408. - Ülkünetulkunet.com/ucuncusayfa/tore_93_yeni_6381.pdf · kuşeyrî risalesi (kitap...

48
AYLIK FİKİR ve SANAT DERGİSİ TÖRE'DEN FARUK NAFİZ GÜRAKAR Harput'a Hasret . . . . AHMET B. ERCİLASUN Yetik Ozan SADIK KEMALOGLU Yolcu Yolun Esiri . SADIK KEMAL TURAL Yetik Ozan'ın Şiiri Etrafında 9 HÜSEYİN MÜMTAZ Millî Hedefler ve Ulaşma Yolları 13 Azerbaycan Şiirinden örnekler 14 NÂDİR DEVLET Kırım Türkleri . Prof. Dr. HİKMET TANYU Türk Töresi Üzerine (1) . 18 20 RIZA AKDEMİR Bir Vatansızın Hikâyesi 30 Prof. Dr. MEHMET ERÖZ Dış Türklerde Dil Faciası 32 TÜRKER İNANÇ (Tercüme) Sovyetler - Doğu Avrupa Münâsebetleri . 36 Dr. SÜLEYMAN HAYRİ BOLAY Kuşeyrî Risalesi (Kitap Tanıtma) 40 NACİ ÖZER Gönül Tellerim 44 HASAN KALLİMCİ ENKAZ! (Hikâye) 45 Töre, T. C. Millî Eğitim Bakanlığı'nca Tebliğler Der- gisi'nin 8 Kasım 1976 târih ve 1906 numaralı sayısının 408. sayfasında tavsiye edilmiştir. Her türlü haberleşme adresi : PK. 211, Kızılay . ANKARA Abone şartları : Yurt içi yıllık : 120 TL. Yurt dışı yıllık : 240 TL. Yurt içi havaleler 71978 nu- maralı posta çekine; yurt dışı havaleler Türkiye îş Bankası, Ankara Gaziosmanpaşa Şube- si 72 numaralı hesaba yapıl- malıdır. Kurucusu : HALİDE NUSRET ZORLUTUNA Sahibi ve Sorumlu Yazı işleri Müdürü : EMİNE IŞINSU ÖKSÜZ Basıldığı yer : BİMAŞ Matbaacılık Ltd. Şrt. Tel : 29 24 08 - ANKARA ilân Şartlan : Tam sayfa : 5.000 TL. Yarım sayfa : 3.000 TL. İ/4 sayfa : 1.500 TL. Her hakkı mahfuzdur. TÖRE' de yayımlanan yazılar, TÖRE Dergisi'nden yazılı izin alın- madıkça hiçbir surette ikti- bas edilemez. YIL : 8 SAYI : 93 ŞUBAT : 1979

Upload: others

Post on 17-Jan-2020

28 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

AYLIK FİKİR ve SANAT DERGİSİ TÖRE'DEN

FARUK NAFİZ GÜRAKAR

Harput'a Hasret . . . .

AHMET B. ERCİLASUN

Yetik Ozan

SADIK KEMALOGLU

Yolcu Yolun Esiri .

SADIK KEMAL TURAL

Yetik Ozan'ın Şiiri Etrafında 9

HÜSEYİN MÜMTAZ Millî Hedefler ve Ulaşma Yolları 13

Azerbaycan Şiirinden örnekler 14

NÂDİR DEVLET

Kırım Türkleri .

Prof. Dr. HİKMET TANYU

Türk Töresi Üzerine (1) .

18

20

RIZA AKDEMİR Bir Vatansızın Hikâyesi 30

Prof. Dr. MEHMET ERÖZ

Dış Türklerde Dil Faciası 32

TÜRKER İNANÇ (Tercüme) Sovyetler - Doğu Avrupa Münâsebetleri . 36

Dr. SÜLEYMAN HAYRİ BOLAY

Kuşeyrî Risalesi (Kitap Tanıtma) 40

NACİ ÖZER

Gönül Tellerim 44

HASAN KALLİMCİ

ENKAZ! (Hikâye) 45

Töre, T. C. Millî Eğitim Bakanlığı'nca Tebliğler Der-gisi'nin 8 Kasım 1976 târih ve 1906 numaralı sayısının 408. sayfasında tavsiye edilmiştir.

Her türlü haberleşme adresi : PK. 211, Kızılay . ANKARA

Abone şart ları : Yurt içi yıllık : 120 TL. Yurt dışı yıllık : 240 TL. Yurt içi havaleler 71978 nu­maralı posta çekine; yurt dışı havaleler Türkiye îş Bankası, Ankara Gaziosmanpaşa Şube­si 72 numaralı hesaba yapıl­malıdır.

Kurucusu : HALİDE NUSRET ZORLUTUNA

Sahibi ve Sorumlu Yazı işleri Müdürü : EMİNE IŞINSU ÖKSÜZ

Basıldığı yer : BİMAŞ Matbaacılık Ltd. Şrt. Tel : 29 24 08 - ANKARA

ilân Şar t l an : Tam sayfa : 5.000 TL. Yarım sayfa : 3.000 TL. İ/4 sayfa : 1.500 TL.

Her hakkı mahfuzdur. TÖRE' de yayımlanan yazılar, TÖRE Dergisi'nden yazılı izin alın­madıkça hiçbir suret te ikti­bas edilemez.

YIL : 8 SAYI : 93 ŞUBAT : 1979

/ . " ; •

ta «ekonomik» olup, ihtilâlin kahraman­ları heryerde «işçi sınıfı» olacaktı.

Büyük sözler... ve gerçekleşmeyen kehânetler

Komünistlerin işbaşına geldikleri her memlekette bu ihtilâl, memnuniyetsizler kitlesinin iplerini çekmesini iyi beceren diktatör ruhlu liderlerin, mevcut becerik­siz idarecileri devirmeleri ile gerçekleşti. Yâni, işlerlik kazandırılamayan demok­rasilerden faşist rejimlere geçişin klasik metod ve tecelisi ile.

Kaldı ki Türkiye'de, Marks'm anladı­ğı ve tarif ettiği mânada bir kapitalist cemiyet teşekkül etmemişti. Tuna'dan öte­si hakkında elinde yeterli veriler bulun­madığını samimiyetle, itiraf eden Marks, meseleyi fazla kurcalamaktan kaçınmıştı.

Bunu, O'nun lehine bir puan olarak değerlendiririz. Gelgelelim, Tuna'nm bu tarafında yaşayan nice kıymetli «bilim­sel sosyalistler» marks'dan fazla marksçı kesilip, ATÜD (Asya Tipi Üretim Tarzı) üzerine nice inciler döktürmüşlerdir... Bu da bir başka sayfa.

«SAĞ» VE «SOL» Kendimize has tarihî gelişme seyri­

miz içinde teşekkül etmiş ve şimdi çatış­ma halinde olan Türkiye'deki «sağ» v< «sol» akımlar, esasta, millî kültüre bağlı ve onu korumak isteyen kitleler ile, Ba­tılılaşma yolunda millî kültürümüzü tah­rip mecburiyetine inanmış siyasî aristok­rasi arasında cereyan etmektedir. Son se­lelerde, kitle haberleşme vasıtalarının kontrolünü büyük ölçüde ele geçirmiş olan bu siyasî üst zümre mensupları, çağ­daş teknolojinin mümkün kıldığı beyin yıkama metodlarmı kullanarak, halk ara­sında da bir miktar taraftar kazanma imkânını bulabilmişlerdir.

İşte bu tablo içerisinde, başlangıçta Batılılaşma özlemi ile yanarak, mes'elele-rin çözümünü Batı'dan ithal malı fikir­lere bağlayanlar, neticede yarımyamalak hazmedilmiş bir «bilimsel sosyalizm», yanlış anlaşılmış bir «hümanizma» ve «terör» metodlarına dayalı bir «demok-

DEN

Kıymetli Okuyucularımız,

Marksist ideoloji, bize Batı ülkelerin­deki muhtelif fikir akımlarından mül­hem, Batı dillerinden yapılan tercümeler yoluyla, ve Batılılaşma gayreti içinde­ki kozmopolit entelektüellerimiz eliyle gelmiştir.

Şimdi bir ân düşünelim... Ne demiş­ti, Marks? Cemiyetler tarihinin akışı için­de «kapitalist dönem», kendi bünyesinde taşıdığı «çelişkiler» sebebiyle, ve kaçı­nılmaz bir «gerekirlik» İle, önce «sosy hst» sonra da «kapitalist» aşamalara ir lâb eyleyecekti, insanlık tarihinin bu mu­kadder akışını belirleyen faktörler esas-

rasi» (marksist terminolojide, «kitle te-rürü» ve «proleterya diktatörlüğü») gibi fikir ve eylem planlarıyla bugün karşı-mızdadırlar.

Beyaz yakalıların ihtilâlci, mavi ya­kalıların ise nizam'dan yana oldukları bir memleket...

Marksist çerçeveye göre, çelişkilerin çelişkisi...

Halbuki mes'eleyi kendi içtimâi tarih çizgimiz açısından ele alacak olursak, ka çınılmaz ve tabiî netice.

HANGİ MODEL? İhtilâl, Marks'm öngördüğü gibi

kalabalık işçi kitlelerinin «sınıf» şuuru­na vararak başkaldırmaları ile değil, harb ve açlıkta sefil düşmüş bir Doğu memleketinde, kendileri «burjuva» kö­künden gelme, ihtilâlci bir kadronun ba­rış ve ekmek vaadleri ile gerçekleşti. Hem de Marks'm, millet olarak nefret ettiği, ülke olarak aşağıladığı Rusya'da...

Komünizme kayan diğer ülkelerde de tekrarlanan model bu oldu. Kapitalist Ba-tı'da ise düzen, sıkıntılarının üstesinden gelmesini becerdi ve demokratik nizam içinde sosyal devlete geçiş süreci heryer-de hâkim temayül oldu.

Tedavisi gayri mümkün katı marks-çılar bugün halâ, birgün Batı'nm ilerle­miş sanayi ülkelerinde «proleterya» ihti­lâlinin gerçekleşeceği ümidini muhafaza­ya çalışıyorlar.

İşin doğrusu, sağlıklı bir ruh için, «herkesten gücüne göre, herkese ihtiyacı­na göre» temennisine katılmamak müm­kün değildir. Ancak düşünen bir kafa, bu yeryüzü cennetinin gelecekte, tarihi şim­dilik belirsiz, fakat tez olmasını herhal­de herkesin gönülden dilediği bir zaman­da mümkün olabileceğini bilir. Gelece­ğin maddî ve manevî bakımdan müref­feh bu cemiyeti, ilim ve teknolojinin iler­lemesi, bir yandan da, tâbiri affedilsin, insan ruhunun bir miktar daha «incel-mesiyle» mümkün olabilecektir.

Bunun metodu ise, körpe komsomol-larm sandığı gibi, eldeki maddî mevcû-

du bugünden paylaşarak, manevî mev­cudu ise alt hizaya çekerek herkesi umû­mî sefalete mahkûm etmek değildir.

Metod, marksistlerin nefret melodi değil, Milliyetçilerin sevgi metodudur. İlim metodudur.

Milliyetçiler gelecek için çalışır. Her milletin Milliyetçileri ise, milletler arası sömürüye karşı çıkar. İşte, bütün insan­ların insan haysiyetine yaraşır bir biçim­de, refah ve mutluluk içinde yaşayacağı geleceğin miletler camiasının anahtarı budur.

Taşıma su ile değirmen döndürüleme-yeceği gibi; fikrî işkembeye doldurulan yarımyamalak hazmedilmiş fikirlerle, ne ilim ne de sosyal felsefe mümkün de­ğildir.

Sol cenahın bir bölümünde son yıl­larda müşâhade ettiğimiz sağlıklı bir gelişmeyi memnuniyetle karşılıyoruz. Bu, yabancı modeller arama sevdasını bir ya­na bırakarak, kendi insanımızı, kendi memleketimizi, kendi kültürümüzü tanı­ma istek ve temayülüdür.

Fakat, «devrimci» (inkılâbçılık mâ­nâsına kulanıyorum) arzu ve enerjilerini hâlâ millî varlığımıza ters modellere tek­sif edenlerin niyet ve gayretlerini, mü­saade etsinler, şüphe ve tebessüm ile «izlemeğe» devam edelim.

Kendi insanına sırt çevirenlerin, in­sanlık ve insaniyet üzerine büyük lâflar etmeğe herhalde hakları olmasa gerek.

K I S A BİR N O T İnsan zihni, çoğu zaman, kendi ya­

rattığı modellerin kurbanı olur. «Sağ»

ve «Sol» deyimleri bizde büyük ölçüde esas mânâlarını kaybetmiş; kişiler, kafa­larında vatandaşları bir uçtan bir uca ip gibi dizili tahayyül eder olmuşlardır.

Cemiyet, bu modele uymak mecbu­riyetinde değildir. Tarifler muhteliftir ve çoğu zaman sahibinin görüşünü yansıt­maktan öte bir manâ ifade etmezler.

Milliyetçiler, muhafazakâr oldukları kadar, aynı zamanda inkılâbçıdırlar. Çün­kü hedef, daima daha iyisi, daha ilerisi­dir.

Esas kıstas, hedef ve metodlardaki millîlik ve gayri millîlik ölçüsüdür. Mil­liyetçi, hedef ve metodlarda millî olmayı şuurla gaye edinen kişidir.

Sol cenahta yapılan hata, metodun tek ve değişmez olduğu inancı, ve üstüne üstlük bu metodun hedef ile birbirine meczedilmesidir.

Şunu da itiraf etmekten kaçınmama­lıyız: bugün Türkiye'de «Sağ» cenahta, kendisini «Sol'a karşı» tarif eden nice kişi vardır ki, gayri millîlikte, el-Hâk, soldakilere taş çıkartır. Yakın tarihimiz­de ve günümüzdeki siyasî ideolojileri de­ğerlendirirken, görüş ve hizipler arasın­da sağ-sol sınırı tanımayan bu millîlik ve gayri millîlik ölçülerini mutlaka dik­kate almamız gerekiyor.

Bu memleketi «küçük Amerika» yap­ma hayalleri kadar, «küçük Rusya» yap­ma tasavvurları da iflâs etmeğe mahkûm­dur. Fakat, bu yanlış hesaplar ve hatalı çıkışlar ile kaybedilen kıymetli zamanı­mıza yazık oluyor. i

TANRI TÜRKÜ KORUSUN VE YÜCELTSİN.

AÇIK TEŞEKKÜR Bir seneye yakın bir zamandır şeref ve gurur duyarak hizmet ettiğim TÖRE

Dergisi'nden ayrılırken, bu müddet zarfında okuyucularımızdan ve yazarlardan gördüğümüz yakın alâka ve destek için minnettarlığımı ifâde etmeyi bir borç biliyorum.

Kurmuş olduğum dostluklar benim için ebedî olacaktır. Allah Milletimizi korusun.

Y. İ.

HARPUTA HASRET

— N. Yıldırım Gencosmanoğlu Beğ'e—

— I —

İnmese davula tokmak, başlamasa çaydaçıra, Gökte bulutlar, yerde insanlar gücenir. Dayanır deme sakın, halay'ı seyreden, Ayaklar durur, gözler kamaşır, kalb erir. Mest olmak istersek doğunun kucağında, Mevlüt'üm ses, Fikret'im söz, Zülfü'm el verir. Ateşi gür yanan ocaklara, Muhabbed balını, aşkta yananlar verir. Aşkın müebbet mahkûmu Hacı Hayri'ye, Tüm güzeller gül atar, besteler haz verir.

— II —

Bir şafak vakti Harput'ta eğri minare, Beyne akıl, kalbe sevgi, rûh'a nur verir. Önünde diz çöktüğümüz Fethi Ahmet baba, Bize, geçmişten ders, gelecekten sır verir. Olmaz deriz amma, yıllardır Arap baba, Canlı cesediyle inanç verir, öz verir. Bîr ramazan ayında Elaziz, Ayaklanır... hâk için şehit üç can verir. Mukaddes dâvanın oku fırlamış yayından, Yeniden üç hilâl dünyaya şan verir. Belki görmek nasip olmayacak; lâkin, Güvenli günler gönle şevk verir. Uzakta da olsak mümkün değil unutmak... Sonsuz hasreti gönlümüze Harput verir.

FARUK NAFİZ GÜRAKAR

Y E T İ K O Z A N

Kendi pençesiyle kazar Kurt, kabrini azar azar. «Yürek» dediğimiz pazar Kurulmuş öç doruğuna;

Can verip şan alacağım.

Töre'nin son sayısında «kurt» bakışlarıyla O'nu düm. «Pençesi» yapacağını yapmış, kabrini azar azar kazmıştı. Otuz yedi yaş, «yeşilin kendini astığı çağdır.» Yarıyla, uçurumuyla, tetiğiyle arpacığıyla O'nun şiirin­de ölüm varmış. Biz, O'nun şiirini yorumlamakla övü­nenler, bunu ancak ölümünden sonra anlayabildik.

Her gün bir mısraı dudaklarımızdan dökülen, her gün bir tavrı göz bebeklerimizi delen bir san'atkâra hâ­tıra demek mümkün müdür? «Kurt» bakışlarıyla O'nu Töre'de bir hâtıra gibi gördük.

Yıldı mevsimlerden emel korusu Gün tutuldu yazla güz arasında. Ben bülbül ölüsü, sen gül kurusu Oluverdik kaşla göz arasında.

Niçin ölümü bu kadar sevdin? Kaşla göz arasında gidiverdin. Geride ne bülbül ölüsü, ne bülbül dirisi kal­dı. Bütün güller kurudu yazla güz arasında. Ve kuru­mayan bir şey kaldı: Kaşla göz arasında. Emellerimizin korusu daha kaç mevsim birlikte çiçek açacaktı; niçin mevsimlerden bu kadar çabuk yıldın? Daha kaç yazla güz arasında güneşin tutulduğunu beraber seyredecek, arpacıkla gez arasında umutlarımızı beraber uslandıra-caktık. Umutlarımız gözlerimizin pınarından dökülür­ken sen «bülbül ölüsü», biz «gül kurusu» oluverdik.

Tezada bu derece tutkun şâir azdır. O'nun tezat tut­kusu, susuzluğu çağıl çağıl çağıldatır; kalkışla varışı kör­düğüm eder; var ile yoku kaynaştırır. O'na «tezatların şâiri» demeye hazırlanıyordum; bir Çarşamba gecesi «hayâtın tezadı budur!» dedi... Sustuk.

Bülbül şakıdıkça, kıskanç dikenler Gül dalında bıçak açmış bu sıra.

Ahım duman olmuş, boğazım baca; Sevgi içte ocak açmış bu sıra.

Geride ne şakıyacak bülbül bıraktın, ne de gül dalın­da bıçak açacak kıskanç dikenler. İçinde açılan sevgi ocağını söndürdün. Kurt pençenle azar azar kazdığın kabrinde «gelincikler leçek açmış bu sıra.» Gelinciğin rengini, gülün kokusunu bundan sonra bize kim duyu­racak?

Sensiz kaldık!... Ahmet B. Ercilasun

7

YOLCU YOLUN ESİRİ

Budin seferine çıkmadan önce «Atmaca» yerinden attın kendini. Otuz altı yıla bıkmadan önce Şâirleı yoluna kattın kendini.

«Bir bülbül ölüsü» oldun dipdiri, Bir «Kilim» de bir gül, hem de ipiri. Yolcu yolun saz da telin esiri Bitim ocağına çattın kendini.

«Ülkü Bağı» hazan oldu üzümsüz, Güllerde dolaştın basıp ezimsiz, Bir el omuzunu tuttu sezimsiz O ele bir pula sattın kendini.

Kemaîoğlu der ki Yetik de yetti, Sonunda bir büyük oyun da etti; Bülbülce yaşadı, bülbülce gitti Bir kumarda yine üttün kendini.

Sadık KEMALOĞLU

8

YETİK OZANIN ŞİİRİ ETRAFINDA

SADIK KEMAL TURAL

Yetik Ozan aramızdan ayrıldı. Gerek şiirde kulandığı değişik şekiller, gerek ustalıkla kulandığı Türkçe açısından gü­nümüz Türk şiirinin ustalarından birisi olan Yetik Ozan dünyâsını değiştirdi.

ölümünden iki gün önce, «Şiirlerimi bir araya getir, başına bir etüd yaz, bas­tır. Ben bu hafta gideceğim... Unutursan, bunları bir kâğıda yazayım...» demiş ve benim konunun kapanması yolundaki iti­razlarımla karşılaşmıştı.

Bilindiği gibi Yetik Ozan'm, «Atmaca uçurumu» adlı basılmış şiirlerinden son­ra yazdıkları, düzenini kendisinin hazır­ladığı «Ülkü Bağı»nda toplanacaktı. Her iki kitap ile gazete sayfalarında kalmış eski şiirlerini ve atışmalarını bir araya getirirseniz 100'e yakın şiir elde edilir; titiz bir şâir, kısa bir ömür için bu sayı velûdluk sayılmalıdır.

Yukarıdaki isteğini bir vasiyet kabul edip gerçekleştirmeye çalışacağım.

Sağlığında yazılmış ve kendisi tara­fından okunmuş aşağıdaki satırları-bazı küçük değişiklikler bir kenara- yayın­larken Yetik Ozan konusuna -şimdilik-bu ölçüde temas ile yetiniyorum.

ŞİİR DENEN GÜZELE VE TENKİDE DÂİR

Şiir tarifi yapmak isteyenler; bir ya­nını fazla, bir yanını eksik söylemeye mahkûmdurlar.

Şiir matematik gibi ölçülü, felsefe gibi çoğunluğun dışındakilere seslenen, müzik gibi sağlam bir kulak ile beraber zengin bir ruh isteyen, ilim gibi hayâtın küçük sırlarını fısıldayan, rüya gibi duy­gu, hayâl ve mantık unsurlarına gönlün­ce kokular, renkler kazandıran, dîn gibi yücelten, arıtan, kadın gibi kucağında avutan bir şey... Bu uzun cümleyi bir tarif diye almayınız; şiir tarifsiz güzeller­dendir.

Sanatçı, unutmaya çalıştığımız, duy­mak istemediğimiz acıları bizim yerimi­ze çeken, muhasebesine ve murakabesine tahammül edemediğimiz büyük olayları tazeliği içinde yaşayan ve yaşatan, bizim için kaçınılacak dertleri kendisinin dün­yâsı yapmış insan. Şâir yarı veli, yarı deli; ancak, en çok kendisi gibi görün­düğü zamanlar insanların hepsi; insanla­rın tamâmı olmaya kalktığı zaman, ken­di dünyâsının kıskanç, bencil tanrısı.

YETİK OZAN 9

Şiirin karşısında «niçin?», «nasıl?» so­rularını soranlara karşı Ahmet Hâşim ağır bir hüküm verir: Ahmaklıklarının verdiği açlık için gıda arayanlar.. . Ni­çin? Nasıl? kelimelerini gündelik elbise­lerinden soyarsınız, bâzan kutsi bâzan iğrenç bir merakla karşılaşırsınız. Çirkin bir şüphe, vahşi bir renk merak sanatı sorularıyla mahkûm etmeye kalkabilir; bizim bu hoyrat tecessüsle dostluğumuz zayıftır. Eleştiri, seviyesini bulmuş me­rak, umumileşmiş endîşedir.

Sosyal bilimlerin usûlleri tabiî bilim­lerden çok farklıdır; G. Lanson'un da be­lirttiği gibi ebedî tenkid (eleştiri) ve ede­biyat târihi, eleştiricinin ve edebiyat ta­rihçisinin şahsiyetini taşır. Eleştirici, ede­biyat tarihçisi, tarihçi üçlüsü, şahsîliğin basamak basamak azaldığı değerlendir­me sahalarıdır. Edebî tenkidin, edebiyat eleştirisinin edebî tarzlara, devirlere ve eleştiricilere göre cins tariflerini ve tas­niflerini yapmak mümkündür; ancak, yüz-deyüz gayrişahsîliği (objektiflik, nesnel­lik) savunanların bile ifâdelendirişinde bir şahsîlik bulunduğuna göre, tez te­melden çürük. Ayrıca, bir eserin, eleşti­riciye bir kaç yıl arayla değişik değişik yönleriyle görünmesinden tabiî ne olabi­lir? Şiirin yorumu, yorumu yapanın izle­nimlerine, izlenimleri ise hayâl, duygu ve düşünce dünyâsının zenginliğine bağ­lıdır. Roman, hikâye ve tiyatro eserine yaklaşım da bu zenginlikle doğru oran­tılı!

Sanat eserini yoğuran üç temel ölçüt (kriter) ileri sürüyoruz: Sanatkârın mi­zacı, kültür kaynakları ve seviyesi, yaşa­dığı devir...

Bu ölçütlerden ilkini sanatçının ken­disine arkadaşlık etmişlik veya sohbetin­de bulunmuşluk gibi maddî yakınlığın verdiği yeterlilik olarak almayınız. Sa­natçıyı yüzyüze tanımaktan doğan bilgi­leri pek tabiî sağlam bilgi sayarız. Fa­kat bu mümkün olmuyorsa? Meselâ, Hâ-lit Fahri'yi tanımadım; Ömer Seyfeddin'i tanıyanlar, bir kenarda görmüş olanlar bile öldüler. Bu imzalarla ilgili bâzı araş­

tırmalar ve hâtıralar yayınlanmıştır. Da­ha eskilere âit bir isim için ne yapaca­ğız; benim sevgili Nâilî'm için ne yaza­cağız? Bir yazarın mizacını ortaya çıka­rıcı vesikaya dayanan bilgi yoksa, ilk kaynak ESER'in kendisi olacaktır; var ise, diğer yardımcı unsurlardan da fay­dalanmak pek tabiîdir. Yaşadığı devir ile kültür seviyesi ve kaynakları için de eserden hareket etmeye çalışmak, izle­nimleri diğer bilgilerle desteklemek yo­lunu, nedense, klasik edebiyatımızla uğ­raşanlar pek benimsemiş görünmüyorlar. Gerçi sanatkâra âit bilgileri çoğaltıp, eseri bu bilgilerin projektöründe aydın­latmak da mümkündür; fakat, o zaman Şeyhülislâm Yahya Bey'in şiirinin hayâtı, kültür seviyesi ve yetişme kaynaklarıyle uyuşmayacak mısralar taşıdığı görülür.

Ne kadar kaçsa, ne kadar saklanma­ya çalışsa da, sanat eseri yazarını ele verecek ipuçlarıyla doludur; şiir, yazarı­nı her bakımdan ele veren bir edebi tür olarak kabul edilemez mi?

YETİK OZAN GERÇEĞİ Yetik Ozan, yârının edebiyat tarih­

çisinin ihmâl etmemesi gereken bir şâir olarak karşımızdadır. Onun eserlerine bu ölçütler açısından bakalım:

Yetik Ozan'ın mizacının üç doruğuna işaret edelim önce:

Kıvranırken verem ile Yâr eğlenir yârem ile Mecnûn, Ferhat, Kerem ile Aynı nesepten gelirim

(Kervan)

Harami gözünü cana döndürmüş

Düz giden yolları yana döndürmüş

Beni bir uğursuz hana döndürmüş

Bir dert konar, bin dert göçer bağrından,

(Susuz Ceylan)

10 TURAL

Kuzgun konmaz, yılan akmaz yollarda

Dağarcığımıza tasa koyan el Dört yönü güneşe çıkan

çöllerde Susuzluğu altun tasa koyan el

Çileye çileye geldik Çileden çileye geldik

(Bülbüllerin İlâhisi)

Yetik Ozan'ın aşırı duygululuğu, za­mana intibaksızlığı ve zamanın dışında­ki unsurlardan kendine eş arayışı, büyük muzdariplerle ayni nesepten geldiğini kabul etmesi mizacının görünen özellik­leri... Onların arkasında, hastalık dere­cesinde bir içe dönüklük, mekân ve za­man ile beraber mizacına bile isyan eden reelden kaçış mırıldanıyor. Çağından şi­kâyetçilik zamandan kaçış şeklinde te­celli ediyor; fakat, geçmişin içinde kal­mak değil ölçünün geçmiş olduğu bir gelecekte yaşama özlemi şeklindeki bir tecelli:

Bir solukta hem dünü hem yarını yaşarım

Günleri birleştirir en gizli emellerim

Gök yeleli bir öçle dört akında koşarım

Yönleri birleştirir Cengiz'li emellerim

(Bugün)

«Bugün» adlı şiirde bu duyguları söy­leyen şâir, yârın için fazlasiyle umutlu değildir; bugün gibi dün ve yarınlar da kilitlidir;

Umudun bıçağı paslanmış kinden

Ne kına oturur ne çıkar kından

Nice ki, zaman çift kapılı zmdan

Yarınlar kilitli dünler kilitli. (Son Sürgün)

Böyle düşünen insanda, zamana, me­kâna ve insana esir olduğu fikri yerleş­mez mi? Mazlum ve esir Türkler için yazdıkları, şiirlerinin hemen hemen ya­rısına yakındır. İlk ve tek basılı şiir ki­tabının adı bile bu mizacı ve bu mese­leyi izah için gibidir: Atmaca Uçurumu...

Onun yetişmesine kaynaklık eden unsur, öncelikle memuriyetten dolayı gezmekte olan bir ailenin eşyayı ve in­sanı gerçeğe yakın bir şekilde yakalama talihi olan çocukluk devresidir. Bu gez­gincilik sırasında en uzun durakların Ka­radeniz bölgesinde o bölgenin, tabiatı ve insanı ile bir sahil şehri karakterinden ziyade, yayla veya sarp dağ kasabası niteliğindeki yapısında bulunduğuna işa­ret edelim. Geze geze tamamlanmış bir öğrenim ve eğitim. Bu gezme realiteye intibaksızlığı artıran bir unsur olarak ha­yâtına ve sanatına aksedecektir. Sonra Türkoloji tahsili... Türk Dili doktorası... Kültür seviyesi ortaya çıktı, sanıyorum. Bir iki şey daha ilâve etmem gerekiyor; şiirinde rahatça bulacağınız şeyler: Erzu­rum'da beş yıl kalmış; altı ay kar altında kalan, felsefeye ve şiire imkân veren, halk kültürünün, halk zevkinin bütün zenginliğiyle yaşadığı bir çevrede, halk şâirleri ile kurulan dostluklar. Onbeş se­neye varan saz çalma, bir ustalık saf­hasındadır.

Şimdi şu noktayı öncelikle belirteyim: Hece veznini halk söyleyişi içinde nazım-laştıran pek çok şâir vardır. XIX. asır sonlarından itibaren halk zevki ve vez­ni, mektepli şiirimizin ekzotiğidir. Fevzi-ye Abdulah Tansel'in bu konuda yaptığı bazı araştırmalar göstermiştir ki, aydın­ların yarattığı halk söyleyişli şiirler XX. asır başlarında bir moda hâline geliyor. Rızâ Tevfik'in, halk şiirini sâdece vezin ve nazım şekli olarak değil, bütün un­surları ile yaşatmaya kalkmasını, Millî Edebiyat Cereyanı üyelerinin bu yolu az çok benimsemelerini, Orhan Seyfi'nin «Şehirliyim» diye bağıran mânilerini ve diğer Karacaoğlanlaşan, Emrahlaşan, Âşık Ömerleşen şâirlerin yaptıklarını doğru

YETİK OZAN 11

buluyor muyum? Cevâbını Âşık Veysel daha güzel verir :

«Yüksek dağlarda, yaylalarda küçük beyaz çiçekler olur; râyihaları insanı ser-hoş eder. Bir şehirli o çiçeği görür, bah­çesinde, saksısında yetiştirmek ister. Ye­tiştirir de. Hattâ çiçekleri daha iri daha beyaz olur, amma o râyiha kalmamıştır».

Evet, doğru; Ahmet Kutsi Tecer'in çok güzel şiirleri vardır; bunları zevkle okursunuz, bir defa, iki defa üç defa. «Nerdesin» dışında defalarca okuyacağı­nız, ezberleyeceğiniz şiiri var mıdır? Kal­dı ki, o şiir muhtevasıyla şehirlidir. Halk Şiiri taklitçiliğine düşmesi bundandır, taklitçilik emaresi bulamazsınız.

Millî veznimiz olan hecenin, mutlak bir tercih olması meselesi de, halk gibi söyleme problemine bir bakıma benzer, ölçülü şiirin taşıdığı mükemmelik imkân­larını inkâr edebilir miyiz? Daha doğ­rusu mükemmelliği veznin zorladığını se­zebilenler azaldı mı? Fakat bu her vezin­li şeyin şiir olduğu mânâsına gelmez. Aruz ve hecenin kuralcı yapısı, kafiye me­selesi bir kenara bırakılmak kaydiyle, bir iç ahenk şeklinde serbest şiirlerde de başarılabilir; bu çok daha zordur. Kötü vezin yoktur; kötü şâirler, manzûmeciler vardır.

Yetik Ozan'm şiirleri halk şiirinin nazım biçimleri ile ve hece vezni ile yazıl­mıştır. Fakat o halk şiiri araştırmaları yapmış bir kişi olarak zaman zaman na­zım şekillerini genişletmiş, sarma ve çap­raz kafiyeyi denemiş, hele yedekli koş­mayı türkücülüğün elinden almıştır.

Halk şiirini, kendi yaşayış dünyâsını ifâde ettiği, KENDİSİ OLDUĞU için seve­riz. Yetik Ozan, ne halk şiiri taklidçisi, ne özenicisidir. O, «Çaldımsa da mîri malı çaldım» diyen Şeyh Galip gibi bizim mo­tiflerimizi başka bir biçimde söylemiştir; halk şiirindeki ham tefekkürü, yalın duy­guyu, dar hayalî, işlenmemiş dili, aşın­mış kafiyeyi, yenilememiş genişletmiş, yepyeni kılmıştır. Halk şiirini, söyleyiş ba­kımından, taklide yakın bir ifâde içinde kullandığı şiirlerinde FİRKATİ mahlasını

kulanır; bunları kitabına almayışı dikka­te değer.

Kime âidliğini kesinlikle söyleyeme­yeceğim, fakat, bir nâs gibi sarılacağım: «Şiir bediî bir tefekkürdür.» Bu hükme itirazı olan var mı?

Yetik Ozan'ın şiiri, tefekkürü ile de estetiği ile de halk şiirinden farklıdır. »Ülkü Bağı»ndaki şiirleri ise tesirsizlik-lerin ve saf şiir parçalarının hâkim ol­duğu bediî tefekkür örnekleriyle dolu. «Râyiha» yi duyurmakta usta bir şâir kar­şısındayız.

Yetik Ozan'ın kelime dağarcığı çok zengindir; tevriyeyi ve tezadı çok seven şâir, kelime seçiminde fazlaca titizdir. Bu cümle her harfi ile doğrudur ve ilk şiirleri dışındaki şiirleri için geçerlidir. O'nun çok sevdiği sıfatlar, isimler ve fiiller vardır. Yetik Ozan'm örnek verme­ye kalksak her şiirinden parçalar almaya mecbur olduğumuz bir yönü de sembo­lik bir ifâde ile telmih arasında gidip gelen zevkidir. Açık söyleyeyim, atışma­ları bir kenara, Yetik Ozan ham zevkle» rin kendilerine uygun şeyler bulacağı bir dükkân değildir. Hâşim'i anlayanın az olması, her okuduğunda başka bir lezzet ve başka bir dünyâ bulunanların çok olmaması Haşim'i değil, terbiye edilme­miş duygu, hayâl ve düşüncenin nisbe-tini gösterir, mânâ aramak yerine bediî bir sezişle hissetmeyi başaramayanlar Yetik Ozan'ı vazıh bulamayacaklardır.

Gelelim yaşadığı devir meselesine... Huzursuzluğun, tedirginliğin, mutsuzlu­ğun kol gezdiği bu cehennemde hep be­raber yaşamıyor muyuz? Türk dünyası : Soyumuzun bir kısmı Rus'a, Çin'e tut­sak; Bulgar, Yunan içre Türkçe yasak; Türkiye'de ise...

Yalçın kayalarca dişini bile Ki kopsun sabrına dolanan

çile Çek kanlı devleri, yırt hışım

ile Uçurum uçurum kazılı toprak

(Sızılı Toprak)

12 TURAL

MİLLİ HEDEFLER VE ULAŞMA YOLLARI

HÜSEYİN MÜMTAZ

Taş devrinde iki insanın, muhteme­len bir av hayvanı paylaşmak için yap­tığı kavga, yılların ve medeniyetin iler­lemesine paralel olarak aileler, kabileler, ordular, milletler, nihayet bloklararası harb hâlini aldı. İlk insanın elindeki taş, balta, kıtalararası balistik füze oldu. Ga­ye de artık, bir av hayvanının değil, bir yeraltı zenginliğinin, ya da vatanın gü­venliği için hayatî ehemmiyeti hâiz bir toprak parçasının ele geçirilmesi, payla­şılması hâline geldi. Ancak her halükâr­da da asıl gaye; ferdin ya da topluluğun menfaatidir.

Târihin; sınıflar değil, milletlerin mücâdelesini anlattığını kabul ettiğimi­ze göre, burada söz konusu olan da tabiî­dir ki, milletin menfaatidir.

Dolayısiyle, kısaca, harbin gayesinin milletin refah veya güvenliğini sağlayan millî hedeflere ulaşmak olduğunu söyle­yebiliriz.

Ancak unutulmaması gerekir ki, mil­lî hedeflere her zaman harb hâli ile ula-şılmayacaktır. Elde başka imkân kalma­dığı zaman, mevcut politik bütün yolları denedikten sonra millî hedefe yine de ulaşamıyorsak, ancak o zaman politika­nın başka yollarla devamı demek olan harb, kaçınılmaz olur.

Hemen burada, tavuk ve yumurta misâli bir mesele ortaya çıkmaktadır. Harbe kim karar vermelidir? Harbin ga­yesi olan millî hedefleri kim seçmelidir,

veya popüler bir anekdotla; «Harb as­kerlere teslim edilemeyecek kadar ciddî bir konu» mudur; yoksa «harb politika­cılara teslim edilemeyecek kadar ciddi bir konu mudur?

Millî hedefler; iktidar partilerinin, parti veya hükümet programları ile tes-bit ediliyorsa, bu partilere sızması her zaman muhtemel dînî, etnik, sosyal men­faat gruplarının sinsi emelleri, parti programlarında her zaman için yer bula­bilir ve işte o zaman harb, o politikacı­lara teslim edilemeyecek kadar ciddî bir şey olabilir.

Şahsî fikrimizce ortalama yol; «Ye­tişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri tahsilin hududu ne olursa olsun, en evvel ve herşeyden evvel, Tür­kiye'nin istiklâline, kendi benliğine ve anânat ' ı milliyesine düşman olan bütün anâsırla mücâdele etmek lüzumu öğre­tilmelidir (*) düşüncesine göre yetişmiş bürokrat bir kadro'nun millî hedefleri ve ulaşılacak yoları seçmesi lüzumudur. Yal­nız bu bürokrat kadro ve partilerimiz öyle bir zihniyette olmalıdır ki; hiçbir parti, iktidar olur olmaz, kendinden ön­ceki iktidarın devlet memurlarını, hade­me ve şoförlerine kadar temizleyemesin veya temizlemesin. İşte ancak o zaman her partiye sızan dînî, etnik veya sos­yal menfaat gruplarının temsilcileri, baş-

(*) ATATÜRK, 1922.

Azerbaycan Şiirinden Örnekler i

YERİNİ VEREBILMEZ

Men elleri kabarlı bağbanam vatanımda, Bağçamın güllerini yâd eller derebilmez. Gezişir candan aziz sevgilim gülşenimde Aşkımın celâlini kör gözler görebilmez.

Üreyimin gözüdür bu dünyaya pencere, Kalbime hakkolunur gördüğüm her manzara. Dünyanın mahmları ohunsa milyon kere Bir ana laylasının yerini verebilmez.

Gülsen : Hakkolunur : Mahnı : Layla '• Yerini verebilmez:

Gül bahçesi Kazılır Mâni (şiir türü) Ninni Yerini tutamaz SÜLEYMAN RÜSTEM

ka bir devlet sempatizanları; bakan bile olsalar, devlet çarkının dişlilerini kendi emelleri istikametine yöneltemezler. Dev­let vardır ve vatandaş gece rahat uyuya­bilir; işine, okuluna rahat gidebilir; va­tandaşın yüzü gülebilir.

özetlediğimiz şekilde, millî hedeflerin ideale yakın seçildiğini, bu hedeflere ulaşmak için bütün yolların idealist bü­rokrat kadro tarafından titizlikle denen­diğini tasavvur edelim. Mevcut bütün imkânları, kullanılmış, denenecek tek yol olarak «harb» kalmıştır.

Burada karşımıza; harbi milletin han­gi unsurlarının yapacağı meselesi çıkı­yor. İlk çağlardan bu yana, yapılan bü­tün incelemelerin ortaya çıkardığı 4 ana unsur şunlardır :

1. Kültürel güç 2. Ekonomik güç" 3. Politik 4. Askerî »

Mesleyi tersten ele alalım. Bir dev­let; millî hedeflerine ulaşmak için bu dört gücü nasıl birer işgal gücü olarak kullanır? Bu güçler ne zaman birer iş­gal gücü hâline dönüşür?

1. KÜLTÜREL İŞGAL GÜCÜ: Üç, dört yaşında sokağa oynamaya

çıkan çocuklar, hemen beline iki taban­ca uydurup «Cowboy»culuk oynayacak kadar Amerikan sığır çobanlarının hayâ­tına özeniyorsa; veya lise, üniversite ça­ğına gelen gençler, birbirlerinin bayram ve yılbaşılarmı Stalin, Mao, Lenin, Che, Enver Hoca veya birtakım satılmış şâir ve film artist1 erinin (Film basma 500.000 TL. alıp sinema emekçisi olan artistle­rin!) kartpostallarını, posterlerini teati ederek kutluyorlarsa; devlet adamları «Sovyetler artık bizim için tehlike değil­dir» deyip, arkadan «Yunanlı kardeş»ine şiirler yazabiliyorsa; DÂVA kaybedilmiş

%*1\% ü-m A -T

değilse bile, mesele vahimdir. Vatan ke­sif bir kültürel bombardıman altındadır. Yetişen nesil kendi kültürüne yabancılaş­mış, dışardan aldığı kültürü de hazmede-memiş, ne olduğu, hangi taraftan olduğu beli olmayan beyni uyuşmuş bir dinazor (beyni, cüssesine oranla çok küçük bir ilk çağ yaratığı) halindedir.

2. EKONOMİK GÜÇ : Memleket; kendi ekonomisini kendi

vatandaşlarının isteğine göre değil, ya­bancıların tekliflerine göre düzenliyorsa, hayatî sanayi tesislerini dış devletlere bir takım menfaatler karşılığı kurdurup işle-tebiliyorsa, ekonomi de işgal altındadır.

3. POLİTİK İŞGAL GÜCÜ: «Memleketin dâhilinde iktidara sahip

olanlar» dînî, etnik veya sosyal bir men­faat grubunun temsilcisi veya bir dış dev­let sempatizanı ise; «şahsî menfaatlerini» kültürel, ekonomik, askerî «müstevlilerin siyâsî emeleri ile tevhid» edebiliyorlar ve etmişler ise, devlet de işgal altındadır.

4. ASKERÎ İŞGAL GÜCÜ: 4. «Aziz vatanının bütün kaleleri

zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış, ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş», bulunma hâlidir. Tank, top, tüfek ve bizatihi ya­bancı üniforma ile tezahür eden şekildir.

Konu dışı olduğu için kısaca dokun­duğumuz bu dört güçten sonuncusunun yâni askerî gücün kullanılması bir harb i\ ânını, silâhlı çatışmayı, yâni bizatihi bir sıcak harbi gerektirir.

SOĞUK HARB * Enteresan olan ve asıl üzerinde dur­

mak istediğimiz ise diğer üç işgal hâlidir. Verilen misâllerden kolayca görülebildiği gibi ilk üç güç, yâni Kültürel, Ekonomik ve politik güç; diğer bir devlete harb îlân etmeden de birer işgal gücü hâlinde kulla­nılabilir ve diğer bir devletin hududunu geçebilir. Kilit nokta, harb îlân etmeden,

yâni silâhlı çatışma, yâni sıcak harp ol­madan bir işgalin gerçekleştirilebilme keyfiyetidir. O halde; nasıl askerî gücün kulanılması hâline «sıcak harb» diyorsak; ekonomik, politik ve kültürel güçlerin kullanılmasına da kolayca «soğuk harb» diyebiliriz.

İşte; II. nci Dünyâ Harbinden bu yana bütün dünya sathında devam eden har­bin tarifi budur.

Otuz kusur senedir, IU'ncü Dünya harbi «Soğuk Harb» alanında devam et­mektedir.

Psikolojik harb, devletlerin kendi sı­nırları içindeki ayaklanmalara karşı koy­maları, devletlerin işgale uğrayan vatan toprakları içinde veya diğer bir devlet sınırı içinde uyguladıkları ve adına çete harbi, gerillâ harbi, ajan harekâtı dedik­leri bütün olaylar bu «soğuk harb» terimi­nin anlamı içindedir.

Soğuk harbin tercih sebepleri ve uy­gulanma şekilleri her ülkede değişiklik­ler arzetmekle beraber, ortak yönleri ele alacak olursak şu asgarî müştereklerde birleşebiliriz.

Tercih Sebebleri : a. H'nci Dünyâ Harbinden beri, ça­

ğın gelişen teknolojisine paralel olarak, kitle haberleşme vâsıtaları da (Radyo-TV-basm, sinema, tiyatro) gelişmiştir. Böy­lece, meselâ Vietnam'da meydana gelen bir olay aynı gün bir Kanadalıyı etkile­mekte ve bu olay meselâ silâhlı bir çatış­ma ise, zor kullanma ise, beyinleri kar­deşlik ve hümanistlik masalları ile yıkan­mış yığınların tepkisini çekebilmektedir. O halde askerî gücün kullanılması dünya kamu oyunda ters tepki yaratmakta; kul­lanan tarafı dünyâ, «insanlık düşmanı» olarak tanımaktadır.

b. Silâhlı gücü kullanmanın maliyeti yine teknolojinin gelişmesine paralel ola­rak artmıştır. Napolyon zamanında bir in­sanın öldürülmesi için 4.400 TL. kâfi iken-, bu meblağ, Vietnam savaşında 4.400.000 TL.'na kadar yükseltilmiştir. 1967 Arap-

İsrail harbinde iki tarafın bir saatteki masrafı 20 milyon dolardır. Buna hiçbir devletin ekonomik gücü uzun süre daya­namaz.

DevletİPr; İkinci Dünyâ harbinden sonra öncelikle bu iki sebebten ötürü si­lâhlı kuvvetlerini kullanmama yollarını aradılar. Fakat millî hedefler ve millî he­deflere ulaşılması mecburiyeti yine vardı. Onun için ikinci genel harb sonrası; Dev­letlerin, silâhlı güc dışındaki diğer üç gü­cün, diğer bir deyişle soğuk harbin, üç ana unsurunun nasıl daha iyi kullanılabi­leceğinin araştırılması uygulaması ile do-ludur- . & <*M(

Soğuk harb; (1) Ucuz olduğu için (2) Silâhlı güc kulanılıyor görüntü­

sü vererek tepki yaratmadığı için (3) Ve belki de en mühimi, inkârı

kolay olduğu için bütün dünyâda gittik­çe çok daha fazla rağbet görmektedir.

Üçüncü maddeyi biraz daha fazla aç­makta fayda görüyorum.

Dünyânın her köşesinde hergün bir­takım adam kaçırmalar, öldürmeler, sabo­tajlar, devlet kurup yıkmalar vuku bul­maktadır. Çoğu zaman olayların fâileri belli bile değildir. Mevziî ayaklanmalar olmakta, şehirler yakılıp yıkılmakta, aynı yerde birkaç saat içinde yüzlerce insan öldürülmekte ve sonuçta tek fail bile ya-kalanamamaktadır. Perde arkasmdaki so­rumlular, dış güçler bellidir; fakat elde delil olmadığı için kimseyi suçlayamazsı­nız. Bir kişiyi yakalasamz bile, o da si­zinle aynı devletin vatandaşıdır. Başka bir devletin, maşası olduğunu bilirsiniz, suçlayamazsınız.

Bilhassa komünist blok; stratejisi icâ­bı, hedef olarak seçtiği ülkede yasalara göre kurduğu legal ya da illegal komünist parti ve onun yan örgüt, dernek, sendika­ları ile ekonomik, politik sosyal, buhran­lar yaratarak ülkeyi «devrimci buhran» patlama noktasına getirmek için her tür ayaklanmaları, seçerek eğittiği o ülke va­tandaşlarına yaptırarak kendisi perde ar­

kasında kalabildiği için tercih etmekte­dir.

Komünist ayaklanan (âsî, eşkiyâ, hâin ve hat tâ dış bir devletle işbirliği yaptığı için İŞBİRLİKÇİ) önce kendisinin gerillâ olduğu imajını yaratarak meşrulaşmak amacındadır. Oysa gerillâ kutsî bir kav­ramdır. Millî olma vasfı vardır. O işgale uğrayan vatanın istiklâli için silâhı ele, kelleyi koltuğa alıp dağa çıkan ittihat te­rakki komitacısıdır, Kurtuluş Savaşı çe-tecisidir, Kıbrıs Türk mücâhididir, herşey-den önce bir vatanseverdir.

Onun için, hiçbir devlet veya vatan­daş, kendi kanunî otorite olma vasfını yıkmak, parçalamak amacıyla dış bir dev­letle işbirliği yapan bir âsîye, ayaklanana gerillâ demez, diyemez. Dolayisiyle devle­tin de bu ayaklanmaya karşı yaptığı iş, ayaklananlara karşı koymadır, gerillâya karşı koyma değildir.

Şimdiye kadar incelediğimiz soğuk harbin konusunu teşkil eden bu üç ana gücün millî hedefe yönelirken hangi un­surları ve yolları kullandığını görelim.

Yazımızın başında; bu unsur lar ı : 1. Psikolojik harp, 2. Devletlerin kendi sınırları içindeki

ayaklanmalara karşı koymaları, 3. Devletlerin işgale uğrayan vatan

topraklarında veya başka bir dev­let sınırı içinde yaptıkları çete

harbi, gerillâ harbi, ajan harekâtı, olarak üç bölüme ayırmıştık.

1. Psikolojik Harb: Psikolojik harb; soğuk harbin en yay­

gın, en ucuz, en kolay ve fakat en mühim unsurudur. Fonudur. Bütün soğuk harb olayları, psikolojik harb fonu üzerinde cereyan eder. Amacı; ya 2'nci maddedeki bir ayaklanmayı, veya 3'ncü maddedeki

bir ayaklanmayı, veya 3'ncü maddedeki bir çete harbini veya her ikisini birden desteklemektir. Sırf psikolojik harb ya­pıyor olmak için, yapılmaz. Dünyâ, kitle haberleşme araçlarındaki akıl almaz tek­nolojik gelişmeye paralel olarak, gittikçe daha fazla psikolojik harbi kullanmaya başlamaktadır.

»irfTtu/rnPA T

Konuya verilen ehemmiyeti belirtmek bakımından aşağı yukarı aynı târihlerde; 5 Nisan 1920'de Atatürk'ün «Düşman, bir memleketi önce ordusu ile değil, propa­ganda ile işgal eder; süngü onun arka­sından gelir» ve 1921'de Lenin'in «Bir milletin arzularını diğer bir millete ka­bul ettirmesi, zamanla tamamen psiko­lojik harb vâsıtası ile gerçekleştirilecek ve savaş meydanlarında silâh kulanılma-sma lüzum kalmıyacaktır. Silâh kullan­ma yerine insan beyninin dejenere edil­mesi, zekâsının söndürülmesi ve bir mil­letin moral ve rûh bakımından parçalan­masını sağlama yoluna gidilecektir» de­diklerini belirtmek, ibret vericidir.

2. Devletlerin kendi sınırları içindeki ayaklanmalara karşı koymaları :

Konu; biraz yukarda gerillâ-ayaklanan bahsinde incelendiğinden ayrıca tekrar edilmeyecektir.

3. Devletlerin işgale uğrayan vatan topraklarında veya başka bir devJet sınırı için­de yaptıkları çete harbi :

Hemen, konu ile ilgili olarak «Çete harbi» terimini tercih ettiğimizi belirt­meliyiz.

Dünyâ literatüründe adı gerillâ harbi olmasına rağmen, hem bir takım kavram karışıklıklarına yer vermemek, hem târi­himize ve bünyemize uymak bakımından bu terimi kullanmakta fayda mülâhaza ediyoruz.

Çete harbi, ister vatanın yabancı güç­lere işgal edilen parçasında olsun ister millî hedefler gereği diğer bir devlet sı­nırları içinde yeraltı zenginliği veya ülke güvenliği sağlayan bir toprak parçasının ele geçirilmesini yahut da o devlet vatan­daşı ama etnik yönden bize bağlı soy­daşların can ve mal güvenliğini sağlamak bakımından yapılmış olsun, iki şekilde tezahür eder :

a. Şehirlerde, b. Arazide.

Arazide olan; anladığımız klâsik mâ­nâda çete harbidir. Şehirlerde olan ise, komünistlerin «Kent gerillâsı» dedikleri kavramdır. Komünist terminolojide ayak­lanmaların şehirlerde mi, arazide mi baş­latılması gerektiği, 1960 yılarında Lâtin Amerika ülkelerinde Castro-Che ve Regis Debray tarafından oldukça tartışılmıştır. Bir sonuca ulaşılamamıştır ve bu konuda kesin bir kaide konulamıyacağı da tabiî­dir. Gelişme her ülkede, ülkenin topoğ-rafik yapısına, ülke halkının sosyo-iedo-lojik oluşumuna, ekonomik yapısına ve sosyo-politik tercihine bağlı çizgiler gös­terir. Kurtuluş Savaşında; dağlık bölge­lerde, çetelerin; İstanbul'da ise Anadolu'­ya silâh ve malzeme kaçıran grupların mevcudiyeti gibi.

Doğuş ve gelişme sebebi ne olursa ol­sun, Soğuk Harbin üçbaşlı amacı vardır. Soğuk harb; DÜŞMANIN otoritesini boz­mayı, parçalayıp yıkmayı ve onun yeri­ne bölgeye hâkim olmayı amaçladığı gibi; KENDİ HALKINI da dâva etrafında bir­lik ve berberlik içinde bulundurmayı, git­tikçe daha çok yığınların dâva etrafında birleşmelerini sağlar; nihayet DÜNYÂ KAMU OYU'nda dâva lehine bir sempati kuşağı yaratarak manevî ve bilhassa mad­dî destek bulmayı hedef alır. Bu üç he­deften biri diğerine feda edilemez. Üçü aynı anda ve mümkünse tek bir merkez­den yönetilmelidir.

Şimdiye kadar çağın harbini anlatma­ya çalıştık. İkinci genel harbin bitmesi ile ayakta kalan iki süper gücün Potsdam ve Yalta'da paylaştığı dünyâmızın en kritik yerinde bulunan TÜRKİYE de kendini dünyâ gerçeklerinden ayıramıyacağı için tabiatı ile bu harbin içindedir.

Kaldı ki, birçoklarının zannmın ak­sine, Kür-Şad'larm Çin Sarayını basma­sından, Makedonya'dan Trablusgarb'a, Kurtuluş Savaşı'na, nihayet Kıbrıs mesele­sine kadar birçok meselesini bu yolla çöz­müş bulunan Türkiye, bu konuda târihî pratiğini, başkalarına ders verecek şekil­de yapmıştır.

Dost ve bilhassa düşmanlarının dik­katine...

KİRİM TÜRKLERİNE YENİDEN

1978 yılının Kasım ayında da Sovyet­ler Birliği'nde yaşayan Kırım Türklerine yapılan haksızlıklar durmamıştır. Bu ce­sur ve mücadeleci Türk boyunun çilesi devam etmektedir. 15 Kasımda UPİ adlı Amerikan ve REUTER adlı İngiliz haber ajanslarının, Moskova'daki rejim aleyh­tarlarına dayanarak, verdikleri habere gö­re, Kırım Türklerinin lideri Mustafa Ce­mil Kırım Türklerinin Kırım'a dönmele­rini engelleyen gizli bir fermanı protesto ederek SSCB Yüksek Mahkemesine bir dilekçe yollamıştır. Mustafa Cemil, bu dilekçesinde adı geçen gizli fermanın Sov­yet anayasasına aykırı olduğunu bildir­mektedir. Bilindiği üzere Kırım Türkleri­nin lideri Mustafa Cemil, Sovyet rejimi­ni kötüleme suçundan mahkûm edilerek yıllar boyu çeşitli çalışma kamplarında ve hapishanelerinde yaşamış, 1977'de ce­zasını tamamlayarak hapisten çıkmıştı. Yukarıda belirtilen gizli fermanda, ancak Kırım'ın resmî idarecileri tarafından otur­ma müsaadesi alan Kırımlılara geri dön­me imkânı sağlamalı denilmektedir. Öz­bek SSC'in bu gizli kararını Mustafa Cemil yerli polis makamlarından öğren­miştir. Kırım Türkleri aleyhine başlatılan bu yeni hareketin dışında, Özbekistan'ın yüksek okullarında okuyan Kırımlı tale­belere «Tatarların İkinci Dünya Savaşın­daki hainlikleri» adlı bir kompozisyon konusunun verilmesi de ibret vericidir. Çünkü yeni Sovyet anayasasının 36. mad­desinde şöyle denilmektedir: «Vatandaş­ların ırklarına veya milletlerine bakarak, doğrudan-doğruya veya dolaylı olarak hu­

kukları kısıtlanamaz, ayrıca bir ırka veya millete üstünlük vermeye, düşmanca dav­ranmaya veya küçültmeye ne şekilde olursa-olsun teşvik etmek kanunlarla ya­saklanmıştır.» Tabii ki yukardaki iki olay da bu maddeyi tam manasıyla ihlâl et­mektedir.

Bilindiği üzere 19 Mayıs 1944'te Stalin, Kırım Türklerini Almanlarla işbirliği yap­tıkları bahanesi ile toptan Orta Asya ve Sibirya'ya sürdü. Sürgün esnasında ve 18 ay süren yerleşme devresinde Kırım Türklerinden 100.000'den fazlası öldü^ An­cak 5 Eylül 1967'de SSCB Yüksek Sov­yet! Prezidiumu, Kırım Türklerinin hak­sızlığa uğradığını ve haklarının iade edil­diğini bildiren bir ferman ilân etti. Fa­kat onların Kırım'a geri dönmeleri çeşitli bahanelerle engellendi. Buna rağmen Kı­rım Türkleri, vatanları Kırım'a dönmeye4 başladılar. Bunların büyük kısmı zorla geldikleri yerlere geri yollandılar. Satın^ aldıkları evler buldozerlerle yıkıldı. Bu­günkü günde ancak 1.600 Kırım ailesi Kı­rım'da yaşama müsaadesi alabilmiş du­rumdadır. 700 kadar aile izinsiz buralar­da yaşamaktadır. Bu haksızlıkları Kırım Türkleri her fırsatta protesto etmektedir­ler. Londra'da çıkan İngiliz gazetesi «Da­ily Telegraph»m muhabiri Richard Bees-tcn'un verdiği bilgiye göre (16 Kasım 1978) Kırım'ın Byelogors kasabasında 200 kadar Kırım Tatarının protesto yürüyüşü polis tarafından dağıtılmış olup, polis mü­dürü Kırımlılar? oturma iznini iptal et­mekle tehdit etmiştir. Özbek hükümetinin Kırım Türklerine Kırım'a göç etme izni-

• HAKSIZLIK YAPILIYOR

nin verilmemesi ile ilgili gizli bildirisi, son aylarda 3.000 kadar Kırımlının vatan­larına izinsiz olarak dönmeleri sebep ol­duğu tahmin edilmektedir. 23 Haziran 1978'de Akmescit (Simferopel) şehri ya­kınında Donskoye köyünde Kırım Türk'ü Musa Mahmud, kendine yapılan zulümü protesto etmek amacı ile kendisini yaka­rak intihar etmişti. 46 yaşındaki Musa Mahmud, karısı ve üç çocuğu ile birlikte 1975 yılından beri Kırım'da oturma izni almağa uğramışsa da başaramamış, milis askerleri onu defalarca tevkif etmişler, eziyet çektirmişlerdi. Musa Mahmud'un ölümü Kırım Türkleri arasında kendileri­ne yapılan haksızlığı tekrar dile getir­mek için vesile olmuş ve Musa Mahmud'­un cenazesine katılan 800 kadar Kırımlı, Kırım'da yerleşmek istediklerini belirten plakartlar taşımışlardı. Bundan sonra ise Özbekistan'da yaşayan Kırımlılardan 5.000 kişi, SB Komünist partisine 21 Ağus-tos'ta bir dilekçe yollayarak bu durumu protesto etmişlerdir. Brejnev'e yollanan ikinci bir dilekçede de, Sovyet anayasası­na dayanarak «milli eşitliğin» sağlanma­sını istemişlerdir. 1967'de ilân edilen fer­manın ikinci maddesinde de ittifak cum­huriyetlerinin bakanlar kurullarına kendi cumhuriyetlerinde yaşayan Kırım Türkle­rinin millî menfaatlerini korumaları ve bilhassa millî kültürlerini yaşatma hakkı­nı temin etmeleri emredilmişti. Buna rağ­men Kırım Türklerini tatmin edici tedbir­ler alınmamıştır. Meselâ, Kırımlıların bü­yük sayıda yaşadıkları Özbek cumhuriye­tinde ancak «Lenin Bayrağı» adlı bir ga-

NADİR DEVLET

zete çıkarılmaktadır. Bunun dışında Kı­rım Türklerinin herhangi bir yayın or­ganları yoktur. Kırım şivesinde yapılan radyo yayının kapasitesi çok az olup, ya­pımcılar kadrosu da on kişiye bile var-mamaktadır. «Kaytarma» adlı folklor gu­rubundan başka millî bir oyun gurubu yoktur. Okullarda Kırım şivesinde öğre­tim yapılmamaktadır. Kısacası Kırım Türklerini yaşadıkları cumhuriyetler de tatmin etmekten uzaktır. Dolayısıyla on­lar kendi vatanlarına geri dönmeyi haklı olarak talep etmektedirler.

işte bu mücâdelenin son zinciri ise son günlerde meydana geldi. REUTER ha­ber ajansının 24 Kasım 1978'de bildirdiği­ne göre 32 yaşındaki İzzet Memedali adlı Kırım Türkü, kendini asarak intihar et­miştir. İzinsiz olarak Kırım'a yerleşmiş olan İzzet Memedali resmî makamlar ta­rafından tevkif edilmekle tehdit edilince, sovyet hapishanelerinde veya çalışma kamplarında ızdırap çekmektense ölmek daha iyi diyerek intihar etmiştir.

JKırım Türklerinin bu ızdırap dolu ce­sur mücâdelelerine hayranlık duymamak elde değildir. Bu kahraman Türk boyu­nun acısı asırlardır dinmemiştir. Şimdi de onlar her insanın en tabiî hakkı olan ken­di vatanında yaşama hakkını istemekte­dirler. Sovyetler Birliği'ndeki Kırım Türk­lerine yapılan haksızlık hangi insanî ku­rallara uymaktadır, veya hangi kanun in­sanlara ızdırap çektirme hakkını ver­mektedir?

Y Ü C E Ç A Ğ R I

Güvercinler uçuşur, şadırvanlar şarıldar, Bir cami avlusunda başka bir âlem parlar, Cami içinde doğar her ezanla bir bahar, Çarpar yakut kanatlarını renk renk hülyâlı kuşlar, Minarelerden ezan çağlayanları ruhlara dolar, Allâhu Ekber sedası bütün kâinatı kaplar.

En büyük çağrı, en büyük anlam İnsan bununla anlar, bununla olur tamam, Ruhlar sanki güllerle donatılmış, damarlar yaseminle yıkanmış: Hû Allah Yâ Allah Bir Allah, Selâm yâ Resûlullâh: Şükür! Yâ Resûlullah, Allâhu Ekberle değerlenir hertaraf.

Kubbeler aydınlanır, bu nurla beş vakit akar, Kubbeler zümrüt olur yankılandıkça Ezan, Dualar bulut bulut ufuklara taşar, Kıyamdan rükûa ve sonra secdeye alınlar, Dualar arş-ı âlâyı aşar. Bilgiye, inanca yönelerek bu güçle çalışmak, Bu güçle coşmak, bu güçle uzayı dolaşmak!..

İslama inançla, ilme sarılıp yılmadan uğraşmak, Ancak bununla yükselir alınlar ap ak: Lâ İlahe İllallah, La İlahe İllallah, Nura kavuştu artık bu kara toprak, Bu hızla bilginin ufuklarına kavuşmak!..

Sensin en Yüce, sensin en büyük, yâ Allah Kâinatı yaratan, yöneten bir Tek Allah, Öncüsü odur halkın, Yâ Allah: Nûr saçan Muhammed Resûlullâh... Ahmedi, Muhammedi, Mahmudu, Mustafa, Emin'dir bu yolda çıkarsız tutuşan eller bin defa... Selâm Sana, Selâm Sana gönüller bin defa: Hû Allah Yâ Allah Bir Allah, Hû Allah yâ Allah Bir Allah!..

HİKMET TANYU

TÜRK TÖRESİ ÜZERİNDE YENİ BİR ARAŞTIRMA

Prof. Dr. Hikmet TANYU

Toplumların kendi yapısına ve oluşuna göre, kendilerine özgü töreleri var­dır. Toplumlar, kavimler arasında türlü sebep ve etkilerle benzer, yakın veya ayrı töreler olabilir. Moğol töresi gibi. Biz burada Türk Töresi üzerinde dura­cağız.

1 — Sözlüklerde, bâzı târihlere, hatırata göre töre: Tanıklarıyle Tarama Sözlüğü Ciltlerinde Türe (Töre) üzerinde geniş bilgi

sunulmaktadır: Bu sözlükden ilgili bilgileri nakledeceğiz 13. yüzyıldan günü­müze kadar derlenmiş kitaplardan çıkarılmış bilgiler ciltlere göre şöyledir: I. Cilt'de, Türe (Töre): Âdet, kaide, örf, görenek, kanun, Usûl:

İl ilden ayruksı olmaz, türesi ayruk olur. (Atalar Sözü XV.) Ne ise türelerden resm ü âyin. Göreler elçi yerağm kolayın (Şehname Tercümesi XVI.) Seni sevdim deyü nahak yere kanım dökesin Bu mudur sizde türe, böyle midir kanunun (Muhibbi Divan-ı, Kanunî Sultan

Süleyman'ın manzumelerinde (kullandığı mahlâs-XVI.) Kadimden türedir kardaşa kıymak. Atayı anayı gussalı koymak (Âşıkpaşazâde Tarihi XVI.) Pir sultanın katı yüksek uçarsın. Selâmsız, sabahsız gelir geçersin Aşk u muhabbetten niçin kaçarsın Böyle midir ilinizin türesi (Pir Sultan Abdal, XVII-XVIII) Bu sohbetin hele ahbaba hoş gelir türesi. Döğe döğe alınır buse fasl-ı helvada (Sabit Dîvânı XVII-XVIII.) El-Âde (Ar.) De'b manasınadır ki türe tâbir olunur (Kamus Tercümesi 14-

15 yüzyıl bilgini Firuzabâdi'nin Arapça kamusunun tercümesi, XVIII-XIX.1

III Cilt'te Türe (Töre) Âdet, usûl, kaaide, Örf, görenek, kanun: Âyin (Fa.): Âdet ki türe derler (Miftah, ül Lûga, XV. 46) Bugün Kâmi ittim sizin dîninizi ki İslamadır ve Mekkeyi fethetmektir ve

TANYU 21

müşriklerin törelerin bozmaktır. (Cevâhir-ül-Esdaf (Kur'ân Tefsiri) XV. 13).

Nite ki padişahın halîfesi bir nice zaman padişah huzurunda saltanat tü­resini ve memleket âdetini öğrenir (İrşad ül-Mürid XV. 53)

Âyin, lisân-ı Fârisîde şol nesnenin ismidir ki Arap dilinde ona kanun der­ler, resm derler, Türk dilinde Türe derler. Âyin, gâh olur emr-i lâzım­dan tâbir ederler, türede ve âdette mânâ-yi lüzum olduğundan ötürü. (Dekayık-ül-Hakayık XVI.118-I).

Odlu ah itsem kığılcımlu nola gözün görüp. Türedir çün atılur bayram günü yindek fişek

(Divan-ı Türkî-i Basit-Edirneli Nazmi Mehmet, XVI. 126) Reviş (Fa.) : Resm ve tarik ve türe ve âdet mânâsına.

(Et-Tuhfet-üs-seniyye-Farscadan Türkçeye Lügat kitabı, XVI.167-2). Türe (Fa.) Resm ve âyin. Türkîde de müsta'meldir.

(Et-Tuhfet-üs-seniyye, XVI.) Âyin (Fa.) : Şol nesnenin ismidir ki Arap dilinde ona kanun derler Türkî

dilde Türe derler. (Et Tuhfet-üs-seniyye, XVI.) Sem (Ar.) : Ağudur resm (Ar.) : Türe, dahi yumuşak yel : nesim (Ar.) (Cevâ-

hir-ül-Kelîmât, Arapçadan Türkçeye Sözlük, XVIL91)2

Türe: Âdet, usûl, kaide, örf, görenek, kanun. Kaide (Ar.): Temel ve üslûb, ve türe (töre) ve âdet.

(Babus-ül-Vâsıt, XVI. Yüzyıl, I, 268). Dicme (Ar.): Âdet ve türe. (Bab. XVI., 2, 185). Reviş (Fa.): Resm ve tarikat ve ism-i mastardır, gidiş ve yürüyüş ve âdet

ve türe. (Ni'meti. XVI. 338). Âyin (Fa.): Tertip ve türe, yâni resm ve âdet. (Ni'meti. XVI. 78)3

İbn-i Kemal «Dekayik-ül-hakayik» adlı eserinde «Âyin» kelimesi için izahat verirken âyinin «Türe» mânâsına geldiğini de söylüyor. Müellifin ifâderi şöy­ledir: Âyin, Farsça'dır. Şol nesnenin ismidir ki Arap dilinde ona kanun derler, resim derler. Türk dilinde Türe derler ve âdetle lüzum olduğundan ötürüdür4 .

Osmanlı kaynakları da töreden bahsetmektedir. Âşıkpaşazâde: «Türedir hânum! Ezelden kalmışdır"5.

Babur «Vekayi» sinde «Yasa» ile «töre» aynı anlamda kullanılmakta olup hem «Cengiz Yasası» hem «Cengiz Töresi» denilmektedir6.

«Sancak, kaftan ve davul gelince Osman Bey ayağa kalktı. Padişahlık tü-resince davul çaldılar. Kutlu olsun dediler. O zaman oturdu. O çağdanberi Os-

(1) XIII. Asırdan Günümüze Kadar Kitaplardan Toplanmış-Tanıklariyle Tarama Sözlüğü, T.D.K. İst. 1943, C.I. Sf. 705 Türe, (Töre) Maddesi.

(2) Y.K.T.D.K. Ankara 1954, C. III. Sf. 692, 693. Tanıklarıyle Tarama Sözlüğü 3. Cilt: (3) Y.K.T.D.K. Tanıklariyle Tarama Sözlüğü, T.D.K. Ankara 1957, C. IV. Sf. 769. (4) M. Zeki Pakalm, Osmanlı Târih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İst. 1951,

(Töre) maddesi. Doç. Dr. Mehmet Eröz, Töre, Töre Dergisi, Haziran 1972, Sa. 13. Sf. 7.

(5) Âşıkpaşaoğlu, Tevârih-i Âl-i Osman, Atsız Neşri, İst. 1949, Sf. 104. Doç. Dr. Mehmet Eröz, Y.K. Sf. 7.

(6) Doç. Dr. Mehmet Eröz, Y.K. Sf. 7: Gazi Zahirüddin Muhammed Babur, Vekayi, Babur'un Hatıratı, Ankara 1946, II, 657 Çeviren, Prof. R. Rahmeti Notu).

22 TANYÜ

man'm türesidir: ne zaman seferde davul çalmsa Osmanoğulları ayakta durur­lar."7.

Nâima târihinde, Şâni-zâde tarihinde, töre ve ayine v.b. uymaktan bahse­dilmektedir8.

Yakın sözlükler incelenecek olursa töre hakkında bilgi sundukları görülür. Bunlardan daha geniş şekilde açıklamalar yapan, Türk Lügatinden (Töre) hak­kındaki bilgiyi sunacağız:

«Töre, Tora: Usûl, kaide, kanun, nizam, âdet, yasa, (yasak), tedip, mücâzat, adalet, (tüzük) ile ilgili demekte ve Tercüme-i Burhan-ı Katı'dan nakilde bu­lunmaktadır: «Kaide ve kanun ve âdet mânâsına gelir; Türkî de töre tâbir olunur"9.

Bu geniş sözlükte Töre kelimesinden, Türetmek: Kanun ve nizam koymak­la bağlantısı olduğunu ve türemek üremekten açıklanmakta ve Töre ile Tora (Tevrat) arasında bir ilgiden de bahsedilmektedir.

«Cengiz Han» m adına bağlı göçebe örfî hukuka «İbranî» kelimesinin te­siriyle Tora (Tevrat) şekline çevrilmiş olan eski Türkçe «Törü» denilişini be­lirten Barthold, «Hattâ Timur ve Çağatay'ları Cengiz Han «Tura» sim şeriattan üstün tutmakla itham ediyorlardı.» denmektedir10.

Bu hususla ötedenberi bazı iddialar ileri sürülmüştür. Fakat kesin bir bağ­lantı kurulamayarak bir faraziye (varsayım) olmaktan öteye geçememiştir. Bu­nunla beraber bu kelime ile ilgisi olduğu iddia edilen kelimeler üzerinde burada daha etraflıca duracak değiliz.

2 — Töre ve Yasa: Yasa (Yasag) terimi Eski Türkçede kanun anlamına gelen Türkçe bir ke­

limedir. Moğol istilâsından sonra bu terim, İslâm târih ve etnografya, edebi­yatına, yol ve törü, töre yerine geçmiş ve genel bir yayılma göstermiştir: «Kök Türkler, Hakanlılar ve Selçuklular devrinde, kanun ve nizam ifâde eden törü-türe teriminin yerini tutmuştur12.» diye Abdülkadir İnan, Yasa kelimesinin Kül-

(7) Doç. Dr. Mehmet Eröz, Töre, Y.K. Sf. 10: Şükrullahı Behçetüt tevârih, İst. 1949, Atsız Neşri, Sf. 52.

(8) Hüseyin Kâzım Kadri, Türk Lügati, İst. 1928, C. 2. Sf. 182. (9) Hüseyin Kâzım Kadri, Türk Lügati, (Türk Dillerinin İştikakı ve Edebî Lü­

gatleri), İst. 1928. C. 2. Sf. 182, 183. (10) Wilhelm Barthold, Orta Asya Türk Târihi hakkında Dersler, çev. Dr. Kâ­

zım Yaşar Kopraman, Dr. Afşar İsmail Aka, Ankara, 1975, sh. 295. (11) Prof. Avram Galanti, Küçük Türk Tetebbular, İst. 1925, C. I. Sf. 12.13,

Avesta'da Tora, kelimesinin geçtiği ve bundan başka Tora ile Turan ke­limeleri arasında ilgi bulunduğu, Eski Türkçe de Tur kelimesinin, (mevkii âli), anlamına geldiğini iddia etmekte ve «Fikrime göre», «Tuğra» kelimesi ile «Tora» ile birde Kanun mânâsında kullandığımız ve «Türe» «telâffuz ettiğimiz kelime dahi, «Tur» dan başka bir şey değildir.» demekte, Türk kelimesiyle Turan kelimesi arasında ilişki kurmaya çalışmaktadır. Sf. 9 v.b. Avram Galanti, Türkler ve Yahudiler, T. 1948.

Samih Rıfat da Birinci Türk Târih kurultayında bazı düşünceler öne sürmüş, Türe, Tora, Töre, tur, Türk arasında benzerlikler olduğu üzerinde durmuş, birçok bakımdan Prof. Avram Galanti'i eleştirmiştir. I.T.T.K., Sf. 4, 52-78, ve 452-480.

(12) Abdülkadir İnan, Yasa, Töre-Türe ve Şeriat, Türk Kültürü Araştırmaları, Ankara 1964, Yıl I, Sa( L, Sf. 10;.

TÖRE 23

tigin yazıtında geçtiğini, kelimenin türkçe olduğunu belirtmektedir. Bu yazıtta aynı zamanda Türkler arasında Tanrı anlayışının yüksek anlamı da dikkati çekmektedir: «Öd Tengri yasar kişi oğlu kop ölügli töremiş.» (-Zamanı Tanrı takdir, tanzim eder, kişi oğlu ölmek üzere yaratılmıştır.) cümlesindeki «yasar» (yapar, tanzim eder) kelimesi de «yasa» kökünden teşkil edilmiş bir kelimedir. Moğol devrinden önce yazılmış eski bir Uygurca metinde «nizam» ve «kanun» anlamına gelen «yasak» kelimesi bulunmaktadır13.»

Abdülkadir İnan, Yasa'nm Çingiz Han'ın îcâdı olmadığını, bunun «eski Türk hakanlıklarında yürürlükte olan ve şifahî olarak nesilden nesile intikal eden törü ve kaidelerden başka birşey olma»dığmı belirtiyor. Yasalar, töreler, kurul­taylarda gözden geçiriliyor, bâzan gerekiyorsa katmalar yapılıyor.

3 — Târihçe: Yasadaki, Töredeki kuralların «efsânevî Türk Hakanı Oğuz zamanından

kalmış olduğuna inanıl» dığı üzerinde durulmaktadır. En az 2500 yıldanberi sü­regelen Türk Töresi gittikçe içtimaî müesseseler hâline gelmiş ve Kök Türk­lerin ünlü kağanı aracılığıyle Türk milletine törenin yüceliği, köklü oluşu be­lirtilmişti. Bilge Kağan (Ö. 734) sarsılan ve bozulan millî birliği yeniden kur­mak için Çinlilerle savaşmış ve onları ordulariyle yenmişti. Yuluğtekin'nin kalemiyle, Bilge Kagan'm ölümünden bir yıl sonra 735 yılındaki Anıt'ta Türk­lere seslenirken Töre kelimesini kullanıyor ve ona büyük önem veriyordu: «Ey Türk Oğuz Beyleri, milleti, işitin: Yukarıda Tanrı Basmasa (Mavi gök çök-mezse), aşağıda yer delinmese (yağız toprak), Türk milleti, (senin) ilini, (senin) töreni kim bozar? (Bozabilir?) Ey Türk milleti, titre, kendine dön!14».

Tanrı adının geçtiği, yaratan, ilâhî gücün, herşeye kaadir olduğunun an­latıldığı, uçmak, cennet ve ölüm ötesi âlemin belirtildiği bu yazıtlarda, Türk ülküsü - Millî ülkü tanıtıldığı gibi, Türkün cesareti, mücâdele aşkı ve yılmaz­lığı yanında, Türk seciyesi (karakteri) ve ahlâkına da değinilmektedir. Ko­numuzu ilgilendiren Töre, burada millî düzen ve onu kuran örf, âdet, yasalar, gelenekler ve Türk ahlâkı olarak topluca tanıtılmaktadır.

Töre, Türe kelimesinin Eski Türk Yazıtlarında Törü şeklinde geçtiği ve önemli bir mevki aldığını görüyoruz. Yazıtların doğu tarafında bu kelime il­giyle geçmektedir. Kül Tegin ve Bilge Han yazıtlarında birçok defa Töre ke­limesinin bulunması bunun ne derece yaygın ve etkili olduğunun belgesidir:

«İstemi Hakan (tahta) oturmuş; oturarak Türk milletinin ülkesini, türesini yönetivermiş, düzenlemiş15» ve savaşlar, felâketler sonunda «Türk türesi bo­zulmuş olan milleti, atalarının» türesince, Hâkaanm hepsini derleyip topladığı anlatılıyor.1'6

Gök-Türklerde Törü, Türe kelimesi önemle görüldüğü gibi, Uygurlarda da,

(13) Yukardaki Kaynakta zikredilen: F.W.K. Müller, Zwei Pfalinschriften aus Turfan-fünden, Berlin 1915, S. 6. sahifesinde «Yasak», bu kelimenin îzâhma S. 13. de «Gesetz», (kanun) denilmiştir.

(14) Prof. Hüseyin Namık Orkun, Eski Türk Yazıtları, 4 C. İst. 1936-41. Necip Âsim, (Radloff ve Barthold'dan çevirme), Orhun Âbideleri, 1340. V. Thomsen, Moğolistan'da Eski Türk Kitabeleri, Türkiyat Mec. Sa. 3. öst. I, 1927. Ali Öztürk, Ötüken Türk Kitabeleri, Ötüken Yay. İst. 1973, Sf. 64. Prof. Dr. Muharrem Eğin, Orhun Âbideleri, İst. 1964. (Yeni b. 1973, sf. 24)

(15) Prof. Hüseyin Namık Orkun, Eski Türk Yazıtları, İst. 1936, C. I. Sf. 29. (16) Y.K. Sf. 35.

TANYU

Mani dininin ilerlediği zamanlarda, 9. yüzyılda U-töre adlı Han'ın işbaşına geç­tiğini görüyoruz17. Elegeş Yazıtı'nda «ülke türesini terketmeyiz8.» Ak-Yüs Ya­zıtı'nda19 gene töre'yi buluyoruz.

Böylece teriminin «Kanun, nizam» anlamına Eski Türk Yazıtlarında geç­tiğini gördük. Bu terimin «il» kelimesiyle birlikte (il (e) törüsü), «devlet nizamı, kanunu anlamını bildirdiğini Prof. Abdülkadir İnan gerçeğe dayanarak belirt­mektedir. Divanü lûgat-it Türk'de ve Kutadgu Bilig'de de törü şeklinde geç­tiğini görüyoruz20.

Selçuklular döneminde «Oğuz türesine çok önem verilirdi. Sultan Alâeddin Keykubad'm şölenini tasvir eden Yazıcıoğlu Ali (Tevarih-i al-i Selçuk, III, Hout-sma Yay. S. 204-205»21 töreden bahsediyor:

lendiren Birkaç Terim), Türk Tarih K. Yay. Ankara 1968, Sf. 640. «Hanlar atası Oğuz Han söyledi. Böyle töre, yol ü erkân eyledi. jşbu resmiyle vasiyet kıldı ol. Tâ ola oğlanlarına töre, yol.» mısralarını takiben törenin nasıl olacağı an­

latılıyor. Moğol döneminde «yasa» ve «töre» terimlerinin eşanlamlı kelimeler olarak

kullanıldığına ve Çingiz töresi de denildiğine değinen Abdülkadir İnan: «Ku­tadgu Bilig» de «törü» terimi «Kanun, nizam» anlamını ifade ettiği gibi «adalet» anlamı için de kullanılmış olduğunu biliyoruz, demektedir.

Nitekim «Divanü Lûgat-it - Türk'te de «Kanun» ve «adalet» aynı «törü» kelimesiyle ifâde edilmiştir. Buna tanık için, Kaşgarlı Mahmut şu atalar sözünü getirmiştir: «Küç eşikdin kirşe törü tünlükten çıkar. Zor kapıdan girse törü (er-resm ve-1-insaf) bacadan çıkar23.

«İlhanlılar devletinde «töre» ve «yasa» müteradif (eşanlamlı) kelimeler ola­rak kullanılmıştır24.»

Ziya Gökalp, kitabında: «Selçuklularla ilk Osmanlılar devrelerinden kalma teamüllere «Oğuz Töresi» derlerdi» diyor25.

Töre'nin yalnız Oğuzların teamüllerinden ibaret olmadığını Orhun Yazıt­larında da görüldüğünü söylemiştik.

Thomsen, «Törüg» kelimesini bir yerde kanun, yasa olarak, diğer bir yer­de «Müesseseler» (Kurumlar) olarak kullanıyor26.

(17) Y.K. Sf. 35 ve II. C. İst. 1938. (18) Y.K. III. C. Sf. 181. (19) Y.K. İst. 1938, C. m . Sf. 189. (20) Divanü Lûgat-it - Türk Tercemesi, (Kaşgarlı Mahmud'dan) Çev. Besim

Atalay, T.D.K. Yay. Ankara 1939, C. III, C. II, 1940, C. III, 1941, Ayrıca ki­tabın Tıpkı basımı, Ankara 1941, Divanü Lûgat-it Türk'ün Dizini (Endeksi), Ankara 1943, Çevirmeye Abdülkadir İnan geniş şekilde yardım etmiştir. Ayrıca «Arap Alfabesine Göre Divanü Lugat-it - Türk Dizini» Dehri Dilcin tarafından hazırlanmıştır. Ankara 1957.

(21) Prof. Abdülkadir İnan, Makaleler ve İncelemeler, (Türk Etnolojisini İlgi-(22) Y.K. Sf. 641. (23) D.L. Türk, II, 16, 7. (24) Abdülkadir İnan, Y.K. Sf. 642. (25) Ziya Gökalp, Türk Töresi, Devlet Matbaası 1339, Akın Yay. 2. Basım 1972,

Sf. 9. (26) Ziya Gökalp, Sf. 10: Thomsen, W., Inscription de L'Orkhon, S. 98.

TÖRE 25

Kaşgarlı Mahmud'un, Divanü Lûgat-it-Türk adlı eserinde bu kelimenin (To­ru) şeklinde geçtiğini, ataların örf ve âdeti anlamına geldiğini, hattâ bir bakı­ma (Millî Kültürle) birlikte kullanıldığının anlaşıldığını27 ileri süren Ziya Gökalp kısa bir tahlile girişiyor: Nasıl o vakitler (il) devlet karşılığı kullanılıyorsa, Töre'de yazılı yasa, kanun veya yazılmamış teâmüler, gelenekler anlamını da kapsamaktadır, demektedir.

Ziya Gökalp: «Hattâ hukukî Töreden başka, dînî ve ahlâkî töreler de var­dır. O halde Türk Töresi eski Türklere atalarından kalmıştır, demekte fakat bunun nereden, hangi kökten geldiği ve hangi ahlâkî ilkelere dayandığı üze­rinde durmamaktadır.

4 — Töre ve Yol: Göçebe Türk geleneklerini koruyan ve hukuk esaslarının çoğunu belirten,

örfî hukuk, «töre» yahut «yol» kelimeleriyle ifâde edilmiş ve «yol» kelimesi bütün Türklerde «usûl» ve kaide28» anlamını belirtmiştir. «Yazıcı-oğlu «Ali» nin rivayetinde de «yol» aynı anlamda kullanılmıştır:

«Hanlar atası Oğuz Han söyledi Böyle töre ü erkân eyledi İşbu resmiyle vasiyet kıldı ol Ta ola oğullarına göre yol29.» Burada törenin bir tutum ve bir davranışı, bir tâkîbi gereken yol şeklinde

belirtildiğine kısaca değinmiş oluyoruz. 5 — Töre teriminin nereden geldiği, kökeni: Bu kelimenin kökü ve ilgisine dair çeşitli örnekler sunulabilir: «Töre, Törü-Tör, Törö-kelimesi ceddiâlâ (İlk ata) kültü ile bağlı olan töz

kökünden gelirse «babalardan kalma örf, âdet, kanun» mânalarmdaki töre, törü kelimeleri de bu köke bağlı olacaktır.

Töre (Altay'da eski destanlarda) halk, kavim (Radlow III. 1253) Mir ced-diâlâya- töze mensup halk, kimse, kavim» şeklinde olup:

Töremek-Halkolunmak, zuhur etmek (Muhtelif lehçelerde) «Bir Töz-ceddi-âlâdan neşet etmek mânâsıyle» belirtilmektedir. Burada töz, tös'ün esas, menşe, mebde, ongun anlamlarına geldiğini kaydeden Abdülkadir İnan açıklamasına şöyle devam etmektedir: «Töröngey-(Teleut - Bir lehçe) ilk yaratılan insan (Radlow, III. 1253) «Ceddiâlâ töz-tör» ilk yaratılmıştır. Töröl-(Teleut ve şâir leh­çelerde) kabile, akraba, menşe (Radlow, III. 1253) «Bir tör, tözden neşet eden­ler» mânâsıyle30» dir.

Böylece törenin kökeni araştırılırken, «tör» kelimesinin töz kelimesiyle (mebde, başlangıç, menşe, kaynak, asıl, ata, ecdad, ongun) anlamı ile ve aynı zamanda ceddiâlâ (ilk ata, ecdad, ata) kültü (töreni) ile ilişkisi olması ihtimâli ortaya çıkmaktadır. «Eski Türkler, Moğolların Ongon kelimeleri yerine tör veyahut töz kelimesini kullanmıştır. Bu kelimenin en eski mânâsı «ceddiâlâ (mebde, menşe, asıl) olmuştur31.»

(27) Ziya Gökalp, Sf. 10. Kaşgarlı Mahmud, Divanü Lügat-it-Türk, C. 3, Törü Maddesi.

(28) Abdülkadir İnan, Makaleler ve İncelemeler, c Orhun ve Ülüş Meselesi), Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara 1968, Sf. 247.

(29) Y.K. Sf. 247: (Tevârih-i Âl-i Sel. III, 204). (30) Abdülkadir İnan, akaleler ve İncelemeler (Ongon ve Tös Kelimeleri

Hakkında), Ankara 1968, Sf. 272. (31) Y.K. Sf. 273 ve Y.K. Halk Edebiyatında Kadın, Sf. 279.

26 TANYU

6 — Töre ve Töreden Yapılan Diğer kelimeler ve Atasözü: «Törün» kelimesi, «düğün», merasim anlamına gelmektedir. «Teleutlar» ilk yaratılan insan karşılığında, «Töröngey» kelimesi «Ceddiâlâ-

töz, tör» ilk yaratılan insanı belirtmektedir. Teleu t ve başka lehçelerde «Törül» kabile, akraba, menşe anlamına gelmekte olup «Bir tör-töz'den neşet edenler» anlamını belirtiyor32.

Endik kelimesi açıklanırken şu parça sunuluyor: «Endik kişi? - El törü yetilsün-Toklı böri yetilsün-Kadhgu yeme savulsun.»

Yani şaşkın, budala kişi ayılsm, yurda düzen (törü) yayılsın, kurtla toklu gü­dülsün, kaygı yine savulsun33.»

(Çıkdı) kelimesi açıklanırken bir atasözü örnek olarak veriliyor: «Küç elden (ilden) kimse, Törü tünlükten çıkar. -Zor kapıdan girince görenek bacadan çıkar. (Zulüm evin aralığından girerse, görenek ve insaf pencereden çıkar)34 .

(Kaldı) ya örnek olarak şu sav (atasözünde) da geçiyor: «El (il) kaldı törü kalmaz- Vilâyet kalır, görenek kalmaz», «Vilâyet terke-

dilir, âdet terkedilmez.» «Bu sav, göreneğe uygun çalışması için emrolunan kimseye söylenir35.»

Yukardaki bu atasözünü Divanü Lûgat-it -Türk'ün 3. cildinde gene tekrar­lanmış olarak görüyoruz.

(Küç) kelimesi de: «Küç eldin kirşe törü tünglükten çıkar» şeklinde bu­luyoruz. Aynı açıklamada «görenek-merhamet bacadan çıkar» deniliyor36.

Divan ü Lugat-it Türk'ün 3. cildinde hem (törü) kelimeleri sırayla açık­lanıyor: (Töre: Evin önemli yeri ve sediri. «Töre yokladı-Sedire çıktı, sedire oturdu.» Bazen «tör» dahi denir.

(TÖRÜ): «Görenek, âdet. Şu savda dahi gelmiştir. El kalır, törü kalması-Vilâyet bırakılır, görenek bırakılmaz» Bu sav, geçmişlerin göreneklerine uy­makla emrolunan kişi için söylenir37.»

(törüdi) Yalnguk törüdi- insan yaratıldı, «törür-törümek38.» Töre kelimesinden türetilmiş kelimelerde, yaratmak, ilk yaratılış gibi keli­

meler onun yapısında, Tanrı buyruğuna, yaratımına kadar uzanmış olarak, kökeni çok ötede, yararlı bir inanç ve davranış halinde ortaya çıkıyor.

Törü kelimesi Divanü Lugat-it-Türk'te açık ve kesin şekilde «düzen, nizam, görenek, âdet olarak belirtilmektedir39.»

(Devam edecek)

(32) Abdülkadir İnan, Makaleler ve İncelemeler, Ankara 1968, Sf. 272. Doç. Dr. Mehmet Eröz, Töre, (Töre dergisi), Yıl. 4, Sa. 13, Sf. 6. Haziran 1972.

(33) Divanü Lûgat-it-Türk, Çev. Besim Atalay, T.D.K. Ankara 1939, C. I. Sf. 106. (34) Kaşgarlı Mahmud, Divanü Lûgat-it Türk Tercemesi, Çev. Besim Atalay, T.

D.K.C. 2. Ankara 1940, Sf. 18. (35) Y.K.C. 2. Sf. 25.303. sayfada türütti, yarattı, takdir veya islâh edildi anla­

mında geçiyor. (36) Y.K.C. III, Sf. 120. (37) Y.K. Sf. 221. (38) YK. Sf. 262. (39) Divanü Lûgat-it-Türk, T.D.K. Dizini (Endeks), B. Atalay, Sf. 647. Kaynak

şahıs adları yanında: I, 106-9; II, 18-1, 25-8; III, 120-23, 221-7, 221-8.

TftRF 27

* Milli kültürümüze hiz­met eden eserleri dağıtan Öncü kuruluştur. * ANDA yurdun her yerin­deki kitapçıya ve okuyucu­ya hizmeti götüren yegâne müessesedir

MERKEZ

Ankara Cad. Nu : 46 Basın i ş Hanı Sirkeci - ÎSTANBUı

Tel : 27 65 11 PK. 1065 — İSTANBUL

Posta Çeki : 87513 BÜROLAR İÇ ANADOLU BÜROSU : Ziya Gökalp Caddesi 37/B Kızılay —

ANKARA Tel : 180542— 251150 Posta Çeki : 87620 EGE BÜROSU : Kestelli Cad. Başdurak Han Nu : 7/129 Tel : 14 66 95 Kemeraltı — ÎZMİR AKDENİZ ve GÜNEY - DOĞU ANADOLU BÜROSU : Adliye Arkası Eski Sigorta Hastahanesi Tel : 23356 Nu : 69 — ADANA KARADENİZ BÜROSU . 19 Mayıs Man. Talimhane Cad. Nu : 23 Tel : 2105 SAMSUN DOĞU ANADOLU BÜROSU : Orduevi Karşısı Belediye Dükkânları Tel : 3257 Nu : 19 — ERZURUM KIBRIS TEMSİLCİLİĞİ : Türk Kültür Kooperatifi LTD. 35, Mahmutpaşa Sk. Lefkoşa — KIBRIS AVRUPA DAĞITIM MERKEZÎ : Türkischer Kültür Verein (Türk Kültür Ocağı) 5 Köln 1 Christoph Str. 14 Tel : 022/2133 36 W. DEUTSCHLAND

_

FETİH CEMİYETİ YAYINLARI

Ekrem Hakkı Ayverdi'nin Eserleri :

İlk 250 Senenin OSMANLI MİMARİSİ, E. H. Ayverdi - İ. A. Yüksel

Osmanlı Mimarisinin İLK 1230-402, 1. cild

DEVRİ

Osmanlı Mimarisinde ÇELEBİ ve MURAD DEVRİ 1402-1451, 2. cild

Osmanlı Mimarisinde FATİH DEVRİ 1451 - 1481, 3. cild

Osmanlı Mimarisinde FATİH DEVRİ 1451 - 1481, 4. cild

Samiha Ayverdi'nin Eseri :

İSTANBUL GECELERİ, (3. baskı) ...

BOĞAZİÇİ'NDE TARİH, (3. baskı) ...

İBRAHİM EFENDİ KONAĞI. (2. baskı)

Edebi ve Manevi Dünyası İçinde FATİH (3. baskı)

Yahya Kemal'in Eserleri: Şiirleri;

KENDİ GÖK KUBBEMİZ (5. baskı)

ESKİ ŞİİRİN RÜZGÂRIYLE

(2. baskı)

RUBAİLER

BİTMEMİŞ ŞİİRLER ...

SEVİNÇ COKUM'un Yeni Romanı

BİZİM DİYAR

V ÇIKTI

DAĞITIM - ANDA

DEVLET

Yepyeni

ve Pırıl pırıl çıkıyor ...

Abone oldunuz mu?

İsteme adresi P.K. 284 Bakanlıklar Ankara Posta Çeki : 21849

TÜRK EDEBİYATI VAKTİ

DÜNDAR TAŞER ROMAN,

ÜLKÜCÜ GAZETECİLER CEMİYETİ^ROMAN,

TÜRKİYE MİLLİ KÜLTÜR VAKFI HİKÂYE

ARMAĞANLARI SAHİBİ*

SEVİNÇ COKUM'un ESERLERİNİ TAKDİM EDER

fMAKİHA Br S*sevjnc J t &* cokum

STZÖRI

I

. • ' . . . . . . . . • • •

BİZİM DİYAR 1 sevinç çofcum

1 " '

®HÜ BUTUN KİTAPCUABDA

BİR VATANSIZIN HİKÂYESİ

Rıza Akdemir

O, bütün hayâtmca ailesine, vatana, millete hiç bir şey vermedi. Hep aldı. Her zaman, her yerde, her yaşta aldı. Eliyle, midesiyle, cüzdanıyle hep aldı. Hep sömürdü.

Dünyâda yalnız onun ağzı vardı doyması gereken... Yalnız onun mîdesiydi şişmesi zarurî... Hep kendisi için yaşadı...

Anlatayım isterseniz hayat hikâyesini... Ankara'da gün ışığına gözlerini açtı. Çocukluğunda Avrupa'dan getirtilen mamalarla bes­lendi. Sonra ilkokul, sonra kolej... Renkli hayâtında girl-friend'leri vardı. Yamyam gürültüleri ile dolu plâkları vardı. Boynunda gümüş madalyonu, kolunda bileziği, altında elbisesinin rengine uygun son model arabası vardı..

Tahsil yılları hep «koltuk değneği »ile, itile itile geçti. Annesi öğ­retmenlerini şâhâne evinde kokteyllere davet etti. İngilizce öğretme­ninin yaş gününü unutmadılar hiç... Babasının nüfuzu öğretmenleri­nin çok defa gözünü kamaştırdı. Kristal avizeler de bu göz kamaş­tırma işine oldukça yardım etti. Kolej diplomasını alınca, büyük ba­şarısının şerefine tatilini İngiltere'de geçirdi. Sonra birtakım kartvi­zitler, ziyaretler ve ziyafetler sonucu üniversiteye kapağı attı. Bir münâsip memuriyet de uyduruldu kendisine.. Hem üniversitede oku­yor, hem de para kazanıyordu. İşe filân gittiği yoktu. Dâirenin ge­nel müdürü babasının parti arkadaşıydı zâten.. Aybaşında uğruyor, maaşını santimi santimine alıyordu.

Haftada bir iki gün arkadaşlarından birinin evinde kız arka­daşları ile toplanıyor, plâk çalıyor, uslu uslu «çay» içiyorlardı. Kolej­deki kadar kolay olmadı amma üniversiteyi de bitirdi. Resmen me­mur olduğu dâirede aylığını nasıl alıyorsa, diplomasını da öyle aldı. Ders kitaplarının hemen hiçbirini kirletmemiş, tahsil hayatının ço­ğunu sınıftan çok, kantinde geçirmişti. Mühendisti artık!... Amma öyle plân çizmek, betonarme hesabı çıkarmak hak getire... Asker­liğini de bir punduna getirip «iyi bir yerde» yaptı. Cumartesi, pa­zar günlerini Ankara'da geçiriyor, gezip tozuyor, arkadaşlarının ter­tiplediği partilerde keyfine bakıyordu.

Askerden sonra bir yolunu bulup dış memleketlerde bir burs koparmağa muvaffak oldu. İngiltere'ye gitti. Doktora yapacaktı. Dev­rin modası buydu zâten... Altı sene kaldı İngiltere'de... Milletin alın terinden şampanyalar içti. Millet parasiyle garsonyerler kiraladı. Millet parasiyle Havana tütününden purolar tüttürdü.

Hâlâ İngiltere'de doktora yapmakta... Onu yakından tanıyan bir arkadaşım anlattı. Daha Türkiye'de başlayan renk değişikliği, niha­yet kızılda karar kılmış. Marksist bir sakal bırakmış.. Türk işçilerine komünizmi anlatmağa çalıştığı bir gece iyice dövmüşler kendisini... Hiç görmediği yerlerin, hiç tanımadığı insanların ızdırabını anlatı­yormuş halbuki... «Doğuda ezilenler, sömürülenler, aç kalanlar var» diyormuş... «Türkiye'de hak yoktur, hukuk yoktur, kanun yoktur» diye gelip geçene dert yanıyormuş. «Türkiye'de boynu vurulacak burjuvalar, elinden viski kadehi düşmeyen kapitalistler vardır» diye eklemekten de kendini alamıyormuş.

Türkiye'nin geriliğinden utanıyormuş. «Türküm» demeğe çekini-yormuş. Hatta «Kemâl» olan ismini değiştirip «Chamil» yapmak ni­yetinden bahsediyormuş.. Türkiye çok iptidâi imiş, çok câhil imiş... Türkiye'de insana değer verilmiyormuş... Belkide hiç dönmeyecek-miş Türkiye'ye...

O, bütün hayâtmca ailesine, vatana, millete hiç bir şey vermedi. Hep aldı. Her zaman, her yerde, her yaşta aldı.

O, topraktan aldığını dallarından meyvâ yapıp sarkıtan bir ağaç haysiyyetine,

O, ekmeğini yediği kapıdan ayrılmayan bir köpek seciyesine bile sahip değil...

Gözlerinizdeki istifhamı anlıyorum: Kim bu hâin? diye soruyorsunuz. Onlar bir değil, binlerce, onbinlerce...

Haramın şişirdikleri, ihanetin besledikleri, günâhın emzirdikleri... Binlerce onlar...

T -

DIŞ TÜRKLERDE DİL FACİASI

Prof. Dr. Mehmet ERÖZ

TÜRK DİLİ İÇİN: Dizimize aldığımız bu üçüncü yazıda, kıymetli ilim adamımız Prof. Dr. Mehmet Eröz'ün, Mu­allimler Birliği tarafından ter-tîb edilen İkinci Türk Dil Kon-gresi'ne sunduğu mühim tebli­ğin tam metnini yayınlıyoruz.

Muhterem Divan, Muhterem Dinleyenler,

«Muallimler Birliği» nin çok güzel bir teşebbüsü ile yapılan bu ikinci «Türk Dil Kongresinde», biz de Türk dünyâsı­nın uzak diyarlarında cereyan eden «dil faciası» ndan, Rus mahkûmu Türk'lerin dil ve kültürünü yıkmak için gösterilen gayretlerden bahsedeceğiz. Türk dilinin Türkiye'deki kaderi hakkında kıymetli araştırıcıların ve hatiplerin, geniş bilgi verecekleri, meseleyi lîsânî ve sosyolojik yönden ele alacakları muhakkaktır. Böy­lece mekânı parçalamaksızm, Türk dil gerçeğini bir bütün olarak ele almış ola­cak, arada ilgi kurabileceğiz.

Bundan bir asır kadar önce, Kırım Türklerinden Gaspıra'lı İsmail Bey, Kı­rım'da Tercüman gazetesini, Türkiye ede­bî dili, İstanbul türkçesi ile çıkarmağa başlamıştı. Gaspıra'lı İsmail Bey, İstan­bul şivesinin, Türk dünyâsının ortak ağzı olmasını istiyordu. Tercüman gazetesi

Rusya Türk'leri arasında Türk millî şuu­runu canlandırmıştı. İsmail Bey, Türk dünyâsını kurtaracak hamleyi «dilde, fi­kirde, işde birlik» şiarında görüyordu. Medreselerin köhne usûlü yerine, usûl-ü cedidi, Türk ve İslâm kültürü ile mo­dern hayâtı telif eden yeni metodu ge­tirmişti. Bu metodla kurulan cedîd mek­tepleri bütün Kırım, İdil-Ural ve Azer­baycan'a yayıldı. Türkistan'da 1915'e ka­dar 100 cedîd mektebi açılmış, birçok millî ve dînî gaayeli dernek kurulmuş­tu. 1917 Şubat İhtilâlinden ve Geçici Hü­kümetin kuruluşundan sonra İmparator­luğun dört bir tarafında İslâm kongre­leri toplandı. Komünist İhtilâlinden bir ay kadar sonra ardı ardına İdil-Ural, Türkistan, Kazakistan ve Kırım'da millî hükümetler kuruldu. Daha sonra Azer­baycan'da da millî hükümet teşekkül et­ti1.'

Bolşevik'ler iç isyanları, iç ayaklan­maları bastırmcaya kadar Türk'leri ta­rafsız bırakma taktiğine başvurdular. 3

(1) Geoffrey Wheeler, Racial Problems in Soviet Müslim Asia, Oxford Univ. Press, London, 1962, PP. 11-12.

Aralık 1917 târihinde Lenin ve Stalin'in imzâsiyle Türk'lere hitaben bir beyanna­me neşredildi. Beyannamede, Türk'lerin, Müslüman'ların dînî inanç ve adetlerinin, millî kültürlerinin bundan böyle serbest ve dokunulmaz olduğu, onları canlandı-rabilecekleri vaadediliyordu2.

Bu vaadin, bu yalan sözün üzerinden bir yıl geçmeden komünistler birer birer Türk ülkelerini istilâya başladılar. Dışarı­dan Kızılordu, içeriden «Devrim Komite­leri» işbirliği ile, emekçileri burjuva zul­münden (!) kurtarmağa (!) başladılar. Baku'nun kurtuluşu (!) yâni komünist­lerin eline geçişi de böyle olmuştu. 1920 baharında Baku düştü. Lenin'e çekilen tel graf ta, «... Beynelmilel bur j uvazinin elinden alman milyonlarca ton petrol stoku, proletaryanın hizmetine arzedil-miş oluyordu. Azerbaycan emekçileri kendilerini sermâye zulmünden kurtaran Kızılorduyu sevinçle karşılamakta ve bir kurtarıcı gibi tebrik etmektedir...»3 de­niyordu.

İstilâdan sonra Sovyetler Türkistan'ı sun'i beş cumhuriyete ayırdılar: Kazakis­tan, Kırgızistan, Türkmenistan, Özbekis­tan ve Tacikistan. Bu arada bir yandan dînî ve millî rabıtaları kesmek, diğer yan­dan birbirleri ile olan harsî bağları ko­parmak için türlü çârelere başvurdular.

Azerbaycan'da kurulan millî hüküme­ti «Müsavat Partisi» mensupları kurmuş­tu. Bu partinin programı Ziya Gökalp'ın Türkçülük fikirlerinden ve Hüseyinzâde Ali Bey'in görüş! arinden mülhemdi. Onun için İstanbul türkçesinin kabulü taraftarı idiler.4

Bolşevikler ilk tedbir olarak Türk dünyâsına Arab alfabesi yerine Lâtin e1

fabesini kabul ettirme çâresi aradılar. Eöylece eski kültürle rabıtayı kesmiş,

Türkiye ile bağları koparmış olacaklardı. Lâtince 1924 de Azerbaycan'da kendiliğin­den kabul edildi. 1 Mayıs 1925 de Azer­baycan Sovyet hükümetinin bir kararıyla Lâtince gazete ve resmî muhâberât için mecburî îlân edildi5. 1857 de Azerbaycan Türklerinden Mirza Feth-Ali Ahundzâde, Arap harflerinin Türk diline uygun olma­dığına dâir yazılar yazmış, İstanbul hü­kümetine başvurmuştu. Bu itibarla Azer­baycan'da bu fikrin bir asra yakın bir mazisi vardı. Azeriler değişikliğin tedricî olmasını istiyor, birdenbire yapılacak al­fabe tebeddülatının millî ve dînî kültüre büyük zararlar vereceğini ileri sürüyor­lardı. Diğer Türkler bu değişmeye karşı çıktılar. İdil-Ural Türklerinde okuma -yazma bilenlerin nisbeti yüzde yüze ya­kındı. Alfabe değişikliği onları çok mu­tazarrır edecekti.

1923 de Lenin «Lâtinleştirme şarkta ihtilâl demektir» diyordu. 1926 Baku Tür­koloji kurultayında Yakovlev ve diğer Rus ilim adamları, Lâtin alfabesini meth­ediyor, Lâtinleştirmenin garkın emekçi kitlelerini, aşiret reislerinin, zenginlerin, din adamlarının nüfuzundan kurtarmağa yardım edeceğini söylüyorlardı6. Taşkent ve Kazan'da toplanan diğer iki Kurul­tayda da aynı fikir işlendi ve zemin ha­zırlandı. 1928 yılında Türkiye'nin de Lâ­tin alfabesini kabul etmesi, Orta Asya Türklerini heveslendirdi. Bu hal Rus'ların canını sıkmış, hesaplarını bozmuştu. On­lar Lâtinceyi Türkiye ile harsî bağları ko­parmak için, Türk'lere kabul ettirmeğe çalışmışlardı. Şimdi ise millî kültür köp­rüsü tekrar kurulmuştu. Buna karşı al­dıkları tedbir on sene sonra görüldü.

1929 da Rusya'daki bütün Türk'ler Lâtin alfabesine geçtiler. İdil - Ural ve Başkırdistan Türk'leri gece kursları aç-

ı.

(2) E.H. Carr, The Bolshevik Revolution, London, 19.., vol. 1, p. 323. (3) Süleyman Tekiner, «Ekim İhtilâli ve Sovyet Doğusu Halkları», DERGİ, No. 47,

sf. 23-24: Obrazovaniye SSSR, Vesikalar külliyatı, 1917-24, Moskova - Lenin­grad 1949.

(5) Paul B. Henze, «İç Asya'da Siyâset ve Yazı», DERGİ, No. 5, 1956, sf. 99. (6) Mustafa Aytugan, «Bolşeviklerin İdil-Ural Türkçesini İmha Siyâseti», DERGİ,

No. 3, 1955: Baku 1926 Kurultayının stenografisinden.

DIŞ TÜRKLERDE DtL 33

m ak, gazete, dergi ve broşürler basmak suretiyle yeni yazıyı halka öğretmeğe koyuldular. Lâtin alfabesini şimal türk-çesinin fonetiğine uydurarak yarattıkları kolaylık sayesinde, halkın yeni alfabeyi öğrenmesini temin ettiler. Yeni alfabe ile birçok kitap basıldı. Türkler kısa zaman­da yeni alfabeye intibak etmişler, milli kültürü oldukça muhafaza etmişlerdi. Ruslar gaayelerine erişememişlerdi. «Şe­kilce millî, muhtevaca sosyalistik kültıu» umdesi tahakkuk edmeiyordu. Milli kül­tür muhtevaca sosyalistleşmemiş, bilâkis daha çok millîleşmişti. Plekhanov'un «herhangi bir muhteva, kendisine mahsus bir şekil talep eder» umdesine göre, işe şekilden, yâni dilden başlamak îcap edi­yordu7. Bu maksatla 1937 de Bakû'de «İmlâ ve Terim» konferansı topladılar. Kültürü sosyalistleştirme, Ruslaştırma ta­raftarları ile, kültürün millî Türk vasfını müdâfaa edenler arasında şiddetli bir mü­câdele oldu. Mehmed Emin Resulzâde merhum, her iki tarafın isteklerini şöyle sıralıyor:

Sovyetleştirme taraftarlarının fikirle­ri:

1 — Milletlerarası terimleri asılların­da olduğu gibi değil, yalnız rusçada oldu­ğu gibi kullanmalıdır, 2 — Rusça terim­leri tercüme etmeden aynen almalıdır, 3 — Diğer Türk lehçelerinden kelime alın­mamalıdır, 4 — Arapça, farsça, Osmanlı­ca kelimelerin yerine rusçalarını almalı­dır.

Millî kültürü muhafaza etmek istiyen­lerin fikirleri:

1 — Terimler türkçeleştirilmelidir, 2 — Azerbaycan'ı Ruslaştırmağa götüre­cek «Sovyetleştirmeğe» meydan verilme­melidir, 3 — îmlâ meselesinde umûmi edebî esaslara dayanmalı ve aynı zaman­da mümkün olduğu kadar diğer Türk leh­

çelerindeki ortak hususiyetleri muhafa­zaya çalışmalıdır.

Bu mücâdeleden akıl ve mantık yo­luyla değil, cebir ve şiddet yoluyla birin­ciler gaalip çıktı8. Kongreden sonra millî kültür üzerinde ısrar eden şâir, edip, ilim adamı ve yazarlardan ibaret münevver­leri yok ettiler. Bu kanlı katliâmda ölen münevver sayısı yalnız Azerbaycan'da 140.000'i buluyordu9. Kazan ve Ufa hapis­haneleri, Sibirya temerküz kampları Türk münevverleri ile doldu.

1939 da lâtinceden Rus - Kiril alfabe­sine geçmeyi emrettiler. On sene önce Arab alfabesinden, lâtin alfabesine ge­çerken lâtinceyi methedenler, bu defa onu yerin dibine batırıyorlardı. Onlara göre «Lâtin alfabesi milleti karanlıkta ve ce­halette tutmak isteyen milliyetçilerin, zenginlerin, dîn adamlarının elinde bir silâh»ti, «Lâtin alfabesi Marks, Engels, Lenin ve Stalin'in eserlerinin okunmasını zorlaştırıyor ve geniş halk kitlesi tara­fından benimsenmiyor» du.10

Ruslar, Rus alfabesini İdil-Ural, Azer­baycan, Türkistan'da ayrı şekillerde tat­bik ettiler. Ses ve imlâ farklarını azalt­mak yerine, Türk lehçeleri arasındaki farkı arttırmağa çalıştılar. Reformların gaayesi «Parçala ve hükmet» siyâsetine hizmetti1 . Türk lehçelerini teknik rusça tâbir ve hattâ günlük kelimelerle doldu­rup onu bir rusça - türkçe karışığı espe-ranto dili hâline getirmek, arabça ve fars-çadan alınmış ve Türkiye Türklerinin de kullanmakta olduğu kelimeleri atmak, rusçayı ikinci ana dili yapmak istiyorlar­dı. Bu gayelere erişebildiği takdirde tek bir Türk edebî dilinin teşekkülü önlene­cek ve Türk İslâm millî hareketine mâni olunacaktı. Bunun için lehçe, ses, gramer farklarını mümkün olduğu kadar arttır­mağa çalıştılar. Rusçadan çok sayıda ke-

(8) Süleyman Tekiner, «Azerbaycan Türklüğünce Benimsenmeyen Bir İdeoloji, DERGİ, No. 4, sf. 103.

(9) Mirza Bala, aynı makale, sf. 8. (10) Mustafa Aytugan, aynı makale. (11) Geoffrey VVheeler, «The Muslims of Central Asia», Problems of Communism,

Washington, September - October 1967, pp. 78-9.

34 • ;•.. - ERÖZ

Lime getirdiler, Rus gramer ve sentaks taaidelerini kabul ettiler, rusçayı yüksek ahsilde mecburî öğretim dili hâline ge­trdiler. Rus edebiyatının büyük kısmı, romünist klâsiklerinin çoğu yerli dillere :evrildi.

1953 haziranında alman biı xarara ?öre, Kırgız türkçesine rusçadan giren kelimeler Kırgız fonetiğine göre değil, ay­nen Rus fonetiğine göre telâffuz edecekti. Diğer cumhuriyetler de sonraları aynı mü­kellefiyete tâbi tutuldular. Türk dillerine karşı olan bu hısıma mukaabil, Azerbay-:an'm iki komşusu (Gürcistan ve Ermenis­tan) dilleri kendi hususiyetlerini hâlâ mu­hafaza etmektedirler.12

1954 ekiminde Aşkabad'da toplanan kinci Türkmen Dil Kurultayında, Türk-nenistan Komünist Partisi genel sekrete-i Bayan Durdıyeva, rusça'dan kelimece stılah almaya muhalif olanları da, Tür­kiye türkçesinden kelime ve tâbir almış >lan yazarları da «Turancılık», «pan-tür-cistlik» damgasiyle damgaladı. Azerbay-:an'da olduğu gibi, Türkistan'da da Tür tiye türkçesinden kelimeler almak bir iuç teşkil etmektedir13. Aynı kongrede 3rofesör Azimov: «Büyük Rus halkının lilinin tesiri ile Türkmen kelime hazînesi ;oğalmakta, şekillenmekte ve gramatik mnyesi mükemmelleşmektedir»14 diyor-lu.

1960 da bütün Kazak milliyetçileri iillerini rusça kelimelerden ayıklamak çin seferber oldular. Bu hareketin başın­la Kazak Adebieti (edebiyatı) isimli der­cinin yazı heyeti vardı. Bu hareketleri ko-nünsitlerin hücumuna uğradı. Burjuva -nilliyetçiliği, Turancılıkla suçlandırıldı-ar. Kuzey Kazakistan'da resmî dil rusça >ldu. Kazakistan'daki Türk'lerle, Doğu Türkistan Türklerinin ortak kültüre sa­

hip olmamaları için Kızıl Çin tedbir al­dı. 1960 da Doğu Türkistan Türkleri için bir çeşit lâtin alfabesi kabul etti .1 5

Bütün bu gayretlere rağmen komü­nistler Türk kültürünü yıkamadılar. Ka­zak, Kırgız, Türkmen, Özbek, Tatar, Azerî lehçelerini ayrı dil diye kabul ettiremedi-ler. Sosyalist millet yaratamadılar. Kolhoz işçisinden, üniversite talebesine kadar millî şuur dipdiri durmaktadır. Bu yüz­den geçen yıl Sovyetler âciz kalıp, Türk­menistan kolhozlarmda ihtiyarların (ak­sakalların) otoritesine sığındılar. Onların gençler üzerindeki büyük itibârından fay­dalanmak üzere «Aksakal Şûraları» kur­dular. Bu Türkistan'da Türklüğe ve İs-l&miyete karşı yürüttüğü yıllar süren mü­câdelede Sovyet rejiminin ideolojik hezi­mete uğradığını göstermektedir16 . Geçen yaz Türkistan ve Azerbaycan'a giden Türk hükümet heyeti sevgiyle karşılandı. Ba­ku'da bir ziyafette, Azerî bakanlardan biri bizim hükümet heyetine, Türk radyo­larından bir şey anlamaz olduklarını söy­leyerek, serzenişte bulundu. Bu konuşma­ya TRT'nin başkanı Prof. Dr. İsmet Girit­li de şahit olmuştu1 7 .

Radyoların dilinden ne Azeri Türk'ü ne Türkiye Türk'ü anlamaktadır. Yörük­ler, Sünnî ve Alevî Türkmenler bize rad­yonun dilinden anlamadıklarını söyledi­ler. Radyo kâh ödül kâh mansiyon dağı­tır. «Toplantı» demez, «brifing» der. İmza attırmaz, parafe ettirir. Konak, merhale demez, etap eder. Millî'den korkar, ulu­sal der. Bir sürü fransızca, ingilizce ve nesebi sahih olmıyan uydurma «sözcük» ve «tilcik»lerle dilimizi berbat eder, kül­türümüzü mahveder.

Bu kongrenin radyoya, basma, Dil Kurumuna hidâyet getirmesini, Türk dili ve kültürüne uğur getirmesini diler, hepi­nizi saygıyla selâmlarım.

[12) Geofrey VVheeler, Racial Problems in Soviet Müslim Asia, pp. 35-39. [13) Mirza Bala, aynı makale, sf 15. [14) Paul B. Henze, aynı makale, sf. 104. [15) VValter Kolarz, Communism and Colonialism, London, 1964, pp. 49-51. [16) Dr. Ediğe Kırımal, «Muhtelif Haberler», DERGİ, No. 47, 1967. :i7) Dr. Fethi Tevetoğlu, Son Baskı Gazetesi, Ankara, Kasım 19Ü7.

^IS TÜRKLERDE DÎT.

SOVYETLER - DOĞU AVRUPA

MÜNÂSEBETLERİ

Bu değişiklik temayüllerine karşı çıkış ise, şüphesiz ki, Batı'ya hem coğrafî, hem de kültür mirası olarak en yakın bulu­nan dört Avrupa ülkesindeki 32 Sovyet tümeni tarafından temsil edilmektedir. On yıl kadar önce, Çekoslovakya'nın ko­münist yöneticileri rejimin katılığının meydana getirdiği şartları biraz düzelt­mek istediklerinde, Çekoslovakya Sovyet­ler Birliği tarafından istilâ edilmişti. Bu istilâ daha epey zaman hatırdan çıkma­yacak ve bölgedeki değişiklik temayül­lerinin önünde bir ölçüye kadar frenleyi­ci rol oynayacaktır.

1968 Ağustos'unda Çekoslovakya'nın istilâsı üzerine Sovyet Blokundan res­men çekilen Arnavutluk ve zâten bu Bloka hiç katılmamış olan Yugoslavya hâricinde Doğu Avrupa'daki bütün dev­letler, 1955 Mayıs ayında teşkil edilmiş olan Varşova Paktı'na üyedirler. Varşo­va Paktı kuvvetlerinin komutanı Sovyet eski Genel Kurmay Başkanı ve Mareşal Victor G. Kulikov'dur. Kulikov'un yar­dımcıları ise, Doğu Avrupa ülkelerinin savunma bakanlarıdır. Varşova Paktı'nm kara kuvvetleri, deniz kuvvetleri, hava kuvvetleri ve hava savunma birliklerinin tamamı Sovyet komutanlarının idaresin-dedir (2).

(1) Daha önceki gelişmeler için, bak.: Roger E. Kanet ve Donna Bahry, «Doğu Avrupa'daki Sovyet Politikası», Current History, cilt 71, sayı 50, Ekim 1975, s, 126-128.

(2) A.B.D. Merkezî istihbarat Teşkilâtı, Sovyetler Birliği Savunma Bakanlığı ve Silâhlı Kuvvetleri Görevlileri Rehberi, Washington, D.C., Eylül 1977, s. 27-31; ayrıca bak.: Voennye znaniya (askerî bilgiler), Moskova, sayı 5.

\ Tercüme ; TÜRKER İNANÇ

Son zamanlarda Sovyet Blokunda, si­yasî ve iktisadî mâhiyetteki dış baskılar neticesinde meydana gelen mühim geliş­meler, bazı değişikliklerin vuku bulması­nı mümkün kılacak istikaamettedir C1).

Doğu Avrupa ülkelerinde baştanbaşa yayılmış olan Sovyet birlikleri, karargâhı Polonya'nın Legnica şehrinde olan Kuzey Grubu; Macaristan'ın Tököl şehrinde Gü­ney Grubu; Çekoslovakya'da Milovice'de Merkez Grubu-, ve Doğu Berlin yakınla­rında Zossen-VVunsdorf ta karargâhı olan Doğu Almanya'daki Sovyet Kuvvetleri Grubu'nu ihtiva ederler. Zırhlı birliklerle motorize piyade tümenleri arasındaki T

betin yaklaşık bire bir olduğu Sovyet bir­likleri, üslendikleri Doğu Avrupa ülke­lerinin birliklerine kıyasla oldukça daha yüksek bir ateş gücüne sahiptirler (tab­lo 1). Ayrıca Sovyetler, egemenlikleri al­tında bulundurdukları Doğu Avrupa ül­kelerini en yeni silah sistemleri ile teçhiz etmekten kaçınmaktadırlar.

Bu Sovyet birlikleri, taktik nükleer başlıklar dışında hemen hemen bütün kalegorilerde sayıca üstün oldukları NA­TO kuvvetlerinin merkez cephesi karşı­sında bir cephe teşkil ettikleri gibi, aynı zamanda, bu ülkelerdeki muhtemel ayak­lanmaları veya izin vermedikleri deği­şikliklere yönelen hareketleri bastıracak bir polis gücü mahiyetindedirler (3). Do­ğu Avrupa ülkelerinin yöneticileri haya­tın bu gerçeklerini görmektedirler, bu yüzden, aralarında biraz daha «bağımsız­lıkçı» olan liderler de 1956'da Macaris­tan'da ve 1968'de Çekoslovakya'da yaşa­nan acı tecrübelerin gayet iyi çizdiği hu­dutlar içinde kalarak hareket etmekte­dirler. Bu ülkelerin temsilcileri, Sovyetle­rin dış politikada takındığı bütün tavır­ları desteklemektedirler. Yalnız Roman­

ya Orta Doğu mes'elesinde Moskova çiz­gisinden farklı bir tutum takınmaktadır. Romanya bazı diğer mes'elelerde de «çiz­gi» den sapma göstermektedir.

Bükreş'te yapılan 15. toplantısında, (4) Varşova Paktı Siyasî Danışma Komi­tesi, nükleer silâhları hiç bir tarafın ilk olarak kullanmaması ve her iki tarafın askerî ittifaklarına üye olan ülkelerin sa­yılarının dondurulması yolunda Sovyet­lerin NATO'ya yaptıkları tekliflerin itti­fakla benimsenmesine karar verdi. Anla­şıldığına göre, bu çeşit diplomatik ma­nevralar, Sovyet lideri Leonid Brejnev'in her sene Temmuz ve Ağustos aylarında üç haftalık bir devre içinde Doğu Avru-pa'daki «genel valileriyle» Kırım'da Ore-anda'da yaptığı başbaşa görüşmelerde ter­tipleniyor (5). Burada yapılan görüşme­lerde ele alman konular hiç bir zaman açıklanmaz, fakat sonradan meydana çıkan siyasî manevralar herşeyin önce­den hazırlandığı intibaını verir.

Varşova Paktı'nm işleyişine ait yön­ler, paktın askerî konseyinin muayyen aralıklarla yaptığı toplantılarda ortaya çıkar. 17-20 Ekim 1977 tarihleri arasında Sofya'da bu toplantılardan biri yapılmış­tır. Sofya'daki toplantıda, «birleşik silâh­lı kuvvetlerin halihazır faaliyetleri ile ilgili sorunlar tartışılmış ve uygun-belir-lenmeyen- teklifler benimsenmiştir.

Varşova Paktı savunma bakanları da aşağı yukarı senede iki defa toplanırlar ve bu toplantılar sonunda yayınlanan bil­diriler de aynı derecede bilgi (!) verir­ler (*).

(3) Berlin'i kuşatan 36 kilometrelik bir çember içinde, Sovyet ve Doğu Alman birlikleri, 200 adedi en son model T-72'ler olmak üzere 1300 tanka, taktik nükleer füzelerle donatılmış bir alaya, 300 adet ağır topa ve diğer normal hafif silâhlara sahip olup, mevcudu 95 bin civarındadır. Berlin'i ikiye ayı­ran duvarı 14 bin asker beklemekte ve 30 Mart 1977 tarihli Daily Telegraph, (Londra) gazetesine göre, bunlar duvardan kaçmak isteyenler üzerine 1500 defadan fazla ateş açmış bulunmaktadırlar.

(4) Moskova radyosu, 28 Kasım 1976 tarihli yayınında toplantıya ait bildiriyi verdi. (5) Frane Barbieri, «I vassali da Breznev», La Nazione (Floransa), 21 Ağustos 1977. (6) Sofya radyosu, 20 Ekim 1977; Krasnaya Zvezda (Kızıl Yıldız; Moskova) 30

Kasım 1977.

SOVYETLER 37

Bunlara ilâveten, her sene yapılan manevralarla Varşova Paktı üyelerinin savaşa hazırlık durumları kontrol edil­miş olurlar. 21-19 Mart 1977 tarihlerinde «Soyuz 77» (İttifak 77) adıyla düzenle­nen harp oyunları için Macaristan ve Çekoslovakya toprakları kullanılmıştı. Bunu takiben Baltık Denizi'nde Doğu Al­man, Polonya ve Sovyet savaş gemileri­nin katıldığı deniz manevraları düzen­lendi (n .

Sovyetler Birliği tek başına bunlar­dan da büyük manevralar yaptı. «Kar-paty» adı verilen ve Sovyetlerin Karpat-lar askerî bölgesinde yapılan bu manev­ralara Varşova Paktı 'nm altı üyesinin ve Yugoslavya'nın müşahitleri (gözlemcile­ri) katıldı. «Güneyliler» ile «Kuzeyliler»in savaşmasının temsil edildiği bu manev­ralara hava hücumları, amfibik tanklar, zırhlı personel kariyerleri ve helikopter­lerle 27 bin asker katıldı. Müşahitlerle yapılan mülakatlara göre, (8) manevra­larda sergilenen yüksek ateş gücü bütün Doğu Avrupalı müttefiklerce hayran­lıkla karşılandı.

Varşova Paktı üyeleri birbirlerine, sa­dece 1955'te yaptıkları ve 20 sene so­nunda otomatikman uzatılan çok taraflı anlaşmayla bağlı olmayıp, ayrıca arala­rındaki ikili anlaşmalarla da bağlı du­rumdadırlar. Bu anlaşmalardan bazıları­nın süresi sona ermiş olup yenilenmekte­dirler; bunlar arasında, Doğu Almanya ile Polonya, Macaristan'la Bulgaristan'ın anlaşmaları zikredilebilir (9). Eğer, Sov­yetler Birliği'nin çeşitli zamanlarda tek­

lif ettiği gibi NATO ve Varşova Paktları lâğvedilmiş olsa idi, bu birbirleriyle irti­batlı askerî ittifak sistemi sayesinde Do­ğu Avrupa ülkeleri yine de Moskova'ya bağlı kalacaklardı.

Ekonomik Entegrasyon

Askerî ittifak sisteminden altı yıl ka­dar önce kurulan COMECON (Ortak ekonomik yardımlaşma konseyi) 1950le-rin ortalarına kadar hiç bir canlılık gös­termedi. Aralık 1961'de Arnavutluk'un COMECON'dan çekilmesiyle teşkilâtın üye sayısı eksildi; fakat 1965'te Yugos­lavya tam üye olmamakla beraber CO-MECONla işbirliği yapmayı kararlaştırdı. Moğolistan 1962'de, ve Küba 1972'de teş­kilâta tam üye olarak katıldılar. (*)

Tamamlanmış olan bazı ortak proje­ler neticesinde blok üyelerinin bazılarının kazançlı çıktıkları söylenebilir. Druzhba (dostluk) petrol boru hattı 105 milyon ton/yıl kapasiteye sahiptir. Bununla bera­ber, Sovyetler Birliği bu boru hattından Doğu Avrupa'ya yılda sadece 70 milyon ton petrol ihraç etmekte ve 1980'de de ihracatı aynı seviyede tutmayı planla­maktadır (10). Boru hattı Kuybişev'den Mozyr yoluyla Polonya'da Plock'a ulaş­makta, oradan da Doğu Almanya'da Seh­iv def e uzanmaktadır. Boru hattının uzun­luğu 1900 mil olup, güneybatıya uzanan bir kolu da Brody ve Uzgorod yoluyla Çekoslovakya'da Bratislava'ya ve Macar­istan'da '^szhalombatta 'ya gitmektedir.

(Devam edecek...)

(7) Moskova radyosu, 29 Mart 1977; Krasnaya Zvezda (Kızıl Yıldız) 10 Tem­muz 1977.

(8) Moskova radyosu, 12-16 Temmuz 1977. Ayrıca, bak.: Kongre Bütçe Bürosu, NATO-Varşova Paktı Askerî dengesinin değerlendirilmesi, (Washington, D.C., Goverment Printing Office (Devlet Basımevi) 1977 Aralık) s. 63.

(9) Moskova radyosu, 31 Mayıs 1977; Neues Deutschland (Doğu Berlin) 17 Ha­ziran 1977; Doğu Berlin radyosu, 14 Temmuz 1977.

(10) Krasnasya zvezda (Kızıl yıldız) 16 Temmuz 1976; Financial Times (Londra) 2 Ağustos 1977.

(*) Ağustos 1978'de, Vietnam'da katılmış bulunmaktadır. (Çev. Notu.)

38 ÎNANC

Kara CJ 1 k e Kuvvetleri

B u l g a r i s t a n Çekos lovakya Sovye t D o ğ u A l m a n y a Sovye t M a c a r i s t a n Sovye t Po lonya Sovye t R o m a n y a

115 000 135 000

70 000 105 000 370 000 83 000 60 000

220 000 38 000

140 000

1 336 000

Tümenler i

8 10 5 6

20 6 4

15 3

10

87

(5)6

(5) (2) (2)

(10) (1) (2) (5) (3) (2)

(37)

Tanklar

1900 3400 1800 3000 7500 1100 1500 3800

700 1500

26 200

Güvenlik Kuvvetleri

12 000 — — 25 000 — — — 58 000 — 20 000

115 000

Deniz Kuvvetleri

8 500 — —

16 000 (80 000) 7

— —

25 000 —

10 000 (50 000) 8

189 500

K*

— — — — (4) — — — —

(3)

7

D*

2 — —

2 25) — —

1 —

(20)

50

DA*

4 — — —

(75) — —

4 —

(40)

123

Hava Kuvvetleri

25 000 46 000

— 36 000

— 20 000

— 62 000

— 30 000

219 000

Uçak Sayısı5

305 780 —

461 1100 291 350

1025 350 423

5085

TABLO 1: Varşova Paktı Silâhlı Kuvvetleri, 1978

Notlar: 1 - Zırhlı tümenler toplama dâhildir ve parantez içinde ayrıca belirtilmiştir. 2 - Kruvazörler, 3 - Destroyerler, 4 -Denizaltılar, 5 - Savaş uçakları, 6 - Bulgaristan için parantez içinde verilen rakamlar tank tümenleri olmayıp, tank alay­larıdır. 7 - Sovyetlerin Baltık Filosundan tahsis ettiği tahmin olunan asker sayısı, 8 - Sovyetlerin Karadeniz Filosundan tahsis ettiği tahmin olunan asker sayısı.

«o

Kaynaklar: John Erickson, Sovyet - Varşova Paktı Kuvvetleri Seviyeleri (Washington, D.C., 1976), s. 88; International Ins-titute for Strategic Studies (Milletlerarası Stratejik Tetkikler Enstitüsü), Military Balance (Askerî Denge), 1977 - 1978 (Londra, Eylül 1977) s. 12-15.

Kitap Tanıtma «

TASAVVUF İLMİNE DÂİR KUŞEYRÎ RİSALESİ

Kuşeyrî Risalesi, Abdülkerîm Kuşeyrî, çev. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, İst. 1978. Büyük boy, 570 (60 + 510) s.

Dr. Süleyman Hayrî BÖLAY

«Tasavvufun Mâhiyeti» (I. Haldun: Şifâüssâil,) «İslâm'da Müsamaha» (Gaz-zalî: Faysal et-tefrika) adlı tercümeleriy-le; «İslâm'da Semâ ve Mûsikî, İslâm'da Irşâd Faaliyetleri» gibi değerli telif eser­leri ve araştırmaları ile tanıdığımız, hâ­len Bursa Yüksek İslâm Enstitüsü Tasav­vuf Târihi ve Felsefesi hocalığı yapmakta olan Süleyman Uludağ, bu sefer «Kuşey­rî Risalesi» ni dilimize kazandırmış. Bü­yük hizmet etmiş. Allah razı olsun.

Gerçi bu meşhur ve muteber kitabın ilk tercümesi değil. Belki, son da olma­yacak. Fakat en itinalı, en vukuflu ve en âlimâne tercümesidir diyebiliriz.

Kitap «Giriş» (mütercime âid) hâ­riç, dört bölümü ihtiva ediyor: Birinci Bölüm, sûfilerin hâl tercümelerinden (78 —138); İkinci Bölüm, tasavvuf ıstılah­larından (142—186) teşekkül ediyor, Üçün­cü Bölüm, sûf ilerin makam ve halleri (ta­savvuf ahlâkı ve hayâtı, 186—504); Dör­düncü Bölüm ise Müridlere tavsiyeleri (Adâbül Müridin, 605—537) ihtiva edi­

yor. Mütercim, «Giriş», kısmında, «Kuşey-

rî'nin hayâtı ve Risalesi» ni incelemiş. Bu arada, tasavvuf—şeriat münâsebeti, tasavvufî felsefe ve felsefî tasavvuf ile tasavvufta amel ve ilim gibi mühim me­seleleri ele almış, aydınlığa kavuştur­

mağa çalışmış. Ayrıca Kuşeyrî'nin tasav-

TÜRK KÜLTÜRÜNÜ ARAŞTIRMA ENSIİTÜSÜ

YENİ BİNASINA TAŞINMIŞTIR

Adres : Bahçe!ievler, Sondurak, 17. Sok. Nu: 38. ANKARA Tel: 13 41 35

40 ROT AV

vufunu ve hâdisciliğini inceleyen müter­cim, Kuşeyrî'yi, Nizamiye medreselerin­den talebesi olan Gazzalî ile, Ibni Arabi'­nin, Mevlânâ'nm ve İmam Rabbanî'nin tasavvuf anlayışlarıyla mukayese etmiş; bir takım hükümlere ulaşmış.

Tasavvuf ilminde ve hayâtında en bü­yük kaynak kitaplardan biri olan «Ku-şeyrî Risalesi» hakkında, «Mevzûâtul-u-lûm» gibi ansiklopedik büyük bir eser veren Taşköprülüzâde'nin şu sözü, tercü­menin iç kapağına alınmış: «Ve Risâle-i meşhûre-i mübârekesi ki hakkında demiş­lerdir k i : bir hanede ol risale ola, ol ha­neye nekbet (âfet) isabet etmek olma­mıştır.» (Mevzûâtul-ulûm, I. s. 797)

îslâmî tasavvufun, İslâm düşüncesin­de ve Türk tefekkür târihinde, Türk ede­biyatında ayrı bir yeri ve ehemmiyeti vardır. Ayrıca, tarikatlar yoluyla yaşa­nan tasavvufun Türk târihinde, içtimâi, ahlâkî, hat tâ iktisadî hayâtında büyük bir yeri olduğu malûm. Bu bakımdan Kuşeyrî Risalesi gibi çok muteber bir kaynak eserin ve müellifinin bizde bü­yük tesirler icra ettiğini söylemek müba­lâğa sayılmaz. «Tasavvuf sutûrdan de­ğil, sudûrdan öğrenilir» sözü, tasavvuf düşüncesini, hayâtını ve hattâ metodunu ifâde eden tasavvufî bir dövizdir. Bunun mânâsı şudur: tasavvuf satırlardan ve­ya kitaplardan değil, gönüllerde, kalbler-de yaşanarak öğrenilir. Bu sözün muh­tevasını en iyi benimseyip tatbik eden

de bizim milletimizdir, desek isabetli olur. Kuşeyrî Risâlesi'nin bu bakımdan Osman­lı sultanlarının husûsi ve en değerli eş­yalarının bulunduğu Topkapı iç hazîne­sinde bulunan birkaç kitaptan biri olduğu bilinmektedir. Ayrıca, asrımızın başların­da, tekkelerin ıslahı ile ilgili fikirlerini açıklayan Gökalp, en tesirli ilâçlardan bi rinin de Kuşeyrî ve Gazzalîde birleşmek olduğunu ve tekkelerde bu kitapların okutulması gerektiğini ifâde etmişti. (25 Temmuz 1325, Diyarbakır Peyâmî Gaze­tesi, sayı : 7)

Diğer sahalarda olduğu gibi, tasav­vuf ve tarikatlar târihinde de kendimizi araştırmaya yeni yeni yöneldiğimiz bir dönemde, tarikatlar öncesi tasavvufî kay­nakların bilinmesine nekadar çok ihtiya­cımız var. Bu bakımdan, îmam Kuşey­rî (öl: 465/1072)'nin bu mühim eserinin îtina ile tercümesi ve neşri büyük bir boşluğu dolduracaktır. Mütercime bu ba­kımdan teşekkür ederiz.

Kitabın sonundaki bir listeden öğre­niyoruz ki Süleyman Uludağ'ın Kelâbâzî'-nin yine ilk kaynaklardan olan «et-Taar-ruf limezheb-i Ehli't—tasavvuf» adlı ese­rini de tercüme etmiş. Biz, kıymetli mü­tercimden, «Avârif'ül-Maârif», «Kûtûl-Ku-lûb», «er-Riaye lihukûkillah» gibi Gazza-li'ye de kaynak olmuş ana kaynakların, hattâ «Hilye»nin tercümesini de isteye­lim ve Allâh'dan çalışmalarında yardım dileyelim.

K7TSF.YRÎ RîfcÂlJRSÎ

• - — ^ — — —

TÖRE-DEVLET YAYINEVİ

Turizm veTamtma Bakanlığı roman, TRT radyofonik oyun, Türk Edebiyat Cemiyeti roman, Türkiye Milli Kültür Vakfı roman,

Armağanları sahibi

EMİNE IŞIMSU ESERLERİNİ TAKDİM EDER.

E M İ N E IŞIIMSU

ı topraklan

Enjıtftıss? lWf l i% İŞIIMSU

küçüfc Ğmım

0 çiçekler büyür Ç I K T I

MUTLAKA OKUYUNUZ

>£</ Oağıtım

ANKARA CAD 46. SİRKECİ. İSTANBUL

İ l l i İM 11| J " •m

TÖRE - DEVLET YAYINEVİ YENİ ESERLERİNİ TAKDİM EDER.

Çiçekler Büyür — Emine IŞINSU Acı Su — Hasan KAYIHAN Kutlu Töre — Alper AKSOY Aşk ve Zafer — Halide Nusret ZORLUTUNA

T Ö R E D E V L E T YAYINEVİ

Doç. Dr. Necmettin Hacıeminoğlıı m ESERLERİMİ T A K D İ M EDER.

Oositim. BÜTÜN ftUmURDA

GÖNÜL TELLERİM

—Kardeşim Salman Kapanoğlu'na

Ahh.. çektikçe sinesinden ağları Dillere sor, dil söylesin, sen ağla. Dert ehline engel çıkan dağları Sellere sor, sel söylesin, sen ağla.

Ahu gözlüm iffet ile âr'ını Miheng'e vur aşk-ı Gönül nâr'ını Seher vakti bülbüllerin zâr'mı Güllere sor, gül söylesin, sen ağla.

Sürmeli'ye yâr oldu mu Senem'i? Nice aşık çekmedi mi veremi? Yakan nedir Aslı için Kerem'i? Küllere sor, kül söylesin, sen ağla.

Karacoğlan her güzele boy biçti Ol mecliste mey içilip can göçtü Bu çığırdan kimler gelip, kim geçti? İllere sor, il söylesin, sen ağla.

Görüp yandı bir çadırda meşk'ini Mecnun olup döktü gözden eşk'ini Leylâ deyip, Mevlâ olan aşkını Çöllere sor, çöl söylesin, sen ağla.

Zikir çeken Dedem Korkut pir'i sen Batar mısın bu deryada yürüsen? Can Yunus'un bir aşkında bir'i sen Tellere sor, tel söylesin, sen ağla. Naci ÖZER

44

HASAN KALÜMÇİ

ENKAZ!

İTÖRE'nin Hikâyesi| «Senin gördüğün kadar ihtiyar deği­

lim oğul. 1330 luyum, öyle bilirim. Altmı­şını geceli daha birkaç yıl oldu. Ak­lımda, geride bıraktığım yıllardan, hele çocukluğumdan pek birşey kalmadı. Unuttum desem, unutmadım. İnsan unut­masına unutmuyor da, aradan çok yıl geçtiği için olacak hatırlayamıyor. Hâtıra lar, aklımın köşelerinden birinde öylece duruyor. Gün geliyor, olayları hatırlıyo­rum. Duruma göre, bâzı zamanlar gülü­yorum. Hatırladıklarımdan bâzıları ise, «ah» çektirecek kadar üzüyor beni. Bak, şimdi yine birşey gelmedi aklıma. Biraz düşündüm mü, birer birer çıkar gelirler. Yeter ki, biraz düşüneyim...»

«Konuşmakla canını sıkmıyorum, de­ğil mi? Hem konuşuruz, hem de ayakka­bını pençelerim, iyi etmiş de getirmişsin. Kösele pabuçların altı çabuk eskir. İşte, tam böyleyken, kösele çivi tutacak du­rumdayken üstüne en iyisinden lâstiği pençe olarak çaktık mı karada ölüm ol­maz gayri. Altı ay tozda da giy, çamur­da da. Altı ay sonra pabucun sağma so­luna bir daha bakarız. Bir altı ay daha ayağında taşırsın. İşte şu lâstikten kesi­yorum pençeliği, keseyim mi?.. Bu en iyi lâstik oğul, memnun olacaksın...

«Babam öleli epey oldu. öldüğünde yetmişinde ancaydı. Çocuklukta baba yü­zü görmedim desem, inanmazsınız. Harb-ler bizi baba yüzüne hasret bıraktı. Harb-ler bir yandan, —o zaman böyle meyve,

sebze bolluğu nerde?— kıtlık diğer yan­dan, fakirlik öbür taraftan... Çok çektik, çok... Yukarıda Allah var, o yılları zen­gini de, fakiri de birlikte yaşadık, bir­likte ızdırap çektik. Kıtlığı da, harble-ri de, yokluğu da birlikte yaşadık. Babam, bizden çok babam çekti, hayâtın en zor yanlarını. Onun bir cephede yaralandık­tan sonra köyüne dönüşü vardır ki, an­latılmaya değer. Dinle... Kolundan kur­şunu yemiş. Nişan alamaz, kurşun sıka­maz olduktan sonra niye orada dursun? Sürünerek geriye gidecek. Tepesinde kur­şunlar vızır vızır... Önünde, yolu üstün­de boylu boyunca uzanmış, yatan bir as­ker.Bir-iki dürtmüş, sonra anlamış ki o bir şehittir. Ruhu varacağı yere varmış­tır. Bedenini kenara çekmesi, yol açması mümkün değildir. Şehit askerin hemen sağında ve solunda yine bizim askerleri­miz. Yunan'a mı desem, İngiliz'e mi de­sem, Fransız'a mı?... Bir gavur ordusu­na kurşun sıkmaktalar. «Yaralandım ağa­lar, şu askerin cesedini biraz çekiverin de geçeyim» dese, onu duymazlar bile. Duysalar bile göz düşmandadır, el tetik­te. Kendisiyle kim ilgilenir. Babam düşü­nür, orada kalsa olmaz... Cephe gerisine gitmeli, tedavisini yaptırmalı, sonra yine cepheye gelmelidir. Geçebileceği tek yol vardır, o da şehit askerin üstü. O zaman karşıdan kurşunları yemek de var. Fakat, başka yol yok. Sürünerek cesedin üze­rinden öteye geçmeye çalışır, geçer de... Belinde bir sıcaklık duyar. Elini götürür

TS- AT T r?mrr»t 45

ki, kan vardır... Belinden etinin bir kısmı yok olmuştur. Kan kaybeder, bayılır. Gö­zünü açtığında hastahanededir. Tedavisi altı ay sürer, iyi olmaya başladığı zaman­larda, hemşireler ona portakal yedirmek isterler. O kapar ellerinden portakalı, ka-buğuyla yemeğe başlar. «Amca, portakal öyle yenmez» deseler de dinlemez. Vücu­dundaki hararet, onu böyle davrandırır. Altı ay sonunda iyileşir ve hastahaneden çıkarılır. Fakat, onda cepheye gidecek du­rum yoktur gayri. «Memleketine git» derler. Sırtına, altı ay önce vurulduğun­l a giydiği kanlı, yırtık asker elbiseleri giydirilir.

«Bundan sonrası daha da acıdır oğul. Babam, ay ışığının ortalığı gündüz gibi şavkarttığı bir gece memleketinin topra­ğına gelmiş. Onca yolun yorgunluğuna rağmen, ayaklarına can gelmiş. Aylar­dır haber alamamanın verdiği a rzu/ la babasını görmek için yürümüş. Yürü­müş ya, postallar sürünürmüş yolda. Ta­kır tukur postal sesleri doldurmuş ge­ceyi. Bağ evlerinin önüne geldiğide ku­pür kupür ediyormuş yüreği. «Baba» di­ye haykırmış birkaç defa. Önceleri ses gelmemiş içeriden. Sonra üvey anasının ince sesi duyulmuş. «Baban öldü...» O kadar. Sonra ne ses gelmiş içerden, ne de üvey anası görünmüş. «Hoşgeldin» diye­memiş çıkıp ta... Gönlünde babasını dün­ya gözüyle görememenin acısıyla, evine, karısına, çocuklarına kavuşmak için yü­rümüş.

«Bir ses gelmiş kulağına, ince, yal­varan bir ses. Dinlemiş. «Oğlum gelecek mi aydede?.. Sen oğlumu gördün mü?.. Sağ salim dönecek mi?» Beyaz başörtüsü altında yaşlı bir kadın aydede ile konuşu­yormuş oğlu için. Aydededen haber soru-yormuş, oğlundan. Sonra, babamın pos­tal seslerini duymuş. Oğlu sanarak koş­muş babamdan yana. Bakmış ki, oğlu de­ğil. Fakat yabancı da değil. «Hoşgeldin Mustafa» demiş, elini öptürmüş. «Oğlumu gördün mü, gelecek mi, dönecek mi?» di-\ e sormuş. «Birbirimizi askerde hiç gör­medim» demiş babam, «inşallah döner» demiş. Kadın, «gel,» demiş, «üzüm ye,

karnını doyur» Üvey anasının davranışı yanında bu kadının birşeyler ikram et­mek istemesi hislendirmiş babamı. «Ço­cuklarımı göreyim önce» demiş, ağır ağır yürüyerek evine gitmiş.

«İşte böyle oğul... Zor günlerdi on­lar. Babam, harbden çıktı, harbe girdi... Harbden çıktı, harbe girdi. Serbestken ne yapar, eder, üç-beş kuruş kazanır, iyi­sinden birkaç merkep veya bir at sahibi olurdu. Onlarla şehre leblebi taşır, nak­liye ücreti ile de pırasa, ıspanak getirir­di. Sebzeleri de bizim ilçede satar, biraz da oradan kazanırdı. İşleri yoluna koy­muşken bir harb daha çıkar, harbe elin­deki hayvanlarla birlikte götürürlerdi onu. Para yok denecek kadar az, yiye­cek, içecek kıt... O günlerin çocuklarının kıçlarında yamalarından aslı kaybolmuş don, üstlerinde de bir göğnek olurdu. Şimdikiler gibi çorap, pabuç görmezdi ayaklarımız. Bayramlarda belki... Bir bayram parlak derili pabuçlara kavuş­muştum da, ne kadar eş-dost varsa gös­termiştim. Dayım, parlak derili pabuç- > larımı saklamıştı, ağlatmıştı beni. Kış mevsimlerinde buz tutar, o soğuklarda biz çocuklar buzun üzerinde oturur, ka­yardık. Tabiî, ayağımızdaki donlar da yır-tılırdı. Anamdan dayağı en çok bu se­bepten yerdim. O don yamamaktan bık­mıştı da, bazen buzda kaymaktan ve don yırtmaktan usanmamıştım.

«Gördün ya oğul. Unuttuğumu san­dığım hâtıralarımı, aklım bulup çıkarıve-riyor bâzı, böyle... Kafanı şişiriyorum ya... Muhabbet olsun. Eski yazıyı hocaya giderek öğrendim. Yeniyazıyı da, ilk çı­kıverdiğinde kahvelerde öğrettiler. Ga­zete bile okuyabiliyorum. Çocukluğu ge­ride bırakıp, bir işte çalışabilecek yaşa geldiğimde leblebiciliğe girdim. İnşaat­ta çamur çekmeye kadar her işte çalış­tım. Ben de babam gibi şehre leblebi ta­şıdım, şehirden pırasa, ıspanak getirdim, sattım. Askerliğim çıkıncaya kadar eve üç-beş kuruş getirmek için didindim dur­dum. O kadar çalışmamıza rağmen, bi­zim evin en büyük korkusu tahsildardı. Para o kadar kıt idi ki, devletin istediği

46 KALLEMCİ

vergileri veremiyorduk. Evden bâzı za­manlar kap-kacak, bâzı zamanlar kilim bile gidiyordu tahsildarın elinde. Bir ke­resinde hatırlıyorum, tahsildar yine gel­miş, kapıya dayanmıştı. İki-üç adım da bahçe kapısından içeriye girmişti. Baba­mın «para yok» demesine aldırış etme­mişti. Babam, gözlerinde deli pırıltılar, yüzünde herşeyi göze almışlığın izleri ile «yetti gayri» diye öyle haykırdı ki, tahsil­dar çekilip gitmek zorunda kaldı.

«Hep dertli dertli konuşacak değiliz ya oğul, biraz da neşeli yanlarını anlata­yım sana. Bayramlarda âdettir bizim ora­larda, yeniyetme gençler içerler, sokakla­ra çıkarlar. Kolkola, türküler söyleyerek dolaşırlar. Kızlar, kadınlar çarşaflarının arkasından gizli gizli bakarlar onlara. Ben de katıldım birkaç defa içlerine, ben de içtim onlarla. Türküler söyledik, sızm-caya kadar. Sonunda eve arkadaşlarımın sırtında götürüldüm. Evin bahçesine in­dirdiler ki, karşımda babam... «Baba, ba­ba...» demişim sarhoş ağzın gevikliğiyle. «Gahpa alazağar... Bacak kadar boyuy­la...» diye gürledi babam. Şimdi içmiyo­rum gayri. Askerliği yaptıktan sonra bir damla içki koymadım ağzıma, namaza da başladım. Beş vaktin beşini de cemaat­le kılmaya çalışırım.

«Askerlikten sonra bana gurbet gö­ründü. Oğul, bizim oralarda toprak sert­tir. Bir evin üç oğlu varsa ikisi karnını dışarda doyurmaya mecburdur. Ben de kucakladım örsü, çekici. Bir de merkep aldım. Çıktım yollara. Köy köy dolaştım. Pabuç tamir ederek para kazandım. Ka­zandığımı da götürdüm, babama verdim. Yıllarca böyle çalıştım. Ağam da gurbet­teydi, inşaat işlerinde çalışıyordu. Gittiği ilçede evlendi. Sıra bendeydi ya, neyle evlenecektim? Hangi parayla, kimin kı­zıyla? Köy köy eskicilik yaparak gezer­ken, Allah'tan beni de sıcak bir yuvanın sahibi yapması için çok yalvardım...

«Biz eskiciler köylere yalnız gitmez­dik. Öyle her köye de uğramazdık. Şim­di gitmiyorum gayri. İlçe pazarlarını ge­ziyorum. Onu diyordum ya, köylere yal­nız gitmezdik. İki kişi olurduk çok defa.

Biz köylüleri, köylüler bizi tanıdı yavaş yavaş. Çoğu zaman köy odalarında kalır, ikram edilen sıcak çorbaları kaşıklar, karnımızı doyururduk. Hayvanlarımız da ahırda saman, arpa yerdi. Nasıl, her mil­letin bir dili varsa, biz eskicilerin de ay­rı konuşması vardır. Para'nm adı «Nazil­li» dir bizde. «Al, iste» demek için de «Tekunar» lâfını ederiz. Pabuç tamir et­tiren zenginse, parayı çok istemem için yanımdaki arkadaşım işaret verir, «Nazilli çok tekuna» diye. Yanımdaki arkadaşa pa­buç tamir ettirenin yoğurdu olduğunu bi­liyorsam, ben de ona hatırlatırım: «Ak-değnek tekunar.» Umduğum gibi olur, yoğurt, yanında ekmek de olduğu hal­de, gelir, öyle yemeğimiz olur. Pabuç tamir ettiren samanı bol birisiyse, «kı­tır sapı tekunar» deriz. Köylüden hay­vanlarımız için saman da gelir... Köyler­de böyieydik oğul. Bizim de dünyâmız böyle, geçinip gidiyoruz...

«Ayakkabıların iyi oluyor oğul. Şu çivileri çaktıktan sonra tabanlarına demir de koyalım. Hemen aşınmasın... Ne diyor­duk? Evlenmek... Yaşım otuzu geçmişti evlendiğimde. Rahmetlik kayınpederim elimden tutmasa, namazında niyazında dürüst bir genç diye bana güvenmese, kı­zını bana vermese zor evlenirdim. Anam, babam, beni everecek gücde değilerdi. Evlenmek için para biriktiremiyor, üç ku­ruş artırırsam babama gönderiyordum. Neyse, bu ilçede evlendim, burada kal­dım. Yine kayınpederimin yardımıyla bir ev yerine sahip oldum. Derme çatma iki odacık yaptım. Orada oturuyorum şim­di...

«İşler Allah'a şükür iyi. Eskisinden çok daha iyi... Pabuç fiatları pahalılanm ca, müstamel pabuç isteyenler çoğalıyor. Nice memurlar müstamel pabuç giyiyor şimdilerde. Pabuçları saklı saklı alıyorlar. Nedense utanıyorlar oğul. Ben de anlayış gösteriyorum onlara. «Filânca yerdeki memur müstamel pabuç giyiyor» diye duyulsa yakışık almaz tabiî...

«Eskiciler mi?.. Bu sokak gibi, ilçele­rin pazar yerlerinde eskici sokakları var­dır. Belediye bize yer gösterir. Oralarda

ENKAZ 47

sergimizi kurar, örsümüzü çakar, pabuç tamir ederiz, müstamel pabuçlar satarız.

I Gördüğün gibi, dört kişiyiz, bu işi yapan. Eskiden daha çoktuk. Ölenin yerine yeni­si yetişmiyor. Bir ayağımız çukurda. Biz­ler de ölürsek eskicilik ortadan kalka­cak. Şu gözlüklü eskicinin oğlu emlâkçi, şu gördüğünün iki çocuğu var, devlet dâirelerinde memur. Şunun bir oğlu var, bankacı. Benim büyük oğlan öğretmen oldu, diğerleri de okuyor. İşler kibarlaştı gayri oğul. Biz pabucu tamir ederken elimizde dikiyoruz. Ne de olsa kaba dü­şüyor. Gençler, makine dikişi istiyor. Bi­zim el dikişinin yanında makine dikişi kibar düşüyor. Eskicilikten şikâyetim yok oğlum. Allah'a şükür, bugüne kadar be­ni aç koymadı, boş da bırakmadı. Çoluk çocuğu da bu örsün basında kazandıkla­rımla doyurdum... Hâlen de öyle...

«îşte, pabuçların oldu. Dur bakayım, içine çivi kaçmış mı? Çivi varsa örste dö­veyim de ayağıma dokunmasın. Bu te­kinde yok. Şunda... Bir tane var. Dur, döveyim güzelce... Çekici yeyince koşul­du. Simde ayağına dokunamaz. Pabu­cun çok sağlam oldu... Buyur. Pabuç, ken­di pençesinin üstüne bir pençe daha vu­rulunca biraz kubat oluyor ya, sağlam da oluyor. Sen sağlamlığına bak oğul. Kibarlık fakir fukara işi değil... Giy...

«Memleketin durumu mu dedin? Bu­günlerde bir enkaz lâfıdır, aldı yürüdü. Kafanı iyice şişirdim, yine soruyorsun, beni konuşturuyorsun. İstersen konuşu­rum. Yurdumuzun, ellerin toprağından nesi eksik. Havası iyi, suyu iyi, toprağı geniş... Çocukluğumu anlattım sana ya... Şimdilerde enkaz yok. Eskidendi o... Ben Atatürk devrini gördüm oğul... Harb üs­tüne harb gördüğümüz o yıllardan son­ra memleketin hâli tam bir enkaza benzi­yordu. Şimdi enkaz yok... Evinin önün­de atı olan, şimdikilerin mercedes taksi

I sahibi olanları gibiydi, o zamanlar. Şim­dilerde yollar açıldı, köprüler yapıldı. Da­ha da açılıyor, yapılıyor. Açılan yollar dar gelmeye başladı taksilere, otobüslere. Eşek­ler, etinden sucuk yapılan hayvan gözüy­le bakılıyor şimdi. Köylü tarlasına trak-

48

törle gidiyor. Şehirler hava alanı istiyor, uçaklarla yolculuk yapmak zamanı geldi­ğinden. Fabrika bacaları her yerde tü­tüyor. İstesek, her köye fabrika yapa­cak güçteyiz. Okular açıldı. Sebze, mey­ve, her türlü gıda bol. Çalışmak isteyene iş var. Yeter ki biraz kendini üzsün. Ye­mek isteyene de aş var. Eğlenmek iste­yen de her türlü yer buluyor. Böyle en­kaz mı olurmuş oğul?.. Sen bakma öyle lâflara...

«Haa, şuna enkaz diyorlarsa doğru söylerler: Particilik yanlış bilindi bizde oğul. Particilik bizde inatçılık. Devlet dâi­releri rüşvet, iltimas, adam kayırma ye­ri. İşi, aşı önümüzde buldukça, karnımızı doyurdukça Allah'ı unutuyor gibiyiz. Ca­mi cemaati yavaş yavaş azalıyor şimdi­lerde. Meyhaneler çoğaldı.' Yatsı nama­zında bakacaksın, bir camide on kişi saf tutuyorsa, bir meyhanede yirmikişi var­dır. Allah sonumuzu hayırlı etsin. Va­tandaş devlet dâiresine girerken tedir­gin... İnsanımızın birbirine güveni yok. Kalbimiz çürüyor oğul... Milletimizin bir yanları çürüyor... İşte, benim gördüğüm enkaz bu, yıkılış bu... Doğru veya yan­lış... Ben böyle görüyorum, oğul. Onu da söyleyeyim, sen sordun da, ben öyle ko­nuştum. Yoksa ben olur olmaz yerlerde, herkesle konuşmam. Seni sevdim neden­se?... Sonra, seni bir yerlerde görmüş gi­biyim. Bir yerde karşılaştık seninle... Dur, birazcık düşüneyim... Sen camiye gelir misin oğul, camiye?.. Yaa, deminden beri söylesene. Çarşı camiinde, yatsı namazın­da görmüştüm seni. Şimdi hatırladım... Namazlarımı mahalledeki camide kıldı­ğımdan oraya seyrek gelirim. Yine de ha­tırladım... Nee, sen memur musun? Na­maz kılan bir memur ha?.. Aferin oğul, aferin... Allah, ne muradın varsa versin. Aferin... Dur, dur gitme. Sana elli lira demiştim ya, sevdim seni. Şu onluğu al.. Al, al, nazlanma. Zâten aldığın aylık yet-miyordur. Öğretmen oğlumun hâlinden biliyorum. Ayın onbeşi geçince elinde pa­rası kalmaz. Al şu on lirayı. Sana pençe işi kırk lira... Arasıra gel, konuşuruz. Uğurlar olsun...»

KALLEMCI