüseyin Namık Orkun, Eski Türk Yazıtları, İst. 1936, C. I. Sf. 29. (16) Y.K. Sf. 35.
TANYU
Mani dininin ilerlediği zamanlarda, 9. yüzyılda U-töre adlı Han'ın işbaşına geçtiğini görüyoruz17. Elegeş Yazıtı'nda «ülke türesini terketmeyiz8.» Ak-Yüs Yazıtı'nda19 gene töre'yi buluyoruz.
Böylece teriminin «Kanun, nizam» anlamına Eski Türk Yazıtlarında geçtiğini gördük. Bu terimin «il» kelimesiyle birlikte (il (e) törüsü), «devlet nizamı, kanunu anlamını bildirdiğini Prof. Abdülkadir İnan gerçeğe dayanarak belirtmektedir. Divanü lûgat-it Türk'de ve Kutadgu Bilig'de de törü şeklinde geçtiğini görüyoruz20.
Selçuklular döneminde «Oğuz türesine çok önem verilirdi. Sultan Alâeddin Keykubad'm şölenini tasvir eden Yazıcıoğlu Ali (Tevarih-i al-i Selçuk, III, Hout-sma Yay. S. 204-205»21 töreden bahsediyor:
lendiren Birkaç Terim), Türk Tarih K. Yay. Ankara 1968, Sf. 640. «Hanlar atası Oğuz Han söyledi. Böyle töre, yol ü erkân eyledi. jşbu resmiyle vasiyet kıldı ol. Tâ ola oğlanlarına töre, yol.» mısralarını takiben törenin nasıl olacağı an
latılıyor. Moğol döneminde «yasa» ve «töre» terimlerinin eşanlamlı kelimeler olarak
kullanıldığına ve Çingiz töresi de denildiğine değinen Abdülkadir İnan: «Kutadgu Bilig» de «törü» terimi «Kanun, nizam» anlamını ifade ettiği gibi «adalet» anlamı için de kullanılmış olduğunu biliyoruz, demektedir.
Nitekim «Divanü Lûgat-it - Türk'te de «Kanun» ve «adalet» aynı «törü» kelimesiyle ifâde edilmiştir. Buna tanık için, Kaşgarlı Mahmut şu atalar sözünü getirmiştir: «Küç eşikdin kirşe törü tünlükten çıkar. Zor kapıdan girse törü (er-resm ve-1-insaf) bacadan çıkar23.
«İlhanlılar devletinde «töre» ve «yasa» müteradif (eşanlamlı) kelimeler olarak kullanılmıştır24.»
Ziya Gökalp, kitabında: «Selçuklularla ilk Osmanlılar devrelerinden kalma teamüllere «Oğuz Töresi» derlerdi» diyor25.
Töre'nin yalnız Oğuzların teamüllerinden ibaret olmadığını Orhun Yazıtlarında da görüldüğünü söylemiştik.
Thomsen, «Törüg» kelimesini bir yerde kanun, yasa olarak, diğer bir yerde «Müesseseler» (Kurumlar) olarak kullanıyor26.
(17) Y.K. Sf. 35 ve II. C. İst. 1938. (18) Y.K. III. C. Sf. 181. (19) Y.K. İst. 1938, C. m . Sf. 189. (20) Divanü Lûgat-it - Türk Tercemesi, (Kaşgarlı Mahmud'dan) Çev. Besim
Atalay, T.D.K. Yay. Ankara 1939, C. III, C. II, 1940, C. III, 1941, Ayrıca kitabın Tıpkı basımı, Ankara 1941, Divanü Lûgat-it Türk'ün Dizini (Endeksi), Ankara 1943, Çevirmeye Abdülkadir İnan geniş şekilde yardım etmiştir. Ayrıca «Arap Alfabesine Göre Divanü Lugat-it - Türk Dizini» Dehri Dilcin tarafından hazırlanmıştır. Ankara 1957.
(21) Prof. Abdülkadir İnan, Makaleler ve İncelemeler, (Türk Etnolojisini İlgi-(22) Y.K. Sf. 641. (23) D.L. Türk, II, 16, 7. (24) Abdülkadir İnan, Y.K. Sf. 642. (25) Ziya Gökalp, Türk Töresi, Devlet Matbaası 1339, Akın Yay. 2. Basım 1972,
Sf. 9. (26) Ziya Gökalp, Sf. 10: Thomsen, W., Inscription de L'Orkhon, S. 98.
TÖRE 25
Kaşgarlı Mahmud'un, Divanü Lûgat-it-Türk adlı eserinde bu kelimenin (Toru) şeklinde geçtiğini, ataların örf ve âdeti anlamına geldiğini, hattâ bir bakıma (Millî Kültürle) birlikte kullanıldığının anlaşıldığını27 ileri süren Ziya Gökalp kısa bir tahlile girişiyor: Nasıl o vakitler (il) devlet karşılığı kullanılıyorsa, Töre'de yazılı yasa, kanun veya yazılmamış teâmüler, gelenekler anlamını da kapsamaktadır, demektedir.
Ziya Gökalp: «Hattâ hukukî Töreden başka, dînî ve ahlâkî töreler de vardır. O halde Türk Töresi eski Türklere atalarından kalmıştır, demekte fakat bunun nereden, hangi kökten geldiği ve hangi ahlâkî ilkelere dayandığı üzerinde durmamaktadır.
4 — Töre ve Yol: Göçebe Türk geleneklerini koruyan ve hukuk esaslarının çoğunu belirten,
örfî hukuk, «töre» yahut «yol» kelimeleriyle ifâde edilmiş ve «yol» kelimesi bütün Türklerde «usûl» ve kaide28» anlamını belirtmiştir. «Yazıcı-oğlu «Ali» nin rivayetinde de «yol» aynı anlamda kullanılmıştır:
«Hanlar atası Oğuz Han söyledi Böyle töre ü erkân eyledi İşbu resmiyle vasiyet kıldı ol Ta ola oğullarına göre yol29.» Burada törenin bir tutum ve bir davranışı, bir tâkîbi gereken yol şeklinde
belirtildiğine kısaca değinmiş oluyoruz. 5 — Töre teriminin nereden geldiği, kökeni: Bu kelimenin kökü ve ilgisine dair çeşitli örnekler sunulabilir: «Töre, Törü-Tör, Törö-kelimesi ceddiâlâ (İlk ata) kültü ile bağlı olan töz
kökünden gelirse «babalardan kalma örf, âdet, kanun» mânalarmdaki töre, törü kelimeleri de bu köke bağlı olacaktır.
Töre (Altay'da eski destanlarda) halk, kavim (Radlow III. 1253) Mir ced-diâlâya- töze mensup halk, kimse, kavim» şeklinde olup:
Töremek-Halkolunmak, zuhur etmek (Muhtelif lehçelerde) «Bir Töz-ceddi-âlâdan neşet etmek mânâsıyle» belirtilmektedir. Burada töz, tös'ün esas, menşe, mebde, ongun anlamlarına geldiğini kaydeden Abdülkadir İnan açıklamasına şöyle devam etmektedir: «Töröngey-(Teleut - Bir lehçe) ilk yaratılan insan (Radlow, III. 1253) «Ceddiâlâ töz-tör» ilk yaratılmıştır. Töröl-(Teleut ve şâir lehçelerde) kabile, akraba, menşe (Radlow, III. 1253) «Bir tör, tözden neşet edenler» mânâsıyle30» dir.
Böylece törenin kökeni araştırılırken, «tör» kelimesinin töz kelimesiyle (mebde, başlangıç, menşe, kaynak, asıl, ata, ecdad, ongun) anlamı ile ve aynı zamanda ceddiâlâ (ilk ata, ecdad, ata) kültü (töreni) ile ilişkisi olması ihtimâli ortaya çıkmaktadır. «Eski Türkler, Moğolların Ongon kelimeleri yerine tör veyahut töz kelimesini kullanmıştır. Bu kelimenin en eski mânâsı «ceddiâlâ (mebde, menşe, asıl) olmuştur31.»
(27) Ziya Gökalp, Sf. 10. Kaşgarlı Mahmud, Divanü Lügat-it-Türk, C. 3, Törü Maddesi.
(28) Abdülkadir İnan, Makaleler ve İncelemeler, c Orhun ve Ülüş Meselesi), Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara 1968, Sf. 247.
(29) Y.K. Sf. 247: (Tevârih-i Âl-i Sel. III, 204). (30) Abdülkadir İnan, akaleler ve İncelemeler (Ongon ve Tös Kelimeleri
Hakkında), Ankara 1968, Sf. 272. (31) Y.K. Sf. 273 ve Y.K. Halk Edebiyatında Kadın, Sf. 279.
26 TANYU
6 — Töre ve Töreden Yapılan Diğer kelimeler ve Atasözü: «Törün» kelimesi, «düğün», merasim anlamına gelmektedir. «Teleutlar» ilk yaratılan insan karşılığında, «Töröngey» kelimesi «Ceddiâlâ-
töz, tör» ilk yaratılan insanı belirtmektedir. Teleu t ve başka lehçelerde «Törül» kabile, akraba, menşe anlamına gelmekte olup «Bir tör-töz'den neşet edenler» anlamını belirtiyor32.
Endik kelimesi açıklanırken şu parça sunuluyor: «Endik kişi? - El törü yetilsün-Toklı böri yetilsün-Kadhgu yeme savulsun.»
Yani şaşkın, budala kişi ayılsm, yurda düzen (törü) yayılsın, kurtla toklu güdülsün, kaygı yine savulsun33.»
(Çıkdı) kelimesi açıklanırken bir atasözü örnek olarak veriliyor: «Küç elden (ilden) kimse, Törü tünlükten çıkar. -Zor kapıdan girince görenek bacadan çıkar. (Zulüm evin aralığından girerse, görenek ve insaf pencereden çıkar)34 .
(Kaldı) ya örnek olarak şu sav (atasözünde) da geçiyor: «El (il) kaldı törü kalmaz- Vilâyet kalır, görenek kalmaz», «Vilâyet terke-
dilir, âdet terkedilmez.» «Bu sav, göreneğe uygun çalışması için emrolunan kimseye söylenir35.»
Yukardaki bu atasözünü Divanü Lûgat-it -Türk'ün 3. cildinde gene tekrarlanmış olarak görüyoruz.
(Küç) kelimesi de: «Küç eldin kirşe törü tünglükten çıkar» şeklinde buluyoruz. Aynı açıklamada «görenek-merhamet bacadan çıkar» deniliyor36.
Divan ü Lugat-it Türk'ün 3. cildinde hem (törü) kelimeleri sırayla açıklanıyor: (Töre: Evin önemli yeri ve sediri. «Töre yokladı-Sedire çıktı, sedire oturdu.» Bazen «tör» dahi denir.
(TÖRÜ): «Görenek, âdet. Şu savda dahi gelmiştir. El kalır, törü kalması-Vilâyet bırakılır, görenek bırakılmaz» Bu sav, geçmişlerin göreneklerine uymakla emrolunan kişi için söylenir37.»
(törüdi) Yalnguk törüdi- insan yaratıldı, «törür-törümek38.» Töre kelimesinden türetilmiş kelimelerde, yaratmak, ilk yaratılış gibi keli
meler onun yapısında, Tanrı buyruğuna, yaratımına kadar uzanmış olarak, kökeni çok ötede, yararlı bir inanç ve davranış halinde ortaya çıkıyor.
Törü kelimesi Divanü Lugat-it-Türk'te açık ve kesin şekilde «düzen, nizam, görenek, âdet olarak belirtilmektedir39.»
(Devam edecek)
(32) Abdülkadir İnan, Makaleler ve İncelemeler, Ankara 1968, Sf. 272. Doç. Dr. Mehmet Eröz, Töre, (Töre dergisi), Yıl. 4, Sa. 13, Sf. 6. Haziran 1972.
(33) Divanü Lûgat-it-Türk, Çev. Besim Atalay, T.D.K. Ankara 1939, C. I. Sf. 106. (34) Kaşgarlı Mahmud, Divanü Lûgat-it Türk Tercemesi, Çev. Besim Atalay, T.
D.K.C. 2. Ankara 1940, Sf. 18. (35) Y.K.C. 2. Sf. 25.303. sayfada türütti, yarattı, takdir veya islâh edildi anla
mında geçiyor. (36) Y.K.C. III, Sf. 120. (37) Y.K. Sf. 221. (38) YK. Sf. 262. (39) Divanü Lûgat-it-Türk, T.D.K. Dizini (Endeks), B. Atalay, Sf. 647. Kaynak
şahıs adları yanında: I, 106-9; II, 18-1, 25-8; III, 120-23, 221-7, 221-8.
TftRF 27
* Milli kültürümüze hizmet eden eserleri dağıtan Öncü kuruluştur. * ANDA yurdun her yerindeki kitapçıya ve okuyucuya hizmeti götüren yegâne müessesedir
MERKEZ
Ankara Cad. Nu : 46 Basın i ş Hanı Sirkeci - ÎSTANBUı
Tel : 27 65 11 PK. 1065 — İSTANBUL
Posta Çeki : 87513 BÜROLAR İÇ ANADOLU BÜROSU : Ziya Gökalp Caddesi 37/B Kızılay —
ANKARA Tel : 180542— 251150 Posta Çeki : 87620 EGE BÜROSU : Kestelli Cad. Başdurak Han Nu : 7/129 Tel : 14 66 95 Kemeraltı — ÎZMİR AKDENİZ ve GÜNEY - DOĞU ANADOLU BÜROSU : Adliye Arkası Eski Sigorta Hastahanesi Tel : 23356 Nu : 69 — ADANA KARADENİZ BÜROSU . 19 Mayıs Man. Talimhane Cad. Nu : 23 Tel : 2105 SAMSUN DOĞU ANADOLU BÜROSU : Orduevi Karşısı Belediye Dükkânları Tel : 3257 Nu : 19 — ERZURUM KIBRIS TEMSİLCİLİĞİ : Türk Kültür Kooperatifi LTD. 35, Mahmutpaşa Sk. Lefkoşa — KIBRIS AVRUPA DAĞITIM MERKEZÎ : Türkischer Kültür Verein (Türk Kültür Ocağı) 5 Köln 1 Christoph Str. 14 Tel : 022/2133 36 W. DEUTSCHLAND
_
FETİH CEMİYETİ YAYINLARI
Ekrem Hakkı Ayverdi'nin Eserleri :
İlk 250 Senenin OSMANLI MİMARİSİ, E. H. Ayverdi - İ. A. Yüksel
Osmanlı Mimarisinin İLK 1230-402, 1. cild
DEVRİ
Osmanlı Mimarisinde ÇELEBİ ve MURAD DEVRİ 1402-1451, 2. cild
Osmanlı Mimarisinde FATİH DEVRİ 1451 - 1481, 3. cild
Osmanlı Mimarisinde FATİH DEVRİ 1451 - 1481, 4. cild
Samiha Ayverdi'nin Eseri :
İSTANBUL GECELERİ, (3. baskı) ...
BOĞAZİÇİ'NDE TARİH, (3. baskı) ...
İBRAHİM EFENDİ KONAĞI. (2. baskı)
Edebi ve Manevi Dünyası İçinde FATİH (3. baskı)
Yahya Kemal'in Eserleri: Şiirleri;
KENDİ GÖK KUBBEMİZ (5. baskı)
ESKİ ŞİİRİN RÜZGÂRIYLE
(2. baskı)
RUBAİLER
BİTMEMİŞ ŞİİRLER ...
SEVİNÇ COKUM'un Yeni Romanı
BİZİM DİYAR
V ÇIKTI
DAĞITIM - ANDA
DEVLET
Yepyeni
ve Pırıl pırıl çıkıyor ...
Abone oldunuz mu?
İsteme adresi P.K. 284 Bakanlıklar Ankara Posta Çeki : 21849
TÜRK EDEBİYATI VAKTİ
DÜNDAR TAŞER ROMAN,
ÜLKÜCÜ GAZETECİLER CEMİYETİ^ROMAN,
TÜRKİYE MİLLİ KÜLTÜR VAKFI HİKÂYE
ARMAĞANLARI SAHİBİ*
SEVİNÇ COKUM'un ESERLERİNİ TAKDİM EDER
fMAKİHA Br S*sevjnc J t &* cokum
STZÖRI
I
. • ' . . . . . . . . • • •
BİZİM DİYAR 1 sevinç çofcum
1 " '
®HÜ BUTUN KİTAPCUABDA
BİR VATANSIZIN HİKÂYESİ
Rıza Akdemir
O, bütün hayâtmca ailesine, vatana, millete hiç bir şey vermedi. Hep aldı. Her zaman, her yerde, her yaşta aldı. Eliyle, midesiyle, cüzdanıyle hep aldı. Hep sömürdü.
Dünyâda yalnız onun ağzı vardı doyması gereken... Yalnız onun mîdesiydi şişmesi zarurî... Hep kendisi için yaşadı...
Anlatayım isterseniz hayat hikâyesini... Ankara'da gün ışığına gözlerini açtı. Çocukluğunda Avrupa'dan getirtilen mamalarla beslendi. Sonra ilkokul, sonra kolej... Renkli hayâtında girl-friend'leri vardı. Yamyam gürültüleri ile dolu plâkları vardı. Boynunda gümüş madalyonu, kolunda bileziği, altında elbisesinin rengine uygun son model arabası vardı..
Tahsil yılları hep «koltuk değneği »ile, itile itile geçti. Annesi öğretmenlerini şâhâne evinde kokteyllere davet etti. İngilizce öğretmeninin yaş gününü unutmadılar hiç... Babasının nüfuzu öğretmenlerinin çok defa gözünü kamaştırdı. Kristal avizeler de bu göz kamaştırma işine oldukça yardım etti. Kolej diplomasını alınca, büyük başarısının şerefine tatilini İngiltere'de geçirdi. Sonra birtakım kartvizitler, ziyaretler ve ziyafetler sonucu üniversiteye kapağı attı. Bir münâsip memuriyet de uyduruldu kendisine.. Hem üniversitede okuyor, hem de para kazanıyordu. İşe filân gittiği yoktu. Dâirenin genel müdürü babasının parti arkadaşıydı zâten.. Aybaşında uğruyor, maaşını santimi santimine alıyordu.
Haftada bir iki gün arkadaşlarından birinin evinde kız arkadaşları ile toplanıyor, plâk çalıyor, uslu uslu «çay» içiyorlardı. Kolejdeki kadar kolay olmadı amma üniversiteyi de bitirdi. Resmen memur olduğu dâirede aylığını nasıl alıyorsa, diplomasını da öyle aldı. Ders kitaplarının hemen hiçbirini kirletmemiş, tahsil hayatının çoğunu sınıftan çok, kantinde geçirmişti. Mühendisti artık!... Amma öyle plân çizmek, betonarme hesabı çıkarmak hak getire... Askerliğini de bir punduna getirip «iyi bir yerde» yaptı. Cumartesi, pazar günlerini Ankara'da geçiriyor, gezip tozuyor, arkadaşlarının tertiplediği partilerde keyfine bakıyordu.
Askerden sonra bir yolunu bulup dış memleketlerde bir burs koparmağa muvaffak oldu. İngiltere'ye gitti. Doktora yapacaktı. Devrin modası buydu zâten... Altı sene kaldı İngiltere'de... Milletin alın terinden şampanyalar içti. Millet parasiyle garsonyerler kiraladı. Millet parasiyle Havana tütününden purolar tüttürdü.
Hâlâ İngiltere'de doktora yapmakta... Onu yakından tanıyan bir arkadaşım anlattı. Daha Türkiye'de başlayan renk değişikliği, nihayet kızılda karar kılmış. Marksist bir sakal bırakmış.. Türk işçilerine komünizmi anlatmağa çalıştığı bir gece iyice dövmüşler kendisini... Hiç görmediği yerlerin, hiç tanımadığı insanların ızdırabını anlatıyormuş halbuki... «Doğuda ezilenler, sömürülenler, aç kalanlar var» diyormuş... «Türkiye'de hak yoktur, hukuk yoktur, kanun yoktur» diye gelip geçene dert yanıyormuş. «Türkiye'de boynu vurulacak burjuvalar, elinden viski kadehi düşmeyen kapitalistler vardır» diye eklemekten de kendini alamıyormuş.
Türkiye'nin geriliğinden utanıyormuş. «Türküm» demeğe çekini-yormuş. Hatta «Kemâl» olan ismini değiştirip «Chamil» yapmak niyetinden bahsediyormuş.. Türkiye çok iptidâi imiş, çok câhil imiş... Türkiye'de insana değer verilmiyormuş... Belkide hiç dönmeyecek-miş Türkiye'ye...
O, bütün hayâtmca ailesine, vatana, millete hiç bir şey vermedi. Hep aldı. Her zaman, her yerde, her yaşta aldı.
O, topraktan aldığını dallarından meyvâ yapıp sarkıtan bir ağaç haysiyyetine,
O, ekmeğini yediği kapıdan ayrılmayan bir köpek seciyesine bile sahip değil...
Gözlerinizdeki istifhamı anlıyorum: Kim bu hâin? diye soruyorsunuz. Onlar bir değil, binlerce, onbinlerce...
Haramın şişirdikleri, ihanetin besledikleri, günâhın emzirdikleri... Binlerce onlar...
T -
DIŞ TÜRKLERDE DİL FACİASI
Prof. Dr. Mehmet ERÖZ
TÜRK DİLİ İÇİN: Dizimize aldığımız bu üçüncü yazıda, kıymetli ilim adamımız Prof. Dr. Mehmet Eröz'ün, Muallimler Birliği tarafından ter-tîb edilen İkinci Türk Dil Kon-gresi'ne sunduğu mühim tebliğin tam metnini yayınlıyoruz.
Muhterem Divan, Muhterem Dinleyenler,
«Muallimler Birliği» nin çok güzel bir teşebbüsü ile yapılan bu ikinci «Türk Dil Kongresinde», biz de Türk dünyâsının uzak diyarlarında cereyan eden «dil faciası» ndan, Rus mahkûmu Türk'lerin dil ve kültürünü yıkmak için gösterilen gayretlerden bahsedeceğiz. Türk dilinin Türkiye'deki kaderi hakkında kıymetli araştırıcıların ve hatiplerin, geniş bilgi verecekleri, meseleyi lîsânî ve sosyolojik yönden ele alacakları muhakkaktır. Böylece mekânı parçalamaksızm, Türk dil gerçeğini bir bütün olarak ele almış olacak, arada ilgi kurabileceğiz.
Bundan bir asır kadar önce, Kırım Türklerinden Gaspıra'lı İsmail Bey, Kırım'da Tercüman gazetesini, Türkiye edebî dili, İstanbul türkçesi ile çıkarmağa başlamıştı. Gaspıra'lı İsmail Bey, İstanbul şivesinin, Türk dünyâsının ortak ağzı olmasını istiyordu. Tercüman gazetesi
Rusya Türk'leri arasında Türk millî şuurunu canlandırmıştı. İsmail Bey, Türk dünyâsını kurtaracak hamleyi «dilde, fikirde, işde birlik» şiarında görüyordu. Medreselerin köhne usûlü yerine, usûl-ü cedidi, Türk ve İslâm kültürü ile modern hayâtı telif eden yeni metodu getirmişti. Bu metodla kurulan cedîd mektepleri bütün Kırım, İdil-Ural ve Azerbaycan'a yayıldı. Türkistan'da 1915'e kadar 100 cedîd mektebi açılmış, birçok millî ve dînî gaayeli dernek kurulmuştu. 1917 Şubat İhtilâlinden ve Geçici Hükümetin kuruluşundan sonra İmparatorluğun dört bir tarafında İslâm kongreleri toplandı. Komünist İhtilâlinden bir ay kadar sonra ardı ardına İdil-Ural, Türkistan, Kazakistan ve Kırım'da millî hükümetler kuruldu. Daha sonra Azerbaycan'da da millî hükümet teşekkül etti1.'
Bolşevik'ler iç isyanları, iç ayaklanmaları bastırmcaya kadar Türk'leri tarafsız bırakma taktiğine başvurdular. 3
(1) Geoffrey Wheeler, Racial Problems in Soviet Müslim Asia, Oxford Univ. Press, London, 1962, PP. 11-12.
Aralık 1917 târihinde Lenin ve Stalin'in imzâsiyle Türk'lere hitaben bir beyanname neşredildi. Beyannamede, Türk'lerin, Müslüman'ların dînî inanç ve adetlerinin, millî kültürlerinin bundan böyle serbest ve dokunulmaz olduğu, onları canlandı-rabilecekleri vaadediliyordu2.
Bu vaadin, bu yalan sözün üzerinden bir yıl geçmeden komünistler birer birer Türk ülkelerini istilâya başladılar. Dışarıdan Kızılordu, içeriden «Devrim Komiteleri» işbirliği ile, emekçileri burjuva zulmünden (!) kurtarmağa (!) başladılar. Baku'nun kurtuluşu (!) yâni komünistlerin eline geçişi de böyle olmuştu. 1920 baharında Baku düştü. Lenin'e çekilen tel graf ta, «... Beynelmilel bur j uvazinin elinden alman milyonlarca ton petrol stoku, proletaryanın hizmetine arzedil-miş oluyordu. Azerbaycan emekçileri kendilerini sermâye zulmünden kurtaran Kızılorduyu sevinçle karşılamakta ve bir kurtarıcı gibi tebrik etmektedir...»3 deniyordu.
İstilâdan sonra Sovyetler Türkistan'ı sun'i beş cumhuriyete ayırdılar: Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Özbekistan ve Tacikistan. Bu arada bir yandan dînî ve millî rabıtaları kesmek, diğer yandan birbirleri ile olan harsî bağları koparmak için türlü çârelere başvurdular.
Azerbaycan'da kurulan millî hükümeti «Müsavat Partisi» mensupları kurmuştu. Bu partinin programı Ziya Gökalp'ın Türkçülük fikirlerinden ve Hüseyinzâde Ali Bey'in görüş! arinden mülhemdi. Onun için İstanbul türkçesinin kabulü taraftarı idiler.4
Bolşevikler ilk tedbir olarak Türk dünyâsına Arab alfabesi yerine Lâtin e1
fabesini kabul ettirme çâresi aradılar. Eöylece eski kültürle rabıtayı kesmiş,
Türkiye ile bağları koparmış olacaklardı. Lâtince 1924 de Azerbaycan'da kendiliğinden kabul edildi. 1 Mayıs 1925 de Azerbaycan Sovyet hükümetinin bir kararıyla Lâtince gazete ve resmî muhâberât için mecburî îlân edildi5. 1857 de Azerbaycan Türklerinden Mirza Feth-Ali Ahundzâde, Arap harflerinin Türk diline uygun olmadığına dâir yazılar yazmış, İstanbul hükümetine başvurmuştu. Bu itibarla Azerbaycan'da bu fikrin bir asra yakın bir mazisi vardı. Azeriler değişikliğin tedricî olmasını istiyor, birdenbire yapılacak alfabe tebeddülatının millî ve dînî kültüre büyük zararlar vereceğini ileri sürüyorlardı. Diğer Türkler bu değişmeye karşı çıktılar. İdil-Ural Türklerinde okuma -yazma bilenlerin nisbeti yüzde yüze yakındı. Alfabe değişikliği onları çok mutazarrır edecekti.
1923 de Lenin «Lâtinleştirme şarkta ihtilâl demektir» diyordu. 1926 Baku Türkoloji kurultayında Yakovlev ve diğer Rus ilim adamları, Lâtin alfabesini methediyor, Lâtinleştirmenin garkın emekçi kitlelerini, aşiret reislerinin, zenginlerin, din adamlarının nüfuzundan kurtarmağa yardım edeceğini söylüyorlardı6. Taşkent ve Kazan'da toplanan diğer iki Kurultayda da aynı fikir işlendi ve zemin hazırlandı. 1928 yılında Türkiye'nin de Lâtin alfabesini kabul etmesi, Orta Asya Türklerini heveslendirdi. Bu hal Rus'ların canını sıkmış, hesaplarını bozmuştu. Onlar Lâtinceyi Türkiye ile harsî bağları koparmak için, Türk'lere kabul ettirmeğe çalışmışlardı. Şimdi ise millî kültür köprüsü tekrar kurulmuştu. Buna karşı aldıkları tedbir on sene sonra görüldü.
1929 da Rusya'daki bütün Türk'ler Lâtin alfabesine geçtiler. İdil - Ural ve Başkırdistan Türk'leri gece kursları aç-
ı.
(2) E.H. Carr, The Bolshevik Revolution, London, 19.., vol. 1, p. 323. (3) Süleyman Tekiner, «Ekim İhtilâli ve Sovyet Doğusu Halkları», DERGİ, No. 47,
sf. 23-24: Obrazovaniye SSSR, Vesikalar külliyatı, 1917-24, Moskova - Leningrad 1949.
(5) Paul B. Henze, «İç Asya'da Siyâset ve Yazı», DERGİ, No. 5, 1956, sf. 99. (6) Mustafa Aytugan, «Bolşeviklerin İdil-Ural Türkçesini İmha Siyâseti», DERGİ,
No. 3, 1955: Baku 1926 Kurultayının stenografisinden.
DIŞ TÜRKLERDE DtL 33
m ak, gazete, dergi ve broşürler basmak suretiyle yeni yazıyı halka öğretmeğe koyuldular. Lâtin alfabesini şimal türk-çesinin fonetiğine uydurarak yarattıkları kolaylık sayesinde, halkın yeni alfabeyi öğrenmesini temin ettiler. Yeni alfabe ile birçok kitap basıldı. Türkler kısa zamanda yeni alfabeye intibak etmişler, milli kültürü oldukça muhafaza etmişlerdi. Ruslar gaayelerine erişememişlerdi. «Şekilce millî, muhtevaca sosyalistik kültıu» umdesi tahakkuk edmeiyordu. Milli kültür muhtevaca sosyalistleşmemiş, bilâkis daha çok millîleşmişti. Plekhanov'un «herhangi bir muhteva, kendisine mahsus bir şekil talep eder» umdesine göre, işe şekilden, yâni dilden başlamak îcap ediyordu7. Bu maksatla 1937 de Bakû'de «İmlâ ve Terim» konferansı topladılar. Kültürü sosyalistleştirme, Ruslaştırma taraftarları ile, kültürün millî Türk vasfını müdâfaa edenler arasında şiddetli bir mücâdele oldu. Mehmed Emin Resulzâde merhum, her iki tarafın isteklerini şöyle sıralıyor:
Sovyetleştirme taraftarlarının fikirleri:
1 — Milletlerarası terimleri asıllarında olduğu gibi değil, yalnız rusçada olduğu gibi kullanmalıdır, 2 — Rusça terimleri tercüme etmeden aynen almalıdır, 3 — Diğer Türk lehçelerinden kelime alınmamalıdır, 4 — Arapça, farsça, Osmanlıca kelimelerin yerine rusçalarını almalıdır.
Millî kültürü muhafaza etmek istiyenlerin fikirleri:
1 — Terimler türkçeleştirilmelidir, 2 — Azerbaycan'ı Ruslaştırmağa götürecek «Sovyetleştirmeğe» meydan verilmemelidir, 3 — îmlâ meselesinde umûmi edebî esaslara dayanmalı ve aynı zamanda mümkün olduğu kadar diğer Türk leh
çelerindeki ortak hususiyetleri muhafazaya çalışmalıdır.
Bu mücâdeleden akıl ve mantık yoluyla değil, cebir ve şiddet yoluyla birinciler gaalip çıktı8. Kongreden sonra millî kültür üzerinde ısrar eden şâir, edip, ilim adamı ve yazarlardan ibaret münevverleri yok ettiler. Bu kanlı katliâmda ölen münevver sayısı yalnız Azerbaycan'da 140.000'i buluyordu9. Kazan ve Ufa hapishaneleri, Sibirya temerküz kampları Türk münevverleri ile doldu.
1939 da lâtinceden Rus - Kiril alfabesine geçmeyi emrettiler. On sene önce Arab alfabesinden, lâtin alfabesine geçerken lâtinceyi methedenler, bu defa onu yerin dibine batırıyorlardı. Onlara göre «Lâtin alfabesi milleti karanlıkta ve cehalette tutmak isteyen milliyetçilerin, zenginlerin, dîn adamlarının elinde bir silâh»ti, «Lâtin alfabesi Marks, Engels, Lenin ve Stalin'in eserlerinin okunmasını zorlaştırıyor ve geniş halk kitlesi tarafından benimsenmiyor» du.10
Ruslar, Rus alfabesini İdil-Ural, Azerbaycan, Türkistan'da ayrı şekillerde tatbik ettiler. Ses ve imlâ farklarını azaltmak yerine, Türk lehçeleri arasındaki farkı arttırmağa çalıştılar. Reformların gaayesi «Parçala ve hükmet» siyâsetine hizmetti1 . Türk lehçelerini teknik rusça tâbir ve hattâ günlük kelimelerle doldurup onu bir rusça - türkçe karışığı espe-ranto dili hâline getirmek, arabça ve fars-çadan alınmış ve Türkiye Türklerinin de kullanmakta olduğu kelimeleri atmak, rusçayı ikinci ana dili yapmak istiyorlardı. Bu gayelere erişebildiği takdirde tek bir Türk edebî dilinin teşekkülü önlenecek ve Türk İslâm millî hareketine mâni olunacaktı. Bunun için lehçe, ses, gramer farklarını mümkün olduğu kadar arttırmağa çalıştılar. Rusçadan çok sayıda ke-
(8) Süleyman Tekiner, «Azerbaycan Türklüğünce Benimsenmeyen Bir İdeoloji, DERGİ, No. 4, sf. 103.
(9) Mirza Bala, aynı makale, sf. 8. (10) Mustafa Aytugan, aynı makale. (11) Geoffrey VVheeler, «The Muslims of Central Asia», Problems of Communism,
Washington, September - October 1967, pp. 78-9.
34 • ;•.. - ERÖZ
Lime getirdiler, Rus gramer ve sentaks taaidelerini kabul ettiler, rusçayı yüksek ahsilde mecburî öğretim dili hâline getrdiler. Rus edebiyatının büyük kısmı, romünist klâsiklerinin çoğu yerli dillere :evrildi.
1953 haziranında alman biı xarara ?öre, Kırgız türkçesine rusçadan giren kelimeler Kırgız fonetiğine göre değil, aynen Rus fonetiğine göre telâffuz edecekti. Diğer cumhuriyetler de sonraları aynı mükellefiyete tâbi tutuldular. Türk dillerine karşı olan bu hısıma mukaabil, Azerbay-:an'm iki komşusu (Gürcistan ve Ermenistan) dilleri kendi hususiyetlerini hâlâ muhafaza etmektedirler.12
1954 ekiminde Aşkabad'da toplanan kinci Türkmen Dil Kurultayında, Türk-nenistan Komünist Partisi genel sekrete-i Bayan Durdıyeva, rusça'dan kelimece stılah almaya muhalif olanları da, Türkiye türkçesinden kelime ve tâbir almış >lan yazarları da «Turancılık», «pan-tür-cistlik» damgasiyle damgaladı. Azerbay-:an'da olduğu gibi, Türkistan'da da Tür tiye türkçesinden kelimeler almak bir iuç teşkil etmektedir13. Aynı kongrede 3rofesör Azimov: «Büyük Rus halkının lilinin tesiri ile Türkmen kelime hazînesi ;oğalmakta, şekillenmekte ve gramatik mnyesi mükemmelleşmektedir»14 diyor-lu.
1960 da bütün Kazak milliyetçileri iillerini rusça kelimelerden ayıklamak çin seferber oldular. Bu hareketin başınla Kazak Adebieti (edebiyatı) isimli dercinin yazı heyeti vardı. Bu hareketleri ko-nünsitlerin hücumuna uğradı. Burjuva -nilliyetçiliği, Turancılıkla suçlandırıldı-ar. Kuzey Kazakistan'da resmî dil rusça >ldu. Kazakistan'daki Türk'lerle, Doğu Türkistan Türklerinin ortak kültüre sa
hip olmamaları için Kızıl Çin tedbir aldı. 1960 da Doğu Türkistan Türkleri için bir çeşit lâtin alfabesi kabul etti .1 5
Bütün bu gayretlere rağmen komünistler Türk kültürünü yıkamadılar. Kazak, Kırgız, Türkmen, Özbek, Tatar, Azerî lehçelerini ayrı dil diye kabul ettiremedi-ler. Sosyalist millet yaratamadılar. Kolhoz işçisinden, üniversite talebesine kadar millî şuur dipdiri durmaktadır. Bu yüzden geçen yıl Sovyetler âciz kalıp, Türkmenistan kolhozlarmda ihtiyarların (aksakalların) otoritesine sığındılar. Onların gençler üzerindeki büyük itibârından faydalanmak üzere «Aksakal Şûraları» kurdular. Bu Türkistan'da Türklüğe ve İs-l&miyete karşı yürüttüğü yıllar süren mücâdelede Sovyet rejiminin ideolojik hezimete uğradığını göstermektedir16 . Geçen yaz Türkistan ve Azerbaycan'a giden Türk hükümet heyeti sevgiyle karşılandı. Baku'da bir ziyafette, Azerî bakanlardan biri bizim hükümet heyetine, Türk radyolarından bir şey anlamaz olduklarını söyleyerek, serzenişte bulundu. Bu konuşmaya TRT'nin başkanı Prof. Dr. İsmet Giritli de şahit olmuştu1 7 .
Radyoların dilinden ne Azeri Türk'ü ne Türkiye Türk'ü anlamaktadır. Yörükler, Sünnî ve Alevî Türkmenler bize radyonun dilinden anlamadıklarını söylediler. Radyo kâh ödül kâh mansiyon dağıtır. «Toplantı» demez, «brifing» der. İmza attırmaz, parafe ettirir. Konak, merhale demez, etap eder. Millî'den korkar, ulusal der. Bir sürü fransızca, ingilizce ve nesebi sahih olmıyan uydurma «sözcük» ve «tilcik»lerle dilimizi berbat eder, kültürümüzü mahveder.
Bu kongrenin radyoya, basma, Dil Kurumuna hidâyet getirmesini, Türk dili ve kültürüne uğur getirmesini diler, hepinizi saygıyla selâmlarım.
[12) Geofrey VVheeler, Racial Problems in Soviet Müslim Asia, pp. 35-39. [13) Mirza Bala, aynı makale, sf 15. [14) Paul B. Henze, aynı makale, sf. 104. [15) VValter Kolarz, Communism and Colonialism, London, 1964, pp. 49-51. [16) Dr. Ediğe Kırımal, «Muhtelif Haberler», DERGİ, No. 47, 1967. :i7) Dr. Fethi Tevetoğlu, Son Baskı Gazetesi, Ankara, Kasım 19Ü7.
^IS TÜRKLERDE DÎT.
SOVYETLER - DOĞU AVRUPA
MÜNÂSEBETLERİ
Bu değişiklik temayüllerine karşı çıkış ise, şüphesiz ki, Batı'ya hem coğrafî, hem de kültür mirası olarak en yakın bulunan dört Avrupa ülkesindeki 32 Sovyet tümeni tarafından temsil edilmektedir. On yıl kadar önce, Çekoslovakya'nın komünist yöneticileri rejimin katılığının meydana getirdiği şartları biraz düzeltmek istediklerinde, Çekoslovakya Sovyetler Birliği tarafından istilâ edilmişti. Bu istilâ daha epey zaman hatırdan çıkmayacak ve bölgedeki değişiklik temayüllerinin önünde bir ölçüye kadar frenleyici rol oynayacaktır.
1968 Ağustos'unda Çekoslovakya'nın istilâsı üzerine Sovyet Blokundan resmen çekilen Arnavutluk ve zâten bu Bloka hiç katılmamış olan Yugoslavya hâricinde Doğu Avrupa'daki bütün devletler, 1955 Mayıs ayında teşkil edilmiş olan Varşova Paktı'na üyedirler. Varşova Paktı kuvvetlerinin komutanı Sovyet eski Genel Kurmay Başkanı ve Mareşal Victor G. Kulikov'dur. Kulikov'un yardımcıları ise, Doğu Avrupa ülkelerinin savunma bakanlarıdır. Varşova Paktı'nm kara kuvvetleri, deniz kuvvetleri, hava kuvvetleri ve hava savunma birliklerinin tamamı Sovyet komutanlarının idaresin-dedir (2).
(1) Daha önceki gelişmeler için, bak.: Roger E. Kanet ve Donna Bahry, «Doğu Avrupa'daki Sovyet Politikası», Current History, cilt 71, sayı 50, Ekim 1975, s, 126-128.
(2) A.B.D. Merkezî istihbarat Teşkilâtı, Sovyetler Birliği Savunma Bakanlığı ve Silâhlı Kuvvetleri Görevlileri Rehberi, Washington, D.C., Eylül 1977, s. 27-31; ayrıca bak.: Voennye znaniya (askerî bilgiler), Moskova, sayı 5.
\ Tercüme ; TÜRKER İNANÇ
Son zamanlarda Sovyet Blokunda, siyasî ve iktisadî mâhiyetteki dış baskılar neticesinde meydana gelen mühim gelişmeler, bazı değişikliklerin vuku bulmasını mümkün kılacak istikaamettedir C1).
Doğu Avrupa ülkelerinde baştanbaşa yayılmış olan Sovyet birlikleri, karargâhı Polonya'nın Legnica şehrinde olan Kuzey Grubu; Macaristan'ın Tököl şehrinde Güney Grubu; Çekoslovakya'da Milovice'de Merkez Grubu-, ve Doğu Berlin yakınlarında Zossen-VVunsdorf ta karargâhı olan Doğu Almanya'daki Sovyet Kuvvetleri Grubu'nu ihtiva ederler. Zırhlı birliklerle motorize piyade tümenleri arasındaki T
betin yaklaşık bire bir olduğu Sovyet birlikleri, üslendikleri Doğu Avrupa ülkelerinin birliklerine kıyasla oldukça daha yüksek bir ateş gücüne sahiptirler (tablo 1). Ayrıca Sovyetler, egemenlikleri altında bulundurdukları Doğu Avrupa ülkelerini en yeni silah sistemleri ile teçhiz etmekten kaçınmaktadırlar.
Bu Sovyet birlikleri, taktik nükleer başlıklar dışında hemen hemen bütün kalegorilerde sayıca üstün oldukları NATO kuvvetlerinin merkez cephesi karşısında bir cephe teşkil ettikleri gibi, aynı zamanda, bu ülkelerdeki muhtemel ayaklanmaları veya izin vermedikleri değişikliklere yönelen hareketleri bastıracak bir polis gücü mahiyetindedirler (3). Doğu Avrupa ülkelerinin yöneticileri hayatın bu gerçeklerini görmektedirler, bu yüzden, aralarında biraz daha «bağımsızlıkçı» olan liderler de 1956'da Macaristan'da ve 1968'de Çekoslovakya'da yaşanan acı tecrübelerin gayet iyi çizdiği hudutlar içinde kalarak hareket etmektedirler. Bu ülkelerin temsilcileri, Sovyetlerin dış politikada takındığı bütün tavırları desteklemektedirler. Yalnız Roman
ya Orta Doğu mes'elesinde Moskova çizgisinden farklı bir tutum takınmaktadır. Romanya bazı diğer mes'elelerde de «çizgi» den sapma göstermektedir.
Bükreş'te yapılan 15. toplantısında, (4) Varşova Paktı Siyasî Danışma Komitesi, nükleer silâhları hiç bir tarafın ilk olarak kullanmaması ve her iki tarafın askerî ittifaklarına üye olan ülkelerin sayılarının dondurulması yolunda Sovyetlerin NATO'ya yaptıkları tekliflerin ittifakla benimsenmesine karar verdi. Anlaşıldığına göre, bu çeşit diplomatik manevralar, Sovyet lideri Leonid Brejnev'in her sene Temmuz ve Ağustos aylarında üç haftalık bir devre içinde Doğu Avru-pa'daki «genel valileriyle» Kırım'da Ore-anda'da yaptığı başbaşa görüşmelerde tertipleniyor (5). Burada yapılan görüşmelerde ele alman konular hiç bir zaman açıklanmaz, fakat sonradan meydana çıkan siyasî manevralar herşeyin önceden hazırlandığı intibaını verir.
Varşova Paktı'nm işleyişine ait yönler, paktın askerî konseyinin muayyen aralıklarla yaptığı toplantılarda ortaya çıkar. 17-20 Ekim 1977 tarihleri arasında Sofya'da bu toplantılardan biri yapılmıştır. Sofya'daki toplantıda, «birleşik silâhlı kuvvetlerin halihazır faaliyetleri ile ilgili sorunlar tartışılmış ve uygun-belir-lenmeyen- teklifler benimsenmiştir.
Varşova Paktı savunma bakanları da aşağı yukarı senede iki defa toplanırlar ve bu toplantılar sonunda yayınlanan bildiriler de aynı derecede bilgi (!) verirler (*).
(3) Berlin'i kuşatan 36 kilometrelik bir çember içinde, Sovyet ve Doğu Alman birlikleri, 200 adedi en son model T-72'ler olmak üzere 1300 tanka, taktik nükleer füzelerle donatılmış bir alaya, 300 adet ağır topa ve diğer normal hafif silâhlara sahip olup, mevcudu 95 bin civarındadır. Berlin'i ikiye ayıran duvarı 14 bin asker beklemekte ve 30 Mart 1977 tarihli Daily Telegraph, (Londra) gazetesine göre, bunlar duvardan kaçmak isteyenler üzerine 1500 defadan fazla ateş açmış bulunmaktadırlar.
(4) Moskova radyosu, 28 Kasım 1976 tarihli yayınında toplantıya ait bildiriyi verdi. (5) Frane Barbieri, «I vassali da Breznev», La Nazione (Floransa), 21 Ağustos 1977. (6) Sofya radyosu, 20 Ekim 1977; Krasnaya Zvezda (Kızıl Yıldız; Moskova) 30
Kasım 1977.
SOVYETLER 37
Bunlara ilâveten, her sene yapılan manevralarla Varşova Paktı üyelerinin savaşa hazırlık durumları kontrol edilmiş olurlar. 21-19 Mart 1977 tarihlerinde «Soyuz 77» (İttifak 77) adıyla düzenlenen harp oyunları için Macaristan ve Çekoslovakya toprakları kullanılmıştı. Bunu takiben Baltık Denizi'nde Doğu Alman, Polonya ve Sovyet savaş gemilerinin katıldığı deniz manevraları düzenlendi (n .
Sovyetler Birliği tek başına bunlardan da büyük manevralar yaptı. «Kar-paty» adı verilen ve Sovyetlerin Karpat-lar askerî bölgesinde yapılan bu manevralara Varşova Paktı 'nm altı üyesinin ve Yugoslavya'nın müşahitleri (gözlemcileri) katıldı. «Güneyliler» ile «Kuzeyliler»in savaşmasının temsil edildiği bu manevralara hava hücumları, amfibik tanklar, zırhlı personel kariyerleri ve helikopterlerle 27 bin asker katıldı. Müşahitlerle yapılan mülakatlara göre, (8) manevralarda sergilenen yüksek ateş gücü bütün Doğu Avrupalı müttefiklerce hayranlıkla karşılandı.
Varşova Paktı üyeleri birbirlerine, sadece 1955'te yaptıkları ve 20 sene sonunda otomatikman uzatılan çok taraflı anlaşmayla bağlı olmayıp, ayrıca aralarındaki ikili anlaşmalarla da bağlı durumdadırlar. Bu anlaşmalardan bazılarının süresi sona ermiş olup yenilenmektedirler; bunlar arasında, Doğu Almanya ile Polonya, Macaristan'la Bulgaristan'ın anlaşmaları zikredilebilir (9). Eğer, Sovyetler Birliği'nin çeşitli zamanlarda tek
lif ettiği gibi NATO ve Varşova Paktları lâğvedilmiş olsa idi, bu birbirleriyle irtibatlı askerî ittifak sistemi sayesinde Doğu Avrupa ülkeleri yine de Moskova'ya bağlı kalacaklardı.
Ekonomik Entegrasyon
Askerî ittifak sisteminden altı yıl kadar önce kurulan COMECON (Ortak ekonomik yardımlaşma konseyi) 1950le-rin ortalarına kadar hiç bir canlılık göstermedi. Aralık 1961'de Arnavutluk'un COMECON'dan çekilmesiyle teşkilâtın üye sayısı eksildi; fakat 1965'te Yugoslavya tam üye olmamakla beraber CO-MECONla işbirliği yapmayı kararlaştırdı. Moğolistan 1962'de, ve Küba 1972'de teşkilâta tam üye olarak katıldılar. (*)
Tamamlanmış olan bazı ortak projeler neticesinde blok üyelerinin bazılarının kazançlı çıktıkları söylenebilir. Druzhba (dostluk) petrol boru hattı 105 milyon ton/yıl kapasiteye sahiptir. Bununla beraber, Sovyetler Birliği bu boru hattından Doğu Avrupa'ya yılda sadece 70 milyon ton petrol ihraç etmekte ve 1980'de de ihracatı aynı seviyede tutmayı planlamaktadır (10). Boru hattı Kuybişev'den Mozyr yoluyla Polonya'da Plock'a ulaşmakta, oradan da Doğu Almanya'da Sehiv def e uzanmaktadır. Boru hattının uzunluğu 1900 mil olup, güneybatıya uzanan bir kolu da Brody ve Uzgorod yoluyla Çekoslovakya'da Bratislava'ya ve Macaristan'da '^szhalombatta 'ya gitmektedir.
(Devam edecek...)
(7) Moskova radyosu, 29 Mart 1977; Krasnaya Zvezda (Kızıl Yıldız) 10 Temmuz 1977.
(8) Moskova radyosu, 12-16 Temmuz 1977. Ayrıca, bak.: Kongre Bütçe Bürosu, NATO-Varşova Paktı Askerî dengesinin değerlendirilmesi, (Washington, D.C., Goverment Printing Office (Devlet Basımevi) 1977 Aralık) s. 63.
(9) Moskova radyosu, 31 Mayıs 1977; Neues Deutschland (Doğu Berlin) 17 Haziran 1977; Doğu Berlin radyosu, 14 Temmuz 1977.
(10) Krasnasya zvezda (Kızıl yıldız) 16 Temmuz 1976; Financial Times (Londra) 2 Ağustos 1977.
(*) Ağustos 1978'de, Vietnam'da katılmış bulunmaktadır. (Çev. Notu.)
38 ÎNANC
Kara CJ 1 k e Kuvvetleri
B u l g a r i s t a n Çekos lovakya Sovye t D o ğ u A l m a n y a Sovye t M a c a r i s t a n Sovye t Po lonya Sovye t R o m a n y a
115 000 135 000
70 000 105 000 370 000 83 000 60 000
220 000 38 000
140 000
1 336 000
Tümenler i
8 10 5 6
20 6 4
15 3
10
87
(5)6
(5) (2) (2)
(10) (1) (2) (5) (3) (2)
(37)
Tanklar
1900 3400 1800 3000 7500 1100 1500 3800
700 1500
26 200
Güvenlik Kuvvetleri
12 000 — — 25 000 — — — 58 000 — 20 000
115 000
Deniz Kuvvetleri
8 500 — —
16 000 (80 000) 7
— —
25 000 —
10 000 (50 000) 8
189 500
K*
— — — — (4) — — — —
(3)
7
D*
2 — —
2 25) — —
1 —
(20)
50
DA*
4 — — —
(75) — —
4 —
(40)
123
Hava Kuvvetleri
25 000 46 000
— 36 000
— 20 000
— 62 000
— 30 000
219 000
Uçak Sayısı5
305 780 —
461 1100 291 350
1025 350 423
5085
TABLO 1: Varşova Paktı Silâhlı Kuvvetleri, 1978
Notlar: 1 - Zırhlı tümenler toplama dâhildir ve parantez içinde ayrıca belirtilmiştir. 2 - Kruvazörler, 3 - Destroyerler, 4 -Denizaltılar, 5 - Savaş uçakları, 6 - Bulgaristan için parantez içinde verilen rakamlar tank tümenleri olmayıp, tank alaylarıdır. 7 - Sovyetlerin Baltık Filosundan tahsis ettiği tahmin olunan asker sayısı, 8 - Sovyetlerin Karadeniz Filosundan tahsis ettiği tahmin olunan asker sayısı.
«o
Kaynaklar: John Erickson, Sovyet - Varşova Paktı Kuvvetleri Seviyeleri (Washington, D.C., 1976), s. 88; International Ins-titute for Strategic Studies (Milletlerarası Stratejik Tetkikler Enstitüsü), Military Balance (Askerî Denge), 1977 - 1978 (Londra, Eylül 1977) s. 12-15.
Kitap Tanıtma «
TASAVVUF İLMİNE DÂİR KUŞEYRÎ RİSALESİ
Kuşeyrî Risalesi, Abdülkerîm Kuşeyrî, çev. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, İst. 1978. Büyük boy, 570 (60 + 510) s.
Dr. Süleyman Hayrî BÖLAY
«Tasavvufun Mâhiyeti» (I. Haldun: Şifâüssâil,) «İslâm'da Müsamaha» (Gaz-zalî: Faysal et-tefrika) adlı tercümeleriy-le; «İslâm'da Semâ ve Mûsikî, İslâm'da Irşâd Faaliyetleri» gibi değerli telif eserleri ve araştırmaları ile tanıdığımız, hâlen Bursa Yüksek İslâm Enstitüsü Tasavvuf Târihi ve Felsefesi hocalığı yapmakta olan Süleyman Uludağ, bu sefer «Kuşeyrî Risalesi» ni dilimize kazandırmış. Büyük hizmet etmiş. Allah razı olsun.
Gerçi bu meşhur ve muteber kitabın ilk tercümesi değil. Belki, son da olmayacak. Fakat en itinalı, en vukuflu ve en âlimâne tercümesidir diyebiliriz.
Kitap «Giriş» (mütercime âid) hâriç, dört bölümü ihtiva ediyor: Birinci Bölüm, sûfilerin hâl tercümelerinden (78 —138); İkinci Bölüm, tasavvuf ıstılahlarından (142—186) teşekkül ediyor, Üçüncü Bölüm, sûf ilerin makam ve halleri (tasavvuf ahlâkı ve hayâtı, 186—504); Dördüncü Bölüm ise Müridlere tavsiyeleri (Adâbül Müridin, 605—537) ihtiva edi
yor. Mütercim, «Giriş», kısmında, «Kuşey-
rî'nin hayâtı ve Risalesi» ni incelemiş. Bu arada, tasavvuf—şeriat münâsebeti, tasavvufî felsefe ve felsefî tasavvuf ile tasavvufta amel ve ilim gibi mühim meseleleri ele almış, aydınlığa kavuştur
mağa çalışmış. Ayrıca Kuşeyrî'nin tasav-
TÜRK KÜLTÜRÜNÜ ARAŞTIRMA ENSIİTÜSÜ
YENİ BİNASINA TAŞINMIŞTIR
Adres : Bahçe!ievler, Sondurak, 17. Sok. Nu: 38. ANKARA Tel: 13 41 35
40 ROT AV
vufunu ve hâdisciliğini inceleyen mütercim, Kuşeyrî'yi, Nizamiye medreselerinden talebesi olan Gazzalî ile, Ibni Arabi'nin, Mevlânâ'nm ve İmam Rabbanî'nin tasavvuf anlayışlarıyla mukayese etmiş; bir takım hükümlere ulaşmış.
Tasavvuf ilminde ve hayâtında en büyük kaynak kitaplardan biri olan «Ku-şeyrî Risalesi» hakkında, «Mevzûâtul-u-lûm» gibi ansiklopedik büyük bir eser veren Taşköprülüzâde'nin şu sözü, tercümenin iç kapağına alınmış: «Ve Risâle-i meşhûre-i mübârekesi ki hakkında demişlerdir k i : bir hanede ol risale ola, ol haneye nekbet (âfet) isabet etmek olmamıştır.» (Mevzûâtul-ulûm, I. s. 797)
îslâmî tasavvufun, İslâm düşüncesinde ve Türk tefekkür târihinde, Türk edebiyatında ayrı bir yeri ve ehemmiyeti vardır. Ayrıca, tarikatlar yoluyla yaşanan tasavvufun Türk târihinde, içtimâi, ahlâkî, hat tâ iktisadî hayâtında büyük bir yeri olduğu malûm. Bu bakımdan Kuşeyrî Risalesi gibi çok muteber bir kaynak eserin ve müellifinin bizde büyük tesirler icra ettiğini söylemek mübalâğa sayılmaz. «Tasavvuf sutûrdan değil, sudûrdan öğrenilir» sözü, tasavvuf düşüncesini, hayâtını ve hattâ metodunu ifâde eden tasavvufî bir dövizdir. Bunun mânâsı şudur: tasavvuf satırlardan veya kitaplardan değil, gönüllerde, kalbler-de yaşanarak öğrenilir. Bu sözün muhtevasını en iyi benimseyip tatbik eden
de bizim milletimizdir, desek isabetli olur. Kuşeyrî Risâlesi'nin bu bakımdan Osmanlı sultanlarının husûsi ve en değerli eşyalarının bulunduğu Topkapı iç hazînesinde bulunan birkaç kitaptan biri olduğu bilinmektedir. Ayrıca, asrımızın başlarında, tekkelerin ıslahı ile ilgili fikirlerini açıklayan Gökalp, en tesirli ilâçlardan bi rinin de Kuşeyrî ve Gazzalîde birleşmek olduğunu ve tekkelerde bu kitapların okutulması gerektiğini ifâde etmişti. (25 Temmuz 1325, Diyarbakır Peyâmî Gazetesi, sayı : 7)
Diğer sahalarda olduğu gibi, tasavvuf ve tarikatlar târihinde de kendimizi araştırmaya yeni yeni yöneldiğimiz bir dönemde, tarikatlar öncesi tasavvufî kaynakların bilinmesine nekadar çok ihtiyacımız var. Bu bakımdan, îmam Kuşeyrî (öl: 465/1072)'nin bu mühim eserinin îtina ile tercümesi ve neşri büyük bir boşluğu dolduracaktır. Mütercime bu bakımdan teşekkür ederiz.
Kitabın sonundaki bir listeden öğreniyoruz ki Süleyman Uludağ'ın Kelâbâzî'-nin yine ilk kaynaklardan olan «et-Taar-ruf limezheb-i Ehli't—tasavvuf» adlı eserini de tercüme etmiş. Biz, kıymetli mütercimden, «Avârif'ül-Maârif», «Kûtûl-Ku-lûb», «er-Riaye lihukûkillah» gibi Gazza-li'ye de kaynak olmuş ana kaynakların, hattâ «Hilye»nin tercümesini de isteyelim ve Allâh'dan çalışmalarında yardım dileyelim.
K7TSF.YRÎ RîfcÂlJRSÎ
• - — ^ — — —
TÖRE-DEVLET YAYINEVİ
Turizm veTamtma Bakanlığı roman, TRT radyofonik oyun, Türk Edebiyat Cemiyeti roman, Türkiye Milli Kültür Vakfı roman,
Armağanları sahibi
EMİNE IŞIMSU ESERLERİNİ TAKDİM EDER.
E M İ N E IŞIIMSU
ı topraklan
Enjıtftıss? lWf l i% İŞIIMSU
küçüfc Ğmım
0 çiçekler büyür Ç I K T I
MUTLAKA OKUYUNUZ
>£</ Oağıtım
ANKARA CAD 46. SİRKECİ. İSTANBUL
•
İ l l i İM 11| J " •m
TÖRE - DEVLET YAYINEVİ YENİ ESERLERİNİ TAKDİM EDER.
Çiçekler Büyür — Emine IŞINSU Acı Su — Hasan KAYIHAN Kutlu Töre — Alper AKSOY Aşk ve Zafer — Halide Nusret ZORLUTUNA
T Ö R E D E V L E T YAYINEVİ
Doç. Dr. Necmettin Hacıeminoğlıı m ESERLERİMİ T A K D İ M EDER.
Oositim. BÜTÜN ftUmURDA
GÖNÜL TELLERİM
—Kardeşim Salman Kapanoğlu'na
Ahh.. çektikçe sinesinden ağları Dillere sor, dil söylesin, sen ağla. Dert ehline engel çıkan dağları Sellere sor, sel söylesin, sen ağla.
Ahu gözlüm iffet ile âr'ını Miheng'e vur aşk-ı Gönül nâr'ını Seher vakti bülbüllerin zâr'mı Güllere sor, gül söylesin, sen ağla.
Sürmeli'ye yâr oldu mu Senem'i? Nice aşık çekmedi mi veremi? Yakan nedir Aslı için Kerem'i? Küllere sor, kül söylesin, sen ağla.
Karacoğlan her güzele boy biçti Ol mecliste mey içilip can göçtü Bu çığırdan kimler gelip, kim geçti? İllere sor, il söylesin, sen ağla.
Görüp yandı bir çadırda meşk'ini Mecnun olup döktü gözden eşk'ini Leylâ deyip, Mevlâ olan aşkını Çöllere sor, çöl söylesin, sen ağla.
Zikir çeken Dedem Korkut pir'i sen Batar mısın bu deryada yürüsen? Can Yunus'un bir aşkında bir'i sen Tellere sor, tel söylesin, sen ağla. Naci ÖZER
44
HASAN KALÜMÇİ
ENKAZ!
İTÖRE'nin Hikâyesi| «Senin gördüğün kadar ihtiyar deği
lim oğul. 1330 luyum, öyle bilirim. Altmışını geceli daha birkaç yıl oldu. Aklımda, geride bıraktığım yıllardan, hele çocukluğumdan pek birşey kalmadı. Unuttum desem, unutmadım. İnsan unutmasına unutmuyor da, aradan çok yıl geçtiği için olacak hatırlayamıyor. Hâtıra lar, aklımın köşelerinden birinde öylece duruyor. Gün geliyor, olayları hatırlıyorum. Duruma göre, bâzı zamanlar gülüyorum. Hatırladıklarımdan bâzıları ise, «ah» çektirecek kadar üzüyor beni. Bak, şimdi yine birşey gelmedi aklıma. Biraz düşündüm mü, birer birer çıkar gelirler. Yeter ki, biraz düşüneyim...»
«Konuşmakla canını sıkmıyorum, değil mi? Hem konuşuruz, hem de ayakkabını pençelerim, iyi etmiş de getirmişsin. Kösele pabuçların altı çabuk eskir. İşte, tam böyleyken, kösele çivi tutacak durumdayken üstüne en iyisinden lâstiği pençe olarak çaktık mı karada ölüm olmaz gayri. Altı ay tozda da giy, çamurda da. Altı ay sonra pabucun sağma soluna bir daha bakarız. Bir altı ay daha ayağında taşırsın. İşte şu lâstikten kesiyorum pençeliği, keseyim mi?.. Bu en iyi lâstik oğul, memnun olacaksın...
«Babam öleli epey oldu. öldüğünde yetmişinde ancaydı. Çocuklukta baba yüzü görmedim desem, inanmazsınız. Harb-ler bizi baba yüzüne hasret bıraktı. Harb-ler bir yandan, —o zaman böyle meyve,
sebze bolluğu nerde?— kıtlık diğer yandan, fakirlik öbür taraftan... Çok çektik, çok... Yukarıda Allah var, o yılları zengini de, fakiri de birlikte yaşadık, birlikte ızdırap çektik. Kıtlığı da, harble-ri de, yokluğu da birlikte yaşadık. Babam, bizden çok babam çekti, hayâtın en zor yanlarını. Onun bir cephede yaralandıktan sonra köyüne dönüşü vardır ki, anlatılmaya değer. Dinle... Kolundan kurşunu yemiş. Nişan alamaz, kurşun sıkamaz olduktan sonra niye orada dursun? Sürünerek geriye gidecek. Tepesinde kurşunlar vızır vızır... Önünde, yolu üstünde boylu boyunca uzanmış, yatan bir asker.Bir-iki dürtmüş, sonra anlamış ki o bir şehittir. Ruhu varacağı yere varmıştır. Bedenini kenara çekmesi, yol açması mümkün değildir. Şehit askerin hemen sağında ve solunda yine bizim askerlerimiz. Yunan'a mı desem, İngiliz'e mi desem, Fransız'a mı?... Bir gavur ordusuna kurşun sıkmaktalar. «Yaralandım ağalar, şu askerin cesedini biraz çekiverin de geçeyim» dese, onu duymazlar bile. Duysalar bile göz düşmandadır, el tetikte. Kendisiyle kim ilgilenir. Babam düşünür, orada kalsa olmaz... Cephe gerisine gitmeli, tedavisini yaptırmalı, sonra yine cepheye gelmelidir. Geçebileceği tek yol vardır, o da şehit askerin üstü. O zaman karşıdan kurşunları yemek de var. Fakat, başka yol yok. Sürünerek cesedin üzerinden öteye geçmeye çalışır, geçer de... Belinde bir sıcaklık duyar. Elini götürür
TS- AT T r?mrr»t 45
ki, kan vardır... Belinden etinin bir kısmı yok olmuştur. Kan kaybeder, bayılır. Gözünü açtığında hastahanededir. Tedavisi altı ay sürer, iyi olmaya başladığı zamanlarda, hemşireler ona portakal yedirmek isterler. O kapar ellerinden portakalı, ka-buğuyla yemeğe başlar. «Amca, portakal öyle yenmez» deseler de dinlemez. Vücudundaki hararet, onu böyle davrandırır. Altı ay sonunda iyileşir ve hastahaneden çıkarılır. Fakat, onda cepheye gidecek durum yoktur gayri. «Memleketine git» derler. Sırtına, altı ay önce vurulduğunl a giydiği kanlı, yırtık asker elbiseleri giydirilir.
«Bundan sonrası daha da acıdır oğul. Babam, ay ışığının ortalığı gündüz gibi şavkarttığı bir gece memleketinin toprağına gelmiş. Onca yolun yorgunluğuna rağmen, ayaklarına can gelmiş. Aylardır haber alamamanın verdiği a rzu/ la babasını görmek için yürümüş. Yürümüş ya, postallar sürünürmüş yolda. Takır tukur postal sesleri doldurmuş geceyi. Bağ evlerinin önüne geldiğide kupür kupür ediyormuş yüreği. «Baba» diye haykırmış birkaç defa. Önceleri ses gelmemiş içeriden. Sonra üvey anasının ince sesi duyulmuş. «Baban öldü...» O kadar. Sonra ne ses gelmiş içerden, ne de üvey anası görünmüş. «Hoşgeldin» diyememiş çıkıp ta... Gönlünde babasını dünya gözüyle görememenin acısıyla, evine, karısına, çocuklarına kavuşmak için yürümüş.
«Bir ses gelmiş kulağına, ince, yalvaran bir ses. Dinlemiş. «Oğlum gelecek mi aydede?.. Sen oğlumu gördün mü?.. Sağ salim dönecek mi?» Beyaz başörtüsü altında yaşlı bir kadın aydede ile konuşuyormuş oğlu için. Aydededen haber soru-yormuş, oğlundan. Sonra, babamın postal seslerini duymuş. Oğlu sanarak koşmuş babamdan yana. Bakmış ki, oğlu değil. Fakat yabancı da değil. «Hoşgeldin Mustafa» demiş, elini öptürmüş. «Oğlumu gördün mü, gelecek mi, dönecek mi?» di-\ e sormuş. «Birbirimizi askerde hiç görmedim» demiş babam, «inşallah döner» demiş. Kadın, «gel,» demiş, «üzüm ye,
karnını doyur» Üvey anasının davranışı yanında bu kadının birşeyler ikram etmek istemesi hislendirmiş babamı. «Çocuklarımı göreyim önce» demiş, ağır ağır yürüyerek evine gitmiş.
«İşte böyle oğul... Zor günlerdi onlar. Babam, harbden çıktı, harbe girdi... Harbden çıktı, harbe girdi. Serbestken ne yapar, eder, üç-beş kuruş kazanır, iyisinden birkaç merkep veya bir at sahibi olurdu. Onlarla şehre leblebi taşır, nakliye ücreti ile de pırasa, ıspanak getirirdi. Sebzeleri de bizim ilçede satar, biraz da oradan kazanırdı. İşleri yoluna koymuşken bir harb daha çıkar, harbe elindeki hayvanlarla birlikte götürürlerdi onu. Para yok denecek kadar az, yiyecek, içecek kıt... O günlerin çocuklarının kıçlarında yamalarından aslı kaybolmuş don, üstlerinde de bir göğnek olurdu. Şimdikiler gibi çorap, pabuç görmezdi ayaklarımız. Bayramlarda belki... Bir bayram parlak derili pabuçlara kavuşmuştum da, ne kadar eş-dost varsa göstermiştim. Dayım, parlak derili pabuç- > larımı saklamıştı, ağlatmıştı beni. Kış mevsimlerinde buz tutar, o soğuklarda biz çocuklar buzun üzerinde oturur, kayardık. Tabiî, ayağımızdaki donlar da yır-tılırdı. Anamdan dayağı en çok bu sebepten yerdim. O don yamamaktan bıkmıştı da, bazen buzda kaymaktan ve don yırtmaktan usanmamıştım.
«Gördün ya oğul. Unuttuğumu sandığım hâtıralarımı, aklım bulup çıkarıve-riyor bâzı, böyle... Kafanı şişiriyorum ya... Muhabbet olsun. Eski yazıyı hocaya giderek öğrendim. Yeniyazıyı da, ilk çıkıverdiğinde kahvelerde öğrettiler. Gazete bile okuyabiliyorum. Çocukluğu geride bırakıp, bir işte çalışabilecek yaşa geldiğimde leblebiciliğe girdim. İnşaatta çamur çekmeye kadar her işte çalıştım. Ben de babam gibi şehre leblebi taşıdım, şehirden pırasa, ıspanak getirdim, sattım. Askerliğim çıkıncaya kadar eve üç-beş kuruş getirmek için didindim durdum. O kadar çalışmamıza rağmen, bizim evin en büyük korkusu tahsildardı. Para o kadar kıt idi ki, devletin istediği
46 KALLEMCİ
vergileri veremiyorduk. Evden bâzı zamanlar kap-kacak, bâzı zamanlar kilim bile gidiyordu tahsildarın elinde. Bir keresinde hatırlıyorum, tahsildar yine gelmiş, kapıya dayanmıştı. İki-üç adım da bahçe kapısından içeriye girmişti. Babamın «para yok» demesine aldırış etmemişti. Babam, gözlerinde deli pırıltılar, yüzünde herşeyi göze almışlığın izleri ile «yetti gayri» diye öyle haykırdı ki, tahsildar çekilip gitmek zorunda kaldı.
«Hep dertli dertli konuşacak değiliz ya oğul, biraz da neşeli yanlarını anlatayım sana. Bayramlarda âdettir bizim oralarda, yeniyetme gençler içerler, sokaklara çıkarlar. Kolkola, türküler söyleyerek dolaşırlar. Kızlar, kadınlar çarşaflarının arkasından gizli gizli bakarlar onlara. Ben de katıldım birkaç defa içlerine, ben de içtim onlarla. Türküler söyledik, sızm-caya kadar. Sonunda eve arkadaşlarımın sırtında götürüldüm. Evin bahçesine indirdiler ki, karşımda babam... «Baba, baba...» demişim sarhoş ağzın gevikliğiyle. «Gahpa alazağar... Bacak kadar boyuyla...» diye gürledi babam. Şimdi içmiyorum gayri. Askerliği yaptıktan sonra bir damla içki koymadım ağzıma, namaza da başladım. Beş vaktin beşini de cemaatle kılmaya çalışırım.
«Askerlikten sonra bana gurbet göründü. Oğul, bizim oralarda toprak serttir. Bir evin üç oğlu varsa ikisi karnını dışarda doyurmaya mecburdur. Ben de kucakladım örsü, çekici. Bir de merkep aldım. Çıktım yollara. Köy köy dolaştım. Pabuç tamir ederek para kazandım. Kazandığımı da götürdüm, babama verdim. Yıllarca böyle çalıştım. Ağam da gurbetteydi, inşaat işlerinde çalışıyordu. Gittiği ilçede evlendi. Sıra bendeydi ya, neyle evlenecektim? Hangi parayla, kimin kızıyla? Köy köy eskicilik yaparak gezerken, Allah'tan beni de sıcak bir yuvanın sahibi yapması için çok yalvardım...
«Biz eskiciler köylere yalnız gitmezdik. Öyle her köye de uğramazdık. Şimdi gitmiyorum gayri. İlçe pazarlarını geziyorum. Onu diyordum ya, köylere yalnız gitmezdik. İki kişi olurduk çok defa.
Biz köylüleri, köylüler bizi tanıdı yavaş yavaş. Çoğu zaman köy odalarında kalır, ikram edilen sıcak çorbaları kaşıklar, karnımızı doyururduk. Hayvanlarımız da ahırda saman, arpa yerdi. Nasıl, her milletin bir dili varsa, biz eskicilerin de ayrı konuşması vardır. Para'nm adı «Nazilli» dir bizde. «Al, iste» demek için de «Tekunar» lâfını ederiz. Pabuç tamir ettiren zenginse, parayı çok istemem için yanımdaki arkadaşım işaret verir, «Nazilli çok tekuna» diye. Yanımdaki arkadaşa pabuç tamir ettirenin yoğurdu olduğunu biliyorsam, ben de ona hatırlatırım: «Ak-değnek tekunar.» Umduğum gibi olur, yoğurt, yanında ekmek de olduğu halde, gelir, öyle yemeğimiz olur. Pabuç tamir ettiren samanı bol birisiyse, «kıtır sapı tekunar» deriz. Köylüden hayvanlarımız için saman da gelir... Köylerde böyieydik oğul. Bizim de dünyâmız böyle, geçinip gidiyoruz...
«Ayakkabıların iyi oluyor oğul. Şu çivileri çaktıktan sonra tabanlarına demir de koyalım. Hemen aşınmasın... Ne diyorduk? Evlenmek... Yaşım otuzu geçmişti evlendiğimde. Rahmetlik kayınpederim elimden tutmasa, namazında niyazında dürüst bir genç diye bana güvenmese, kızını bana vermese zor evlenirdim. Anam, babam, beni everecek gücde değilerdi. Evlenmek için para biriktiremiyor, üç kuruş artırırsam babama gönderiyordum. Neyse, bu ilçede evlendim, burada kaldım. Yine kayınpederimin yardımıyla bir ev yerine sahip oldum. Derme çatma iki odacık yaptım. Orada oturuyorum şimdi...
«İşler Allah'a şükür iyi. Eskisinden çok daha iyi... Pabuç fiatları pahalılanm ca, müstamel pabuç isteyenler çoğalıyor. Nice memurlar müstamel pabuç giyiyor şimdilerde. Pabuçları saklı saklı alıyorlar. Nedense utanıyorlar oğul. Ben de anlayış gösteriyorum onlara. «Filânca yerdeki memur müstamel pabuç giyiyor» diye duyulsa yakışık almaz tabiî...
«Eskiciler mi?.. Bu sokak gibi, ilçelerin pazar yerlerinde eskici sokakları vardır. Belediye bize yer gösterir. Oralarda
ENKAZ 47
sergimizi kurar, örsümüzü çakar, pabuç tamir ederiz, müstamel pabuçlar satarız.
I Gördüğün gibi, dört kişiyiz, bu işi yapan. Eskiden daha çoktuk. Ölenin yerine yenisi yetişmiyor. Bir ayağımız çukurda. Bizler de ölürsek eskicilik ortadan kalkacak. Şu gözlüklü eskicinin oğlu emlâkçi, şu gördüğünün iki çocuğu var, devlet dâirelerinde memur. Şunun bir oğlu var, bankacı. Benim büyük oğlan öğretmen oldu, diğerleri de okuyor. İşler kibarlaştı gayri oğul. Biz pabucu tamir ederken elimizde dikiyoruz. Ne de olsa kaba düşüyor. Gençler, makine dikişi istiyor. Bizim el dikişinin yanında makine dikişi kibar düşüyor. Eskicilikten şikâyetim yok oğlum. Allah'a şükür, bugüne kadar beni aç koymadı, boş da bırakmadı. Çoluk çocuğu da bu örsün basında kazandıklarımla doyurdum... Hâlen de öyle...
«îşte, pabuçların oldu. Dur bakayım, içine çivi kaçmış mı? Çivi varsa örste döveyim de ayağıma dokunmasın. Bu tekinde yok. Şunda... Bir tane var. Dur, döveyim güzelce... Çekici yeyince koşuldu. Simde ayağına dokunamaz. Pabucun çok sağlam oldu... Buyur. Pabuç, kendi pençesinin üstüne bir pençe daha vurulunca biraz kubat oluyor ya, sağlam da oluyor. Sen sağlamlığına bak oğul. Kibarlık fakir fukara işi değil... Giy...
«Memleketin durumu mu dedin? Bugünlerde bir enkaz lâfıdır, aldı yürüdü. Kafanı iyice şişirdim, yine soruyorsun, beni konuşturuyorsun. İstersen konuşurum. Yurdumuzun, ellerin toprağından nesi eksik. Havası iyi, suyu iyi, toprağı geniş... Çocukluğumu anlattım sana ya... Şimdilerde enkaz yok. Eskidendi o... Ben Atatürk devrini gördüm oğul... Harb üstüne harb gördüğümüz o yıllardan sonra memleketin hâli tam bir enkaza benziyordu. Şimdi enkaz yok... Evinin önünde atı olan, şimdikilerin mercedes taksi
I sahibi olanları gibiydi, o zamanlar. Şimdilerde yollar açıldı, köprüler yapıldı. Daha da açılıyor, yapılıyor. Açılan yollar dar gelmeye başladı taksilere, otobüslere. Eşekler, etinden sucuk yapılan hayvan gözüyle bakılıyor şimdi. Köylü tarlasına trak-
48
törle gidiyor. Şehirler hava alanı istiyor, uçaklarla yolculuk yapmak zamanı geldiğinden. Fabrika bacaları her yerde tütüyor. İstesek, her köye fabrika yapacak güçteyiz. Okular açıldı. Sebze, meyve, her türlü gıda bol. Çalışmak isteyene iş var. Yeter ki biraz kendini üzsün. Yemek isteyene de aş var. Eğlenmek isteyen de her türlü yer buluyor. Böyle enkaz mı olurmuş oğul?.. Sen bakma öyle lâflara...
«Haa, şuna enkaz diyorlarsa doğru söylerler: Particilik yanlış bilindi bizde oğul. Particilik bizde inatçılık. Devlet dâireleri rüşvet, iltimas, adam kayırma yeri. İşi, aşı önümüzde buldukça, karnımızı doyurdukça Allah'ı unutuyor gibiyiz. Cami cemaati yavaş yavaş azalıyor şimdilerde. Meyhaneler çoğaldı.' Yatsı namazında bakacaksın, bir camide on kişi saf tutuyorsa, bir meyhanede yirmikişi vardır. Allah sonumuzu hayırlı etsin. Vatandaş devlet dâiresine girerken tedirgin... İnsanımızın birbirine güveni yok. Kalbimiz çürüyor oğul... Milletimizin bir yanları çürüyor... İşte, benim gördüğüm enkaz bu, yıkılış bu... Doğru veya yanlış... Ben böyle görüyorum, oğul. Onu da söyleyeyim, sen sordun da, ben öyle konuştum. Yoksa ben olur olmaz yerlerde, herkesle konuşmam. Seni sevdim nedense?... Sonra, seni bir yerlerde görmüş gibiyim. Bir yerde karşılaştık seninle... Dur, birazcık düşüneyim... Sen camiye gelir misin oğul, camiye?.. Yaa, deminden beri söylesene. Çarşı camiinde, yatsı namazında görmüştüm seni. Şimdi hatırladım... Namazlarımı mahalledeki camide kıldığımdan oraya seyrek gelirim. Yine de hatırladım... Nee, sen memur musun? Namaz kılan bir memur ha?.. Aferin oğul, aferin... Allah, ne muradın varsa versin. Aferin... Dur, dur gitme. Sana elli lira demiştim ya, sevdim seni. Şu onluğu al.. Al, al, nazlanma. Zâten aldığın aylık yet-miyordur. Öğretmen oğlumun hâlinden biliyorum. Ayın onbeşi geçince elinde parası kalmaz. Al şu on lirayı. Sana pençe işi kırk lira... Arasıra gel, konuşuruz. Uğurlar olsun...»
KALLEMCI