ahmet Ümit -sis ve gece

126
Sis ve Gece Ahmet Ümit DOĞAN KĐTAP Enver Kurt'un anısına. Birinci bölüm Buraya nereden, nasıl geldim, bilmiyorum! Camları kalın bir toz tabakasıyla kaplanmış, pencere pervazları kararıp içten içe çürümüş, yaşlı duvarları koyu yeşil yosunlarla örtülmüş ve kanatlı demir kapısı sanki sonsuza kadar kapanmış gibi duran bu konağın önünde amaçsızca dolaşırken buldum kendimi! Bakımsız bir mezarlığı andıran bu büyük bahçede, görkemi ürkütücü bir kalıntıya dönüşş bu zavallı binanın önünde ne işim var, anlayamıyorum. Zorlamalarıma karşın belleğim geçmişe kapı aralamıyor. Belli belirsiz şekiller kıpırdanmıyor değil, ama görüntüler netleşmiyor. Zaman sanki yaşadıklarımı eritip birbirine karıştırmış; ağır ağır içine gömüldüğüm bu tuhaf bulamacı çözemiyorum. Nasıl çözeceğimi de bilmiyorum. Tıpkı bozkınn ortasında güneşin, yağmurun insafına terk edilen bu kasvetli konağın öyküsünü bilmediğim gibi. Mimarîden hiç anlamam, ama uzun kuleleri, soğuk duvarları ve küçücük pencereleriyle bu yapımn bizim konaklara hiç mi hiç benzemediğini rahatlıkla söyleyebilirim. Almanya'da gördüğüm şatoları andırıyor. Şimdi Mine olsaydı, "Şu kuleler tipik Ortaçağ tarzında, pencereler Alman Rönesansı'nın etkisinde..." diye başlamıştı. Mine!.. Evet, Mine'yi arıyordum. Beş gündür yoktu. Evine gittim. Beş gündür kimse ondan haber alamamıştı. Ama, bu işte bir yanlışlık yok mu?! Kaybolan Mine'yse benim bu ıssız kırın ortasında, bu hayalet konağın önünde ne işim var? Bakışlarımı konağa çeviriyorum. Görenlerde korku ve ürperti uyandıracak bu bina bana hüzün veriyor. Onu daha önce hiç görmemiş olmama karşm aramızda çözümleyemediğim bir bağm varlığını hissediyorum. Bahçedeki çürümüş yapraklara basarak binanın kapısına doğru yürüyorum. Kanatlı demir kapının üstünde, yer yer çatlamış mermer alındaki kabartma dikkatimi çekiyor. Kabartmada ilk seçtiğim bir yıldız oluyor. Yıldızın hemen altında, namluya benzer bir başka şekil var, bunun bir tabanca olduğunu anlamakta gecikmiyorum. Tabanca kabzasının altına bir de yarımay oyulmuş. En yukarıda yıldız, altında bir tabanca ve kabzasının hemen ucunda bir yarımay. Bu amblemi bir yerlerden hatırlıyorum, ama çıkaramıyorum. Kapıya yaklaşıyorum. Üstünde paslı bir asma kilit var. Kilidi çekiştiriyorum, bana mısın demiyor. Eski püskü görüntüsüne karşın oldukça sağlam. Kilidi bırakıp, kapıyı itiyorum. Demir kanatlan toz içinde, sanki yıllardır el değmemiş. Yerinden kıpırdamıyor bile. Ellerime koyu sarı zerrecikler bulaşıyor. Vazgeçmiyorum, îki elimle vuruyorum kapıya. Đçeriden ses seda gelmiyor. Daha güçlü vuruyorum. Ellerimi acıtırcasına, tuhaf, canım yan-mıyor, sadece terliyorum. Üstelik yalnızca sağ tarafım terliyor. Kapıyı çalmayı sürdürüyorum, kimse bana yanıt vermiyor, ama terim akmaya devam ediyor. Tenimden akan sıcaklığı hissedebiliyorum. Neden yalnızca sağ omzumdan ve karnımdan terliyorum? Anlayamıyorum. Anlamadıkça da korkmaya başlıyorum. Geçmişimden, aklımdan, bedenimden, bu eski konaktan korkuyorum. Korkmamalıyım, diyorum. Nasıl olsa birileri gelip bulur, teşkilat yalnız bırakmaz beni buralarda. Herkes unutsa bile Yıldırım unutmaz. Yıldırım!.. Yıldırım ölmedi mi? Terliyorum. Omzumdan, karnımdan ılık damlacıklar boşalıyor. Gömleğimin ağırlaşğını, pantolonumun ıslanmaya başladığını hissediyorum. Terim gitgide koyulaşıyor. Bir zil sesi çalınıyor kulağıma. Önce kurumuş ağaç dallarında gezinen rüzgârın sesi sanıyorum, ikinci kez çalınca telefon zili olduğunu anlıyorum. Dönüp eski konağa bakıyorum. Kapalı bir kutu gibi sır vermiyor. Zil yeniden çalıyor; bu defa ısrarlı. Telefonu bulmalıyım. Telaşla yeniden kapıya koşuyorum. Mutlaka Yıldırım arıyordur. Sonunda buldu izimi. Kapıyı zorlamaya başlıyorum, itiyorum, omuzluyorum, ama o kadar sağlam ki yine kıpırdatamıyorum. Zil yine çalıyor. Dikkatle dinliyorum, ses sanki konağın arkasından geliyor. O yöne koşuyorum. şeyi döner dönmez sokaklarda görmeye alışık olduğumuz türden bir telefon kulübesi dikiliyor karşıma. Telefon susmadan açmalıyım. Hızla dalıyorum kulübeye. Zili yanda kesip almacı kaldınyorum.

Upload: denizburak31

Post on 31-Jul-2015

360 views

Category:

Documents


2 download

TRANSCRIPT

Page 1: Ahmet Ümit -Sis ve gece

Sis ve Gece Ahmet Ümit DOĞAN KĐTAP Enver Kurt'un anısına. Birinci bölüm Buraya nereden, nasıl geldim, bilmiyorum! Camları kalın bir toz tabakasıyla kaplanmı ş, pencere pervazları kararıp içten içe çürümü ş, ya şlı duvarları koyu yeşil yosunlarla örtülmü ş ve kanatlı demir kapısı sanki sonsuza kadar kapanmı ş gibi duran bu kona ğın önünde amaçsızca dola şırken buldum kendimi! Bakımsız bir mezarlı ğı andıran bu büyük bahçede, görkemi ürkütücü bir kalıntıya dönü şmüş bu zavallı binanın önünde ne i şim var, anlayamıyorum. Zorlamalarıma kar şın belle ğim geçmi şe kapı aralamıyor. Belli belirsiz şekiller kıpırdanmıyor de ğil, ama görüntüler netle şmiyor. Zaman sanki ya şadıklarımı eritip birbirine karı ştırmı ş; ağır a ğır içine gömüldü ğüm bu tuhaf bulamacı çözemiyorum. Nasıl çözece ğimi de bilmiyorum. Tıpkı bozkınn ortasında güne şin, ya ğmurun insafına terk edilen bu kasvetli kona ğın öyküsünü bilmedi ğim gibi. Mimarîden hiç anlamam, ama uzun kuleleri, so ğuk duvarları ve küçücük pencereleriyle bu yapımn bizim konaklara hiç mi hiç benzemedi ğini rahatlıkla söyleyebilirim. Almanya'da gördü ğüm şatoları andırıyor. Şimdi Mine olsaydı, " Şu kuleler tipik Ortaça ğ tarzında, pencereler Alman Rönesansı'nın etkisinde..." diye ba şlamı ştı. Mine!.. Evet, Mine'yi arıyordum. Be ş gündür yoktu. Evine gittim. Be ş gündür kimse ondan haber alamamı ştı. Ama, bu i şte bir yanlı şlık yok mu?! Kaybolan Mine'yse benim bu ıssız kırın ortasında, bu hayalet kona ğın önünde ne i şim var? Bakı şlarımı kona ğa çeviriyorum. Görenlerde korku ve ürperti uyandıracak bu bina bana hüzün veriyor. Onu daha önce hiç görmemi ş olmama kar şm aramızda çözümleyemedi ğim bir ba ğm varlı ğını hissediyorum. Bahçedeki çürümü ş yapraklara basarak binanın kapısına do ğru yürüyorum. Kanatlı demir kapının üstünde, yer yer çatlamı ş mermer alındaki kabartma dikkatimi çekiyor. Kabartmada ilk seçti ğim bir yıldız oluyor. Yıldızın hemen altında, namluya benzer bir ba şka şekil var, bunun bir tabanca oldu ğunu anlamakta gecikmiyorum. Tabanca kabzasının altına bir de yarımay oyulmu ş. En yukarıda yıldız, altında bir tabanca ve kabzasının hemen ucunda bir yarımay. Bu amblemi bir yerlerden hatırlıyorum, ama çıkaramıyorum. Kapıya yakla şıyorum. Üstünde paslı bir asma kilit var. Kilidi çeki ştiriyorum, bana mısın demiyor. Eski püskü görüntüsüne kar şın oldukça sa ğlam. Kilidi bırakıp, kapıyı itiyorum. Demir kanatlan toz içinde, sanki yıllardır el değmemiş. Yerinden kıpırdamıyor bile. Ellerime koyu sarı zerrecikler bula şıyor. Vazgeçmiyorum, îki elimle vuruyorum kapıya. Đçeriden ses seda gelmiyor. Daha güçlü vuruyorum. Ellerimi acıtırcasına, tuhaf, canım yan-mıyor, sadece terliyorum. Üstelik yalnızca sa ğ tarafım terliyor. Kapıyı çalmayı sürdürüyorum, kimse bana yanıt vermiyor, ama terim akmaya devam ediyor. Tenimden akan sıcaklı ğı hissedebiliyorum. Neden yalnızca sa ğ omzumdan ve karnımdan terliyorum? Anlayamıyorum. Anlamadıkça da korkmaya ba şlıyorum. Geçmi şimden, aklımdan, bedenimden, bu eski konaktan korkuyorum. Korkmamalıyım, diyorum. Nasıl olsa birileri gelip bulur, te şkilat yalnız bırakmaz beni buralarda. Herkes unutsa bile Yıldırım unutmaz. Yıldırım!.. Yıldırım ölmedi mi? Terliyorum. Omzumdan, karnımdan ılık damlacıklar bo şalıyor. Gömle ğimin ağırla ştı ğını, pantolonumun ıslanmaya ba şladı ğını hissediyorum. Terim gitgide koyula şıyor. Bir zil sesi çalınıyor kula ğıma. Önce kurumu ş a ğaç dallarında gezinen rüzgârın sesi sanıyorum, ikinci kez çalınca telefon zili oldu ğunu anlıyorum. Dönüp eski kona ğa bakıyorum. Kapalı bir kutu gibi sır vermiyor. Zil yeniden çalıyor; bu defa ısrarlı. Telefonu bulmalıyım. Tela şla yeniden kapıya ko şuyorum. Mutlaka Yıldırım arıyordur. Sonunda buldu izimi. Kapıyı zorlamaya ba şlıyorum, itiyorum, omuzluyorum, ama o kadar sa ğlam ki yine kıpırdatamıyorum. Zil yine çalıyor. Dikkatle dinliyorum, ses sanki kona ğın arkasından geliyor. O yöne ko şuyorum. Köşeyi döner dönmez sokaklarda görmeye alı şık oldu ğumuz türden bir telefon kulübesi dikiliyor kar şıma. Telefon susmadan açmalıyım. Hızla dalıyorum kulübeye. Zili yanda kesip almacı kaldınyorum.

Page 2: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Alo?" 11 Kar şıda ses yok. "Alo?" Bedenimi ate ş basıyor. Terliyorum. "Alo?" Soğuk bir ses ba şlıyor konu şmaya: "Yıldınm Binba şı'yı vurdular. Evinin yakınlannda..." Bir şeyler sormak istiyorum. A ğzımın içi kuruyor, dudaklanmı saran ince derinin gerildi ğini, yer yer çatladı ğını hissediyorum. Dilimle dudaklanmı yalamaya çalı şıyorum. Dilim ölmek üzere bir kertenkele gibi kıvranıyor a ğzımın içinde. Kar şıdaki ses, sorumu beklemeden kapatıyor. Elimde telefonun almacı öylece kalakalıyorum. Telefonun almacından kırmızı çamur renginde bir sıvı süzülüyor, kordonu a şarak ankesöre kadar ula şıyor. Bakıyorum, bu benim terim. Kulübede biraz daha kalırsam bu ter beni bo ğacak. Kulübeden çıkar çıkmaz bir kalabalık beliriyor kar şımda. Bu bir cenaze töreni. Herkes siyahlar giyinmi ş. Sanınm resmî bir tören. Vakur bir matem havası içinde ağır adımlarla yakla şıyorlar. Törene katılanlann'ço ğu erkek"; yalnızca tabutun önünde bir kadın var. Kuca ğında ya ğlıboya bir tablo ta şıyor; ölenin resmi olmalı. Kadın saçlannı siyah ba şörtüsünün altına gizlemi ş. Yakla şınca tanıyorum: Gülseren; Yıldmm'ın kansı. Utanıyorum. Nedenini bilmeden, bir çocuk gibi eziliyorum. Gülseren gelip kar şımda duruyor. Ba şımı öne e ğiyorum. "Hani onu yalnız bırakmayacaktınız ?" diyor. "O size güvenirdi." Sesinde ne öfke ne hüzün var, mekanik bir tonla konu şuyor. Ne söyleyece ğimi bilemiyorum, bir iki adım geriliyorum sadece. O iki adım daha yakla şıyor. Yakla şınca geriye do ğru birkaç adım daha atıyorum. Attı ğım her adıma kar şılık o da bir adım atıyor. Tedirgin oluyorum. Ne yapmak istiyor bu kadın? Başımı kaldınyorum. Yargılayan, suçlayan, sen bir korkaksın, diyen bakı şlar bekliyorum. Oysa, Gülseren ifadesiz bir yüzle dikiliyor önümde. Beni görmüyor bile, gözleri bedenimi delip uzaklarda, bir noktaya takılıp kalıyor. Normal bir insanın bakı şları de ğil bunlar. Belki yardım ederler umuduyla kalabalı ğa bakıyorum. Ama onla-nn bakı şları da tıpkı Gülseren'inkiler gibi... Korkuyorum. Bir an önce buradan kaçmak, bu tuhaf insanlardan uzakla şmak istiyorum. Dönüp koşmaya hazırlanırken ayaklarım birbirine dola şıyor, yüzükoyun yere kapaklanıyorum. Hızla kalabalı ğa dönüyorum. Gülseren'le kalabalık üstüme geliyor. Do ğrulacak vaktim yok. Bir şeyler yapmalıyım, yoksa beni çi ğneyecekler. Tabancama uzanıyorum. Hareket edince kalabalık daha da hızlanıyor. Elim, kılıfa değiyor, ama silahım yerinde yok. Yakla şıyorlar, Gül-seren'in kuca ğındaki resimle aramızda bir metre ya var ya yok... Resimdeki adamı tanıyacak gibi oluyorum, ama yakla ştıkça boyalar uçmaya, fırça darbeleri yok olmaya ba şlıyor. Çıldırdı ğımı dü şünüyorum. Ba şımı kaldırıp, son bir umutla Gülseren'e bakıyorum. Gözleri hep aynı noktada, yüzünde bir tek kıpırtı bile yok; pe şindeki kalabalıkla, a ğır a ğır yakla şıyor. "Durun!" diye bağırmak, yaptıklarının yanlı ş oldu ğunu söylemek istiyorum, ama a ğzımı açamıyorum. Şaşkınım, çenem, dudaklarım, dilim sanki artık beni dinlemiyor. Tüm zorlamama kar şın bir "ah" sözcü ğü bile çıkmıyor a ğzımdan. Korkuyorum. Korktukça terlemem daha da artıyor. Omzumdan, karnımdan durmadan ter bo şalıyor. Resim hızla yakla şıyor, neredeyse yüzüme çarpacak, ba şımı yana çevirerek yere kapanıyorum. Yüzüm topra ğa gömülü, korkuyla, çi ğ-nenmeyi, belki de linç edilmeyi bekliyorum. Kalbim ileri giden bozuk bir saat gibi hızla atmaya ba şlıyor. Terimin topra ğa damladı ğını duyuyorum. Ter damlalarının topra ğa dü ştüklerinde çıkardı ğı ses kalbimin vuru şunu bastırıyor. Kalktı ğımda yerde çamurlu bir iz kalacak diye dü şünüyorum. Ama saniyeler geçiyor kimse beni çi ğnemiyor, bir tek tekme vuru şu bile gelmiyor. Tedirginlik içinde beklemeyi sürdürüyorum. Hiçbir deği şiklik yok. Ba şucumda, ürkütücü bakı şlarıyla, ölüm sessizli ği içinde dikiliyor olmalılar, diye dü şünüyorum. Beklemekten bıkıp, ürke korka ba şımı kaldırıyorum. Tuhaf, kimse yok. Şaşkınlıkla etrafı kolaçan ediyorum. Hayır yok, hiç kimse yok. Gitmi şler. "Gerçekten de gitmi şler" diye sevinçle mırıldanıyorum. Bu kadar insan bir anda nereye kaybolabilir? Önce ellerimin, sonra dizlerimin üstünde do ğrulurken Gülseren'in ta şıdı ğı resmi görüyorum. Tam kar şımda, neredeyse yıkılmak üzere olan ya şlı bir çınarın altında, yepyeni bir şövalenin üstünde duruyor. Onu burada bıraktılar demek. Belki de bu bir i şaret, bana bir şey söylemek istiyorlar. Dikkatle resme bakıyorum. Galiba topra ğa uzanmı ş bir

Page 3: Ahmet Ümit -Sis ve gece

adam var. Uzaktan iyi seçemiyorum. Resme yürüyorum. Bu defa boyalar uçmuyor. Adamı artık çok net görebiliyorum, iki eliyle karnını tutmu ş, yerde kıvranıyor. Parmaklarının arasından kırmızı bir pınar kaynıyor, omzundan sa ğ koluna yayılan koyu bir leke var. Yaralı olmalı. Yüzü kasılmı ş, alnında boncuk boncuk ter damlaları; öyle belirgin ki sanki sahici gibi. Parmaklarının arasından ta şan kırmızılık, resmi ince bir şerit halinde boydan boya geçiyor. Adama bir yerlerden a şinayım. Neredeyse tanıyaca ğım... ikinci bölüm Manolya kokuları geliyor. Ilık bir esinti, güne şli balkonumuzdan süzülerek tül perdeleri usulca dalgalandırıyor. Bahçedeki kestane a ğacının koyu ye şilini görür gibiyim. Dedemin kö şkü mü burası ? Tuhaf, biz orasını çoktan satmamı ş mıydık ? Yakınımda birileri konu şuyor, sesler bo ğuk bo ğuk, anlamaya çalı şıyorum; manolya kokulan uzakla şıyor, kestane a ğaçlarını yitiriyorum, esinti aniden kesiliyor. "Bak kıpırdadı, ayılıyor." Ses öyle derinden geliyor ki belli belirsiz i şitiyorum. Gözka-paklarımın üstünde sanki tonlarca a ğırlık var, güçlükle açıyorum. Parlaklık gözümü kama ştırıyor. Başucumda iki karaltı duruyor. Bir an nerede oldu ğumu çıkaramıyorum. Parlaklık gözlerimi yakıyor. I şık istemiyorum, ses istemiyorum, nerede oldu ğumu dü şünmek istemiyorum. Kö şkün gölgeli bahçesi beni ça ğırıyor. Annem ile Neriman Yenge kameriyede oturmu şlar, ellerinde bir kadın dergisi, moda giysiler üzerine konu şuyorlar. Babam ile ismet Amca, her zamanki yerlerinde, kestane a ğacının altındaki masada rakı içiyorlar. Ben erkeklerin masasına gidiyorum. Amcamın taba ğındaki pastırmadan yiyorum. Tadı çok güzel. Amcam kadınlardan yana bir göz atıp, barda ğını uzatıyor. "Bir de şunun tadına bak." Rakının tadını önceden bilmiyorum, ama yi ğitli ğe gölge dü şürmüyorum. Verdi ği kadehten bir yudum alıyorum. Gırtla ğımdan mideme do ğru bir yangın ba şlıyor. Yüzümün aldı ğı hali görmüyorum. Amma komik olmalı! Amcam kahkahalarla gülüyor. Babam ka şları çatılmı ş, ba şını sallayarak izliyor bizi. "Kendine geliyor! Doktoru ça ğırın, doktor..." Ağzımda rakının acı tadı kayboluyor. Ama midemde bir bulantı var. "Bakın uyanıyor! Hem şire Hanım, doktoru ça ğınn... doktor... doktor nerede ?" Sesi artık çok net i şitiyorum. Tela şlı bir sevinç içinde, kulaklarımda çınlıyor. Gözlerimi açıyorum. Ba şucumdaki karaltılar hızla netle şiyor. Önce karım Melike, sonra amcam Ismet'in yüzünü seçiyorum. Melike üzerime e ğilmi ş, şefkatle küçülen gözleri ya şlarla dolu. "Nasılsın canım?.. Đyile şeceksin... iyile şeceksin, merak etme?" Bana umut vermeye çalı şıyor, ama asıl onun teskin edilmeye ihtiyacı var. Amcam ismet so ğukkanlı görünüyor. Kendisine baktı ğımı görünce gülümsüyor. Gözlerinde henüz kaybolmamı ş bir endi şenin izleri var. Yakla şıyor, "iyi görünüyorsun" diyor. Sesinde kırgınlık mı var? Umurumda bile de ğil. Mine'yi sormak istiyorum. "Onu buldunuz mu?" Sesim o kadar güçsüz ki ürküyorum. Amcam sanki tepkilerimi ölçmek istercesine gözlerini yüzüme dikerek yanıtlıyor sorumu: "Çatı şmayı seçti, ölü olarak ele geçirebildik" diyor. "Ötekini de sen haklamı şsın zaten." Kimi haklamı şım?.. Fahri... Fahri'den söz ediyor olmalı. Evet onu vurdum. Yere düştü ğünü gördüm. Dü şmeden o da beni yaralamı ş olmalı. Hayır, Fahri ate ş bile edemedi. Beni vuran öbürüydü. Simitçi kılıklı herif. Onu da mı vurmu şlar? Öldü mü acaba? Amcam sanki dü şüncelerimi okuyor ya da söylediklerini nasıl kar şılayaca ğımı öğrenmek istiyor: "Kaçmak üzereydi, örgüt evinde kıstırdık. Ate ş açtı, ke şke sa ğ olarak yakalayabilseydik." Melike ilgiyle bizi dinliyor. "Üzerinden Polonya yapımı otomatik bir tabanca çıktı. Bu sana ate ş edilen silah değil." Silahı bulamamı şlar, umurumda bile de ğil. Önemli olan Mine, ona ne oldu ? Fahri öldü, arkada şını da vurdularsa Mine'yi nasıl bulaca ğım ? Amcama açıkça sorsam. Biliyorum, hiç ho ş kar şılamayacak bu durumu. Zaten Melike de ba şımdan hiç ayrılmıyor, amcamı biraz daha yakına ça ğırmalıyım. Do ğrulmak istiyorum. Başaramıyorum. Sa ğ omzum sanlı, sol elimin üstünde ise damarıma ba ğlanmı ş ince

Page 4: Ahmet Ümit -Sis ve gece

bir boru var. Ba şımı kaldırınca, borunun öteki ucundaki plastik kan torbasını görüyorum. Torbanın içindeki koyu kırmızı sıvı yava ş yava ş damarlarıma akıyor olmalı. Ama kan sanki hiç azalmıyormu ş gibi durgun, hatta rengi koyula şarak 15 öylece duruyor torbanın içinde. Birden kulaklarım çınlamaya ba şlıyor. Kan tutması mı? Yok canım! Ben kan görmeye alı şı ğım. Ama neden ba şım dönüyor ? Amcamın yüzü kararıyor. "Doktor, biri doktoru ça ğırsın!" diye yalvaran karımın sesi giderek uzakla şıyor. Gözlerimi kapıyorum. Yıldırım Abi kar şımda durmu ş bıyık altından gülerek bana bir sigara uzatıyor. "Kimi bekliyorsun?" diye soruyorum, sigarayı alırken. "Kimi bekleyebilirim burada?" diyerek alaycı bir tavırla çevresine bakmıyor. Ben de bakıyorum, evimin bulundu ğu apartmanın önünde durdu ğumuzu fark ediyorum. "Burası benim evim" diye söyleniyorum şaşkınlıkla. "Ben de seni bekliyordum zaten." " Đyi ama, sen ölmemi ş miydin?" diye soruyorum. Yanıma yakla şıyor, bir sır verir gibi fısıldayarak konu şuyor: "Bir görevle geldim."- "Görevle mi?" Aklıma gelen şeye seviniyorum. "Yoksa katillerini mi?" "Katillerimi bulmak sizin i şinizdi" diyor sözümü yanda keserek. "Ben senin için geldim." "Benim için mi ?" "Evet, bir sınavdan geçeceksin. Ben de sınav amirin tayin edildim." Anlayamıyorum, aptalla şmış bir halde tekrar soruyorum: "Yıldınm Abi sen ölmedin mi ?" "Doğru, ben öldüm" diyor, sonra dudaklannda acı bir gülümseyi şle ekliyor: "Ama ölümün beni görevimden alıkoyaca ğını sanıyorsan aldanıyorsun." Anlamak istercesine bir süre onu seyrediyorum. "Peki nasıl bir sınav bu?" "Nasıl bir sınav oldu ğunu söyleyemem. Sana ö ğretilenleri kullanırsan ba şarmaman için hiçbir neden yok. Yıllar önce Panama'da buna benzer bir sınavdan ben de geçmi ştim. Eminim sen de ba şaracaksın." Gülümsüyor. Ben de ona gülümsüyorum. Hiç de ölmü ş birine benzemiyor. "Birlikte bir yolculu ğa çıkaca ğız. Bu yolculuk boyunca yanlı ş yapmaman gerekiyor." Tıpkı eski günlerde oldu ğu gibi, bir anda kendimi olaya kaptı-nyorum. Sanki Yıldınm Abi ölmemi ş, sanki birlikte büyük bir operasyon hazırlıyormu şuz gibi. Yıllann verdi ği alı şkanlıkla, ken- dimden emin konu şuyorum. "Tamam, ben hazırım." "O halde ba şlayalım" diyor, ba şıyla birkaç metre ilerdeki otomobilimi göstererek. "Arabaya gidelim." Otomobilime yakla şıyoruz. Anahtarı çıkarıp kapıyı açıyorum, îçeri girdi ğimde Yıldınm Abi'nin yanımdaki koltukta oturdu ğunu görüyorum. Şaşırdı ğımı fark edince, "Bırak şu şapşallı ğı" diyor gülümseyerek. "Hadi çalı ştır arabayı." Kontak anahtarını çeviriyorum, hiç zorlanmadan çalı şıyor motor. Yüzüne bakıyorum ama, bir şey sormuyorum. Yeni duruma alı şmam gerek. Aya ğımı debriyajdan çekip gaza basıyorum, otomobil hareket ediyor. Apartmanın bahçesinden çıkıyoruz. Kafam, daha ne oldu ğunu bile anlamadan içine sokuldu ğum bu tuhaf sınavın ipuçlarını ararken: "Kızı buldun mu ?" diye soruyor Yıldırım Abi. Dönüyorum, göz göze geliyoruz. Suçluyor mu, hak mı veriyor kestirmek güç. Ba şımı çevirip yola bakıyorum. "Ben öldükten sonra mı ba şladı bu ili şki?" diye yineliyor. Kınama yok sesinde, aşağılama da yok. Dertle şmek isteyen bir dostun içtenli ğini hissediyorum. Yine de temkinli davranıyorum. Yıldırım Abi'nin evlilik, çocuk, a şk gibi konuları pek önemsemedi ğini bilirim. Aksine mesle ğimizden daha önemli olabilecek duygusal bağlılıkların görevimizi engellemesinden korkardı. Bu yüzden kadınlarla bağlılıklar de ğil, güvenli olmak ko şuluyla geçici ili şkiler kurmaktan yanaydı.

Page 5: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Nereden biliyorsun ?" diyorum. "Unuttun mu, biz her şeyi biliriz, bilmeliyiz. Bildikten sonra çözmek kolay." Ders veren bir ö ğretmeni taklit eder gibi alaycı bir tonla konu şuyor. Geriliyorum. Ama kendime hâkim olmalıyım. Ortamı yumu şatmak istiyorum. Onunkine yakın alaycı bir üslupla: "Konu, 'espiyonaj ve kontrespiyonaj'," diyorum, sonra biraz ciddile şip soruyorum. "Allah a şkına, kimden duydun Mine'yi?" "Hiç kimseden, kendim ara ştırdım." "Tamam, tamam bir kez daha 'Sen ölmedin mi' diye sormayaca ğım, ama neden ara ştırdı ğını söyle bari!" "Sen, katillerimi aramaktan vazgeçince, iyi bir nedenin olmalı diye dü şündüm." Konuşmanın buraya varaca ğını tahmin etmeliydim. Bir süre suskun kalıyorum. O sözlerini sürdürüyor: "Seni suçladı ğımı sanma, katillerimi bulmak zorunda de ğilsin. Ara ştırmamın nedeni sadece merak." Kendimi toparlıyorum. "Katillerin bulundu ğunu bilmiyor musun? O terörist..." "Yapma Sedat! Hiç de ğilse bunu yapma. Az önce, 'Katillerini bulmak için mi geldin' diye soran sen de ğil miydin ?" "Ben lafın geli şi..." "Ayıp oluyor Sedat. Kendi zekâna da benimkine de hakaret ediyorsun." Konuştukça daha çok battı ğımı fark ediyorum, vitesi de ği ştirip otomobile hız veriyorum. Yıldırım da susuyor. Yolun kenarındaki dev ilan panolarında bir blucin firmasının reklamları var. Üstü çıplak, alımlı kumral bir kız, bedenin alt kısmındaki bütün ayrıntıları ortaya çıkaran bir blucin pantolonun içinde, esrik bir halde bize gülümsüyor. Panonun önünden geçerken Yıldırım Abi soruyor. "Kız seni rahatlattı de ğil mi?" Hemen kar şı çıkıyorum: "Hayır dü şündüğün gibi de ğil. Onu sevdim." "Ben de onu diyorum. Kız ayaklarım yerden kesti, çoktan unuttu ğun bir dünyaya götürdü seni..." "Oysa ben öldüm" demesini bekliyorum, söylemiyor. Sözlerinin a ğırlı ğından kurtulmak için soruyorum: "Yoksa sınav bununla mı ilgili ?" "Olabilir. Kesin bir şey söyleyemem." "Aslında amcama anlatacaktım her şeyi" diyerek yanlı şımı kabul eder görünüyorum. "Bunu önermem" diyor. "Seni anlamazlar. Dilekçe i şinden beri güvenilir biri değilsin." Böyle bir yanıtı hiç beklemiyorum. Ne yapmak istiyor bu adam? "Sen ne dü şünüyorsun ? Bu ili şki yanlı ş mıydı ?" "Yanlı ş oldu ğunu buseydin yapmayacak miydin ?" "Belki..." "Bence yapardın. Â şık olmu şsun. Senin ya şında a şk çok tehlikelidir." "Ya şla ne ilgisi var bunun ?" "Çok ilgisi var. Ama şimdi bunu konu şmanın zamanı de ğil." "Hep bölük pörçük konu şuyorsun. Açık ol, yardım et." "Bana güvenme. Tek basmasın, ne yapacaksan kendin yapacaksın." Artık konu şmak istemedi ğini belirtmek istercesine ba şını çevirip yola bakıyor. Ama sonra yeniden bana dönüyor: "Sana yapabilece ğim tek yardım, dikkatli olmanı söylemek. Dikkatli ol." "Dikkatli ol!" Bu iki sözcük çınlıyor kulaklarımda. Yıldırım, bu uyarıyı uluorta yapmaz, operasyon sırasında, çatı şmaya girece ğimiz anlarda söylerdi. Bana i şaret mi veriyor? Belki yanılıyorum, belki öylesine söyledi. Ama sınavda ba şarısız olmak yerine, yanılmı ş olmayı tercih ederim. "Dikkatli ol." Bu sözü her duyu şumda elim silahıma gider. Bu defa aynı şeyi yapmıyorum, çevremi kontrol etmekle yetiniyorum. Ku şku uyandıracak bir şey yok. Üzerinde bulundu ğumuz tali yol az sonra derin bir virajla kıvrılarak anayola bağlanacak. Yol sakin, biraz ileride, yolun kıvrıldı ğı yerde, kaldırımda bir adam duruyor. Tam seçemiyorum, galiba önünde seyyar bir tezgâh var. Biraz yakla şınca adamın simitçi oldu ğunu anlıyorum. Simitçi mi? Ama bu yoldan pek yaya geçmez ki! Otomobildekilere mi satıyor? Dikkatle süzüyorum adamı. Onu daha önce

Page 6: Ahmet Ümit -Sis ve gece

buralarda hiç görmedim. Köyden yeni gelmi ş i şportacılara benziyor. Emin olmalıyım. Yıldınm'a dönüyorum. Beni izledi ğini görüyorum. Sınav görevlisi ya, gözlerimi kırpı şımdan, soluk alı şıma kadar hiçbir davranı şımı kaçırmak istemiyor. Yardım isteyen bakı şlarıma, bana, "Soru sorma!" dercesine ba şını sallayarak kar şılık veriyor. Hareketleri çok hızlı, benden yardım isteyerek zaman yitirme mi demek istiyor acaba. Arabayı yava şlatıyorum. Silahımı kılıfından çıkarmak zor olmuyor. Namluya kur şun sürüp tabancayı tutan sa ğ elimi aşağıya, kuca ğıma indiriyorum. Simitçiyle aramızdaki mesafe kısalıyor. Adamın bize baktı ğını görüyorum. Biraz heyecanlı mı ne ? Aniden bakı şlarını yolun kar şısına çeviriyor. Sanki o da bir i şaret pe şinde. Baktı ğı yöne dönüyorum; Fahri'yle göz göze geliyoruz. Fahri'nin yüzü gergin, sa ğ elini cebinden çıkarıyor, tabancayı görüyorum. Gaza basıp kaçmaya çalı şsam, çok geç yandan da, arkadan da iyi hedef olurum. Usulca frene basıyorum. Fahri bana do ğru ni şan almaya çalı şıyor. Ondan daha çabuk davranmalıyım. Silahımı do ğrultuyorum. Ama daha ben teti ğe basmadan bir patlama duyuluyor. Sonra benim silahım ate ş alıyor. Fahri'nin ate ş edemeden dü ştü ğünü görüyorum. Aynı anda karnımda bir sıcaklık hissediyorum. Simitçiye do ğru hızla dönerken, otomobilin sa ğ yan camını delip geçen kur şunların sesini duyuyorum. Adam birkaç metre ilerde, iki eliyle tutu ğu tabancasıyla bana ate ş ediyor. Ellerinin titredi ğini görüyorum. Allah'tan dene- yimli biri de ğil, yoksa şimdiye kadar çoktan tahtalı köye yollamı ştı beni. Otomobilin kö şesine, sanki beni gizleyebilirmi ş gibi direksiyonun arkasına do ğru sı ğınarak, ona kar şılık vermeye çalı şıyorum. Fakat irkilerek elime söz geçiremedi ğimi fark ediyorum. Sa ğ omzum acıyla kasılıyor. Adamın ni şancılı ğı hakkında erken konu ştum galiba. Ate şi sürdürmezsem i şim bitik. Silahımı sol elime geçiriyorum. Geli şigüzel ate ş etmeye ba şlıyorum. En az adam kadar karavanacıyım. Ama i şe yarıyor. Dü şmanım çatı şmanın gerginli ğine dayanamayıp kaçmaya ba şlıyor. Kaçarken tezgâha çarpıyor simitlerin uçu ştu ğunu görüyorum. Adam sendeliyor dü şecek gibi oluyor, ama dü şmüyor, yeniden do ğruluyor. Tabancamı kaldırıyorum, ni şan almaya çalı şıyorum, ama birden adamın boyu uzamaya ba şlıyor. Birkaç saniye içinde, her bir adımının birkaç metreyi geçecek kadar büyüdü ğüne tanık oluyorum. Az önce tezgâhtan dü şen bir simit adamın pe şine takılıyor. Adama yakla ştıkça simit de büyüyor,- Yanına gelince adam simitin üzerine atlayıp, onu tek tekerlekli bir bisiklet gibi kullanarak hızla oradan uzakla şıyor. " Şaşırdın mı?" diye soruyor Yıldırım. Onu tümüyle unutmu ştum. "Sen de gördün de ğil mi?" diyorum. "Bayılmamaksın" diyor. "Neredeydin?" "Buradaydım, yanında." "Vurulmadın de ğil mi ?" "Komik olma, hayaletler vurulmaz." "Haklısın" diyorum gülümseyerek. Gülümsemek bile acı veriyor. Kötü görünüyor olmalıyım. "Seni hastaneye götürecek birilerini bulmalısın" diyor. "Sen yardım etmezsin de ğil mi ?" "Söyledim, bu senin sınavın." "Kazandım mı ?" diye soruyorum. "Sınav bitmedi ki" diyor. "Bitmedi mi?" "Daha yeni ba şlıyor" diyor ba şını sallayarak. Onun bu gizemli tutumu kafamı karı ştırıyor. Dü şüncelerim kopuk kopuk, her parça sanki bir ba şka boyuta takılmı ş, zihnim onları birle ştirecek güçten yoksun. Hiçbir şey anlamıyorum, anlayacak halde de de ğilim. Bu otomobilden çıkmak, hastaneye gitmek istiyorum. Ama kıpırdayamıyorum. Herkese, her şeye küfretmek geçiyor içimden. Direksiyon kamıma do ğru yakla şıyor, korunmak için geri çekiliyorum. Sırtım koltu ğa de ğiyor. Koltuk ne ka- dar da sertle şmiş. Direksiyon üzerime gelmeyi sürdürüyor. Yana kaçmaya çalı şıyorum, yapamıyorum. Direksiyon ile koltuk arasında sıkı şıp kalıyorum; sanki aralarında sözle şmişçesine damar-lanmdaki kanı bo şaltmak için bir mengene gibi sıkıyorlar bedenimi. Soluk almakta güçlük çekiyorum. A ğzımı karaya vurmu ş bir balık gibi sonuna kadar açıyorum, ama soluk alamıyorum. Ba şım dönmeye,

Page 7: Ahmet Ümit -Sis ve gece

kulaklarım çınlamaya ba şlıyor, ü şüdüğümü hissediyorum. Di şlerim birbirine çarpacak kadar çok ü şüyorum. Büzülmek istiyorum. Hareket edince omzumda ve karnımda sancılar ba şlıyor. Yıldırım'ın emreden sesini duyuyorum. "Sakin ol, sakin ol geçti." Gözlerimi açıyorum... Ama bu Yıldırım de ğil; beyaz önlüklü asık suratlı bir adam nabzımı tutmu ş, saatine bakıp sayıyor, sonra elini alnıma koyarak so ğuk bir tavırla soruyor: "Sancın var mı ?" "Üşüyorum." "Normal" diyor. "Çok kan kaybettin." Amcam ile Melike kaygı dolu gözlerle bizi izliyorlar. Doktor aya ğa kalkıyor. "Kaygılanmanıza gerek yok" diyor. "Durumu iyiye gidiyor." "Titriyor" diyor Melike sanki kendi ü şüyormu ş gibi. Doktor yanındaki kısa boylu hem şireye dönüyor: "Bir battaniye örtün hastanın üzerine." Hastabakıcı duvarın önündeki dolaptan bir battaniye çıkarıyor. Melike battaniyeyi alıp incitmekten korkarcasına usulca üzerime örtüyor. Ama ü şümem geçmiyor, bir türlü ısınamıyorum. Üçüncü bölüm Üşüyorum. Morgun parlak, mermer duvarlarında da ğılan gölgemin hüzün verici bir görüntüsü var. Omuzları çökmü ş, kambur bir dilenciye benzetiyorum kendimi. " Đyi misin Amirim" diyor Mustafa saygılı bir tavırla. "Biraz kırıklık var, idare ederim" diyorum. Hastaneden iki gün önce ayrıldım. Aslına bakarsanız soka ğa çıkacak kadar iyile şmedim henüz. Ama zaman çok önemli, beni vuran adamı te şhis etmem gerek. Cesetlerin bulundu ğu bölüme geçiyoruz, içim titriyor. Morg görevlisi alaycı bir ifadeyle yüzüme bakıyor. Ölülerden korktu ğumu dü şünüyor olmalı. Sivil giyimliyim ya, beni tanık sanıyor. Aldırmıyorum, pek de haksız sayılmaz. Ama nedense Mustafa rahatsız oluyor: "Ne gülüyorsun ?" diye çıkı şıyor. "Hiiç" diyerek toparlanıyor adam. Enine onar sıra dizilmi ş parlak metal kapaklı kabinlerden soldan ikincisine gidiyor. Kabinin kapa ğını açıyor. Dı şarıya serin bir hava dalgası yayılıyor. Ü şüyorum. Adam, üstü beyaz bir çar şafla örtülü sedyeyi dı şarı do ğru çekiyor. Sedye rayların üzerinde kayarak, Mustafa'yla aramıza giriyor. Morg görevlisi, cesedin aya ğına ba ğlanmı ş fi şe bakıyor. "Özer Yılkı, aradı ğınız ceset bu de ğil mi?" "Ta kendisi" diyerek bana bakıyor Mustafa. Sonra yava şça örtüyü kaldırıyor. Önce kuzgunî siyah saçlarını görüyorum ölünün, inanılmaz şey, sanki canlı gibi, saçları ne kadar parlak. Sonra yüzünü görüyorum. Otuz ya şlarında, dar alınlı, ince ka şlı; gözlerini kapamı şlar, elmacık kemi ğinin üstünde siyah bir delik var; 9 mm'lik bir merminin marifeti. Ama ben bu adamı tanımıyorum. Bu bana ate ş eden simitçi de ğil ki! Dikkatle bakıyorum, hayır ke- 22 sinlikle bu o de ğil. Simitçi kumraldı, saçları dökülmü ştü, evet basbaya ğı keldi adam. Bir an aklıma cesedin saçlarının peruk olabilece ği geliyor. "Saçlarım kontrol eder misin ?" diyorum. Mustafa anlamamı ş yüzüme bakıyor. "Saçları diyorum, peruk mu de ğil mi bir bakar mısın?" Yine anlamıyor Mustafa. Morg görevlisi ondan önce davranıyor, konu şma tonumdan amir oldu ğumu anlamı ş, az önce yaptı ğı gafı düzeltmek, belki de Mustafa'dan öç almak istiyor. Öne geçerek cesedin saçını hoyratça avuçluyor. "Yok" diyor sonra. "Adamın kendi saçı." Cesedin beyazla şmış yüzüne dikkatle bakıyorum. Hayır, bu bana ate ş eden adam değil. Kesinlikle o de ğil. Demek ölmemi ş diyorum sevinçle kendi kendime. "O de ğil mi?" Başımı kaldırınca Mustafa'nın meraklı gözleriyle kar şıla şıyorum. Adamı te şhis etmem onun için ne kadar anlam ta şıyor, kestiremiyorum. "Operasyonda sen de mi vardın?" "Evet Amirim" diyor, gözleri ı şıyarak. Onu sen mi vurdun diye sormuyorum; bu o kadar belli ki.

Page 8: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Bana ate ş eden adam bu de ğil" diyerek yalnızca bir teröristi de ğil, amirini vuran adamı haklamı ş olmanın gururunu ta şıma zevkinden yoksun bırakıyorum onu. Đki yıldır birlikteyiz Mustafa'yla. Yıldırım'la aramızdakine benzer bir ili şki kurmaya çalı ştım, olmadı. Önce yetenekleri sınırlı diyerek Mustafa'yı suçladım, sonra anladım ki ben de Yıldırım de ğilim. Şimdi saygılı, ama so ğuk bir amir memur ili şkisi var aramızda. Hakkımda olumsuz dü şünceleri oldu ğunu sanmıyorum, ama benim Yıldırım'a besledi ğim hayranlı ğı o hiçbir zaman bana duymayacak, zaten bunu hak eden biri de de ğilim. "Eve mi gideceksiniz Amirim?" diye soruyor, morgdan çıkıp otomobile bindi ğimizde. "Önce şu kaloriferleri çalı ştır, dondum" diyorum. "Üzgünüm Amirim" diyor, bana do ğru dönerek ezik bir tavırla. "Kalorifer yine bozuk." Mustafa kontak anahtarını çevirirken ben de paltoma sarınıyorum. Do ğru olan eve gidip sıcak bir şeyler içerek dinlenmek. Ama Mine'yi bulmalıyım. Geçen her dakika onu benden biraz daha uzakla ştırıyor. Tuhaf bir şekilde hissediyorum bunu. Aradan yirmi gün geçti, hâlâ ya şıyor olabilir mi ? Cesedi bulunmadı ğı süre- ce bir umut var. Beni vuran simitçi..! Onu bulmalıyım. Bütün dü ğüm onda. Kim bu adam? Fahri'nin örgüt arkada şlarından biridir; ba şka kim olabilir? Oysa Fahri hakkında yazılan raporlar, örgütten ayrıldı ğını belirtiyordu. Demek bizi atlatmı ş herif. Baksana, beni öldürmeye cesaret etti ğine göre, öyle pek de yabana atılacak biri de ğilmi ş. Mine bo şuna hayran olmamı ş ona. Hayran mı ? Â şık desene şuna.... "Eve gidiyoruz de ğil mi ?" Mustafa'nın sorusuyla uzakla şıyorum dü şüncelerden. "Hayır, Kurtulu ş'a." "Kayıp kızın evine mi ?" Mine'yi kayıp kız diye tanımlamasını yadırgıyorum, ama ba şka ne diyebilir ki, o dosyalarımızda yer alan binlerce kayıp insandan biri. "Evet" diyorum Mustafa'ya. "Evet, kayıp kızın evine." "Ama Amirim" diyerek kar şı çıkıyor yardımcım. "Sizi eve götürmem söylendi." Söyleyen de amcamız, amirimiz Đsmet Bey. "Sen bo şver söylenenlere. Beni Kurtulu ş'a bırak, sen de Komiser Naci'ye git. Fahri ile aynı davadan tutuklanan arkada şlarının dosyasını al, benim eve bırak." "Resmî yazı olmazsa şubede zorluk çıkarıyorlar." Nesi var bu o ğlanın bugün, birileri kula ğını mı büktü ne ? "Benim adımı ver, Naci birlikte çalı ştı ğımızı biliyor. Mırın kırın ederse yazının sonra gelece ğini söyle." Đsteklerim Mustafa'yı rahatsız ediyor. Siciline kötü bir şey yazılır diye korkuyor olmalı, bana kar şı gelecek kadar cesareti de yok. Ne yapsın şimdi bu çocuk ? Bir de gidip olanları Ismet'e anlatıyor mu ? Yok canım, amirini şikâyet edecek yürek yok onda. Üstelik Ismet'in amcam oldu ğunu da biliyor. Mustafa'yı süzüyorum, dü şünceli gözlerle otomobili kullanıyor. Belki de hakkında yanlı ş düşünüyorum. Belki de gerçekten iyi biridir. Ama iyi de olsa kötü de olsa sonuç deği şmeyecek. Kuralların arasında bo ğulup kalmı ş bir istihbaratçı, yaptı ğı i şte neyin önemli neyin önemsiz oldu ğuna nasıl karar verebilir ? Otomobilimiz Aksaray'da, ı şıklarda durunca soruyorum, "Mine'nin Roma'da bir arkada şı vardı, adı Selin'di galiba, dönmü ş mü ?" Kafası ba şka yerde söylediklerimi anlamakta zorluk çekiyor, Allah'tan o anda yanan ye şil ı şık yardımına yeti şiyor da, otomobili hareket ettirirken yanıtlıyor sorumu. "Selin Orhun, henüz dönmedi. Biliyorsunuz, kızın babası Đtalya Büyükelçili ğinde görevli. Birkaç kez telefon ettik, Selin'le konu ştuk. Kız i şin ciddiyetini kavrayamadı." "Neler söyledi?" " Đtalya'ya uçmadan önce görmü ş arkada şını. 'Tatile falan gitmi ştir, yakında çıkar gelir' dedi. Kaçırılmı ş olabilece ğini söyledik. 'Olanaksız, Mine'yi neden kaçırsınlar ki' dedi. Anla şılan kız hiçbir şey bilmiyor." \ "Fahri'yi sordunuz mu ?"

Page 9: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Sorduk. ' Đyi çocuktur' dedi. Fahri'den, Mine'ye zarar gelmeyece ğini söyledi. Oğlanın öldü ğünü bilmiyor, biz de söylemedik." "Ne zaman dönecekmi ş Türkiye'ye ?" "Yakında dönmesi lazım. Sömestr tatili sona eriyor." "Yüz yüze görü şmeliyiz" diyorum. "Gelir gelmez, irtibata geçeriz Amirim" diyor. Bir an susuyor Mustafa, sonra bana dönerek. "Bu kaybolan kız, sizin muhbiriniz miydi Amirim ?" diye soruyor Mustafa. Uzun zamandır kafasını kurcalıyor olmalı bu soru. Belki öfkelenmem gerek, ama cesareti ho şuma gidiyor. "Öyle sandılar." "Değil miydi?" "Aynı sitede oturuyorduk. Annesi, benim hanımın arkada şıydı. Bir gün okulda i şgal eylemi olmu ş, bütün ö ğrencileri toparlamı şlar. Annesi yardım etmemi istedi, ben de gidip onu polisten aldım." "Yani kızın olayla ilgisi yoktu." "Vardı, solculara sempati duyuyordu. Đyi niyetli aslında. Haksızlıkları, aksayan şeyleri görünce tepki göstermi ş. Bilirsin, böyle gençler terörist gruplar için iyi malzeme olur. Ona gerçekleri anlattım. Arkada ş olduk. Bu arada okulda ne olup bitiyor, onları da konu şuyorduk tabiî..." "Fahri denen herif de onu muhbiriniz sandı." "Kızı onların kaçırdı ğını dü şünüyorsun de ğil mi ?" "Ba şka kim olabilir ki?" Evet ba şka kim olabilir ki ? "Sizi cezalandırmak istediler herhalde" diyor Mustafa. " Đlk gözaltına alındı ğında Fahri'yi neden bıraktılar ki ?" "Yapacak bir şey yoktu" diyorum. "Sorguda ben de vardım. Fahri, Mine kaybolmadan üç gün önce Antalya'ya gitmi ş. Bütün hafta ailesinin yanında kalmı ş. Tanıkları var, babası albaymı ş, geçen yıl ölmü ş." 25 "Albaysa, albay Amirim, önce o ğlunu terbiye etmeliydi. O şerefsizin size ate ş etti ği silah bile ordu malı." "Ciddi misin ?" diye dönüp soruyorum. "Evet" diyor Mustafa. "Babasının beylik Kırıkkale tabancası." Kafam karı şıyor. Örgüt suikastta kendi silahlarını de ğil, emekli bir albayın Kırıkkale tabancasını kullanıyor! Tuhaf! "Ya öteki herifin kullandı ğı silah?" "Size ate ş edilen silahı bulamadık henüz. Ama mermileri inceleyen balistikçiler, askerlerin kullandı ğı cinsten Colt bir tabanca oldu ğunu söylüyorlar." Simitçi gözlerimin önüne geliyor. Elindeki a ğır bir silah, belki Colt, tabancayı iki eliyle tutuyor. Silah tepince dengesi bozulmasın diye ayaklarını açarak dengesini sa ğlamı ş öyle ate ş ediyor. "Yani o da mı albayın silahı ?"diye soruyorum. "Olabilir, Đsmet Bey ara ştırıyor." Demek Đsmet Beyara ştırıyor.-'Bizim amca, Mine'yle olan ili şkimi sezdi galiba. Olaya el koymu ş. Belki bu o ğlanı da almı ştır yanına. Yok canım o kendi ba şına çalı şır. Ne de olsa ailedeniz. Kol kırılır yen içinde kalır. " Đsmet Bey bunları size niye anlatmamı ş ki?" Mustafa da şüphelenmeye ba şladı. Yoksa bu çocuk göründü ğünden daha mı zeki? " Đyile şmemi bekliyordun " Yanıtımı dinlerken gözucuyla beni süzüyor. "Bu i şi biz mi yürütece ğiz Amirim?" "Senin kula ğına bir şeyler mi çalındı ?" Ses tonum sert de ğil, ama güçlü. "Tam olarak bilmiyorum, ama i şe siyasî polis sahip çıkıyormu ş gibi dedikodular duydum." Đş iyice dallanıp budaklanmadan amcayla konu şsam mı acaba? Dur bakalım, acele etmeyeyim, önce neler olup bitiyor bir ö ğrenelim. " Şu yetki meselesi ha" diyerek gülümsüyorum. Rahatlı ğım Mustafa'nın ku şkularını hafifletiyor. Ama yüzünde bir tedirginlik var. Pangaltı'dan Kurtulu ş'a girerken anlıyorum nedenini.

Page 10: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Amirim" diyor adeta yalvaran bir sesle. "Eve döndü ğünüzde sizi benim bıraktı ğımı söyleyin hiç de ğilse." "Tamam, sen merak etme." Otomobilimiz Kurtulu ş Caddesi'nin tıkalı trafi ğinde bir süre zar zor ilerledikten sonra sa ğa dönen soka ğa sapıyor. Sokaktan iyice a şağıya, Feriköy Mezarlı ğı'na kadar iniyoruz. Mezarlı ğa paralel uzanan tenha soka ğa geldi ğimizde: 26 "Ben burada inece ğim" diyorum. "Ev az ilerde zaten." "isterseniz bekleyeyim sizi" diyor son bir umutla. "Hava berbat, araba bulamayabilirsiniz." Yalnız kalmaya ihtiyacım var, o yanımdayken iyi dü şünemiyorum. "Sa ğol Mustafa, ben ba şımın çaresine bakarım." Tedirginli ği artıyor. "Ne zaman dönersiniz ?" "Birkaç saat sonra evdeyim. Fahri ile örgüt arkada şlarının raporlarını unutma. Bir terslik olursa beni ara" diyorum otomobilden inerken. "Olur, ararım" diyor Mustafa. "Ne olur kendinize dikkat edin." Bu dile ğinde içten, çünkü bana bir şey olursa kendi ba şının da yanaca ğını çok iyi biliyor. "Merak etme Mustafa, acı patlıcanı kıra ğı çalmaz" diyorum. "Ho şçakal!" "Görü şürüz Amirim" diyor ben kapıyı kaparken. Dördüncü bolum Kar taneleriyle yüklü güçlü bir rüzgâr sürüklemeye çalı şıyor beni. Hafifçe beyazlanan yerlerde ayak izlerim kalıyor. Tenha sokak karın altında oldu ğundan .daha lsSız görünüyor. Ürperiyo-rum, sıkı sıkı paltoma sarınıyorum. Galiba ba şım dönüyor. Önümdeki paslı elektrik dire ğine yaslanmak, kısa bir süreli ğine de olsa dinlenmek istiyorum. Ü şümem artıyor; vazgeçiyorum, birkaç metre sonra Mine'nin evinin oldu ğu çıkmaz soka ğın ba şında olaca ğım. Kendimi yeniden rüzgâra bırakıyorum. Çıkmaz soka ğın önüne geldi ğimde, ba ş dönmemi ve ü şümemi unutturan o görüntüyle kar şıla şıyorum; Mine'nin oturdu ğu apartmanın önünde bir kız arkası bana dönük, kapının açılmasını bekliyor. Sırtında Mine'nin mavi kabanı var. Mustafa haklıydı, buraya hiç gelmemeliydim. Đyi de ğilim. Baksana gündüz gözüyle hayal görmeye ba şladım. Ama tuhaftır, Mine'nin hayali kaybolmuyor. Ona do ğru yürüyorum. Ba şına siyah bir bere geçirmi ş, üstelik Mine'nin böyle bir beresi oldu ğunu da anımsamıyorum. Bunun ne önemi var, artık iyice kontrolden çıkan belle ğim pekâlâ ona böyle bir ba şlık yakı ştırmı ş olabilir; hep söylemez miydim, "Sana siyah çok yakı şıyor" diye. Aramızda on on be ş adım ya var ya yok. Günlerdir tedirginlikler içinde kıvranarak özlemini çekti ğim genç kızın, bu çıkmaz sokakta rastladı ğım hayaline incitmekten kor-karcasına yakla şıyorum. Boynunu içeri do ğru çekiyor, ayaklarını hafif hafif yere vuruyor, ü şümüş olmalı. Çok ü şürdü Mine, onda kaldı ğım geceler, sevimli bir kedi gibi usulca sokulurdu koynuma. Yakla şınca fark ediyorum, siyah bir po şet ta şıyor, sanki alı şveri şten dönmüş. Po şeti tutan eldivensiz elini görüyorum, so ğuktan kıpkırmızı olmu ş. Nasıl da gerçekmi ş gibi görünüyor. Omzuna hafifçe dokunsam, her zamanki gibi dönüp yumu şacık gülüm- 28 ser mi bana ? insan bu kadar ayrıntılı hayal görebilir mi ? Neden olmasın? CENTO kursları için Đngiltere'ye gitti ğimizde, beynin gizli güçlerinden söz etmi şti sosyal psikoloji konferansını veren kadın profesör. Sanırım kastetti ği böyle bir duyguydu. Ho ş bir yanılgı bu. Hayalimle aramızda birkaç metrelik bir mesafe kalmı şken metalik bir ses çalınıyor kula ğıma. Bu, kapıyı açan mekanizmanın çıkardı ğı ses. Daha önceleri kim bilir kaç kez zili çalıp, sabırsızlıkla bu sesin kapıyı açmasını beklemi ştim. Genç kız, açılan demir kapıyı eliyle iterek, içeriye süzülüyor. Kapı kapanmadan ben de yeti şmeliyim. Hızlanırken aya ğım kayıyor, dü şmekten zor kurtuluyorum. Kapı kapanmak üzere, son bir çabayla yakalıyorum so ğuk demiri. Belli belirsiz bir ürperti hissediyorum, ama hayalimi kaybetmemeliyim; ben de içeri süzülüyorum. Genç kız apartman otomati ğini yakmı ş, merdivenleri tırmanıyor. Tuhaf, hayaletlerin ı şı ğa ihtiyaçları olmaz ki! Yoksa gerçekten de Mine mi ? Umutla tekrarlıyorum kendi kendime, olabilir mi ? Belki yine o çılgınlıklarından birini yapmak istemi ş, kimsenin bilmedi ği bir arkada şının yanına gitmi ştir. Böyle bir sorumsuzlu ğu yapar mı ? Ke şke yapmı ş

Page 11: Ahmet Ümit -Sis ve gece

olsa, diye dü şünerek ben de merdivenleri çıkmaya ba şlıyorum. Biraz hızlansam onu yakalayaca ğım. Nedenini bilemedi ğim bir ürkeklik engel oluyor bana. Yine de aramızdaki mesafe giderek kısalıyor. Genç kız üçüncü katta, ev sahibi Ma-dam'm dairesinin önünde duruyor, kapıyı çalıyor. Neden yukarı, kendi evine çıkmadı da bu evin kapısında durdu. Geciktirdi ği kirayı ödeyecek ya da her zamanki gibi onlar için de bir şeyler almı ştır marketten. Mine'nin, yüzünü hâlâ göremiyorum. O da dönüp bana bakmıyor, oysa ayak seslerimi duymaması olanaksız. Ona iyice yakla şıyorum, ama tuhaf aramızdaki mesafe kısaldıkça sanki az önceki heyecanım kayboluyor. Đçimde giderek güçlenen bir ses bu kız Mine olamaz, diyor. Artık tam arkasındayım, elimle usulca kabanına dokunarak, "Mine" diyorum. Dönüp bana bakıyor, bir an Mine'nin yüzünü görür gibi oluyorum, ama sonra Madam'ın zekâ özürlü kızı Maria'nın bo şlukta sallanan bakı şlarıyla kar şıla şıyorum. "Demek Mine zannetti ğim sendin" diyorum. Kız büyük bir ciddiyetle yüzüme bakıyor, sonra elini dudaklarına götürerek: " Şi şşt, uyuyor" diyor. "Kim uyuyor?" diye soruyorum. Dudaklarına götürdü ğü eliyle a şağısını gösteriyor, bakıyorum bir şey göremiyorum. Gülümsüyor, elindeki po şeti açarak içinden bez bir bebek çıkartıyor. "Bak, Floris" diyerek bana uzatıyor. Ben ne yapaca ğımı bilemeden bebe ği alırken, evin kapısı açılıyor, tekerlekli sandalyede Madam Eleni'nin tedirgin yüzü görünüyor. Kadın beni görünce rahatlıyor. "Ah Sedat Bey siz misiniz ? Ben de kimdir Maria'yla konu şan diyordum." Her zamanki gibi ak saçlarını arkada topuz yapmı ş, kırı şıklarla kaplı yüzünde derin bir metanet okunuyor, ancak gözlerinde ku şku dolu pırıltılar var. Belli ki son günlerde olanlar kafasını iyice karı ştırmı ş. "Merhaba, nasılsınız Madam?" "Te şekkür ederim, çoktandır görünmüyorsunuz." Uzun süre gelmeyi şim dikkatini çekmi ş, gazetelerdeki suikast haberinde adım geçmedi ği için neler olup bitti ğini de bilmiyor, iyi ki de bilmiyor. " Đşler vardı" diyorum. "Bir soru şturma için istanbul dı şına çıkmı ştım." "Mine için mi?" "Öyle sayılır." Madam'ın merakı giderek artıyor. " Đçeri buyurmaz mısınız ?"diyerek kapıyı gösteriyor. Kısa bir ikircimden sonra öneriyi kabul ediyorum, belki yeni bir şeyler öğrenebilirim. Maria kapının önünde dikilmeyi sürdürüyor. Elimdeki bebe ğini ona uzatıyorum. Sessizce alıyor. "Gelsene kuzum" diyor Madam Eleni. Sesi şefkat dolu. Maria annesinin uyarısıyla içeri giriyor. Madam istavroz çıkardıktan sonra fısıltıyla söyleniyor. "Tanrı yardımcım olsun, aklı gidip gidip geliyor." Maria'ya bakıyorum, kaim ka şlarının altındaki iki iri zeytin tanesi gibi kara gözleri anlamsızca ı şıldıyor. Dikkatle bakınca onun Mine'den daha uzun, daha iri yapılı oldu ğunu fark ediyorum. Neden onu Mine'ye benzettim ki? Hastalı ğın etkisiyle bu ayrıntıları kaçırdım demek. Peki üstündeki kaban, Mine'ninki de ğil mi? Dar antreden geçerken soruyorum: "Kızınızı Mine'ye benzettim" diyorum. "Arkadan gördüm, kabanı..." Acıyla gülümsüyor kadın, " Đki ay önceydi, Maria tutturdu illa Mine'nin kabanından isterim diye. Mine genç kız, aynı kabandan almamız yakı şık almaz, diyerek Maria'yı oyaladım. Ama bir gün onun yanında, 'Ben senin kabanından istiyorum' demez mi! Korktu ğum gibi olmadı. Mine gülümsedi, 'Gidip alalım' dedi. Bilirsiniz tez canlıydı. Gidip aldılar. Çok iyi bir kız idi, çok." Madam'ı dinlerken, sol tarafta kapısı açık bir oda görüyorum; kenarları kar rengi dantellerle kaplı geni ş bir yatak ile tam kar şımdaki duvarda siyah bir zemin üzerine kırmızı ve ye şil renklerle bezenmi ş bir ikona gözüme çarpıyor. Salonun giri şine yakla ştı ğımızda antre geni şliyor. Burada gürül gürül yanan demir döküm bir soba var. Sobanın üstündeki çaydanlıkta kaynayan ıhlamurun kokusu bütün evi sarmı ş...

Page 12: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Bu yıl kı ş şiddetli oldu" diyor Madam. "Evet" diyorum. "Yine kar ya ğıyor." "Tanrı fakir fukaranın yardımcısı olsun" diyor. "Kömür ate ş pahası." Salona girdi ğimde, her zamanki gibi müzeye gelmi ş duygusuna kapılıyorum yine. Sanki bu kagir evde zaman durmu ş, sanki içindeki insanlar yıllar öncesini yaşamaktalar. Eski e şyaları korumak, de ği şikli ğe gitmemek azınlıklara özgü bir savunma biçimi mi? Yok canım yalnızca azınlıklara özgü bir tutum de ğil bu. Ya şlı insanlar genellikle böyle davranır. Bütün e şyaların bir anısı vardır. Atmaya kıyamazlar. Gözlerim duvarlarda, tahtaları çürümü ş çerçeveler içinde, artık iyice sararmı ş resimlere kayıyor. Yaldız kaplamalı metal çerçeveli bir resimde pala bıyıklı bir adam ile Madam'ın gençli ği yan yana. Adam, Madam'ın iki yıl önce ölen kocası Mösyö Koço; orta boylu, yakı şıklı bir adam. Pencerenin kar şısında yüzyılın ba şından kalma ceviz büfedeki kristal kadehler geçmi ş ziyafetlerin buruk parıltısını yansıtmayı inatla sürdürüyorlar hâlâ. Büfenin yanındaki duvarda gümü ş çerçeveli kocaman bir ayna, artık pek fazla kimsenin uğramadı ğı bu evde, tılsımlı görüntüsüne katmak için umutla yeni konukların gelmesini bekliyor. Salonda günümüzü ça ğrı ştıran tek cihaz, sol kö şedeki küçük televizyon. Televizyonun arkasındaki duvarda, tavana yakın bir yerde doldurulmu ş bir geyik ba şı var. Bu, rahmetli Koço'nun ne yaman bir avcı oldu ğunun ni şanesi. Aynı sözcüklerle anlatmı ştı Madam, doldurulmu ş geyik ba şının hikâyesini. Koço Kumkapı'da meyhanecilik yaparmı ş, ama Mösyö'nün bir merakı da avcılıkmı ş. Tavşandan kekli ğe yüzlerce hayvan vurmu ş, ama en çok övündü ğü, Toroslar'a kadar gidip bu geyi ğin ba şıyla döndü ğü avmı ş. " Şöyle buyurunuz" diyor Madam Eleni televizyonun kar şısındaki koltu ğu göstererek. Otururken Maria'yı görüyorum. Po şeti masaya bırakmı ş, elinde bebe ğiyle salonun kuytu bir kö şesine çekiliyor. Bebe ğine bir şeyler anlatıyor, fısıltısı bize kadar geliyor. "Böyle kendi kendine oynar ak şama kadar. Aslında soka ğa göndermeye korkuyorum. Yardımcı kadın yirmi gündür yok, kızı çocuk do ğurmuş, köyde, iki aylık yiyece ği alıp a şağıdaki büyük buzdolabına yerle ştirdik. Yine de ekmek filan lazım oluyor i şte. Mecburen bakkala yolluyorum onu." Yaşlı kadının yüzünden çaresizlik okunuyor. "Evi bulamayaca ğından mı korkuyorsunuz ?" "Ne bileyim i şte. Unutkanlı ğı var. Bakkala yolluyorum ya, ne alaca ğını yazmasam dükkânda dikilip dikilip geri dönüyor. E şyalarını nereye koydu ğunu hatırlamıyor." "Her zaman böyle unutkan mı ?" "Genellikle böyle. Ama bazen de her şeyi hatırlıyor. Neyi nereye koyduysa eliyle bulup çıkarıyor." "Doktorlar ne diyor ?" "Tanrı'nın yaptı ğına ne denir? Do ğduğundan beri böyle bu çocuk." Kar şılıklı susuyoruz. Madam dalıyor. Belki de kendisi öldükten sonra kızının tek başına nasıl ya şayaca ğını dü şünüyor. Abisi yanına alır belki. Büyük o ğlu Selanik'e ta şınmı ş yıllar önce. Koço ile Madam gitmemi şler. Babası ölünce çocuk, "Anne yanımıza gel" diye çok ısrar etmi ş. Madam, "Koço'nun mezarı burada, onu yalnız bırakamam" demi ş. Đşin içyüzünü bilmesem ne büyük a şk diyece ğim. Oysa Mösyö Koço elli ya şındayken, kimi kimsesi olmayan genç bir Rum kızına â şık olmu ş. Kıza evler açmı ş, paralar harcamı ş. Birkaç yıl sürmü ş ili şkileri, ama kız sonra bizim Ko-ço'yu bırakıp bir Rum delikanlısına kaçmı ş. Bu olaydan sonra zavallı Koço iyice içine kapanmı ş. Meyhaneyi kapatmı ş, bütün malzemeyi a şağıya bodrum kata ta şımı ş. O ünlü mezelerini de yalnızca yortu günlerinde kom şularına, akrabalarına yapmı ş. Hep aklımı kurcalamı ştır; Madam bu i şin farkında mıydı acaba? Farkın-daysa nasıl dayandı ? Melike nasıl dayandıysa o da öyle dayanmı ştır. Hayır canım, Melike farklı. Neden farklı olsun, onun da kocası başka birine â şık olmadı mı ? O da tıpkı Madam gibi olanları sezip bilmezlikten gelmedi mi ? Neden ? Yıldırım, "Ba şka çareleri yok da ondan" derdi. "Elinde bir mesle ği, bir geliri yok, ayrılıp ne yapacak?" Do ğrusu bunu ben de dü şünmedim değil. Melike zengin bir ailenin kızı olsaydı, bu duruma katlanır mıydı? Kocasını bir ba şka kadınla kim payla şmak ister? Ama ya şamını sür-

Page 13: Ahmet Ümit -Sis ve gece

dürmek için bu durumu kabul etmek de onursuzluk de ğil mi? Al-lahım neler düşünüyorum! Hayır hayır, Melike'nin olanlara bu nedenle göz yumdu ğunu sanmıyorum, o beni, çocuklarını seviyor, yuvasının da ğılmasını istemiyor. Bu yüzden bir hastalı ğa yakalandı ğımı varsaydı, bir gün geçece ğini umarak sabırla bekliyor. Madam'a bakıyorum, gözleri dizlerini örten eski battaniyenin desenine kilitlenmi ş, sanki benim varlı ğımı unutmu ş gibi arada bir iç geçirerek susuyor. Bir an onun kocasını ve Rum kızını dü şündüğünü sanıyorum. Suskunluk giderek ağırla şıyor, benim için dayanılmaz bir hal alıyor. "Burası daha serinmi ş" diyorum. "Üşüdünüz mü?" diye soruyor uzun bir uykudan uyanmı ş gibi. "Sa ğolun, burası yeterince sıcak." Üşümedi ğimden emin olunca: "Hâlâ bir haber yok de ğil mi Mine'den?" "Maalesef yok" diyorum. "Çok iyi bir kızdı, çok" diye yineliyor. Gözlerinin doldu ğunu hissediyorum, sesi titriyor. "Onu çok özlüyoruz. Mine benim ikinci kızım gibiydi." Kadının hali beni de etkiliyor, hastanede geçirdi ğim günler sinirlerimi iyice zayıflatmı ş olmalı. Bu evi tutmak için Mine'yle geldi ğimiz ilk günü anımsıyorum. Mine benim oturdu ğum koltu ğa oturmu ştu, ben ise yanmdakine. Madam büyük bir ilgiyle bizi süzüyordu. Mine, "Üst katınız kiralıkmı ş öyle mi?'" diye sorunca Madam ona, kısacık bir yanıtla, "Evet" dedikten sonra bana dönmü ştü: "Siz küçükhanımın nesi oluyorsunuz ?" Böyle bir soruya hazırlıklıydım. "Aile dostlarıyım" dedim kesin bir ifadeyle. Verdi ğim yanıt doyurucu gelmemi şti Madam'a, ama kibarlı ğını da boz-mamı ştı. Yeniden Mine'ye dönmü ştü: "Öğrenci misiniz ?" "Evet, Güzel Sanatlar'da okuyorum. Resim bölümü." "Aileniz nerede?" Kadının soruları beni rahatsız etmeye ba şlamı ştı, ama Mine o inanılmaz sabırıyla kadını yanıtlamayı sürdürmü ştü. "Annem ile babam ayrıldılar. Babam Almanya'da çalı şıyor. Annem yeniden evlendi. Đstanbul'da oturuyor. Artık onların yanında kalmak istemiyorum." "Nedeni sorabilir miyim?" " Đki küçük karde şim daha var. Ev yeterince geni ş de ğil. Benim resim çalı şmalarım için kendime ait bir mekâna gereksinimim var." "Peki" demi şti Madam bir ara beni de süzerek. "Anladı ğım kadarıyla bir geliriniz yok, kirayı nasıl ödeyeceksiniz ?" "Almanya'dan babam yollayacak." Madam soruların yanıtını almı ştı, ama ikna oldu ğunu sanmıyordum. Ona Ari'den söz etmenin tam zamanıydı. Ari zaman zaman Đstanbul'daki Rum toplulukla ilgili bilgiler sızdıran bir muhbirdi. Rum toplulu ğunun içinde onu tanımayan yok gibiydi. Çünkü herkesin yardımına ko şardı. Aslında bize verdi ği bilgilerde kendi cemaatini gözetti ğini de söylemeliyim. Ari'nin adını duyunca kadının yüzü ı şıdı, "Ari'yi tanıyor musunuz?" " Đyi dostum olur. Bizi ona sorabilirsiniz." Madam rahatlamı ştı, koyu renk gözlerinin derinliklerinde gizlenen ku şkular kayboldu. Dünyanın kötü oldu ğunu, daha iki gün önce Feriköy'de ya şlı bir kadının bileklerini kesip bileziklerini çaldıklarını anlattı. Azınlıklara--özgü o güvensizli ği seziyordum kadında. Gözlerindeki ürkeklik, gizliden gizliye kendini hissettiren çekingenlik, her davranı şında belli ediyordu kendini. Madam sonunda evini Mine'ye kiraladı. Bundan hiçbir zaman da pi şmanlık duymadı. Hatta Mine'yi tanıdıkça do ğru bir karar verdi ğini dü şündü. Bunda Mine'nin Maria'ya olan içten davranı şlarının etkili oldu ğunu söylememe gerek yok. "Tanrı taksiratını affetsin" diyor Madam dü şüncelerimi bölerek. Bir an bunu kimin için söyledi ğini kestiremiyorum. "Fahri denen o çocu ğu da burada tanıdım. Son zamanlar sık gelip giderdi Mine'nin evine. Duydunuz de ğil mi, bir polise ate ş etmi ş. Çatı şmada öldürmü şler. Neler oluyor Sedat Bey, önce Mine kayboldu, ardından Fahri öldü ?" Susuyor, söylediklerinin üzerimdeki etkisini ölçmek istercesine beni süzüyor. Nemli kara gözleri sorularla dolu; sanki, bir aralar siz de pek sık gelirdiniz

Page 14: Ahmet Ümit -Sis ve gece

ziyaretine, aile dostuyum filan dediniz, ama gerçek ili şkiniz neydi, der gibi bakıyor yüzüme. - Biliyorum, diyorum kendinden emin bir tavırla. Mine sık sık anlatırdı onu. Đyi bir arkada ş oldu ğunu söylerdi. O da pek tanıyamamı ş anla şılan, o ğlan sabıkalı. Đki yıl önce afla çıkmı ş içeriden. Sözlerim Madam'ın ilgisini da ğıtıyor, beni incelemekten vazgeçerek merakla soruyor. "Fahri mi yapmı ştır bu kötülü ğü?" "Öyle oldu ğunu dü şünüyoruz." "Terörist filan diye yazdı gazeteler ya, hiç öyle i şler yapacak birine benzemez idi." "Ne yazık ki do ğru. Fahri bir teröristti." "Nereden bulmu ş Mine bu çocu ğu ?" "Fahri onu bulmu ştur. Kandırmak istediler. Olmayınca..." "Kaçırdılar mı... Annesi babası, zavallılar yıkılmı şlar." "Babası mı! Üvey babası mı?" "O de ğil, öz babası Metin Bey. Almanya'dan geldi. Dola şmadık hastane bırakmamı ş istanbul'da." "Faydasız, o ara ştırmayı biz de yaptık. Hastaneler olaydan haberli, bir geli şme olsa mutlaka bildirirlerdi." "Bilmiyorum artık, ne oldu bu kızca ğıza, ne ölüsü var ortalıkta ne de dirisi ?" "Bulaca ğız, merak etmeyin" diyorum söylediklerime kendim de inanmadan. "Ben kalkayım artık." "Durun, bir kadeh likör içmeden dünyada bırakmam sizi." "Sa ğolun, üzerinize afiyet biraz ü şütmüşüm. Antibiyotik kullanıyorum. Đçki almasam iyi olur." "Canım likör de içkiden mi sayılırmı ş. Mösyö Koço ilaç niyetine içerdi her ak şam bir kadeh." "Ba şka zaman, Mine'yi sa ğ salim buldu ğumuzda" diyerek aya ğa kalkıyorum. "Ah, ah ke şke" diyor. Sonra tekerlekli sandalyesini hareket ettirerek bana kapıya kadar e şlik ediyor. "Anahtarınız var mı? Dün bir polis gelip bizdekini aldı." Sesi niye ku şku dolu öyle ? Mine sana da anahtar vermi şti de ğil mi, der gibi. Oysa Mine hiçbir zaman anahtar vermemi şti bana. Evi onun özgürlük alanıymı ş, "Bu mekânın yalnızca kendime ait oldu ğunu hissetmek istiyorum" demi şti. "Var" diyorum Madam'a. "Annesinden almı ştım." "Çıkarken kapıyı kilitlemeyi unutmazsımz de ğil mi ?" "Unutmam, merak etmeyin" diyerek kapıyı açıyorum. Tekerlekli sandalyesini hareket ettirerek pe şim sıra geliyor. "Ben yerimden kımıldayamıyorum, Maria'yı görüyorsunuz" diyor çaresizlikle. "Merak etmeyin, çıkarken kapıyı kilitlerim." "Sa ğolun, umarım bu defa bir şeyler bulursunuz yukarıda." Aslında bu sözlerle bir şeyler bulursanız bana da söyleyin demek istiyor. Anlamazlı ğa vuruyorum, te şekkür ederek ayrılıyorum daireden. Beşinci bölüm Ampullerin san ı şı ğı, ta ş merdivenlerin so ğuklu ğunu gidermi-yor. Apartman boşlu ğunda kesin bir sessizlik hâkim. Sanki sokaktaki kann ıssızlı ğı sinmi ş içeri. Ürperiyorum, paltomun yakasını kaldırıp basamakları tırmanmaya başlıyorum. Basamakların hemen hepsi çatlamı ş, havada belli belirsiz bir küf kokusu var. Beyaz duvarlarda çiçek fosillerini andıran sarı lekeler belirmi ş. Binanın a ğır a ğır ölmekte oldu ğunu ilk kez fark ediyorum. Defalarca bu merdivenlerden çıkmı ş olmama ra ğmen, daha önce bunu anlayamamı ş olmak beni şaşırtıyor. Yıldırım'ın sözleri geliyor aklıma. "O kız, ayaklarını yerden kesti, çoktan unuttu ğun bir dünyaya götürdü seni..." Ama birden Yüdınm'la bu konuyu konu şmuş olmamın imkânsız oldu ğunu anlıyorum. O öldükten sonra tanı ştım Mine'yle. Aklım karı şıyor. Sonra, Yüdınm'la bir dü şte konu ştu ğumu hatırlıyorum. Bu, o kadar net ki gördüklerim bütün ayrıntılarıyla gözümün önünde; Yıldırım'ın "Sınav bitmedi ki, daha yeni ba şlıyor" sözleri kulaklarımda çınlıyor.

Page 15: Ahmet Ümit -Sis ve gece

Mine'nin dairesinin bulundu ğu kata ula ştı ğımda yoruldu ğumu hissediyorum. Bedenimdeki diki ş yerleri sızlıyor. Duvara yaslanıp bir süre dinleniyorum. Dairenin kapısı çaresiz bir çocuk gibi yüzüme bakıyor. Kapının bu terk edilmi ş hali hüzün veriyor bana. Đçimden, çok derinlerden gelen o bildik sancıyla irkiliyorum. Defalarca mücadele eti ğim, yendi ğimi sandı ğım, ama olaylar durulup da kendi ba şıma kaldı ğımda, yüzeye çıkan o sinsi acı ele geçiriyor benli ğimi. Aynı burgu, aynı çaresizlik, aynı dizginlenemez özlemle kıvranıyorum. Akla, mantı ğa sı ğdıramadı ğım, çözümleyemedi ğim, çözümledi ğim zaman da i şin içinden çıkamadı ğım bir durum bu. Neden bu kadar çok istiyorum Mine'yi? Ya şanmamış hiçbir şey kalmadı ki aramızda! Neden, hâlâ onu dü şünüyorum. Eksik olan ne ? Karım Melike ondan çok daha iyi bir insan; özverili, şefkatli, sadık ve belki ondan daha güzel, üstelik çocuklan-mm anası... Ama bütün bunlar yetmiyor. Beni terk etmesine, hatta a şağılamasına kar şın yine de Mine'yi özlüyorum. Kapıyı açı şını, gülümserken dudaklannın hafifçe yukarı kıvrılı şını, yana ğında belli belirsiz çukurla şan gamzeyi, sol ka şının bitti ği yerdeki küçük yara izini, açık kahverengi gözlerini, gözbebe ğinin derinliklerinde birden kar şıma çıkıveren ye şil benekleri, yer yer altın şansı tellerin parladı ğı uzun kumral saçlannı, ba şını yana yatırıp uysalca beni dinleyi şini, bana bakarken yüzünü kaplayan sevinç dalgasını, sesindeki yumu şaklı ğı, avuçlanmın arasında kaybolan beyaz ellerini, küçük ve diri memelerini, biraz kalın, ama düzgün bacaklarını, bacaklarının arasındaki nemli, cesur sıcaklı ğını; onu, her şeyiyle onu, Mine'yi özlüyorum. Yoklu ğu renksiz, tatsız, bir bo şluk gibi damarlanmda akarak, ya şamımda önemli önemsiz ne varsa hepsini anlamsızla ştınyor. "Nerdesin ?" diye söyleniyorum. Sanki sözlerimi yanıtlarmı ş gibi bir tıkırtı geliyor daireden. Dikkat kesiliyorum. Yanıldım mı ? Hayır ses o kadar belirgindi ki, eminim içeride bir şey kıpırdadı. Kula ğımı kapıya yakla ştmp dinliyorum. Sanki biri ses çıkarmamak için yava ş hareketlerle yürüyor içerde. Elimi tabancama atarken, aklıma Van Gogh geliyor. Yoksa Van Gogh mu ? Van Gogh, Mine'nin kedisi. Tahmin edilece ği gibi olgun yaz ba şaklan gibi san tüyleri var; fakat namı san şınlı ğından de ğil, so ğuk bir mart gecesi, sevgilisi için girdi ği kavgada nerdeyse sol kula ğının yansına yakınını kaybetmi ş olmasından. O geceden sonra Mine, kedinin adını Van Gogh koydu. Biz kısaca ona Gogh diyorduk. Gogh nasıl girecek içeriye, tabiî ki apartman bo şlu ğundan. Yaptı ğım tahmin biraz olsun rahatlatıyor içimi. Ama yine de dikkatli olmalıyım. Silahımı kılıfından çıkanyorum. Đçeriden duyulmaması için kapıdan biraz uzakla şıp namluya kur şun veriyorum. Sonra tabancayı paltomun cebine koyarak, anahtan çıkanp kilide sokuyorum. Anahtan çevirirken kula ğım içerdeki seste. Sadece, kilidin çıkardı ğı mekanik tıkırtı duyuluyor. Açılan kapıyı sa ğ aya ğımla usulca itiyorum. Dairenin içine sinmi ş o tanıdık boya kokusu kar şılıyor beni. Van Gogh ortalarda yok. Oysa kapı açılınca, sanki ho ş geldin dercesine, yanıma gelir ayaklanma sürtünür, yiyecek bir şeyler isterdi. Kapının üzerindeki anahtan cebime atıp, silahımı çıkanyorum. Usulca içeri süzülerek, yine aya ğımla kapıyı kapatıyorum. Madamınkiyle aynı mimarî biçime sahip olan dairenin küçük antresinden salona doğru ilerliyorum. Solda- L 37 ki yatak odasının kapısı açık, duvara yaslanıp usulca içeri bir göz atıyorum. Dağınık bir yatak, kar şılıklı iki duvara asılmı ş iki ya ğlıboya nüden ba şka bir şey göremiyorum. Mine'nin atölye olarak kullandı ğı salona do ğru ilerliyorum. Salonun kapısına yakla şınca yanmı ş tütün kokusu alıyorum. Birkaç adım sonra yanılmadı ğımı anlıyorum, içeride biri sigara içiyor. Kapıya gelince yine duvara yaslanıyorum. Hareket halindeki bir hedefi vurmaya konsantre olarak, silahımı doğrultup hızla içeri dalıyorum ve salondaki geni ş duvann önündeki eski berjer koltukta, yüzünde so ğukkanlı bir ifadeyle oturan amcamla kar şıla şıyorum. "Amca! Burada ne i şin var?" diye haykınyorum. Konuşmak için acele etmiyor, sigarasından derin bir soluk çekiyor, dumanı di şlerinin arasından üflerken: "Seni bekliyordum" diyor. "Buraya gelece ğimi nasıl bildin?" Gözlerindeki öfkeyi gizlemeye gerek duymadan, kötü kötü yüzüme bakarak,

Page 16: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Bir tahmin" diyor. "Ama yanılmı ş olmayı isterdim." Mine'yle ili şkimi anladı galiba, diye dü şünüyorum. Anlamaması aptallık olurdu zaten. Her şey o kadar açık ki. Belki de morgdan beri beni izliyordu. Ben aşağıda Madam'ın yarımdayken yu-kan çıkmı ş olmalı. Canım sıkılıyor. Ama yine de bildiklerinden o kadar emin oldu ğunu sanmıyorum. Bo ş atıp dolu tutmak istiyor. Buraya gelmem çok kötü oldu, iyi bir koz verdim ona. "Kızla ilgili bir haber var mı?" diye u ğradım. "Kız neden bu kadar ilgilendiriyor seni ?" "Nasıl ilgilendirmesin, benim vurulmam ile onun kaybolması arasında yakın bir bağ var." "Bırak bu mavallan" diyor amcam. Gözlerindeki öfkenin ço ğaldı ğını fark ediyorum. "Ne i şler çeviriyorsun, onu anlat." "Hiçbir şey..." diyecek oluyorum. Sigarasını koltu ğun kenarına koydu ğu metal kül tablasına ezercesine bastınyor ve hiç beklemedi ğim bir şey yapıyor, aniden aya ğa fırlayarak yakama yapı şıyor: "Bana yalan söyleme" diyerek sarsıyor bedenimi. "Sana yalan söylemiyorum" diyorum, onu itmeye çalı şırken. Bakı şlarım elimdeki tabancaya kayıyor, aynı anda onun da silaha baktı ğını fark ediyorum. Sanki elimde bir ate ş parçası varmı ş gibi aceleyle silahı kılıfına koyuyorum. O da yakamı bırakıyor. Ama burnundan solumaya devam ediyor. "Her şeyi anlatacaksın" diyor. "Neler olup bitiyor, hepsini, hepsini ö ğrenmek istiyorum." 38 "Sakin ol Amca" diyorum, belki de bu sözler ondan çok kendime. Ama o da kendini topluyor: "Tamam, tamam" diyor benden birkaç adım uzakla şarak. "Ben sakinim, sen anlatmaya başla." "Burası çok so ğuk" diyorum. " Şuralarda elektrikli bir soba olacaktı." "Elektrikli sobanın varlı ğından haberdar olacak kadar iyi tanıyorsun de ğil mi bu evi ?" Sorusunu yanıtlamıyorum. Yasak bir a şk ili şkisini neden bu kadar çok büyütüyor? Teşkilatta buna benzer ili şkiler daha önce de ya şandı. Bir iki ihtar ya da disiplin cezasıyla geçi ştirilmi şti olaylar. "Evet, seni dinliyorum" diyor. "Hiç de ğilse şu iskemleye oturmama izin ver" diyerek elimle pencerenin önünde duran, Mine'nin rengârenk çiçek desenleriyle kapladı ğı tahta iskemleyi gösteriyorum. Dönüp iskemleye bakıyor, sonra ba şıyla onaylıyor. Đskemleyi alıp kar şısına oturuyorum. "Niye bu kadar kızgınsın ?" diye soruyorum olanca içtenli ğimi takınarak... Bir de soruyorsun dercesine, çakmak çakmak olmu ş mavi gözlerini yüzüme dikiyor. "Bunun nedenini sen anlatacaksın" diyor. "Bilmedi ğim bir şeyi nasıl anlatabilirim ?" diye soruyorum sakin bir ses tonuyla. Böylece üstünlü ğü ele geçirdi ğimi dü şünüyorum. O sinirlenip yanlı şlıklar yapacak, ben de bu durumdan yararlanıp konu şmayı istedi ğim gibi yönlendirece ğim. Bekledi ğim gibi amcam daha da öfkeleniyor, sa ğ elinin i şaret parmağını yüzüme do ğru uzatarak: "Oyun oynamaktan vazgeç" diyor. "Gizledi ğin, sakladı ğın ne varsa hepsini duymak istiyorum." "Neyi gizleyebilirim ki ?" diyorum yine en saf halimle. "Olay gözler önünde, kız apartmandan kom şumuzdu. Zaman zaman görü şürdük. Örgüt onu muhbir sandı..." "Bunları ben de biliyorum, sen operasyonu kim düzenliyor, onu anlat." "Operasyon mu?" "Öyle tuhaf tuhaf bakma yüzüme. Neden söz etti ğimi çok iyi anladın." " Đnan ki neden söz etti ğini bilmiyorum. Ne operasyonuymu ş bu?" Bir an, bu operasyon lafının beni konu şturmak için ortaya atılmı ş bir yem oldu ğunu dü şünüyorum. Güya ortada daha vahim bir 39 durum varmı ş gibi göstererek, Mine'yle aramızdaki ili şkiyi anlatmamı sa ğlayacak. Gerçekten de öyle mi? Amcamın gergin yüzünde bu sorunun yanıtını arıyorum. Numara yapan birine, hiç benzemiyor. Kıstırılmı ş bir hayvanın çaresizli ği içinde

Page 17: Ahmet Ümit -Sis ve gece

sanki ona yardım edebilecek tek ki şi benmi şim gibi, tüm dikkatini üzerimde toplamı ş, dü ştü ğü pusudan bir çıkı ş yolu arıyor. "Oynamayı bırak" diyor kesin bir ifadeyle. "Bu defa durum çok ciddi." "Mine'yi örgütün kaçırmı ş olabilece ğine inanmıyor musun?" diyorum. "Tabiî ki inanmıyorum" diyor hiddetle; nasıl bu kadar aptal olabiliyorsun, demesini bekliyorum, söylemiyor. Bana kar şı yumu şamaya ba şladı galiba. "E ğer dedi ğin gibi olsaydı" diye devam ediyor. "Seni öldürmeye kalkmazlardı. Bu ki şisel bir şey de ğil ki!" "Belki te şkilata gözda ğı vermek istemi şlerdir?" "Böyle oldu ğunu kabul etsek"bile, kızı sorguya çektikten sonra bu kadar uzun süre neden ellerinde tutsunlar? Onu çoktan öldürmü ş, ihbarcıyı cezalandırdık diye basına haber vermi ş olmaları gerekmez miydi ?" Bir süre susup yüzüme bakıyor. Söyledikleri mantı ğa uygun, kar şı çıkmayınca sözlerini sürdürüyor: "Ama bunlardan önce aydınlatılması gereken nokta, senin bu kızla olan ili şkin. Bu ili şkinin mahiyeti nedir? Neden bizim bu ili şkiden haberimiz yok ? Kim bu Mine ?" "Mine'yle aramızdaki bir tür arkada şlık ili şkisiydi..." diyorum. Sesim inandırıcılıktan çok uzak. Amcam öfkesini kontrol altında tutmaya çalı şarak derin bir soluk alıyor. "Bak o ğlum" diyor. "Senin için önemli olmayabilir ama, benim babam, yani senin deden bu ülkenin yeti ştirdi ği en iyi, en dürüst istihbaratçılardan biriydi. Ömrü boyunca bu vatan için, bu devletin ayakta kalabilmesi için çalı ştı. Dersim dağlarında, Kürt isyancıların kur şunlarıyla öldürüldü ğünde de bu ülkeyi böldürmemek için orada bulunuyordu. Ben meslek ya şamım boyunca ona layık olmaya çalı ştım. Aynı şeyi senden de bekledim. Ama beklentilerimi hep bo şa çıkardın. Hiç de ğilse şimdi yalan söyleme, ailene layık bir insan ol..." Bu laflan o kadar sık duydum ki, beni etkilemiyor. Hatta canımı sıkıyor. Gözlerim bir an amcamın arkasındaki duvarda asılı tabloya takılıyor. Mine bu resmi Picasso'nun ilk dönemlerinde yaptı ğı Matador adlı tablodan kopya etmi ş. Tabloda solgun renk- 40 ler var, resmin en belirgin yeri matadorun gözleri. Adamın çocuksu yüzündeki gözler hüzün, kararlılık karı şımı bir anlam katıyor resme. Yeniden amcamı dinlemeye ba şladı ğımda, onunla ciddi konuları hep resimlerin önünde konu ştu ğumuzu fark ediyorum. Te şkilat binasındaki odasında konu şurken arkasında hep büyük kurtarıcının resmi olurdu. Bazen onun evinde konu ştu ğumuz da olurdu, bu defa da arkasına, genç bir yüzba şının, yani dedem rahmetlinin üniformalar içindeki büyük boy foto ğrafını alarak konu şurdu. Hatta bana te şkilata girmemi önerdi ği ilk gün -o zamanlar henüz hukuk fakültesi ikinci sınıfında okuyordum- yine arkasına büyük kurtarıcının resmini almı ştı. Bu belki de bir rastlantıydı. Ama büyük kurtarıcının, dedem rahmetlinin ve Picasso'nun res-mindeki matadorun bakı şlarında aynı hüzünlü kararlılık vardı. Yok canım, bu bir rastlantıydı herhalde. Çünkü dünyanın en yetenekli ressamı bile olsa Picasso gibi "politik nesebi gayrisahih" olan bir adamın resminden güç alarak konu şmayı kendine yedi-remezdi amcam. "î şin ciddiyetini hâlâ anlamıyorsun" diyerek sürdürüyor konu şmasını. "E ğer bildiklerini anlatmazsan, bu defa seni ben bile kurtaramam." "Ne söylemek istedi ğini anlamıyorum" diyorum. "Ben de en az senin kadar dedeme saygılıyım, mesle ğimi de çok severim." "Severdin, ama artık sevmiyorsun. Yıldırım kafanı karı ştırdı senin." Yıldınm'm adını a ğzına alınca so ğukkanlılı ğımı yitiriyorum. Deminden beri amcamın anlattıkları, beni izleyi şi, abuk sabuk operasyon teorilerinden sonra şimdi de Yıldırım. Artık dayanamıyorum. "Yıldırım da en az dedem kadar iyi bir istihbaratçıydı" diyorum. "O kafamı karı ştırmadı, gerçekleri görmemi sa ğladı sadece." "O yüzden mi katıldın operasyona?" diyor. Yine operasyon, deli mi bu adam ? Zıvanadan çıkmak üzereyim. "Operasyon filan yok!" diye haykınyorum. "O o ğlan Mine'yi kaçırdı, beni de öldürmek istedi. Hepsi bu."

Page 18: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Sana ate ş ettikleri silahlar babasının tabancaları. Daha önce de suikastlar düzenlemi ş tecrübeli bir terörist, kayıtları hemen bulunabilecek silahları kullanıyor!" "Belki Fahri kendi ba şına hareket etmi ştir?" "Öyle mi dersin?" Sesinde alaycı bir ifade var. Rolleri de ği ştirdi ğimizi anlıyorum, ama artık çok geç, şimdi so- 41 ğukkanlı olan amcam, benim ise sinirlerim bo şanmak üzere. "Bak Amca, beni suçlamaktan vazgeç" diyorum öfkeyle. "Ne yani operasyon gere ği kendimi mi vurdurttum. Bunu mu söylemek istiyorsun ?" Yanıt vermeden bir süre beni süzüyor. Sanki emin olmak istiyor. Sonra ba şını sallıyor. "Hayır... Hayır, o kadarını dü şünmüyorum. Ama birilerinin ustaca planladı ğı bir tezgâha gelmi şsin." "Abartıyorsun; bu olayda sadece iki ihtimal var: ilki, i şi örgütün gerçekle ştirmi ş olması, ikincisi ise Fahri'nin Mine'yi muhbir, batta polis sanarak bu i şi tek ba şına yapmı ş olması." "Birinci ihtimalin neden geçersiz oldu ğunu anlattım. Đkincisine gelince; Fahri hakkında hazırlanan dosyayı okudum. Fahri içeri girince örgütle anla şamamış. Anla şmazlı ğın temelinde terörizm konusu var. Fahri özele ştiri yapmı ş. Terörün çıkmaz yol oldu ğunu söylemi ş. Örgüt de Fahri ile "önün gibi dü şünen bir arkada şını, pasifıze oldular gerekçesiyle komünden çıkarmı ş. Şimdi söyler misin, teröre kar şı çıktı ğı için örgütten atılan biri, nasıl olur da sevdi ği kızın muhbir olmasından şüphelenerek onu ve bir güvenlik görevlisini öldürmeye kalkar?" "Ama i şin içine kıskançlı ğın da karı ştı ğını dü şün." "Kıskançlık mı ? Bak bu ilginç! Neden kıskansın Fahri seni ? Mine'yle bir a şk ili şkisi mi vardı aranızda?" "O öyle dü şünmüş olabilir." "Bırak artık şu oyunu Sedat. Lütfen kendine gel. Farkında mısın bilmem, te şkilatta bir altüst olu ş ya şanıyor. Dünyadaki bütün dengeler de ği şti. Artık ne Sovyetler var, ne komünizm tehlikesi. Ama ülkemiz üzerindeki oyunlar bitmedi. Topraklarımızı bölmek, devletimizi güçsüz kılmak istiyorlar. Bu giri şime kar şı çıkacak resmî, sivil bütün kurumları etkisizle ştirmek amacındalar. Hedeflerindeki ilk kurulu şlardan biri de bizim te şkilat, içimizde adamları var. Sorumsuz politikacılar yatıp kalkıp te şkilatta bir reorga-nizasyondan söz ediyorlar. Bütün bunlar hiç ku şkulandırmıyor mu seni?" "Neden ku şkulandırsın? Hem bunların Mine'nin kaçırılmasıyla ne ilgisi var?" "Çok ilgisi var. Bizi tasfiye için onlara iyi bir gerekçe lazım. Senin olay bu i ş için biçilmi ş kaftan." Amcamın çözümlemesi aklımı karı ştırıyor. Kurdu ğu ba ğlantılar çok mantıklı. Gizli servislerin birbirlerinin içinde etkinlik kurma hevesleri hiç bitmez. Böyle operasyonları duyduk, ya şadık. 42 Ama Mine'nin kaybolması, bu tür bir operasyon olabilir mi ? Đlk kez bu ihtimal üzerinde ciddiyetle dü şünüyorum. Mine'yi tanıma-sam, bütün bu olayları ya şamamış olsam ve önüme böyle bir problem çıksa, belki ben de amcamınkine benzer bir sonuca ula şabilirdim. Ama ben Mine'yi tanıyorum! "Hayır" diyorum amcama. "Bu imkânsız." Acı acı gülümsüyor, "Peki Mine nerede o zaman ?" "Yani Mine'den mi şüpheleniyorsun ?" "Oğlum" diyor. "A şk senin gözünü kör etmi ş. Olaya dı şarıdan bakabilseydin gerçe ği hemen görürdün. Fahri öldü, sen de ölebi-lirdin. Ve bütün bunların nedeni olan kız ortalıkta yok. Sizi birbirinize dü şürdü, ortalıktan kayboldu. O çocukla sen iki piyondunuz, asıl hedef te şkilattı. Đşin önünü almazsak, te şkilatı yıkacaklar. Amaçları istihbarat örgütü zayıflamı ş bir Türkiye. Bunu başarmak için her yola ba şvuracaklar. Yakında gazetelerde çar şaf çar şaf boy gösterirsek şaşmam. Tabiî ba şrolde de sen olacaksın." Söyledikleri do ğru olabilir mi ? Mine bir ajan ha ? Hadi canım sen de... Neler düşünüyorum. Böyle bir şey olamaz. Bu amcamın paranoyası... Yoksa... yoksa amcam

Page 19: Ahmet Ümit -Sis ve gece

bana bir oyun mu oynuyor? Hayır bunu yapmaz. Yıldırım olayında da oldu ğu gibi o beni hep korudu. Hem buna hiç gerek yok, istedikleri an istifamı talep edebilirler. Ben de kuzu kuzu veririm. "Doğrusu olayı bu yönüyle hiç dü şünmemiştim" diyorum amcama. "Ama şuna inanmanı isterim. Böyle bir operasyon varsa bile, ben kesinlikle içinde de ğilim." " Đçindesin, ama farkında de ğilsin." "Sanmıyorum, ama bana biraz zaman tanırsan bu olayı çöze-rim" diyerek, içtenlikle amcamın yüzüne bakıyorum. "Bu defa inan bana." Amcam bakı şlarını kaçırıyor, sa ğ eliyle kırçılla şmış olmasına kar şın gürlüklerini koruyan saçlarını geriye do ğru tarıyor. Gömle ğinin kolundaki altın kol dü ğmeleri görünüyor. Yengemin dü ğün hediyesiymi ş, hâlâ takıyor. "Benim hiçbir gruba dahil olmadı ğımı biliyorsun" diye ekliyorum. Đçtenli ğimi ölçmek istercesine gözleriyle beni tartıyor. Yıldırım olayını henüz unutmadım, demesini bekliyorum, bir şey söylemiyor, sanki sorusuna yanıt bulacakmı ş gibi sıkıntıyla yüzüme bakmayı sürdürüyor. Bir an bütün bunları beni etkilemek için yaptı ğını dü şünüyorum. Çünkü önerim onun da i şine gelir. Böylece 43 olay fazla dallanıp budaklanmaz. Đşi bana verece ğini anlıyorum. Ama uzatıyor. "Epeydir, i şleri savsaklıyorsun. Çalı şmaların umut kırıcı" diyor. "Yabancıla şmıştım" diyorum. "Yıldınm'ın ölümü beni kötü etkiledi." "O i şte te şkilatın parma ğı yoktu" diyor. "Bo ş yere suçladın bizi." "Bu ba şka bir konu" diyorum. "Ben Mine'yi bulaca ğım." "Bir şartla kabul ederim" diyor. "Tüm geli şmelerden haberdar olaca ğım. En küçük bir ayrıntıyı bile atlamayacaksın." "Anla ştık. Ama polisi uzak tut bu i şten." "Tamam. Yanında yalnızca Mustafa olacak." "O neden?" "Birinin yardım etmesi gerek. Tek ba şına beceremezsin. Mustafa disiplinli çocuk, pek meraklı da de ğil. Đstedi ğin gibi yönlendirebilirsin." Mustafa'yla beni denetlemeyi tasarlıyor. Bu türden küçük hesaplarla kaybedecek vaktim yok. Amcamın Mine hakkında söyledikleri gerçekten mide bulandırıcı. Onun bir ajan, ya şadıklarımızın yalan oldu ğunu dü şünmek... "Farkında mısın" diyor amcam. "Kızla ili şkinin ne oldu ğunu hâlâ söylemedin." "Nasıl olsa tahmin ediyorsundur" diyorum. "Senin bu kadar duygusal oldu ğunu bilmezdim" diyor. "Bir istihbaratçı için kötü bir özellik." Bir şey söylemeden aya ğa kalkıyorum, bakı şlarım yine Mata-dor'a takılıyor; gözlerindeki hüzün sanki daha da ço ğalmı ş, ama kararlılı ğında hiç eksilme yok. Altıncı bölüm I şıklarla delik de şik edilmi ş büyük bir kütleye benziyor Esen-köy'deki bizim site. Ço ğunu tanımadı ğım kom şularım ak şam yemeğine ba şlamı ş olmalılar. Yukarılara, dairemizin bulundu ğu yedinci kata bakıyorum. Bizim pencerede biri var. Melike... Her kritik olayda böyle pencerelerde bekler beni. Ona nasıl görünüyorum acaba? U ğradı ğı dü ş kınklı ğı adımlarına yansıyan sünepe bir adam... Yok canım, Melike'nin gözünde ben hep güçlü bir erkek olmu şumdur. Ama belki de bu güçsüz, bitkin halimi seviyordur. Böylece, bana daha yakın oluyor, yardım etme fırsatı buluyor. Şefkat, özveri hep a ğır basmı ştır Melike'de... Belki onun da silahı bu, iyili ğiyle, özverisiyle kar şısındakini baskı altında tutmak. Onu bırakamamamda bu özelliklerinin etkisi olmadı mı? Belki de kurnazca davranıyor, bütün bu özveri, bu anlayı ş erke ğini yitirmemek için yaptı ğı bir gösteri. Yok canım, bu kadın beni seviyor. Hep de sevdi. Ya ben ? Ben de sevmi ştim. Şimdi ? Şimdi de seviyorum. Peki Mine? O ba şka? Sanki sevgi de ğil de, nefretle iste ğin iç içe geçti ği bir duygu. Karma şık bir şey... Bir tür delilik, insan sevdi ğinden nefret eder mi ? Melike'ye kar şı böyle bir duygu hissetmedim. Hatta Mine'nin karımdan ayrılmadı ğım için beni bıraktı ğını dü şündüğüm anlarda bile Melike'ye kızgınlık duymadım. Oysa Mine'den, nefret ettim; hem nefret ettim hem de ölümüne istedim onu. Ölümüne mi? Sadece ölümüne de ğil, de ğer verdi ğim ne varsa hepsinden vazgeçme pahasına. Ailemi, mesle ğimi, onurumu ayaklar altına alma pahasına. Peki Mine sevdi mi beni ? Önceleri sevdi, belki benim gibi â şık olmadı, ama sevdi. Belki çocuk ya şta Almanya'da bıraktı ğı babasını anımsattım ona. Bu Elektra

Page 20: Ahmet Ümit -Sis ve gece

Kompleksi'ni de ilk Mine'den duymu ştum. Belki okuldaki gençlerde olmayan bir şeyi buldu bende. Kızlar erkeklerden daha çabuk olgunla şır. Belki evli olmam çekti onu; genç bir kız olarak yeti şkin bir kadının erke ğini elde etmenin zaferi. Tuhaftır, yine aynı nedenle, yani evli olmam yüzünden terk etti beni. Peki Fahri? O o ğlanın hiç mi etkisi yok ayrılmamızda? Elbette yok; e ğer bo şanmayı göze alsaydım Mine beni terk etmezdi. Ayrılırken öyle söylememi şti ama. "Evli ya da bekâr olman fark etmez. Her ili şkinin bir ömrü var. Bizimki tamamlandı" demi şti. Gururlu kızdır. Bana bo şan diyemezdi, bu i şi kendili ğinden yapmamı isterdi. Hadi canım abartma, gururluydu tamam, ama aynı zamanda bencildi. E ğer benimle birlikte olmaya karar verseydi boşanmamı da isterdi. Öyle bir anlatırdı ki bunu, kar şı bile çıkamazdın. Kar şı çıkmaya da hakkım yoktu zaten... Dairemin bulundu ğu kata çıkıncaya kadar bu dü şüncelerle yiyorum kendimi. Önüne gelince kapı kendili ğinden açılıyor. Meli-ke'nin tedirgin yüzü görünüyor. "Merak ettim" diyor. "Çok geciktin." "Amcamla birlikteydik, konu şmamız uzadı" diyorum içeri girerken, ikizler ortalıkta yok. Uyumaları için henüz çok erken. Soran bakı şlarımla kar şıla şan Melike, açıklıyor: "Öğretmenleri ödev vermi ş, ders çalı şıyorlar." Đlkokula bu yıl ba şladılar. Aralarında kıran kırana bir yan şma var; okumayı kim önce sökecek ? Odalarının kapısı kapalı, tıkırdatıyorum. Buzlu camın arkasından küçük bir kız silueti beliriyor, Ayça mı, Gökçe mi ? Ya şından beklenmeyen ciddi bir yüz ifadesiyle Gökçe kar şımda dikiliyor. "Babaya bir merhaba yok mu ?" "Ama çok ödevimiz var Baba" diyerek kar şılık veriyor. Sesimi duyan Ayça da geliyor yanıma, karde şinin tersine ilgiyle sokuluyor bana. "Nasılsın Babacı ğım ?" diye kocaman bir öpücük konduruyor yana ğıma. Hep böyledir bunlar, birinin ak dedi ğine öteki kara der. Annelerini, özellikle de beni payla şamazlar. Ama bazen de öyle iyi anla şırlar ki şaşırıp kalırız. "Yemeğinizi yediniz mi bakalım ?" diye soruyorum. "Çoktaaan" diyor Gökçe. "Sen neden gelmedin Baba?" diye soruyor Ayça. "Babamın i şleri var" diye ya ğcılık yapmaya kalkıyor Gökçe. Yardımıma Melike yeti şiyor, "Hadi bakalım çocuklar babanızı fazla yormayın." Usulca kollarımın arasından sıyrılıyorlar, onları küçük masalarının ba şında, açık kitaplarının arasında bırakıp çıkıyoruz. "Salçalı bamya pi şirdim, seversin" diyor. Canım yemek filan istemiyor, ama onu kıramıyorum, "Sa ğolasın" diyorum. Melike mutfa ğa giderken soruyorum: ¦ "Mustafa geldi mi?" "Evet, birkaç saat önce geldi. Seni sordu. Đyi çocuk, senin için kaygılanıyor." "Bir şey bırakmadı mı ?" "Bıraktı, kalınca bir zarf." "Zarf nerede?" "Önce bir oturup dinlenseydin." "Okurken de dinlenirim." Birlikte salona geçiyoruz. Vitrinin en altındaki çekmeceyi açıyor ve san bir zarfı çıkartarak bana uzatıyor. "Mustafa gece evde olacakmı ş, 'Gerekirse arasın' dedi." "Tamam" diyorum zarfı alırken. Zarfı açarak, çalı şma odama do ğru yürüyorum. Melike arkamdan sesleniyor: "Yemeği ısıtıyorum!" " Şu belgelere bir göz ataca ğım." "Yemeğini yedikten sonra baksan." "Yarım saat sonra." Kararıma katılmasa da daha fazla ısrar etmiyor Melike. Çalı şma odamın ı şı ğını yakıp, babadan kalma ceviz masanın ba şına geçiyorum. Zarfta Fahri ve örgüt arkada şları hakkında tutulmu ş raporlar var. Aslında bu raporlann bir kısmını

Page 21: Ahmet Ümit -Sis ve gece

Mine kaybolduktan sonra Fahri'yi sorguya aldı ğımızda okumu ştum. Yeniden bir göz atıyorum. 1958 yılında Đzmir'de askerî bir hastanenin do ğum klini ğinde dünyaya gelmi ş Fahri. Đlkokulu Đzmir'de okumu ş. Sonra babası görev gere ği Đstanbul'a gelmi ş. Đstanbul'da St. Joseph Lisesi'ne girmi ş. Oldukça ba şarılı bir ö ğrenciymi ş, notları ortalamanın üstünde. Şiir yazıyormu ş Fahri. Lise ikinci sınıfta okulun edebiyat kulübünde çalı şmaya ba şlamı ş. Solculu ğa da böyle bula şmış. Liseyi bitirdi ği yıl terör örgütüne üye oldu ğu sanılıyor. Fahri Bo ğaziçi Üniversitesi Đngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü'nü kazanmı ş. Ama okula bir yıl gidebilmi ş. O yıl Fahri'nin bir kez korsan mitingden, üç kez de yasadı şı afı şlemeden gözaltına alındı ğını görüyoruz. Đkinci yıl okula hiç u ğramıyor. Örgütün alt birimlerinde yöneticilik yapmaya ba şlamı ş. Đstanbul Üniversitesi önündeki bir çatı şmada silahıyla yakalanıp tutuklanıyor. Silah temiz çıktı ğı II için iki ay kadar yatıp çıkıyor. Bu iki aylık hapis cezası Fahri'nin örgütteki kariyerinin yükselmesine neden oluyor. O yıllarda soldaki terörist gruplar arasında eylem rekabeti ya şanmakta. Fahri'nin örgütü de bu rekabette geri kalmamak için bir polis karakoluna baskın düzenleme kararı alıyor. Fahri'nin sorumlulu ğunda be ş ki şiye veriliyor i ş. Baskında bir polis, iki terörist öldürülüyor, üç polis ile bir terörist de yaralanıyor. Yaralanan teröristin konu şması sonucu Fahri ve arkada şı Sinan evlerinde a ğır yaralı olarak ele geçiriliyor, iki ay kadar hastanede yatıyorlar. Sonra idam cezasıyla yargılanmak üzere hapishaneye gönderiliyorlar. Sinan ile Fahri'nin arkada şlı ğı St. Joseph Lisesi'nde ba şlamı ş. Edebiyat kulübünde birlikteler, okulu aynı yıl bitiriyorlar. Sinan, Edebiyat Fakültesi'nin Felsefe Bölümü'ne giriyor, ama o da Fahri gibi okula pek devam edememiş. Sonra karakol baskını ve hapishane... Yoksa bana ate ş eden simitçi kılıklı herif Sinan mı? Đçlerindeki muhbirimizin yazdı ğı rapora göre, Fahri'nin örgütü bir kaçma planı hazırlarken askerî darbe gerçekle şiyor ve hapishane yönetiminin de ği şmesi sonucu plan suya dü şüyor. Aynı dönemde polis karakolu basan teröristler idamla cezalandırılırken Fahri ile Sinan'ın ipten kurtulmaları ilginç. Sonunda Fahri ve Sinan müebbet hapse mahkûm oluyorlar. 1991 yılındaki affa kadar da içeride kalıyorlar. "Sedat, yeme ği oca ğa koyuyorum" diyen Melike'nin sesiyle dikkatim da ğılıyor. "Peki" diyorum Melike'ye, ama merak etti ğim sorunun yanıtını bulamadım henüz. Buraya kadar okuduklarımın ço ğunu biliyordum zaten. Yine aynı muhbirin raporuna göre, Fahri örgütle anla şamıyor, Sinan'la birlikte komünden atılıyor. Sinan'ın foto ğrafı var mı acaba? Dosyaları hızla karı ştırıyorum, i şte foto ğraflar, hayır bu Fahri, ilk gözaltına alındı ğında çekilmi ş, ne kadar da genç, neyse bunu bırakalım. Şu kim, hayır bu da de ğil. Evet i şte Sinan Dalya. Ama bana ate ş eden adama hiç benzemiyor. Belki de yanılıyorum. Belki de foto ğraf eski ve çok kötü çekilmi ş oldu ğu için onu tanıyamıyorum. Gerçi bu foto ğrafta Sinan'ın oldukça gür saçları var, bizim simitçi gibi kel de ğil. Saçları sonradan dökülmü ş olamaz mı ? Belki ba şka bir foto ğrafını bulabilirim. Dosyaları karı ştırmaya devam ediyorum. Sonunda renkli bir foto ğrafını buluyorum Sinan'ın. 1987 yılında Çanakkale Tutukevi'ne sevk edildi ğinde çekilmi ş. Ho ş bir çocuk, iri kara gözlerinde alaycı bir ifade var. Bu kesinlikle bizim simitçi de ğil. Peki Sinan de ğilse kim bu simitçi ? Hapishaneden biri olabilir mi ? Ya da dı şarı çıktı ğında tanı ştı ğı biri ? Sinan'ı 49 biraz daha etüt etmek gerek. Hapisten çıktıktan sonra ne yaptı acaba? Sinan hakında yazılmı ş raporu alıp okumaya ba şlıyorum. "Yemek buz gibi oldu." < Başımı kaldırınca Melike'nin odamın kapısında sitem dolu bir ifadeyle baktı ğını görüyorum. Dosyayı kapatıyorum. "Daha iyile şmedin, kendini yormamalısın" diyor. "Merak etme" diyorum aya ğa kalkarken. "Ben iyiyim." Aslında ne yemek istiyorum ne de Melike'yle konu şmak, bir an önce önümdeki raporu bitirmeliyim. Ama Melike'nin öyle içten bir hali var ki onu kıramıyorum, zorunlu olarak pe şi sıra ilerliyorum. Mutfakta ho ş bir koku kar şılıyor beni.

Page 22: Ahmet Ümit -Sis ve gece

Hayır, yemek de ğil, çiçek kokusu bu. Masadaki büyük, beyaz vazoda ılık ılık gülümseyen sarı şın frezyalan görünce kokunun nereden geldi ğini anlıyorum. Her zamanki gibi yine güzel bir sofra hazırlamı ş Melike. Đki bo ş tabak var. Masanın başındaki iskemleye ili şirken soruyorum: "Sen çocuklarla yemedin mi ?" "Vakit erkendi, acıkmamı ştım" diyor taba ğıma domates çorbasını koyarken. Ka şı ğın ucuyla çorbadan alıyorum, nefis. Acıktı ğımın farkına varıyorum. Melike kendi taba ğını alırken ona bakıyorum. Göz kenarlarında kırı şıklıklar var, tek tük de olsa beliren akları örtmek için saçlarım boyuyor, ama hâlâ güzel. Melike Çerkez kızı; güzellik genlerinde var. Onunla ilk kez bizim evde kar şıla şmıştık. Amcamın karısı Neriman Yenge'nin akrabası oluyormu ş. Güzelli ği beni etkilemi şti. Aslına bakarsanız evlilik zamanım da gelmi ş sayılırdı. Hukuk'u be ş yıl önce bitirmi ştim. Babamın ölümünün üzerinden iki yıl geçmi şti ve annem hastaydı. En büyük korkusu beni evlendirmeden ölmekti. Melike'nin kimi kimsesi yokmu ş, öğretmen okulu son sınıfta okuyormu ş. Annem, "Bu kız bir elmas, sakın kaçırma oğlum" dedi. Çıkmaya ba şladık. Yumu şak huylu, utangaç bir insandı. Onu tanıdıkça daha çok sevdim, üç ay sonra ni şanlandık, o yıl Melike mezun olur olmaz da evlendik. Đyi bir e ş oldu. Bizim meslek çilelidir. Bir bakarsın geceyansı bir telefon gelir, hadi biz sokaklara. Bazen günlerce eve u ğramadı ğımız olur. O bütün bunlara katlandı, hep destek oldu, belki de bu yüzden ayrılamadım ondan, gösterdi ği dostlu ğa, özveriye ihanet edemedim. "Sen yokken Mine'nin annesi Sevim Hanım geldi" diyor Melike taba ğıma salçalı bamyayı koyarken. "Her gün u ğruyor zaten. Kadınca ğız peri şan. 'Ke şke öldü ğünü bilsem. Bu kadar üzülmezdim' diyor. Seninle görü şmek istiyor." Melike'nin gözleri soru dolu. Sanki benden bir şeyler gizliyorsun, der gibi bakıyor yüzüme. 50 Hiçbir şey söylemeden yeme ğimi yiyorum. "Bir haber yok de ğil mi ?" diye üsteliyor Melike. "Yok" diyorum. "Hiçbir haber yok." "Kızı sizin elemanınız sanmı şlar öyle mi ?" "Kim söyledi bunu?" "Sevim Hanım. Seni de bu yüzden vurmak istemi şler." "Öyle sandılar." "Cani bunlar. Zavallı kızca ğız ne kadar da gençti." Yemeğin tadı kaçıyor, lokmaları yutmakta zorlanıyorum, yardımcı olur diye önümdeki su dolu barda ğa uzanıyorum. "Acı mı olmu ş ?" diye soruyor Melike. "Yoo güzel olmu ş eline sa ğlık" diyorum. Ağır a ğır içiyorum suyu. Đyi geliyor. Melike yeniden bo ş taba ğıma uzanırken: "Daha fazla yiyemeyece ğim" diyorum. "Yemelisin" diyor. "Ba şka türlü kendini toparlayamazsın." Elimi taba ğın üstüne tutuyorum. "Canım istemiyor." Daha fazla üstelemiyor, ama sigara paketini çıkardı ğımı görünce, söylenmeden edemiyor. " Şu sigaraya da biraz ara versen." "Çok içmiyorum zaten. Ba şka bir şey söyledi mi Sevim Haram?" "Hay Allah az kalsın unutuyordum. Mine'nin babası, Metin Bey gelmi ş Almanya'dan. O da seninle görü şmek istiyormu ş. Kaldı ğı otelin telefonunu bıraktı." Canımı sıkıyor bu haber. Demek Mine'nin babasıyla kar şıla şaca ğım. Kızını arayan acılı bir baba. Madam eve girip çıktı ğımı söyledi mi acaba ona? Ne anlataca ğım şimdi ben bu adama? Görü şmeye gitmesem, olmaz, bırakmaz yakamı. Kolay mı, kızı kaybolmu ş adamın. Mustafa'yı yollasam. Hayır hayır bu i şi kendim halletmeliyim. Kaygıyla kalkıyorum yemekten. "Kahveni odanda mı içeceksin ?" diye soruyor Melike masayı toplarken. " Şimdi canım çekmiyor, belki daha sonra." "Peki" diyor Melike uysalca, sonra topladı ğı tabakları bula şık makinesine yerle ştirmeye ba şlıyor. Ben de odamın yolunu tutuyorum, bir an önce Sinan'ın dosyalarına bakmak istiyorum. Ama olmuyor kızların odasının kapısı açılıyor, Ayça a ğlayarak dı şarı fırlıyor.

Page 23: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Ne oldu kızım ?" diyerek durduruyorum onu. "Gökçe silgimi aldı" diyor gözya şları kırmızı yanaklarından süzülürken. Birlikte odasına gidiyoruz. Gökçe suçlu suçlu yüzüme bakıyor. "Karde şinin silgisini almı şsın" diyorum. "Benimkini o kaybetti" diyor. Ayça'ya dönüyorum. Daha ben sormadan, "Ben kaybetmedim, o sınıfta unutmu ş" diyor. "Yaptı ğınız çok ayıp" diyorum. "Bir de karde ş olacaksınız. Daha bir silgiyi bile payla şmayı bilmiyorsunuz." "Ama baba..." diye Ayça kar şı çıkacak oluyor. "Tek bir söz bile duymak istemiyorum" diyerek kestirip atıyorum. "Silgiyi birlikte kullanacaksınız. Gökçe yarın sen de kendine bir silgi al." ikisi de susup önlerine bakıyorlar. Asayi şi sa ğladı ğımdan emin olunca, gönül rahatlı ğı içinde yeniden odama, raporun ba şına dönüyorum. Sinan hakkında yazılan rapor, biçim olarak Fahrininkine benziyor. Aynı paragraf başlan, ayrıı satır aralıkları, eminim yazıldıkları daktilo bile aynıdır. Sinan varlıklı bir ailenin çocu ğu. Bir zamanlar Osmanlı Sara-yı'nın ya ğ ihtiyacını kar şılayan Revnak Efendi, büyük dedeleri oluyormu ş. Revnak Efendi, ticaret yoluyla Tahtakale'de bir düzineye yakın dükkân, Beyo ğlu'nda eski bir konak ve Ni şanta şı'nda bir apartman satın almı ş. Ama o ğullar ve torunlar ticarette pek ba şanlı olamamı şlar. Yine de dedelerinin olu şturdu ğu sermaye hepsine yetmi ş. Sinan'ın babası Azmi Bey ise tam bir müsrifmi ş. St. Benoit Lisesi'ni bitirince Paris'e gitmi ş. Sanatçılarla dü şüp kalkmı ş. Bir süre sonra, bohemlikten bıkınca ülkeye dönmü ş, Tahtakale'de kendi payına dü şen dört dükkândan birini satarak ticaret ya şamına atılmı ş. O ğullarının artık normal bir yaşam sürece ğini sanan anne baba ona güzel de bir kız bularak, ba ş göz etmi şler. Sinan, bu evlili ğin birinci yılında dünyaya gelmi ş. O ğlunun do ğumuyla iyice gayrete gelen adamca ğız, bütün dikkatini i şine vermi ş, ama biraz şanssızlık daha çok da ticarî yeteneksizlik sonucu i ş ya şamında ba şarılı olamamı ş. Birkaç yıl daha bekledikten sonra dükkânı kapatmı ş, kira gelirleriyle Paris'tekine benzer bir ya şam sürmeye ba şlamı ş. Hesapları genellikle o ödedi ğinden dönemin ünlü ünsüz ressamları, şairleri, romancıları, ele ştirmenleri ba şına ü şüşmüşler. Azmi Bey, artık ergenlik ça ğına gelen o ğlu Sinan'ı da bu toplantılara götürmekte bir engel görmemi ş. Sinan'ın ilk sol bilgileri bu içkili toplantılarda edindi ği yazılıyor raporda. Sanata olan ilgisi de o günlerde ba şlamı ş olsa gerek. Fahri'yi ilk etkileyen ki şi de Sinan olmalı. Çünkü Fahri bir as- 52 ker çocu ğu, solculu ğa uzak olması gerekir. Ama Sinan her gün bu tartı şmaların yapıldı ğı bir ortamdan geliyordu. Sinan ona insanlı ğı daha iyi bir gelece ğe götürecek dü şüncelerden söz etmi ş, ate şli bir ki şili ği olan Fahri de gençlik heyecanıyla bu dü şünceleri benimsemi ştir. Sonra da örgüte girmi şlerdir. Belki de Sinan ba şından beri örgütün içindeydi. Yok canım, sanmıyorum o bohem sanatçı takımının aktif olarak örgütsel bir faaliyette bulunaca ğını sanmam. Onlar korkak olurlar, buzlu rakılarından, güzel kadınların kar şısında etkileyici konu şmalar yapma özgürlüklerinden kolay kolay vazgeçmezler. O dönem politik ortam zaten kızı şmıştı. Sol örgütlerin hemen her okulda kollan vardı. Bunların sol düşüncelere sempati beslediklerini fark eder etmez, ili şki kurmu şlardır. Büyük olasılıkla da edebiyat kulübündeki çalı şmalar sırasında olmu ştur bu i ş... Sinan ile Fahri aynı yıl mezun oluyorlar. Sinan istedi ği okulu, Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü'nü kazanıyor, ama pek devam etmiyor. Zamanını örgütün paravan olarak kullandı ğı bir gençlik derne ğinde geçiriyor. Sol bir dergiye propaganda amaçlı yazılar yazıyor. Fransa'da yayımlanan dergilerden Afrika'da bağımsızlık sava şı veren gerilla gruplarının faaliyetlerini anlatan çeviriler yapıyor. Ama kendini kanıtlaması için bunlar yeterli olmuyor, örgüt onu da Fahri'nin sorumlulu ğundaki karakol baskını i şiyle görevlendiriyor. Sonrası 1991 yılındaki affa kadar hapishane. Sinan içerde örgütle anla şamıyor ve Fahri'yle birlikte komünden ayrılıyor. Ayrılı ş nedenleri sosyalizmden vazgeçmeleri de ğil, devrimi gerçekle ştirme sürecinde "proletarya hegemonyası" yerine "kültürel hegemonya" tezini savunmaları. Gramsci adlı bir Đtalyan komünistinin teziymi ş bu. "Kültürel hegemonya" tezi, silahlı mücadeleyi öneren örgütün anlayı şıyla uyu şmuyor. Fahri ile Sinan hemen komünden tasfiye ediliyor. Đşin ilginci bir yıl

Page 24: Ahmet Ümit -Sis ve gece

sonra örgütün kendisi de da ğılıyor. Ama silahlı mücadele görü şünü sürdüren on ki şilik bir grup kendi komünlerini ya şatıyorlar. Bu gruptaki ki şilerin arasında birinin ismi dikkatimi çekiyor: "Özer Yılkı" Ben bu ismi nerede duydum. Özer Yılkı... Özer Yılkı... kimdi bu? Birden hatırlıyorum. Morga te şhis için gitti ğimiz adam. Mustafa'nın bana suikast düzenleyen ki şi sanarak vurdu ğu terörist. Demek ki bu Özer Yılkı ile Fahri'nin ba ğlantısı yokmu ş. Tutukevindeki muhbirimizin belirtti ğine göre, bir keresinde kavga bile etmi şler. Öteki tutuklular araya girmese Fahri ile Sinan iyi bir sopa yiyeceklermi ş. Đlginç, demek ki Fahri'nin içerde örgütle ba ğlantısı kalmıyor. Bu durumda Mine'yi muhbirlikle suçlayıp cezalandırmaya kalkmasının bir anlamı yok. Ahlakî bir mesele olarak dü şünmüş olamaz mı ? Â şık oldu ğu kızın bir muhbir oldu ğunu sanıyor. On bir yılını tutukevinde geçiren, ya şamının altüst olu şundan polisi sorumlu tutan biri için bu çok a ğır bir darbe. Gözü kararıyor, Mine'yi, beni hatta belki kendisini yok etmek istiyor. Diyelim ki böyle oldu, peki yanındaki adam kimdi ? Parayla tutulmu ş bir kiralık katil mi? Olamaz. Fahri'de kiralık katil tutacak para yoktur. Üstelik kiralık katiller bir güvenlik görevlisini öldürmek gibi pis bir i şe bula şmak istemezler. Peki kim bu adam ? Yeniden rapora dönüyorum. Sinan içerde öyküler yazıyor ve dergilere yolluyor. Ama sol tan-danslı bir dergi dı şında hiçbir yerde yazıları yayımlanmıyor. Galiba o da babası gibi pek yetenekli de ğil. Belki de sanatta yetenekli olmadı ğını anlayınca yeniden örgüte dönmüştür. Gerçi raporda hiçbir politik örgütle ba ğlantı kurmadı ğı yazılı. Takipçilerini atlatmı ş olamaz mı? BeM? Bak bu ilginç; hapisten çıktıktan sonra babasından kalan mirasla "Hurufat" adında bir kitapçı dükkâm açıyor. Sonra aynı adla bir de dergi çıkartıyor: Hurufat. Yakında bir de yayınevi açarsa şaşmamak gerek. Büyük dede, Revnak Bey, ticarî zekasını kullanarak büyük çabalarla kazandı ğı servetinin yeteneksiz torunların sanat uyuzlarını ka şımak için çarçur edildi ğini görseydi ne dü şünürdü acaba? Adı da ilginçmi ş derginin Hurufat. Đlk örgütsel çalı şmaya da lisede tiyatro faaliyetiyle ba şlamı ştı bu Sinan, şimdi de Hurufat'la bir şeyler çeviriyor olmasın? Sinan, dü ğümün çözümünde yardımcı olacak tek ki şi gibi görünüyor. Ama onu nasıl konu şturaca ğım. Raporda yazdı ğına göre, oldukça sa ğlam biriymi ş. Đki kez sorguya alınmı ş, i şe yarar tek bir bilgi vermemi ş. Yeniden sorguya almak da sonuç getirmeyebilir. Hurufat yasal bir dergi mi?.. Hımm... Evet, i şte gerekli evraklar. Her şey tamam, ama dur bir dakika, bu bildirim de ne? Bir ihtar yazısı. Her sayıdan on adet Emniyet'e vermeleri gerekiyormu ş, üç sayıdır göndermemi şler. " Đşte bu çok iyi" diyorum kendi kendime. Artık Sinan'la nasıl ili şki kuraca ğımı biliyorum. Kalkıp, telefona yürüyorum. Melike oturma odasında, televizyondaki kanlı "reality show"lardan birini izlemekle me şgul. Çok meraklı bu programlara. Tuhaf, bu kadar sakin bir kadın, bu programlarda ne buluyor anlamıyorum. Telefonun almacını kaldırırken çocukların odasından gülü şme sesleri geliyor, ders çalı şmaları tavsadı anla şılan. Zilin üçüncü çalı şında açıyor telefonu Komiser Naci: "Alobuyrun?" "Naci merhaba, ben Sedat." Naci kim oldu ğumu ö ğrenince hemen sulula şıyor. "Ulan ne çabuk çıktın. Daha iki gün önce yatak dö şek yatıyordun." "Biz senin gibi hanım evladı de ğiliz o ğlum. Dün hastanedeydik, bugün i şimizin başındayız." "Maaşına zam yapacaklar galiba." "Öyle, gelecek defa iki yerine dört kur şun yollayacaklarmı ş." "Gümüş mü ?" "Altın kaplama, ucunda da dört kıratlık birer elmas." "Sizin gibi prenslere de böylesi yakı şır. Biz zavallı polislere de tetanoslu çelik parçaları." "Neyse, sa ğol Mustafa'ya verdi ğin raporları aldım." "Ne demek efendim görevimiz. î şi gücü bıraktık size çalı şıyoruz zaten." "Çalı şacaksın tabiî, senin i şin dü şünce biz böyle mi yapıyoruz?" "Tamam ulan, tamam, takılıyoruz i şte."

Page 25: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Sinan diye biri var dosyada, Sinan Dalya, Fahri'nin arkada şı. Onunla konu şmam gerek." "Nasıl yani ?" "Nasılını bo ş ver, sen Sinan'ı ça ğır. Ötesine karı şma." "Çağıralım da, neyi gerekçe gösterece ğiz?" Takılma sırası bana geliyor, "Burnunuzun dibinde neler olup bitiyor haberiniz yok" diyorum azarlar gibi. "Bu Sinan'ın çıkardı ğı Hurufat adında bir dergi var. Her sayısından Emniyet'e göndermesi gerek. Göndermemi ş. Đhtar çekmi şsiniz, ama sonra unutmu şsunuz. Yasadı şı bir durum var anlayaca ğın." "Hakikaten çok önemliymi ş be" diyor alaycı bir tavırla. "Yakalayıp kur şuna dizelim herifi." "Tamam i şte sen adamla böyle konu şacaksın, ben de iyi polis olaca ğım" diyorum gülerek. Sesi ciddile şiyor. "Sence yer mi herif bunu ?" "Yemesini sa ğlayaca ğız. Ba şka çare yok." Yine sulula şıyor. "Tamam Amirim" diyor abartılı bir ses tonuyla. "Yarın sabah ilk i şim bu Sinan denen herifi bulmak olacak." "Durumu bildirirsin de ğil mi ?" "Ba ş üstüne Amirim" diyor sesi hâlâ alaycı. Yedinci bölüm Ww Tepeba şı'ndaki küçük meydana bakan Büyük Londra Oteli'nde kalıyormu ş Mine'nin babası. Otelin santralındaki görevli telefonu odasına ba ğlıyor. Metin Bey'in genç bir sesi var; kim oldu ğumu ö ğrenince sesindeki de ği şiklikten heyecanlandı ğını anlıyorum. Aslına bakarsanız benim de pek rahat oldu ğum söylenemez, ama sakin bir tonla konu şmaya çalı şıyorum. Bu gece Almanya'ya dönece ğini, mutlaka görü şmemiz gerekti ğini söylüyor. Đste ğini geri çevirmiyorum. Konuştu ğumuz gibi saat 11'de geliyorum otele. Đkinci sınıf bir yer burası. Yakla şık yüz yıl önce Đtalyan karde şlerin birbirinin aynı olarak yaptırdıkları iki konaktan biri. Çok sonradan otel olmu ş. Üç yıl önce bir Bulgar ajanını takip için gelmi ştik. Üst kattaki odalardan birinde kalıyordu adam. Odasına dinleme cihazı yerle ştirmi ştik. Bulgaristan'dan göçmüş Türk asıllı birini angaje etmi şti. Kontak kurdukları yeri saptadık ve iki gün sonra da suçüstü yaptık, ikisi de tutuklandı. Bulgar ajan, bir Türk ajanla deği ş toku ş edildi. Öbür herif hâlâ içerde. Lobide birkaç turist oturuyor. Yanlarındaki masada kır saçlı, oldukça çirkin bir adam var. Sanki bana bakıyor. Đlgilenmiyorum. Lobidekilerin hiçbirini Mine'nin babasına benzetemiyorum. Resepsiyondaki görevliye: "Metin Bey'le görü şecektim" diyorum. " Đşte orada" diyor Arap aksanıyla. Görevlinin gösterdi ği yöne dönünce, az önce bana bakan ya şlı adamı görüyorum. En az altmı şında var. Ona yakla şırken aya ğa kalkıyor. Mine'nin babasının bu kadar ya şlı olması beni şaşırtıyor. Annesi kırk beşinde ya var ya yok. "Merhaba" diyerek elini uzatıyor adam. Uzattı ğı eli sıkarken: "Metin Bey mi?" diye sormaktan kendimi alamıyorum. "Evet, buyurun oturun" diyor, ama şaşkınlı ğımı fark etmi ş. "Daha genç birini bekliyordunuz de ğil mi ?" Gösterdi ği koltu ğa yerle şirken: "Doğrusunu söylemek gerekirse evet" diyorum. Metin Bey gülümsüyor. "Anlıyorum" diyor. "Sevim'le evlendi ğimizde aramızda on be ş ya ş fark vardı." "Hayır, yanlı ş anladınız" diyorum, belki Mine'ye benzer bir yanını yakalarım umuduyla dikkatle yüzünü inceleyerek: "Telefondaki sesiniz yanılttı beni" diyorum. "Hep yanıltır" diyor. Hayır hiçbir yanı Mine'ye benzemiyor bu çirkin adamın. Anla şılan Mine bütün güzelli ğini annesinden almı ş.

Page 26: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Sizinle daha önce görü şemedi ğimiz için üzgünüm" diyorum. "Hastanedeydim." Yüzü birden ciddile şiyor. "Biliyorum" diyor. Sonra gözlerini yüzüme dikerek soruyor. "Ne oldu bu kıza Sedat Bey ? Ortalıkta bir sürü rivayet dola şıyor, ama kimse kesin bir şey söyleyemiyor." Hesap sorar gibi de ğil, yardım ister gibi bir hali var. "Mine'nin kaçırılmı ş oldu ğunu dü şünüyoruz" diyorum. "Sizin için mi çalı şıyordu ?" Đli şkimizi böyle yorumluyor demek. Lafı yuvarlıyorum. "Pek öyle denemez, ama arada bir bilgi veriyordu." "Bakın ben vatanımı, milletimi seven bir insanım. Geçen yıl Almanlar Türkiye'ye ambargo koymaya kalktıklannda, Alman bankasındaki paramı çekip bir Türk bankasına yatırdım. Ama kızımı neden bu i şe bula ştırdı ğınızı anlamıyorum." "Aslında ona böyle bir görev verdi ğimiz söylenemez. Belki Sevim Hanım anlatmı ştır. Bir keresinde ba şı polisle belaya girmi şti. Yardım ettim. Aynı apartmanda oturuyorduk, kar şıla şmalarımız oluyordu, konu şuyorduk. Teröristler bu konu şmaları diledikleri gibi yorumladılar." "Siz tecrübeli bir polissiniz, i şin buraya varaca ğını görmeliydiniz." "Haklısınız, ama her zaman olacakları sezemiyoruz i şte" diyorum. "Mine sizin kızınız olsaydı, onu da aynı şekilde tehlikeye atar mıydınız?" Bir an ne söyleyece ğimi bilemiyorum, sonra topluyorum kendimi. "Ben de sizin kadar üzülüyorum" diyorum. "Sanmam, ate ş dü ştü ğü yeri yakar" diyor. "Böyle olmasını hiç istemezdim." "O halde onu bulun." ¦ " Şu anda sadece Mine'yi bulmak için çalı şıyorum. Yakında bir sonuç alaca ğımızı umuyorum." "Sonuç mu ?" diyerek gözlerimin içine bakıyor. "Onu sa ğ olarak bulmalısınız" diyor sesinin titredi ğini hissediyorum. "Anladınız mı, teröristleri yakalamak için kızımın canını tehlikeye atamazsınız." "Böyle bir dü şünceyi aklınıza getirmeyin. Onu sa ğ olarak bulaca ğım." Söylediklerimin do ğrulu ğunu tartmak istercesine bakıyor yüzüme, gözlerindeki sert ifadenin yumu şadı ğını görüyorum. "Onun için kaygı duyuyorsunuz" diyor. " Đli şkiniz neydi?" demesini bekliyorum, ama korktu ğum gibi olmuyor. "Size kaba dav-randıysam kusuruma bakmayın." "Rica ederim, sizi çok iyi anlıyorum." Bir süre ikimiz de susuyoruz. Ama konu şaca ğını biliyorum. Acıyla dolu, içindekilerini birilerine aktarması gerek. "Teröristlerden ba şka ihtimal gelmiyor mu aklınıza?" diye soruyor. Anlamak istercesine yüzüne bakıyorum. Bu adam benim bilmedi ğim bir şey mi biliyor? "Ne demek istiyorsunuz ?" diye soruyorum. "Biliyorsunuz, Mine üvey babasının yanında kalıyordu." "Evet?" "Hani adam Mine'ye sarkıntılık etmi ş, yüz bulamamı ş, bu yüzden..." "Böyle bir durum olsa Sevim Hanım söylemez mi?" diye kesiyorum sözünü. "Bilmiyorum ki" diyor. "Söylerdi herhalde." Dü şündüklerinden kendisi de emin değil. " Đnsanın basma her türlü felaket gelebilir" diye ekliyor. "Ama en kötüsü bu felakete kendisinin neden olması." "Sizinle ne ilgisi var?" diye soruyorum. "Çok ilgisi var" diyor. "Mine benim hatamın kurbanı." "Lütfen daha açık konu şur musunuz?" "Bo şandı ğımızda annesine vermeyecektim onu. Yanımda alıkoyacaktım. Kız çocu ğu dedim, annesi daha iyi bakar. Sevim'in döner dönmez evlenece ğini tahmin etmeliydim. Ba şka çocuklarının olaca ğını, Mine'yi ihmal edece ğini bilmeliydim." Sesindeki titreme artıyor. Gözlerinin doldu ğunu görüyorum. Özür dilerim ama" diyorum. "Sevim Hanım'dan neden ayrıldı ğınızı sorabilir miyim ?" Dalgınlı ğından sıyrılarak ba şını kaldırıyor, "Neden ö ğrenmek istiyorsunuz ?" Sesinin sertle şti ğini hissediyorum. Anla şılan bu konu onu rahatsız ediyor.

Page 27: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Peki siz, neden Mine'nin üvey babasından şüpheleniyorsunuz?" Yine susuyor, sonra dalgın bir ifadeyle yanıtlıyor sorumu. "Mine tıpkı annesinin gençli ğine benziyor." "Ne çıkar bundan ?" "Sevim hızla ya şlanıyor. Oysa Mine genç, adam ona yönelmi ş olabilir." "Haksızlık ediyorsunuz, böyle oldu ğunu gösteren hiçbir kanıt yok." "Ama geçmi şte olanları bilmiyorsunuz." "O halde anlatın da ö ğrenelim." Madem adamdan şüphelenmiyorsunuz, neden ayrılı ş hikâyemi ö ğrenmek istiyorsunuz dercesine bakıyor yüzüme. "Ama anlatmak istemiyorsanız, sizi zorlayamam." "Hayır anlataca ğım" diyor. "Kızımın bulunması için ne gerekiyorsa yaparım..." Derin bir soluk alarak ba şlıyor anlatmaya: "Almanya'ya gitmeden önce sebze halinde memurluk yapıyordum. Liseyi bitirdikten sonra teyzemin kocasının yardımıyla bulmu ştum bu i şi. Gün do ğarken gidiyordum hale, ak şam olunca çıkıyordum. Ya şlı annemle birlikte ya şıyordum. Babamdan kalan emekli aylı ğı ve benim aldı ğım maa şla zar zor geçiniyorduk. Annem ölünce, hal memurlu ğuyla bir yerlere varamayaca ğımı anladım. Ya şım da gelmi ş geçiyordu. O sırada Almanya'ya i şçi aldıklarını duydum. Bu söyledi ğim otuz otuz be ş yıl öncesi. Beni ülkede kalmaya zorlayacak hiçbir şey yoktu. Gitmek için ba şvurdum. Rüşvet verdim, araya adam koydum i şlemleri hızlandırarak Almanya'nın yolunu tuttum. Çok hırslıydım. Ne yapıp edecek ülkeye zengin biri olarak dönecektim. Ama Alman bedava para verir mi insana ? En çok parayı kömür madeninde çalı şan i şçiler alıyordu. Türkiye'den gelen i şçilerin ço ğu ilkokul mezunuydu, ben liseyi bitirmi ş olmama ra ğmen parası iyi diye Gelsenkirchen şehrinde bir kömür madeninde i şe ba şladım. Yerin binlerce metre altında deliler gibi çalı ştım. Ama i şim bitince e ğlenceye de vakit ayırdım. Alman kadınları Türk kadınlarına hiç benzemiyorlardı. Onlarla çok rahat ili şki kurabiliyordum. Önceleri bu durumu şaşkınlıkla kar şıladım, hatta onları bu tutumlarından dolayı a şağıladı ğım bile oldu, sonra alı ştım; sonuç olarak ben gençtim, onlar güzeldi. Türkiye'ye iki üç yılda bir geliyordum ancak. Zaten arkada şlarımın her biri bir yana da ğılmı ştı, ya şlı teyzemin dı şında yakın akrabam da yoktu. Oysa Almanya'da istedi ğim pek çok şey vardı. Ama zaman akıyordu ve on be ş yıldır çalı ştı ğım kömür oca ğının a ğır ko şulları etkisini göstermeye ba şlamı ştı. 35 ya şında olmama ra ğmen ya şlı biri gibi görünüyordum. Bedenimde tehlike çanları çalmaya ba şlamı ş, eklem romatizmasına yakalanmı ştım. Korkmaya ba şladım. Bir gün tek ba şıma ölecektim, kimse de bunun farkında olmayacaktı. Aynı madende çalı ştı ğım Fatihli bir arkada şım vardı, adı Ekrem; durgunlu ğumu fark etmi ş, zorladı, anlattım. 'Dü şündüğün şeye bak' dedi. 'Evlen gitsin.' Evlenmek kolay mı, kiminle evlenece ğim, nerede bulaca ğım? 'Herhalde Alman bir kadınla evlenmeyi dü şünmüyorsun' dedi arkada şım. 'Türkiye'de millet kızını Almancı'ya vermek için yanıp tutu şuyor.' Söyledikleri aklıma yattı, eli aya ğı düzgün, iyi bir Türk kızı bulup evlenebilir, geç de olsa çoluk çocu ğa karı şabilirdim. O yaz birlikte Đstanbul'a geldik. Ekrem daha önceden durumu annesine yazmı ş, bu hayırlı i ş için önayak olmalarını istemi ş. Emine Teyze sa ğolsun, aramı ş, taramı ş evlilik ça ğında birkaç kız bulmu ş. Kızlara bakmaya giderken içimde hep beni be ğenmeyecekler kaygısını ta şıyordum. Güzel bir insan olmadı ğımı biliyordum, üstelik erken çökmü ştüm, genç bir kız beni niye istesin? Ama tam tersi oldu gitti ğim kızların ço ğu benimle evlenmek istemesine kar şın nedense ben onlara ısınamadım. Ömrümün kalan kısmını, hiç yakınlık duymadı ğım biriyle nasıl geçirebilirdim? Artık bu i şin olmayaca ğına inanmaya ba şladım. Ben böyle dü şünürken hiç beklenmedik bir şey oldu. Daha önce bir teyzem oldu ğundan söz etmi ştim. Kız arama tela şından teyzemi pek sık ziyaret edememiştim. Bir pazar günü kalkıp ona gittim. Teyzem Kocamustafapa şa'da kocasından kalan büyükçe bir dairede tek ba şına oturuyordu. Hiç çocukları olmamı ştı. Bu yüzden beni çok severdi. Kapıyı çaldım, bir genç kız açtı. Şaşırdım. Yanlı ş dairenin kapısını mı çaldım diye dü şündüm. Kapı numarasına baktım, Yoo do ğruydu. Kız da davranı şlarıma anlam verememi ş, tuhaf tuhaf yüzüme bakıyordu. 'Buyurun kimi aradınız?' diye sordu. 'Emine Hanım'ı görecektim.'

Page 28: Ahmet Ümit -Sis ve gece

Gülümsedi, sanki tanıdık biri gibiydi. Güzeldi, içtendi. 'Siz ye ğeni olmalısınız' dedi. 'Evet, nereden biliyorsunuz ?' dedim. 'Sizden o kadar çok söz etti ki.' Sesimi duyan teyzem de yeti şip kapıda kar şıladı beni. içeri geçtik. Teyzem bir şeyler anlatıp duruyordu, ama benim aklım kızdaydı. Konu şmalar sırasında adının Sevim oldu ğunu ö ğrenmi ştim. Az sonra kalktı. Gider gitmez sordum teyzeme. 'Kim bu kız?' 'Üst kattaki kom şumuz Nurten Hanım'ın kızı Sevim.' 'Güzel kızmı ş.' 'Ke şke şansı da yüzü kadar güzel olsaydı.' 'Ne oldu ki?' 'Ba şına kötü bir i ş geldi. Lisede okurken bir o ğlana â şık olmu ş.' 'Nesi kötü bunun?' 'Çocukla birlikte olmu şlar. Kızca ğız hamile kalmı ş.' 'Sonra?' 'ikisi de liseyi yeni bitirmi şlerdi. O ğlan Ankara'da mühendislik fakültesini kazanmı ş, kızı öylece bırakıp gitti.' 'Bebe ğe ne oldu ?' 'Aldırdılar, ama kızın adı çıktı bir kere. Yazık oldu...' 'Gerçekten yazık olmu ş. Çok güzel kız.' 'Sadece güzel mi, iyi huylu, çalı şkan. Ama hayatı karardı. Artık kimse evlenmez onunla.' 'O da dikkatli olmalıydı biraz' dedim öfkeyle. Neden öfkeleniyorum ki. Bana ne elin kızından. Belki fırsatı kaçırdı ğımdan kızıyorum. Ba şına bunlar gelmese tam evlenilecek kız. Bakalım o beni kabul eder miydi ? Önce istemezdi belki. Ama şimdi seve seve kabul edebilir. Peki ben böyle bir evlili ği ister miyim ? Tamam, ben de sütten çıkmı ş ka şık de ğilim, Alman kızlarla dü şüp kalktım, ama insanın evlenece ği ki şi biraz farklı olmalı de ğil mi? Biz anamızdan babamızdan böyle duyup böyle i şitmi ştik. Ama kız da çok güzel. Üstelik bizim ya ş da gelmi ş geçiyor, ikircimde kaldı ğımı sezen teyzem: 'Ne dü şünüyorsun öyle derin derin?' diye sordu. 'Hiiç' dedim. 'Hiiç deme, Sevim'i be ğendin, de ğil mi ?' dedi. 'Bu kızı alırsan, büyük sevaba girersin o ğlum. Bir cahillik etmi ş.' 'Nasıl olur Teyze ?' dedim. 'iyi olur o ğlum' dedi. 'Çok iyi olur.' 61 'Bilenler, duyanlar ne der Teyze ?' 'Kim bilecek o ğlum. Alır kızı Almanya'ya gidersin, istersen bir daha da hiç gelme buralara.' . 'Bakalım kızı verirler mi bize ?' 'Verirler, senden iyisini mi bulacaklar?' 'Biraz dü şüneyim Teyze' dedim. iki gün dü şündüm. Elbette ben de her Türk erke ği gibi kız o ğlan kız bir gelin isterdim. Ama içimin ısındı ğı birini bulamamı ştım i şte. Sevim ise tam evlenmeyi düşündüğüm kızdı. Gel gör ki o da bu talihsiz olayla lekelenmi şti. Öte yandan teyzemin söyledikleri de do ğruydu. Kim bilecekti kızın geçmi şini ? Üstelik Se-vim'le evlenmekle ona büyük bir iyilik de yapmı ş olacaktım. Yine de kararı vermek kolay olmadı, iki geceyi uykusuz geçirdim. Halimi gören Ekrem ısrarla neler oldu ğunu sorup durdu. Hiçbir şey söylemedim tabiî. Üçüncü gün utana sıkıla teyzeme kararımı bildirdim. Çok sevindi. O ak şam gidip istedik Sevim'i. Ailesi memnun oldu bu i şe. Sevim'e ise kimse fikrini sormadı. O da hayır, ben böyle bir evlili ği istemiyorum demedi. Diyebilir miydi? Biraz zor. Tuhaftır, evlendikten sonra Sevim'in ba şına gelen o olaydan hiç rahatsızlık duymadım. Ne yalan söyleyeyim, kızın güzelli ği her şeyden baskın çıkmı ştı. Aslında güzellik de ğil de bir tür çekicilik. Belki ba şkaları Sevim'i benim kadar güzel bulmayabilirdi. Ama benim gözüme dünyanın en çekici kadını olarak görünüyordu. Güzelli ğe bu kadar önem vermem belki ters gelecek size. Ama ömrü boyunca be ğenilmemi ş, gözlerdeki kaçamak bakı şlarda çirkinli ğinin yarattı ğı etkiyi görmü ş biri için güzelli ğin ne kadar önemli oldu ğunu bilemezsiniz. En

Page 29: Ahmet Ümit -Sis ve gece

büyük hayalim do ğacak çocu ğumun bana benzememesi, güzel bir insan olmasıydı. Doğduğunda bu kaygılarla baktım Mine'ye. Kar şımda sürekli a ğlayan şekilsiz bir et parçası duruyordu. Bir yandan baba olmanın sevincini ya şarken bir yandan da kızımın çirkin olması ihtimali beni korkutuyordu. Ama bir hafta sonra kaygılarım dağılmaya ba şladı. Mine, hızla büyüyor ve gün geçtikçe daha ho ş bir bebek oluyordu. Serpildikçe annesine daha çok benzemeye ba şladı. Şimdi dü şünüyorum da keşke benzemeseydi." "Neden ?" diye sözünü kesiyorum Metin Bey'in "Belki o zaman Mine'yi annesine vermezdim. Ba şına da bu felaket gelmezdi." "Annesine benzedi ği için mi sizinle kalmasını istemediniz ?" "Saçma gibi görünse de gerçek bu." "Size karınızı hatırlatıyordu. Onu hâlâ seviyordunuz." 62 "Banayaptıklarından sonramı?" "Size ne yaptı ki?" "Anlataca ğım. Önceleri evlili ğimiz iyi yürüyordu. Sevim'in bana â şık olmadı ğını biliyordum. Ama saygıda kusur etmiyordu, ben de bununla yetiniyordum. Hatta gün gelip beni sevebilece ğini umuyordum. 14 yıl önce kapanmı ş bir yaranın yeniden açılaca ğını nereden bilirdim? Mine'nin 14 ya şına bastı ğı yıldı. O yıl baharın sonuna do ğru bir mide ameliyatı geçirmi ştim. Ba şarılı bir ameliyattı, ama etkileri sürüyordu. Mine'nin okulu tatil olmu ş, her yıl oldu ğu gibi yine Se-vim'i Türkiye'ye gitmenin heyecanı sarmı ştı. Oysa ben kendimi bitkin hissediyordum. 'Bu yıl da Türkiye'ye gitmeyelim' dedim. Ama Sevim kabul etmedi. Annesinin babasının iyice yaşlandı ğını onları görmek istedi ğini söyledi. 'O halde Mine'yle ikiniz gidin' dedim, kabul ettiler. Onları kendi ellerimle yolcu ettim. Türkiye'de 15 gün kalacaklardı, üç hafta kaldılar. Telefonda, annesinin hasta oldu ğunu biraz daha kalmak istedi ğini söyledi. Hiç ku şkulanmadım. Söyledikleri makul şeylermi ş gibi geldi bana. Üç hafta sonra döndüler. Onları havaalanında kar şıladım. Mine çok özlemi şti beni, her halinden belli oluyordu bu. Ama Sevim için aynı şeyi söyleyemeyece ğim. Oldukça so ğuk davranıyordu bana. Sanki Türkiye'de geçirdi ği üç hafta 14 yılın beraberli ğini bir çırpıda silmi ş götürmü ş, bir yabancıya çevirmi şti Sevim'i. Acaba annesinden babasından uzakla ştırdı ğım için beni mi suçluyordu? Yoksa bu evlilikten sıkılmı ş mıydı? Daha bunun gibi pek çok dü şünce gelip geçiyordu kafamdan. Ama, yıllar önce onu terk eden sevgilisiyle kar şıla şabilece ği, bu eski a şkın yeniden alevlenebilece ği hiç aklıma gelmiyordu. Türkiye'den döndükten sonra Sevim sinirli bir insan olmu ştu. Olur olmaz yere Mine'ye ba ğırıyor, bana surat asıyordu. Bir gece Mine'yi evde bırakıp onunla gezmeye çıktık. Ilık bir yaz ak şamıydı. Yakınlardaki parka kadar yürüdük. Parktaki çimenler yeni kesilmi ş, ortalı ğı baygın bir koku sarmı ştı. Kanma sevgiyle baktı ğımı hatırlıyorum. Olanca saflı ğımla: 'Ne güzel de ğil mi ?' diye sordum. 'Aman neresi güzel kesilmi ş çimen i şte' diyerek kestirip attı. O zaman Sevim'in beni hiçbir zaman sevmedi ğini, bundan sonra da sevmeyece ğini anladım. Zorunlu oldu ğu için benimle evlenmi ş, Mine'yi do ğurmuştu, kendi iste ğine kalsa asla beni seçmezdi. Türkiye'de bu gerçe ği anlamasına yol açan bir olay olmu ştu. Ama ne ben yüze gelip sorabiliyordum ne de o cesaret edip anlatabiliyordu. Olanları öğrenmem için bir ay geçmesi gerekti. Almanya'da Ekremlerle aynı apartmanda oturuyorduk. Bir ge-ceyansı Ekremlerden gelen ba ğrı ş ça ğrı şlarla uyandım. Ekrem karısıyla kavga ediyordu. Ama ne kavga; camlar çerçeveler parçalanıyor, küfürler ayyuka çıkıyordu. Hemen giyinip kapıyı çaldım. Korkudan gözleri fal ta şı gibi açılmı ş küçük Ali açtı kapıyı. Beni görünce, 'Yeti ş Metin Amca babam annemi öldürüyor' diye ba ğırdı, içeriye daldım. Ekrem, karısı Hülya'yı altına almı ş, Allah yarattı demeden vuruyordu. Zorla aldım kadını elinden. 'Dur ulan! Deli misin öldüreceksin kadını!' 'Ölsün kaltak, var mı öyle kocayı godo ş yerine koymak' diyerek benim üzerimden aşarak tekme tokat ne gelirse hâlâ vurmaya çalı şıyordu kadına.

Page 30: Ahmet Ümit -Sis ve gece

'Vallahi benim bir suçum yok Metin Abi' diye yalvarıyordu kadınca ğız. Sonra Ekrem'e dönerek devam ediyordu: 'Çocu ğumun ölüsünü öpeyim ki; o mektup bana değil.' 'Çocu ğun senin ölünü öpsün adi kan! Şunun etti ği yemine bak!' Ekrem'i zorla yatı ştırıp, bizim eve götürdüm. Bir ara bakı şla-nm Sevim'e kaydı; yüzü sapsarı olmu ştu, elleri titriyordu. Hülya iyi arkada şıydı, dövülmesinden etkilenmi ş olmalıydı. 'Hadi sen Hülya'nın yanına git' diyerek onu Ekrem'in evine yolladım. O gidince Ekrem feryat etmeye ba şladı: 'Ba şıma bu da mı gelecekti Metin ? Adımız boynuzluya da mı çıkacaktı ?' 'Dur hele nereden biliyorsun ?' 'Mektubunu yakaladım.' 'Hülya'ya mı yazılmı ş ?' 'Onun çekmecesinde çıktı.' 'Canım olur mu öyle şey, mektubun kime yazıldı ğı belli de ğil mi?' 'Sevgilim, diye ba şlıyor, daha ne olsun.' 'Allah iyili ğini versin Ekrem. Belki ba şka birine yazılmı ştır. Peki mektubu yazanın adı var mı ?' 'Ceyhun Ören adında bir herif, istanbul'dan yazmı ş.' Ceyhun ismi tanıdık geldi, ama o anda üstünde durmadım, önemli olan Ekrem'i yatı ştırmaktı. 'Ba şka birine yazılan mektubun bizim evde i şi ne ?' 'O ğlum, kom şudaki kızlardan birinin olamaz mı ? Hülya Yenge yumu şak yüzlüdür. Babasından korkan bir kız sakla demi ştir.' Ekrem dü şünceli gözlerle yüzüme baktı. Söylediklerimin do ğru olabilece ğine aklı yatmaya ba şladı. 64 'Kim olabilir bu kız?' 'Sen sakinle ş, sorar ö ğreniriz' dedim. O gece Ekrem bizde, Sevim, Hülya'larda kaldı. Ertesi ak şam yemekte konu açıldı. Sevim'e mektubun kime gelmi ş olabilece ğini sordum saf saf. Đki sokak a şağıda bir Türk kızından söz etti, Sevim. Benim Ekrem'e söyledi ğim gibi kız ailesinden korkuyormu ş o yüzden mektup Hülya'ya gelmi ş. 'Desene bo ş yere o kadar sopa yedi kadınca ğız' diye yazıklanarak, 'Mektubu yazan herif de ismini yazsaymı ş ya kızın' dedim. Başından beri konu şmalarımızı ilgiyle dinleyen Mine: 'Ama Baba, adam kızı korumak istiyor' dedi. 'Kendi adını yazmaktan çekinmemi ş ama, Ceyhun diye basmı ş imzayı.' Ceyhun ismini duyar duymaz Mine kıraca ğı pottan habersiz atıldı: 'Aaa Anne senin liseden arkada şının ismi. Hani havaalanına indi ğimizde kar şıla şmıştık ya...' Birden gerçe ği anladı Mine. Durumun yarattı ğı a ğırlıktan mı, yoksa bu duruma sözlerinin neden oldu ğunu dü şündüğünden mi bilinmez, benim gibi o da konu şmadan öylece kaldı bir süre. Đlk toparlanan ben oldum, sanki hiçbir şey anlamamı şım gibi yeniden yemeye koyuldum. 'Eline sa ğlık Sevim, yemek çok güzel olmu ş' dedim karımın yüzüne bakmadan. Hiçbir şey söylemedi Sevim. Đkisinin de bakı şları üzerimdeydi. Umursamadan yemeyi sürdürdüm. Bendeki tepkisizli ği gören Mine rahatladı, ama Sevim hep tetikteydi. Her şeyi anladı ğımı biliyordu. Tepki göstermeyi şim daha çok korkutuyor, onu dövebilece ği-mi hatta öldürebilece ğimi dü şünüyordu. Aslında ona saldırmak rasgele tokatlamak aklıma gelmedi de ğil. Ama bir şey bana engel oldu. Đçimden bir ses bunları hak etti ğimi söylüyordu. Neden diye bile soramıyordum. Sen bu güzel kadına layık de ğildin, diye söyleniyordu içimdeki o ses. Ben yine itiraz edecek gücü bulamıyordum. Yüre ğimin üzerine binlerce tonluk bir a ğırlık konmuş sanki rahat bir soluk bile alamıyordum. Yeme ği nasıl tamamladım, sigara almak bahanesiyle kendimi nasıl soka ğa attım hâlâ bilmiyorum. Sokakta yürürken her adımda biraz daha a ğırla ştı dü şüncelerim. Ne yapaca ğımı bilmeden sokaklarda dola şıp durdum. Sonra evde-kilere sigara almak için dı şarı çıktı ğımı söyledi ğim geldi aklıma. Yakındaki Türk birahanesine girdim. Oradan evi aradım. 'Bir arkada şla kar şıla ştım, beni beklemeyin' dedim.

Page 31: Ahmet Ümit -Sis ve gece

'Gecikme' dedi Sevim, yalnızca 'Gecikme' dedi, ama sesinde o güne kadar hiç duymadı ğım bir yumu şaklık vardı. Utandı ğını, ezildi ğini hissettim. Bo ğazıma bir şeyler dü ğümlendi. Kendimi birahanenin dı şına zor attım. Koca adam kaldınma oturup hüngür hüngür a ğlamaya ba şladım. Bir el dokundu omzuma. Baktım sarho ş bir Alman, tepemde dikiliyor. Sen de nereden çıktın dercesi-ne öfkeyle baktım adama. Ona kızdı ğımın farkında bile de ğildi, iyice kaymı ş açık mavi gözlerini yüzüme dikerek elindeki mendili bana uzatmı ş bir şeyler söylüyordu. Komikten çok hüzünlü bir hali vardı. Uzattı ğı mendili aldım. Adam yalpalayarak yanıma çöktü. Başını sallayarak, durmadan aynı şeyi tekrarlıyordu. Ama dili dola ştı ğı için ne söyledi ğini anlamakta zorluk çekiyordum. Sonunda çözdüm.. 'Ya şam ağlamaya değmeyecek kadar saçmadır' diyordu. 'Haklısın' diyerek boynuna sarılıp a ğlamaya devam ettim. Eve geceyansı döndüm. Sevim beni bekliyordu. Mine ortalıkta görünmüyordu; anla şılan uyumu ştu. Ben içeri girince aya ğa kalktı Sevim. Bana do ğru yakla ştı. Yüzüne bakmak istemiyordum, onu a şağılamak istedi ğimden de ğil içimden öyle geliyordu. Ama o gelip elimi tuttu. 'Özür dilerim' dedi. 'Böyle olmasını istemezdim.' Bir şey söylemeden ondan uzakla şmaya çalı ştım, bırakmadı, bana sarılıp a ğlamaya başladı. Ne yapaca ğımı şaşırdım. Kendime mi yoksa ona mı üzülmem gerekti ğini bilemiyordum. Bir süre hıçkırarak a ğladı, sonra ellerimle gözya şlarını sildim. Aklıma ba şka söyleyecek bir şey gelmedi ği için, 'Ya şam ağlamaya de ğmeyecek kadar saçmadır' dedim. Daha önceki kavgalarımızda da böyle olurdu; her seferinde Sevim gözya şlarını tutamaz, ben de onun yüzünü ellerimle kurular sonrada tutkulu bir sevi şmeyle barı şır-dık. Ama bu gece sevi şmeyi istemiyordum. Hem artık onun da böyle bir şeyi isteyece ğinden emin de ğildim. Bu i şin eski bir sevgiliyle ya şanan kısa bir kaçamak olmadı ğını hissediyordum. Öyle oldu ğunu dü şünsem, açık söyleyeyim belki de bu olaya göz yumar, ailemin mutlulu ğu için katlanırdım. Ama Sevim'in şu anki pi şmanlı ğının bana duydu ğu sevgiden de ğil, vicdan azabından kaynaklandı ğını biliyordum. Bir yanda 14 yıl boyunca onu sevmi ş, neredeyse bir dedi ğini iki etmemi ş, ama sevilmemi ş bir koca, öte yanda 14 yıl önce onu çok kötü bir durumda yalnız ba şına bırakarak kaçan, ama hâlâ delice a şık olunan eski sevgili vardı. Đkisi arasında sıkı şıp kalmı ştı Sevim. Belki sıkı şıp kaldı ğı filan yoktu. O tercihini Ceyhun'u yeniden gördü ğü ilk anda, belki de çok daha önceden yapmı ştı da benim varlı ğım böyle bir ikircime dü şmesine neden oluyordu. 14 yıldır ya şayan bir a şk... Bu denli güçlü bir a şkı bundan sonra da önleyemeyece ğimi biliyordum. Ancak Sevim'i öldürerek kurtulabilirdim bu a şktan. Ama ben birini öldürecek kadar kötü de ğildim ya da cesur. Tek çıkar yol onu bırakmaktı. Đşi uzatmanın, ya şadı ğımız her günü i şkenceye dönü ştürmenin de bir anlamı yoktu. Bu kararın bana ne kadar acı verdi ğini söylememe gerek yok. Ama ben yazgıya inanırım. Demek ki benim de alnıma böyle yazılmı ştı. O gece Sevim'den ayrı yattım ve sabaha kadar bunları dü şündüm. Sabah Mine okula gidince, Sevim'e bo şanmak istedi ğimi söyledim. Sessizce dinledi beni. Đçten içe sevindi ğini biliyordum, ama bunu belli etmekten kaçındı. Mine'yi de yanına almasını, kız çocu ğun annenin yanında daha iyi yeti şece ğini söyledim. Yine bir şey söylemedi. Parasal olarak yardım edece ğimi, ayrılırken de yüklü bir miktar verebilece ğimi açıkladım. Kar şımda ezildi ğini, un ufak oldu ğunu hissediyordum. Ne yalan söyleyeyim bu durum kırılmı ş gururumu ok şuyordu. Bu arada Mine'yi, ona olan sorumluluklarımı da unutmu ştum. Artık Mine'yle de bir arada yaşayamayaca ğımı dü şünüyordum. Annesine o kadar benziyordu ki her gördü ğümde Sevim'i anımsayacaktım. Oysa ben karımı bana hatırlatacak her şeyden kurtulmak, yaşamımın ona ait bölümünü kesip atmak istiyordum. Boşanaca ğımızı ö ğrenen Mine hiçbir şey söylemedi. Geçen geceki olaydan sonra belki böyle bir şey olaca ğını tahmin ediyordu. Odasına çekildi, iki yıl önce ya ş gününde aldı ğım gitarı çalmaya ba şladı. Asıl kıyamet, Sevim Türkiye'ye döneceklerini söyleyince koptu. Okuldan nasıl ayrılaca ğım, arkada şlarım ne olacak diye ba ğırarak annesini suçlamaya koyuldu. Đçten içe bu duruma memnun olarak onları kavgalarıyla ba ş ba şa bıraktım. Eve döndü ğümde Mine yanıma geldi. ' Şimdi ne olacak Baba?' diye sordu. 'Ayrılaca ğız kızım' dedim. 'Ben ne olaca ğım ?' dedi.

Page 32: Ahmet Ümit -Sis ve gece

'Liseyi bitirene kadar annenin yanında kalman senin için daha hayırlı olur. Sonra Almanya'ya gelir, üniversiteye devam edersin' dedim. Söylediklerim mantıklı olsa bile Mine inanacak halde de ğildi. Ama yapaca ğı bir şey de yoktu. Anne babası olarak biz iki yeti şkin insan, aldı ğımız kararla onun yazgısını belirlemi ştik. Bir ay sonra annesiyle birlikte Türkiye'ye döndü. 0/ Sonrasını biliyorsunuz. Bu defa Ceyhun, Sevim'i terk etmedi. Evlendiler, bir çocuklan oldu. Mine o evde fazla gelmeye ba şladı. Yazdı ğı mektuplarda açıkça dile getiriyordu sıkıntısını. Hatamı o zaman anladım. Đncinen onurum kadar kızımı da dü şünmüş olsaydım bu yanlı şı yapmayacaktım. Mine'yi Almanya'ya ça ğırdım. Ama Mine üniversiteye girmi şti ve okulunu bitirmeyi düşünüyordu. 'Belki mezun olduktan sonra master için Almanya'ya gelirim' dedi. Annesinin evinden ayrılması gerekti ğinden, daha fazla para yollamamı istedi. Belki evham diyeceksiniz, ama ilk o zaman dü şündüm Ceyhun'un kızıma sarkıntılık yapabilece ğini. Mine'nin o evden ayrılması için hemen para yolladım. Mine evden ayrıldı. Sonra Ataköy'de bir ev satın aldım. Belki ileriki yıllarda Türkiye'ye döner, kızımla birlikte o evde ya şardım. Ama Mine Ataköy'deki eve geçmek istemedi. Okula uzakmı ş. Kurtulu ş'taki evde kalmak istedi. Kabul ettim. Ama kızımla ilgilenmekte geç kalmı ştım." "Kendinize haksızlık ediyorsunuz." "Sanmıyorum. Sorumlulu ğumu yerine getirseydim, kızımın ba şına bunlar gelmezdi." "Böyle olaca ğını bilemezdiniz... Neyse, şu Ceyhun meselesine gelelim. Mine mektuplarında Ceyhun'un ona sarkıntılık yaptı ğını yazdı mı hiç ?" "Açıkça bir şey yazmadı. Ama sık sık adamdan nefret etti ğini belirtiyordu." "Neden nefret ediyormu ş ?" "Adam her şeyine karı şıyormu ş." "Bunlar kanıt sayılmaz." "Birkaç kez de kapı aralı ğından bakarken görmü ş." "Nasıl kapı aralı ğından?" "Mine giyinirken filan. Anlarsınız i şte." "Aynı evde ya şıyorlar, rastlantı da olabilir. Yine de kaygınızı dikkate alaca ğım." "Lütfen Sedat Bey, yeni tanı ştık ama, sizden ba şka güvenecek kimsem yok." "Merak etmeyin, elimden gelen her şeyi yapaca ğım, kendi..." Neredeyse a ğzımdan "kızımmı ş" sözcü ğü çıkacakken toparlıyorum. "Kendi davammı ş gibi sahip çıkaca ğım bu meseleye" diyorum. "Almanya'ya ne zaman döneceksiniz ?" "Maalesef bu ak şam" diyor utanarak. "Biliyorsunuz, Almanlar disipline önem verir. Fabrikaya girip çıkmam, imza atmam gerekiyor. Ama iki gün sonra yine izin hakkı kazanaca ğım. Hemen dö- 68 nerim... Dönerken, diyorum Đtalya'ya u ğrasam. Mine'nin yakın arkada şı Selin orada, tatilini babasının yanında geçiriyormu ş. Onunla konu şsam..." Adamın önerisi canımı sıkıyor. Selin, Mine'yle ili şkimizi anlatabilir. Olaylar iyice Arap saçına dönecek. "Yararı olaca ğını sanmam" diyerek onu ikna etmeye çalı şıyorum. "Telefonla konu ştuk, bir şey bilmedi ğini söyledi." "Yüz yüze konu şmak daha etkili olmaz mı ?" "Bo şuna yorulmu ş olursunuz. Kızın bilgisi olsaydı anlatırdı." "Benim durumumda insan ne yapaca ğını bilmiyor. Hiç olmadık yerlerden umut bekliyorsunuz." "Umarım kısa zamanda Mine'yi buluruz da bütün bunlara gerek kalmaz. Telefonunuzu bırakın. Bir geli şme olursa sizi ararım." Adam bir kartın arkasına telefonunu yazıyor. Kartı uzatırken: "Buyrun. Yaptıklarınız için çok te şekkür ederim" diyor. "Te şekküre gerek yok, bu benim görevim" diyerek elini sıkıyorum. Eli ne kadar yumuşak! Bu adam madende çalı ştı ğını söylemedi mi? "Emekli olmadınız de ğil mi?" "Hayır, daha bir yılım var." "Madende çalı şmak zor olmalı?" "Ne yapalım, ekmek parası."

Page 33: Ahmet Ümit -Sis ve gece

Açık renk gözlerinde belli belirsiz bir ı şık yanıp sönüyor, konu şmamızın başından beri ilk kez kızını andıran bir yan buluyorum; Mine'nin uzun kirpiklerini bu adamdan aldı ğını fark ediyorum. Sekizinci bölüm Sarayın eski, ama sa ğlamlı ğını hâlâ koruyan kalın ta ş duvarla-nyla kar şıtlık olu şturan metal ile plastikten yapılma giri ş kulübesine geldi ğimde kapıdaki görevli geçmi ş olsun dileklerini sunuyor. Yıllardır aynı i şi yapmakta olan bu güleç yüzlü, ya şlı adamla yalnızca birkaç kez konu şmuş olsak da hafif bir gülümseme, belli belirsiz selamla şmalarla kurdu ğumuz gizli dostluk sürüp gidiyor. Neden taksiye bindi ğimi soruyor. Saldın sırasında benim Ford'un camlannın parçalandı ğım, tamir i şlerinin yann tamamlanaca ğını söylüyorum. "Büyük tehlike atlattınız, Allah korumu ş" diyor üzüntüyle. Ay-nlırken yapmacıksız bir saygıyla geçmi ş olsun dileklerini yinelemeyi unutmuyor. Havada ho ş bir koku var. Bedenimin dinçle şti ğini hissediyorum. Yürüdü ğüm yolu saymazsak bahçenin her yanı karlarla kaplı. Oyun mu oynadıkları, yoksa yiyecek mi aradıklan anla şılamayan serçeler yol kenanndaki a ğaçlara tela şla konup kalkarak, dallara özene bezene yerle şmiş kar tanelerini oradan oraya savuruyorlar. Asfalt yol beyazlı ğın içinde kara bir nehir gibi te şkilat binasına doğru akıyor. Sarayın görünümü bozulmasın diye yalnızca üç kat çıkılmasına izin verilen te şkilat binası altı kö şeli eski Türk çadırlarını an-dınyor. Ama aynalı camlan binanın görünümüne tuhaf bir anlam katıyor. Bu görünümün sarayın mimarî yapısıyla uyum içinde oldu ğu söylenemez, ama bahçe o kadar büyük, duvarlar o kadar kaim ki bu çeli şkiyi bizden ba şka kimsecikler fark etmiyor. Bahçemiz gerçekten de bir harika, III. Selim ünlü kasnm burada yaptırmı ş. Duvarların dibinde, sanki metreyle ölçülerek dikilmi ş gibi düzenli aralıklarla yan yana sıralanan kızıl camlan, gölgeleri bir- 70 birine karı şan gümrah kestaneleri, ak gövdeli yüzyıllık çınar a ğaçlarıyla, bu bahçe betonun çölle ştirdi ği Đstanbul'un göbe ğinde adeta gizli bir cennet. Nevzat Pa şa zamanında ta şınmı ş te şkilat buraya. Polisiye roman okumaya meraklı olan II. Abdülhamid, dil o ğlanlarına çevirtti ği Fransız, ingiliz polisiye yazarlarının kitaplannı bu bahçede okurmu ş. Kendisi de sıkı bir polisiye okuru olan Nevzad Pa şa, Abdülhamid'in polisiye romanlarını bu bahçede okudu ğunu öğrenince te şkilatı buraya ta şıyalım diye önermi ş. Birkaç yıl önce, yo ğun çalı şmalarla geçen gecelerden birinde, Yıldırım'la birlikte çe şmenin arkasındaki kestane a ğacının altındaki banka oturmu ş sigaralarımızı tüttürerek ılık bahar gecesinin tadını çıkartıyorduk. Ayaklarımızın altında hızla uyanan do ğaya bakarak, "Do ğruyu söylemek gerekirse askerler biz sivillerden çok daha dü şkün oluyorlar bahçeye, çiçe ğe" demi ştim. "En kurak kente gitsen bile, kı şlalar hep ye şildir, mutlaka a ğaç dikerler." Yıldırım gülümseyerek yüzüme bakmı ştı. "Haklısın, ama sırf bu yüzden te şkilat onlara teslim edilmez ki." Binaya adımımı atar atmaz arkada şlarımın yo ğun ilgisiyle kar şıla şıyorum. Beni gören, ötekine haber veriyor, sevenim sevmeyenim herkes ba şıma toplanıyor. Geçmiş olsun dileklerinden, dikkatli ol uyarılarına kadar pek çok söz uçu şuyor havada. Herkes içten görünüyor, hatta yıldızımın hiç barı şmadığı insanlar bile dostça elimi sıkıyor, hatırımı soruyorlar. Bu duygusal atmosferden etkileniyorum. Biraz daha sürse gözlerim ya şaracak. Te şekkürlerle, genel geçer yanıtlarla arkada şlarımın merakını giderdikten sonra, bir an önce uzakla şmak için, güzel olmasına kar şın hep abartılı bir makyajla gezen Fazilet adındaki memura Mustafa'yı soruyorum. "Geleli yarım saat oldu" diyor. "Büronuzda olmalı." Bu fırsatı kaçırmayarak: "Mustafa'yla önemli bir i şimiz vardı" diyorum çevremdekilere. Böylece aralarından sıyrılıp merdivenlere do ğru yürüyorum. Basamakları tırmanırken, "Sedat" diyerek biri beni ça ğırıyor. Dönüyorum, Orhan. Gülümsüyor, ama gözlerinde tedirgin bir ifade var. "Geçmi ş olsun" diyerek sarılıyor. "Sa ğolasm" demeye bile fırsat bulamadan, kula ğıma fısıldıyor. "Neler oluyor?"

Page 34: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Anlamadım" diyorum. Tedirgin bakı şlarla sa ğa sola bakıyor. Ötekilerin uzakla şmakta oldu ğunu görünce koluma giriyor, mer- 71 divenleri birlikte çıkıyoruz. Bu arada yüksek sesle: "iyi görünüyorsun iyi" demeyi de unutmuyor. Sonra yine fısıltıyla, "Dilekçede imzası olan herkesi yeniden sorguya çekiyorlar." "Ciddi misin?" "Evet, benden yazılı rapor istediler. Sorgulama emrini ismet Bey'in verdi ği söyleniyor. Sen bir şey biliyor musun?" "Hayır" diyorum, "ilk kez senden duyuyorum." "Hani o dosya kapandı demi şlerdi." . "Dur hemen panikleme. Belki yeni müste şar olay hakkında bilgi edinmek istiyordur." "Bu pek bilgilenme i şine benzemiyor. Sivil müste şar geldi ya, Dilekçe Olayı'na karı şan herkesi temizlemek istiyorlar. Bunlar ba şımıza bir çorap örecekler." "Sakin ol" diyorum. Orhan şaşkınlıkla yüzüme'bakıyor. "Nasıl böyle rahat olabiliyorsun." "Patron siville şti, ama te şkilatta her şey eski tas eski hamam. Tedirgin olmalan için neden yok. Bu yalnızca bir gözda ğı. Ya da birinin paranoyası." inanmak ister gibi bakıyor yüzüme. "Umarım dü şündüğün gibidir." "Elbette öyle, ama sen böyle panik halinde kapı kapı dola şırsan, te şkilatta muhalefet var sanıp gerçekten de bir temizli ğe ba şlayabilirler. Sakin ol ve sana sorulanlara makul yanıtlar ver." "Sen de dikkatli ol ve iyimserli ğini aptallı ğa vardırma. Yıldı-rım'ın ba şına gelenleri unutma." "Tamam tamam, merak etme. Uyarın için sa ğol." Büromun bulundu ğu kata çıktı ğımızda sesini yine yükseltiyor. "Tekrar geçmi ş olsun. Kendine iyi bak" diyerek uzakla şıyor. Orhan'ı severim, Yıldırım sa ğken birlikte hareket ederdik. Biraz korkaktır, ama çok zeki bir arkada ştır. Gerçi korkmakta pek de haksız sayılmaz, baksana amca bey kurdu ğu senaryoya iyice kaptırmı ş kendini. Mine'nin kaçırılmasının te şkilata yönelik bir operasyon oldu ğuna kesin gözüyle bakıyor. Hiçbir veri yokken, yılların istihbaratçısı olan bir adam nasıl böyle bir sonuca varabilir? Kafamda bu dü şüncelerle büroya girdi ğimde, oturdu ğu masada önündeki kâ ğıda dalıp giden Mustafa'yı görüyorum. Üzerinde bej rengi şık bir süveter var. Kolundaki altın künye okudu ğu kâ ğıdın üzerine sürtünüyor. "Kolay gelsin" diyorum. 72 "Siz miydiniz Amirim ?" diyerek aya ğa kalkıyor. "Fahri'nin örgütünde yer alan ki şilerin foto ğraflarına bakıyordum. Bu dosyayı dün alamamı ştım." Paltomu vestiyere asıp, Mustafa'nın uzattı ğı evrakları alırken. " Đyi i ş ba şarmı şsın" diyorum. "Örgütteki herkesin resmi var mı burada?" "Polis kayıtlarına geçmi ş olanların tümü" diyor. "Kayıt dı şı olanları bilemeyece ğiz. Ama raporlarda örgütün tümüyle da ğıtıldı ğı söyleniyor. Dolayısıyla kayıtlara geçmemi ş olanların sayısı yok denecek kadar az olmalı." "Umarım öyledir" diyerek masama geçiyorum. Ben otururken Mustafa aya ğa kalkıyor. "Kendime çay söyleyece ğim, siz de ister misiniz ?" "Evet, iyi olur." Mustafa odadan çıkarken, foto ğraflara bakmaya ba şlıyorum. Yakla şık 200 ki şinin resmi var bu dosyada. Ya ş ortalamaları 35'i geçmez. Büyük bölümü ö ğrenci, ama okulunu bitiren hiç yok. 27'si ölmü ş, ölümlerden yalnızca biri do ğal nedenlerle; kan kanserine yakalanmı ş. Öteki ölümlerin 21'i polisle çatı şmada, dördü ise içerdeki ölüm orucunda gerçekle şmiş. Ölenlerin sayfalarını geçiyorum. Sa ğ kalanlar en az be şer yıl olmak üzere cezaevinde kalmı şlar. îlk sayfayı tarıyorum, bizim simitçiyi bulamıyorum. Hızla öteki sayfaya geçiyorum. Her sayfada on iki foto ğraf var. Foto ğrafların altında isim, soyisim, ana baba adları yer alıyor. Sayfaları çevirdikçe on iki ki şi gidiyor yerine yenileri geliyor. On iki çocuk denecek kadar genç insan çatık ka şların altından, korku,

Page 35: Ahmet Ümit -Sis ve gece

nefret karı şımı gözlerle bakıyorlar. Ne kadar da masum görünüyorlar. Sanki geceleyin dı şarı çıkmalarına izin vermeyen babalarına kızmı ş gibi bir halleri var. Kimseyi onların terörist oldu ğuna inandıramazsınız. Aralarında ellerine hiç silah almamı ş olanları da var, ama ço ğunluk ya polis katili ya banka soyguncusu. Đnancın ne kadar yıkıcı bir silah olabilece ğini bir kez daha görüyorum. Bu genç beyinler, bu tutkulu ki şilikler do ğru bir yöne ka-nalize edilebilseydi ülkeye ne kadar yararlı olurlardı diye yazıklanmaktan kendimi alamıyorum. Kapının açılmasıyla dikkatim da ğılıyor, Mustafa elinde iki bardak çayla içeri giriyor. "Rıza yerinde yoktu, kendim getirdim" diyor alçakgönüllü bir gülümsemeyle. "Sa ğolasın" diyerek alıyorum uzattı ğı çay barda ğını. Bir yudum içip bırakıyorum. Bir sigara yakarak yeniden foto ğraflara dönüyorum. Son sayfada Fahri ile Sinan'ın foto ğrafları yan yana duruyorlar. Fahri'nin gözlerinde karanlık bir ifade var, umutsuzluk, öfke karı şımı bir şey. Sinan ise çok rahat, gözlerinde tuhaf bir ı şık var, neredeyse gülümseyecek. Ama bizim simitçi bu sayfada da yok. Son sayfayı kapatırken, kapı vuruluyor. Đkimiz birden kapıya bakıyoruz. Şaşkın bakı şlarımız arasında amcam giriyor içeri. Biz saygı gere ği aya ğa kalkmaya çalı şırken: "Oturun oturun" diyor eliyle i şaret ederek. Birkaç adım atıp odanın ortasında, ikimizi birden görebilecek bir yerde duruyor. "Hoş geldin" diyor bana bakarak. "Nasıl gidiyor?" "iyi" diyorum kısaca. "iyi olsun iyi. Dün müste şarla konu ştuk, geçmi ş olsun dileklerini iletmemi söyledi." "Te şekkür ederim." "Ama buraya gelmemin nedeni yalnızca geçmi ş olsun dile ği iletmek de ğil. Hani birkaç hafta önce, Üsküdar'da bir hücre evi basılmı ştı. Üç terörist ölü olarak ele geçirilmi şti." "Naci'nin yönetti ği operasyon. Mustafa ile ben gözlemci olarak katılmı ştık." "Evet, o. Olayın yargısız infaz oldu ğuna ili şkin basında yazılar çıkmı ş. Parlamentoda konu şulmu ş, içi şleri Bakanlı ğı baskın hakkında soru şturma başlatıyor. Bizden de rapor istiyorlar." "Çatı şma anında biz dı şarıdaydık" diyorum. "Biliyorum, zaten sizlere yönelik bir suçlama da yok. Naci'yi soru şturuyorlar. Onu tanıyorsun de ğil mi ?" "Hukuk'ta bir alt sınıftaydı." "Mektepli ha! Tuhaf ben onu alaylı sanmı ştım" diyor amcam. Bana laf mı vuruyor yoksa gerçekten de dü şüncelerini mi açıklıyor belli de ğil. "Naci'nin soru şturmadan haberi yok galiba. Daha dün ak şam telefonla konu ştum keyfi yerindeydi." "Bugün yarın haberi olur. Gene de sen bir şey söyleme. Bizden ö ğrenmi ş olmasın." "Ba şı belaya girer mi ?" "Sanmam" diyor, "Öldürülenlerin hepsi terörist, ço ğu polis katili. Sizin rapor da önemli tabiî." "Gördü ğümüz kadarıyla yasadı şı bir durum yoktu, öyle de ğil mi Mustafa?" Mustafa, biraz tedirgin. "Sizin de belirttiniz gibi Amirim, biz dı şarıdaydık. Kaçan teröristlerin arkasından siz ate ş ettiniz. Biri yaralandı. Öteki de iki gün sonra bir çatı şmada ölü ele geçirildi. Yaralanan terörist yaka- lanmadı. Bizim bildi ğimiz bu." "O zaman mesele yok" diyor amcam kapıya do ğru yürürken. "Raporunuzu bekliyorum." " Đki gün içinde size ula ştırırız." "Bu arada polisteki yetkililerle konu ştum. Şu kayıp kız i şinde size karı şmayacaklar." "Bu iyi haber i şte, sa ğolun" diyorum. "Hoşçakalın" diyerek çıkıyor amcam odadan. Kafam kan şıyor. Amcam i ş konu şmak için odama hiç gelmezdi. Hep onun odasında konu şurduk. Buraya kadar gelmesi bana bir uyan olmalı. Adımlarına dikkat et, vazgeçilmez de ğilsin, senin yerini alabilecek Mustafa gibi yüzlerce insan var, mesajını veriyor. Biraz da, Mustafa'ya burada gerçek patronun kim oldu ğunu hissettirmek amacında, ilerde Mustafa'yı bana kar şı kullanmak zorunda kalırsa sorun çıksın istemiyor.

Page 36: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Amcanız oldu ğu için söylemiyorum, gerçekten de iyi bir adam îsmet Bey" diyen Mustafa'nın sözleriyle da ğılıyor dü şüncelerim. " Đyidir. Đyidir" diyorum. "Tanıdıkça daha çok seveceksin." Mustafa sesimdeki alaycı tınıdan ku şkulandı, anlamak için dikkatle yüzüme bakarken telefon çalıyor. Naci mi ? Merakla ahizeyi kaldırıyorum. "Alo buyrun ?" "Alo efendim, Sedat Bey orada mı ?" Aksanından tanıyorum; bu Madam Eleni. "Buyurun Madam, ben Sedat ?" "Sedat Bey! Đyi ki buldum sizi. Mühim bir i ş olmu ştur." "Hayrola? Yoksa Mine'den bir haber mi var?" "Mühim bir şey. Telefonda anlatılmaz..." "Peki, hemen geliyorum." Telefonu kapatırken Mustafa'nın ne olmu ş, diyen bakı şlarıyla kar şıla şıyorum. "Ne oldu ğunu söylemedi. Beni ça ğırıyor." "Ben de geleyim mi ?" "Senin burada kalman daha iyi. Naci'den telefon gelecek." Madam'ın telefon numarasını yazıp ona uzatıyorum. "Ben burada olaca ğım, önemli bir geli şme olursa ararsın... Haa, arabayı alaca ğım, anahtarları versene." Mustafa benimle gelmedi ğine bozuluyor. Ona güvenmedi ğimi dü şünüyor, pek de haksız sayılmaz. Oysa az önce amcam, ben ve o ne güzel bir üçlü olu şturmu ştuk. Belki de aramızdaki buzların artık eridi ğini, kendisini de aileden biri saydı ğımı dü şünmeye ba şlamı ştı. Cebinden arabanın anahtarını çıkarıp uzatırken "Frene d ikkat edin Amirim" diyor. "Arada sırada tutukluk yapıyor." , "Uyarın için sa ğol" diyorum. Belli etmemeye çalı şıyor, ama küskün. Bu o ğlanı amcama itmek do ğru de ğil, bir ara gönlünü almalı. Dokuzuncu bölüm Madam'ın kapısını çalmadan önce, merdiven bo şlu ğundan Mi-ne'nin dairesine bakıyorum. Bo şluk ah şap tırabzanların arasından çatıya kadar uzanıyor. Bir an boşlu ğa bir gölgenin dü ştü ğünü sanıyorum. Çevreyi dinliyorum. Çıt yok, yine de birkaç basamak çıkıyorum. Merdivenin tam kıvrım yerinden Van Gogh'un sarı şın başı görünüyor. Đncecik bir sesle miyavlıyor Gogh. Açık ye şil gözlerini yüzüme dikerek bir süre beni izledikten sonra gelip ayaklanma sürünüyor. Ok şamak için eğiliyorum, kaçıyor. Tedirgin bir hali var. Birkaç adım sonra dönüp sorarcasına miyavlıyor: "Ev neden kapalı, Mine nerede ?" Çaresizlik içinde ona bakmaktan başka bir şey gelmiyor elimden. Yeniden yakla şmaya çalı şıyorum. Đstemiyor, merdivenleri hızla tırmanarak geldi ği gibi yok oluyor. Arkasından gitsem... Neye yarayacak ki? Dönüp Madam'ın kapısındaki zile basıyorum. Melodili zil sesinin ikinci çalı şından sonra açılıyor kapı. Madam'ın tedirgin yüzünü görmeyi umarken, saçları dökülmü ş, kirli sakallı gençten bir adamın gergin bakı şlarıyla kar şıla şıyorum. Bu herif de kim, diye geçiriyorum içimden. Gözlerini kısarak beni ölçüp biçtikten sonra bakı şları yumu şuyor adamın. "Sedat Bey mi ?" diye soruyor. "Evet" diyorum. "Madam Eleni yok mu ?" "Kusura bakma Sedat Abi" diyor, sanki beni daha önceden tanıyormu ş gibi samimi bir tavırla. "Sivil giyimlisin ya kim oldu ğunu çıkaramadım. Kapıda kalma Abi, buyur." Adamın saygısında bir sahtelik sezinliyorum. Ama yadırgamıyorum. Polisle iyi geçinmeye özen gösterir bu tipler. "Madam nerede ?" diye soruyorum içeri girerken; adamı önemsemedi ğimi belirten bir tavırla. " Đçerde. Çok korktu kadınca ğız" diyerek kapatıyor kapıyı. "Niye, ne oldu ki ?" "Kızını kaçıracaklardı." Duraksayarak adama dönüyorum. "Maria'yımı?"

Page 37: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Maria'yı ya. Olay gözümün önünde oldu." "Kızda bir şey yok ya?" "Yok şükür. Bırakır mıyız Abi mahallemizin kızını Çingenelere." "Çingeneler mi? Tanıyor musun onları?" Sorum üzerine biraz çekinir gibi oluyor. Đki elini yana açıp, boynunu hafifçe sağa yatırarak: "Nereden tanıyayım Abi." "O halde kızı kaçırmak isteyenlerin Çingeneler oldu ğunu nereden biliyorsun?" "Görünen köy kılavuz ister mi Sedat Abi ? A şağısı Dolapdere. Her gün duyuyoruz bunların vukuatlarını. Hap satı şı onlarda, hırsızlık onlarda, küçük çocuklan kaçırıp dilendirmek onlarda. Onlardan ba şka kim..." Adamın sözleri Madam'ın salondan gelen sesiyle kesiliyor. " Şeref Bey o ğlum, gelen kimdir?" Şeref benimle konu şmayı bırakıp sesleniyor. "Sedat Abi geldi, Madam." Olayı bir de Madam'dan dinlesem iyi olacak. Salona do ğru yö-neliyorum. Şeref de peşim sıra geliyor. Salonun kapısında kar şılıyor Madam beni. "Ah Sedat Beyci ğim, ba şımıza geleni bir bilseniz." "Geçmi ş olsun Madam. Artık üzülmeyin, güvendesiniz." Önemli bir geli şme oldu ğu her halinden belli. Yine de nezaketi elden bırakmıyor. "Ah sa ğolunuz, sa ğolunuz hemencecik geliverdiniz. Kusuruma bakmayınız sizi kendim kar şılayamadım... Hâlâ şok içindeyim." " Şeref biraz anlattı." "Ah Şeref Bey o ğlum olmasaydı... Mana da Mine gibi kaybolacaktı." Bir an duraksıyorum. Bu kadın neler söylüyor? Şerefe bakıyorum. Sakin görünüyor, gözlerinde önemli bir i ş ba şarmanın verdi ği gurur okunuyor. "Yavrum şimdi katillerin, canilerin elinde olacaktı..." Madam'ın kesik kesik cümlelerinden olayı çözmek olanaksız. Yardımıma Şeref yeti şiyor. Böyle durumlarda ne yapılaca ğını bilen birinin rahatlı ğı içinde Madam'a dönüyor: "Önce bir sakinlesin Madam. Sedat Abi de bir soluklansın, sonra anlatırsınız" diyor. "Ah kusura bakmayınız" diyor Madam utangaç bir sesle. "Korkumdan ne yaptı ğımı biliyor muyum ben. Lütfen şöyle buyrunuz. Paltonuzu çıkarın, hasta olursunuz." Paltomu çıkarıyorum, yanımdaki koltu ğa bırakıyorum. Sonra tekerlekli sandalyesinin kar şısındaki koltu ğa yerle şiyorum. Şeref de sanki kırk yıllık ahbapmı şız gibi teklifsizce gelip yanıma oturuyor. "Her şeyi ba ştan anlatayım" diyor Madam. Endi şe gözlerinin içine kadar i şlemi ş, yaşlılı ğın çarpıttı ğı zayıf elleri, solgun iki yaprak gibi titriyor. "Bizim evin i şlerine bakan kadın, Hasibe Hanım ortalıkta yok. Yirmi gün kadar da gelmeyecekmi ş. Kızı do ğum yapmı ş. Çaresiz yine Maria'yı saldım alı şveri şe. Geçen gün de merdivenleri sildir-mi ştim yavruca ğa Gerçi o seviyor bu i şleri. A şağısını göremedim, ama bizim dairenin önünü pırıl pırıl yapmı ş. Neyse Maria'yı yolladım bakkala, ama sıkı sıkı da tembihledim, çabuk git çabuk gel, diye. Maria gitti gelmedi. Bir tela ştır aldı beni. Tekerlekli sandalyemi pencereye yakla ştırıp soka ğın giri şini gözlemeye ba şladım. Neden sonra bizim Maria yanında Şeref oldu ğu halde göründü. Yüre ğime sular serpildi. Serpildi de Şerefle birlikte gelmesinden kötü bir olay oldu ğunu sezinledim. Belki parayı kaybetmi şti Maria, belki de ne alaca ğını unutmu ştu yine. Oysa aklımın ucundan bile geçirmedi ğim korkunç bir olay olmu ş. Mariamı kaçırmaya kalkmı şlar. Benim zavallı kızımı..." Kadın daha fazla sürdüremiyor konu şmasını içini çekerek a ğlamaya ba şlıyor. Şeref benden önce davranıyor. "Üzülmeyin Madam" diyor. "Geçti artık. O yamuk herifler bir daha giremezler mahallemize." Madam tekerlekli sandalyesinde, oturdu ğu minderin altından bir mendil çıkarıp gözlerini kuruluyor. "Özür dilerim" diyor bana dönerek. "Maria'nın ba şına gelecekleri dü şündükçe aklım yerinden oynuyor." "Merak etmeyin" diyorum. "Artık Maria'ya bir kötülük yapamazlar. Sahi o nerede ?" Madam küçük bir çocuk gibi burnunu çekerek eliyle içerideki odayı gösteriyor.

Page 38: Ahmet Ümit -Sis ve gece

" Đçeridedir. Konu ştuklarımızı duymazsa iyi olur." "Bundan sonrasını isterseniz ben anlatayım" diyor Şeref. "Ne de olsa olayı gören benim." Ama Madam bırakmıyor ki anlatsın. "Ah siz olmasaydınız, kim bilir neler olurdu..." diye bu defa da Şerefe methiyeler düzmeye ba şlıyor. "Benim yerimde kim olsa aynı şeyi yapardı Madam, insanlık görevi... Hem onca yıllık kom şuyuz..." "Yok yok ben sizin bu insanlı ğınızı ödeyemem..." Madam'ın pohpohlamaları kar şısında Şeref de iyice gev şeyip koltu ğa yayılırken, suratına da aptalca bir gülümseme gelip yerle şiyor. Meraktan neredeyse gebermek üzere olan ben de kar şılıklı iltifatla şmanın sonunu bekliyorum. Bir ara bezgin bakı şlarımla kar şıla şan Şeref toparlanmak gere ği duyuyor. "Sedat Abi'yi merak içinde bıraktı ğımız yeter. Şu olayı anlatalım artık. Ben rahmetli pederden miras kalan bakkal dükkânını i şletirim. Dükkânımı görmüşsünüzdür. Soka ğın ba şında..." "Soka ğın ba şında mı ?" "Hatırlayamamakta haklısınız. Çünkü hem bakkallık, hem de komisyonculuk yapıyorum. Bizim dükkânın vitrininde satılık ve kiralık ev afi şlerini gördü ğünüz için bakkal de ğil, komisyoncu olarak hatırlıyorsunuz." Gülümsüyorum. Evet, komisyoncu dükkânını hatırlıyorum. "Bakkal dükkanı babam zamanında iyi i ş yapıyordu. Ama marketler ço ğalınca millet alı şveri şi oralardan yapmaya ba şladı. Biz de ne yapalım, bakkallı ğın yanı sıra komisyonculu ğa da ba şladık. Neyse, ben bu semtte do ğdum, bu semtte büyüdüm. Tanımadı ğım insan yoktur. Hatta birkaç kez sizi de gördüm. Affınıza sı ğınarak malumatınızı da Madam'dan aldım..." Laf mı vuruyor bu adam, diye dü şünürken, gözya şlarını kuru-lamı ş olan Madam yeniden söze karı şıyor. "Evet, sizden ve ye ğeniniz Mine'den söz etmi ştim ona." Yeğen mi o da nereden çıktı? Madam bizi amca ye ğen mi sanıyordu ? Yoksa mahallelinin dedikodusunu önlemek için mi böyle söyledi? Tuhaf! Şeref olayı anlatmayı sürdürüyor: "Madam'dan duydum çok üzüldüm. Mine Hanım da kaybolmu ş. Onu en son yirmi gün kadar önce eve gelirken görmü ştüm. Gece saat dokuz filandı. Bir taksiyle geldiler, yanında genç bir adam vardı..." Kaybolmadan birkaç gün önce olmalı, diye dü şünüyorum. Yanındaki de Fahri'dir. "Adam arabadan hiç inmedi. Mine Hanım yürüyerek eve girdi. Yani Abi gördü ğün gibi mahallede ne olup biterse hepsini bilirim ben. Yabancı birilerini görsem hemen tanırım. Terso bir i ş varsa kokusunu hemen alırım. Ö ğleye do ğru beyaz renkli Şahin marka bir otomobil geçti dükkânın önünden. Geçer, belediyenin yolu de ğil mi ? Şahin de geçer BMW'de geçer. Ama az sonra aynı araba bu defa da ters yöne geçmesin mi ? Gene olabilir, dedim, belki bir adres arıyordur; belki çıkmaz soka ğa girmi ştir. Ben böyle dü şünürken, hadi bir daha geçmesin mi araba. O ğlum Şeref var bunda bir i ş dedim kendi kendime, çıktım dı şarı. Yanlı ş anlama Sedat Abi bizim kanunsuz i şlerde parma ğımız yok. Ekmeğimizi namusumuzla kazanırız Allah'a şükür. Ama araba böyle art arda birkaç kez geçince kıllandım. Sokak da iyice tenha, bu herifler bizim dükkânı soymak mı istiyorlar falan gibi kötü şeyler takıldı aklıma. Dı şarı çıkıp baktım, araba yava ş yava ş ilerleyerek soka ğı dönüp gitti. Bo ş yere huylandın o ğlum Şeref diye söylenip i şimin basma döndüm. Ö ğleye do ğru nüfus sureti almak için muhtarlı ğa gitmem gerekiyordu. Küçük karde şimi dükkânda bırakıp soka ğa çıkınca bir de ne göreyim. Bizim araba kö şeye park etmemi ş mi? Đçinde de üç ki şi oturmu ş, sigara içip konu şuyorlar. Beni fark ettiler, ama dikkat çekmemek için önemsemez göründüler. Ben yemedim tabiî. Yemedim de o anda aklıma ba şka bir şey geldi. Ya arabadakiler polisse ? Olamaz mı ? Sen daha iyi bilirsin Abi, hani suçüstü yakalamak için filan. Sivil vaziyetleri... Soka ğın alt tarafına da üç homo ta şındı. Fuhu ş, kavga, rezalet ne istersen hepsi onlarda. Mahalleliye dövüp atalım şunları dedim, millet dinlemedi. Karakola dilekçeler filan verildi. Hani, dedim belki polis olaya el koydu, homoları takip i şi filan vardır. Ne yalan söyleyeyim, böyle dü şününce biraz rahatladım. Gene de ne olur ne olmaz diye adımlarımı açtım, bir solukta muhtarlı ğa vardım. Tabiî bizim Muhtar Akif Amca

Page 39: Ahmet Ümit -Sis ve gece

yine yerinde yoktu. Yerine bakan gerzek o ğlu da ne zaman dönece ğini bilmiyordu. Çaresiz derdimi o ğlana anlatıp dükkâna döndüm. Döndüm ki ne göreyim, arabanın yönü de ği şmiş, Madam'ın evinin bulundu ğu çıkmazın önünden a ğır a ğır bizim dükkâna do ğru geliyor. Arabadakiler de kaldırımda yürüyen biriyle konu şuyorlar. Dikkatle bakınca konu ştuklarının bizim Madam'ın kızı oldu ğunu fark ettim. O anda kafamda bir şimşek çaktı. Bunlar polis olamazlardı; garanti Maria'ya bir kötülük yapacaklardı. Hemen dükkâna girdim, ekmek bıça ğını kaptı ğım gibi soka ğa fırladım. Otomobildekiler henüz beni görmemi şlerdi. Önde, şoförün yanında bir ki şi vardı; arkadaki herif ise camı açmı ş, hareketlerinden anladı ğım kadarıyla Maria'yı otomobile davet ediyordu. Maria'mn hiç de korkmu ş bir hali yoktu. Neler olup bitti ğini bile anlayamamı ştı zavallı. Bu arada otomobil kıza iyice yakla ştı ve arkadaki adam Maria'nın elinden tutup, onu otomobile do ğru çekti. Bu davranı ş Maria'yı sinirlendirdi, kolunu geri çekti. Adam elini tutmak istedi, ama biliyorsunuz Maria güçlü kuvvetli bir kız; adamı nerdeyse yan beline kadar dı şarı çekti. Acıyla yüzünü buru şturan adam çareyi Maria'nm elini bırakmakta buldu. Bunun üzerine araba durdu. Öndeki adam kararlı bir tavırla kapıyı açıp dı şan çıkmaya yeltendi ki, ben yeti ştim. Elimdeki bıça ğı sallayarak: "Ulan Allahsızlar, ne istiyorsunuz kızdan ?" diye ba ğırarak üzerlerine yürüdüm. Dı şan çıkmaya çalı şan adam bir an duraksa-dı. Sonra arabaya geri dönerek hızla kapıyı kapadı. Sürücüye bir şeyler söyledi. Sürücünün dudaklanmn kıpırdadı ğım gördüm; ihtimal bana küfrediyordu. Ben de ana avrat söverek arabanın üzerine yürüdüm. Aramızda bir buçuk iki metre mesafe kalmı ştı ki, motorundan büyük bir homurtu yükseldi ve araba hızla üzerime gelmeye ba şladı, Allah'tan yolun kenanndaydım, hemen kendimi kaldırıma attım. Araba erimi ş kar sularım üzerime sıçratarak hızla yanımdan geçti. Arkalarından ko ştum ama yeti şemedim." "Plakasını almadın mı ?" diye soruyorum. Kurnazca gülümsüyor, "Ayıpsın Sedat Abi, almaz mıyız. Daha arabayı ikinci görü şümde, yazmı şım kafaya plakayı. '34 KZ 763'. Neyse herifler tüyünce ben Maria'nın yanına geldim. Elimde bıça ğı görünce iyice korkmu ştu kızca ğız tabiî. Bıça ğı hemen paltomun altına zulaladım. Kızı teskin etmeye çalı ştım. Yürûi sapsarı olmu ştu. 'Gel dükkâna gidelim' dedim. 'Oynamayaca ğım... Oynamayaca ğım... Oynamayaca ğım i şte...' diye söylenerek ayaklarını yere vurmaya ba şladı. 'Tamam oynama, gel seni eve götüreyim' dedim. Yine 'Oynamayaca ğım... Oynamayaca ğım... Oynamayaca ğım...' Sokak ortasında belki beş dakika öyle dikildik. Sonra elinde tuttu ğu kâ ğıt parçasını gördüm. Anladım ki Madam onu bana yollamı ş. 'Bakkaldan ne alacaksın ?' dedim. î şe yaradı. 'Ekmek, çay, bir de...' hatırlayamadı. Kâ ğıdı alıp baktım: sabun. 'Gel bunları alalım' dedim. Hiç zorluk çıkarmadan geldi. Bir anda her şeyi unuttu..." Bir an duraksıyorum. Yoksa Maria diye Mine'yi mi kaçırdılar ? Olabilir mi? Madam'la göz göze geliyoruz. O da aynı ihtimali dü şünüyor galiba. Hayır canım, böyle bir yanlı şlık olamaz. Maria'yı kaçırmaları için geçerli bir neden yok... Hem Mine'yi bu adamlar 83 kaçırdılarsa niye hâlâ Maria'nın pe şinde dola şsınlar? Dü şüncelerim çok derinlerden gelen bir telefon sesiyle bölünüyor. Madam, tekerlekli sandalyesinin hemen yanındaki sehpada duran telefonun almacını kaldınyor. "Alo? Buyrun kimi aradınız... Sedat Bey mi? Bir saniye." Madam bana dönerek: "Size" diyor. Almacı alıyorum. "Alo?" "Alo Amirim, ben Mustafa." "Söyle Mustafa benim." "Komiser Naci aradı." "Not bıraktı mı?" "Sinan yann saat ll:00'de gelecekmi ş. Sizin daha erken orada olmanız gerekiyormu ş. Oyuna çalı şacakmı şsınız. Böyle söyle o anlar, dedi."

Page 40: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Tamam anladım. Burada yeni geli şmeler var. Sana i ş dü ştü. Beyaz, Şahin marka bir otoyu ara ştıracaksın, sahibi kimdir, sabıkası falan var mıdır, bir ö ğren. Plakasını söylüyorum, bir saniye..." Şerefe dönüyorum. "Neydi şu otomobilin plakası ?" "34 KZ 763" diye harflerin ve sayılann üstüne basa basa söylüyor. "34 KZ 763" diyorum Mustafa'ya. Aynca Hüssam Pa şa Soka ğı, Girit Çıkmazı'ndaki 23 numaralı binanın çevresine devriye çıka-nlmasını istiyorum. Asayi ş şubesine resmî bir yazıyla ba şvur. "Anla şıldı Amirim tamam." "Görü ştü ğümüzde daha aynntılı konu şuruz." "Tamam Amirim ho şçakalın." Telefonu kapatıp, Madam'a dönüyorum. "Onlan yakalayaca ğız" diyorum, ama kafamı kurcalayan bir şey var; Madam'a mı, Şerefe mi yoksa kendime mi oldu ğunu bilmeden soruyorum: "Anlayamadı ğım şu, Maria'yı neden kaçırmak istiyorlar?" Şeref anlayamadı ğıma şaşmış gibi: "Dilencilik yaptıracaklar Abi" diyor. "Zaman çok kötü oldu. Memleket yamyam dolu. Đnsanlann para için yapmayacakları i ş yok. Kendi kulaklarımla duydum; saralı, aklı yerinde olmayan ço-cuklan kaçınp dilencilik yaptınyorlarmı ş." "Biliyorum. Ama Maria çocuk de ğil ki? Kocaman bir genç kız." "Öyle demeyin Sedat Bey" diyor Madam bo ğuk sesiyle. "Görü- 84 nüsü öyle, ama üç ya şındaki bir çocuktan ne farkı var onun." "Hayır, yani dilencilik için pek uygun de ğil demek istiyorum. Onlar, daha çok kimsesiz çocukları bu i şlerde kullanırlar. Kimsesiz ve ya şlan küçük çocukları. En çok da çelimsiz ve masum yüzlü olanları. Çocukları ilkel ameliyatlarla sakat bırakırlar, insanlar acıyıp daha çok para versin diye." "Aman Tanrım... aman Tanrım" diye deh şet içinde söylenerek pe ş pe şe istavrozlar çıkarıyor Madam. Zavallı kadının halini görünce böyle söyledi ğime pi şman oluyorum. "Yani Maria için böyle bir şey söz konusu olamaz, demek istiyorum. Belki yalnızca sarkıntılık yapmak isteyen serserilerdi." "Yapma gözünü seveyim Sedat Abi" diye kar şı çıkıyor Şeref. "Sarkıntılık yapacak herif, sabahtan ak şama kadar kızın yolunu gözler mi?" Söyledikleri do ğru. Ama Madam'ı daha fazla tedirgin etmek istemiyorum. "Olmayacak i ş yok. Bu meslekte neler gördük biz" diye yuvarlayarak lafı deği ştiriyorum. "Adamları görsen tanırsın de ğil mi?" "Anında tanırım Abi. Sen yeter ki onları bul." "Sen de adresini ver, yüzle ştirme filan gerekirse..." Hiç beklemedi ğim bir şey oluyor. Sabahtan beri mahallenin aslanı gibi atıp tutan Şerefin yüzü kararıyor. "Aman Abi" diyor. "Bunlar kalle ş adamlardır. Onları benim gammazladı ğımı anlarlarsa, ba şım belaya girer." "Merak etme" diyorum bıyık altından gülerek. "Aynalı odadan bakarsın. Seni onlara göstermeyiz." Şeref tedirginli ğini üstünden atamıyor, ama ısrarım kar şısında adresini vermemezlik de edemiyor. Şerefin adresini not defterime yazdıktan sonra Madam'a dönüyorum. "Siz de korkmayın artık. Duydunuz, merkeze bildirdim, bu geceden itibaren sürekli polis bulunacak. Ayrıca plaka numaraları elimizde. En kısa sürede yakalayaca ğız onları." Onuncu bölüm Otomobilim sitenin bahçesine girdi ğinde hava yeni kararmaya ba şlıyor. Eve neden böyle erken geldi ğimi bilmiyorum. Belki yapacak i şim olmamasından; Madam'ın evinden çıkınca tamirciye u ğrayıp arabayı aldım. Mustafa, Maria'ya sarkıntılık eden herifleri ara ştırıyor. Yann sabah 1. Şube'de Sinan'la görü şece ğim. Yıl-dız'a, büroya da gidebilirdim, ama ne amcamın ne de ba şka birinin yüzünü görmek içimden gelmiyor. Üzerimde bir yorgunluk var; bedensel bitkinlikten çok duygusal bir yorgunlu ğa benziyor. Çalı şırken kayboluyor, ama yalnız kalınca yeniden depre şiyor. Sanırım ya şamımın en kötü dönemini geçiriyorum.

Page 41: Ahmet Ümit -Sis ve gece

Aslında yeni bir durum de ğil bu Yıldırım'ın öldürülmesiyle ba şladı, ama giderek daha beter bir hal alıyor. Ne kadar bela varsa hepsi üst üste geldi. Yıldırım ilk darbeydi, hiç beklemedi ğim bir yıkım. Belki de kendi içime kapanmamalı onun bıraktı ğı yerden sürdürmeliydim. Neye yarardı ? Binba şı Yıldırım'dan sonra Yüzbaşı Sedat da bir sabah i şe giderken kimli ği belirsiz ki şilerin açtı ğı ate ş sonucu öldürülemez miydi ? Buna de ğer mi ? Mine'yle kar şıla ştı ğımda kafamda bu soru vardı. "Buna de ğer mi?" Biraz da Mine'nin etkisiyle bu soruyu yanıtlamayı erteledim. O benim için bir kaçı ş oldu. Mine'nin varlı ğı Yıldınm'ı dü şünmememi sa ğladı. Belki korkumun kamuflajı oldu. Ama daha önemlisi ona â şık oldum. Soluk almaktan, yemekten, öpü şmekten, deniz kenarında yürümekten, ya şamdaki basit olaylardan, küçük zevklerden tat almaya başladım. Bizim meslek çok kıskançtır, insanın zamanının, enerjisinin tümünü ister; e şmiş, çocukmu ş, sevgiliymi ş bunlar ikincil olmak durumundadır. Hatta onların ya şamı bile i şe göre belirlenmeye ba şlar. Đyi bir e ş, şefkatli bir baba, romantik bir sevgili olmak istesek bile bunu ba şarmamız zordur. Mine, beni i şimin kıskacından kurtardı. Yeniden normal ya şama dönmemi sa ğladı. Belki Yıldınm'la yapmaya karar verdi ğimiz i şleri gerçekle ştiremedim, belki inancımı yitirdim, ama ya şama sevincimi kazandım. Şimdi Mine yokken, yeniden ba şa dönmü ş gibiyim. Aynı tatsızlı ğı hissediyorum... Otomobili park edip dı şarı çıktı ğımda, kapıcı Necati saygıyla kar şılıyor beni. Hiç görmedim nereden çıktı bu adam. "Geçmi ş olsun, Sedat Bey" diyor ezik bir tavırla. "Duyunca çok üzüldük." "Sa ğolasın Necati Efendi" diyerek otomobilin kapısını kapıyorum. "Nasılsınız, iyicesiniz in şallah ?" diyerek pe şim sıra yürümeye ba şlıyor. "iyiyim iyiyim..." "iyi görünüyorsunuz ma şallah." Asansörün önüne gelince soruyorum: "Çocuklar nasıl?" Yüzü gölgeleniyor, yine de asansör kapısını açmayı ihmal etmiyor. "Nasıl olsunlar, bildi ğiniz gibi Sedat Bey." On yedi ya şında bir o ğlu, on bir ve sekiz ya şlarında iki kızı var; üçü de zekâ özürlü. Akraba evlili ği yapmı ş, karısı amcasının kızı. Asansöre binene kadar kapının önünde bekliyor. Asansörün kapısını kapatırken abartıya kaçan saygılı tavrıyla: " Đyi ak şamlar" demeyi de unutmuyor. Geçen yıl apartman sakinleri onu i şten çıkarmayı istemi şlerdi. A ğır kanlıymı ş, gönderilen yerden geç geliyormu ş. Benim çabamla kaldı. Şimdi daha dakik. Bana saygısı da bu yüzden, biraz da polis olmamın verdi ği korku. Evet, beni sitedekiler polis olarak tanırlar. Đstihbaratçı oldu ğumu gizlemek için avukat ya da i ş adamı oldu ğumu da söyleyebilirdim, ama i şi dü şenler ba şımı ağrıtabilirlerdi, bu yüzden polis olmayı seçtim. Böylece site sakinleri daha mesafeli duruyorlar ve mesle ğim fazlaca meraklarını çekmiyor. Yedinci katın dü ğmesine basarken, kapıcının çocuklarını dü şünüyorum. Okul yok, i ş yok bütün gün, yalnızca evlerinin önündeki kaldırımı görebilen küçük pencereli bodrum katında oturup gelip geçenlerin ayaklarını izliyorlar. Bazen de anneleri üçünü el ele tutu şturup gezmeye götürüyor. Onlarla sokakta birkaç defa kar şıla ştım, dikkat ettim, çocukların her biri ayrı yönlere bakıyordu. Gözlerinde ne bir merak ne bir şaşkınlık öylece, paytak adımlarla yürüyorlardı. Asansör sarsılarak, yukarı do ğru çıkarken, Madam'ın evinde konu şulanlar geliyor aklıma"Özürlü çocukları kaçınp, dilencilik yaptınyorlarmı ş." Bizim kapıcı da bu kaygıyı ta şıyor mu acaba? Belki de benim çocuklarıma bir şey olmaz, diye düşünüyordur. Çocuklarından birini alıp götürseler sevinir belki. Aldı ğı parayla bu kadar ki şiyi geçindirmek çok zor olmalı... Neler dü şünüyorum! O kadar da değil, geçinemiyor diye insan çocu ğunun kaçırılmasını ister mi? Madam nasıl titriyor kızının üstüne. Kızımı kaçıracaklar diye nasıl da korkuyor kadınca ğız... Ya Madam kaygısında haklıysa? Gerçekten de Mine'yi, Maria sanarak kaçırdılarsa. Ben bile onu Mine sanmadım mı ? Mine'nin kaçırmak istedikleri kız olmadı ğını anlayınca da onu öldürüp bir yere gömmü şlerdir. Hayır, hayır... Bu olamaz. Dilendirmek için Maria'nın ya şı çok büyük, üstelik onu arayıp soracak annesi, yakınları var. Adamlar ba şlarının derde girece ğinden korkarlar. Sonra

Page 42: Ahmet Ümit -Sis ve gece

bana düzenlenen suikast, Fahri... Ölü ele geçen öteki terprist... Yok canım bu olanaksız. Asansör durdu ğunda, aptalca oldu ğunu bile bile hâlâ bu kaçırılma olasılı ğına kafa yoruyorum. Kapıyı açıp koridora çıkıyorum. Koridor karanlık, alı şkanlıkla elektrik dü ğmesine uzanıyor ellerim. Belki de dilendirmek için de ğil de, zengin ülkelerdeki ya şlı hastalara organ nakli yapabilmek için Maria'yı kaçırmak istemi şlerdir. Özürlü bir çocu ğu ne kadar ararlar ki ? Kaçırdıkları kızın Maria değil de Mine oldu ğunu anladıklarında onlar için bir şey fark etmemi ştir. Satacakları organ nasıl olsa ellerindeki genç kızda var... Mine'nin parçalanmı ş bedeni gözlerimin önüne geliyor. Bu görüntüyü kovmak için kafamı sallıyorum. Neler dü şünüyorum... Böyle bir şey olamaz. Organ nakli için kaçırma olaylarının Türkiye'de olup olmadı ğını bile bilmiyorum. Ö ğrenmek lazım. Hadi canım nesini öğrenece ğim, düpedüz saçmalık bu. Duydu ğum sesle irkiliyorum. O zaman kendi kendime konu ştu ğumu fark ediyorum. Đyi ki koridorda kimse yok. Melike erken geldi ğime çok seviniyor. Tek üzüntüsü yeme ği hazırlamamı ş olması. Đkizler oturma odasında televizyonda, kahramanları robotlar olan bir çizgi film izliyorlar. Filme öyle dalmı şlar ki geldi ğimi fark etmiyorlar bile. Arkalarından usulca yakla şıp, kızlarımı sımsıkı kucaklamak iste ği kabarıyor içimde, yanlarına gidecekken: "Yine Sevim Hanım geldi" diyor Melike. "Seninle konu şmak istiyor." Canım sıkılıyor, yine a ğlayacak, Mine'yi soracak. Onunla kar şıla şmak istemiyorum. "Yarın görü şürüz" diyorum. "Önemli oldu ğunu söyledi. Gelince mutlaka beni arasın dedi." Anla şılan Melike de kadının gelmesini istiyor. Kafasının içi sorularla dolu, bana hissettirmemeye çalı şsa da bir şeyler sezinledi ğine eminim. "Sana bir şey söyledi mi ?" "Hayır, ben de sormadım zaten, ama çok tedirgindi." "Tedirgin mi ?" Ben de merak etmeye ba şlıyorum. "Kötü bir haber mi var acaba?" Melike, bilmiyorum dercesine hafifçe omzunu yukarı kaldırıyor. Đçerde televizyon izleyen kızlarıma bakıyorum, onları kucaklama iste ğim kayboluyor. "O halde ça ğıralım Sevim Hanım'ı" diyorum. Melike telefonun almacını kaldırırken, ben de yüzümü yıkamak için banyonun yolunu tutuyorum. Neden çocuklarımın yanına gitmekten vazgeçtim ? Mantı ğımla verdi ğim bir karar de ğil, duygusal bir tepki. Ama basit bir açıklaması da var; Mine'den haber almam daha önemli. Đnanın bana, bu, çocuklarımı sevmem için de gerekli. Tuhaf bir duygusal denge olu şmuş içimde. Bu dengenin bir ucunda Mine yer alıyor, öteki ucunda Melike ile çocuklar var. Mine'nin kaybolmasıyla bu denge bozuldu, sanki onunla birlikte, Melike'yi ve kızlarımı da yitirdim. Belki yadırganacak bir durum; ikisiyle birlikteyken hiç suçluluk duymuyordum; ne Mine'ye ne de Melike'ye kar şı. Sanki iki kadınla birlikte ya şamak benim için normal bir şeydi. Yıldırım haklı galiba; erkeklerin çoke şli oldu ğunu söylerdi. Ama o hiçbir zaman karısı dı şında birine â şık olmadı, pek sık olmasa da geçici ili şkiler ya şamakla yetindi. Ya şadıklarını orada bıraktı, her defasında evine döndü. Amcamın ise böyle bir ili şkisini duymadım, oldu ğunu da sanmıyorum. Evine bağlı bir erkek, i şine ba ğlı demek daha do ğru aslında. Çünkü onun gözünde ev de istihbarat faaliyetinin bir parçası bu durumda yengem de lojistik destek memurundan ba şka bir i şlev ta şımıyor tabiî. Amcama böyle söylesem nasıl da kızar bana. Hemen ailenin kutsiyetinden söz etmeye koyulur. Oysa hepimiz için gerçek bu; e şlerimiz bizim destekçilerimizden ba şka ne ki ? Asıl anlayamadı ğım kadınlarımızın buna neden katlandı ğı ? Neden bizi terk edip gitmedikleri ? Belki onlar da i şin gizine, büyüsüne kapılıyorlar. Önemli görevler yüklenen birine kar şı hissedilen a şağılık kompleksiyle, durumlarını kabulleniyorlar. Bu tutumları onları daha çok sevmemizi sa ğlamasa da, bizlere sorunsuz ya şam alanları yarattıkları için ho şumuza gidiyor. Ama bu ho ş- lanma sık sık bıkkınlık duygusuyla da yer de ği ştiriyor. Fırtınalı mesle ğimizin kar şıtı olan dingin bir aile ya şamının da zaman zaman bizlere yetmedi ği oluyor. Mine'yle ili şkim ba şlamadan önce karımdan sıkıldı ğımı hatırlıyorum. Hatta aramızdaki sevginin iyice tükendi ğini dü şündüğüm anlar bile oluyordu. Ama Mine'yle ili şkiye girince tuhaf bir biçimde evlili ğim de canlanmaya ba şladı.

Page 43: Ahmet Ümit -Sis ve gece

Melike'yi bamba şka bir gözle görme olana ğı buldum. Sanırım karım da bende deği şiklikler oldu ğunu fark etti ya da en azından kadınca bir duyguyla bunu sezdi. Giderek rutinle şen sevi şmelerimiz bile daha ate şli olmaya ba şladı. Đki kadınla birlikte olmanın belki aptalca, ama aynı zamanda bir erke ğe gurur benzeri duygular tattıran keyfini ya şamaya ba şladım. Birine a şıktım, ötekini seviyordum. Đkisiyle birlikte mutluydum. Tek sorun bu duygumu ikisine birden anlatamayı şımdı. Kendime itirafta güçlük çeksem de sanırım Melike'den ayrılamayı şımın nedeni de buydu... Lavabonun aynasında yorgun bir suratla kendini anlamaya çalı şan bu adama bakıyorum. Gülümsüyorum, bu öyle zoraki bir tavır ki aynadaki adamın yüzü acıklı bir hal alıyor. Muslu ğu açıyorum, suyun sesi kulaklarımda çınlıyor. Avuçlarımı buz gibi suyla dolduruyorum. Đçim ürperiyor, ürpertinin beni zinde tutaca ğına inanıyorum, suyu yüzüme çarpıyorum. Çıplak bir uyarı bedenime yayılıyor. Bir kez daha, bir kez daha; şimdi daha iyiyim. Keyifle havluya uzanıyorum. Yüzüme bastırdı ğım yumu şak havludan mis gibi bir koku yayılıyor; lavanta mı ? Hayır bu, Melike'nin kokusu. Elini sürdü ğü yerde bu kokuyu bırakıyor. Havluyu ikinci kez koklarken kapının zilini duyuyorum. Sevim Hanım olmalı, sandı ğımdan daha çabuk geldi. Gerçekten de önemli bir haber var galiba. Banyodan aceleyle çıkıyorum. Mine'nin annesini antrede kar şılıyorum. Mine gibi o da minyon tipli, daha ilk bakı şta kızını andırdı ğı fark ediliyor. Alın yapısı, kalkık burnu, kalın dudakları tıpkı kızı. Ama Mine ondan daha farklı, daha güzel değil de, nasıl söylesem yüzü, mimikleri daha anlamlı. "Hoş geldiniz" diyerek elimi uzatıyorum. Kadın elimi sıkıyor, yüzü oldukça gergin, çenesinin titredi ğini fark ediyorum. "Sizinle konu şmam lazım" diyor. "Tabiî, buyurun" diyorum çalı şma odamı göstererek. Yürürken dayanamayıp soruyorum: "Ne oldu Sevim Hanım, yoksa Mine'den bir haber mi var?" "Hayır" diyor, umutsuz bir halde ba şını sallayarak. "Ke şke öyle olsaydı." Odaya girince pencerenin kenarındaki koltu ğa oturuyor. Ben de kar şısındaki iskemleye ili şiyorum. Melike kalsın mı gitsin mi karar veremeden bir süre ayakta eğle şiyor. Sevim Hanım'a bakıyorum, sözü geciktiriyor, anla şılan Melike'nin konu ştuklarımızı duymasını istemiyor. "Bize biraz izin verir misin Melikeci ğim ?" diyorum onu kırmaktan da çekinerek. "Elbette" diyerek toparlanıyor Melike. "Size birer kahve yapayım mı?" diye soruyor, sanki odada bulunma nedeni buymu ş gibi. "Sa ğol şekerim, hiçbir şey istemem" diyor Sevim Hanım kararlı bir sesle. Bir an kadının Mine'yle ili şkimizi ö ğrendi ğini, bu nedenle beni suçlamaya geldi ğini dü şünüyorum. Allah'tan karım burada olmayacak. Melike kapıyı kapatıp çıktıktan sonra, "Metin size neler anlattı?" diye soruyor öfkeyle. Bir an olayları toparlayamıyorum. "Metin mi?" "Metin, Mine'nin babası..." "Haa Metin Bey! Evet, bu sabah konu ştuk. Almanya'ya dönecekti." "Doğru, şu anda uçakta olmalı. Beni havaalanından aradı. Yine içmi şti. Mine'nin kaybolmasından beni sorumlu tutuyor. Ceyhun hakkında olur olmaz şeyler söyledi..." Sevim Hanım konu ştukça öfkesi daha da artıyor. Neredeyse ba ğırarak konu şuyor. "Güya Ceyhun Mine'ye a şıkmı ş da... Mine ona yüz vermemi ş de, anlıyorsunuz de ğil mi? 'Hepsini Sedat Bey'e anlattım' dedi. Ona inanmayın. Bize kötülük etmek istiyor." Kadının sözleri beni rahatlatıyor, demek bana de ğil Metin Bey'eymi ş bütün kızgınlı ğı. Ama alttan almıyorum. "Hiç de kötülük yapacak birine benzemiyordu." "Görünü şü öyledir, efendi bir adam sanırsınız. Onu tanımak için 14 yıl birlikte yaşamak lazım." "Size sert mi davranıyordu?" "Bo ş verin, bunun konumuzla ilgisi yok." "Kızınız hakkındaki her bilginin konumuzla ilgisi var. Hiç önemsemedi ğimiz bir ayrıntı onu bulmamızı sa ğlayabilir."

Page 44: Ahmet Ümit -Sis ve gece

Bir an anlatsam mı anlatmasam mı ikircimi içinde yüzüme bakıyor, sonra ba şını sallayarak vazgeçiyor; "Utanç verici bir şey." "Suçların altında genellikle utanç verici şeyler yatar." "Ne demek istiyorsunuz ?" "Hiiç. Yalnızca olanları bilirsem, daha do ğru akıl yürütebilirim, diyorum." Bir süre dü şündükten sonra: "Peki" diyor. "Size anlataca ğım. Kimseye söylemeyeceksiniz ama." "Bana güvenebilirsiniz." "Metin nasıl evlendi ğimizi anlatmı ştır. Çok zor durumdaydım. O zamanlar biz, günümüz gençleri kadar serbest de ğildik. Bir delikanlıyla flört edince hemen adınız dola şmaya ba şlardı ortalıkta. Ceyhun'la ortaokul üçüncü sınıftan beri birbirimize â şıktık. Lise son sınıfta çok yakınla ştık, ben istemiyordum ama, Ceyhun'a engel olamadım birlikte olduk. Đki ay sonra hamile kaldı ğımı ö ğrendim. Ceyhun çok gençti. Ailesine kar şı çıkamadı, beni o halimle bırakıp Ankara'ya okumaya gitti." "Bunları biliyorum, Metin Bey anlattı." "Evet, sonra Metin geldi. Çok çirkin bir adamdı. Beni görmü ş, be ğenmi ş. Teyzesi ağzımı yokladı. Önce istemedim, sonra dü şününce bunun evden kurtulmam için bir fırsat oldu ğunu anladım. Evdeki ya şamım bir cehennem azabına dönü şmüştü. Babam her gün beni a şağılıyordu, hatta bir keresinde beni intihar etmeye te şvik edici sözler söyledi. Bazen beni öldürecekler diye korktu ğum bile oluyordu. Metin'in teklifini kabul ederek bu evden kurtulabilirdim. Hem Metin yakı şıklı sayılmasa da iyi bir insandı. Bildi ğiniz gibi evlendik. Evlili ğimizin ilk haftası Đstanbul'da kaldık. Her şey güzeldi. Annemin babamın bana kar şı tavırları de ği şmişti. Yine onların biricik kızı olmu ştum. Almanya'daki evde ikinci haftamızdı. Yataktaydık..." Sevim Hanım ba şını önüne e ğiyor. "Neden sustunuz ?" diyorum. "Anlatmaya utanıyorum" diyor. "Utanacak bir şey yok. Burada i ş konu ştu ğumuzu dü şünün." Başını kaldırıp mahcup gözlerle yüzüme bakıyor, bu davranı şının yapay mı yoksa içten mi oldu ğunu tam olarak kestiremiyorum. Sonunda konu şmaya karar veriyor. "Metin o gece ba şarısız oldu. Zaten bünyesi pek sa ğlam de ğildi sık sık hastalanıyordu. Çok utandı, onu yatı ştırdım. Bunun önemli olmadı ğını söyledim. Sonraki gecelerde düzelmeye ba şladı. Ama birlikte oldu ğumuz gecelerin sayısı giderek azalmaya ba şlamı ştı. Birkaç yıl sonra ise artık hiç sevi şemiyorduk. Önceleri büyük rahatsızlık duyan Metin sanki bu duruma alı şmış gibiydi ya da her defasında ba şarısız olmak onu yıldırmı ş, artık denemek bile istemiyordu. Yalnızca bir kez "Bu kömür oca ğından kurtulmam gerek" demi şti. Maden oca ğının muhasebe müdürü iyi bir adammı ş. Adam, Metin'e senin gibi birinin ocakta çürümesine razı olamam gibilerinden bir şeyler söylemi ş. "Yakında beni yukarıya alacaklar" dedi. Söyledi ği de oldu. Metin'i ocaktan alıp, madenin güvenlik biriminde çalı ştırmaya ba şladılar. "Güvenlik birimi mi?" "Maden i şletmelerini koruyan özel polis gibi bir şey." " Đlginç. Kaç yıldır çalı şıyor orada?" "Dört ya da be ş yıl kadar oluyor. Bir yıl kadar gizli çalı ştı, i şçiler hakkında rapor hazırlayacakmı ş. Sonra onu yukarı aldılar." "Hâlâ bu özel güvenlik örgütünde mi?" "Evet, o Alman herifin çok büyük etkinli ği var i şletmede." "Adını hatırlıyor musunuz ?" "Adama Rolfi, derdi, ama adı Rolf Schmitz'di." Söyledi ği ismi not defterime yazıyorum. Önemli bir bilgi saydı ğımdan de ğil, ama soru şturmakta yarar var. Sevim Hanım elimdeki kaleme bakarak: "Mine'yi bunlar kaçırmı ş olabilir mi?" diyecek oluyor. "Hayır, hayır öyle bir şey yok, yalnızca bilgi topluyorum. Peki sonra ili şkiniz düzeldi mi ?"

Page 45: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Hayır, hiçbir de ği şiklik olmadı. Do ğrusunu söylemek gerekirse ba şlarda benim için de çok önemli de ğildi bu. Çünkü Metin'i sevmiyordum. Ceyhun'dan aldı ğım hazzın kırıntısını bile bulamamı ştım Metin'de. Kendimi kızımı büyütmeye vermi ştim. Hatta yatakları bile ayırdım, Mine'yle yatmaya ba şladım. Sevi şmeyi düşünmek bile istemiyordum." "Metin Bey'in size kar şı tavırları nasıldı ?" "Anlattım ya sanki hiçbir şey olmamı ş gibi davranıyordu bana. Evde bir kadının bulunması, çocu ğunun olması ona yetiyordu. Belki de annesini buluyordu bende. Sıcak bir yuvada ya şama duygusunu tadıyordu böylece. Bu durum, Türkiye'de Ceyhun'la kar şıla şıncaya kadar sürdü. Açık söylemek gerekirse Ceyhun'u görünce ilk genç kızlı ğımdaki kadar büyük bir heyecan duydum. Ama umuda kapılmam için de bir neden görmedim. Onun da evlenmi ş oldu ğunu dü şünüyordum. Şöyle bir konu şup ayrıldık. Ertesi gün beni buldu, hâlâ sevdi ğini söyledi. Hiç evlenmemi ş, yıllardır suçluluk duygusu içinde ya şamış. Özür diledi. Biraz sitem ettim, ama ne yalan söyleyeyim, ben de hâlâ ona tutkundum. Tahmin edece ğiniz gibi eski ili şkimiz yeniden alevlendi. Almanya'ya 93 döndükten sonra ben olanları Metin'e anlatacakken mektup olayı çıktı. Metin olgun bir insan gibi davrandı, ama bana ve Ceyhun'a kar şı büyük bir öfke besledi ğini hissediyordum. Hiç zorluk çıkarmadan benden bo şandı. O kadar iyi davranıyordu ki suçluluk bile duydum. Ama onu sevmiyordum ve henüz ya şım gençti." "Ya kızınız ?" diye kaçıveriyor a ğzımdan. Çünkü Mine'nin Ceyhun'u sevmedi ğini biliyorum. Onun anlayı şsız ve hastalık derecesinde pinti oldu ğunu söylerdi. Mine'yi asıl şaşırtan annesinin bu adama nasıl â şık olabildi ğiydi? "Evlenince Ceyhun kendi çocu ğuymuş gibi sevdi Mine'yi. Ona şefkat gösterdi, korumak istedi. Ama Mine hep tartı şma çıkardı, hep sorun yarattı. Bakın, Mine benim kızım, canımın bir parçası, ama do ğruyu söylemek gerekirse, çok düşüncesizce davrandı, güvenimizi bo şa çıkardı. Serbest bir kızdı. Daha lisedeyken bir sürü sevgilisi vardı. Çok rahattı." "Ama" diyorum. "Çocuklu ğu Almanya'da geçmi ş, farklı gelenek göreneklerle büyümüş." "Doğru. Uyum zorluklarını birlikte ya şadık. Lise yıllarında neler çekti ğimi bir Allah bir de ben bilirim. Okula ba şladı ğı sıralar iki günde bir gelir, 'Almanya'ya gidelim' diye a ğlardı. Zorla yatı ş-tırırdım. Bir yandan Mine'nin uyum sa ğlaması için çırpınır, bir yandan Ceyhun'u ikna etmeye çalı şırdım. Çoğunlukla da ikisinin arasında kalırdım. Ama şimdi dü şünüyorum da haksız olan Mi-ne'ydi. Bizim için Almanya bitmi şti, artık orayı unutması lazımdı. Ceyhun namusuna çok dü şkün adamdır. Önce iyilikle konu ştu, Mine tınmadı; ceza verince de kötü baba oldu. Ben kızımı bilirim, bu tartı şmaları bahane ederek Metin'den para sızdıracaktı. Sorumsuzca ya şamak istiyordu. Ona defalarca yalvardım, 'Ba şına bir i ş gelir kızım' dedim, dinlemedi. Üniversiteye girince iyice yoldan çıktı. Babasının yolladı ğı parayla gitti o Kurtulu ş'taki evi tuttu. Yine bırakmadım pe şini, 'Orayı atölye olarak kullan, gel bizim evde kal' dedim, dinletemedim. Sevim Hanım'ın sesi titremeye ba şlıyor. Sonunda olanlar oldu i şte. Ne dirisi ne ölüsü var ortalıkta, mezarını bile bulamayaca ğım..." diyerek başlıyor a ğlamaya. "Sakin olun, onu bulaca ğız" gibi sözler söylüyorum, ama beni dinlemiyor. Ancak, aya ğa kalktı ğımı fark edince ya şlı gözlerini bana çeviriyor. "Size bir bardak su getireyim" diyorum. Eliyle gözya şlarını silerken: "Sa ğolun istemem" diyor. Sanki az önceki öfkeli kadın gitmi ş, yerine çocu ğu için kaygılanan bir anne gelmi ş. 94 "Melike'yi daha fazla rahatsız etmeyelim" diyor burnunu çekerek. Melike'nin ağladı ğını bilmesini istemiyor. Ona acımaya ba şlıyorum. Üzüntüme a ğır bir suçluluk duygusu e şlik ediyor. "Bazen bütün bunların kötü bir şaka oldu ğuna inanıyorum" diyor. "Bir gün uyanaca ğım ve Mine'yi kar şımda bulaca ğım gibi geliyor bana."

Page 46: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Umarım öyle olur." Kalkarken, hatırlatmayı unutmuyor. "Ceyhun'u bu i şe karı ştırmayacaksınız de ğil mi ?" "Merak etmeyin, e şinizi sorgulamak için bir neden yok." "Te şekkür ederim, Sedat Bey" diyor. "Önce kızınızı sa ğ salim size teslim edelim de sonra te şekkür edersiniz." Odadan çıktı ğımızda Melike'yi mutfakta buluyoruz. Hiç de alınmı ş gibi bir hali yok. Ya da belli etmiyor. "Yeme ğe kalsaydmız Sevim Hanım" diyor. "Sa ğol şekerim, bizimki de neredeyse gelir. Benim de hazırlık yapmam lazım." Sevim Hanım'ı u ğurladıktan sonra Melike ne konu ştunuz diye sormuyor bile. Salatanın ba şına dönüyor. "Limonunu sıkayım mı?" diye soruyorum. " Đyi olur" diyor kısaca. Aramızda bir suskunluk olu şuyor. Limonu keserken, açıklama gere ği duyuyorum. "Eski kocasıyla birbirlerini suçluyorlar." Melike yine suskun, tabaklan koyarken söyleniyor: "E şler anla şamıyor, olan çocuklara oluyor. Zavallı Mine. El ele verip harcadılar kızca ğızı." Sesi duygu yüklü. A ğlayacakmı ş gibi bir hali var. Günlerdir tutuyor kendini şimdi bo şalırsa şaşmam. Bir günde kar şımda a ğlayan üçüncü kadın, diye dü şünerek limon suyunu salatanın üzerinde gezdirirken, Gökçe yeti şiyor imdadıma. Minicik boyuyla mutfa ğın kapısında dikilip, "Anne acıktım" diye sızlanıyor. "Tamam canım" diyor Melike bir an için kasvetli ruh halinden çıkıp. " Şimdi hazır olacak." Derin bir soluk alarak kucaklıyorum Gökçe'yi. "Çok mu acıkmı ş benim kızım ?" "Sen ne zaman geldin Baba?" "Siz televizyon seyrederken. Karde şin nerde ?" 95 " Đçerde reklamları izliyor." Gökçe kuca ğımda içeri gidiyoruz. Ayça yana ğını sa ğ eline dayamı ş, bir şampuan reklamı izliyor. "Bıkmadın mı kızım ?" diyorum. Dönüp bakıyor, "Aa babam gelmi ş" diyerek, kollarını açarak yanıma geliyor. Đkisini birden kaldırmaya korkuyorum. Doktorlar bir süre a ğır kaldırma demi şlerdi. Gökçe'yi de indirip, ikisini birden yerde kucaklıyorum. Kızlarla oyna şırken, televizyonda haberler ba şlıyor. Đlk haber Đstanbul polisinin gerçekle ştirdi ği bir ev baskını. Polis katili üç terörist ölü ele geçirilmi ş. Kızları bırakıp koltu ğa oturuyorum. Ayça okulla ilgili bir şeyler anlatıyor, yarım yamalak duyuyorum. Aklım haberde; bizden gözlemci olarak kim katıldı acaba? Birden Naci'yle ilgili raporu yazmadı ğımı hatırlıyorum. Bu ak şam onu da hazırlamalı diye dü şünüyorum, televizyonda öldürülen teröristlerin kanlı görüntüleri geçerken. On birinci bölüm Naci'nin bürosu, 1. Şube'nin bulundu ğu binanın ikinci katında uzun bir koridorun sonunda yer alıyor. Giri şte resmî giyimli üç polis ayaküzeri sohbet ediyorlar; doğuya atanan bir arkada şları hakkında konu ştuklarını i şitiyorum yanlarından geçerken. Koridor boyunca yürüyorum. Yüzündeki çekingenlik kadar ellerinde beceriksizce ta şıdı ğı evraklardan da sıradan bir vatanda ş oldu ğu anla şılan 40-45 yaşlarında bir adam, ikircimli adımlarla sa ğ yandaki odanın kapısından içeri giriyor. Açık bıraktı ğı kapıdan onu izliyorum, masadaki memura do ğru yakla şıyor. Adamın yüzünü göremememe kar şın, a ğzından dökülen ürkek sözcükleri duyar gibiyim. Ba şımı çevirdi ğimde yan yana yürüyen üç ki şiyle kar şıla şıyorum. Bunların iki sivil polisle, bir zanlı olduklarını anlamakta gecikmiyorum. Sağdaki sivilin açık telsizinden yükselen cızırtı kulaklarımı tırmalıyor. Sakalları iyice uzamı ş olan zanlının yüzünde rahat bir ifade var; sorgudan yeni çıkmı ş olmalı. Polis olmayı hiç istemedim. Onları küçümsedi ğimden de ğil, ço ğu gözlerimi kaparım vazifemi yaparım anlayı şında memurlar oldukları halde yaptıkları i şin, ülke için yararlı oldu ğuna inanıyorum. Ama nasıl söylesem, oyunu onlar kurmuyor, bir oyuncudan daha yetkili de ğiller. Naci gibi canla ba şla çabalayanları da olmakla birlikte, ne kadar yetenekli olurlarsa olsunlar ba şkalarının kurdu ğu oyunlarda rol almaktan öteye gidemiyorlar. Bizim için durum farklıdır, istihbaratçılar kendi oyunlarını kendileri kurarlar. Sonuçta bizler de devlet memurları olsak

Page 47: Ahmet Ümit -Sis ve gece

bile alanımızda oldukça özgür davranabilme hakkına sahibiz. Gerçi, şimdi bana istihbaratçı olmayı ister miydin, diye sorsalar, gençlik günlerimde-ki kadar kolay "Evet" diyemem. Bu mesle ği severdim, belki hâlâ da seviyorum. Ama, mesai saatleri içinde zorunlu i şlerini bile bü- yük bir sıkıntıyla yapan, yüksek tavanlı, so ğuk odalarda unutulmu ş küçük memurlardan farkımız kalmadı ğını gördükçe, inandı ğım pek çok şeyin do ğru olmadı ğını daha iyi anlıyorum. Oysa te şkilata girdi ğim gün, amcam beni kar şısına alarak gururlu bir tavırla şunları söylemi şti: "Burası ülken ve ulusun için zekânı ve cesaretini kullanabilece ğin biricik devlet kurumu. Buraya girebilmek bir ayrıcalıktır. Te şkilat, kendini kanıtlaman için bütün olanakları sunuyor. Bütün yollar açık, diledi ğince ko şabilirsin. Merak etme kimse seni durdurmayacak." Ama durdurdular; yalnızca beni de ğil, Yıldırım'ı, te şkilatı daha yararlı hale getirmeyi isteyen herkesi durdurdular. Đçten içe devleti çürüten hava, bizim aramıza da sıçradı, solu ğumuza karı ştı, birlikte çalı şmamızın ürünü olan ortak enerjiyi söndürdü. Bir tür ya şlılık mikrobu a şıladı. Belki te şkilatı yok etmedi, ama bitkisel ya şama mahkûm etti. "Yine yırttın kefeni ha?" Başımı çevirince bizim Ba şkomiser Fuat'ı görüyorum. Yandaki kapının önünde durmuş, beni süzüyor. Bakı şlarında saygıyla karı şık bir tür hayranlık sezinliyorum. Belki de bu benim hüsnü kuruntum. Belki de yalnızca kıskançlık duyuyor. "Azrailini vurmu şsun" diyor. "Hem de hareket halindeki bir arabadan." "Abartmı şlar" diyorum umursamaz bir tavırla. "Yalan mı yani?" diyor umut yüklü bir sesle. Sanki yalan olmasını ister gibi bir hali var. Dört yıl önce Yıldırım, Fuat ve ben poligonda birlikte atı ş yapardık. Yıldınm'la daha iyi anla şırlardı. Nedense pek ısınamadık birbirimize. Bunu da kar şılıklı olarak belli etmekten çekinmedik. Silahlara hastalık derecesinde meraklıdır. Ben görmedim ama, Yıldırım'ın söyledi ğine göre evinde oldukça geni ş bir tabanca koleksiyonu varmı ş. Aslında fena da silah kullanmaz, gergin bir adam olmasa iyi bir atıcı bile sayılabilir. Sık sık yansırdık. Fuat bir türlü üçüncülükten kurtulamazdı; az balı ğını yemedik Kavak'ta. Hâlâ o günlerin acısını ta şıyor demek. Dur biraz damarına basayım şunun. " Đkimiz de silahlarımızı çektik ve ate ş ettik; hızlı olan kazandı." "Sendeki yaranın da a ğır oldu ğunu söylemi şlerdi." "Demek ki o kadar a ğır de ğilmi ş." "Burnundan kıl aldırmıyorsun bu sabah." "Birkaç saat sonra yine dene. Ö ğleye kadar buradayım." "Naci'yle mi i şin ?" yy "Evet geveze komiserler hakkında bir rapor hazırlıyoruz." "Zamanlaman harika, tam da rapor yazacak halde o ğlan." "Niye, ne oldu ki?" Yüzünü buru şturuyor Fuat, ukalalı ğından sıyrılıyor, üzüldü ğü belli. "Yargısız infaz hikâyesi. Defterini dürecekler çocu ğun." "Bir şey yapamazlar." "Ke şke dedi ğin gibi olsa. Ama biraz zor... Neyse, hadi bana eyvallah." "Görü şürüz." Demek sonunda soru şturmayı ö ğrendi Naci, benim rapor yazdı ğımı da biliyor mu acaba? Bu dü şüncelerle giriyorum odasına. Đçeride sigara dumanından göz gözü görmüyor. Odada Naci'den ba şka kimse de yok. Telsizi kapatmı ş, dirsekleri masaya dayalı kara kara dü şünüyor. Beni görünce aya ğa kalkıyor. "Gel Sedat" diyor, içini çekerek. "Gel otur şöyle." "Hayrola" diyorum. "Ne bu surat, Karadeniz'de gemilerin mi battı?" Alttan alttan süzüyor. "Sanki bilmiyorsun da?" "Neyi?" "Elinin körünü" diyor sert bir tonda. "Üsküdar'daki ev baskını. Hani şu senin çaylakla gözlemci oldu ğunuz operasyon." "Haa şu mesele."

Page 48: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Yaa o mesele. Bir de anlamazlıktan geliyorsun." "Soru şturmayı duydum, tamam. Ama kafanı bozan i şin o oldu ğunu nereden bileyim." "Ulan bundan daha önemli bir şey olur mu ? Hapse atacaklar bizi." "Bir şey olmaz." "Sen yine öyle san, baksana şu gazeteye." Masanın üzerinde duran gazeteyi alıyorum. Ön sayfanın alt sıralarında, "Çatı şma mı, yargısız infaz mı ?" ba şlı ğı altında şu haberi okuyorum: "Geçti ğimiz günlerde Üsküdar'da örgüt evine düzenlenen baskında öldürülen, aralarında Zeynep Kâmil Hastanesi hem şirelerinden Gülizar Nesim'in de bulundu ğu üç ki şinin yargısız infaza kurban gitti ği iddia ediliyor. Gülizar Nesim'in ailesi, yaptı ğı basın toplantısında evdekilerin güvenlik kuvvetlerine ate ş açmadıklarını, buna kar şın, içeri giren polisin onları sorgulamaya bile gerek görmeden kur şuna dizdi ğini söylediler. Öldürülen üç teröristin 100 üzerinden iki silah çıkması da ku şkuları artırıyor. Đçi şleri Bakan-lı ğı'nın olay hakkında geni ş çaplı bir soru şturma ba şlattı ğı ö ğrenildi." Gazeteden ba şımı kaldırınca, Naci'nin kaygılı bakı şlarıyla kar şıla şıyorum. "Yazılı savunmamı istediler. Bu defa i şim bitik." "Sanmam" diyorum sakinli ğimi koruyarak masanın kar şısındaki koltu ğa otururken. "Ellerinde hiçbir kanıt yok." "Hemşire olmasaydı, ben de senin gibi dü şünecektim." "Terörist de ğil mi bu kadın?" "Terörist ama, ölen heriflerle aynı örgütten de ğil." "Nasıl de ğil, aynı evde bulunmuyorlar mıydı ?" "Evet. Ama kadın aynı örgütten de ğil. Be ş ay da içeride yatmı ş." "Adi bir suçtan de ğil herhalde ?" "Tabiî ki de ğil, ba şka bir terör örgütünün davasından." "Ne olacak eski örgütünü pasif bulup, yatay geçi ş yapmı ştır" diyorum Naci'nin kederini da ğıtmak için. Esprime gülmüyor. "Öyle de ğil i şte" diyor yenilmi ş bir ses tonuyla. "Anlamadım" diyorum, ciddile şerek. " Şu i şi ba şından anlatsana." "Biliyorsun, her şey Zincirlikuyu'da çevik kuvvet otosuna düzenlenen saldırıyla başladı. Đki arkada şımız şehit oldu, yedi tanesi yaralı. Hemen harekete geçtik. Önceden tespit etti ğimiz, iki teröristi izlemeye ba şladık. Amacımız öteki birimlerle ba ğlantı kurmalarını beklemek, sonra da örgütü topyekûn çökertmekti. Ama herifler uyandı. Kaldıkları yeri terk ettiler. Fark ettirmeden onları izlemeye ba şladık. Takipten kurtulduklarını sanmalarını istiyorduk. Birkaç ev dola ştıktan sonra, üçüncü günün sonunda içlerinden biri bu hem şirenin kocası olan adamın i şyerine gitti. Herif, belediyede çalı şıyor. Onunla konu ştu ve öğleden sonra hem şirenin evine gittiler." "Teröristler kadının de ğil, kocasının arkada şları?" "Evet öyle, adam eski bir sempatizan, aktif i şlerde yer almamı ş, ama her zaman örgüte yardımcı olmu ş. Đzledi ğimiz herifler ba şlan sıkı şınca, buna gelmi şler, evinde iki gün kalmak istemi şler. Adam da razı olmu ş." "Nereden biliyorsun bunları ?" "Kadının kocası anlattı." "Adam elinizde mi?" 101 "Evet içerde. Teröristleri eve getirdikten sonra, adam yeniden i şyerine döndü. Adamı belediyeden aldık. Evde teröristlerin oldu ğunu itiraf etti. Karısının da tıpkı kendisi gibi eski aktif ili şkilerini bıraktı ğını, yalnızca bir sempatizan oldu ğunu söyledi." "Yani kadının bu i şte hiçbir suçu yok mu ?" "Adam öyle söylüyor." "Karısını korumaya çalı şıyordun" "Samimi oldu ğunu sanıyorum. Bildi ği her şeyi anlattı. Elimizdeki bilgilerle kar şıla ştırdık, ço ğu do ğru." "Ama bodrum kattan yandaki eve bir geçit oldu ğunu gizlemi ş." "Öyle. Herifi de yataklık suçundan tutukladık zaten. Ama hem şire çatı şmada öldü." "O çatı şma hengâmesinde kimin suçlu, kimin suçsuz oldu ğunu nasıl saptayacaktınız ?"

Page 49: Ahmet Ümit -Sis ve gece

" Đşte bunu anlatamıyoruz" diyor Naci. "Adamlar üzerimize ate ş açıyor, biz onlara gül mü ataca ğız ? Gözlerinle okudun, güya teröristler ate ş etmemi ş, güya biz içeri girip onları kur şuna dizmi şiz." "Olur mu canım, ben tanı ğım. Bize de ate ş ettiler." Bir an neden söz etti ğimi anlamıyor. Đçerde neler olup bitti ğini görmedi ğimin farkında. Çünkü Mustafa ile ben hep dı şarıdaydık. Polis katillerine dünyanın hiçbir yerinde acıma gösterilmedi ğini, onların öldürülmesinin sanki güvenlik güçleri arasında varılan gizli bir anla şmayla do ğal sayıldı ğını ikimiz de çok iyi biliyoruz. Yine de açıklamak zorunda kalıyorum. "Alt kattan kaçan iki ki şi." "Tamam, sonra birini Balmumcu'da vurmu ştuk." "Bana ate ş etti ği silahı da bulmu ştunuz. Arkamdaki duvar delik de şik olmu ştu." "Evet, 9 mm'lik Brovraing. Ama öteki arkada şı kayıp." "Demek ki kaçtıktan sonra ayrıldılar." "Ya da sen yanıldın. O gece çok karanlıktı, üstelik sis de vardı. Topladı ğımız kovanların tümü Browning'e ait. Olayda ba şka silah kullanılmamı ş." "Belki öteki herifin silahı yoktu. Ben yanılmadı ğımdan eminim. Gördü ğüm iki ki şiydi. Mustafa da yanımdaydı. O da do ğruladı. Sisin içinde iki siluet gördük, önce onları terörist sanmamı ş-tık. Çünkü evden kimsenin çıkabilece ğine ihtimal vermiyorduk..." Kendisini suçladı ğımı sanan Naci, sözümü keserek açıklıyor. "Her şey o kadar hızlı geli şti ki. Yandaki apartmandan ikinci bir çıkı şı oldu ğunu ö ğrenememi ştik." 102 "Biliyorum. Neyse, onlar on be ş metre kadar önümüzdeydiler. Onları ilk ben gördüm. Ama çevre sakinleri olduklarını dü şündüm. Yine de bir kontrol edeyim, dedim. "Durun!" diye seslendim, durmadılar. Yeniden "Durun!" dedim. Aldırmayınca üç el ate ş ettim. Onlar da ate şe kar şılık verdiler. Kendimizi zor yere attık. Ate şi kestiklerini fark etti ğimizde bile hemen üzerlerine gidemedik. Biliyorsun sis vardı. Bir süre bekledikten sonra, harekete geçtik, kaçmı şlardı. Ara sokaklara baktık, ama onları bulamadık." "Belki o civarda ba şka bir eve girdiler." "Belki, ama birini vurdum. Yerde kan izleri vardı." "O zaman gerçekten de iki ki şiydiler. Çünkü Balmumcu'daki o ğlan daha önceden yaralanmamı ş. Demek ki sen ötekini vurdun. Öldü mü acaba?" "Sanmam, öyle olsaydı bunu propaganda için kullanırlardı." "Bize ipucu vermek istememi ş olabilirler." "Götürüp sessizce bir mezarlı ğa gömdüklerini mi söylüyorsun? Bence bu imkânsız. Ölüm onlar için politik bir malzeme. Bu yüzden gözlerini kırpmadan cinayet i şleyebiliyorlar." " Đşte bunda haklısın. Biz de kendimizi savunmaya kalkınca yargısız infazcı oluyoruz." "Bu i şte kimse seni suçlayamaz." "Suçladılar bile. Basın biraz daha olayın üstüne giderse kafamı koparırlar." "Hükümet böyle bir şeye yana şmaz. Terörizmle topyekûn mücadele politikası yürürlükte." Bir sigara yakıyor Naci, derin bir nefes çektikten sonra, "Politikacıların ba şı sıkı ştı ğında ilk harcayacaklan bizler oluruz" diyor acı acı gülerek. "Emniyet müdürü ne diyor bu i şe ?" "Basında bizi destekleyen gazetecilerle görü ştü. Kar şı yazılar çıkarmaya çalı şıyor. Ama o da senin gibi dü şünüyor. 'Biraz gürültü kopar, ardından unutulur' diyor." "Haklı. Sana dokunamazlar." "Nasıl bu kadar kesin konu şabiliyorsun?" Sigara dumanı gözlerimi yakıyor, onu yanıtlamadan kalkıp pencereyi açıyorum. Serinlikten önce pis bir koku çarpıyor yüzüme. Dı şarıda karlar erimeye ba şlamı ş. Bahçe vıcık vıcık su. Araçlarından inen iki polis sulara basmamak için sıçrayarak kapıya do ğru yakla şıyorlar. Genzimin yanmaya ba şladı ğını hissediyorum. Hemen kapatıyorum pencereyi, içerdeki nikotin dı şardaki kükürtten daha iyi.

Page 50: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Yoksa bir şeyler mi biliyorsun?" diye üsteliyor Naci. Dönüyorum, tam arkamda dikilir halde buluyorum onu. "Dı şarıda hava berbat" diyorum, sanki onu duymamı ş gibi. Sonra dönüp koltu ğa yerle şiyorum yeniden. Naci dikkat kesilmi ş bütün davranı şlarımı izliyor. Đvecenlikle yanımdaki koltu ğa otururken: "Sizden de rapor istediler de ğil mi?" diye soruyor, gözlerinde ilk kez umut kıvılcımları görüyorum. "Tabiî" diyor yanıtımı beklemeden, sa ğ elini yumruk yapıp sol avucunun içine vurarak. "Ba şka kimden bilgi isteyebilirler ki? Siz oradaydınız." "Sabahtan beri sana merak etme diyoruz." Kendimden emin tavrım Naci'yi etkiliyor, ama sevinci uzun sürmüyor. "Senin görü şlerine ne kadar önem verirler ki?" diyor bir an göz göze geliyoruz. Teşkilatla aranın iyi olmadı ğını biliyorum, derce-sine bakıyor. Sonra utanıyor, gözlerini kaçınyor. "Senin bu kadar karamsar oldu ğunu bilmezdim." "Öyle deme Sedat, kızı bu yıl paralı koleje verdik, küçük ilkokula ba şladı. Evin taksidi... Ne yaparım i şten atarlarsa?" "Atamayacaklar." Dikkatle beni süzüyor, inandırıcı görünüyor olmalıyım. "Umarım haklı çıkarsın" diyor. "Yaptıkların için sa ğol." "Önemli de ğil. Biz aynı taraftayız, birbirimizi kollamazsak, bizi kim destekler." "Sa ğol" diye yineleyerek omzuma dokunuyor. Belki bir iki şey daha söyleyecek, ama telefonun zili izin vermiyor. Naci, almacı kaldırarak: "Alo?" diyor. "Beni mi görmek istiyor? Tamam gelsin." "Senin adam gelmi ş." "Sinan mı?" "Evet. Ama daha ne yapaca ğımızı konu şmadık." "Telefonda söyledim ya, sen kötü, ben iyi polisi oynayaca ğız." Az sonra kapı kararlı bir biçimde iki kez çalınıyor. Gelen Sinan olmalı. Ben masada oturuyorum, Naci arkadaki çelik dolaptaki dosyalarla u ğra şıyormu ş gibi yapıyor. Kapı yava şça açılıyor, oldukça kısa boylu, kumral bir adam içeri giriyor. Sırtında kahverengi bir kaban var. Tel çerçeveli yuvarlak gözlükleri, çeneye doğru kırla şmaya ba şlamı ş sakallanyla bir entel görüntüsüne sahip. Solcunun sanatçıya dönü şmüş hali. Gözucuyla Naci'ye bakıyorum, sa ğ ka şını hafifçe yukarı kaldırmı ş ters ters Sinan'ı süzüyor. Naci'nin i şi kolay olacak, diye geçiriyorum içimden. Hiç sevmez böyle tipleri. Ama Sinan'ın hiç de çekingen bir hali yok. Kendinden emin adımlarla masaya do ğru yakla şıyor. Nazik bir tavırla: "Ba şkomiser Naci'yle görü şecektim" diyor. "Ne görü şecekmi şsin benimle ?" diye gürlüyor Naci. Sinan şaşkınlıkla bir bana bir de Naci'ye bakıyor. Galiba beni Naci sanmı ştı. Çabuk toparlıyor. "Siz ça ğırdınız ya" diyor, sakin bir tavırla. Naci elindeki dosyayla masaya do ğru yakla şıyor. "Günde elli ki şiyi ça ğırıyoruz buraya. Kim oldu ğunu nereden bileyim senin ?" "Dün telefonla..." Naci, Sinan'ın daha fazla konu şmasına izin vermeden, elindeki dosyayı, masaya fırlatıyor. "Bak hâlâ telefon diyor. Önce bir kendim tanıt be adam!" Sinan çattık dercesine derin bir nefes alıyor. "Ben Sinan Dalya" diyor sıkıntıyla. Naci dü şünürmü ş gibi yapıyor, sonra anlamlı anlamlı ba şını sallayarak: "Eveet Sinan Dalya" diyor, "illegal yayın hikâyesi." Sinan şoka u ğramı ş bir halde soruyor: "illegal yayın mı?" "Evet illegal yayın. Sen, şu acayip adlı dergiyi çıkartan Sinan de ğil misin?" "Hurufat." "Tamam i şte o." Sinan, bir yanlı şlık var gizlerinden gülümseyerek:

Page 51: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Ama" diyor. "Hurufat yasadı şı bir dergi de ğil ki. Evraklarımızın hepsi tamam, kontrol edebilirsiniz." "Bana ukalalık yapma" diye çıkı şıyor Naci. "Evrakların tamam oldu ğunu ben de biliyorum. Ama dergi yasadı şı." Sinan'ın yüzü kıpkırmızı oluyor. "Evrakları eksiksiz olan bir dergi nasıl yasadı şı olabilir?" "Görüyorsunuz de ğil mi Amirim" diyor Naci bana bakarak. "Bir de böyle bilgiç bilgiç konu şurlar." Sinan'a dönüyor yeniden. "Derginin her sayısından bize on adet yollaman gerekirdi. Ama sen yollamadın. Yazılanları ö ğrenmemizi istemiyorsunuz tabiî. Ne yapıyorsunuz bu dergiyle, örgüt mü kuruyorsunuz ?" "Örgüt filan kurdu ğumuz yok" diyor Sinan iki elini yana açarak. Sonra açıklamak istermi şçesine bana bakıyor. ''Hurufat bir kültür-sanat dergisi." "Kültür-sanat dergisiymi ş" diye kötü kötü sırıtıyor Naci. Benim devreye girmem için en uygun an. "Bir dakika bir dakika, Naci sakin ol" diyorum. "Nedir bu i ş ?" Naci, kar şısında bir katil varmı ş gibi nefretle Sinan'ı süzdükten sonra: "Bunlar bir dergi çıkartıyorlar. Ama dergiyi bizden gizliyorlar." "Hayır kimseden gizlemiyoruz" diyerek atılıyor Sinan. "Çıkan sayılardan göndermek bizim de ğil matbaanın görevi. Sizin matbaayla konu şmanız gerekir." "Yok canım, istersen kâ ğıtçıyla da konu şayım. Oh be beyefendi dergi çıkartsın. Ben de onun pe şinden ko şayım." "Ben pe şimizden filan ko şun demiyorum. Hurufatın yasal bir dergi oldu ğunu anlatmaya çalı şıyorum." Naci kar şılık verecekken, elimi kaldırarak onu susturuyorum. "Tamam Naci, tamam. Anla şıldı." Hâlâ masanın önünde dikilmekte olan Sinan'a dönerek "Buy-run oturun" diyorum. Sinan kar şımdaki koltu ğa yerle şirken babacan bir tavırla sürdürüyorum konu şmamı. "Dergilerin bize gelmesi gerekiyor. Belki bu matbaanın i şi, ama dergiler elimize ula şmazsa sizi sorumlu tutarız. Anlıyor musunuz?" "Yani matbaayı da bizim denetlememiz gerekiyor." "Öyle... Ba şka türlü i şin içinden çıkamıyoruz." Bir süre ikimiz de susuyoruz. Sinan gergin. Yaptı ğımızın keyfî bir uygulama oldu ğunun farkında, ama bir şey de söyleyemiyor. Ortamı biraz yumu şatmam gerek. "Derginizde ne tür yazılar yer alıyor?" diye soruyorum. "Edebiyat. Şiir, öykü, denemeler yayımlıyoruz" diyor dalgın bir tavırla. Naci'ye dönerek saf saf soruyorum. "Bunda bir kötülük yok ki Naci? Ben de edebiyatı severim. Hatta lisedeki şiir yarı şmasında ikinci olmu ştum." "Ama Ba şkomiserim" diyor Naci. "Edebiyatmı ş, sanatmı ş, bunların hepsi görüntüyü kurtarmak için. Arkada neler dönüyor? Asıl önemlisi o." "Okudun mu ?" diye soruyorum. "Okumama gerek yok ki, zaten belli." "Yapma Naci" diyorum sa ğduyulu bir adam edasıyla. "Okumadan, de ğerlendirmeden, nasıl bu karara varabiliyorsun?" "Ben bilirim" diyerek kestirip atıyor Naci. Hı şımla yeniden çelik dolabın ba şına dönüyor, dosyalan karı ştırmaya devam ediyor. Naci'yi onaylamadı ğımı belirtircesine ba şımı iki yana sallaya- rak, Sinan'a soruyorum: "Orhan Veli'nin şiirlerini de yayımlıyor musunuz? Bayılırım, ' Đstanbul'u Dinliyorum'a." Sinan iyice rahatlıyor. "Ne yazık ki, Orhan Veli'nin şiirlerini pek yayımlayamıyoruz. Daha çok yeni kuşak şairlerin ürünlerine yer veriyoruz. Ama iki sayı önce Garip akımıyla ilgili bir ara ştırma yazısı yayımlamı ştık." "ilginç. Söyledim ya eskiden ben de şiir yazardım. Artık yazamıyorum tabiî. Ama okumayı severim." " Şiir yazmak zor i ş. Ben hiç yazmadım." "Siz neler yazıyorsunuz ?" "Öykü yazdım. Şimdi de roman yazıyorum."

Page 52: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Okumak isterim" diyorum. "Tabiî, yollarım" diyor. "Bugünlerde hangi yazarlar okunuyor?" "Çağdaş Batı yazarları var. Modernizmi ele ştiren kitaplar pek tutuluyor. Kimi postmodern romanlar ilgi çekiyor." Modernizmin ele ştirisi, postmodernizm, do ğruyu söylemek gerekirse bunlardan hiçbir şey anlamıyorum. "Edebiyat dünyasını çok iyi biliyorsunuz." "Benim i şim bu. Her iki anlamda da; hem yazarım hem de bir kitapçı dükkânım var." "Öyle mi?" diyorum şaşırmı ş gibi. "O zaman kitapları sizden alabilirim." Bir süre yanıt vermiyor. Sonra ikircim duygusunun yüküyle a ğırla şmış bir gülümseme beliriyor dudaklarında. "Neden olmasın" diyor. "Size bir set hazırlarım." Belki de kitaplan bedavaya getirece ğimi dü şündüğü için canı sıkılıyor. Böyle düşünmesi daha iyi, onu şaşırtmam kolay olacak. "Çok sevinirim" diyorum. "Dükkân neredeydi ?" "Beyo ğlu, Mis Sokak'ta. 27 numara, Hurufat Kitabevi." Kabanının cebinden bir kart çıkartarak uzatıyor. "Gelmeden önce telefon ederseniz, ben de orada olurum." "Te şekkür ederim." "Peki dergiyi ne yapaca ğız." Bir an dü şünürmü ş gibi yapıyorum. "Eksik sayıları tamamlayın. Yarın onları da alırım." Sinan'ın siyah gözlerindeki gerginlik yok oluyor. "Sa ğolun" diyor. "Çok yardımcı oldunuz." Naci'ye do ğru kaçamak bir bakı ş atıp sonra sanki onun duymasını istemiyormu ş gibi fısıldıyorum Sinan'a: "Aslında bunlara hiç gerek yok. Ama ne yaparsın ki kurallar böyle." Dikkatle yüzüme bakarak, içten olup olmadı ğımı tartıyor. Nasıl bir sonuca vardı ğını anlamak zor. Usulca aya ğa kalkıyor. "Hoşça kalın" diyor, elini uzatarak. Elini sıkarken: "Yarın görü şürüz" diyorum. "Beklerim." Naci'ye tek söz bile söylemeden yürüyor kapıya do ğru. Sinan çıkar çıkmaz, Naci hınzırca gülümseyerek yakla şıyor. "Nasıldım ama?" "Müthi ş" diyorum abartılı bir tavırla. "De ğme aktörlere ta ş çıkartırdın." On ikinci bölüm Teşkilat binasına geldi ğimde güne ş kendini iyice hissettirmeye ba şlıyor. Kurumaya yüz tutmu ş asfalt yolda ilerliyorum. Bahçedeki karlar hızla eriyor. Aracın penceresini açıyorum. Hava temizlenmi ş gibi. Çevrede bir hı şırtı var. Islak dallar güne ş ı şı ğında belli belirsiz parlıyor. Çam a ğaçlarından kütle halinde karlar dü şüyor yere. Aracımı park ettikten sonra binaya do ğru yürürken Orhan'ı görüyorum. Kapının yanında dikilmi ş, sigarasını tüttürüyor. Yakla şınca, cebinden çıkardı ğı Camel paketini uzatıyor Orhan. "Gel, yak bir tane" diyor. Yüzü endi şeli. Neler saçmalayacaksın yine diye geçiriyorum içimden, ama uzattı ğı sigarayı da almamazlık etmiyorum. Paketi cebine koyup, parlak metalle kaplı Zippo çakma ğıyla sigaramı yakarken fısıldıyor: "i ş dallanıp budaklanıyor." "Ne i şi ?" diyorum sigaradan derin bir soluk alarak. "Soru şturma. Dün, sen gittikten sonra ismet Bey, beni yanına ça ğırdı. Te şkilat hakkındaki dü şüncelerimi bir rapor haline getirmemi istedi." Anlamazlı ğa vuruyorum. "iyi, sen de yaz i şte." Tavrım Orhan'ı öfkelendiriyor. Çakma ğın kapa ğım hırsla kapatırken: "Bırak şu vurdumduymaz tavırları" diyor. "Farkında de ğil misin a ğzımızı yokluyorlar."

Page 53: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Bunu neden yapsınlar ki?" diyorum. "Yeni bir dilekçe olayı mı var?" "Bilmiyorum. Ama üstümüze üstümüze geliyorlar." "Gerçekten de te şkilatı yenilemek istiyor olamazlar mı?" 310 "Yalnızca dilekçeye imza atanlardan görü ş alarak mı ?" "Belki haklı oldu ğumuzun farkına varmı şlardır." Alaycı tavrım onu sinirlendiriyor. "Seni tanıyamıyorum" diyor. "Yoksa sen de mi bu oyunun içindesin?" "Saçmalama" diyerek dostça vuruyorum omzuna. "Bo ş yere panikledi ğini anlatmaya çalı şıyorum. Ortada muhalif bir grup yok. Olsa bile biz onların içinde de ğiliz." " Đsmet Bey ve ekibi böyle dü şünmüyor ama. Te şkilatın ba şına sivil bir patronun gelmesi bile onları kaygılandırdı. Koltuklarını yitireceklerinden korkuyorlar." "Korksunlar ya da korkmasınlar sana ne" diyorum. "Sen hiçbir şey olmamı ş gibi i şini yapmaya devam et." "Öbür arkada şlar da kaygılı." "Öbür arkada şlar mı? Kaç ki şiyi ça ğırmı şlar?" " Şimdilik be ş, ama dilekçede imzası olan herkes ça ğrılmayı bekliyor." "Aynı soruları mı sormu şlar?" "Aşağı yukarı aynı, ama bana seni sordular." Duraksıyorum. "Benimi?" Orhan, şimdi kavradın mı i şin ciddiyetini gibilerden ba şını öne do ğru sallayıp, sözcüklerin üstüne basa basa yineliyor. "Seni bir de Yıldırım'ı." "Nasıl sordular?" "Seninle çalı şmak ister miymi şim? Yıldırım nasıl bir istihbarat-çıymı ş?" "Sen ne söyledin?" " 'Sedat'la çalı şmaktan gurur duyarım. Ba şanlı bir arkada ştır' dedim. 'Yıldırım da çok iyi bir istihbaratçıydı, hepimiz için büyük bir kayıp' dedim." Kısa bir sessizlik oluyor aramızda. "Yanlı ş mı yaptım?" "Hayır, do ğru yapmı şsın" diyorum. "Her soruya böyle açık yanıtlar ver. Adamların paranoyasını azdırmayalım." "Sence bu bir paranoya mı?" "Öyle olmalı. Ama üst düzey bir yöneticide ortaya çıkarsa bunun bedelini bütün te şkilat ödüyor." "Amcanı mı kastediyorsun?" "Kimi kastetti ğimi bo ş ver. Arkada şlara da söyle, sakin olsunlar. Mümkün oldu ğunca bir arada görülmemeye çalı şın." Tedirgin bakı şlarla çevreyi süzüyor. Gözleri pencerelerin, binanın içini göstermeyen aynalı camlannda geziniyor. Sonra fısıldar gibi konu şuyor. "Ne var ki bunda; iki arkada ş ayaküzeri sigara içiyoruz." "Bence de" diyerek henüz yansına bile gelmedi ğim sigaramı yere monte edilmi ş mermer kül tablasına bastınyorum. "Görü şürüz" diyorum. "Sigaraya yazık oldu" diyor. " Đnsanı asabi yapıyormu ş, doktor azalt dedi." "Ben de öyle bir doktor bulsam iyi olacak." "Adresini veririm" diyerek aynlıyorum yanından. Eskiden bu kadar korkak de ğildi bu çocuk. Te şkilata aynı yıl girmi ştik. Đnançla çalı ştı ğımız dönemlerdi, harikalar yaratıyordu. Analitik bir zekâya sahip. En az veriyle bile, olayları do ğruya yakın bir biçimde çözümlerdi. Adı "Cebircf'ye çıktı bu yüzden. Yıl-dınm'ın ölümü onu çok ürküttü. Zekâsını i şe de ğil, kendi güvenli ğine çevirdi, daha kötüsü kontrolünü kaybetti. Korku zekâsını ele geçirdi. Şimdi yalnızca güvenli ğini tehdit edebilecek tehlikeler üzerine düşünüyor. Çok da hızlı dü şündüğü için, bazen olasılıkları gerçekmi ş gibi görmeye ba şlıyor. Onu sakinle ştirmenin bir yolunu bulmalı. Nasıl olsa bir süre sonra bizim amca bey vazgeçecek bu i şten. Kapıdan içeri girdi ğimde bir sürprizle kar şıla şıyorum. Amcam santrala sırtını dayamı ş bana bakıyor. Demek bizi izliyordu. Belki de yalnızca rastlantıdır. Olanların farkında de ğilmi şim gibi saygıyla gülümsüyorum amcama. Gülümseyi şime

Page 54: Ahmet Ümit -Sis ve gece

kar şılık vermiyor, sadece anlamlı anlamlı ba şını sallıyor. Sonra dönüp santraldaki kıza bir şeyler söylüyor. Ama ben yanından geçerken, "Bekle sana söyleyeceklerim var" diyor. Kıza telefonlarla ilgili birkaç direktif daha verirken, Orhan, amcamı görmese bari diye geçiriyorum içimden; iyice ürkecek o ğlan. Korktu ğum gibi olmuyor, Orhan sigarasını bitirmeden amcam yanıma geliyor, saatine bakarak: "Vakit ö ğle olmu ş, birlikte yemek yiyelim" diyor. "Olur, ben de acıkmı ştım zaten" diyorum. Birlikte alt kattaki yemekhaneye do ğru yürüyoruz. "Orhan mıydı, dı şarıdaki ?" "Evet, sigara molası vermi ş." "Sıkıntılı görünüyordu." " Đçerde sigara içememekten rahatsız. 'Bu gidi şle hepimiz nezle olaca ğız' diyor." LJ Amcam keyifle gülümsüyor. "Eee siz de ğil miydiniz, te şkilat modernle şmeli diyen. Bu ka-darcık zahmete de katlanacaksınız artık." "Ben de öyle söyledim. 'Bırakalım artık şu mereti' dedim." Yemekhanenin kapısına geldi ğimizde, iki arkada şla kar şıla şıyoruz. Selamları soğuk. Neden? Birden jeton dü şüyor, onlar da dilekçeye imza atmı şlardı. Amcamla beni birlikte görünce, yanlı ş de ğerlendirdiler. Amcamın yüzüne bakıyorum. Oldukça ne şeli görünüyor. O an amcamın beni neden yeme ğe ça ğırdı ğını anlıyorum. Dilekçecileri sorgularken, bu i şe önayak olmu ş benim gibi birini yanına alarak, onların kafalarında soru i şaretleri olu şturmak, morallerini bozmak istiyor. Bendeki de ği şikli ği hemen fark ediyor, ama belli etmemeye çalı şıyor. Yemekhanede masalar simetrik olarak yerle ştirilmi ş, ortada a ğaç sayılabilecek büyüklükte bir kauçuk var. Kauçu ğun sol yanında, herkesin bizi görebilece ği masalardan birine yerle şirken: "Ara ştırma nasıl gidiyor?" diye soruyor. "Henüz kayda de ğer bir geli şme yok" diyorum saklayamadı ğım bir sıkıntıyla. "Kızın babasıyla görü şmüşsün." "Nereden biliyorsun?" diye soruyorum ku şku yüklü bir sesle. "Dün sabah evi aradım. Melike söyledi. Nasıl biri ?" Melike'yi uyarmalı, her şeyi anlatmasın bu adama, diye dü şünürken: "Sıradan bir insan" diye geçi ştiriyorum sorusunu. "Almanya'da bir güvenlik biriminde çalı ştı ğını duydum." Ne yapmak istiyor bu adam? Operasyonu ben mi yürütüyorum o mu? " Đşle ilgilenen ba şkaları da mı var?" "Hayır, bu tamamıyla ki şisel bir enformasyon." Mavi gözlerinde gerçe ği aramak bo şuna, duygularını o kadar iyi gizliyor ki, onu tanımasam, ye ğeniyle birlikte yemek yemekten mutluluk duyan bir amca diyece ğim. " Đyi ara ştırmı şsınız, ama bunun Mine'nin kaybolmasıyla ne ilgisi var?" diye soruyorum. "Benim tezimi pek ciddiye almıyorsun de ğil mi ? Adamın bir güvenlik örgütünde çalı şması rastlantı mı?" "Güvenlik örgütü dedi ğiniz, basit bir özel koruma birimi." "Bu basit güvenlik biriminin ba şındaki adam, bir ara Alman istihbarat örgütü için çalı şmış. Sonra, Do ğu Almanya yıkılınca i şi bırakıp özel sektöre geçmi ş." "Bu neyi kanıtlar? So ğuk Sava ş'ın sona ermesiyle birçok istihbaratçı i şinden oldu. Onlardan biri i şte." "Sen yine öyle san. Bence bo ş yere zaman kaybediyorsun. Kızın babasını ara ştırmalısın. Sahi nerede şimdi bu adam ?" "Almanya'ya gitti." "Almanya'ya mı gitti? Tuhaf! Kızı kayboluyor, hatta ölmü ş bile olabilir, ama adam sanki hiçbir şey olmamı ş gibi Almanya'ya dönüyor." " Đzni o kadarmı ş. Bilirsin Alman disiplini. Bir hafta sonra yeniden gelecek." "Gelir mi dersin ?" diyor bilmi ş bir gülümsemeyle. "Metin istihbaratçı olacak biri de ğil" derken, garsonlardan biri elinde yemek dolu tepsiyle yakla şıyor. "Hoş geldiniz efendim., nasılsınız ?"

Page 55: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Sa ğolasın, ne yiyoruz bugün ?" diye soruyor amcam. "Domates çorbası, kadınbudu köfte, salata, sütlaç." "Ben yalnızca salata istiyorum" diyor amcam. "Çorbamız da çok güzel." Garsonun ısrarı amcamın ho şuna gidiyor. "Kilo almaya ba şladım. Yediklerime dikkat etmem gerekiyor. Sigarayı da günde be ş taneye indirdim." Amcamı ikna edemeyece ğini anlayan garson bana dönüyor. "Ama sizin iyi beslenmeniz gerekiyor." "Tamam" diyorum gülümseyerek. "Hepsinden istiyorum." Garson tepsideki yemek dolu tabakları beceriyle masaya yerle ştirdikten sonra: "Ba şka bir arzunuz var mıydı ?" diye soruyor. Teşekkür edip, yolluyoruz. " Đyi çıktı bu çocuk" diyor amcam. "Becerikli ve hızlı." Amcama bakıyorum, yüzünde memnun bir ifade var. Buradaki personeli kendi çocukları gibi görüyor. Onlarla ilgilenmekten, küçük yardımlar yapmaktan, bazen azarlamaktan gizli bir zevk alıyor. Babacan, sert adamı oynamak onu mutlu ediyor. Đyi bir adam olarak anılmak için mi ? Belki. Belki de böyle yıpratıcı sorunlarla u ğra ştıktan sonra bir parça rahatlamak, insanlarla normal ili şkiler kurmak için. Belki de iyi bir yönetici olarak anılmak istiyor. Ama dilekçe olayında bize aynı ho şgörüyü göstermedi. Sanki kar şısında dü şman varmı ş gibi katıla ştı hatta Yıldınm'a kar şı saldırgan bir tavır takındı. Beni bile tehdit etti. Bazen ona hak vermiyor da de ğilim. Sahip oldu ğu her şeyi kaybedece ğinden korkuyor; yalnızca bugünü de ğil bütün ya şamını adadı ğı bir dava- 114 yi yitirmek, öyle kolay hazmedilecek bir i ş de ğil. Bütün ömrünü yatırdı ğın bir i şte yenilmek, genç ve deneyimsiz meslekta şlar tarafından yaptıkların yanlı ş bulunarak, emekliye sevk edilmek. Korkunç bir durum! "Niye daldın öyle ?" diye soruyor amcam. "Mine'nin babasını dü şünüyordum" diyerek ka şı ğımı çorbaya daldırıyorum. "Bence de dü şünmelisin. Dü ğüm o adamda." "Sanmıyorum" diyorum ka şı ğı a ğzıma do ğru götürürken.. "O da bizim garson gibi kendi halinde biri. Ezik bir insan." "iyi ya, daha kolay ele geçirilir." "Yıllarca kömür madeninde çalı şmış, sa ğlı ğını iyice yitirmi ş, ya şlı, zayıf bir adam" diyecek oluyorum. "Angaje edilen insanların ço ğu böyle zayıf tiplerdir" diyerek kesiyor sözümü. "Yapma Amca!" diyorum ka şı ğı taba ğın içine koyarak. "Bir kömür i şçisinden söz ediyoruz. Böyle biri Alman istihbarat örgütünün adamı olacak." "Neden yalnızca adamı dü şünüyorsun, ya kız ? Çocuklu ğu Almanya'da geçmi ş. Her yaz babasını görmeye gidiyormu ş. Belki de önce onu angaje etmi şlerdir, o da babasını ikna etmi ştir." "inandırıcı gelmiyor" diyerek açıklamaya çalı şırken "Afiyet olsun" diyerek saygılı bir tavırla Mustafa dikiliyor ba şımızda. Gözleri ı şıl ı şıl, aracın sahibini bulmu ş anla şılan. "Gel bakalım" diyor amcam yanındaki sandalyeyi göstererek. Mustafa, otururken: "Adamı tespit ettik" diyor gururla. "Eski bir sabıkalı Necmettin Karanfil. Çevrede Piç Neco olarak tanınıyor. Çocuk kaçırmaktan, adam yaralamaya kadar bir sürü suç i şlemi ş." "Eski sabıkalı da kim?" diye merakla atılıyor amcam. "Madam'ın kızım kaçırmaya çalı şan adam" diye açıklamaya çalı şıyor Mustafa. Amcamın olayı bilmemesi tuhafına gidiyor. " Şu geri zekâlı kızı mı? Onu kaçırmaya mı çalı ştılar?" "Evet, dün ö ğleden önce." "Peki ama neden ?" "Biz de onu ara ştırıyoruz. Mine'nin kaybolmasıyla bir ba ğlantısı olabilir." Amcam kaşlarını yukarı do ğru kaldırarak soruyor: "Ne ilgisi var?" "Mine'yi, Mana sanarak kaçırmı ş olabilirler." "Çok mu benziyorlar birbirlerine."

Page 56: Ahmet Ümit -Sis ve gece

125 "Hayır ama, giydikleri kaban aynı. Kı ş oldu ğu için de kimse yüzüne dikkat etmemi ştir." Kafası kan şıyor. Olayları çözümlemekte güçlük; çekiyor. "Bir dakika, bir dakika! Kızı neden kaçırmak istemi şler?" "Dilendirmek için." "Kaç ya şında bu kız ?" "25'inde filan olmalı." "Dilencilik için oldukça ya şlı." "Belki de" diyorum, "iç organlannı Avrupalı zengin hastalara satacaklar." "iç organlarım satmak mı..." diyor dü şünceli bir tavırla. "Hırım.. Evet ama, öteki kızı bu i ş için kaçırdılarsa amaçlanna ula ştılar. Neden geri gelsinler?" "Benim de çözemedi ğim nokta bu." Amcam çatalını bırakıp bir süre dü şündükten sonra: "Bence yanlı ş yoldasınız" "diyor. "Adamlar Maria'yı niye kaçırmak istediler bilmiyorum, ama bu iki olayın birbiriyle ba ğlantısı yok." Mustafa'nın yüzü kıpkırmızı oluyor. Ba şanlı i şler yaptı ğını dü şündüğü bir anda amirinin amiri ona yanlı ş yaptı ğını söylüyor. Amcamın böyle kesin konu şması benim de canımı sıkıyor, para-noyaklı ğın dü şüncelerini sınırlıyor, demek geçiyor içimden, ama Mustafa'nın yanında bir tartı şmaya girmek de istemiyorum. "Emin olmamız gerek" diyorum. Yüzüme bakıyor, ben de onun gözlerinin içine bakıyorum. Ba-kı şlannı kaçınyor. "Emin olun o halde" diyor, çatalını yeniden alıp salata taba ğına götürüyor. "Ama boşa u ğra şıyorsunuz." En acıklısı Mustafa'nın durumu; yukarı tükürse bıyık, a şağı tü-kürse sakal, ne söyleyece ğini bilemeden öylece oturuyor. "Sana yiyecek bir şeyler söyleyelim Mustafa" diyorum konuyu de ği ştirmek için. "Gelirken söylemi ştim" diyor çekingen bir tavırla. "Ama garson bu masaya oturaca ğımı bilmiyor." "Merak etme, o bulur seni" diyor amcam. Gerginli ğini atmı ş görünüyor. "Yakaladınız mı bari herifi?" "Bu ak şam suçüstü yapaca ğız" diyor Mustafa gözucuyla bana bakarak. "Yapın bakalım" diyor amcam onaylamadı ğını belirten bir tavırla. "Göreceksiniz bu i şten hiçbir şey çıkmayacak." m On üçüncü bölüm Tarlaba şı'nın yıpranmı ş binalarının arasına sıkı şmış, pek de aydınlık olmayan caddelerden birinde, iki bayan sivil polis, Mustafa ve ben arabanın içinde bekliyoruz. Bayan polislerin, yüzlerinde abartılı bir makyaj var. Ön koltukta, yanımda oturan Meral, polis kolejinden bu yıl mezun oldu ğunu söylüyor. A ğır makyajın altında sevimli, adeta çocuksu bir yüz gizleniyor. Mine'nin ya şında olmalı. De ği şik bir havası var; alı ştı ğım polis tipine pek benzemiyor. Konuşmalarından, davranı şlarından gençlik fı şkırıyor, öyle rahat, öyle tasasız. Yıllar henüz onu örselememi ş. Meslek ya şamında sonsuz sayıda olana ğın kendisini bekledi ğini dü şünüyor. Kırmızı bir mini ete ği var, üstüne de lame bir ceket giymi ş. Koltukta otururken ete ği yukarı do ğru çekiliyor, fildi şi rengindeki bacakları oldukça düzgün, konu şurken gözlerimin bacaklarına kaymasını engelleyemiyorum. O da bunun farkında, ama hiç de rahatsız olmu şa benzemiyor. Arkada, Mustafa'nın yanındaki Ay- şin'in üzerinde ise neredeyse gö ğüslerinin tümünü açı ğa çıkaran, üzeri simlerle nakı şlanmı ş ye şil renkli bir gece kıyafeti var. Ay şin de üzerine koyu renkli bir kaban almı ş. Meral kadar cesur de ğil, sık sık kabanla örtüyor gö ğüslerini. Mustafa'nın hiç de şikâyet-çiymi ş gibi bir hali yok. Arada bir Ay şin'e takılıyor, ama kız gerginli ğini bir türlü üstünden atamıyor. Arabam bir gece kulübünün önünde duruyor. Kapının üstünde yanıp sönen koyu kırmızı ı şıklar yer yer aracın içini aydınlatıyor. Operasyon düzenleyece ğimiz Pandorosa Oteli yüz metre ileride. Pandorosa'nın kar şısındaki sala ş birahanede üç sivil polis var; Neco'yu tanıyan onlar. Đki sivil de caddenin alt giri şini kontrol ediyor. Arada bir telsizle haberle şiyoruz. Çok dikkatli ve saygılı görünüyorlar, ama eminim içlerinden bize küfrediyorlardır; ikin- 1 lö

Page 57: Ahmet Ümit -Sis ve gece

ci şubenin en güzel kızları bizim yanımızda diye. Suçüstünü ayarlayan muhbirimiz ise adına "Perdeci" dedi ğimiz, içerdeki temizlikçi kadın. Operasyonu ba şlatacak i şareti ondan bekliyoruz. Vakit geceyarısı, ama cadde oldukça i şlek. Üçer be şer ki şilik gruplar halinde yayalar geçiyor, araç yo ğunlu ğu daha fazla. Đnsanların ço ğu evlerine dönüyorlar ya da e ğlenceyi sürdürmek için garsoniyerlerine ya da bu i ş için hizmet veren otellere çekiliyorlar. Pandorosa da bu otellerden biri. Ama fuhu şu erkek e şcin-selli ğiyle sınırlamı ş. Daha çok kulamparaların ra ğbet etti ği bir mekân. Yalnızca mekân olarak hizmet vermiyor aym zamanda e şcinsel fahi şeler de buluyor. Özel hizmeti ise mü şterilerine çocuk fahi şeler sunmak. Bekledi ğimiz Piç Neco, bu oteli i şletenlerle birlikte yürütüyor faaliyetlerini. Piç Neco otuz be şini a şmamış olmasına kar şın insanı hayrete dü şürecek kadar çok suç i şlemi ş. Adından da anla şılaca ğı gibi annesi bir fahi şeymi ş. ilk kez 14 yaşında kom şunun kümesinden tavuk çalarken yakalanmı ş Neco. Hapisten çıktıktan bir yıl sonra oto teybi a şınrken tutuklanmı ş. Ya şı küçük oldu ğu için çok kalmamı ş içerde. Ama kısa süre sonra üzerinde eroinle ele geçmi ş. Girmi ş, çıkmı ş. Üç yıl bir vukuatı olmamı ş. Üçüncü yılın sonunda, emekli bir komiserin cüzdamm çalarken yakayı kaptırmı ş. Hapiste bir eroin satıcısının şi şlenmesi olayına karı şmış. Kanıt olmadı ğından suçunu ispatlayamamı şlar. Dı şarı çıkınca yine rahat durmamı ş, bir bann kundaklama i şine bula şmış. Đki yıl yatmı ş, çıkmı ş. Özgürlü ğü yine çok sürmemi ş, bu defa da sahte dolar basıp piyasaya sürmek suçundan yakalanmı ş. Eleba şı kendisi olmadı ğı için çok ceza almamı ş. Çıktıktan sonra tövbe etti ğini söylemi ş, Eyüp Sultan'a gidip kurbanlar kesmi ş, müezzin olan amcası onu caminin imarethanesine almı ş. Ama iki ay sonra caminin en değerli üç halısıyla birlikte kayıplara kan şmış. Altı ay sonra bir Alman turiste tecavüz etmek üzereyken yakalanmı ş. Hapisten çıktıktan sonra, Taksim civarında bir umumî tuvaletin i şletmesini devralmı ş. Ya şantaj ya da birtakım mafya bağlantılarıyla bunu sa ğladı ğını tahmin etmek güç de ğil. Tuvalet i şletmecili ği sırasında sokak çocuklarıyla kar şıla şmış. Bu i şte büyük para oldu ğunu fark etmi ş. Dilenci çetesine karı şmış, ama iki yıl sonra, bir kolu ile bir baca ğı kesik, yedi ya şındaki bir o ğlan çocu ğun ifadesiyle tutuklanmı ş. Kimsesiz küçük çocukları kaçınp, ameliyatla sakat bırakmak, tecavüz etmek ve dilendirmek suçundan yeniden içeriye atılmı ş. Đçerde mahkûmlar onu linç etmek istemi şler, ağır yaralı olarak kurtulmu ş. Cezasını tamamlayana kadar tek ki şilik bir ko ğuşta kalmı ş. Hapisten çıktıktan sonra eski mesle ğine geri dönmü ş. Mustafa'nın istihbaratına göre dilencili ği bırakıp daha kârlı bir i şe giri şmiş, sokak çocuklarını, zengin kulamparalara satmaya ba şlamı ş. Yanımızdaki kızların operasyonun içeri ği hakkında bilgileri yok. Đşin içine biz karı ştı ğımız için bunun sıradan bir fuhu ş operasyonu olmadı ğını sezinliyorlar. Ama hiçbir şey sormuyorlar. On dakika sonra telsizdeki cızırtılar yükseliyor, arayan birahanedeki sivillerden biri. "Biracı, Gece Bekçisi'ni arıyor. Gece Bekçisi beni duyuyor musun?" "Evet Biracı, Gece Bekçisi seni dinliyor" diyorum telsizi elime alarak. "Adamımız geldi" diyor Biracı. "Yanında iki çocuk var." "Anla şıldı Biracı. Perdeci'yi bekleyin. Tamam" "Emir tekrarı yapar mısın, Gece Bekçisi." "Konuk içeri girsin. Gözünüz dördüncü katta olsun. Perde-ci'nin i şaretini alınca bizi arayın, tamam." "Anla şıldı Gece Bekçisi, tamam." Biracı'nın verdi ği haberi caddenin alt kö şesindeki ekip de duymu ş olmalı. "Telsizleri açık bırakın" demi ştim, ama denetlemekte yarar var. "Gece Bekçisi, Sokak Lambası'nı arıyor." Bekledi ğim yanıt fazla gecikmiyor: "Evet Gece Bekçisi, Sokak Lambası seni dinliyor." "Sokak Lambası, Biracı'yı duydunuz mu?" "Duyduk Gece Bekçisi." "Hareket için hazır olun. Tamam." "Anla şıldı Gece Bekçisi. Tamam." Telsizi kuca ğıma koyuyorum.

Page 58: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Biz de hazırlıklarımızı tamamlayalım" diyorum. Tabancamı çıkarıp a ğzına mermi sürerken. "Çatı şma çıkaca ğını sanmıyorum, ama silahlarınız kolay eri şebilece ğiniz bir yerde olsun." Kızlar küçük çantalarını açıp silahlarını çıkarıyorlar. Arkada namluya mermi süren Mustafa'ya dönüyorum. "Önden Meral'le biz girece ğiz. Siz hemen arkamızda olun." "Adamların hangi odalarda olacakları belli mi?" diyor Mustafa. "Perdeci'nin bildirdi ğine göre 21 ve 27 numaralı odalar. Umarım son anda bir deği şiklik olmaz. Çocuklarla aym yatakta yakalamalıyız onları." Meral'in yüzünde tiksintiye benzer bir ifade beliriyor. "Kaç yıldır sürüyor bu pis ticaret?" "Bu otel açılalı beri. Be ş yıldır falan" diyor Mustafa. "Bir karı şıklık olursa unutmayın. Hedef Neco" diyorum bu aptalca konu şmayı keserek. "Onu kaçırmamalıyız." Ciddi bir yüzle dinliyorlar. Tuhaf, sanki Ay şin şimdi daha rahat. Bunun bir i ş oldu ğunun farkına yeai varıyor galiba. Gözlerimin kendisine takıldı ğını anlayınca: "Merak etmeyin, hiçbir yere kaçamaz" diyor. "Anla ştık o zaman" diyorum silahımı kılıfına koyarken. "Umarım çok beklemeyiz" diye mırıldanıyor Mustafa. Bu o ğlanın sinirleri yeterince güçlü de ğil mi, diye dü şünüyorum. Kızların yanında mızıldanması canımı sıkıyor. Otelin önüne do ğru bakıyorum. "Beyaz Şahin'i görebiliyor musun ?" diye soruyorum. Koltu ğunda do ğrulup otele do ğru bakıyor. "Siyah bir BMW, krem rengi bir Opel var" diyor. " Şahin, ortalıkta görünmüyor?" "Belki ba şka bir i ş için kullanıyorlardır." Kızlar konu şmalarımıza katılmıyor, çantalarını sımsıkı kavramı ş, harekete geçme anını bekliyorlar. Önce telsizden cızırtılar yükseliyor, ardından Biracı'nın sesi duyuluyor. "Biracı, Gece Bekçisi'ni anyor. Gece Bekçisi beni duyuyor musun? Tamam." Hemen yanıt veriyorum: "Evet Biracı. Seni duyuyoruz. Tamam." "Perdeci, dördüncü kattaki odanın ı şı ğını üç kez yakıp söndürdü. Tamam." "Anla şıldı Biracı. Harekete geçiyoruz. Biz otele girdikten sonra siz de içeri girin. Tamam." "Anla şıldı Gece Bekçisi. Tamam." "Çıkalım mı?" diyor Mustafa. "Aşağıdakilere de haber verelim" diyorum, ama gerek kalmıyor onlar bizimle bağlantı kuruyor. "Sokak Lambası, Gece Bekçisi'ni anyor. Tamam." "Seni duyuyoruz Sokak Lambası. Biz ba şlıyoruz. Biracılarla içeri girecek şekilde kendinizi ayarlayın. Tamam." "Anla şıldı Gece Bekçisi. Tamam." Araçtan çıkıyoruz. Dı şarısı so ğuk de ğil, ılık bile sayılır, hava lodosa çevirdi. Üç gündür ya ğan kar, birkaç saat içinde eriyip gitti. Ama yerler hâlâ ıslak. Meral yüksek topukları nedeniyle yürümekte zorluk çekiyor, koluma giriyor. Otele doğru ilerliyoruz. Meral'in titredi ğini fark ediyorum. Ona do ğru bakıyorum. "Üşüyorum" diyor. "Bu ilk operasyonun mu ?" diye soruyorum. "Evet" diyor, sanki bir itirafta bulunurmu ş gibi. Sesi titrek. Demek o rahatlık filan, hepsi oyundu. : "Sakin ol" diyorum babacan bir tavırla. "Göreceksin çok kolay olacak." "Sa ğolun" diyor minnetle. Binalardan süzülen solgun ı şıkların aydınlattı ğı ıslak kaldırımda yürüyoruz. Mustafa ile Ay şin'in ayak sesleri bizi izliyor. Otelin kapısına yakla ştı ğımızda, yava şlayıp Mustafaları bekliyoruz. Bir ara kar şıdaki sala ş birahanenin penceresine göz atıyorum. Adamlarımızdan birini görüyorum. Đşaretle şmiyoruz. Caddenin alt ucuna bakıyorum. Ötekiler de oralarda bir yerlerde bizi izliyor olmalılar. Mustafa ile Ay şin yakla şınca otelin kapısını açarak, kızların içeri girmesi için yana çekiliyorum. Kızların arkasından biz de dalıyoruz içeri. .

Page 59: Ahmet Ümit -Sis ve gece

Otelin hemen giri şinde yer alan küçük lobide kimsecikler yok. Sa ğ taraftaki duvarı boydan boya kaplayan, manzara resminden olu şan yekpare duvar kâ ğıdı da olmasa sade bir havası var diyece ğim lobinin. Resepsiyona do ğru yürüyoruz. Resepsiyonda şi şman bir adam oturuyor. Tezgâhın arkasında ba şını e ğmiş ya gazete okuyor ya da hesap yapıyor. Adamın tam arkasında büyükçe bir tabloda altın suyuna batırılmı ş harflerle Arapça olarak "Bis-millahirrahmanirrahim" yazısı okunuyor. Adam bizi fark edince, hazırlıksız yakalanmı ş gibi hemen aya ğa kalkıyor. Yüzünde sıkıntılı bir ifade var. Daha ne iste ğimizi bile belirtmeden: "Özür dilerim, bo ş odamız yok" diyor. "Dur be anam, hemen bozma havamızı" diyorum bitirim tavırlarıyla. "Bak zor durumda kalmı şız" diyerek ba şımla kızları gösteriyorum. "Anlıyorum, ama bo ş oda yok Beyefendi." "Bırak şu beyefendi a ğızlarını da patronuna bir sor" diyorum tatlı sert bir tonda. Çocuğun gözleri bir an sol tarafta, merdivenin hemen yanındaki ah şap kapıya doğru kayıyor. Demek patronlar orada. "Hayır, hayır onlar da bir şey yapamazlar" diyerek kestirip atıyor. Mustafa cebinden bir tomar binlik çıkanp, o ğlana gösteriyor. "Patronları bo ş ver. Kendi aramızda halledelim şu i şi. Belki sen bulursun bize boş iki oda." Adamın gözleri paraya takılıyor, sonra yine yönetim odasına bakıyor. Kısa bir ikircimden sonra: "Para mühim de ğil Beyefendi" diyor ama, binlikleri alamadı ğı için kahroldu ğu o kadar belli ki, patron burada olmasaydı ke şke, der gibi bir hali var. "Gerçekten yerimiz yok." Gözucuyla dı şarı bakıyorum. Birahanedeki ekip otele do ğru yakla şıyor. "Ne yapalım, o halde gideriz" diyorum Mustafa'nın gözlerinin içine bakarak. "Koca Beyo ğlu'nda ba şka otel mi yok?" Mustafa, şi şman adama do ğru dönüyor. "Yine de sa ğol" diyerek elini uzatıyor. Şi şman adam sorunu çözdü ğü için rahatlamı ş, ama parayı kaybetti ği için biraz mahzun bir halde elini uzatıyor. Mustafa, şi şman adamın elini yakalayıp, olanca gücüyle kendine do ğru çekiyor. Boş bulunan adam, resepsiyon masasının üzerine do ğru sendeliyor. Adamın üzerine atılıyorum, sol elimle ba şını masanın üzerine yapı ştırırken sa ğ elimdeki tabancamın namlusuyla adamın şaşkınlıktan yan açık kalmı ş a ğzını kapatıyorum. Adamın kula ğına e ğilerek, fısıltıyla: "Biz polisiz" diyorum. "E ğer gıkını çıkarırsan beynini da ğıtırım. Anladın mı ?" Adam korkuyla ba şını sallıyor. Mustafa i şi şansa bırakmıyor. Hızla tezgâhın arkasına geçip adamın a ğzını kocaman bir bantla kapattıktan sonra onu yüzükoyun yere yatırıyor. "Sen adamı kontrol et" diyorum Meral'e. Çantasından tabancasını çıkarıp Mustafa'dan adamı devralıyor. "Sen de kapıyı kolla" diyorum Ay şin'e. "Kimsenin dı şarı çıkmasına izin verme." O sırada dı şarıdaki ekipler de içeri giriyor. Sessiz olmalarını söylüyorum. Biracıların ekibinden Neco'yu tanıyan kel polisi yanıma ça ğırıyorum. "Biz Neco'yu enseleyece ğiz. Siz iki grup halinde yukarı çıkıyorsunuz. Oda numaralarını biliyorsunuz ?" Ekiptekiler anladıklarını belirtiyorlar sessizce. "Size bir dakika veriyorum. Bir dakika sonra yönetim odasına girece ğiz." Sözlerim biter bitmez, hızlı ama sessiz bir biçimde merdivenleri tırmanmaya başlıyorlar. Son bir kez kızlara bakıyorum. Meral, silahı yerde yatan şi şman adama çevrili kararlı bir halde bekliyor. Ay şin eli kabanının altına gizledi ği silahında, yüzünde sakin bir ifadeyle kapıyı kolluyor. Her şey yolunda görünüyor. O halde biz de Neco'yu ziyaret edebiliriz. Yönetim odasının kapısına yakla şıyoruz. Henüz bir dakika dolmadı. Mustafa kapının sa ğına, kel polis ise soluna geçiyor. Yakla- şıp içeriyi dinliyorum. Sesler bo ğuk bo ğuk, ne konu şuldu ğu anla şılmıyor. Kaç ki şiler acaba? içerde bir sandalye çekiliyor. Yoksa dı şarı mı çıkacaklar? Saatime bakıyorum, bir dakikanın dolmasına on be ş saniye var. Acele etmemeliyim. Yukardakiler için her saniyenin önemi var. Ama ayak sesleri yakla şıyor. Galiba biri dı şarı çıkacak. Adamın kapıya yakla ştı ğını i şitiyorum. Duruyor, bir şeyler

Page 60: Ahmet Ümit -Sis ve gece

söylüyor. Artık söylediklerini anlıyorum. "Sabah gelip çocukları alırım" diyor. Piç Neco olmalı. Vaktin dolmasına birkaç saniye var, ama artık bunun bir önemi yok. Arkada şlarıma i şaret veriyorum ve kapıyı açarak içeri giriyoruz. "Kıpırdamayın, polis !" Piç Neco oldu ğunu tahmin etti ğim adam, ayakta odanın ortasında öylece donup kalıyor. Orta boylu, kumral, yumu şak hatları olan, temiz yüzlü, hatta yakı şıklı sayılacak biri. Do ğrusu Ne-co'nun böyle biri olaca ğını hiç dü şünmemiştim. Sokakta görseniz onun bu i şlere bula ştı ğını asla-tahmin edemezsiniz. Tam kar şımızda masif masanın ba şında orta ya şlı, şi şmanca, ince bıyıklı, kalın gözlüklü biri oturuyor. Otelin sahibi de bu herif olmalı. Önce Piç Neco topluyor kendini. "Ne oluyor" diyor adeta ba ğırarak. "Ellerini ba şının üstüne koy diyorum" diyorum, tabancamla i şaret ederek. Neco tınmıyor. "Suçumuz neymi ş" diyor biçimli dudaklarını bükerek. Neco'nun diklenmesi otel sahibini de cesaretlendiriyor. "Arama izniniz var mı ?" diye çıkı şıyor, o da sesini alabildi ğine yükselterek. Adamın gözlüklerinin camı o kadar kalın ki, gözleri mercimek tanesi gibi gözüküyor. Amaçlan yukandaki paralı sübyancılara baskını haber vermek. "Aya ğa kalk" diyor Mustafa adama. "Önce arama izninizi gösterin" diye yine ba ğınyor Neco. "Ba ğır Piç Neco, ba ğır" diyorum tabancamı karnına bastırarak. "Belki müşterilerine duyurursun." Neco ellerini kaldırıp ba şının üstüne koyuyor, gözleri gayriih-tiyarî yukarı doğru çevriliyor. Odada buz gibi bir rüzgâr esmeye ba şlıyor. Masadaki herifin tavn anında de ği şiyor. "Burası namuslu bir müessesedir. Karakoldan da bilirler bizi. Bugüne kadar en ufak bir vukuatımız çıkmamı ştır." "Eminim öyledir, ama önce kalk bakalım o masadan" diyerek adamın gözlüklerini çıkarıyor Mustafa. Adam gözlükleri kaptırmamak için atılıyor, ama Mustafa daha hızlı. "Verin gözlü ğümü" diyor adam gözlerini iyice kısarak görmeye çalı şırken. "Zorluk çıkarmayın. Anla şabiliriz." Mustafa dönüp anlamlı anlamlı yüzüme bakıyor. Yanıt vermedi ğimizi gören adam umutlanır gibi oluyor. "Daha önce de böyle hallettik bu i şleri." "Artık anla şabilece ğimizi sanmıyorum" diyerek herifi yüzüstü duvara yapı ştırıyor Mustafa. "Aptallık etmeyin" diye atılıyor Neco. "Bize bir şey olmaz." "Kimin ne olaca ğını yakında görürsün" diyerek Neco'yu duvara itekliyorum.. Neco şaşkın, durumu anlamaya çalı şıyor. "Hangi karakoldansınız ?" diye soruyor. "Biz FB Đ'danız" diyor Mustafa ne şeyle. Kel polis gülüyor, ben ciddiyetimi bozmadan Neco'yu yüzüstü duvara yakla ştırıyorum. "Ellerini duvara daya" diyorum. Neco söyledi ğimi yaparken, "Eğlenin bakalım" diyor. "Buldunuz garibanı." "Sen misin gariban" diyorum elimle kemerinin çevresini yoklarken. " Đşledi ğin suçlan gazetede yayımlamaya kalksalar bir yılda bitmez." Neco'nun sesi endi şeli bir hal alıyor. "Beni biriyle kan ştınyorsun." "Seni öyle bir karı ştıraca ğız ki bir daha düzelemeyeceksin" diyorum. "Bu da ne ?" diyerek bölüyor Mustafa konu şmamızı. Ona bakıyorum. Yapmacık bir hayretle, otel sahibinin belinden çıkardı ğı Baretta marka tabancayı gösteriyor. "Ruhsatlıdır, çekmeceye bakın belgeler orada" diyor adam tela şla. "Kendimi korumak için." "Kimden?" diye soruyor Mustafa. "Hırsızdan u ğursuzdan..." diyor adam kekeleyerek. "Sizden daha büyük u ğursuz mu olur?" "Haksızlık ediyorsunuz" diyor adam.

Page 61: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Sen silah ta şımıyor musun?" diye soruyorum Neco'yu ararken. "Ben de o yollar yoktur." "Çocuklan korkutmak için silaha gerek yok ki" diye atılıyor kel polis. Neco ba şmı çevirerek tehditkâr bakı şlar fırlatıyor kel polise. "Önüne bak" diye uyanyorum. Aldırmıyor. Aklınca sert adamı oynayacak. Bana bu olana ğı verdi ği için memnunum. Sorgu önce- 125 si onu biraz yumu şatmak gerek. Sa ğ elimin ayasıyla ensesine vuruyorum. Yüzü duvara çarpıyor. "Ah... Ne vuruyorsun" diyor can havliyle. Bir kere. daha vuruyorum. "Vurmasana be" diye ba ğınyor, belki de niyetimi anladı üstünlü ğü kaptırmak istemiyor. Bu kez daha sert vuruyorum. Duvardan tok bir ses geliyor. "Ah..! Vurma lan" diye uluyor Neco. Sağ böbre ğine esaslı bir kro şe yerle ştiriyorum. Solu ğu kesiliyor. Dizlerinin üstüne çöküyor. Yüzü acıyla çarpılmı ş bana do ğru dönmeye çalı şıyor. "Bir daha söyle" diyorum. Umduğumdan daha çetin çıkıyor Neco, a ğzından kesik kesik: "Siktir git" sözcükleri dökülüyor. Đki adım gerileyip, olanca gücümle bö ğrüne bir tekme yerle ştiriyorum. Yere kapaklanıyor. Bir tekme daha yerle ştiriyorum. Sonra kula ğına yakla şıp sesleniyorum. "Bir daha söyle." Neco'nun pataklandı ğını gören otelci: "Yapmayın, vurmayın" diye yalvanyor. "Sen kan şma" diyor Mustafa adamı yeniden duvara yapı ştırarak. Neco bir daha sövmüyor. Ama ben kendimi tutamıyorum, bir tekme daha yerle ştiriyorum, elleriyle kapatmaya çalı ştı ğı kann bo şlu ğuna. Tekmenin şiddetiyle savruluyor, sonra yeniden kapanıyor. Artık gıkı bile çıkmıyor. Dı şanda gürültüler duyuyorum. Kel polis ile Mustafa'yı zanlılann yanında bırakıp, lobiye çıkıyorum. Biri otuz be ş öteki ellisini çoktan a şmış iyi giyimli iki adam, yüzleri yerde polislerin arasında a şağı iniyor. Arkada iki o ğlan çocu ğu var. Đncecik bedenlerindeki rengârenk kız elbiseleriyle kısa saçlan tam bir kar şıtlık olu şturuyor. Đki çocuk da birbirine çok benziyor. Karde şler mi ? Dikkatli bakınca yanıldı ğımı anlıyorum. Gözlerindeki ve dudaklanndaki abartılı boyalar onlan benzer gösteriyor. Tuhaf, çocuklann yüzünde zerre kadar utanma belirtisi yok. Hayasızca gülüyorlar. Hatta arada bir üçüncü sınıf porno filmi yıldızlan gibi dillerini çıkartarak, dudaklannın üstünde sa ğa sola gezdiriyorlar. Ekip şefi, ba şıyla çocuklan i şaret ederek: "Uçuyorlar, ikisi de hap almı ş" diyor. Kulamparalardan ya şlı olanı yakla şıyor. 126 "Bakın Komiserim" diyor. "Bu i şte bir yanlı şlık var." Adamı tepeden tırna ğa şöyle bir sözdükten sonra: "Bu çocuklar senin o ğlun mu ?" diyorum manidar bir ses tonuyla. "Yok, de ğil." "Akraban mı?" "Hayır" diyor so ğukça. "Onlarla aynı odada ne i şin var?" Daha genç olanı atılıyor. "Tamam" diyor. "Bir bok yedik. Yaptık bu i şi. Ama ailemiz, çevremiz duyarsa..." "Yerinde olsam ailemi de ğil de hapiste linç edilmekten nasıl kurtulaca ğımı düşünürdüm" diyerek kesiyorum lafını, "ikinizi de fena becerecekler içerde." Adamların utançtan kızarmı ş yüzü, korkuyla kararıyor. Ba şımı çevirdi ğimde Meralle göz göze geliyoruz. Hâlâ resepsiyondaki herifin ba şında dikiliyor, ama tedirginli ğini atmı ş, koyu renk kirpiklerinin arasından açık renk gözleri keyifle panldıyor. On dördüncü bölüm Asayi ş şubesi bizim gelmemizle şenleniyor. Hâlâ yalvarmayı sürdüren iki kulampara, sürekli olarak gözlü ğünü ve avukatını isteyen otelci, çocukların

Page 62: Ahmet Ümit -Sis ve gece

isterik gülü şmeleri, meraklı polisleri ba şımıza topluyor. Neyse ki nöbetçi başkomiser becerekli biri çıkıyor da i şleri düzene sokuyor. Otelciyi, iki kulamparayı ve çocukları alt katta ayrı ayn odalara alıyorlar. Bize de biraz mırın kırın ettikten sonra Neco'yu sorgulamamız için ikinci katta pencere-siz, küçük bir oda veriyorlar. Neco sokuldu ğu sıkıntı verici odanın ortasındaki masada sessizce oturmu ş, ba şına gelecekleri bekliyor. Alnım duvara çarpmaktan olu şan morluk, güzel yüzünde bir leke gibi duruyor. Oteldeki hırçınlı ğının yerini endi şeli bir uysallık almı ş. Ama onun bu haline bakıp da teslim oldu ğunu, ilk sorularımızla çözülece ğini sanmak saflık olur. Kafasının içinde neler döndü ğünü ancak şeytan bilir. Asayi ş şubesiyle aramızdaki küçük pürüzleri çözdükten sonra Neco'nun sorgusuna başlayabiliyoruz. Mustafa, onun arkasına geçip ayakta dikiliyor, ben kar şısındaki iskemleye oturuyorum. Neco bir tür savunma mekanizmasıyla olsa gerek, masanın üzerinde duran ellerini çekiyor, göremeyece ğimiz bir yere, büyük olasılıkla dizlerinin üstüne indiriyor. "Bak, Neco" diyorum. "Adam dövmeye meraklı de ğilim. Oteldeki gibi çıkıntılık yapmazsan, canını yakmayız. Ama bizi u ğra ştırmaya kalkarsan..." Neco'nun ye şil beneklerle harelenen ela göz bebekleri hızla hareket ediyor. "O çocuklarla ilgim yok" diyor sözümü keserek. Mustafa sa ğ elinin i şaret parma ğım Neco'nun ensesine dayayarak: 128 "Terbiyesizlik etme" diyor. "Amirimin sözü bitmedi." "Kusura bakma Komiserim" diyor. Demek komiserim olduk, bu iyiye i şaret. Neco yumuşuyor. Ama Mustafa'yı göremedi ği için tedirgin, her an arkadan bir darbe gelebilece ği kaygısı içinde ba şını çevirmeye kalkıyor. Mustafa'nın yüzünün gerildi ğini görüyorum. Parma ğını Neco'nun ensesine iyice bastırıyor. "Otelde yedi ğin sopa yetmedi mi ?" diyor so ğukkanlı bir sesle. Neco hemen önüne dönüyor. Göz göze geliyoruz, bakı şlarını benden kaçırıp masanın parlak yüzeyine indiriyor. Ona bir sigara uzatıyorum. Benden bu davranı şı beklemiyor olmalı. Đkircim içinde alıyor. Çakma ğımı uzatıp sigarasını yakıyorum. Derin bir soluk çekiyor. "Aslında, çocuklar bizi ilgilendirmiyor" diyorum. Neco'nun şaşkınlıkla büyüyen ela gözlerinde, o halde beni neden gözaltına aldınız sorusu okunuyor. Yanıt yerine masanın üzerindeki mavi kapaklı dosyayı açıyorum. Hareketlerimi özellikle yava şlatıyorum. Yava şlı ğım onun sinirlerini geriyor. Dosyanın içinden Maria'nın vesikalık bir foto ğrafını alıp, ona uzatıyorum. Olanları hâlâ anlayamayan Neco temkinli bir tavırla foto ğrafı alıyor, ama gözleri bende. Elimle foto ğrafı gösteriyorum. Bakı şları foto ğrafa kayıyor. Bir süre inceliyor, ama yüzünde Maria'yı tanıdı ğına ili şkin hiçbir belirti yok. Ba şını kaldırırken: "Sakın onu tanımadı ğını söyleme" diyorum. Yeniden foto ğrafa bakıyor. "Ama tanımıyorum." "Tanıyorsun." "Hayır, onu tanımıyorum" diyor kesin bir ifadeyle. "Sana bizi u ğra ştırmamanı söylemi ştim." Gözlerindeki şaşkınlık artıyor, a ğzı aralanıyor. "Ba şıma ne i ş sarmaya çalı şıyorsunuz ?" Söyledikleriyle ilgilenmedi ğimi belirtmek istercesine bakı şlarımı yukarıya, Mustafa'ya kaydırıyorum. "Sen haklıymı şsın" diyorum. "Bu herif yalnızca sopadan anlı- yor. "Durun, durun!" diyor tela şla. "Büyük bir yanlı şlık yapıyorsu- nuz. Ellerinin titremeye ba şladı ğını görüyorum. Sigaradan sararmı ş di şleriyle dolgun dudaklarım kemiriyor. Đlk gördü ğünüzde fark edilmese de, onunla konu şmaya başladı ğınızda ya da davranı şlarım daha yakından inceledi ğinizde kadınsı bir yana sahip oldu ğu- nu sezinliyorsunuz. Mustafa da Neco'nun e şcinsel oldu ğunu söylemi şti. Đçeride, üçüncü sınıf bir hapishane kabadayısının kapatması olmu ş uzunca bir süre.

Page 63: Ahmet Ümit -Sis ve gece

Zorunluluktan do ğan bir durum mu, isteyerek yapılmı ş bir tercih mi, orası belli değil. "Belki kendini de pazarlıyordur" demi şti Mustafa. Ben sanmıyorum. Eşcinselli ğini saklamaya çalı şıyor. Bu alanda ba şanlı oldu ğunu da söyleyebilirim. Ses tonu, hareketleri normal bir erke ğinkinden farklı de ğil. Gerçi e şcinselli ğinin gizli kalması çok zor. Onun dünyasında herkes birbirini tanır. Dedikodular inanılmaz bir hızla yayılır. Yine de gizlemeye çalı şıyor, çünkü otoritesi söz konusu. Öyle ya, ibnelerden çocuklar bile korkmaz. Nasıl bir belaya bula ştı ğını anlamaya çalı şan Neco'nun tedirginli ği de giderek artıyor. Gözaltına aldı ğımızdan beri korudu ğu kendine güven duygusu onu terk ediyor. Sigarası bitince, sıkıntıyla küllü ğe bastırıyor. Ellerini önüne do ğru çekiyor, önce sol elini sa ğ avucunun içine koyuyor, .sonra ellerin yerlerini deği ştiriyor. Bir şeyler söylememi, hatta onu suçlamamı bekliyor. Suskunlu ğumuz onu ürkütüyor. " Đnanın bana ben o kızı tanımıyorum" diyor. Nerdeyse yalvarmaya ba şlayacak. Mustafa sanki dü şündüklerimi hissetmi ş gibi arkadan Neco'nun kula ğına do ğru eğiliyor, yatak odası sesiyle: "Yalan söyleme" diyor. "Yalan söylemiyorum" diyor Neco kula ğım Mustafa'dan olabildi ğince uza ğa kaçırarak. "Hiç görmedim bu kızı." Kısa bir sessizlik oluyor. Neco'nun ürkek bakı şları yüzümde geziniyor. "Ölmü ş mü?" Soruyu sorarken yüzünde beliren kaygı yüklü merak, ses tonu öyle içten ki, bir an acaba yanlı ş adamın pe şinde miyiz, diye dü şünüyorum. Ama Mustafa aynı kanıda değil. Sol eliyle Neco'yu arkadan kendine do ğru çekiyor. Neco'nun bütün bedeni korkuyla sarsılıyor, ama kar şı koymuyor. Direnmenin ona hiçbir şey kazandırmayaca ğını deneylerinden ö ğrenmi ş olsa gerek. Mustafa, onu iskemleye yasladıktan sonra e ğilip sa ğ kula ğına, "Artık ba şlayalım" diyor. Neco korkuyla büyüyen gözlerini, yardım et der-cesine bana dikiyor. Đlgilenmiyorum. Cebimden sigara paketimi çıkarıp, içinden bir tanesini dudaklarıma yerle ştiriyorum. Çakmağımı çakarken, Mustafa sa ğ eliyle Neco'nun sa ğ kula ğının üst kısmına periyodik aralıklarla fiskeler vurmaya ba şlıyor. "Ah... Ah..! Yapmayın. Aradı ğınız ben de ğilim." Mustafa'nın yüzünde ne öfke ne kin var, duygusuz bir ifadeyle pe ş pe şe fiskelerini sıralıyor. Kolundaki altın künye her vuru şunda bir sarkaç ileri geri sallanıyor. Fiskelerin sayısı arttıkça Ne-co'nun yüzü acıyla buru şmaya ba şlıyor. "Onu ben öldürmedim!" diye tekrar ediyor yalvararak. Elimle Mustafa'ya durması için i şaret ediyorum. Derin bir soluk alıyor Neco. "Kızın öldü ğünü nereden biliyorsun ?" diyorum. Eliyle, kıpkırmızı olmu ş sa ğ kula ğını ovu ştururken: "Ba şka ne olabilir ki ?" diyor. Kızın öldü ğünden eminmi ş gibi. "Ne zaman faili bulunamayan, pis bir i ş olsa biz göte gideriz." "Tanık var." Neco'nun yüzü adeta çarpılıyor, inanmamı ş gibi yarım a ğız gülümsüyor. "Alay ediyorsunuz" diyor. "Soytarılı ğı bırak" diye sıkı ştırıyor Mustafa. Neco yalvaran gözlerle bana bakıyor. "Seni kızla görmü şler" diyorum. "Yalan" diye söyleniyor çaresizlik içinde, "iftira." "Dün sabah neredeydin ?" "Dün sabah?.." Biraz dü şünüyor. Mustafa avıyla oynamayı sürdürüyor. "Ne o, erken bunama mı ba şladı?" "Hatırlamaya çalı şıyorum. Tamam, tuvaletteydim. Dün sabahtan ö ğleye kadar. Tuvaletteydim." " Đshal mi olmu ştun?" diyor Mustafa sırıtarak. "Benim i şim tuvalet i şletmecili ği." "Pezevenklik sanıyorduk." "Yanımdaki büfenin sahibine sorabilirsiniz" diyor Neco, söylenenleri duymazdan gelerek. "O da mı çeteden?" diye üsteliyor Mustafa.

Page 64: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Çete mete yok" diyor sinirli bir ses tonuyla. "Nuri Abi aptesinde namazında bir adamdır." " Şimdi onlara da mı el attınız?" "Niye inanmıyorsunuz!" diyor Neco çaresizlik içinde. Biraz daha sıkı ştırsak ağlayacak. "Ben yapmadım. Tamam, temiz bir adam sayılmam. Ama o kızı öldürmedim. Başkalarının yüzünden neden hapislerde çürüyeyim ?" "Tanıklar böyle söylemiyor ama" diyorum so ğuk bir ses tonuyla. Neco öfkelenmeye ba şlıyor. "Kimmi ş onlar, gelsinler yüzle şelim." 1JJ "Araban nerede Neco?" diyerek Mustafa yeniden katılıyor sorguya. Afallıyor Neco. "Arabam mı ?" "Araban. Hani şu beyaz, Şahin, neydi plakası?" "34 KZ 763" "Evet i şte o." "Siz neyin pe şindesiniz?.." "Senin pe şindeyiz. Araban nerede?" "Ondan bir şey tutturamazsın" diyor. "O bir kazaydı ? Suç da kamyonetin sürücüsündeydi." Mustafa ile ben şaşkınlıkla birbirimize bakıyoruz. "Ne saçmalıyorsun sen? Ne kazası?" diye atılıyorum. "Arabamı sordunuz anlatıyorum. Üç gece önce Ça ğlayan giri şinde, yo ğurt ta şıyan bir kamyonet çarptı bana. Yollar ıslaktı. Şarampole yuvarlandım. Epeyce zayiat var." "Uydur Neco uydur" diyerek ba şını sallıyor Mustafa. "Uydurmuyorum" diyor Neco kendinden emin bir tavırla. "Ö ğrenmek istiyorsanız, Şi şli Trafik Müdürlü ğü'ne sorun. Şi şko bir polis geldi, tutanak tuttu." " Şimdi araba nerede ?" "Nerede olacak. Kaportacıda." "Ne zamandır orada." "Kazadan sonra çekici alıp götürdü. Bir haftaya kadar ancak bitermi ş i şi." "Beyaz Şahin'den söz ediyoruz de ğil mi ?" "Ba şka arabam yok" diyor. Öyle do ğal bir hali var ki. E ğer çok iyi bir oyuncu değilse kesinlikle do ğru söylüyor. "Beni iyi dinle Neco" diyorum sa ğ elimin i şaret parma ğını yüzüne do ğru uzatarak. "Bizi atlatmaya kalkıyorsan, canına okurum senin." "Sizi niye atlatmaya kalkayım. Yarım saatte ö ğrenirsiniz i şin aslını" diyor Neco. Sonra elini ceketinin cebine sokuyor, çıkartı ğı kartı bana uzatırken sürdürüyor sözlerini, "i şte kaportacının telefonu, sorun ö ğrenin. Daha iyisi gidip arabayı gözlerinizle görün." Uzattı ğı kartı alıp, bakıyorum. Kötü bir kartona koyu renk bir ye şille basılmı ş Kaportacı Đsmet Usta yazısını okuyorum. Adresi 4. Levent'teki Sanayi Sitesi. Ev ve i ş telefonu var. Karta bakarken, Şerefi dü şünüyorum. Şeref bize neden yalan söylesin ? Ayrıca Neco'yu nereden tanıyor, arabasını plaka numarasına kadar nasıl biliyor? L Mustafa da olanlan anlayamamı ş, bir açıklama beklercesine bana bakıyor. Kartı ona uzatıyorum. "Sor bakalım beyaz şahin orda mıymı ş." Mustafa kolundaki saati göstererek: " Şimdimi?" "Evet, kaybedecek zaman yok. Trafik şubesini de ara, nöbetçi birileri vardır. Üç gün önce Ça ğlayan'da kaza olmu ş mu, bir sor bakalım." Mustafa kartı alıp odadan çıkıyor. Neco rahatlamı ş görünüyor. Neler olup bitti ğini bilmemesine kar şın bu araba meselesinin önemli oldu ğunu kavramı ş, onu temize çıkartacak kanıtlan oldu ğu için tedirginli ğinden kurtulmu ş oturuyor. "Bir sigara daha alabilir miyim?" Paket ile çakma ğı uzatırken: "Nerede oturuyorsun ?"diye soruyorum.

Page 65: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Dolapdere'de. Dörtyol a ğzında, Elmada ğ'a çıkan yoku şun ba şındaki kahvenin hemen arkasında. Rahmetli pederin evinde" diyerek sigarasını yakıyor. "Babanın olmadı ğını sanıyordum." Bozuluyor Neco, ama alttan alıyor. "Babasız insan olur mu ?" diyor. "Herkes gibi bizim de bir babamız var Allah'a şükür." Sözlerini bitirince dolu dolu çekiyor dumanı içine. "Yukarıya, Kurtulu ş'a, Feriköy'e çıktı ğın olur mu?" "Niye çıkmayayım Abi. Çocuklu ğumuz oralarda geçti." "Tanırlar mı seni orada?" "Tanıyan da vardır tanımayan da. Eskilerden tanıyan daha çok çıkar. Az kız kovalamadık..." "Kurtulu ş'un gençleri ne diyordu bu i şe ?" "Alayı pu şttur onların. Hiç geçinemeyiz. Bizi hakir görürler. Adam yerine koymazlar." "Çingene diye mi?" "Öyle ama, ben Roman de ğilim Abi" diyor. Roman sözcü ğünün üstüne basa basa. "Nerelisin?" "Doğma büyüme Đstanbul çocu ğuyuz Abi. Rahmetli pederi Be-yo ğlu'nun eski gazinolarında bilmeyen yoktu. Me şhur Gırnatacı Raif i. Karaya ğız, uzun boylu. Bütün orospular yanıp tutu şurmuş babam için." "Ya annen ?" Yine derin bir soluk çekiyor sigarasından. 133 "Hiç rahat bırakmadılar annemi" diyor dalgın bir halde sigara dumanını savururken. "Güzel kadındı. Hiç unutmadı ğım bir sözü vardır. 'Güzelin dü şmanı çok olur o ğlum' derdi. Bir de 'Güzelin bahtı kara olur.' Söyledi ği gibi çıktı. Babamla evlendikten sonra bıraktı o i şleri, evinin kadını oldu. Ama güpegündüz kaçırdılar anamı. Dolapdere'de herkesin gözleri önünde. Ba şvurmadık yer kalmadı. Karakol karakol dola ştı peder. Hiç haber alamadık. Arkada şlarım 'Senin anan orospu, kendi gönlüyle kaçtı' dediler. Đnanmadım tabiî. Đftira ediyorlardı anama. Be ş yıl sonra ölüm haberini duyduk. Mara ş kerhanesinde bıçaklamı şlar." "Türk filmi gibi" diyorum. "Film gibi" diye tekrarlıyor acı acı gülerek. "Hem de sinemaskop." Başını öne e ğiyor. Ya şaran gözlerini mi gizliyor, rol mu yapıyor belli de ğil. "Kurtulu ş'ta hiç vukuatın oldu mu?" Neco nereye varmaya çalı ştı ğımı merak ederek, kendisi için en tehlikesiz yanıtı bulmaya çalı şıyor. "Senden ne saklayaca ğım. Son dura ğa yakın ara sokaklardan birinde, kumar oynatan bir kahvenin kundaklanmasına karı ştırdılar adımızı. Allah seni inandırsın, hiçbir ili şi ğim yoktu o i şte. Çok tutmadılar içeride zaten." Bir an Şerefi sormak geliyor aklıma, ama hemen vazgeçiyorum. E ğer Neco yalan söylüyorsa, muhbirimizi ele vermek anlamına gelir bu. Önümdeki dosyayı açıyorum, okur gibi yaparak: "Çocuk kaçırma i şine de bula şmışsın sen" diyorum. Yeniden tedirginle şiyor Neco. "Yok Abi, olay öyle de ğil. Bunlar yoksul çocuklar. Sokakta yatıp kalkıyorlar yani. Dilenmek istiyorlar. Ama nerde dilenecekler, bütün kö şebaşları tutulmu ş. Gelip benden yardım istediler. Biz de onları himayemize aldık." " Şikâyet eden çocuk öyle demiyor ama. Kendisini senin kaçırdı ğını, iki koluyla, sol baca ğını kırdı ğını, sakat kalması için kemikleri ters sardı ğını, hem de sana alı şması için ona defalarca tecavüz etti ğini söylemi ş" diyorum. "Hepsi yalan" diyor. Sanki bütün bu tüyler ürperten olaylarla hiçbir ilgisi yokmuş gibi. "Bu söylediklerini yapan ba şka bir çete. Ben çocuklara yardım edince onlar da bana bu kötülü ğü yaptılar. Zaten çocuk ifadesini sonra deği ştirdi." "Yani sen çocuklara yardım ediyordun öyle mi ?" 134 Ya alay etti ğimi anlamıyor ya da anlamazlı ğa vuruyor. "Aynen öyle Abi" diyor. "Dilencilik i şinde hep çocuklar mı kullanılır?"

Page 66: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Benim bu i şlerle ilgim yok" diyor kendini sa ğlama almak kaygısıyla. Ama benimle arayı da bozmak istemiyor. "Duydu ğuma göre. Arayanı soranı olmayan, esmer, zayıf çocukları seçiyorlar-mı ş. Đri kara gözlü olanları." " Đri kara gözlü mü ?" "O çocukların yüzünde, nasıl söyleyeyim bir mahzunluk, bir hüzün var. Vatanda ş görünce acıyor, vicdanı sızlıyor, atıyor parayı." "Gençleri de dilendiriyorlar mı ?" "Yok Abi dilencilik i şinde gençleri kimse istemez. Hırsızlık falan olsa neyse." "Deliler, geri zekâlı olanlar?" "Deliler kendilerine acındırmayı beceremezler. Đnsanlar delilere gülerler. Bir de verdikleri paranın bo şa gidece ğini dü şünürler." "Ya kaçırma olayları? Organ nakli için filan." Neco ne söyledi ğimi anlamamı ş gibi davranıyor. "Nasıl organ nakli!" "Yabancı zengin hastalara. Kalp hastası olanlar, böbre ğe ihtiyacı olanlar için. Genç çocukların kaçırılması." " Đlk senden duyuyorum. Böyle bir şey varsa da benim haberim yok... Demek vatanda şı parçalayıp gâvurlara satıyorlarmı ş. Vay anasını, neler varmı ş be!" Neco giderek abartıya kaçan bir halde ba şını sa ğa sola sallarken asık bir suratla Mustafa giriyor içeriye. "Araba kaportacıdaymı ş" diyor. Bu habere hiç sevinmedi ği belli. "Ya Trafik Şubesi?" "Onlar da söylenenleri do ğruladılar. Söz konusu araba üç gün önce a ğır bir kaza geçirmi ş." "Bende yalan yok Abi" diyor Neco haklı çıkmı ş olmanın keyfiyle. "Ne söylediysem harfi harfine do ğrudur." "Kes sesini" diye çemkiriyor Mustafa. "Seninle i şimiz daha bitmedi." Mustafa'nın tehditleriyle tadı kaçan Neco önüne bakıyor. Odada bir sessizlik başlıyor. Şerefi dü şünüyorum. Bize neden yalan söylemi ş olabilir? Belki de kaçırma olayı filan olmadı. Şeref, Ne-co'ya dü şmandı, onun ba şını belaya sokmak için bu yalanı kullandı. Hayır, bu inandırıcı de ğil. Ba şka bir neden olmalı. Mine'nin kaybolmasıyla ilgisi var mı acaba? " Şeref diye birini tanıyor musun?" "Kurtulu ş'tamı?" "Evet. Bakkalık yapıyor." "Ev, arsa filan da alıp satar mı?" "Doğru, komisyonculuk da yapıyormu ş." "Komisyonculuk mu, e şkıyalık desene şuna?" "Herifi tanıyorsun yani." "Ne anasının gözüdür o." "Kavgalı mısınız ?" "Yoo hiç bula şmadım. O da bana yakla şmaz." "Pek sevmiyorsun Şerefi?" "Ölüyü soyan adamı sever misin Abi?" "Sanki kendisi sütten çıkmı ş ak ka şık da" diye söyleniyor Mustafa. "Ölüleri mi soyuyor?" diye soruyorum Mustafa'ya aldırmadan. "Daha beter. Ya şlı Rumlar var ya. Hani çocukları tırsıp Yunanistan'a filan kaçmı ş olanlar. Onları korkutup evlerini yok pahasına elde etmeye çalı şıyor." "Daha açık anlatsana şunu." "Diyelim ki bir Rum ailedensin. Yıllar önce yapılmı ş müstakil bir evin ya da ne bileyim iki üç katlı bir apartmanın var. Bu şerefsiz herif, seni tedirgin etmeye başlıyor. Ak şamları pencerelere ta ş atmalar, duvarlara yazılar, imzasız tehdit mektupları falan. Ama kendini göstermeden. Sanki birileri bu i şi yapıyor, o da mahallenin iyi çocu ğu olarak sana yardım edecek. Sat malını mülkünü, ya git Balıklı Rum Vakfı'nda kal, diyor ya da akrabaların falan varsa Yunanistan'a göç. Eğer Rum vatanda şımız tufaya gelirse, seninki yok pahasına alıyor evi. Hurda binanın yerine nurtopu gibi bir apartman dikiyor." "Niye şikâyet etmiyorlar adamı." "Çoğu farkına bile varmıyor olayın. Hem şikâyet etse ne olacak? Ortada suç yok, suçlu yok. Biraz ürkektir o insanlar."

Page 67: Ahmet Ümit -Sis ve gece

Başımı kaldırıyorum, Mustafa'nın anlamlı bakı şlarıyla kar şıla şıyorum. Sanırım o da aynı şeyi dü şünüyor. "Ba şka i şlere bula ştı mı bu Şeref?" diye soruyorum yeniden Neco'ya. "Yaralama, öldürme falan?.." "Yok canım, o i şlere hiç girmez. Çok korkaktır... Niye sordunuz Şerefi?" "Hiiiç ba şka bir i ş bu ?" diyorum umursamaz bir tavırla. Gözlerini kısarak bakıyor Neco. "Yoksa bana iftira eden o herif mi?" Sonra sa ğ elini sol avucuna vuruyor. "Tabiî ya, o yapmı ştır bu pu ştlu ğu bana" diye söyleniyor. "Küfürlü konu şma" diye uyarıyor Mustafa. Neco Mustafa'yı takmıyor. "Görüyorsun Abi. Benim hiçbir suçum yok. Hepsi o pu ştun iftirası" diyor. Der demez de Mustafa olanca gücüyle bir tokat indiriyor ensesine. "Sana küfürlü konu şma dedim." Boş bulunan Neco, neredeyse yüzü masaya de ğecek kadar öne do ğru savruluyor. "Vurma Abi, şimdi ben sana ne yaptım ?" "Aşağılık herif! Ne yapmı şmış? Ya bu geceki çocuklar? Onları da Şeref mi satıyordu?" Hırsını alamayan Mustafa, sa ğdan soldan tokatlar indirmeye ba şlıyor Neco'nun yüzüne. Aya ğa fırlayıp Mustafa'yı yakalıyorum. Operasyonu o yönetiyor olsaydı çoktan hastanelik etmi şti Neco'yu. "Sakin ol" diyorum onu sarsalayarak. Zor yatı şıyor Mustafa. "Yüzümüze baka baka yalan söylüyor bu herif diyor burnundan soluyarak. Neco'nun önünde yaptı ğının yanlı ş oldu ğunu söylemek istemiyorum. "Önce sakin ol" diyorum. Sözlerimin altında yatan uyarıyı sezinleyen Mustafa, geri çekiliyor. "Tamam" diyor, sitem yüklü bir sesle. "Ben sakinim." Elleriyle ba şını korumaya çalı şan Neco ürkek gözlerle bizi izliyor. On be şinci bölüm Asayi ş şubesindeki hayhuydan kurtulup yeniden sakin geceye dönüyoruz. Arabayı ben kullanıyorum. Mustafa dü şünceli bir halde yan koltukta oturuyor. Sorgu hakkında konu şmak, davranı şını nasıl de ğerlendi ğimi ö ğrenmek istiyor, ama lafı açacak cesareti yok. Ben de renk vermiyorum, sa ğ elimi direksiyondan çekip, cebime sokuyorum, not defterini çıkarıp Mustafa'ya uzatıyorum. "Bak bakalım şu herifin adresine, neredeymi ş ?" Karanlıkta göremiyor. Torpido gözünün kapa ğına uzanıyor. Kapak açılır açılmaz içerdeki ı şık yanmaya ba şlıyor. Defteri ı şı ğa tutarak çeviriyor yapraklarını. "Biraz arkalarda olacak" diyorum. "Evet, i şte burada: Şeref Kuru, Cevizli Sokak. No: 3/3 Bomon-ti... Şerefi tutuklayacak mıyız?" "Hangi suçtan?" "Tehdit, insanların evlerini hileyle ellerinden almak." "Ne şikâyetçi ne de kanıt var." "Neco'nun söyledikleri." "Mahkemede bir i şe yaramaz." "Peki, ne yapaca ğız ?" "Gözünü korkutaca ğız." "Sopa mı ataca ğız ?" "Daha iyisini yapaca ğız." Caddeler tenha, tek tük araç geçiyor yanımızdan; kısa sürede ula şıyoruz Şerefin evine. Apartmandaki dairelerin ı şıklan kapalı, herkes mı şıl mı şıl uyuyor olmalı. Önce Mustafa'yı yollasam, diye dü şünüyorum sonra vazgeçiyorum. Beni görmezse belki gel-memezlik eder. Bu i şi sessiz sedasız halletmeliyiz. Mustafa'yla birlikte iniyoruz arabadan. Apartman kapısı kapalı. Yandaki zille- rin üzerlerinde ismini buluyoruz: Şeref Kuru. Üst üste üç kere basıyorum zile. Birkaç dakika sonra ikinci katta ı şık yanıyor. Pencerenin açıldı ğını duyuyoruz, başı örtülü bir kadın görünüyor. Ya şlı bir ses merakla soruyor: "Kimi aradınız ?" " Şerefi arıyoruz." "Bu saatte ne yapacaksınız Şerefi ? Kimsiniz siz ?" "Arkada şıyız Teyze. Kapıyı açarsanız anlatırız."

Page 68: Ahmet Ümit -Sis ve gece

Kadın içeri giriyor, az sonra Şerefin uykulu suratı görünüyor. "Kimsiniz?" "Benim" diyorum güven veren bir tarzda sa ğ elimi yukarı do ğru kaldırarak. "Komiser Sedat. Tanıdın mı ?" "Sedat Abi!" Sesindeki öfke yerini meraka bırakıyor. "Ne oldu, bir şey mi var?" "Önemli bir şey de ğil? Kapıyı aç da konu şalım." "Tamam. Hemen açıyorum." Otomati ğin sesiyle açılıyor kapı. On basamaklı iki merdiveni tırmanarak ikinci kata ula şıyoruz. Şeref daire kapısında bizi bekliyor. "Kusurumuza bakma Şeref, rahatsız ettik. Ama herifi te şhis etmen lazım." "Yakaladınız mı?!" diye şaşkınlıkla söyleniyor Şeref. "Elbette yakaladık. Niye şaşırdın?" "Yoo. Şaşırmadım da. Bu kadar çabuk olaca ğını tahmin etmedim." "Bak şimdi alındım Şeref. Türk polisini küçük görüyorsun." "Affedersiniz Komiserim. Öyle demek istemedim." "Kim bu çocuklar Şeref?" Yaşlı kadının sesi duyuluyor kapının arkasından. "Polisler" diyor Şeref, tatsız bir sesle. Ama hemen düzeltiyor. "Merak etme onlar benim arkada şlarım. Tanıklık için karakola gidip gelece ğiz." Kapı aralanıyor, beyaz ba şörtülü, temiz yüzlü ya şlı bir kadın çıkıyor kar şımıza. Gözleri endi şe yüklü. " Şimdi mi gideceksiniz ?" "Adalet beklemez Anacı ğım" diyorum. "Ne tanıklı ğı bu? Kötü bir i ş de ğildir in şallah?" "Yok, önemli bir şey de ğil. Şeref sa ğolsun bize yardımcı oluyor i şte." Şeref dikkatle dinliyor beni, yüzümdeki her kıpırtıyı inceliyor. Annesiyle konu ştuklarımız onu da rahatlatıyor. "Ben giyinip geleyim" diyerek içeri giriyor Şeref. " Đçeri girseydiniz evladım" diyor kadın. "Vaktiniz varsa size bir kahve yapayım." "Sa ğolun, sizi gecenin bu saatinde uyandırarak yeterince rahatsızlık verdik." "Ben zaten kalkmı ştım evladım. Sabah namazı yakla şıyor." "Allah kabul etsin" diyorum. Yaşlı kadın gülümsüyor. "Cümlemizinkini" diyor, ardından ekliyor. "Her ak şam böyle sokaklarda mısınız ?" " Đşin durumuna ba ğlı." "Allah annenize, karınıza sabır versin evladım" diyor kadın. "Zormu ş i şiniz." Şeref yeniden yanımıza geldi ğinde, yine endi şe kaplıyor kadının yüzünü. "Geç kalma" diye tembihliyor'o ğlunu. Şeref dü şünceli gözlerle bana bakıyor. "Merak etmeyin birkaç saat sonra evde olur" diyorum. Apartmandan çıkınca, anahtarı Mustafa'ya uzatarak: "Sen kullan" diyorum. Mustafa sürücü koltu ğuna geçip oturuyor. Arka kapıyı açarak, Şerefi içeri davet ediyorum. Pe şinden ben de giriyorum içeri. Araca binerken, pencerede Şerefin annesini görüyorum. Ya şlı kadın el sallıyor, ama Şerefin kafası sorularla öylesine dolu ki onu görecek hali yok. Aracımız hareket ediyor. Bir süre kimse konu şmuyor. Şeref ku şku dolu gözlerle alacakaranlı ğa bo ğulmu ş caddeyi izliyor. Şi ş-li'ye de ğil de çevre yoluna çıktı ğımızı anlayan Şeref, tedirginlik içinde soruyor: "Nereye gidiyoruz ?" Sağ elimin i şaret parma ğını dudaklarıma götürerek, sus i şareti yapıyorum. Tavrımızın de ği şti ğini sezinleyen Şeref, korkuyla geriliyor. Ama bir şey sormaya da çekiniyor. Mustafa ile ben suskunlu ğumuzu koruyoruz. Aracımız çevre yoluna çıkınca Şerefin sabırsızlı ğı artıyor. Do ğrudan soramadı ğı için, kurnazlı ğa başvuruyor. "Çok hızlı çalı şıyorsunuz Komiserim" diyor yalak bir tavırla. " Şıp diye buldunuz herifleri." "Ruhlar yardımcı oldu" diyorum. Ne söyledi ğimi anlamıyor, ama ona yanıt verdi ğim için rahatlamı ş, aptalca gülümsüyor. Kötü olasılıkları kafasından uzakla ştır-

Page 69: Ahmet Ümit -Sis ve gece

140 maya çalı şıyor olmalı. "Ruhlar mı?" "Evet. Evleri gasp edilen insanlann ruhları." Korktu ğunun ba şına geldi ğini anlamaya ba şlayan Şeref: "Hiçbir şey anlamadım söylediklerinizden" diyor. "Birazdan anlarsın" diyorum kesin bir tavırla. Ürkmüş gözlerle çevresine bakmıyor. "Nereye gidiyoruz ?" diye yineliyor. "Annenle iyice vedala ştın mı ?" diyorum sanki sorusunu duymamı ş gibi. "Ne... Ne demek istiyorsunuz Komiserim?" "Hadi Şeref, o kadar da salak de ğilsin." "Benim bir suçum yok Komiserim... Valla hiçbir suçum yok. Piç Neco yalan söylemi ştir size." "Piç Neco mu! O da kim ?" diyerek ellerimi yana açıyorum. Sonra Mustafa'nın omzuna dokunuyorum. "Sen tanıyor musun PiçNeco'yu?" "Yoo hiç duymadım" diyor Mustafa gözlerini yoldan ayırmadan. "Duymadınız mı?" diye ümitsizce mırıldanıyor Şeref. "Duymadık. Belki sen anlatırsan ö ğreniriz" diyorum. "Benim bir suçum yok, Komiserim" diye yineliyor Şeref umarsızca. "Onlar kızı kaçırmak istediler." "Maria öyle söylemiyor ama." "Aklı ba şında de ğil ki. Herkes bilir kızın deli oldu ğunu." "Bırak bu bo ş lafları da söyle bakalım, kemerin var mı ?" "Ne? Ne dediniz?" diye mırıldanıyor korkuyla. "Kemerin var mı" dedim. Şeref, kendi de bilmiyormu ş gibi e ğilip beline bakıyor. "Var, evet i şte burada" diyerek do ğruluyor. "Onu çıkart" diyorum so ğukkanlı bir tavırla. "Kemerimi?" "Evet, hemen çıkart." "Ne yapacaksınız ?" "Söylediklerimi ikiletmesen iyi olur. Çıkart kemerini." Şeref hızla söylediklerimi yapıyor. Kemeri alıyorum. " Şimdi ellerini bana do ğru uzat... Aferin, bileklerini kavu ştur... güzel." "Bakın yanlı şlık yapıyorsunuz Komiserim" diyor, ben ellerini ba ğlarken. "Asıl yanlı şlı ğı sen yapıyorsun. Ben komiser de ğilim." Şoka u ğramı ş bir halde soruyor: "Kimsiniz öyleyse ?" "Bizi bo ş ver de sen ke ndini anlat. Ne zamandır KYP'ye çalı şıyorsun?" ; "Kime çalı şıyorum ?" "Seni besleyen örgütü soruyorum. Bilmedi ğini söyleme ?" "Neden bahsetti ğinizi bilmiyorum Abi. Kuran ekmek çarpsın ki teröristlerle ilgim yok." "KYP'yi. Yunan istihbarat Örgütü'nü bilmiyor musun?" Adeta oturdu ğu yerden zıplıyor Şeref. "Sen ne diyorsun Abi! Elhamdülillah Müslümanız. Ben Yunanlılara falan çalı şır mıyım hiç ?" "Sana çok para vermi şler." "Yalan Abi. Gençli ğimin hayrını görmeyeyim ki yalan." " 'Rum vatanda şlan taciz et ki onlar da bizim için çalı şsın' demi şler." " Đftira ediyorlar Abi. Ben öyle i şe girer miyim hiç ?" Mustafa'ya do ğru sesleniyorum. "Sen haklıymı şsın. Bu herif itiraf etmeyecek." "Ben sana söylemi ştim" diyor Mustafa do ğal bir ses tonuyla. "Bu tip herifleri tanınm. Đşi kökünden halletmemiz lazım. Sorguydu, mahkemeydi ne u ğra şaca ğız." "Durun, büyük bir yanlı şlık yapıyorsunuz. Ben Yunanlılara falan çalı şmıyorum." "Bak hâlâ uyduruyor."

Page 70: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Valla yalan söylemiyorum Abi" diyor sesinin titredi ğini fark ediyorum. "Yapmayın Abi. Ben o kadar kansız de ğilim" diyerek ba şlıyor a ğlamaya. Hem de nasıl, hüngür hüngür. "Kes şu zırlamayı" diyorum. "Biraz cesur ol. Öleceksen erkek gibi öl." Ölüm lafım duyan Şeref iyice panikliyor. "Acıyın Abi" diyerek elime sarılmaya kalkıyor. Bütün gücümle itiyorum onu. Pencereye kadar savruluyor. Ama vazgeçmiyor. "Ne isterseniz yaparım Abi. Yeter ki bana kıymayın. Ömür boyu muhbiriniz olurum sizin." "Sen ancak Yunanlılarla çalı şırsın" diyorum. "Niye inanmıyorsun Abi, ben Yunanlılara çalı şmıyorum. Tamam Madam'ı korkutmak istedim. Tamam Piç Neco olayı tezgâhtı. Ama benim Yunanlılarla ilgim filan yok Abi." "Kaç ki şinin evini böyle ucuza kapattın? Bak yalan söylemek yok ama." "Tamam Abi" diyor burnunu çekerek. "Yalan yok... Üç... yok dört. Biri Ermeni, üçü Rum..." Susuyor Şeref, sonra ekliyor. "Evet bu alçaklı ğı yaptım, ama inanın Yunanlılarla filan ilgim yok." "Ama bu i şten onlar yararlanıyor. Bizim vatanda şlarımızı, bakın Türkler ne kadar kötü diye, kandırarak kendileri için çalı şmaya ikna ediyorlar." "Valla bilmiyordum Abi. Bilsem yapar mıydım?" "Yapmaz miydin?" diye soruyorum. "Yapmazdım Abi" diyor kendinden emin bir tavırla. "Anam avradım olsun ki yapmazdım. Ben bu vatan için gerekirse canımı veririm." Gülmemek için kendimi zor tutuyorum. Yeniden Mustafa'ya dönüyorum. "Ne diyorsun Şerefin söylediklerine ?" "Bana inandırıcı gelmedi" diyor Mustafa oyunu sürdürerek. "Yunanlılarla ili şkisi yoksa bile, bu herif bu i şi bırakmaz." "Bırakırım Abi. Hemen bırakırım. Yarın gelin bakın, bütün ev, arsa ilanlarım kaldıraca ğım. Bakkallık yapaca ğım. Sadece bakkallık... Ekmek, peynir, deterjan sataca ğım Abi." Bir süre konu şmuyorum. Şeref gözlerini dikmi ş, korkuyla verece ğim kararı bekliyor. "Sana bir şans daha verece ğim" diyorum sonunda. "Ama önce ölüm yemini edeceksin." "Ne yemini?" "Ölüm yemini. Đstemiyor musun?" " Đstiyorum Abi. Ne yemini istersen ederim." "Dur hemen, ederim filan diye konu şma. Ölüm yemini kanundur. E ğer yeminine sadık kalmazsan kendi ölümünü onaylamı şsın demektir." "Kabul. Neyin üstüne isterseniz yemin ederim." "Kendi canının üstüne yemin etmen yeterli." "Tamam. E ğer ben de bu alçaklı ğı bir daha yaparsam, siz de beni vurun Abi." "Umarım buna gerek kalmaz Şeref diyorum. "Yok Abi, gerek kalmayacak. Bundan sonra bu yollarda ben yokum." "Görece ğiz" diye söyleniyor Mustafa önden. "Göreceksiniz, cetvel gibi düzgün bir adam olaca ğım." "Öyleyse, uzat bakalım ellerini." Bileklerindeki kemeri çözüyorum. Rahat bir soluk alıyor. "Allah razı olsun Abi" diyor. "Pi şman olmayacaksınız." "Bir şey daha var. Bu konudan kimseye söz etmeyeceksin. Ma-dam'a açıklama yapmaya filan da kalkma. Onunla ben konu şurum." "Nasıl istersen Sedat Abi. Zaten utanınm kadının yüzüne bakmaya." Yeniden Mustafa'nın omzuna dokunuyorum. " Şerefi evine bırakalım. Annesi merak etmesin." "Aman Abi, ne zahmet. Beni burada indirin. Zaten yeterince eziyet ettim size." "Araba bulabilir misin ?" "Ba şımın çaresine bakarım Abi. Siz beni şu kö şede bırakın yeter." " Đyi o zaman. Sen bilirsin." Mustafa aracı sa ğa çekiyor. Şeref hızla atlıyor arabadan. "Verdi ğin sözü unutma" diyorum.

Page 71: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Hiç unutur muyum Abi" diyor. "Allah razı olsun, bana do ğru yolu gösterdiniz." Kapıyı saygıyla kapayıp, geldi ğimiz yöne do ğru yürümeye ba şlıyor. Mustafa dudaklarında kurnaz bir gülümsemeyle Şerefin uzakla şmasını izliyor. Ben arabadan çıkıyorum. Bir süre Şerefin arkasından bakıyorum. Üzerinden büyük bir yük kalkmı ş gibi ko şar adım uzakla şıyor. Ön kapıyı açıyorum: " Đstersen yer de ği ştirelim. Nasıl olsa önce sen ineceksin" diyorum. Mustafa çıkıyor kapıdan, kalktı ğı koltu ğa ben yerle şiyorum. O eski yerine, yanımdaki koltu ğa oturuyor. Ben aracı hareket ettirirken: "Amma korkak herifmi ş" diyor. Gülümseyerek, gözucuya Mustafa'ya bakıyorum. O da ilgiyle beni inceliyor. Sonunda dayanamayıp soruyor: "Gerçekten de ölüm yemini diye bir şey var mı ?" "Sence?" Biraz dü şünüyor sonra gülmeye ba şlıyor. "Yok tabiî... Bir daha aynı i şi yapar mı?" "En az bir yıl yapmaz. Sonrasını bilemem." Đkimiz de susuyoruz. Az sonra Mustafa "Amirim" diyor, birden anımsamı ş gibi. "Sizden özür dilemek istiyorum." Başımı çevirip bakıyorum. "Niçin?" "Neco'nun sorgusunda yanlı ş davrandım." Niyeti af mı dilemek, yoksa davranı şı hakkında ne dü şündüğümü mü anlamak, emin olamıyorum. "Herif çok adiydi, de ğil mi?" diyorum, yeniden yola bakarken. "Gerçekten de öyleydi. Bir de utanmadan ahlak dersi vermeye kalktı." Mustafa'nın niyetinin özür dilemek olmadı ğı anla şılıyor. Ona biraz daha hak versem, davranı şının ne kadar do ğru oldu ğunu anlatacak bana. "Bazen, i şe duygularımızın karı ştı ğı olur" diyorum, "insanız ne de olsa." "Evet" diyor Mustafa. "Çocukların hali etkiledi beni." Gözucuyla ona bakıyorum. Davranı şına gerekçe buldu ğunu dü şünerek, rahatlamı ş bir halde yola bakıyor. "Sana bir şey söyleyece ğim ama, darılmaca yok Mustafa" diyorum. "Ne demek Amirim, buyurun." "Aslında sen çocuklar yüzünden kızmadın Neco'ya." Önce alı şkanlıkla onaylayacak gibi oluyor, sonra söylediklerimin anlamını kavrıyor. "Ba şka ne için kızmı ş olabilirim ki ?" "Yanıldı ğımız için kızdın." "Yanıldı ğımız için mi?" "Evet. Biz hesabımızı Neco'nun suçlu olması üzerine kurmu ştuk. Ama Neco Maria'nın kaçırılma i şinden suçsuz çıktı. Sen bütün çabamızın bo şa gitti ğini düşündün, bunun hıncını da Ne-co'dan almak istedin." "Ama her şey Neco'nun aleyhineydi." "Doğru. Neco'dan daha uygun bir suçlu adayı zor bulunur. Şeref de bu yüzden attı onu önümüze. Biz de bu sahte yeme inandık. Açıkçası kandırıldık. Ama bunun acısını Neco'dan çıkarmanın da bir anlamı yok. Aynca olasılıkları azaltmak da, bir anlamda çözüme yakla şmak demektir. Yani tümüyle ba şarısız da sayılmayız." Mustafa hiç itiraz etmeden dinliyor söylediklerimi. "Haklısınız" diyor. Ama canının sıkıldı ğı belli. Konuyu biraz daha açmalıyım, diye dü şünürken, sa ğ taraftaki sokaktan siyah bir BMW aniden caddeye fırlıyor. Frene basıyorum; balatalar acı acı ötüyor. Çarpmamıza ramak kala durdurabiliyorum arabayı. Öndeki arabanın içinde üç ki şi var. Olan biten umurlarında de ğil. 145 Küfreder gibi sonuna kadar basıyorum kornaya. BMW'dekiler hiç tınmıyorlar, gaza basıp gidiyorlar. Son yıllarda türeyen döviz ya da borsa spekülatörlerinden olmalılar. "Yakalayalım Amirim" diyor Mustafa öfkeyle. "Bo ş ver" diyorum. "Onlarla zaman kaybedemeyiz. Gidip, biraz uyuyalım."

Page 72: Ahmet Ümit -Sis ve gece

Zaten öndeki araç da o kadar hızlı ki bir anda gözden kaybolu-veriyor. Mustafa'nın Te şvikiye'deki evine kadar ba şka bir şey konu şmuyoruz artık. Mustafa buruk belki de içten içe bana kızgın kö şesinde oturuyor. Oturdu ğu apartmanın önüne geldi ğimizde: "Bak Mustafa" diyorum. "Az önce söylediklerim seni suçlamak için filan de ğildi. O adi herife vurmana içerlemi ş de de ğilim. Ben yalnızca yukarıdakilere de ğil, sana kar şı da sorumluyum. Bildiklerimi sana anlatmak görevim. Söylediklerimi benimsersin ya da benimsemezsin, orası senin bilece ğin i ş." "Ne demek Amirim" diyor. "Anlattıklarınız benim için çok yararlı." Đçten mi yoksa durumu kurtarmaya mı çalı şıyor hâlâ anlayabilmi ş de ğilim. "Yarın görü şürüz o halde" diyorum. "Hoşça kalın" diyor aracın kapısından çıkarken. Belki de bütün sorun kendine olan güvensizli ği. Yaptı ğı her yanlı şın dünyanın sonunu getirece ğini sanıyor. Çevik adımlarla apartmanın kapısına yakla şırken ben de Ni şanta şı'na do ğru hareket ediyorum. Sa ğ elini kaldırarak u ğurluyor beni. Pek de yeni sayılmayacak bu apartmanın üçüncü katında ya şlı annesiyle birlikte oturuyor Mustafa. Daire babadan kalmı ş. Banka müdürüymü ş adamca ğız. Emekli olamadan kalp krizinden ölmü ş. Benim gibi o da ailenin tek çocu ğu. Đstanbul Erkek Lise-si'ni bitirmi ş. Sıkı bir Alman disiplini almı ş, sanırım dakikli ği buradan geliyor. Sonra Hukuk Fakültesi... Te şkilata gazete ilanıyla gelen kuşaktan. Te şkilata gazete ilanıyla gelen ku şak! Eskiler, yeniler, herkes dudak büküyor bu çocuklara. Onlan küçümsüyor, bir anlamda bizden saymıyoruz galiba. Neden ? Ço ğu serüven ya da iyi bir kariyer u ğruna giriyor mesle ğe. Ya biz ? Bizim ve bizden önceki ku şağın yurtseverlik duygulan daha güçlüydü. Öyle de olması gerekir. Yalnızca para kazanmak için edinilen bir meslek de ğil ki bu! Devletin, ülkenin ba şka bir anlamı vardı bizim için. Onlar için yok mu ? Herhalde vardır, yine de benim mesle ğe ilk girdi ğim günlerde hissetti ğim co şkuyu göremiyorum Mustafa'da. Amcam bende görüyor muydu acaba? Elbette görüyordu, yoksa 146 te şkilata girmem için ısrar eder miydi ? Kabul etmeliyim ki aramızdaki anlayı ş farkına ra ğmen önceki ku şakla daha yakındık biz. Yeni ku şak gerçekten de çok farklı. Belki de böyle olması gerekiyor. Dünya çok hızlandı. Amcamın anlamadı ğı da bu. Ülke çıkarları, yurtseverlik, bunlara ba ğlı olarak da istihbarat anlayı şı çok de ği şti. Oysa biz ilk haberle şme uydumuzu ancak bu yıl atabildik uzaya. Amerikalılar yıllardır bu yolla dünyayı dinliyorlar. Belki de bu yeni gelenler düzeltecek te şkilatı... Ça ğın gereklerine uygun bir yapı kuracaklar. Çünkü onlar devleti, ülkeyi yalnızca kendi mallan gibi görmüyorlar. Belki memurca yakla şıyorlar, ama bu daha mantıklı de ğil mi ? Bizler zaten birer devlet memuru değil miyiz ? Maa şımızı devlet ödemiyor mu ? Ötekilerden farkımız i şimizin niteli ğinden kaynaklanıyor. Daha bilgili olmalı, daha çok özveride bulunmalı ve zekice davranmalıyız. Hepsi bu. Bu yeni çocuklar hırsa kapılmayacaklar mı ? Ellerindeki güç onları etkilemeyecek mi? Onlar paraya, kariyere bizden daha çok önem veriyorlar. Yanlı şa kapılmaları daha kolay olmaz mı? Bizdeki co şku yok onlarda. Devlet için, ülke için çaba harcamak co şku vermiyor onlara. Sanki co şku duymaları için çok neden var da? Ama en kötüsü te şkilatta ku şaklar arası ba ğın zayıflaması. Hem yönetsel hem de psikolojik düzeyde böyle bir olumsuzluk var. Giderek ortak dili bulmakta zorlanaca ğız. Hepimiz bize dayatılan yabancı bir üslupla konu şmaya boyun eğece ğiz. Yıldırım'la hazırladı ğımız raporda buna da de ğinmi ştik. Bütün içtenli ğimizle aksaklıkları sıralamı ştık. Ne kadar aptalmı şız. Yıllar sonra başka birileri aynı aptallı ğı yapar mı acaba? Bu gazete ilanıyla gelen çocuklardan birileri ? Zor. Belli de olmaz. Onlar yeni bir ça ğın çocukları. Sorumlulukları kadar haklarını da biliyorlar. Aslına bakarsanız sorumluluklarından çok haklarım biliyorlar ya. Belki aralarından gözü kara birileri çıkar da... Kendi kendime gülümsüyorum. Mustafa yapıyormu ş bu i şi, bizim yanda bıraktı ğımız projeyi gerçekle ştirip, te şkilata yeni bir kan, yeni bir soluk getiriyormu ş. Hadi canım, olacak i ş de ğil. Neden olmasın, çok istekli bir çocuk. Üstelik genç ve dinamik. En büyük handikabı da bu ya. Öncelikle hiç kimsenin mükemmel olmadı ğım anlaması gerek. Yoksa, bırak te şkilata çekidüzen vermeyi, kendi ba şını

Page 73: Ahmet Ümit -Sis ve gece

bile kurtaramaz. Bir de ni şanlısı var. Avukat. Büyük bir holdingin davalanna bakıyormu ş. Bir kez kar şıla ştık, oldukça alımlı bir kız. Gözleri de velfecri okuyor. Bizimkinin kıza deli gibi â şık oldu ğu daha ilk bakı şta anla şılıyor. Sanki birileri kızı alıp kaçacakmı ş gibi çevresinde dolanıp duruyor. Kız da duru- mun farkında, bunu kullanmaktan da geri kalmıyor. Belki de bizimki kadar sevmiyordun Ama a şkta e şitlik olmaz ki zaten. Bazen kefelerden biri, bazen de öbürü a ğır basar. Aslına bakarsanız genellikle hep aynı kefe a ğır basar ya. Bizimki farklıydı. Önceleri Mine çok istekliydi, ben so ğuk durdum biraz. Sonra ben kaptırdım, bu defa da Mine mesafeli durdu. Fahri'yle kar şıla şmasaydı, durum daha farklı olurdu belki. Sanmıyorum, Fahri bir sonuçtu, Mine'nin duygulan deği şmişti. Onun da söyledi ği gibi, a şk bitmi şti, anlamalıydım artık... Aracım Osmanbey kav şağına yakla şırken, eve gitmeyi hiç istemedi ğimi fark ediyorum. Hiç uykum da yok. Kar şımdaki ıssız cadde beni Kurtulu ş'a ça ğınyor. Bu çağnya uyuyorum. Direksiyonu kırmadan kar şıya, beni Mine'nin evine götürecek yola devam ediyorum. Ya eve girerken bir gören olursa ? Olursa olsun. Ne diyebilirler ki, Mine yok artık. Pencerelerde beni bekleyen gölgesi yok. içeri girince tutkuyla bana sanlan bedeni yok. Belki de onu artık hiç göremeyece ğim. Aracın gö ğsündeki sigara paketine uzanırken, bu dü şüncenin gerçe ğe ne kadar yakın oldu ğunu fark ediyorum. Paketi açıp a ğzımla bir sigara alıyorum. Cebimden çakmağımı çıkartırken, bunu neden daha önce fark etmedi ğimi soruyorum kendime. Umudumu yitirmemek için mi? Sigaramı yakıp derin bir soluk alıyorum. Yoksa kendimi mi kandınyo-rum? On altıncı bölüm Yavaşça aydınlanan çıkmaz soka ğın ba şına park ediyorum benim Ford'u. Gecenin nemi yerde ince bir buz tabakası olu şturmu ş. Bastı ğım yerler hafifçe çıtırdıyor. Çıkmaz soka ğa girince, gözlerim kendili ğinden Mine'nin dairesine takılıyor. Hiçbir ya şam belirtisi yok. Madam'ın oturma odasının penceresinde bir gölge görür gibi oluyorum. Ama dikkatle bakınca, tüllerle örtülü eski pencerede kimseciklerin olmadı ğını anlıyorum. Binaya yakla şıp, cebimdeki anahtan çıkartırken, kapının açık oldu ğunu fark ediyorum. Tuhaf! Maria kapamayı unutmu ş olmalı, diye dü şünüyorum. Madam kapının açık oldu ğunu bilse, kim bilir ne kadar tedirgin olurdu. Elimle itiyorum, a ğır kapı nazlanarak açılıyor. I şı ğa yakıp, merdivenlere do ğru yöneliyorum. ilk basama ğı çıkarken bir gürültü i şitiyorum. Dinliyorum. Kesintisiz bir gürültü, sanki bir yerlerde bir motor çalı şıyor. Etrafa bakıyorum. Gürültünün nereden geldi ğini anlayamıyorum. A şağıya bodrum kata inen merdivenin ba şına kadar gidip dinliyorum. Hayır, ses a şağıdan de ğil, yandaki kapıdan geliyor. Ama burada kimse oturmuyor ki! Meyhanesi kapandıktan sonra e şyaları satmaya [»önlü razı olmayan Mösyö Koço, onları buraya ta şımı ş. Dairenin kapısına yakla şıp içeriyi dinliyorum. Yanılmamı şım, ses içeriden geliyor. Kesintisiz bir motor gürültüsü. Ne olabilir ki ? Birden hatırlıyorum. Temizlikçi kadın kızının do ğumu için köye gidince iki aylık erzakı buzdolabına koyduklarını söylemi şti Madam. Galiba o buzdolabı çalı şıyor. Yıpranmı ş ta ş merdivenleri sessizce tırmanmaya ba şlıyorum. Merdivenler pırıl pırıl; Maria'nın temizledi ğini söylemi şti Madam. iyi becermi ş do ğrusu. Ama binadaki küf kokusu artmı ş gibi. Havalandırma bo şlu ğuna açılan pencereler uzun süredir kapalı du- 150 ruyor anla şılan. Zavallı Madam, o sakat haliyle nasıl çekip çevirsin bu eski binayı. Yardımcı kadın ne zaman dönecek acaba? Madam'ın kapısının önüne geldi ğimde iyice yava şlatıyorum adımlarımı. Ya şlı insanların uykusu hafif olur. Bu saatte Ma-dam'la kar şıla şmak hiç i şime gelmez doğrusu. Mine'nin dairesi bıraktı ğımız gibi sessiz. Kapıyı içeriden kapatıp, yatak odasına do ğru yürüyorum. Kendime bile itiraf edemememe kar şın onu yata ğında uyurken bulacakmı şım gibi aptalca bir umut ta şıyorum hâlâ. Đçerisi alacakaranlık, ama yata ğın bo ş oldu ğunu anlamama engel de ğil bu. Yok, Mine yok i şte... Salona do ğru ilerliyorum. Alacakaranlıkta suskun bekleyen e şyalar, duvarda tozlanmaya yüz tutmu ş tablolar insana ürküntü veriyor. Berjer koltu ğa kadar yürüyorum. Pencerenin yanındaki şövalenin üzerinde yarım kalmı ş ya ğlıboya bir peyzaj var. Yakla şıp resme dokunuyorum. Parma ğımı burnuma yakla ştırıyorum.

Page 74: Ahmet Ümit -Sis ve gece

Boya çoktan kurumu ş, kokusunu alamıyorum. Salondan çıkıp banyoya bakıyorum... Sanki Mine şaka olsun diye, odalardan birine saklanmı ş da az sonra çıkacakmı ş gibi. Odaları dola ştıktan sonra yatak odasına dönüyorum yeniden. Perdeleri açıyorum. Sabırsızlıkla içeri dolan kül rengi ı şık, karanlı ğa bo ğulmu ş e şyalara eski biçimlerini hızla yeniden kazandırıyor. Mine'nin yata ğı hâlâ da ğınık. Kırmızı çilek desenleriyle süslü yorganın ucu yerde sürünüyor. Yastık ikiye katlanıp öylece bırakılmı ş. Mine'nin yatakta okumayı çok sevdi ği geliyor aklıma. Masa ba şında kitap okurken hiç görmedim onu. "Mümkün olsa resmi de yatakta yapacaksın" diye takılırdım. Gülerdi, "Ne yapalım, tembelli ği seviyorum i şte" derdi. Yata ğın kenarına oturuyorum. Usulca gıcırdıyor yaylar. Hep, de ği ştirelim şu yata ğı, derdik. Bir türlü yapamadık. Sevi şirken aşağıda Madam'ın duymasından korkardık. Bazen yata ğın minderini yere serer orada sevi şirdik, bazen de içerideki berjer koltu ğun üstünde. Ne çılgınlıktı! Ama dürüst olmak gerekirse, karımla sevi şmelerimizin daha doyurucu oldu ğunu söylemeliyim. Belki bedenlerimiz birbirini iyi tanıdı ğından. Mine'yle sevi şmekten büyük heyecan duyuyordum, dolgun dudaklarını öpmek, diri tenine dokunmak tutkuyla titretirdi beni. Ama bu co şku aynı oranda doyumu getirmezdi çoğu zaman. Belki bedenlerimizin dili uyu şmuyordu. Belki de alttan alta hissetti ğimiz suçluluk duygusu engel oluyordu bize. Yine de deliler gibi istiyordum onu. Tümüyle ke şfedemedi ğimden midir nedir, teni büyük bir istekle çekiyordu beni. Karımla birlikteyken bile Mine'yle sevi şti ğimi dü şündüğüm anlar olurdu. O ender anlarda se- vi şmekten aldı ğım haz katlanır, ölümle sonsuzlu ğun iç içe geçti ği duyguları tadardım. Hafiften ba şım dönüyor. Uykunun kendini en çok hissettirdi ği saatler bunlar. Paltomu, ceketimi çıkarıp, kravatımı gev şetiyorum. Botlarımı çıkartırken, yata ğın altında Mine'nin bez terliklerini görüyorum. Ellerime alıp usulca okşuyorum onları. Sonra yorganı üzerime çekip yata ğa uzanıyorum. So ğuk yatak bedenimi ürpertiyor. Isınmayı umarak ba şımı yastı ğa gömüyorum. Belli belirsiz bir koku çalınıyor burnuma. Gözlerimi kapayıp, kokuyu algılamaya çalı şıyorum. Evet, yanılmamı şım, yasemin kokusu. Nerede olsa tanırım bu kokuyu. Melike'ninkinden daha hafif, daha uçucu bir koku. Hâlâ yastıkta kalmı ş olması şaşırtıcı. Kokuyu daha iyi algılamak için burnumu iyice gömüyorum yastı ğa. Evet, şimdi daha iyi hissedebiliyorum. En son ne zaman süründü acaba? Benimle görü ştü ğü gün olmalı. Çar şamba mıydı? Evet, onu kafede kar şıladı ğımda, öperken duymuştum bu kokuyu. O gün çok katıydı Mine. Israrlarım birazcık olsun etkilememi şti onu. Neredeyse yalvaracaktım, ama o tınmıyordu. "Seni üzmek istemiyorum, ama artık birlikte olamayız" demi şti. "Zamana ihtiyacımız var, biraz daha dü şünelim" demi ştim. Kabul etmemi şti. "O hapishane artı ğı o ğlanı buldun, de ğil mi ?" diye söylenmi ştim öfkeyle. "Mesele o de ğil" demi şti umursamaz bir tavırla. "Anla artık bitti." Söyledikleri de ğil de, umursamaz tavrı çıldırtmı ştı beni. "Yaptı ğın kahpelik" diye ba ğırmı ştım. Susmu ş, ba şını öne e ğmişti. Nefretle sürdürmü ştüm konu şmamı. "Söylesene, ikimizi birden nasıl idare ediyorsun?" Başını kaldırıp yüzüme bakmı ştı. Gözleri dolu doluydu, ama a ğlamadı. "Böyle konu şmaya hakkın yok" dedi titrek bir sesle. "Böyle konu şmaya hiç hakkın yok. Sen iki yıldır hem karını hem beni idare ediyorsun." Kendimi tutmasam tokatlayacaktım onu. Çıkıp gitmi ştim bulu ştu ğumuz kafeden. Birkaç gün kendini bilmez bir halde dola ştım. Sonra ona kızmaya hakkım olmadı ğını anladım. Söyledi ği do ğruydu, iki yıldır hem onu hem karımı idare etmi ştim. Belki de hâlâ bir şansım vardı. Belki de bunları beni kıskandırmak için yapıyordu. Artık kararımı vermeli, ikisinden birini seçmeliydim. Ve Mine'den vazgeçemeyece ğimi artık biliyordum. Onu aradım. Yoktu. Ak şam yeniden aradım yine yoktu. Evde Melike'nin a ğzını aradım, "Sevim Hanımları görüyor musun?" diye. Mine'nin annesine gelmi ş olabilece ğini dü şünüyordum. "Bugün bana çaya geldi" de- di. "Kızından dertli. Kimseye haber vermeden çekip bir yerlere gitmi ş. Đki gündür evde bulamıyormu ş." Kavga ettik ya, stres atmak için tatile gitmi ştir, diye dü şündüm. Sonra Fahri'yle birlikte olabilece ği geldi aklıma. Kan beynime sıçradı. Melike'ye belli etmemeye çalı şarak, Mine'ye telefon ettim. Cevap vermiyordu. Beklemekten ba şka çarem yoktu. Kıskançlık içinde kıvranarak tam bir

Page 75: Ahmet Ümit -Sis ve gece

hafta bekledim. Ama Mine'den hâlâ bir haber yoktu. Bir ak şam, Sevim Hanım bize geldi, iyice kaygılanmaya ba şladı ğını söyledi. Ben de bunu fırsat bilip ara ştırmaya ba şladım. Onu Fahri'yle birlikte bulaca ğımı sanıyordum. Fahri'nin evini aradık, o ğlan evde yoktu. Bir haftadır ailesinin yanında Antalya'da oldu ğunu söylediler. Antalya'daki evden telefonla aradık. Annesi çıktı. O ğlunun yanında kız falan olmadı ğını söyledi. Bu haber yüre ğime su serpti. Demek Fahri'ye gitmemi şti. O zaman Selin'in yanına Đtalya'ya gitmi ştir diye dü şündüm. Geçen yıl da Mine'yi davet etmi ş, ama Mine benimle kalmak için gitmemi şti. Kavga edince çekip gitmi ştir arkada şının yanına. Ama Selin'i arayıp da onun yanında olmadı ğını ö ğrendi ğimizde, iyice korkmaya ba şladım. Đlk aklıma gelen Fahri oldu. Antalya'dan döner dönmez gözaltına aldık. Ama o ğlan i şi sa ğlam tutmu ştu. Mine kaybolmadan bir gün önce yani benim onunla kavga etti ğim gün Antalya'da, ailesinin yanında oldu ğunu kanıtladı. Sorulara ikna edici yanıtlar veriyordu. Sorgudaki yıkılmı ş hali kafamı kurcalamı ştı. Mine'nin kaybolmasına sanki gerçekten üzülüyordu. Bir ara ona inanır gibi olmu ştum. Belki de Mine herkesten, her şeyden uzakla şıp bir süre kafasını dinlemek istemi şti. Yapmadı ğı şey değildi. Mine sorumsuz davranı şlarda bulunabilen bir kızdı. Arada biz, iki salak âşık kıvranıp duralım, bunun Mine için pek önemi yoktu. Sorgu sırasında o ğlanın bir anda ya şlanan yüzünü gördü ğümde, ona acıdı ğımı, hatta onu kendime yakın buldu ğumu bile söyleyebilirim. Ama Fahri'nin beni öldürmeye çalı şmasıyla her şey ortaya çıktı... Yine de anlayamadı ğım bir şey var. Örgüt böyle ki şisel bir meseleye taraf olmak ister mi? Sanırım Fahri örgütü de yanılttı. Onları kandırdı. Eminim çok ısrar etmi ştir. Suikastı kendi olanaklarıyla gerçekle ştirece ğini söylemi ştir. Babasının silahlarını kullanmı ş olması da açıklanır böylece. Örgüt, Fahri'yi gözden çıkarmı ş da olabilir. Eylemin büyüklü ğü gözlerini kama ştırmı ştır. Sansasyonel bir olay gerçekle şecek, sık sık örgütün adı anılacaktır. Buraya kadar her şey iyi de, sonra niye örgüt üstlenmedi i şi ? Olayın içyüzünü öğrenmi şlerdir. Bunu devrimci ahlaklarına uygun bulmamı şlardır... Sıkıntıyla dönüyorum yatakta, kar şımda küçük bir kitaplık var. Yan yana dizilmi ş kitapların sırtları vakur bir ifadeyle bakıyor bana. Yazıları belli belirsiz seçebiliyorum. Kitapların sırtlarını okumaya çalı şıyorum: Gombrich/Sanatın Öyküsü, Croce/Estetik, Vasili Kandinski/iScmaMa Zihinsellik Üstüne, Paul Eluard /Bütün Şiirler sonra aynı boyda, aynı kalınlıkta sanat ansiklopedileri; Sembolizm, Romantizm, Realizm... Kitaplı ğın yanında müzik seti duruyor. Müzik Mine için resim kadar önemliydi. "Ressam olmak istemeseydim müzisyen olmak için çalı şırdım" derdi. Ne zaman bu eve gelsem müzik olurdu. Cazı çok severdi. Yatakta do ğruluyorum, müzik setinin kordonuna bakıyorum. Fi ş prize takılı. CD çaların play tu şuna basıyorum. Önce piyano sesi doluyor odaya, ardından yumu şak sesli bir kadın Đngilizce bir şarkıya ba şlıyor. Bu şarkıyı tanıyorum. Bir keresinde sevi şirken dinlemi ştik bu parçayı. Aslında caz müzi ğini sevmem, ama bu şarkı ho şuma gidiyor. Yeniden yata ğa uzanıp dinliyorum... Gözlerim kapanıyor, şarkı sürükleyip götürüyor beni... Pencereden bal rengi bir ı şık vuruyor üstüme. Çoktan sabah olmu ş. Yava şça kalkıyorum yataktan. Gözlerimi ovu şturarak banyoya gidiyorum. Bol suyla yüzümü yıkıyorum. Banyoda havlu yok, tuvalet ka ğıdıyla kurulandıktan sonra bir sigara yakarak, salona geçiyorum. Berjer koltu ğun yanındaki küçük sehpanın üzerinde dergiler var. Birden tanıdık bir dergi dikkatimi çekiyor: Hurufat. Bu Sinan'ın çıkardı ğı dergi de ğil mi ? Daha önce inceleye-memi ştim. Merakla alıyorum dergiyi elime. Đlginç bir dergi. Alı şıldık sanat dergileri gibi ciddi bir görünümü yok. Boyutları da çok farklı, ince uzun bir dergi. Her sayfada bir foto ğraf var. Tek renk basılmı ş, ama siyah de ğil, koyu kahve. Bu renk, dergiye eski bir görünüm katıyor, foto ğrafları daha anlamlı kılıyor. Yazarlann isimlerine dikkat ediyorum. Hiçbiri tanınmı ş de ğil. Sinan'ın adının okuyorum, "Gece Hep Gece" adlı bir öykü yazmı ş. Sayfayı çeviriyorum, Mine'nin foto ğrafı çıkıyor kar şıma. Altı ay önce, saçlarını kestirdikten sonra çekilmi ş olmalı. Belli belirsiz gülümsüyor, gözleri koyula şmış, yumu şacık, sevgiyle bakıyor. Resmin altında bir şiir var. Adı: "Foto ğraf' okuyorum. Yağmurdan iki damla, kulaklarında küpe: saçlarında sarho ş ikindi esintileri: aysız gecelerin dantelleriyle örülü kirpikler: dudaklarında pembe kanatlı bir kelebek:

Page 76: Ahmet Ümit -Sis ve gece

tenin sabah güne şinde bu ğday rengi: gözlerinde kıvranan derin siyahi istek... Biraz e ğ ba şını, hafifçe gülümse, oldu. I şık uygun, harika bir foto ğraf olacak bu; bir de fonda şu cüzamlı yeryüzü olmasa! Ah, kurumu ş deniz topra ğındaki gümrah baca! Ah, aç yolcuları ta şıyan ekmekten tekne yine de seviyorum seni sakın kıpırdama! Altındaki imzaya bakıyorum. "Fahri Ertürk." Bo ğazıma bir şeyler dü ğümleniyor. Dergiyi aldı ğım masanın üstüne bırakıyorum. Ben hiç şiir yazmadım Mine'ye. Güzel sözler bile söyleyemedim. Yalan bile olsa kadınlar bayılır buna. Kim bilir böyle kaç şiir daha yazmı ştır Mine'ye. Aklını ba şından almı ş kızın. Birdenbire ayrılmak istiyorum, diye tutturmasının nedenini daha iyi anlıyorum şimdi. Berjer koltu ğa çöküp, dolu dolu çekiyorum sigaranın dumanım. Ben de neler dü şünüyordum. Yok Mine beni seviyormu ş da, yok karımdan ayrılmam için bunları yapıyormu ş da. Oysa kızca ğız kaç kez açıkça söyledi bana; "Anla artık, bitti" diye... Ne ap-talmı şım... Ama daha acı olanı Mine'nin durumu. Bana tercih etti ği adam, onu kaçırdı. Belki de öldürdü. Fahri onu zorla götürürken ne dü şünmüştür acaba? Aklına ilk ben gelmi şimdir herhalde. Pi şman olmu ş mudur ? Onu buldu ğumda, tabiî sağ bulabilirsem e ğer, bana ne söyleyecek? Nasıl bakacak yüzüme? Ne ilgisi var? Eğer beni bırakıp gidebiliyorsa, bu ili şkimizin bitmi ş oldu ğunu gösterir... Belki yine birlikte oluruz... Her şey eskisi gibi olabilir mi ? Belki de o hâlâ Fahri'yi sevecektir. Đnsanda kendisine kötülük yapanları sevmek gibi bir yan vardır ya. Mine'nin kimi davranı şlarında da sezerdim bu duyguyu. Kendisini küçümseyenlere sanki daha çok önem verirdi. Onu ele ştiren, çalı şmalarını hiç beğenmeyen bir doçent vardı, adama adeta tapardı... Bir duman daha çekiyorum; tütünün tadı giderek acıla şıyor. Yüzümü buru şturarak, kül tablasına bastırıyorum sigarayı. Yeniden aya ğa kalkıyorum, pencereye kadar gidiyorum. Koyu gölgelere teslim olan çıkmaz sokakta kimsecikler yok. Gökyüzünde güneş iyice yükselmi ş, gözlerim saatime kayıyor: 12'ye 20 var. Sinan'a gitmeliyim. Bakalım bir şey çıkacak mı? Ama önce Ma-dam'a u ğramalıyım. Đlk çalı şımda açılıyor Madam'ın kapısı. "Ah, siz miydiniz Sedat Bey!" diyor Madam. "Korkuttum mu ?" r "Yukarıda gürültüler duyunca meraklanmı ştım." Ben içeri girerken, merdivenlere bakarak söyleniyor. "Bu kız da gitti gelmedi?" "Nereye yollamı ştınız ?" : "Alt kata canım" diyor kapıyı kapatarak. "A şağıdaki buzdolabından peynir getirecekti. Kim bilir neye takılmı ştır orada." Birlikte salona do ğru yürürken sürdürüyor sözlerini. "Çok sever a şağısını. Aile dostu bir psikolog var.. 'A şağıda babasının varlı ğını hissediyor' diyor." "Tuhaf diye mırıldanıyorum. "Öyle söylemeyiniz. A şağısı tıpkı meyhane gibidir. Duvarlarda resimler, masalar. Her şey oldu ğu gibi durur. Bir Mösyö Koço eksik." Salona giriyoruz. Madam her zaman oturdu ğum koltu ğu gösteriyor bana. " Şöyle buyurunuz." * Koltu ğa yerle şirken, "Biraz yorgun görünüyorsunuz ?" diyor Madam. "Bütün gece uyumadım. Maria'ya sarkıntılık eden adamları bulduk." Sevinç ve şaşkınlık karı şımı bir yüz ifadesiyle soruyor. "Yaa! Demek yakaladınız onları? Ne kadar çabuk! Bravo size." "Onları yakaladık, ama olay sandı ğınız gibi de ğil." "Nasıl yani ?" "Kaçırma olayı yok. Sarkıntılık yapmı şlar hepsi bu." Endi şe Madam'ın yüzündeki kırı şıklıkları ço ğaltıyor. " Şeref öyle söylemiyor ama." " Şeref abartmı ş. Uzaktan görünce Maria'yı kaçırdıklarını sanmı ş." "Kendilerini kurtarmak için yalan söylüyor olmasınlar." "Hayır, onları iyice sıkı ştırdık. Her şeyi oldu ğu gibi anlattılar. Hem Şeref de doğruladı onları." Madam kaygı dolu gözlerini yüzüme dikerek soruyor.

Page 77: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Onları serbest mi bıraktınız ?" "Hayır, biraz daha içeride kalacaklar. Đyice akıllan ba şlarına gelsin." "Çıktıktan sonra, bize bir kötülük yapmazlar de ğil mi ?" "Bir daha evinizin önünden bile geçeceklerini sanmıyorum. Çok korktular." Madam rahatlıyor. "Ah, sa ğolunuz Sedat Bey. Bu iyili ğinizi nasıl ödeyece ğiz?" "Sadece görevimi yaptım." "Öyle söylemeyiniz. Bize çok yardım ettiniz... Ne içersiniz? Taze ıhlamur var. Yarım saat önce koydum ate şe" "Doğrusu bir bardak ıhlamura hayır demem." "Hemen getiriyorum" diyerek tekerlekli iskemlesini mutfa ğa do ğru hareket ettiriyor. O gidince uyu şan boynumu sa ğa sola hareket ettirme olana ğı buluyorum. Az sonra Madam'ın içeriden sesi duyuluyor. "Sedat Bey affedersiniz. Biraz buraya kadar gelebilir misiniz ?" Kalkıp, mutfa ğa Madam'ın yanına gidiyorum. "Kusura bakmayınız" diyor elindeki camdan bo ş şekerli ği göstererek. " Şekerimiz bitmi ş. Şu buzdolabının üstünde şeker kutusu olacaktı. Alabilir misiniz ?" "Tabiî" diyerek uzanıyorum, ama bej rengi buzdolabı o kadar uzun ki üzerini göremiyorum. Elimi körleme gezdirerek şeker kabını bulmaya çalı şıyorum. "Koço, böyle büyük buzdolaplarını severdi" diye açıklıyor Madam. "Her şeyi içine kolayca yerle ştirebiliyormu ş. Etler için ayrı, mezeler için ayn, meyve ve sebzeler için ayrı. Amerika'dan getirtmi şti. Dört tanedir bunlar. Bir de aşağıdakini göreceksiniz." Sonunda elim karton bir kutuya çarpıyor, sanırım aradı ğımı buldum. Kutuyu a şağı indirince yanılmadı ğımı anlıyorum. O anda kapı çalınıyor. "Maria'dır" diyor Madam. Şeker kutusunu ya şlı kadına uzatarak. "Ben açarım" diyorum. "Kusurumuza bakmayınız Sedat Bey. Misafir geliyorsunuz, sizi çalı ştırıyoruz." Ben kapıya yollanırken konu şmayı sürdürüyor. "Fatma Hanım kötü zamanda gitti. Daha yirmi gün yok. Bebek kırk günlük olmadan gelemezmi ş." Kapıyı açınca Maria'nın çocuksu bakı şlarıyla kar şıla şıyorum. Elindeki taba ğın içinde bir kalıp peynir var. Beni görünce yüzü kızarıyor. "Merhaba Maria" diyorum. Đri yapısıyla hiç uyu şmayan çocuksu bir tavırla ba şını öne e ğiyor. Kapının önünde dikilip duruyor. Bir şey söylemesem, orada öylece bekleyecek. " Đçeri girsene" diyorum. Kapıdan adımını atarken, gülümseyerek yüzüme bakıyor. Yanımdan geçerken: I "Sedat Bey" diye fısıldıyor yüzünde tuhaf bir ifadeyle. O sırada mutfa ğın kapısına çıkmı ş olan Madam kızını duyuyor. "Sizi tanıdı" diyor. "Ço ğunlukla kimseyi tanımaz." Maria elindeki taba ğı annesine veriyor, sonra ya şlı kadının kula ğına e ğilip bir şeyler fısıldıyor. Sadece "Tav şan" sözcü ğünü duyabiliyorum. Soran bakı şlarımla kar şıla şan Madam, gülümsüyor. Cesaretlenerek soruyorum. "Ne tav şanı?" "Uzun hikâye" diyor Madam içini çekerek. "Siz buyurun içeri geçin, ıhlamurunuzu getirince anlatırım." Maria'yla birlikte salona yürüyoruz. "Çok mu seviyorsun tav şanları ?" diyorum yeniden koltu ğuma kurulurken. Ama o artık beni duymuyor. Sanki ben salonda yok-mu şum gibi, yerdeki bebe ğini alıp kendi kö şesine çekiliyor. Onu izlerken, tekerlekli sandalyesinde ta şıdı ğı tepsiyle Madam giriyor içeriye. "Bo şuna u ğra şmayınız" diyor. "Anlatmaz." "Neden ?" diye soruyorum. Madam ıhlamur barda ğı olan tepsiyi bana uzatırken: "Babasıyla arasında gizli bir anla şma vardı... Buyurun, taba ğınızın kenarına iki şeker koydum ama, yeterli mi ?" "Evet, te şekkür ederim" diyorum barda ğı alırken. Madam çay tepsisini yandaki sehpanın üzerine bırakıyor.

Page 78: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Efendim biliyorsunuz Mösyö Koço avcı idi. Tav şan, keklik, bıldırcın ne avlar ise eve getirirdi. Maria korkmasın diye, avladı ğı hayvanların ölü oldu ğunu gizler, 'Uyuyor' derdi. 'Ama bunlar en iyi buzdolabında uyur' diye de ekler idi. Maria da babasının getirdi ği av hayvanlarını alıp buzdolabına koyardı. Onları gerçekten de uyuyor sanırdı. Giderek bu i şi yalnızca Maria yapmaya ba şladı. Babası av hayvanlarını a şağıda bırakır. Maria da bunları alır buzdolabına yerle ştirirdi." "Peki sonra, bu hayvanlara ne oldu, diye sormaz mı ?" "Hayır. On dakika sonra onlan unutur. Uzunca bir zaman geçtikten sonra ya da konu açıldı ğı zaman anımsar, ancak o zaman sorardı. Biz de, uyanınca da ğlanna, ormanlarına döndüler, derdik. Üzülür gibi olur, ama bu duygusu da çabucak geçer idi." "Babasıyla arasındaki gizli anla şma..." "Onu da anlatayım. Maria bir gün kom şu çocuklarına. 'Bizim buzdolabında tav şanlar, ku şlar uyuyor' demi ş. Arkada şları da 'Onlar ölü, hem de onları senin baban vurdu' demi şler. Maria çok kötü bir halde geldi eve. Babası durumu öğrenince, 'Bir daha bi- zim buzdolabında hayvanların uyudu ğunu kimseye söyleme, yoksa tav şanlar, ku şlar bir daha gelmezler' dedi. Maria da o günden sonra kimseye anlatmadı." "Babasının öldü ğünü bilmiyor mu ?" "Bilmiyor. Ona göre babası ava gitti. 'Arada bir babam ne zaman gelecek' diye sorar. Sonra unutur gider." Çayımı yudumlarken Maria'ya bakıyorum. Sanki gerçekleri ö ğrenmekten korkar gibi bizden iyice uzakla şmış, kuca ğına aldı ğı bebe ğine tav şanlar hakkında bir şeyler anlatıyor. On yedinci bölüm ^ istiklal Caddesi'nde kuca ğında bebe ğini ta şıyan genç bir annenin yanında yürüyorum. Sakallı iki delikanlıyla, saçları sanki aynı berber elinden çıkmı ş gibi kısacık kesilmi ş iki genç kız dünyaya bo ş vermi ş bir halde, Fransız Konsoloslu ğu'nun önünde sarma ş dola ş sohbet ediyorlar. Konsoloslu ğun kar şısındaki küçük döviz bürosunun önünde ihtiyar kadınlardan, gencecik lise öğrencilerine kadar çe şitli ya ş gruplarına mensup insanlardan olu şan bir kuyruk var. Dövizin yükselece ği tüyosunu alan vatanda ş, yine yabancı paraya hücum ediyor anla şılan. Sa ğ avucunda gizledi ği tinere batınlmı ş pamu ğu sık sık koklayan, üstü ba şı yırtık bir sokak çocu ğu kalabalı ğa bakıp bakıp gülüyor. Halinden, iyice e ğlendi ği belli. Ba şımı çevirince mini etekli iki kızın önüm sıra salınarak yürüdü ğünü görüyorum. Ne yalan söyleyeyim, bir süreli ğine de olsa onlan izleyebilmek için ayaklarımı adımlarına uyduruyorum. Kızların pe şinden yürürken, aniden duydu ğum bir çıngırak sesiyle kendimi yana atıyorum. Tıklım tıklım dolu iki vagondan olu şan tramvay hızla geçiyor yanımdan. Tramvayın sahanlı ğına asılan üç yaramaz o ğlan, ölümcül gösterilerini ba şarıyla tamamlamı ş sirk akrobatlannın vakan içinde el sallıyorlar bana. Caddeyi yandan kesen soka ğın ba şına geldi ğimde, nereden çıktı ğı belli olmayan diri bir rüzgâr lavanta kokulan getiriyor bana. Bankanın önüne ba ğdaş kurmu ş oturan kara kuru, genç bir kadın mü şterilerini bu kokuyla çekece ğinin farkında, lavantalan önündeki sepetin içinde soldan sa ğa, sa ğdan sola serpi ştirip duruyor. Az ileride palyaço kılıklı bir adam yolun ortasına koydu ğu iskemlenin üzerine çıkmı ş, sa ğ eliyle yandaki dükkânı göstererek, "Ne alırsan yüz elli bin..." diye bas bas ba ğınyor. On on beş ki şilik Japon turist kafilesinin kendisiyle ilgilendi ğini anlayınca daha güç- lbU lü ba ğınyor: "Ne alırsan yüz elli..." Japon kadınlar elleriyle a ğızlarını kapatarak gülü şüyor. Daha a şağıya inip, Lale Sineması'nı geçince, büyük mağazaların özenle düzenlenmi ş, parıltılı vitrinlerinin önlerinde, mukavva kutulardan yaptıkları tezgâhlarda kâ ğıt mendil satan çocuklarla kar şıla şıyorum. Çoğu ilkokula bile gitmeyen be ş altı ya şlarında çocuklar bunlar. Civar hanlarda kapıcılık ya da çaycılık yapan insanların çocukları olmalı diye dü şünüyorum. Daha bugünden atılıyorlar ya şam kavgasına. Bu onların ki şiliklerini nasıl etkileyecek? Yırtıcı, tuttu ğunu koparan ba şarılı ki şiler mi olacaklar? Yoksa gelece ğin gözü kara dolandırıcıları mı?

Page 79: Ahmet Ümit -Sis ve gece

Minik burnundan, duda ğının üstüne kadar sallanan sümü ğünü çekerek, bir kız çocu ğu yakla şıyor yanıma. Elindeki kâ ğıt mendil paketini bana do ğru uzatıyor. "Siftah Emmi." Başımı sallayarak, istemedi ğimi belirtiyorum. Ama pe şimi bırakmıyor. "Okul parası kazanıyorum Emmi. Yedi bin be ş yüz lira." " Đstemiyorum" diyorum. Buruk bir yüz ifadesi takınarak boynunu yana e ğiyor. Aldırmadan yürüyorum. Ama bu defa da el örgüsü, mavi ba şlık giymi ş, sevimli yüzlü bir o ğlan takılıyor peşime. "Amca" diyor az önceki kızla rekabet edercesine. "Bende ikisi on iki bin be ş yüz lira." Gülümsüyorum. O ğlan cesaretleniyor. "Kokulusu da var" diyor. "Sa ğol o ğlum, istemiyorum" diyerek adımlarımı hızlandırıyorum. Benden i ş çıkaramayaca ğını anlayan çocuk, yazgısına razı olarak mukavva tezgâhının ba şına dönüyor. Cebimden adresi çıkarıp bir göz atıyorum. Hurufat Kitabevi, Mis Sokak, 27 numara. Soka ğın kö şesindeki piyango bileti satan ya şlı adama soruyorum. " Şurası" diyor, eliyle sol tarafı göstererek. "Az ilerde." Adamın gösterdi ği soka ğa giriyorum. Sinan'ın kitapçı dükkânını bulmak zor olmuyor. On be ş yirmi adım sonra, san zemin üzerine koyu kahverengi, tırnaklı harflerle yazılmı ş, "Hurufat Kafe -Kitabevi" yazan tabelayı görüyorum. Demek bir de kafesi varmı ş Sinan'ın. Dükkâna yakla şınca ho ş bir müzik çalınıyor kula ğıma. Sanırım bu bir Çingene şarkısı; sanki bir yerlerde duymu ş gibiyim. Geni ş kapıdan içeri giriyorum. Duvarları kitap dolu raflarla kaplanmı ş geni şçe bir koridordan olu şuyor dükkân. Sol tarafta bir merdiven var; kıvrılarak yukarı çıkıyor. Kafe yukarıda olmalı. Kitaplara şöyle bir göz atıp dükkânın içine do ğru yürüyorum. Rafların önünde dikilen çirkince bir genç kız, yardımc ı olabilir miyim, diyen bakı şlarla beni süzüyor. ¦ "Sinan Bey burada mı ?" diye soruyorum. Eliyle kö şeyi göstererek: "Bakın orada" diyor. Bakınca, Sinan'ı görüyorum. Kasanın bulundu ğu küçük masaya oturmu ş, deri ceketli bir kızı dinliyor. Kız oldukça güzel, ama Sinan'ın yüzünde bıkkın bir ifade var. "Merhaba" diyorum yanlarına yakla şarak. Sinan beni görünce, anlamlı anlamlı süzerek aya ğa kalkıyor: "Buyurun, ho ş geldiniz." Beni gördü ğüne sevindi mi yoksa bozuldu mu anlayamıyorum. Ama kızın bu durumdan hoşlanmadı ğı kesin; sen de nereden çıktın gibilerden kötücül bakı şlarla tepeden tırna ğa süzüyor beni. "Ke şke telefon etseydiniz" diyor Sinan. "Kitapları hazırlattım, ama Hurufat'm birkaç sayısı eksik. Neyse şimdi bir arkada şı depoya yollayıp tamamlarız." "Önemi yok" diyorum. "Vaktim var, beklerim." "Vaktiniz oldu ğunu tahmin ediyorum" diyor Sinan anlamlı bakı şlarını sürdürerek. Oralı olmuyorum. " Đşinize bakın ben kitaplarla oyalanırım" diyorum. "Olmaz öyle şey" diyerek az önce konu ştu ğum kıza sesleniyor. "Suna... Suna, bakar mısın!" Suna yakla şırken, Sinan masanın küçük çekmecesini açıyor içinden küçük bir not defteri çıkanyor. "Depo bir sokak a şağıda hemen getirirler" diyerek elindeki not defterinden bir yapra ğı yırtıp, bize yakla şmış olan Suna'ya uzatıyor. " Şu listeyi Mahmut'a ver. Depodaki Hurufat'm eski sayılarının oldu ğu paketleri açsın. Listedeki sayılardan onar tane bulup getirsin. Sen de sonra buraya gel." Kız, "Olur" diyerek listeyi alıp, kapının yanındaki uzun boylu esmer delikanlıya doğru yönelirken, Sinan bana dönüyor. "Beklerken birer kahve içeriz de ğil mi ?" diye soruyor kibarca, ama yüzündeki gerginlik kaybolmuyor. " Đçeriz tabiî" diyorum memnuniyetle.

Page 80: Ahmet Ümit -Sis ve gece

Sinan, kısa saçlı kıza dönüyor. "Kusura bakma Jale" diyor. "Beyle ilgilenmem gerekiyor. Seninle ba şka zaman konu şuruz." Genç kızın suratı iyice asılıyor. Burulmu ş bir halde aya ğa kalkıyor. "Öyle olsun" diyerek oturdu ğu iskemlenin arkasına astı ğı bez çantasını, sertçe sırtına atıyor. Benim yüzüme bile bakmadan, Sinan'a sitem dolu bir sesle: "Hoşça kal" diyerek ayrılıyor yanımızdan. "Arkada şını kızdırdık galiba" diyorum gülümseyerek. Boş verin gibilerinden elini sallıyor. "Yeteneksiz biri. Ama kendini büyük şair sanıyor. Hurufatın her sayısında şiirini basacakmı şız!" "Duyarlı insanlarla ili şkiler zor olmalı" diyorum. "Sorun duyarlılık de ğil" diyor. "Neyse. Sizin için hazırladı ğım kitaplar burada." Masanın altından küçük bir paket çıkarıp bana veriyor. "Çok te şekkür ederim" diyorum. "Borcum ne kadar?" "Hediyemiz olsun." Katı bir sesle söylüyor bunu. Yüzünde nasıl olsa para vermeyeceksin, ne soruyorsun dercesine küçümser bir ifade var. "Kesinlikle olmaz" diyorum. "Parasını vermeden bu kitaplan alamam." Şaşırmı ş gibi yüzüme bakıyor, ama renk vermiyor. "Nasıl isterseniz" diyerek önündeki kasa defterine bakıyor. "Borcunuz, sekiz yüz yetmi ş bin lira." Cüzdanımdan parayı çıkarıp Sinan'a uzatırken Suna yeniden yakla şıyor masaya. "Mahmut'u yolladım, Sinan Abi." Sinan uzattı ğım parayı yazarkasaya koyduktan sonra: "Bizim biraz i şimiz var" diyor Suna'ya. "Kasaya sen bak." Yerini genç kıza bırakıp aya ğa kalkarken, yazarkasadan aldı ğı fi şi bana uzatıyor. "Buyurun" diyor. "Yukarıya çıkalım, orada kimse bizi rahatsız etmez." "Siz i şinizden olmasaydınız, ben beklerdim" diyorum. Sanki yarım a ğız söyledi ğimi anlamı ş gibi bıyık altından gülerek şöyle bir süzüyor beni. " Đş önemli de ğil, hem ben de sizinle konu şmak istiyordum. Şöyle buyurun" diyerek kafeye çıkan merdivenleri gösteriyor. Ben önde, o arkada merdivenleri çıkmaya başlıyoruz. Kafenin bulundu ğu asma kata geldi ğimizde, burasının a şağıdan daha geni ş bir mekân oldu ğunu görüyorum. Ama oldukça sakin. Mü şteriler bu saatlerde gelmiyorlar anla şılan. Metal ve cam- dan modern stilde dizayn edilmi ş on be ş kadar masanın yalmzca ikisi dolu. Kafeye girdi ğimizi gören genç garsonlardan biri ko şup bizi kar şılıyor. "Buyurun Sinan Abi, nereye oturmak istiyorsunuz ?" "Pencerenin oraya oturalım Arif." Arif se ğirtip sol taraftaki pencerenin önündeki masayı siliyor. Biz sandalyelerimize yerle şirken, yana çekilerek: "Ne içersiniz?" diye soruyor. "Türk kahvesi mi ?" diyerek yüzüme bakıyor Sinan. "Evet, orta şekerli olursa sevinirim." "Ben de aynısından istiyorum" diyor garsona göz kırparak. Đyi anla ştıkları belli. Pencereden yandaki çatı görünüyor. Buraya kadar her şey normal de, çatının içinden çıkan kocaman incir a ğacını görünce hayrete dü şüyorum. Binanın sahibi kesmeye kıyamamı ş olmalı. Nasıl kurumadan kalabilmi ş böyle ? E ğri bü ğrü dallarının üstünde iki serçe, kuyruklarını bir a şağı bir yukarı sallayıp ötü şüyorlar. "Tuhaf diyorum. "Evin içinde böyle kocaman bir a ğaç." "Ev de ğil, ayakkabı atölyesi. Sahibi pek sevilmez. Sokakta kavga etmedi ği kimse yok, ama nedense bu a ğacı çok sever. Yanında çalı şan i şçiler, her sabah a ğaçla konu ştu ğunu söylüyor." "Bu yıkık dökük binaların arasında böyle bir a ğaç görece ğimi hiç ummazdım." "Bir de baharda, yapraklandı ğında göreceksiniz" diyor Sinan. "Ben hep bu pencerenin önüne otururum. Ba şka yerlerde sıkıntı basıyor içime."

Page 81: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Haklısınız, kim olsa burayı seçer." "Benim daha geçerli bir nedenim var." "Neymi ş o?" "Uzun yıllar içerde kalan insanlar, önü kapalı mekânları sevmezler." " Đçerde mi!" diye hayretle soruyorum. "Hadi camm, dosyama bakmadı ğınızı söylemeyin." Sinan'la göz göze geliyoruz, kara gözleri aklımdakileri okur gibi bakıyor yüzüme. Đnkâr etmenin yararı olmayacak. "Haa... Şu hapis meselesi." "Evet, şu on iki yıl süren hapis meselesi" diyor alaycı bir tavırla. "Karakol basmı şsınız..." Bir süre dik dik bakıyor yüzüme, sonra aniden soruyor. "Benden ne istiyorsunuz ?" " Đstediklerim bunlardı" diyerek masanın üstüne koydu ğum içi !fc>4 kitap dolu po şeti gösteriyorum. "Onları da aldım." "Benimle açık konu şun. Đlkinde 52, ikincisinde 87 gün iki defa gözaltında kaldım. Đyi polisi oynayanlarla, kötü polisi oynayanlarla, arayı bulmaya çalı ştı ğını söyleyenlerle kar şıla ştım. Günlerce birlikte ya şadım. Hepsini iyi tanırım. Bir polis bana iyi davranıyorsa, istedi ği bir şey vardır." " Đyi polislerin oldu ğuna inanmıyor musunuz?" " Đnanmıyorum" diyor öfkeli bir tavırla. . "Yanlı ş dü şünüyorsunuz. Polisler de sizin gibi insan. Hepsinin ailesi, çocukları var. Görevlerini yerine getirerek evlerini geçindirmeye çalı şıyorlar." "Görevlerini nasıl yerine getirdiklerini ak şam haberlerinde dinliyoruz. Đşkencede sakat kalan insanlar... Basılan evlerde ele geçirilen teröristler..." "Ya öldürülen polisler?" "Etki tepki meselesi..." diyor öfkeyle. Bir süre susuyor, sonra bakı şlarını gözlerime dikiyor. "Yanlı ş anlamayın ben terörün her türüne kar şıyım. Çünkü sivil terör, devlet terörüne gerekçe hazırlıyor. Belki inanmayacaksınız, ama polisler öldü ğünde üzüntü bile duyuyorum." "Neden inanmayayım? Đki aklı ba şında insan şurada oturmu ş konu şuyoruz." Senin niyetin ne gibilerden, dikkatle bakıyor yüzüme. "Arkada şınız sizin gibi dü şünmüyor ama." "Naci mi?" diyorum gülümseyerek. " Đyi çocuktur aslında. Đki gün önce çok sevdi ği bir arkada şı vuruldu. Hıncını sizden çıkarmak istedi." "Benim de arkada şım vuruldu" diyor kin dolu bir sesle. "Ama bu yüzden arkada şınıza hakaret etmedim." "Üzüldüm" diyorum, aradı ğım fırsatı yakaladı ğımı dü şünerek. "Nasıl oldu?" "Çok iyi bir şair olabilirdi" diyor sanki sorumu duymamı ş gibi. "Gerçi günümüzde iyi şair kimin umurunda?" "Kim vurdu?" "Kim mi?" diyor ı şıl ı şıl yanan gözlerini yüzüme dikerek. Bir an sen, diyece ğini sanıyorum, ama bakı şlarını kaçırıyor. "Kim olacak, polis." "Arkada şın terörist miydi?" Yine dik dik bakıyor yüzüme Sinan. "Yani gizli örgüt üyesi miydi, demek istiyorum." "Değildi" diyor acı acı gülümseyerek. " Đşin tuhafı içeride, örgüt 165 de hain ilan etmi şti bizi." "Bir yanlı şlık oldu desenize. Adı neydi?" Gözleri yüzümde, bakı şları yumu şuyor: "Fahri" diyor yenilmi ş bir ses tonuyla "Fahri Ertürk." Masanın üstündeki elini kaldırarak, arkamdaki duvarı gösteriyor. "Bakın orada foto ğrafı var." Merakla gösterdi ği yöne dönüyorum. Arkamdaki duvarda, siyah bir pano asılı. Panonun ortasındaki büyükçe, renkli foto ğraftan Fahri gülümseyerek bakıyor. Resmin altında 1958-1995 tarihleri okunuyor. Bu tarihin altında bir dörtlük var: Nakı ş nakı ş öfkeyle dokulu: hırçın ama kırık dökük bakmayın ana avrat küfretti ğine o gözya şları içinde bir çocuk!

Page 82: Ahmet Ümit -Sis ve gece

Pano çoktan mora dönü şmüş kırmızı karanfillerle çevrelenmi ş. Fahri'nin resminin üstünde, sa ğında ve solunda yer alan üç foto ğraf daha var. Foto ğraflar gruplar olarak çekilmi ş. Uzaktan yüzlerini seçemiyorum. "Yakından bakabilir miyim ?" diye şöyle bir usulen sorduktan sonra aya ğa kalkıyorum. Davranı şıma bir anlam veremiyor Sinan. Ama ben panoya yakla şırken o da masadan kalkıp pe şim sıra gelmekten kendini alamıyor. "Tabiî bakabilirsiniz, insanlar görsün diye astık o panoyu buraya" diye de söyleniyor yürürken. Önce Fahri'nin büyük boy foto ğrafının üstündeki resim dikkatimi çekiyor. Siyah beyaz çekilmi ş bir topluluk resmi bu. Yakla şınca kolej üniformaları içinde, aydınlık yüzleriyle kameraya gülümseyen yirmi be ş otuz ki şilik bir ö ğrenci grubuyla kar şıla şıyorum. Yirmi yıl önce çekilmi ş olmalı. Bırakın bizim simitçiyi foto ğrafta Fahri ile Sinan'ı bulmak bile çok güç. "Kimi arıyorsunuz?" Başımı çevirince Sinan'ın arkamda dikildi ğini görüyorum. "Sizi bulmaya çalı şıyordum." Kayıtsız bir tavırla, ayakta duran birini gösteriyor. "Evet, bu sizsiniz" diyorum. Sinan sonra önünde yere çömel-mi ş bir çocu ğu i şaret ediyor "Bu da arkada şınız." "On be ş ya şındaydık." Gözlerim yandaki resme kayıyor. Baktı ğım resimde üç ki şi var. L 166 Bu renkli bir foto ğraf, o kadar eski olmamalı. Sinan ile Fahri'yi hemen tanıyorum, ortalarında kasket giymi ş bir adam var. Resme iyice yakla şıp bakıyorum. Uzun boylu, bıyıklı bir adam, kasketinin siperli ği alnından burnunun yarısına kadar gölgede bırakmı ş, yüzü tam seçilemiyor. Güçlü bir çene yapısı var. Sa ğ elinde bile ğine dolanmı ş örme bir te şbih ta şıyor, ama çocukların yanında oldukça saygılı duruyor. Bu bizim simitçi olmasın? Simitçi'yi gözlerimin önüne getirmeye çalı şıyorum. Sanki bu kasketli adamda onu andıran bir yan var. "Bu adam..." diyecek oluyorum, Sinan sözümü a ğzımda koyuyor. "Neyin pe şindesiniz bilmiyorum, ama yanlı ş adama baktı ğınızı söyleyebilirim." Başımı resimden kaldırıp Sinan'a dönüyorum. "Neden öyle söylediniz ?" "O sizin dosyanızda yer alacak biri de ğil. Adlî bir mahkûm. Babasını ve karısını öldürmü ş." "Sizinle ne i şi var?" "Fahri'nin babasının emrinde askerlik yapmı ş. Adamın büyük iyili ğini görmü ş. 'Nazmi Albayım' der ba şka bir şey demezdi. Onun yattı ğı cezaevine sevk olunca, bize çok yardımı dokundu. Biz de onu aramıza aldık." Galiba adamımı buldum. "Sanki onu daha önceden görmü ş gibiyim" diyorum a ğzından laf almak için. "Saçları dökülmü ş de ğil mi?" "Evet" diyor Sinan şaşkınlıkla. "Nasıl bildiniz ?" "Adı ne bu adamın ?" Sinan i şkilleniyor, nereye varmak istedi ğimi anlamak istercesine beni süzüyor, sonra kendinden emin gülümsüyor. "Cuma" diyor alaycı bir tavırla. "Cuma Da ğlı. Ama ondan bir şey çıkartamazsınız, çünkü adamca ğız müebbete mahkûm. Hâlâ içerde." "Hangi cezaevi ?" "inanmıyorsunuz de ğil mi bana?" "Benimkisi yalnızca merak." "Gökçeada Cezaevi." Yeniden foto ğraftaki adama bakıyorum. Evet bu o. Cezaevinden nasıl çıktı bilmiyorum, ama bu Cuma'nın bizim simitçi oldu ğuna eminim. Öteki iki resme üstünkörü bir göz atıyorum. Biri duru şmada, biri de cezaevinde, koğuşta çekilmi ş, Cuma bu resimlerde yok. Bakalım onu cezaevinde bulabilecek miyim? Son kez Fahri'nin foto ğrafına bakıyorum. "Yazık" diyorum. "Çok da yakı şıklıymı ş."

Page 83: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Öyleydi" diyor Sinan panonun önünden ayrılıp yeniden masaya dönerken. "Hani romanlarda, filmlerde örnek kahramanlar vardır; yakı şıklı, zeki, yi ğit, özverili..." "Yazık olmu ş" diyorum. "Evet yazık oldu" diyor ve ba şlıyor Fahri'yi övmeye. Arkada şını gerçekten de çok seviyor olmalı. Kolay de ğil liseden beri arkada şlar. Masaya döndükten sonra da, garson kahvelerimizi getirinceye kadar, kesik kesik cümlelerle Fahri'yi övmeyi sürdürüyor Sinan. Garson kahvelerimizi, yanlarında birer bardak suyu birlikte bırakıp ayrılınca: "Olayı hatırlıyorum" diyorum. "Arkada şın bir polise silahlı saldın düzenlemi şti. Orada vuruldu de ğil mi ?" Ciddi bir yüz ifadesiyle yüzüme bakarak: "Hâlâ oynuyorsunuz" diyor. "Size açık olmanızı söyledim. Neyi ö ğrenmek istiyorsanız bana sorabilirsiniz. Sizden gizleyecek bir şeyim yok. Ne yasadı şı bir i şin içindeyim ne de bir örgütle ba ğlantım var." Sakinli ğimi korumaya çalı şarak, kahveme uzanıyorum. Sinan en küçük bir hareketimi bile kaçırmadan beni izliyor. Zeki çocuk, i şi anladı. Kahveden bir yudum alıyorum. "Bol köpüklü" diyorum. "Tam kıvamında." "Afiyet olsun da" diyor gerilmi ş bir ses tonuyla, "Benden ne istiyorsunuz, artık onu söyleyin." "Hiçbir şey" diyorum. "Farkında mısınız size hiç soru sormadım. Her şeyi siz anlatmaya ba şladınız. Şu anda buradan kalkıp gidebilirim." "Gitmezsiniz. Gidemezsiniz. Aslına bakarsanız çok daha önceden bekliyordum sizi. Fahri vurulduktan hemen sonra." Kahvemden bir yudum daha alıp, şaşırmı ş gibi soruyorum. "Neden bekliyordunuz ?" "Bu i şin arkasında bir örgüt arayacaktınız. Ara ştırmaya ba şlayaca ğınız ilk ki şi de ben olacaktım. Fahri'yle çocukluk arkada şıyız, aynı örgütün üyesiydik, hapiste birlikte yattık. Onun sırlarım benden iyi kim bilebilir? Ama gelmediniz. Şaşkınlı ğa kapıldım. O sırada eski örgüt arkada şlarımızdan Özerin öldürüldü ğü haberini aldım." Bir an bu Özer'i anımsayamıyorum. Đkircimimi anlayan Sinan açıklamaya çalı şıyor. Lbö "Özer Yılkı. Cesedini ailesine vermeyip uzun süre morgda bekletmi ştiniz, te şhis için." Gözlerimin önüne morgdaki ceset geliyor. "Evet, on be ş gün önce bir çatı şmada ele geçmi şti." "Çatı şma mı, yoksa ba şka bir şey mi belli de ğil... Neyse bu haberi de duyunca artık kesin beni ziyaret ederler dedim. Ama yine gelmediniz. Şaşkınlı ğım giderek artıyordu. Bizim polis eski yöntemlerden vazgeçip, akıllanmaya mı ba şladı diye düşünmeye ba şlamı ştım ki, 1. Şube'den aradılar. Neymi ş efendim dergimizin her sayısından on tane vermemiz gerekiyormu ş da, vermemi şiz. Kaç sayıdır süren bu aksama nedense Fahri'nin ölümünden sonra gündeme geldi. Şubeye gelip, iyi polisi oynayan sizinle kar şıla şınca, üstelik kitap sevginizden de haberdar olunca, neler olaca ğını az çok tahmin etmeye ba şladım..." Yan alaycı bir hayranlıkla yüzüne bakıyorum. "Müthi ş bir hayal gücünüz var. Roman yazıyorum demi ştiniz de ğil mi? Đnanın bana başarılı olacaksınız." "Ba şarılı olmayı isterim. Ama öncelikle sizin sorununuzu çözelim. Fahri hakkında ne ö ğrenmek istiyorsunuz?" "Fahri Ertürk'ün arkada şınız oldu ğunu bile bilmiyordum, ama söyledikleriniz de ilginç. Benim anlayamadı ğım şu: örgüt üyesi olmayan bir adam, neden polis öldürmeye kalksın ?" "Aşk desem?" Gülümsüyorum. "Hadi canım, bir devrimci, a şk için polis vuracak!" "Fahri'yi tanımıyorsunuz. O farklı bir insandı. Bir şeye ba ğlandı mı bütün yaşamını adardı." "Örgüte adadı ğı gibi mi ?" "Haklısınız, bir zamanlar her şeyi örgüttü."

Page 84: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Ya sizin?" Bir an ku şkuyla beni süzüyor, ama sonra umursamazmı ş gibi kararlılıkla yanıtlıyor: "Ben de onun gibiydim. Ama o benden daha ate şliydi. Uzla şmayı, güç kar şısında eğilmeyi sevmezdi. Đnandıklarına sonuna kadar inanır, hiçbir özveriden kaçınmazdı. Onu babası böyle e ğitmi ş. Nazmi Amca delifı şek bir adammı ş. Bu yüzden albaylıktan yukarı çıkamadı ğını söylerdi Fahri. Sık sık komutanlarıyla başı belaya girermi ş. Fahri küçükken sokaktaki çocuklardan sopa yese bir de babası döver, 'A ğlayarak yanıma gelme' dermi ş. Böyle böyle onu döven çocuklarla başa çıkmayı ö ğrenmi ş." "Sen kavga etmeyi sevmez misin?" "Sevip sevmemek meselesi de ğil. Ben okumaya yazmaya yatkındım. Fahri daha atak, daha duygusal, daha cesurdu." "Bir devrimci için iyi bir özellik olmalı." "Bazen..." diyor dü şünceli bir halde, sonra ekliyor. "Ama bazen de sa ğduyu, mantık gerekir. Yine de sözlerinize katılmıyor de ğilim. O zamanlar kavga etmeyi bilmek bizim için çok önemliydi. Çünkü kavga ya şam biçimimizdi. Bu ho şumuza gitmiyor da de ğildi. O günlerde her şeyin bir anlamı vardı. Kendimi hiç boşluktaymı ş gibi hissetmezdim. Gerçekli ğin saçma duvarları arasında sıkı şıp kalmazdım. Ya şadıklarım bana onur verirdi... Sanırım Fahri bu duyguyu benden daha yo ğun olarak tatmı ştı. Okul, aile, meslek bunların hiçbiri umurumuzda değildi. Günler, düzenlenen eylemlerin ba ş döndürücü heyecanıyla hızla akıp geçiyordu. Sonra yakalanmaya ba şladık. O çok güvendi ğimiz örgütümüz, birkaç hafta içinde çözüldü. Bütün kadrolar polisin eline geçti. Đşkence altında geçen yoğun bir sorgu-'döneminden sonra neredeyse örgütün dörtte üçü tutuklandı. Đçerde ilk şoku atlattıktan sonra yeni ya şama alı şmaya ba şladık. Bir devrimci nerede olursa olsun direnmeyi bilmeli, sava şımı sürdürmeliydi. Tutukevi devrimciler için önemli bir sınav yeriydi. Ama bizi, en azından Fahri ile beni yadırgatan ba şka şeyler ortaya çıkmaya ba şladı. Đçerde örgütün üst düzey yöneticileriyle birlikte kalıyor, aynı ko ğuşu payla şıyorduk. Bütün o parlak lafların yerini, çama şır yıkamak, yemek pi şirmek, geçmek bilmeyen zamanı payla şmak gibi basit gereklilikler almı ştı. Hapishane ya şamı o kadar yalın, o kadar açıktı ki, devrimci kimlik, ki şiliklerimizdeki olumsuz yönleri gizleyemiyor-du artık. Komün üyeleri arasında sorunlar ba ş göstermeye ba şladı, bu bir yere kadar do ğaldı. Birbirinden çok farklı ki şiliklere sahip insanlar, zamanlarının büyük bölümünü bir arada geçirmek zorundaydılar. Bunun da bazı sıkıntılar yaratması kaçınılmazdı. Ama daha önemlisi komünle bizim aramızda bir anlayı ş farkı oldu ğu açı ğa çıktı. Belki bu hep vardı da, hızlı geçen günlerin sıcaklı ğı içinde biz anlayamamı ştık." "Nasıl bir şey bu farklılık?" " Đlk tartı şma silahlı mücadele sorununda ba şladı. Konuyla ilgili olarak Fahri ile ben bir rapor hazırladık. Örgüt yapılan silahlı eylemlerin devleti zayıflataca ğı, bunun da yakla şmakta olan halk devrimini kolayla ştıraca ğı varsayımından hareket ediyordu. Örgütsel faaliyetimizin ekseni bu stratejiden olu şuyordu dersem abartmı ş olmam. Ama ya şananlar tam tersinin gerçekle şti ğini gösterdi. Devlet zayıflayaca ğı yerde giderek güçlendi. Bizim her ı/u eylemimiz polis terörüne gerekçe olmaya ba şladı. Devlet baskı gücünü artırdı; daha çok polisi, daha çok güvenlik uzmanını, daha geli şkin silahlar ve yöntemlerle donattı. Buna gerekçe olarak da terörü gösterdi. Ortada böylesi bir gerçek varken hâlâ silahlı eylemden söz etmenin hiçbir anlamı yoktu. Raporumuzda bunları ayrıntılı olarak belirttik. Örgütümüzün yeni bir politika benimsemesinin gereklili ğinin altını çizdik. Rapor komünde büyük gürültü kopardı. Pasifıze olmakla suçlandık.. Örgüt yöneticileri disipline aykırı tutum almaktan bize kınama cezası verdiler. Cezayı kabul etmedik. Bu tür tartı şmalar yapmanın en doğal hakkımız oldu ğunu belirttik. Ama arkada şlarımız bu görü şlerimize katılmadılar dahası tavrımızın, Marksist proletarya diktatörlü ğü ilkesiyle çeli şti ğini söyleyerek bizi revizyonist ilan ettiler." "Sonra da sizi örgütten attılar." "Öyle oldu." "Kar şı çıkmadınız mı ?"

Page 85: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Kar şı çıksak ne olacaktı? Komünün ço ğunlu ğu şu ya da bu nedenle yönetimi destekliyordu. Đnsanları zorla ikna edemezdik. Komünden ayrılmaktan ba şka yapacak bir şey yoktu." "Sadece ikiniz mi ?" "Sadece ikimiz. Belki de iyi oldu. Artık kendi kafamıza göre davranabilir, istedi ğimiz e ğitim programını gerçekle ştirebilirdik. Ama öte yandan içimizde bir boşluk da hissetmiyor de ğildik. Yıllarca omuz omuza dövü ştü ğümüz, acı tatlı yüzlerce anının bizi birbirimize ba ğladı ğı arkada şlarımızdan ayrılmı ştık." "Ba şka bir örgüte katılmayı dü şünmediniz mi ?" "Düşündük. Ama görü şlerimize yakın bir grup yoktu. Ne yazık ki bizim solcu gruplar kendilerini kolay yenileyemiyor." "Kendinize göre yeni bir örgüt kurmayı..." "Bırakın artık şu örgüt paranoyasını" diyerek kesiyor sözümü. "Neden söylediklerimi anlamak istemiyorsunuz ?" "Hemen kızmayın canım" diyorum. "Bakın kahveniz de oldu ğu gibi duruyor. Bir yudum bile almadınız." "Bo ş verin kahveyi" diyor. "En yakın arkada şım öldürüldü. Ben gizli örgüt üyesi olmakla suçlanıyorum." "Kimse sizi suçlamıyor. Arkada şınıza gelince, suikastı düzenleyen oydu.... Sahi Fahri sizden habersiz örgüte dönmü ş olamaz mı?" "Olamaz" diyor Sinan sıkıntıyla soluyarak. "Çünkü son aylara kadar birlikteydik. Örgütten ayrıldıktan sonra tümüyle edebiyata yöneldik. Đçerde insanlar daha duygusal oluyor. Politik tutuklula- ı/ı rın arasında şiir yazmayan ki şi yok denecek kadar azdı. Bizim edebiyatla uğra şımız ise çok eskilere lise yıllarına kadar uzanıyordu. Okulda edebiyat kulübündeydik. Đçeride yazı yazmak için her zamankinden daha fazla zaman ve olanak vardı. Ben öykü, Fahri şiir yazıyordu. Ürünlerimizi dı şarıdaki dergilere yolladık. Bizim örgüte yakın sanat dergilerinden birinde Fahri'nin iki şiiri, benim de bir öyküm yayımlandı. Ama örgütten ayrılınca kimse bizim ürünlerimizi yayımlamaz oldu. Örgütün görü şlerine sempati duyan dergi 'dönek' oldu ğumuz için ürünlerimize yer vermiyordu, öteki edebiyat dergileri ise yazdıklarımızı 'hapishane edebiyatı' sayarak, ço ğu zaman ne yazdı ğımıza bile bakmadan değerlendirme dı şı tutuyorlardı. Bütün bu olumsuzluklara ra ğmen yazmayı sürdürüyor, bu duyarsız çemberi kırmak iste ğiyle daha çok çalı şıyorduk. Birkaç yıl sonra politika bizim için tümüyle ikinci planda kalmı ştı. Edebiyatla yatıyor edebiyatla kalkıyorduk. Ba şlarda ço ğu didaktik olan ürürflerimiz giderek olgunla şmaya gerçek anlamda yazınsal tat vermeye ba şlamı ştı. Bunu çevremizdeki insanların tepkilerinden anlıyorduk." "Çevrenizdeki insanlar, onlardan biri de şu Cuma mı ?" "Evet biri de o. Elinden geldi ği kadar bize göz kulak olmaya çalı şıyordu. Fahri'nin babasına söz vermi ş." "Edebiyat çalı şmalarınıza katılan ba şka kimse yok muydu ?" "Bir iki hevesli oldu" diyor gülümseyerek. "Ama bizim hummalı çalı şmalarımızı görünce, kendi duygulanımlarını sözcüklere döküp, bunu şiir diye arkada şlarının beğenilerine sunmak daha kolay geldi onlara. Birkaç ay sonra da ço ğu yazmayı bıraktı, hapishane edebiyatının modası da geçmi şti zaten. Ama biz kendimizi bu modanın olumsuz etkilerinden kurtaramadık. Dı şarı çıktıktan sonra da hapishane edebiyatının temsilcileri diye alınmaktan kurtulamadık. Hurufat'ı bu yüzden çıkardık. Fahri benden farklı dü şünüyordu. Akademik bir çalı şmadan yanaydı, bu yüzden üniversiteye girdi. Edebiyatın kuramıyla da ilgilenen biri olacak, onu dinlemelerini sa ğlayacaktı..." Sinan anlatırken söylediklerinden, bir şey çıkmayaca ğını dü şünüyorum. Kurcalamazsam, belki de çok iyi hazırlanmı ş bir senaryoyu bana gerçek diye yutturacak. " Đyi de bütün bunları bana neden anlatıyorsunuz" diyorum sıkılmı ş bir yüz ifadesiyle. "Siz sordunuz, ben de anlatıyorum." "Neyi sordum?" " 'Bir devrimci a şk için adam öldürür mü?' dediniz" ^

Page 86: Ahmet Ümit -Sis ve gece

1/'I "Evet ama, hâlâ a şktan söz etmediniz ?" diyorum alaycı bir gülümsemeyle. "Tam oraya gelmi ştim" diyerek sürdürüyor konu şmasını. "Dı şarı çıkınca Fahri üniversite sınavlarına girdi ve Mimar Sinan Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ni kazandı, ilk günler büyük bir istekle gitti okula, ne yazık ki bu çok sürmedi. Okulda ö ğretilenlerin ço ğunun bildik, kalıpla şmış bilgiler oldu ğunu anlamakta gecikmedi. Kendinden ya şça küçük, üstelik de alı şkanlıkları, davranı şları oldukça farklı olan ö ğrencilerin arasında giderek sıkılmaya ba şladı. Fahri'nin amacı okulu bitirip yüksek lisans yapmaktı. Bu niyetle asistanların, doçent ve profesörlerle ili şkilerini gözlemliyordu, gördükleri hiç de ho ş şeyler de ğildi. Nesnel kriterlere göre de ğerlendirme yapmanın yerini yalakalık, adam kayırma-calık gibi bilimsel çalı şmalarla uzaktan yakından ilgisi olmayan tutum ve davranı şlar almı ştı. Her görü ştü ğümüzde şikâyeti biraz daha artıyordu. Ben, yakında okulu bırakır diye dü şünmeye ba şlamı ştım ki bir gün her şey de ği şiverdi. Burayı ilk açtı ğımız günlerden biriydi, Fahri içeri girdi. Uzun süredir uğramıyordu, onu görünce sevindim. 'Neredesin o ğlum ?' diye biraz sitem ettim. 'Okulda takılıyordum' dedi ama, onda bir de ği şiklik vardı. Davranı şlarına bir sevecenlik, bir rahatlık yerle şmiş, yüzündeki gerginlik, yerini dünyaya umutla bakan, yumu şak bir ifadeye bırakmı ştı. Merakla sordum: 'Ne bu keyif? Ne oldu?' 'Yok bir şey' dedi saklayamadı ğı bir ne şeyle. 'Nasıl yok bir şey' dedim. 'Yüzünden sevinç fı şkırıyor.' 'Bir kızla tanı ştım' dedi mahcupça gülümseyerek. 'Eee!' 'E'si bu kadar.' 'Hiç de bu kadara benzemiyor.' Başını kaldırıp yüzüme baktı. Fahri sanki gençle şmiş gibiydi. Bu kız ona bir tür büyü yapmı ş, çocu ğun oturu şu, duru şu, konu şması, gülümseyi şi, her şeyi deği şmişti. 'Yok öyle, kolay kolay kurtulamazsın elimden' dedim. 'Anlat bakalım nedir şu i şin aslı ?' 'Adı Mine' dedi. Kızın adını söylerken yüzünün aldı ğı sevecenlik gözlerimin önünden gitmiyor. Sanki dudaklanndan kutsal bir sözcük dökülüyormu ş gibi saygıyla, en anlamlı, en derin ses tonuyla fısıldamı ştı kızın adını: Mi-ne. O anda bizim o ğlanın sırılsıklam â şık oldu ğunu anladım. Ne yalan söyleyeyim biraz kıskandım onu, ama daha çok da sevindim. Kız resim bölümünde okuyormu ş. Estetik konulu bir konferansta tanı şmışlar. Bizimki konferansı veren profesörle tartı şmış, kız da bu tartı şmayı ilginç bulmu ş olacak ki, salondan çıktıklarında Fahri'ye gelip konuyla ilgili bir şeyler sormu ş. Kitap alı şveri şi derken bizim o ğlan abayı yakmı ş kıza. 'Peki kız ne diyor bu i şe ?' diye sordum. Fahri'nin yüzü gölgelenir gibi oldu. 'Galiba o da benden ho şlanıyor' dedi. 'Ama bazen öyle tuhaf davranıyor ki, aramızda bilmedi ğim, gizli bir engelin varlı ğını sezer gibi oluyorum.' 'Açıkça konu şmadınız mı yani.' 'Konu şmadık' dedi. 'Yattık, ama konu şmadık.' Şaşkınlıkla yüzüne baktım. 'Ne!' 'Evet, yattık ama ne ili şkimizin niteli ğini konu ştuk ne de gelece ğimiz hakkında bir karar aldık. Mine tuhaf bir kız. Özgür yaradılı şlı. Bana hiçbir şey sormuyor. Đlgisiz de ğil, anlatırsam dinliyor. Ama ne soruyor ne de anlatıyor.' Fahri'nin söyledikleri çok tuhafıma gitmedi. Mine'nin kadınca birtakım numaralar yaptı ğını dü şündüm. Ama on be ş gün sonra Fahri yıkılmı ş bir halde yanıma geldi. 'Ne oldu ? Ne bu halin ?' diye sordum. 'Kızın ba şka sevgilisi varmı ş' dedi. 'Yapma ya!' dedim şaşkınlıkla. 'Adamdan ayrılmak istedi ğini söyledi.' 'O zaman sorun yok, i şler yoluna girmi ş.' 'Ama adam polismi ş.'

Page 87: Ahmet Ümit -Sis ve gece

'Polis mi?' Kafamdan yoksa kız da polise mi çalı şıyor, diye geçti hemen. Malum biz sabıkalıyız ya, hâlâ bizi izliyor olabilirlerdi. Fahri yüzüme baktı, sanki ne dü şündüğümü anlamı ş gibi. 'Mine, yalnızca duygusal ili şkilerinin oldu ğunu söyledi. Önce Mine â şık olmu ş adama, sonra o da kar şılık vermi ş. Mine zamanla so ğumuş. Adam bu gerçe ği kabullenememi ş. istersen karımı da bo şarım demi ş.' 'Adam evli mi ?' diye sordum şaşkınlıkla. 'iki de çocu ğu varmı ş. Mine'nin adamla ili şkisi, adamın evli olması filan neyse de bunları daha önceden söylememesi canımı sıktı. Kavga ettik. Her şey daha kötü oldu.' Aslında benden akıl istiyordu Fahri. Ama ben de ne söyleyece ğimi bilemiyordum. Öyle sıradan bir flört falan olsa, 'Bırak o ğlum şu kızı' der, sorunu çözerdim. Gel gör ki o ğlan karasevdaya tutulmu ştu. Üstelik kızın söyledikleri do ğru da olabilirdi. Bir zamanlar adamı sevmi ş, sonra da duygulan de ği şmiştir, neden olmasın? Bütün a şklar er ya da geç aynı sonla yüzle şmek zorunda kalmazlar mı?" Sinan'ın dikkatle yüzüme bakmasından, sorunun bana yöneltilmi ş oldu ğunu sanıyorum. "Bilmem, a şk konusunda ne yeterli bilgiye ne de deneyime sahibim" diyorum. "Sözün geli şi sordum zaten" diyor Sinan, içimden benden ku şkulandı mı diye geçirirken o sözlerini sürdürüyor. "Fahri'yi kar şıma alıp adamakıllı konu ştum. 'Mine'ye kızarak sorunları çözemezsin' dedim. 'Git sakin kafayla konu ş kızla.' 'Bakalım o benimle konu şacak mı ?' 'Biraz nazlanır belki, ama sonunda konu şur. Senden ho şlandı ğına göre.' Gitti Fahri. Dü şündüğümüz gibi olmu ş. Kız onu iyi kar şılamı ş. Adamla kesin olarak ili şkisini bitirece ğini söylemi ş. Bizimkinin ne şesi yerine geldi. Ama adam kızdan vazgeçmeye pek niyetli görünmedi. Yine de kız kararlı çıktı adamla görü şmemeye başladı. Yakla şık bir ay sonra Fahri'yle kar şıla ştım. Suratından düşen bin parça. Kız hamileymi ş." "Neymi ş?" diyorum sesimi yükselterek. Sinan tepkime bir anlam verememi ş: "Hamileymi ş" diye yineliyor oldukça do ğal bir tavırla. "Kimden hamileymi ş ?" "Neden bu kadar ilgilendiniz?" "Yalnızca merak." "iyi öyleyse merakınızı hemen gidereyim" diyor i ğneleyici bir ses tonuyla. "Fahri, önce, çocu ğun kendinden oldu ğunu dü şünüyordu. Bu yüzden kıza evlenme teklif etmi ş. Ama Mine kabul etmemi ş." "Neden kabul etmemi ş?" " 'Anne olmak için çok gencim, çocuk resim yapmama engel olur' demi ş." "Kürtaj mı olmu ş ?" "Mine'nin istedi ği buymu ş, ama Fahri kar şı çıkmı ş. Bu çocu ğun do ğmasını istiyormu ş." Duyduklarımın bende uyandırdı ğı şaşkınlı ğı gizlemek için yapmacık bir gülümsemeyle soruyorum. "Çok mu evcimen bir adamdı bu Fahri ?" "Konu evcimenlik de ğil. Fahri kızı gerçekten de seviyordu. Bu çocuk do ğarsa, ikisinin arasında hiçbir zaman kopmayacak bir ba ğ olu şaca ğını dü şünüyordu." ¦ "Kıza fazla güvenmiyordu öyleyse." "Tam öyle oldu ğu söylenemez. Her â şık, sevdi ğini kaybetme kaygısını ta şır." "Peki sonunda kız kürtaj olmu ş mu ?" "i şte bunu bilmiyoruz. Çünkü, Fahri Antalya'ya gitmeden önce sert bir tartı şma geçmi ş aralarında. Fahri de çekip Antalya'ya gitmi ş, iki gün sonra da kızca ğız kaybolmu ş zaten." "Nasıl kaybolmu ş ?" diye soruyorum, Sinan'ın tepkilerini dikkatle izleyerek. "Nasıl kayboldu ğunu kimse bilmiyor" diyor Sinan rahat bir tavırla. "Fahri iki gün sonra Antalya'dan arıyor. Kızı evde bulamıyor. Ertesi gün yeniden arıyor,, ama kız yine yok. Belki telefon bozuktur filan diye dü şünerek aklına kötü şeyler getirmiyor. Aradan bir hafta geçince polis Fahri'nin Antalya'daki evine telefon

Page 88: Ahmet Ümit -Sis ve gece

ediyor. Annesiyle konu şuyor, o ğlun kaç gündür orada, filan gibi sorular soruyorlar. Bunun üzerine Fahri bir şeyler oldu ğunu anlayıp, hemen istanbul'a geliyor. Mine'nin evine gidiyor. Kimseyi bulamıyor. Ev sahibi olan Madam'la konu şuyor, kadın Mine'nin bir haftadır eve gelmedi ğini söylüyor. Ailesinin de onu çok merak etti ğini söylüyor. Bunları ö ğrendikten sonra Fahri yanıma geldi. Panik içindeydi. 'Adam kızı öldürdü' dedi. ' Şimdi de i şi benim üzerime yıkmaya çalı şacak.' 'Adam neden öldürsün kızı?' dedim. 'Belki de çocuk adamdandı' dedi yıkılmı ş bir halde. 'Mine'nin çocu ğu aldırmak için bu kadar ısrar etmesi bo şuna de ğildi. Belki adam da çocu ğu aldırmasını istemiyordu. Böylece Mine'nin yeniden ona dönece ğini umuyordu. Ama Mine çocu ğu aldırmakta kararlıydı. Tartı ştılar, belki kaza sonucu, belki de bilerek isteyerek onu öldürdü. Mine ölünce de bir yerlere sakladı. Şimdi de beni öldürmeyi planlıyor.' 'Dur hemen aklına kötü şeyler getirme' dedim. 'Belki de kız kürtaj oldu da, bir yerlerde iyile şmeyi bekliyordun' 'Hayır, burada kürtaj olmayı dü şünmüyordu. On gün sonra Almanya'ya babasının yanına gidecekti. Çocu ğu orada aldırmaya karar vermi şti.' 'Belki de oradadır, aradın mı Almanya'yı ?' ^ 'Annesi aramı ş, ama yokmu ş. Hayır, yanılmıyorum. Bu herif kıza bir kötülük etti.' 'O halde olanı biteni polise anlatalım' dedim. Çok tuhaf bir şey söylemi şim gibi uzun uzun bana baktı. 'Bize, iki eski devrimciye inanacaklar ha! Çocuk olma..! Hadi inandılar, olayın üstüne giderler mi ? Adamın görevini bilmiyorum, ama Mine'nin söyledi ğine göre önemli biriymi ş.' 'Yapacak bir şeyler olmalı ama' dedim. 'Tek çare o herifi temizlemek. O beni öldürmeden, ben onu öl-dürmeliyim.' 'Sakın ha, bu her şeyi daha kötü bir hale sokar' dedim. ' Đş tümüyle senin üzerine kalır.' 'O herif Mine'yi öldürdüyse, i ş benim üzerime kalmı ş ya da kalmamı ş ne fark eder' dedi. 'Saçmalıyorsun' dedim. 'Beklemen gerek. Mine hiç aklımıza gelmeyen bir yere de gitmi ş olabilir.' Başını ellerinin içine alıp kara kara dü şündü bir süre. 'Peki' dedi. 'Biraz daha bekleyelim, bakalım ne çıkacak.' O ak şam Fahri'yi gözaltına aldılar. Mine'yi sormu şlar, biraz hırpalamı şlar. Bir şey çıkaramayınca sabahleyin bırakmı şlar. Gidecek kimsesi de yok. Benim yanıma geldi. 'Kızın eski sevgilisini anlatsaydm' dedim Fahri'ye. 'Nasıl anlatırım ?' dedi. 'Gözlerimi ba ğlamı şlardı, belki de beni sorgulayan o herifti.' 'Adamı tanıyor musun ?' diye sordum. 'Bir kere Mine'yle birlikte yürürken kar şıla ştık' dedi. 'Sonra ekledi o herif benim pe şimi bırakmayacak.' 'Moralini bozma. Senin sa ğlam kanıtların var, hiçbir şey yapamazlar' dedim. 'Eve gitme, gel birkaç gün bizde kal.' 'Yarın Gökçeada'ya gidece ğim, Cuma'yı görmeye. Bir iki gün uzakla şmış olurum buradan. Dönünce u ğrarım' dedi. Ama uğramadı. Birkaç kez evine telefon ettim. 'Merak edecek bir şey yok. Ben iyiyim' dedi. O sıralar adamı vurmayı planlıyormu ş meğer. 'Görü şelim' diye ısrar ettim. 'Tamam, ben sana gelece ğim' dedi. Ama gelmedi..." Sinan sözlerini sürdürürken, benim kafam Mine'yle me şgul. Hamile oldu ğunu neden bana söylemedi? Yoksa çocuk gerçekten de benden miydi ? Ayrılmadan bir ay önce sevi şmiştik. Mine'nin evindeydik. Önceleri gönülsüzdü. Đsteksizce kar şılık veriyordu öpü şlerime. Ama bırakmadım. Ellerimi bacaklarının arasına kay- dırdım, henüz ıslanmamı ş organını ok şamaya ba şladım. Mine bayılırdı buna. Altımdaki bedeninin gerildi ğini hissettim, sonra ate şli öpücüklerle kar şılık

Page 89: Ahmet Ümit -Sis ve gece

vermeye ba şladı. Çok iyi bir sevi şmeydi. Sanki birbirimizi bir daha hiç görmeyecekmi şiz gibi. Ama sevi şmemiz sona erince hemen üstünden atmı ştı beni Mine. Oysa daha önceleri içinde kalmamı, öylece uyumayı isterdi. O sevi şmede hamile kalmı ş olmalı. Bana söylemesi gerekirdi. Bu benim hakkım. O benim çocu ğum. "Siz ne dersiniz ?" Sinan'ın sorusuyla kendime geliyorum. "Hangi konuda?" "Ben kızın ba şına kürtaj sırasında bir i ş geldi ğini dü şünüyorum" diyor soran bakı şlarını yüzüme dikerek. "Kız kürtajdan ölseydi, şu ana kadar çoktan bulunurdu. Çünkü biri kayıp oldu ğunda polisin ilk ara ştıraca ğı yerler morg ve hastanelerdir. Oraları sıkı bir şekilde ara ştırmı şlardır. Kız ölmü ş olsaydı, cesedi mutlaka bir yerlerden çıkardı." "Ya kürtaj yapan doktor korkup, cesedi sakladıysa?" "Zayıf olasılık. O tür durumlarda, genellikle panik halindedirler. Her şeyi ellerine yüzlerine bula ştırırlar. So ğukkanlı olanların yaptıkları en ba şarılı i ş ise cesedi herkesin kolayca bulabilece ği bir yere bırakmaktır. Sizin tahmininize uyan bir vaka hiç duymadım. Hem kız Almanya'da kürtaj olmak istiyormu ş. Neden çocu ğu burada aldırmaya kalksın ki ? Ama bir kez daha ara ştırmakta fayda var. Asıl benim merakımı çeken nokta Fahri'nin sizden yardım istememesi." "Hangi konuda?" diyor Sinan neyi kastetti ğimi anlayamamı ş. "Polisi vurmak için." "Onu vazgeçirece ğimi dü şünmüştür. Ayrıca benim ba şımı belaya sokmaktan da çekinmi ş olabilir. Bu i şi kimseyi kan ştırmadan tek ba şına yapmayı istemi ştir. Gazetede okudu ğum kadarıyla da yalnızmı ş zaten." "Öyleymi ş" diyorum. Gazetedeki haber, öteki suçlunun kendini güven içinde hissedip, rahat davranması için özellikle yanlı ş verilmi şti. "Ve bütün bu olaylar sizi korkuttu?" diye ekliyorum. "Siz olsaydınız korkmaz mıydınız ?" "Haklısınız korkardım. Ama sizin Fahri'ye yardım etti ğinizi gösteren hiçbir kanıt yok ki. Kimse sizi suçlayamaz." "Bu ülkede kanıtsız, tanıksız insanlar asıldı" diyor umarsız bir ses tonuyla. "Genelle ştirmek do ğru olmaz, ço ğu rastlantısal olaylar. Güvenlik güçlerinin böyle bir politikası yok. Ayrıca söylediklerinizi de ara ştıraca ğım" diyerek saatime bakıyorum. "Ooo vakit geç olmu ş, benim kalkmam gerek. Dergiler gelmi ş midir acaba?" "Sanırım gelmi ştir." "O halde izninizi isteyece ğim" diyorum Masadan birlikte kalkıyoruz. "Dergiyle ilgili bir probleminiz olursa, bana gelin" diyorum, merdivene yürürken. "Sa ğolun" diyor. Gözucuyla ona bakıyorum, yüzünde derin bir endi şe var. Ba şına bir şeyler gelebilece ğinden korkuyor olmalı. Benim dü şüncelerim ise Cuma denen adam ile Mine'nin hamileli ği arasında gidip geliyor. On sekizinci bölüm Amcam, o çok sevdi ği lacivert takımını giymi ş, gösteri şsiz odasına pek uymayan ceviz a ğacından yapılma büyük masasında oturuyor. Yarınki toplantıya bugünden uyum sa ğlamaya çalı şıyor anla şılan. Belki de müste şarın sürpriz bir ziyaretine kar şı hazırlıklı olmak istiyor. Peki neden gözleri sıkıntı yüklü ? Sa ğ elinin parmaklan arasında siyah renkli, şık bir dolmakalem var. Eski müste şarın, başarılarından dolayı amcama hediyesi. Beni dinlerken yüzüme bakmak yerine, kalemle ilgilenmeyi seçiyor. Gözbebeklerinin oynayı şından, ba şını çeviri şine, ellerini kıpırdatı şın-dan arada bir beni süzü şüne kadar anlamlandıramadı ğım bir tedirginlik seziyorum. Oysa son görü şmemizde ne kadar rahattı. Đşinin ehli, bir operasyon yürütücüsü kadar kendinden emin, kollarını kavu şturmu ş olacakları bekliyordu. Yeni geli şmeler mi var acaba? Sanki benden uzak durmaya çalı şıyor; bedenini geri çekerek, koltu ğuna iyice yaslanıp dinliyor anlattıklarımı. Söylediklerim bizi olayın çözümüne götürecek önemli bilgiler içermesine kar şın,

Page 90: Ahmet Ümit -Sis ve gece

amcam hiç oralı de ğil. Söylediklerim sona erince, her şeyini yitirmek üzere olan, ama durumu de ği ştirmek için de hiçbir uman kalmadı ğını anlayan bir adamın kayıtsızlı ğı içinde soruyor. "Sana ate ş eden simitçi bu Cuma mı?" "Galiba o." Sanki anlattıklanmın hepsi anlamsız bilgilermi ş, ben de onu oyalayan biriymi şim gibi derinden iç geçiriyor. "Kesinlikle o" diye yinelemek zorunda kalıyorum. Gülümsemeye çalı şıyor, ba şaramıyor; ba şındaki sorun her neyse epeyce önemli olmalı. "Sanmakla oluyor mu bu i şler?" diyor. Yenilmi ş ses tonu, bombo ş bakan gözleri beni ürkütüyor. 180 "Foto ğraf çok net de ğildi, ama Sinan'ın söyledikleri adamımızın Cuma oldu ğunu gösteriyor." "Ama adam içerdeymi ş." "Bir yolunu bulup çıkmı ş olmalı." "Sonra geri mi döndü?" "Bilmiyorum. Anlayaca ğız." "Cezaevine gitmek mi istiyorsun?" Başımı sallayarak onaylıyorum söylediklerini. "Gerekli resmî yazılara ihtiyacım var." Bir süre susuyor, sonra dalgın konu şuyor. "Evet, onunla yüzle şmen do ğru olur. Ne zaman gitmeyi dü şünüyorsunuz ?" "Bugün. Ama yanıma Mustafa'yı almayaca ğım." Boş bakı şları ku şkulu parıltılarla canlanıyor. Elindeki dolmakalemi sumenin üzerine bırakarak, yüzüme bakıyor. "O neden?" "Te şkilattaki bo şboğazlara dedikodu malzemesi vermemek için." Babamınkileri andıran ince dudaklarında yapay bir gülümseme beliriyor. "Bunu daha önce dü şünmen gerekmez miydi?" "Zararın neresinden dönersek kârdır" diyorum geri adım atmayarak. "Önce bu olayı çözelim sonra istersen, istifamı da verebilirim." Söylediklerimi bir meydan okuma olarak algılıyor. Yüzü kızarıyor, mavi gözlerinin öfkeyle parladı ğını görüyorum, aniden aya ğa fırlıyor. "Aptal!" diye ba ğnyor. "Aptal! E ğer bu i şin arkasında operasyon varsa de ğil istifan, ölümün bile bir boka yaramaz." "Amca biraz sakin ol." "Sakin olmu ş..." diye söylenerek kötücül bakı şlarla beni süzüyor. "Müste şar ola ğanüstü toplantıya ça ğırdı beni." "Bunda ne terslik var?" "Anlamıyor musun? Bu bir hesapla şma toplantısı. Belki de beni emekliye sevk edecekler..." Demek tedirginli ğinin nedeni buymu ş. Süresi dolmamı şken emekliye sevk edilmek, amcam gibi ya şamını mesle ğine adamı ş bir istihbaratçı için oldukça a ğır bir durum. "Belki dü şündüğün gibi de ğildir" diyorum, alttan alarak. "Dü şündüğüm gibi olsa sanki çok umurunda" diyor dü ş kırıklı ğına u ğramı ş bir insanın buruklu ğu içinde. "Öyle söyleme Amca, senin kötülü ğünü istemem." "Bırak palavrayı" diyor. "Seni çok iyi tanıyorum." Belki kızmam gerek, ama yapamıyorum. Tersine onun için üzülüyorum. Ya şamını adadı ğı her şeyi bozmaya çalı şan sorumsuz bir ye ğenden ba şka bir şey de ğilim ben. Hem de o ğul yerine konan, o ğul gibi sevilen bir ye ğen. Amcam pencereye yürüyor. Bedeninin hafifçe titredi ğini fark ediyorum. En güç operasyonlarda bile so ğukkanlılı ğını yitirmeyen bu deneyimli istihbaratçı sanki bir anda çökmü ş, ya şlı bir adam gibi görünüyor gözüme. Ayağa kalkıp yanına yürüyorum. Yakla ştı ğımı fark edince, elini pencerenin pervazından indiriyor, küçümseyen bakı şlannı yüzümde gezdiriyor. Aldırmadan yakla şıyorum. "Seni zor duruma dü şürdü ğüm için özür dilerim" diyorum ezik bir tavırla. "Böyle olmasını istemezdim. Ama birbirimize inanmazsak, ba şkalarını nasıl ikna..."

Page 91: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Ben kimseyi ikna etmek istemiyorum" diyerek kesiyor sözlerimi. "Ben gerçe ği istiyorum." "Ben de sana gerçe ği getirece ğim. Ama özel ya şamım neden herkesin diline dü şsün ?" "Ah Sedat ah!" diyor ba şını sallayarak. Mavi gözlerinde çaresizli ği okuyorum. Bir an sanki a ğlayacak gibi geliyor bana. "Bir kız için mi? Bütün bunlar bir kız için mi?" Bir şey söylemiyorum. Bakı şlarının a ğırlı ğı artıyor yüzümde. "Buna inanamıyorum" diyor. "Bunu mantı ğım kabul etmiyor. Senin gibi bir adam, çükü yeni kalkmaya ba şlayan liseli bir o ğlan gibi delice â şık olsun." Ne söyleyece ğimi bilemeden duruyorum kar şısında. "Öyle mi ?" diye üsteliyor. "Neden susuyorsun, söylesene." "Öyle" diyorum kesin bir ifadeyle. "Aynen öyle. Liseli bir çocuk gibi â şık oldum." Gözleri nefretle doluyor. "Yalan söylüyorsun!" diyor. "Yalan söylüyorsun. Sana inanmıyorum. A şk, me şk bunlar fasa fiso. Sen mesle ğini her şeyin üstünde tutarsın." "Tutardım" diyorum sesimi yükselterek. "Ama de ği ştim, de ği ştirdiniz. Bana güvenmediniz. Elimi kolumu ba ğladınız. Đnancımı zedelediniz." "Abartıyorsun." "Hiç de abartmıyorum. Siyasî polisin düzenledi ği operasyonların çetelesini tutar hale geldim." "Terörist örgütlerin yabancı ülke ba ğlantılarım ara ştırıyorsun." "Teröristler ba ğlantılarını evlerinde saklayacak kadar aptal çünkü." "Sabırlı olman gerekir." "Sabırlı olmak mı?.. Bunu ba şardı ğımı söyleyebilirim. Ama sabırlı olmak epeyce deği ştirdi beni." "Seni görevin de ğil, Yıldırım de ği ştirdi." "Rahat bırak artık Yıldınm'ı. Bu i şte onun ne suçu var?" "Biz miyiz suçlu olan ?" Evet sizsiniz, demek istiyorum, dilimin ucuna kadar geliyor söyleyemiyorum. "Önemli olan suçlu bulmak de ğil, olayı çözmek. Te şkilattaki herkes bu ülke için çalı şıyor. Farklı dü şünüyoruz diye birbirimizin kuyusunu kazmak yalnızca düşmanlarımızın i şine yarar." "Doğru, ama burası da Beyo ğlu Güzelle ştirme Derne ği de ğil. Herkes aklına geleni söylemeye kalkarsa..." "Kimse görü ş belirtmesin o zaman." "Belirtsin, ama sizinki gibi rapor yazıp, imza toplayarak de ğil." "Onların hepsi te şkilatın güçlenmesi, i şlerin daha iyi yürümesi içindi. Ama dı şladınız, tasfiye ettiniz..." "Kimse sizi tasfiye etmedi. Yıldınm'ı kast ediyorsan o kendi iste ğiyle ayrıldı te şkilattan. Ayrılmaması için rica ettim. Dinlemedi. Böylece ki şisel güvenli ği zayıfladı. Bunu fırsat bilen terörist gruplar da onu vurdular." "Ama nedense te şkilat onun suikastım soru şturmayı üstlenmedi. Yıllardır bu te şkilat için ba şarılı çalı şmalar yapmı ş, üst düzey görevlerde bulunmu ş, ender yeti şen bir yöneticiye bu bile çok görüldü." "Haksızlık ediyorsun. Soru şturma açılmasını bizzat ben talep ettim." "Peki ne oldu?" "Bu i şin siyasî polisin görev alanı içinde oldu ğunu söylediler." "Kim, askerler mi ?" "Hemen askerler mi? Sanki siviller yanlı ş yapmazlar?" "Elbette yaparlar. Ama o zaman ba şımızda askerler vardı. Hem de istihbaratın i'sinden bile anlamayan askerler." "Unutma bu te şkilatı kuranlar da askerlerdi." "Siville şmenin zamanı gelmedi mi hâlâ ?" "Geldi" diyor amcam anlamlı bir gülümsemeyle. "Hatta siville ş-tik bile. Yarınki toplantıda görece ğiz neler olaca ğını." "Çok önemli bir şey olmayacak. Mantı ğın de ği şti ğini sanmıyorum." "Neymi ş o mantık ?" "Sen bilirsin." "Kendini çok zeki sanıyorsun de ğil mi ?"

Page 92: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Oldukça. Ama te şkilat bundan yararlanmayı istemedi." "Sen de gidip o kıza â şık oldun." Öfkeyle amcama bakıyorum. Mavi gözlerinde sinsi bir parıltı var. Bu adamla tartı şılmaz. Hiçbir şey söylemeden dönüp koltu ğuma oturuyorum. Önümdeki komodinin üstünde bir sigara paketi var, ellerim kendili ğinden pakete uzanıyor. Bir sigara alacak oluyorum, amcamın yanında oldu ğumu hatırlıyorum. Paketi yerine bırakırken, "Önemi yok, yak" diyor. "Bir tane de bana ver." Yakla şıp, uzattı ğım sigarayı alıyor. "Bugünkü ilk sigaram" diyor, ben kendi sigaramı dudaklarımın arasına yerle ştirirken. Çakmağımla önce onunkini sonra kendiminkini yakıyorum. Derin bir soluk çekiyor, sonra gözlerini kısarak keyifle üflüyor dumanı dı şarı. Rahatlamı ş görünüyor. "Yanlı ş anlama" diyor öfkesiz, içten bir sesle. "Damarına basmak için sormuyorum. Sadece inanmak, anlamak istiyorum. O kıza neden â şık oldun ?" Yüzüne bakıyorum. Az önceki sert yönetici gitmi ş, yerine bir zamanlar bir dost gibi konu ştu ğum amcam gelmi ş. "Bilmiyorum" diyorum iki elimi yana açarak. " Đnan, bilmiyorum. Önceleri eğlenceli geldi. Genç bir kız, ne şe dolu... Meli-ke'den çok farklı... De ği şikti, hoştu, ba şka bir dünyası vardı... Kapıldım i şte... Ne söyleyebilirim ki kapıldım..." Amcam söylediklerimi anlamamı ş gibi şaşkınlıkla bakıyor yüzüme. "Doğru söylüyorum" diye yineliyorum. "Nedenini bilemiyorum, ama ona â şık oldum." "Evlenecek miydin onunla?" diyor. Sesindeki gerginli ği seziyorum; Melike'yi, belki de çocukları dü şünüyor. "Evlenirdim herhalde." Kızaca ğını sanıyorum, bir şey söylemiyor, yalnızca beni süzüyor. Bakı şlarında küçümseme yok, öfke de yok, anlamak ister gibi, üzülmü ş gibi bakıyor. "Kız seninle oynamı ş" diyor neden sonra. "Çok kötü oynamı ş hem de." "Yanılıyorsun" diyorum. "Beni sevmi şti." "Hâlâ onu savunuyorsun" diyor dü ş kırıklı ğı içinde. "Nasıl bu kadar aymaz olabilirsin. Görmüyor musun bunların hepsi tezgâh." "Kusura bakma, ama bence yanlı ş dü şünüyorsun Amca." Duyduklarına inanamamı ş gibi tuhaf bir ifadeyle bakıyor yüzüme. Sonra bakı şlarını yere indirip kendi kendine konu şurmuş gibi: "Kız çok akıllıymı ş" diyor. "O terörist o ğlanı da kullandı. Đkinizi birbirinize düşürüp sırra kadem bastı. Çok ustaca. Kızın babası, Metin de bu i şin içinde." "Yapma Amca, evlat acısıyla kavrulan zavallının biri o." Sanki bir rüyadan uyanırmı ş gibi ba şını kaldırıp yüzüme bakıyor. "Senin o zavallı dedi ğin adam Đtalya'da tek ba şına soru şturma yürütüyor. Đki gün önce Roma'daki elçili ğimize u ğramı ş. Mine'nin arkada şıyla görü şmek istemi ş." "Selin'lemi?" "Selin miydi adı, tamam i şte o kızla." "Görü şmüşler mi?" "Hayır, Selin'in babası olayları duyunca kızının ba şına bir bela gelmesinden korkmu ş. Bu yüzden kızım Türkiye'ye göndermemi ş. Metin'in kızıyla konu şmasına da izin vermemi ş. Ama Metin vazgeçmemi ş, şimdi Roma'da bir otelde kalıyor, her gün elçili ğin kapısını a şındınyormu ş." "Ona Đtalya'ya gitmemesini söylemi ştim." "Seni niye dinlesin ki, adamın kendi planlan var." "Belki de çaresizli ğinden ne yaptı ğını bilmiyor." "Bence çok iyi biliyor. Kusursuz bir senaryoyu adım adım oynuyor." "Bunların hepsi varsayım. Cuma konu şmadan gerçe ği ö ğrene-meyiz." "Cuma konu şursa gerçe ğin yalnızca bir yanım ö ğreneceksin. Onun bildi ği kadarını." "Onu sorgulamadan bunu anlayamayız..." Sigarasından derin bir soluk aldıktan sonra: " Đşte bunda haklısın" diyor ba şını sallayarak. "Vakit yitirmeden yola çıksam." Amcam kar şımdaki koltuktan kalkıp masadaki yerine geçiyor. Tedirginli ği da ğılmı ş gibi. Mavi gözbebeklerinin dü şünceli bir halde a ğır a ğır kıpırdadı ğını

Page 93: Ahmet Ümit -Sis ve gece

görüyorum. Sumenin üzerine fırlattı ğı siyah dolmakalemi yeniden eline alıyor. Biraz dü şündükten sonra. "Cuma'yı Đstanbul'a getirelim" diyor. Burada sorgularız." Yine o ku şkucu yöneticinin geldi ğini anlıyorum. Đşi şansa bırakmak istemiyor. "Vakit kaybı olmaz mı?" diyorum. "Sen hiç merak etme. Çanakkale'dekiler sıkı çocuklardır. Herifi yarın elinde bil." "Peki" diyorum. "Ama herifi yalnız sorgulayaca ğım." Bir an, çok kısa bir an dü şünüyor. "Tamam çocuklar adamı yumu şatır, sana teslim ederler." "Anla ştık" diyorum aya ğa kalkarken. "Çatalca'daki sorgu birimini kullan. Orası sakindir." "Cuma'yı oraya mı getirteceksin?" "Evet, ekip sana haber verir." "Oldu..." diyorum. Kapıya do ğru birkaç adım attıktan sonra dönüyorum, " Şunu bilmeni isterim, bu i şi sana zarar vermeden çözmeye çalı şaca ğım." "Tabiî geç kalmadıysan" diyor, beni ba ğı şlamadı ğını belirten bir tavırla. Koridorda yürürken, yarınki toplantının sonuçlarını dü şünüyorum. Amcam kuşkularında haklı olabilir mi? Bu olanaksız gibi geliyor bana; böylesi bir deği şiklik için hiçbir belirti yok. Yeni yönetimin mevcut durumu koruyaca ğını, en azından kadro tasfiyesine gitmeyece ğini sanıyorum. Ama belli de olmaz. Bu ülkede hiçbir kurum oturmamı ş, uluslararası alandaki küçücük de ği şiklikler bile büyük depremler yaratabilir. Aşağıya inip, kendi büroma girdi ğimde Mustafa'yı Orhan'la koyu bir sohbete dalmı şken buluyorum. Hafta sonu yapılacak Fe-nerbahçe-Galatasaray maçını tartı şıyorlar. Mustafa'nın fanatik düzeyde Fenerli oldu ğunu biliyorum da Orhan'ın takım tuttu ğunu bilmezdim. " Đşte bir Fenerli daha" diyor Orhan beni görünce. Davranı şla-rındaki yapaylık o kadar belirgin ki, bizim odaya maç tartı şmak için de ğil bilgi toplamak için geldi ğini hemen anlıyorum. Umarım Mustafa durumun farkında de ğildir. "Merhaba" diyorum so ğuk bir tavırla. Mustafa hemen toparlanıyor, Orhan tınmıyor bile. Sağ elini açarak "Size be ş çekece ğiz" diyor. "Eminim çekersiniz" diyorum, kayıtsız bir sesle. "Siz Fenerliler çok fanatiksiniz" diyor, Orhan. "Niye Orhan Bey ne yaptık ki ?" diyor Mustafa safça. "Kalkıp büronuza geliyoruz, bir çay bile söylemediniz." Mustafa saygılı çocuk, kendinden ya şlı meslekta şını kırmıyor. "Kusura bakmayın, tartı şmaya daldık. Şimdi kendim getiririm" diyerek çay almaya yollanıyor. Mustafa çıkar çıkmaz, Orhan hemen masama do ğru yakla şı- iöö yor. Yüzünde amcamınkine benzer bir endi şe var. Aradaki fark amcam olacakları kabullenmi ş, bir anlamda endi şesini yenmi ş gibiydi, Orhan ise korkudan gözbebeklerinin içine kadar sararmı ş durumda. "Galiba bu defa i şimiz tamam Sedat" diyor dudakları titreyerek. "E şyalarını toplamaya ba şlayabilirsin, defterimizi duruyorlar." "Kim, neyi duruyor?" "Yeni müste şar, yarın daire ba şkanlarını ola ğanüstü toplantıya ça ğırmı ş." "Ne olmu ş ça ğırmı şsa?" "Oğlum anlamıyor musun ? Te şkilat içi ili şkileri ele alacaklarmı ş. Te şkilat çalı şanları arasındaki psikolojik birli ği, ba ğlılı ğı yeniden düzenleyeceklermi ş." "Ne kötülük var bunda?" "Yahu Sedat bilmezmi ş gibi konu şma. Bu birilerinin tasfiyesi demek. O birileri de bizden ba şkası de ğil." Sanki çözüm ararmı ş gibi sıkıntıyla ba şını sa ğa sola çeviriyor, sonra birden yüzüme bakıyor. "Belki" diyor. "Belki amcanla konu şmamız gerekir." "Amcamla mı ? Neyi ?" "Rapor i şinde önayak olan ki şinin Yıldırım oldu ğunu."

Page 94: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Sen ne diyorsun Orhan ?" diyorum, kar şımdaki ki şinin bu kadar alçalabilece ğine inanamayarak. "Yanlı ş geliyor de ğil mi ? Ama önce kendimizi korumalıyız. Yıldırım da bizim yerimizde olsaydı eminim aynı şeyi yapardı." "Yapmazdı" diyorum öfkeyle. "Olayı niye tersinden alıyorsun. Nasıl olsa Yıldırım öldü. Ona artık kötülük yapamazlar. Ama biz ya şıyoruz. Şu anda kendimizi korumaktan ba şka çare yok. Belki yarın şartlar..." "Sen çıldırmı şsın o ğlum" diyorum sözünü keserek. "Git izin al, biraz dinlen." "Merak etme yarın hepimizi izne ayıracaklar zaten." "Ayırsınlar. Kurtulmu ş oluruz böylece." Bir an tuhaf bir ifadeyle yüzüme bakıyor. Sonra kurnazca gülümsüyor. Güya beni zayıf yerimden yakalayacak. "Te şkilatı onlara bırakacaksın yani. Yıldırım'ın katillerine." "Hassiktir ulan..." diyorum. "Ne biçim konu şuyorsun, kendine gel Sedat." "Asıl sen kendine gel. Şu haline bak. Ödün bokuna karı şmış." "Ben yalnızca kendim için de ğil senin için de kaygılanıyorum." "Bırak bu ucuz numaralan. Ya efendi efendi olacakları bekle. Ya da git kiminle istiyorsan onunla konu ş. Ama beni bu i şlere bula ştırma." "Parlama hemen, neden kızıyorsun ?" "Kızmıyorum... Đzninle benim yapacak i şlerim var." "Çay gelecekti" diyor, bütün o azarlamalarımdan sonra hâlâ arsızca gülerek. "Yolda alırsın çayını." "Demek sen de terk ediyorsun bizi." Şeytan diyor suratının ortasına bir tane yapı ştır. "O tür i şleri senin gibi cibiliyetsizler yapar" demekle yetiniyorum. "Ben, ölmü ş de olsalar arkada şlarımı satmam." "Sen bana kızdın" diyor, kadınsı bir rahatlıkla. "Hadi Orhan, hadi" diyorum. "Bugünlük bu kadar yeter." Orhan tam kalkacakken, Mustafa elinde çay bardaklarıyla içeri giriyor. "Gidiyor musunuz ?" diye soruyor şaşkınlıkla. "Aşağıdan ça ğırıyorlar" diyor Orhan. "Çayınızı alsaydınız" diyor Mustafa. "Sa ğol, benimkini Sedat içsin." Kapıdan çıkacakken yeniden dönüyor. "Konu ştuklarımız aramızda kalacak de ğil mi?" Boynunu bükmü ş, af dileyen gözlerle bakıyor. "Tamam" diyorum sıkıntıyla oflayarak. "Kar şı takıma para yedirdi ğinizi Mustafa'ya söylemem." Yılı şık bir ifade beliriyor suratında. "Sakın söyleme" diyor gülerek. Kapıyı açıp çıkıyor. Bu herifin bu kadar yüreksiz oldu ğunu bilmezdim. Đyi arkada şlar seçmi şiz kendimize do ğrusu. " Şike mi yapmı şlar?" diyor Mustafa elindeki çay barda ğını masama koyarken. "Bo ş ver onu da, i şimize bakalım" diyorum. " Đstanbul'da kürtaj yapan, resmî ve özel tüm hastane ya da hastane benzeri yerlerin listesini çıkarmanı istiyorum. Oraları tek tek dola şıp Mine'yi sor. Kızın hamile oldu ğunu ö ğrendik. Çocu ğu aldırmayı dü şünüyormu ş. Kürtaj sırasında ba şına bir şey gelmi ş olabilir." Mustafa'nın gözlerinde bir ı şı ğın kurnazca yanıp söndü ğünü görüyorum. On dokuzuncu bölüm Derinden gelen bir zil sesiyle uyanıyorum. Sanki yine o ıssız, yıkık dökük kona ğın önündeyim, ses yine arkadaki telefon kulübesinden geliyor. Ko şup açmalıyım, diye dü şünüyorum. Hareket etmek istiyorum, ama kıpırdayamıyorum. Sıkıntım ço ğalırken zil sesi yakla şıyor yakla şıyor.... Gözlerimi açtı ğımda Melike'nin üzerime e ğilmi ş, bana baktı ğını görüyorum. Karanlı ğa ra ğmen gözlerindeki merakı fark ediyorum. Gördü ğüm dü şü çözmeye mi, yoksa cesaret edip soramadı ğı gerçe ği uykuda yaptı ğım konu şmalardan mı ö ğrenmeye çalı şıyor, bilmiyorum. "Telefon çalıyor" diyorum. "Neden beni uyandırmadın ?" "Çok derin uyuyordun" diyor, şefkatli bir ses tonuyla. "Kıyamadım. Bakma telefona, her kimse yarın arasın."

Page 95: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Olmaz" diyerek fırlıyorum yataktan. "Önemli bir haber bekliyorum." Odamn içi so ğuk. Urperiyorum. Aldırmadan telefona yöneliyo-rum. Telefondaki ki şi evde oldu ğumdan o kadar emin ki art arda çaldırmayı sürdürüyor. Dördüncü çalı şında kaldırıyorum. "Alo?" "Sedat Bey'le mi görü şüyorum?" diyor tanımadı ğım bir ses. "Evet, buyurun!" "Ben Çanakkale'den Tevfik. Đsmet Bey..." " Đsmet Bey mi? Evet... evet, anladım." "Kusura bakmayın sizi uyandırdık, ama Đsmet Bey i şin önemli oldu ğunu söyledi." "Doğru söylemi ş. Cuma'yı bulabildiniz mi ?" "Evet, şu anda yanımızda." "Siz neredesiniz ?" "Çatalca'dan arıyoruz." "Geldiniz yani." "Bir saat kadar oluyor." "Bravo, çok çabuksunuz. Ben de hemen geliyorum." Almacı yerine koyarken, Melike yanıma gelip, sırtıma bir hırka örtüyor. "Gidiyor musun ?" diyor. "Evet, bana ate ş eden adamı bulduk" diyerek elbiselerimin bulundu ğu dolaba do ğru yöneliyorum. "Gitmeden bir şeyler atı ştırsaydın" diyor Melike pe şim sıra gelerek. "Vaktim yok, hemen çıkmam lazım." "Hiç de ğilse bir bardak süt ısıtayım." "Sa ğol, hiçbir şey istemiyorum." Yüzümü yıkamam, giyinmem be ş dakikayı bulmuyor. Kapıdan çıkarken Melike: "Dikkatli ol" diyor. "Erken yeti şece ğim diye arabayı hızlı kullanma." "Merak etme" diyorum. "Hadi sen de git uyu." "Hoşça kal" diyor, ben kapıdan çıkarken. Asansöre binene kadar kapının aralı ğından beni süzüyor. Çatalca'daki sorgu birimi bir çiftlik evi görünümünde. Çatal-ca'ya on kilometre kala asfalttan ayrılıp, toprak bir yola sapıyorum. Daha önce iki kez gelmi ştim buraya, ilkinde bir Bulgar ajanının sorgulanmasında bulunmu ştum, ikincisinde bizim tarafa angaje olan Suriyeli bir ajanı saklamı ştık. Ortalık a ğardı a ğaracak. Çatalca'nın bu yöresinde toprak pek verimli de ğil, bizimkiler özellikle böyle gözlerden uzak bir yeri seçmi ş olmalılar. Avcılar dı şında kimsenin yolu dü şmez buralara. On be ş dakika kadar, sabah ayazında buz tutmu ş nemli topra ğın üzerinde ilerledikten sonra çiftlik evi görünüyor. Daha önce gelmi ş olmama ra ğmen, dört yanı kalın duvarlarla çevrili evin sabah alacasmdaki koyu gölgeli görüntüsünü yadırgıyorum. Nedenini bilemedi ğim bir yabancıla şma duygusu doluyor içime. Benim Ford'u birkaç kilometre öteden gören bir görevli, büyük demir kapının önünde kar şılıyor beni. Karanlı ğın azalmasıyla giderek etkisini yitiren farların görevlinin yüzünü aydınlatacak kadar gücü var hâlâ. Adamı tanımıyorum. Onun da beni taramayaca ğını sanarak, pencereyi açıp, kimli ğimi uzatıyorum. Adam yakla şıyor. "Kimlik istemez Sedat Bey" diyor. "Daha önce kar şıla şmış mıydık ?" diye soruyorum. "Birkaç kez" diyor. "Benim adım Hayri. Eskiden Yıldınm'la birlikte çalı şırdık." "Keskin Hayri" sözcükleri dökülüyor dilimden. : "Evet, ta kendisi" diyor, sonra alaycı bir tonda ekliyor. "Te şkilatın en iyi atıcısı. Yıldırım'ı bile geçmi ştim." Dikkatle ona bakıyorum. Çok zayıf oldu ğunu görüyorum. Belle ğim beni yanıltmıyorsa, bir ara a ğır bir hastalık geçirdi ğini söylemi şlerdi. Yüzümdeki ifadeden ne dü şündüğümü anlıyor mu ne? "Ya şlandık artık" diyor. "Eski günler geride kaldı. Sen onlara yeti şemedin, rahmetli Yıldınm'la ne i şler çevirmi ştik." "Duymuştum" diyorum gıptayla bakarak. "Çok eskilerde kaldı" diye yineliyor, sonra sa ğ eliyle binayı göstererek ekliyor. "Burası benim için son durak... Neyse... Kapıyı açayım da içeri gir. Seni bekliyorlar."

Page 96: Ahmet Ümit -Sis ve gece

Kapıya do ğru yöneliyor, topalladı ğını fark ediyorum. Sa ğ aya ğını adeta sürükleyerek ilerliyor. Ermeni teröristlere kar şı yapılan operasyonlardan birinde dizkapa ğından vurulmu ş. O günden sonra aktif görevden almı şlar. Hayri kapıyı yana do ğru itiyor. A ğır kapı rayların üzerinde bir tüy gibi kayarak açılıyor. Arabamla içeri giriyorum. Evin geni ş basamaklarının önünde duran, Çanakkale plakalı koyu renk cipin yanına park ediyorum. Arabadan çıkarken, Hayri sağ aya ğını sürüyerek yeti şiyor. Ba şıyla cipi i şaret ederek: "Bu çocukları tanımıyorum, Đstanbul'dan de ğiller galiba." Böyle sorular sormaması gerekti ğini biliyor olmalı, ama ona kızamıyorum. "Değiller" demekle yetiniyorum. "Görü şürüz" diyerek eve giriyorum. Uzunca, karanlık holün ba şında, bahçeyi gözleyen bir ki şi oturuyor. Ben içeri girince aya ğa kalkıyor. Yüzünü seçemiyorum, güvenlik görevlilerinden biri olmalı. Yakla şınca tanıyorum; Tahir. Amcamın en güvendi ği adamlardan biri. "Merhaba" diyorum. "Günaydın, Sedat Bey" diyor saygılı bir tavırla, sonra eliyle bodruma inen merdiveni gösteriyor. "Alt katta sizi bekliyorlar." "Tamam sa ğol." Daire ba şkanlarının toplantısı olmasa amcam da burada olurdu, diye geçiyor aklımdan. Gece geç saatlere kadar notlar almı ş, nasıl konu şaca ğını kurmu ştur. Yine de yoklu ğu hissedilsin istemiyor. En iyi adamını yollamı ş buraya. Merdivenlerden a şağı inip alacakaranlık bir holden geçerek, aydınlık bir odaya giriyorum. Odada üç ki şi var. Beni görünce konu şmayı bırakıp, oturdukları koltuklardan aya ğa kalkıyorlar. Kel kafalı, iriyan olanı, bir adım yakla şıp elini uzatıyor: "Ben Tevfîk, telefonda konu şmuştuk" diyor. "Merhaba, nasılsın?" diyorum. "Sa ğolun" diyor "Biraz yorgunuz bütün gece araba kullandık." Yanındakilere bakıyorum. Kısa boylu tıknaz olanı tanımıyorum. Uzattı ğım eli sıkarken: "Ben Sadi" diyor. Öteki ki şiyi tanıyorum, bu da amcamm güvendi ği adamlardan Hikmet. Kendisine baktı ğımı görünce gülümsüyor. " Đsmet Bey size yardımcı olmam için gönderdi" diyor. "Adamın zorluk çıkaraca ğını sanmıyorum" diyor Tevfık kendinden emin bir tavırla, yandaki sorgu odasının içini gösteren büyük pencereyi i şaret ederek. "Onun içinde iyice yumu şamıştır." Pencereye yakla şarak içeri bakıyorum. Sorgu odasının ortasında, yakla şık bir metreye bir metre boyutlarında, kasayı andıran metal bir kutu duruyor. "Çanakkale'den beri bunun içinde mi ta şıdınız!" diye soruyorum şaşkınlıkla. "Çanakkale'den de ğil Gökçeada'dan beri. Herifin dayanıklı biri oldu ğunu söylediler. Öyle sopayla falan sonuç alamazmı şız. 'Beklemedi ği yöntemler kullanın' dediler." "Havasızlıktan ölmü ş olmasın?" diyorum kaygıyla. "Merak etmeyin Sedat Bey" diyor Tevfik. "Ona bir şey olmaz. Đlk kez kullanmıyoruz bu kutuyu." "Hiç konu ştunuz mu onunla?" "Elbette hayır. Belirsizlik ne kadar uzun sürerse direnci o kadar çabuk kırılır." "Anladım, anladım da, sizden ricam, hemen içeri girip şu adamı dı şarı çıkarmanız." Tevfik güvensiz, hatta küçümser bir bakı ş fırlatıyor yüzüme, ama dedi ğimi yapmaktan da geri durmuyor. Sadi'yi de yanına alarak sorgu odasına giriyor. Onları camdan izliyorum. Sandı ğın ba şına geliyorlar. Tevfik cebinden çıkardı ğı küçük bir anahtarla açıyor metal kutunun kilidini. Sonra kapa ğı usulca kaldırıyor. Kapak kalkınca, gözleri siyah bantla ba ğlanmı ş bir adam tedirginlik içinde uzatıyor ba şını. Onu ilk gördü ğümde simitçiye benzetemiyorum. Kafası kel, ama yüzünde sakal var. Üstelik siyah bant gözleriyle birlikte, neredeyse alnının yansım da kapatmı ş. Adamı suikast yerinde öyle kısa bir an gördüm ki kolay kolay emin olamıyorum. Yüzümü adeta cama yapı ştırarak her hareketini ilgiyle izliyorum. Adamın ilk çekingenli ği geçince kapatıldı ğı kutudan kurtulmaya çalı şıyor. Ama beceremiyor. Tevfik ile Sadi, çıkarıyorlar kutudan.

Page 97: Ahmet Ümit -Sis ve gece

Ellerinin arkadan ba ğlanmı ş oldu ğunu görüyorum. Tevfik bir şeyler söylüyor, adam kendisine vuraca ğım sanarak, korkuyla ba şını yana çekiyor. Đşte o an, boynunu yana yatırı şından tanır gibi oluyorum onu. Hiç unutmuyorum, ben vuruldu ğumda, kendimi kurtarmak umuduyla geli şigüzel ate ş etmeye ba şladı ğımda da aynı hareketi yapmı ştı. Yine de emin olmak için gözlerini görmeliyim. Tevfik kutudan çıkardıkları adamı ayaklannın üzerinde durmaya zorluyor. Ama ayaklan iyice uyu şmuş olan adam kendi ba şına duramıyor yere dü şüyor. Tevfik onu aya ğa kalkması için zorluyor. Adam çabalıyor, ama beceremiyor. Tevfik sertçe bir şeyler söylüyor. Söylediklerini kestiremiyorum, sanınm küfrediyor. Artık ne konu ştuklannı duysak iyi olacak. Camın yanındaki hoparlör dü ğmesini göstererek: " Şunu aç" diyorum Hikmet'e. Đste ğimi hemen yerine getiriyor ve oranın içi Tevfık'in sesiyle doluyor. "... koydu ğumun gavatı, kalk aya ğa." Adam aya ğa kalkmıyor, ama kin yüklü bir sesle: "Küfretme" diyor. Tevfik güçlü kollarını iki yana açarak anlamlı anlamlı ba şım yana sallıyor, sonra Sadi'ye dönerek: "Kaldır şunu" diyor. Sadi, yerdeki adamın arkasına geçiyor, koltuk altlanndan tutup aya ğa kaldınyor. Bıraksa dü şecek, adam ayakta güçlükle duruyor. Tevfik yakla şıyor. "Sen ne dedin lan ?" diyor. "Küfretme dedim" diyor adam ezik ama kararlı bir tavırla. "Bana küfretme." "Peki o zaman" diyor Tevfik yumu şak bir ses tonuyla ve hafifçe geriye do ğru yaylanarak adamın suratının tam ortasına okkalı bir yumruk indiriyor. Adamın başı arkaya do ğru savruluyor. Zamanında geri çekilmese Sadi'ye çarpacak. Ama Sadi anında kendini yana atıyor, adamca ğız da sırtüstü yere yıkılıyor. Sadi kötü kötü bakıyor Tevfık'e. Ama arkada şı ona aldırmadan yerde kıvranan adamın ba şına geliyor. "Bu küfürden daha mı iyi ?" diyor. Adam dizlerinin üzerinde do ğruluyor, burun deliklerinden sızan kanın kırçıl bıyıklarını kızıla boyayarak a ğzına do ğru süzül-dü ğünü görüyorum. "Daha iyi" diyor adam güçlükle soluyarak. Tevfik sinirli sinirli gülüyor. "Bak ne kadar namuslu biri" diyor. Onu iyice benzetmeye kararlı. Ama adam bana sağ lazım, yüzünün gözünün patlaması da i şime pek gelmez. Sorgu odasına seslenen mikrofonun ba şına geçiyorum hemen. " Đkiniz de dı şarı gelin" diyorum mekanik bir ses tonuyla. Ça ğrım Tevfık'in hevesini kursa ğında bırakıyor, ama çaresiz uyuyor. Bizimkiler odadan çıkarken adam dizlerinin üstünde do ğruluyor. Burnundan damlayan kanın yerde küçük, kara bir birikinti olu şturdu ğunu görüyorum. Tevfik ile Sadi içeri girerken, ben duvardaki küçük ecza dolabından pamuk ve kolonya alıyorum. Tevfik yanıma yakla şıyor, sanki sormu şum gibi: "Yeterince yumu şamamış" diyor. "Bence henüz sorguya hazır de ğil." "Tamam Tevfik" diyorum. "Onu buraya kadar getirerek çok yardımcı oldunuz. Artık biraz dinlenin. Yatak odası yukarıda. Hikmet sizi götürür. Çıkıp biraz uyuyun." Sonra Hikmet'e dönüyorum. " Đstersen sen de uyuyabilirsin ya da Tahir'le nöbet bölü şümü yapın." "Onu tek ba şınıza mı sorgulayacaksınız?" diyor Tevfik şaşkınlıkla. "Sen bunları dü şünme" diyorum kaygısız bir tavırla. "Git iyi bir uyku çek. Bütün gece yol tepmi şsiniz." "Siz bilirsiniz, ama herif çetin ceviz. Babası ile karısını gözünü kırpmadan doğramı ş." "Uyarın için sa ğol, dikkatli olurum." Đşin tuhafı Hikmet ısrar etmiyor. Amcam beni rahat bırakmasını söylemi ş olmalı. "Bana ihtiyacınız olursa, Tahir'in yanında olaca ğım" demekle yetiniyor. "Tamam, size iyi uykular" diyorum. Onlar çıkınca, dönüp sorguyu izlememeleri için kapıyı kapatıyorum. Buranın anahtarı yalnızca kapıdaki Keskin Hayri'de olmalı. O da bunlara anahtar filan vermez. Pamukla kolonyayı alıp sorgu odasına geçiyorum. Kapının açıldı ğını, duyan adam toparlanıyor. Yanına yakla şıyorum. Te- dirgin, ba şını sakınmaya çalı şıyor.

Page 98: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Korkma" diyorum. "Sana vurmayaca ğım." Dikkatle dinliyor sözlerimi. Ama yine de tedirgin. Burnundan akan kanı silmek için pamu ğu yakla ştırdı ğımda panik içinde başını geriye atıyor. "Korkma" diye yineliyorum. "Yüzünü temizleyece ğim." Dudaklarının üstünde pamu ğun yumuşaklı ğını hissedince biraz sakinle şiyor. Kolonyalı pamukla dudaklarının üstündeki kanı siliyorum. Burun deliklerine iki pamuk tamponu yapıyorum. Sonra onu aya ğa kaldırarak, kö şedeki masaya do ğru götürüyorum. Ayaklan hâlâ açılmamı ş, güçlükle yürüyor. Masanın ba şındaki sandalyeye oturtuyorum. Kan bula şan ellerimi de kolonyalı pamukla temizledikten sonra bir sandalye çekip kar şısına yerle şiyorum. Siyah bandın altında gözlerinin panik içinde kıpırdandı ğını hissediyorum. Neden burada oldu ğunu artık anlamı ştır herhalde. Dikkatle yüzüne bakıyorum. Gözlerini örten siyah banda kar şın şimdi onu tanıyorum, bu adam kesinlikle o; bu bana ate ş eden simitçi. "Sigara içer misin Cuma?" diye soruyorum. " Đçerim" diyor. Cebimdeki paketten bir tane çıkarıp dudaklarına yerle ştiriyorum. Hâlâ ürkek. Çakma ğımla sigarasını yakıyorum. Sigarasının yandı ğının farkında değil. "Çeksene içine" diyorum. Derin bir soluk alıyor. Sekiz saatten beri yaşadı ğı en büyük keyif bu olsa gerek. Bir soluk daha çekiyor. Sigarasını dudaklarından alıp, masanın üzerindeki tahta küllü ğün kenarına koyuyorum. "Kelepçe bile ğime oturdu" diyor. "Kusura bakma ama, onu çıkaramam" diyorum kesin bir ifadeyle. "Ama sorgunu bir an önce bitirmeye çalı şaca ğım. Tabiî sen de bana yardımcı olursan." "Olurum, niye olmayayım?" "Seni buraya neden getirdi ğimizi biliyor musun ?" "Bilmem" diyor gere ğinden fazla sert bir ses tonuyla. "Fahri'nin yüzünden" diyorum. Hiçbir şey söylemiyor. "Fahri'yi tanıyorsun de ğil mi ?" diye üsteliyorum. "Tanırım" diyor. "Bir arkada şımızı öldürmeye kalkmı şsınız." "Ben mahpushanedeydim" diyor sanki ezberlemi ş gibi. "Öylemi?" Sesimdeki alaycı tınıyı fark etti mi bilmiyorum, ama bir süre susuyor, sonra başını öne do ğru sallayarak: "Ben mahpusum" diyor. "Beni mahpustan getirdiler buraya." "Anla şılan kollarındaki a ğn biraz daha sürecek. Ben i şi kolayla ştırmaya çalı şıyorum, sen zora sokuyorsun. Yine de sana yardımcı olaca ğım" diyerek aya ğa kalkıyorum. Arkasına geçip gözlerindeki bandı çözüyorum. Aydınlık gözlerini kamaştırıyor. Yeniden kar şısına oturuyorum. Gözlerinin kama şması geçip de her şeyi net görmeye ba şlayınca, bu köylü yüzlü adamın gizlemeye çalı şmasına kar şın içten içe sarsıldı ğını görüyorum. Yumu şak bir tavırla gülümseyerek: "Beni tanıdın de ğil mi?" diye soruyorum. Bakı şlarını kaçınp, kül tablasındaki sigaraya bakıyor. Sigarasını alıp dudaklanna do ğru uzatıyorum yeniden. Sanki konu şmaktan çekinir gibi ba şını sallayarak istemedi ğini belirtiyor. Sigarayı yeniden küllü ğün kenarına koyarken: "Bak Cuma" diyorum aynı sakin ses tonuyla. "Bo ş yere kendine eziyet ettirme. Đkimiz de nerede kar şıla ştı ğımızı çok iyi biliyoruz." "Ben seni tanımam" diyor. "Tanırsın" diyorum yüzüne bakarak, "iyi tanırsın." Israrım onu fazla etkilemiyor, az önce yedi ği yumruk nedeniyle altları hafifçe morarmaya ba şlayan gözlerinde korkudan çok keder var. "Hem artık saklayacak bir şey de yok" diyorum iskemleye yas-larak. "Fahri ölmeden önce olanları anlattı bize." Sözlerim yüzünde şaşkınlıkla karı şık bir dü ş kırıklı ğı yaratıyor. "Anlattı mı ?" Sonra etkisi geçiyor, kurnazca gülümsüyor. "Yalan söylüyorsun, Fahri çatı şmada ölmü ş" diyor. "Gazetelere öyle söyledik" diyorum. "Fahri çatı şmada a ğır yaralandı, ama hemen ölmedi. Onu sorguladık. Neler olup bittiyse hepsini söyledi bize." Sanki gerçek yüzümde yazılıymı ş gibi dikkatle bana bakıyor. Kafasındaki ikircim o kadar belirgin ki neler dü şündüğünü harfi harfine tahmin edebilirim. "Benim hiçbir şeyle ilgim yok. Hem Fahri benim hakkımda kötü bir şey söylemez."

Page 99: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Seni nasıl bulduk o zaman ?" diyorum do ğal bir tavırla. "Son derece akıllıca bir plan yapmı şsınız. Fahri anlatmasaydı, seni bulmamız imkânsızdı." "inanmam" diyor. "Fahri bunu bana yapmaz." "Yaralanmı ştı, ümitsizdi. Olayı bütün yönleriyle anlattı." Az önceki dü ş kırıklı ğı gelip yüzüne oturuyor. "Her şeyi mi?" diyerek yüzüme bakıyor. 197 "Her şeyi." "inanmam" diyor yeniden, "inanmam. Aklını yitirmi ştir." Fahri'nin kendini ele vermesinden çok arkada şının çözülmü ş olmasına üzülür gibi bir hali var. "Doğru" diyorum. "Kur şun kafatasını zedelemi şti." Tuhaf, yüzündeki dü ş kırıklı ğı kayboluyor. "Yoksa konu şmazdı Fahri" diyor haklı çıkmanın gururuyla. "Aklım yitirmeseydi konu şmazdı." "Belki de haklısın" diyorum. "Kur şun kafasına de ğmeseydi konu şmazdı. Ama artık olanları biliyoruz." "O zaman beni niye buraya getirdiler ?" diye soruyor damdan dü şercesine. Sesindeki meydan okuyu ş öyle belirgin ki ona iyi davrandı ğıma pi şman olaca ğım neredeyse. "Yoksa unuttun mu, bana kur şun sıkmı ştın..." diyorum alaycı bir tavırla. "Hem kızı bulamadık hâlâ." Cuma'nın yüzü gölgelenip^alnı kırı şıyor. "Tanıyorsun de ğil mi" diyorum. "Mine'den söz ediyorum. Fah-ri'yle birlikte..." "Tamam, Fahri anlattı ama" diyor çatık ka şlarının altındaki gölgeli gözlerini yüzüme dikerek. "Kızı anlattı ama..." "Aması ne ?" Alnındaki kırı şıklık daha da artıyor. "Neden çekmiyorsun anlatsana" diye üsteliyorum. Önce derin bir soluk alıyor, sonra: "Valla, Fahri'nin söyledi ğine göre kızı sen öldürmü şsün" diyor. "Ben mi?" diyorum dizginleyemedi ğim bir öfkeyle. Cuma, sen ö ğrenmek istedin ben de anlattım dercesine bakıyor. Oyun mu oynuyor, yoksa Fahri mi onu böyle kandırdı, anlamaya çalı şıyorum, içten görünüyor. Burun deliklerini tıkadı ğım tampon pamukların kızıl renge dönü ştü ğünü görüyorum, az sonra kan yine kırçıl bıyıklarını boyayacak. "Neden öldürecekmi şim Mine'yi ?" "Kız seni bırakıp ona sevdalanınca çok kızmı şsın. Fahri'nin kızı elinden almasına dayanamamı şsın. Üstelik suçu da onun üstüne atmaya kalkmı şsın." "Bir dakika, bir dakika" diyorum, "Sakin ol, şu i şi ba ştan, yava ş yava ş anlat." Cuma'nın yüzünde sıkıntılı bir ifade beliriyor, itiraz edece ğini sanıyorum, ama o utanarak. "Önce bir ayakyoluna gitmem lazım" diyor. "Peki" diyorum. "Kalk bakalım." Yirminci bölüm Kalktı ğı sandalyeye oturtuyorum Cuma'yı tuvaletten dönünce. Burnundaki tamponları de ği ştiriyorum. Burun deliklerinden hâlâ hafifçe kan sızıyor. Gözlerinin altındaki morluk artmasına kar şın, biraz daha rahatlamı ş görünüyor. "Su var mıydı ?" diye soruyor çevresine bakınarak. Kalkıp ona bir bardak su getiriyorum. Kana kana içiyor. "Karnın da acıkmı ştır senin." "Sa ğol, istemem" diyor. " Şu i ş bitsin, beni ko ğuşuma teslim edin yeter." "îyi o zaman anlat bakalım." "Sen sor ki anlatayım." "Fahri'ye neden yardım ettin ?" "Yi ğit adamdır Fahri" diyor. "Has süt emmi ş..." "Babası askerde albayınmı ş." Bunu biliyor olmam tuhafına gidiyor. "Bunu da Fahri mi söyledi ?" "Ba şka kim söylemi ş olabilir ki? Babasını çok severmi şsin." "Allah rahmet eylesin, e şi menendi bulunmaz bir adamdı Nazmi Albay."

Page 100: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Onun aracılı ğıyla mı tanı ştın Fahri'yle ?" "Öyle sayılır. Fahri'yi çocuklu ğundan bilirim. Ben asker oca- ğındayken o sekiz on ya şlarındaydı. Bindi ği atın yularından tutar, onu garnizonda gezdirirdim. Ama sonra aynı mahpus damında bulunmu şuz, havalandırmada, kantinde yan yana, sırt sırta gelmi şiz de bilemedim onu. Ta ki görü şte Fahri'yi Nazmi Albayımın yanında görünceye kadar." "Siyasîlerle aynı yerde mi bulunuyordunuz ?" "Çanakkale mahpusunda öyleydi. Karı şıktık. Açık görü şte de hepimiz aynı yerde toplanırdık, i şte o açık görü ş günlerinden birinde kar şıla ştık albayımla. Herhalde Şeker Bayramı'ydı. Baktım kapıda Nazmi Albayım; ihtiyarlamı ş, çökmü ş ama, bakı şlarında yine o sertlik, o yi ğitlik. Hemen sarıldım eline. Şöyle bir baktı, gözlerini kırparak. 'Benim Albayım, ben Cuma' dedim. Yüzü ı şıdı: 'Akçabelli Cuma' dedi. Eskiden öyle kolay kolay gülmezdi, demek ya şlanınca yüre ği yumu şamış. 'Cuma o ğlum ne i şin var burada?' diye sordu. 'Bildi ğin mesele Albayım' dedim. Bir adım gerileyip şöyle bir baktı bana, bir şeyi hatırlayamadı ğı zaman hep böyle yapardı. Yüzü gölgelendi. 'Öldürdün mü babanı?' diye sordu. 'Öldürdüm' dedim. 'Hem babamı hem karımı öldürdüm.' 'Yazık' dedi. 'Karına yazık etmi şsin.' 'Yok' dedim. 'Bildi ğin gibi de ğil, yazık etmedim'." "Gerçekten de öldürdün mü onları ?" diyorum inanmamı ş gözlerle Cuma'ya bakarak. " Đnsana bo ş yere müebbet hapis verirler mi?" "Peki neden öldürdün onları ?" "Namus meselesi" diyerek kestirip atıyor Cuma. Paketten bir sigara çıkarıp Cuma'nın dudaklarına yerle ştiriyorum. Kar şı çıkmıyor. Yaktı ğım sigaradan art arda iki derin nefes çekiyor. Sigarayı a ğzından alıp, elimde tutuyorum. "Yani" diyorum. "Baban karına sarkıntılık mı yapmı ş ?" "Versene şu cıgarayı" diyor. Yeniden dudaklarının arasına koyuyorum sigarayı, derin bir duman daha çekiyor. "Nazmi Albayım da aynen senin gibi sormu ştu" diyor. A ğzında sigarayla konu şması güç oluyor. Alıyorum sigarayı. "Asker oca ğındayım o zaman, acemi erli ği bitireli dört ay olmu ş, daha on iki ay var şafa ğa. Nazmi Albayımın huzurundayım. Dayımın gönderdi ği mektubu almı ş, beynimden vurulmu şa dönmü ştüm. Namus i şi, pis i ş herkese de söylenmez. Do ğru Nazmi Albay'ın huzuruna çıktım. Hal böyle böyle, dedim. 'Vay şerefsiz' diye söylendi. 'Vay şerefsiz herif. Sen vatanım korumak için buraya gel, o da karma göz koysun. Olacak i ş mi bu!' 'Bana izin verin, gidip şu i şi temizleyeyim Albayım' dedim. Bir şey söylemedi, arkasındaki çelik kasayı açtı. Kasadan bir silah çıkardı. Masaya koydu, silahın üzerine de biraz para. 'Al bunları. Sana istedi ğin kadar da izin, i şini hallet, gel. Ama kimseye görünme. Soran olursa sen asker oca ğından hiç ayrılmadın' dedi. zuı 'Sa ğol Albayım' diyerek eline sarıldım. Öptürmedi. 'Bu benim görevim. Senin namusun benim namusumdur' dedi. Hemen o gün bindim otobüse. Kasabaya gece vardım. Bizim köyle kasabanın arası çok de ğil, yürüyerek bir saat ya çeker ya çekmez. Albayımın söyledi ği gibi, kimseye görünmemek için ge-ceyansı inece ğim köye. Babamı temizleyip dönece ğim komutanımın yanına. Ama olmadı. Kasabadan köye yürürken, Çoban Musa gördü. Ha köydeki herkes görmü ş ha Çoban Musa, öyle geveze bir adam ki. Görsün dedim, kendi kendime. Ben namusumu temizleyeyim de. Çoban Musa da benim köye girdi ğimi görmüş olsun. Çoban Musa'nın selamına kar şılık vermeden yürüdüm burnumun dikine. Bir iki ça ğırdı ardımdan, ses vermeyince vazgeçti. Köye vardı ğımda sabah ezanı okundu okunacak. Sokakta kimseler yok. Yine de temkinliyim, duvar kenarlarından yürüyüp vardım bizim evin bahçesine. Tahta kapıyı araladım ki kuyunun ba şında biri var. Baktım babam, aptes alıyor, namaz kılacak. Kapının altında durup, şöyle bir baktım babama. Ayın aydınlı ğı kam-burla şmış gölgesini ayaklarımın dibine kadar uzatıyor. Bana benzemez babam, bir

Page 101: Ahmet Ümit -Sis ve gece

baş daha kısadır benden. Kara kuru çirkin bir adam. Onun alacakaranlıkta iyice kamburla şan bedenine baktıkça daha da öfkelendim. Albayımın verdi ği tabancayı belimden çıkardı ğım gibi arkadan atladım üzerine. Neye u ğradı ğını şaşırdı. Kuyunun yanındaki yala ğın önüne yıkıldı. Ben üstündeyim. Yüzü yere dönük. Ba şını çevirmeye çalı şıyor. Yüzünü görsem kötü olaca ğım, görmek istemiyorum. Bastırdım çamura. 'Bre şerefsiz herif dedim, tabancayı boynuna batırarak, 'insan gelinine, kızına musallat olur mu ?' 'Cuma' dedi, sesimden tanımı ş. 'Cuma, etme o ğlum, benim bir suçum yok.' Yalvannca kendime güvenim arttı. Sırtüstü çevirdim onu. Yüzüne baktım. Utanç içindeydi. 'Salavat getir' dedim. 'Etme o ğlum, benim bir suçum yok' dedi yine. Ba şladı a ğlamaya. Babamı hiç ağlarken görmemi ştim. Anam öldü ğünde bile a ğlamamı ştı. Bir tuhaf oldum. Yüzüne biraz daha baksam, onu vu-ramayaca ğım. Elimle yüzünü yan çevirdim. Babam baktı, benden kurtulu ş yok salavat getirmeye ba şladı. Salavatıru bitirsin basaca ğım teti ğe. Birden evin ı şıkları yanmaz mı? Gürültümüze uyanmı şlar. Bir anda ev ahalisi sökün etti dı şarı, önce abim, arkasından küçük karde şim derken onların avratları, bizimki ortalıkta yok. Elimde silah beni babamın üstünde görünce kendisini de öl- dururum diye korkmu ş olacak. O anda en çok anamın ölmü ş olmasına şükrettim. Đyi ki ölmü ş de bu günleri görmemi şti. Neyse uzatmayalım, ben teti ğe basamadan karde şlerim gelip aldılar babamı elimden. Ama artık o evde durur muyum, aldım avradımı götürdüm babasının evine. Giderken de e şek sudan gelinceye kadar dövdüm. Babasına teslim ettim. Bu sizin kızınız dedim. Ka-yınbabamın beti benzi attı. Kızını bo ş koyaca ğımı zannetti. Merak etme, kan yine benim karı, dedim. Askerden dönünceye kadar size teslim. Onun namusundan da her bir şeyinden de siz mesulsünüz. Ona göre. Ertesi gün de yola dü şüp garnizona döndüm. Çıktım albayımın kar şısına, aldı ğım emaneti teslim ettim. Durum böyle böyle diye de olanı biteni anlattım. Albayım, sırtımı sıvazladı. ' Đyi yapmı şsın, Allah'ından bulsun' dedi." "Sonra?" diye soruyorum merakla Cuma'ya. "Sigarayı söndürdün" diyor ba şıyla küllü ğü göstererek. Yenisini veriyorum, üst üste birkaç derin soluk çektikten sonra devam ediyor öyküsüne. "Sonra askerlik bitti. Eve döndüm. Ama artık köyde banna-mam. Kasabada bir çırçır fabrikası açılmı ş. Dayımın yardımıyla orda i ş buldum. Avradı da alıp kasabaya ta şındım. Böyle böyle üç dört yıl geçti. Bu arada bir de kızımız oldu. Ben de çırçır fabrikasında sivrildim, usta i şçili ğe yükseldim. Bir gün kasabadaki büyük trafo yandı, bütün elektrikler kesildi. Kasabada tamir edecek kimse yokmu ş, şehre haber salındı, TEK'ten adamlar istendi. Fabrikada ortalı ğı derledik toparladık. Yapacak fazla bir i ş de yok. Ustaba şı, dayımın yakın arkada şıydı, 'Cuma sen istersen git' dedi. Ben de erkenden evin yolunu tuttum. Pazara u ğradım, hiç unutmam mayıs sonlan kiraz yeni çıkmı ş. Kızıma kiraz, eve sebze filan aldım. Soka ğa girdim ki, kızım Zöhre kaldırımda oturmu ş a ğlıyor. 'Niye a ğlıyorsun kızım ?' dedim. 'Anam beni eve sokmadı' dedi. Allah Allah, dedim kendi kendime. Bu kadın niye sokmaz ki çocu ğu eve. Elinden tutup kaldırdım Zöhre'yi. Çaldım evin kapısını. Perdenin arkasından biri bakar gibi oldu. Sonra içerde bir ko şuşturma duydum. Az sonra da açıldı kapı. 'N'oldu avrat?' dedim. 'Bu çocuk niye dı şarıda?' 'Heeç' dedi tela şlı bir halde. 'Misafir geldi de.' Başımı uzatıp içeri bakarken, 'Misafir mi ?' diye sordum. 203 'Baban' der demez beynimden vurulmu şa döndüm. Demek dedim kendi kendime, bizim avrat da gönüllüymü ş bu i şte. Ama tuttum kendimi. Kızımı kuca ğımdan yere indirdim. Ayakkabılarımı filan çıkarmadan içeri geçtim. Bizim deyyus içerde mindere kurulmu ş oturuyor, ama yüzü kıpkırmızı. 'O ğlum Cuma' diye kalktı aya ğa. Bakı şları insanlıktan çıkmı ş, sanki kar şımda ürkmü ş, azgın bir hayvan var. Fırsatını bulsa pencereden atlayıp kaçacak, öyle

Page 102: Ahmet Ümit -Sis ve gece

de ödü bokuna karı şmış. Aslına bakarsan benim halim de ondan farksız. Ama belli etmemeye çalı şıyorum. 'Ho ş gelmi şsin Baba' dedim. 'Kalkma buyur otur.' Sakinli ğime inanamamı ş, salak salak gülmeye ba şladı. 'Otur, Baba otur' dedim, 'Bura senin evin sayılır.' 'Et tırnaktan ayrılmaz o ğlum' diyerek oturdu. 'Gideyim Cu-ma'nın oca ğına bitsin artık şu dü şmanlık dedim.' 'iyi etmi şsin' dedim ama, kafam nasıl dönüyor bilemezsin. Babam anlattı da anlattı. Anlattıkça zavallıla ştı, küçüldü. O anlattıkça ben, bu avrat, benden daha ya şlı, daha çirkin olan babamla niye birlikte olur, diye dü şündüm. Dü şündüm bir çıkı ş yolu bulamadım. Belki de sevdalanmı ştır, dedim. Gönül kimi severse güzel odur. Babamın sözü bitince, ben 'Ayakyoluna gidece ğim' deyip kalktım. Mutfa ğa geçtim, duvarda asılı bir et satırı vardı. Alıp arkama sakladım. Đçeri girdim, babam merakla bana bakıyor. Yanına yakla ştım, hâlâ salak salak gülüyor. Aramızda yarım metre ya var ya yok. Et satırını kaldırıp kafasına indirdim. Ama babam kafasına yana çekti, satır kula ğının yarısını götürdü. Babam can havliyle kalkmaya çalı ştı. Dö şünün ortasına bir tekme vurdum. Sırtüstü dü ştü mindere. Ben de çöktüm dö şünün üstüne. Elimdeki satın indirmeye ba şladım. Kaç kere vurdum bilmiyorum, bizim avradın ba ğırmasıyla kendime geldim. Baktım babamın kafasının yerinde kanlı bir et yı ğını duruyor. Kalktım, döndüm ki benim avrat ile Zöhre kapıda durmu ş bana bakıyor. Zöhre'nin elinde bir avuç kiraz, avradın yüzü sapsan. 'Bokunu yiyim Cuma bana bir şey yapma' dedi. 'Korkma' dedim. 'Sen kızımın anasısın sana bir şey yapar mıyım hiç ?' Đnanmadı. Korkudan belermi ş gözleriyle bana bakmayı sürdürdü. 'Korkma' dedim yeniden. 'Zöhre'yi içeri götür. Sen de gel elime su dök de, şu pis herifin kanlanm yıkayayım.' Belki inanmadı ama, çaresiz uydu söylediklerime. Ben de kapıyı gözleyerek mutfa ğa do ğru yürüdüm. Kaç- ZU4 maya kalksa be ş adım sonra yakalayaca ğım. Kızı odaya kapayıp geldi. O yakla şırken ben de satın bırakıp, tezgâhın üstündeki bıça ğı aldım. Testiyi aldı, yanıma yakla ştı. Baktım rüzgâr gibi sallanıyor. Sol elimle bile ğinden yakaladım. Testi elinden dü ştü, su ayaklarımızı ıslattı. Islaklık ho şuma gitti. Niye bilmem bir ferahlık yayıldı yüre ğime. Baktım, benim avradın titremesi daha da artmı ş. 'Titreme' dedim. Yalvaran gözlerle baktı. 'Kızının ba şı için beni öldürme' dedi. 'Seni öldürmeyece ğim. Ama söyle bana, babamda bende olmayan ne vardı ?' 'Benim suçum yok' dedi. ' Đnkâr etme' dedim. 'Neyse söyle seni bırakaca ğım.' 'Ben bir şey yapmadım' dedi. 'Bak, yalan söyleme' dedim. 'Valla billa benim babanla ili şi ğim yok.' Artık daha fazla dayanamadım. Bıça ğı kası ğına sapladım. Önce fark etmedi, sonra anladı kendisini vurdu ğumu. Ba ğıracak oldu. Bo şta kalan elimle a ğzım kapayıp, bıça ğı saplamaya ba şladım. Önce dizlerinin üstüne çöktü, sonra yere yı ğıldı kaldı. Ayağımla dokundum, ölmü ştü. Ellerimi yıkadım, elbisemi de ği ştirdim. Kızımı alıp dayımın evinin yolunu tutum. Zöhre anasını sordu, 'Ak şam gelir' dedim. Dayımlara varıp, olanları anlatıp, kızımı onlara teslim ettim." Duyduklarımın deh şeti içinde Cuma'nın yüzüne bakıyorum. Ne kadar da sakin görünüyor. Artık olayı kanıksamı ş olmalı. Kim bilir kaç kez anlatmı ştır bunu. "Gene söndürdün cıgarayı Komiserim" diyor iç geçirerek. "Kaçtın mı?" diye soruyorum a ğzına yeni bir sigara tutu ştururken. "Nereye kaçaca ğım? Kim beni saklar? Do ğru karakola gittim. Hemen tutukladılar bizi. Mahkemede de inkâr etmedim. Önce idam istediler sonra müebbet verdiler. Karıyı da satırla öldürsey-mi şiz cezamız daha da hafiflermi ş. Öfke cezayı düşürürmü ş. Savcı taammüden cinayet dedi." "Sonra hapiste Fahri'yle kar şıla ştın ?" "Seneler sonra... bizim ceza yüz birden otuz altı yıla indi ğinde. Çanakkale mahpusuna gönderilmi ştik. Fahri ile Sinan benim üçüncü yılımda geldiler Çanakkale'ye. Onlar siyasî mahkûm ya bizden ayrı duruyorlar, onları görüyorum, ama tanımıyorum, i şte sonra albayımla kar şıla ştık. Bizi tanı ştırdı.

Page 103: Ahmet Ümit -Sis ve gece

'Aman Cuma' dedi, 'Sen burada kıdemlisin bu çocuklara göz kulak ol.' 'Emredersin Albayım' dedim. Dedim demesine ya, bir ay sonra sarılık oldum. Hastaneye gönderdiler bizi. Atlattık ama, güçten de dü ştük. 'Kendine bakmazsan ölürsün' dediler. Cezaevine gelince Fahri ile Sinan beni kendi ko ğuşlarına aldılar. Okumu ş adamlar, her bir şeyi biliyorlar. Ayıptır söylemesi, muzundan dala ğına kadar ne bulurlarsa yedirdiler. Biz çocuklara göz kulak olaca ğımız yerde onlar bizi Azrail'in elinden aldılar. Ne yalan söyleyim Albayım 'Bu çocuklara bak' dedi ğinde, içimden bunlar devrimci, nasıl geçinece ğiz diye bir korku vardı. Ama, tanıyınca anladım ki korkum bo şunaymı ş." "Sen de devrimci oldun mu?" "Yok, benim aklım ermez öyle i şlere. Hem albayım da ho ş görmezdi bu davaları. Çocuklar da bıraktılar zaten, yazıya verdiler kendilerini. Gece gündüz demez ha bire okurlardı. Sonra ba şlarlardı yazmaya. Bir iki kitap da bana verdiler oku diye. Canım sıkıldı, kitap elimde uyuyakaldım hep." "Örgüte filan almadılar mı seni ?" "Çok örgüt gördük biz içerde. Hiçbiri bu çocukların eline su dökemez. Bu çocuklar yi ğit çocuklar, Sinan biraz cıvıktır da Fahri aynen babası gibi ta şaklı bir adamdı. Onca yıl hapis yattık, uygunsuz, gudümsüz bir i şini görmedim." "Ama" diyorum. "Seni bu i şe bula ştırmakta bir sakınca görmemi ş." " Đş öyle de ğil Komiserim" diyor ba şını sallayarak. "Beni o karı ştırmadı, kendim bula ştım. Bunlar tahliye olduktan sonra arada bir görü şe gelirlerdi. Sonra Sinan'ın aya ğı kesildi. Ama Fahri hiç bırakmadı beni, be ş altı ayda bir gelir, halımı hatırımı sorar, para bırakırdı. Derken bizim dayı sizlere ömür. Zaten yengem üç yıl öncesinden ölmü ştü. Dayının kimi kimsesi yok. Benim Zöhre'yi onlar büyütüp evlendirdiler ya kendi çocukları sayıyorlar. Dayım ölmeden önce bir vasiyet hazırlamı ş, kasabadaki evi, tarladaki birkaç dönüm topra ğı Zöhre'ye bırakmı ş. Ama benim karde şler itiraz ettiler, Zöhre'yi mahkemeye verdiler. Bizim damat da sessiz sedasız, koyun gibi adam. Bıraksak alacaklar malı mülkü ellerinden. Durumu Fahri'ye anlattım. Hemen bir avukat buldu, kar şı dava açtırdı. Bu dedi ğim bir yıldan çok oluyor. Cezaevine de davayı kazandı ğımızı söylemeye gelmi ş. Ama baktım o ğlanın halı hal de ğil. Dedim, 'Sen de bir şey var.' Söylemek istemedi, vebal verdirdim, 'Biz arkada ş de ğil miyiz ?' dedim. 'Hani sana bir kızdan söz etmi ştim' dedi. Anında hatırladım; Mine Bacı. 'Evet, i şte o' dedi. 'On gündür kayıp.' 'Çıkar gelir, canını sıkma' dedim. 'Yok' dedi. ' Đş biraz kan şık. Bir polis var, kızın eski arkada şı. Ayrıldılar. Kız bana gelince herif kaldıramadı. Kıza bir kötülük etti. Bunu da benim üstüme yıkmaya çalı şıyor.' 'N'olacak peki?' dedim. 'Bilmem ama, beni rahat bırakmayacaklar' dedi. Fahri kolay kolay böyle iri laflar etmez. Söyledi ğine göre durum vahim, dedim kendi kendime. Aklıma bir fikir geldi. Dedim, 'Fahri Karda ş, bu herif sana kötülük etmeden onu halledelim. Benim izin hakkım do ğmuştur. Be ş gün dı şarı çıkaca ğım, sen bana bir tabanca bul, ben bu herifin hakkını eline vereyim'." Cuma konu şmasının burasında sözü kesip yüzüme bakıyor. "Kusura bakma Komiserim, benim seninle bir alıp veremedi ğim yoktu. Ama Fahri için her şeyi yaparım" diyor. "Önemli de ğil" diyorum. "Sen anlatmana devam et." "Fahri önce yana şmadı dü şünceme. 'Olmaz' dedi. 'Bu benim meselem. Bunca yıldır hapistesin. Ba şını yeniden belaya soka-mam. Yakında af var, çıkar biraz gün yüzü görürsün.' 'Herifi temizledi ğimi kim bilecek? Ben mahpus bir adamım. Kimse anlamaz' dedim. Bir ara kafasına yatar gibi oldu, sonra 'Olmaz' dedi. Neyse uzun etmeyelim ağzından girip burnundan çıktım, sonunda kabul ettirdim. 'Ama tek ba şına hayatta beceremezsin. Herif sıkı biriymi ş, bu i şi ancak ikimiz halledebiliriz' dedi. 'Tamam' dedim. 'Sırt sırta verip bitiririz bu i şi.' 'Yalnız bana söz ver, vurulursam beni bırakıp gideceksin' dedi. 'Olur' dedim.

Page 104: Ahmet Ümit -Sis ve gece

'O zaman hemen harekete geçmeliyiz' dedi Fahri. 'Adamın evini biliyorum. Sabah i şe giderken hallederiz bu i şi. Sen hafta ba şında iznini al Đstanbul'a gel.' Dedi ğini yaptım..." Cuma anlatırken onu izliyorum. Söyledikleriyle kendini yaktı ğının farkında de ğil mi ? Elbette farkında, ama arkada şına ihanet etmek istemiyor. Belki de dı şan çıkmaktan korkuyordur. On be ş yıldan çok kalmı ş içerde. Söyledikleri yalan olabilir mi? Kan çana ğına dönen gözlerinde öyle aptalca bir içtenlik var ki, insan görür görmez bu adamın yalan söylemedi ğini anlar. Yine de onu sı-kı ştırmalıyım. "Bütün bunlar iyi de Mine nerede ?" Đnanmamış gözlerle beni süzüyor. " Şimdi sen, kızın nerede oldu ğunu bilmiyor musun ?" "Tabiî ki bilmiyorum..." diyerek sertçe yüzüne bakıyorum. Yüzünde hiç suçluluk duygusu yok. Bilmedi ğime şaşırmı ş gibi, hatta yalan söylüyormu şum gibi gözlerimin içine bakıyor. Bakı şlan o kadar etkili ki bunu yapmamam gerekti ğini bile bile kendimi savunma gere ği duyuyorum. "Ben o kıza kötülük yapamam" diyorum. "Anlıyor musun ? O kıza kötülük yapamam." "Sevdalıydın de ğil mi o kıza?" diye soruyor; gözlerinden bir acıma bulutunun geçti ğini görüyorum. "Bo ş ver şimdi..." diyecek oluyorum, sözümü kesiyor. "Bo ş ver deme? Đnsan sevdalısını da öldürür." "Saçmalama, insan sevdi ği birini neden öldürsün ?" "Kıskançlıktan. Bir de..." "Birde?" "El âleme kepaze olmamak için." "Fahri bu yüzden mi kaçırdı Mine'yi?" "Kaçırdı mı ?" Yüzündeki keder perdesi şöyle bir dalgalanıyor sonra yeniden eski koyu dinginli ğine kavu şuyor. "Fahri o kıza hiçbir şey yapmadı." "Nereden biliyorsun ?" "Yapmadı ğını söyledi." "Yalan söylemi ştir." "Fahri yalan söylemez." "Ya sen?" "Ben, o kızca ğızı tanımam bile." "Beni de tanımazdın, ama hiç çekinmeden ate ş ettin." "Sen Fahri'nin dü şmanıydın." "Peki Mine." "O sevdalısıydı." "Fahri bu kızı öldür deseydi..." Đkircimsiz yanıtlıyor sorumu. "Öldürürdüm. Ama böyle bir şey demedi." "Nereden bilece ğiz bunu ?" "Müdüre sor. Kız kayboldu ğunda ben içerideydim." "Fahri bir şeyler anlatmı ştır belki sana." Tuhaf, sözlerim sanki onu hiç etkilemiyor; yüzünde hep aynı yo ğun keder sessizce dinliyor tehditlerimi. "Ne anlatıysa söyledim. Ba şka da bir şey bilmiyorum." "Bak sonra çıkamazsın dı şarı, hiçbir aftan yararlanamazsın." "Ne olacak ki" diyor hiç umursamadan. "Sanki dı şarıda bok ¦ mu var?" Yirmi birinci bölüm Sorgu odasından çıktı ğımda ak şamki karanlık holün gün ı şı ğıyla aydınlanmı ş oldu ğunu görüyorum. Sabaha kar şı basan sisten belliydi havanın böyle güzel olaca ğı. Tahir ile Hikmet kapının solundaki küçük masada kahvaltı yapıyorlar. Beni görünce hemen aya ğa kalkıyorlar: "Buyurun kahvaltı yapalım" diyor Hikmet, yüzündeki saygıyla kaplanmı ş maskeye kar şın bana hiç güven duymadı ğını çok iyi biliyorum. Ben de kendi maskemin ardına gizlenerek: "Biraz ekmek ile peynire hayır demem do ğrusu." Tahir, çeyrek ekme ğin içine peynir keserken, Hikmet de çay koyuyor bo ş bir barda ğa.

Page 105: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Nasıl geçti sorgu ?" diye soruyor Hikmet. "Sorgu iyiydi ama, bir şey çıkmadı" diyorum, uzattı ğı ekme ği alırken. "Herifin sıkı biri oldu ğunu söylüyordu Çanakkaleliler." Ekmekten bir lokma ısırırken, hole bakıyorum, ikisinden ba şka kimse yok. "Çanakkaleliler yok mu?" diyorum, a ğzımdaki lokmayı yuttuktan sonra. "Hâlâ uyuyorlar" diyor Hikmet ba şıyla yukarıyı göstererek. " Đyi yorulmu şlar anla şılan... Haa bu arada sizi yenge aradı. Önemliymi ş. 'Mutlaka arasın' dedi." "Tamam sa ğol, ararım" diyorum. "içerde telefon var" diyor. "Yolda ararım" diyorum. O telefonun güvenli olmadı ğını biliyorum. Tahir'in masanın ucuna koydu ğu çay barda ğından bir yudum aldıktan sonra: 210 "Uyanınca adamı aldıkları yere götürsünler" diyorum. "Ama kutuya sokmasınlar. Sorguda samimiydi." "Söyleriz" diyor Tahir. "Çay da tam kıvamında" diyorum. "Kim demledi?" ^ "Hayri" diyor Hikmet. " Geceden beri ayakta." Kahvaltımı bitirip, evden çıkınca, merdivenlerde dikilip sigaramı yakıyorum. Hayri görmü ş, geliyor. "Gidiyor musun ?" " Đş bitti" diyorum. "Çabuk çözdün desene herifi." "Aslına bakarsan bir şey sakladı ğı yokmu ş." Gün ı şı ğında bu ev daha ho ş görünüyor insanın gözüne. Genç bir ardıç a ğacının gölgesi dü şüyor üstümüze. A ğacın dallarındaki ku şların cıvıltısıyla Hayri'nin yorgun yüzü tam bir kar şıtlık olu şturuyor. "Sen hiç uyumaz mısın ?" " Đş çıkınca uyumam" diyor. "Kimse olmadı ğı zaman yeterince uyuyorum zaten." Bizim burada bulunmamızdan mutluluk duydu ğunu sezinliyorum. Kendini bir kenara atılmı ş, i şe yaramaz biri olarak görmekten kurtuluyor olmalı. Arabaya kadar geçiriyor beni, kapıyı kapatırken soruyor: "Kaseti aldın mı ?" "Ne kaseti?" Bir an duruyor, kırdı ğı potun farkına çabuk varıyor. "Hiiiç" diyor. "Bir hafta önce Bosnalı biri vardı da burada. Onun sorgusuyla karı ştırdım. Ya şlılık i şte." "Önemli de ğil" diyorum. "Ho şça kal, yine görü şürüz." "Görü şürüz" diyor, biraz utanarak. Ford'u çalı ştırıp yola çıkıyorum. Demek amcam sorguyu video kasete aldırmı ş. Hikmet ile Tahir'in neden burada oldukları anla şılıyor. Kaseti alıp, sa ğ salim ona götürecekler. O da izleyecek, karar verecek. Ne ö ğrenece ğini umuyor acaba ? Ne umarsa umsun, onunla u ğra şacak vaktim yok. Hâlâ Mine'yle ilgili en ufak bir ilerleme kaydedemedim. Ba şladı ğım noktada gezinip duruyorum. Ama galiba bu i şin arkasında örgüt yok. Fahri, Mine'yi kıskançlık sonucu kaçırmı ş ya da öldürmü ş olabilir. Belki de Mine karnındaki çocu ğun benden oldu ğunu söylemi ştir. Bunu duyunca çıldırmı ştır. Benim polis oldu ğumu ö ğrendi ğinde bile nasıl da yıkılmı ş herif. Mine de sa ğlam kız ama. Son zamanlarda aramızda geçen onca tatsızlı ğa kar şın yine de gizlemi ş mesle ğimi. Onun hakkında yanılmamı şım demek ki. Belki de Fahri kızın benimle ilgili bir şeyler gizledi ğini sezinledi. Bu durumu da yanlı ş yorumlayarak, Mine'yi bizim için çalı şıyor zannetti. Sinan'ın anlattı ğına göre adam fanatik. Kabul etmek gerekir ki oldukça da cesur. Aklını da cesareti gibi kullandıysa... Antalya'dan bir günlü ğüne Đstanbul'a gelip, kızı ortadan kaldırıp aynı gün geri döndüyse... Belki de Mine'yi yanına, Antalya'ya ça ğırmı ştır. Sonra da Cuma'yı kandırdı. Böylece hem Mine'den intikamını alıyor hem de benden kurtulmayı amaçlıyor. Yine de Cuma bozdu oyunu, beni gördü ğünde heyecanlanmasaydı Fahri amacına ula şmış olacaktı. Evet, evet Fahri... Ba şka bir olasılık... Tek ba şına tatile filan gitmi ş desek, şimdiye kadar çoktan döner ya da haber verirdi. Hadi beni takmadı, Fahri'ye haber verirdi. Hem bu kadar olay oldu, duymaması olanaksız... Ya şu kürtaj olayı. Kızca ğız çocuk aldırırken ba şına bir i ş gelmesin? Yok canım, öyle bir olay olsa kokusu çoktan çıkardı. Hem çocu ğu aldırmak için neden acele etsin

Page 106: Ahmet Ümit -Sis ve gece

ki, henüz bir aylık... Bir de amcamın tezi var. Mine ile babası istihbaratçıymı ş. Đşte bu hiç aklıma yatmıyor... Kendinden korkuyor adam. Teşkilattaki toplantı ne oldu acaba? Dokuzda ba şlayacaktı. Gözlerim saatime kayıyor: 11:21. Ö ğleye kadar sürer rahat. Bakalım ne sonuç çıkacak? Az ilerde bir benzin istasyonu var. Yol sakin iyice sa ğa yana şıp yava şlıyorum. Melike'yi aramalı bakalım ne diyor. Aracımı, istasyonda süper benzin yazan pompanın önüne çekiyorum. Yakla şan görevliye, anahtarları verip "Full" dedikten sonra binanın dı şındaki telefonun ba şına geçiyorum. "Alo ?" Melike sesimi hemen tanıyor. "Alo Sedat sen misin ?" "Benim, Hayrola aramı şsın?" "Nasılsın?" Yaralanma olayından sonra bu kadın da çok üstüme dü şmeye ba şladı. " Đyiyim, iyiyim. Ne oldu?" "Yıldırım Abi'nin hanımı aradı." "Gülseren Abla mı ?" "Evet, Gülseren Abla. Ö ğleye kadar seninle görü şmesi gerekiyormu ş. Çok önemli oldu ğunu söyledi." "Allah Allah, neymi ş acaba?" "Bana bir şey anlatmadı. Ama sesi tela şlıydı." "Tamam canım, ben onu ararım" diyorum. "Ak şama geç kalma, ne oldu ğunu ben de merak ediyorum" diyor. Telefonu kapatıp, Gülseren Abla'nın numarasını çeviriyorum. Me şgul. Gülseren Abla yi ğit kadın, Yılduım'ın ölümünden sonra, ba ğlanan emekli maa şını kabul etmedi. Gerçi paraya da ihtiyaçları yok, ama her kadın yapamaz bunuı. Korkar, çekinir... Beni neden arıyor acaba? Gülseren Abla'yı yeniden arıyorum. Yine meşgul: Çevreye bakmıyorum. Do ğa pırıl pırıl. Sanki kı ş de ğil de bahar. Denizden esen nemli bir rüzgâr saçlarımda, yüzümde geziniyor. A şağıda Büyükçekmece kıyıları görünüyor. Denizde kıyıya yakın seyreden mavi bir yelkenli var. Bir süre bu mavi yelkenliyi izliyorum. Yeniden telefonun tu şlarına dönüyorum. Bu defa çalıyor. "Alo?.. Gülseren Abla?" "Sedat sen misin?" Sesi umutla çınlıyor. "îyi ki aradın." "Benim, hayrola bir şey mi var?" "Hemen konu şmamız gerek." "Ne oldu ki?" "Telefonda anlatamam. Buraya gelmelisin." "Peki hemen geliyorum." Aracıma dönüp, yola çıkıyorum. Yıldınm'ın ailesi Ye şilyurt'ta denize bakan bir apartman dairesinde oturuyorlar. Tek çocukları Mete, Londra'da i şletme dalında master yapıyor. Gülseren Abla yalnız kalıyor evde. Sık sık arayıp sorardım onu. Uzun zamandır u ğrayamadım. Yaralandı ğımda hastaneye gelen ilk ki şilerden biriydi. Ne oldu acaba? Neden böyle yana yana beni arıyor? Đyice yükleniyorum gaza. Kapıda kar şılıyor beni Gülseren Abla. Ev tıpkı bizimki gibi düzenli, tertemiz. Kadınlarımız da birbirine benziyor. Onlara sundu ğumuz ya şamdan olsa gerek. "Kusura bakma seni buraya kadar yordum" diyor içerdeki, küçük odaya geçip, gösterdi ği koltu ğa oturduktan sonra. "Ama senden ba şka akıl danı şacak kimsem yok." "Böyle konu şma Gülseren Abla" diyorum. " Ne zaman bir şeye ihtiyacm olursa..." "Sa ğolasın" diyor. "Yıldırım, seni öz karde şi gibi severdi. Sık sık seni anlatırdı." Ona bakıyorum. Ya şı henüz elli bile de ğil, ama yüzü şimdiden ya şlı bir kadım andırıyor. Bir an onun erken çökmü ş yüzünde Me-like'nin ya şlılı ğını görür gibi oluyorum. Sonra kovuyorum bu dü- 213 şünceleri kafamdan. "Ne yapmam gerekti ğini bilmiyorum" diyerek sürdürüyor, yardım dileyen gözlerini yüzüme dikerek Gülseren Abla. "Bana bir akıl ver."

Page 107: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Yardımcı olmak isterim ama, neler oldu ğunu bilmiyorum ki?" diyorum gülümseyerek. "Bilmiyor musun?" diyor şaşkınlıkla. "Hayır!" "Tuhaf diyor. "Ben de senin etkin olmu ştur, diye dü şünüyordum." "Nede benim etkim olmu ştur?" "Hay Allah, sen hiçbir şey bilmiyormu şsun. Dur şunu ba ştan anlatayım sana. Bu sabah telefon çaldı. Açtım, kibar bir kadın sesi, müste şarın sekreteri oldu ğunu söyledi." "Müste şarın sekreteri mi ?" diyorum inanamamı ş gibi. "Evet yeni müste şarın sekreteri. Ö ğleden sonra saat 15:00'te müste şarın beni ziyaret etmek istedi ğini, zamanımın olup olmadı ğım sordu. Bir süre ne diyece ğimi bilemedim. Sonunda 'Buyursun' dedim. Telefonu kapattıktan sonra içime bir kaygı düştü. Bunca zamandan sonra bu ziyaret de nereden çıkmı ştı ? Mete'yi aradım. O da bir anlam veremedi. 'Sedat Abi'ye sor' dedi. 'Belki o biliyordur. Bize nasıl davranmamız gerekti ğini söyler' dedi." "Ne yazık ki bilmiyorum" diye yineliyorum. "Ama ilginç. Bunca yıl sonra müste şar, Yıldınm'ın evine gelmeye kalkıyor!" Çenemi avucumun içine alıp dü şünüyorum. Yoksa bizim amca haklı mı, gerçekten de onun aya ğını mı kaydınyorlar ? Hiç öyle bir belirti de yoktu. "Belki sizden özür dileyeceklerdir" diyorum. "Biraz geç kalmadılar mı ?" diyor sitemle. "Galiba te şkilat yanlı şını anladı" diyorum. "Kime yararı olacak bunun ?" diyor gözleri dolarak. "Eğer bu davranı şlan içtense, te şkilat için de ülke için de çok iyi olur." "Umurumda bile de ğil. Yıldınm öldükten sonra..." "Öyle söyleme Gülseren Abla" diyorum. "Yıldınm ya şasaydı buna memnun olurdu." Öfkesi geçer gibi oluyor. "Peki ben ne yapmalıyım? Ne söylemeliyim müste şara?" "Bilmiyorum. En azından hemen kar şı çıkmamalısın. Neler olup bitti ğini anlamaya çalı şmak lazım. Birkaç güne kadar durum açıklık kazanır." 214 "Peki" diyor uysalca. "Anlamaya çalı şalım bakalım ne olacak? Ama Yıldırım'ın katillerini de soraca ğım müste şara." "Yakalandıklarını söyleyecek sana. Kâ ğıt üzerinde öyle görünüyor çünkü." "Yalnızca kâ ğıt üzerinde." "Bu gibi olaylarda gerçek, ancak uzun bir ara ştırma sonucu ortaya çıkar. Tabiî gerçek katiller de." "Yani hiçbir zaman yakalanmayacak onlar desene." "Çok zor" diyorum. "Anlamıyorum" diyor. "Bütün olanaklar sizin elinizde. Her tür bilgiye sahipsiniz. Yine de bir arkada şınızın katilini bulmaktan âcizsiniz." "Biraz karı şık, senin sandı ğın kadar basit de ğil Gülseren Abla" diyorum. "Açıklayamayaca ğı bir konu oldu mu Yıldırım da böyle söylerdi." "Ba şka ne söylenebilir ki. Bunları göze alarak girdik mesle ğe." "Tamam ama, yapacak bir şeyler de olmalı" diyor inatçı bir tavırla. "Kocamın katillerini bulmak için ne yaptıklarım soraca ğım müste şara. Katilleri bulmak, onun görevi de ğil mi ?" Yirmi ikinci bölüm Teşkilat binasına geldi ğimde müste şarın sabahki görevini tamamlayıp, aynldı ğmı öğreniyorum. Bana kalsa çok daha önce gelirdim buraya ama, Gülseren Abla'mn ısrarlarına dayanamayarak ö ğle yeme ğini onunla birlikte yemek zorunda kaldım. Onun anlattıklarını dinliyordum, ama aklım te şkilat binasındaki toplantıdaydı. Ne türden bir sonuç çıkacak diye dü şünüyordum. Bizim amcanın mı aya ğını kaydıracaklardı, yoksa Orhan'ın korktu ğu gibi ya şlı kurdun konumu daha da mı sağlamla şacaktı ? Yemekten sonra kahveyi bile beklemeden kaçarcasına çıktım evden. Teşkilat binasımn içi sakin. Görevliler yerinde, odaların kapılan kapalı. Herkes kapalı kapılar ardına de ğerlendirme yapıyor olmalı. Koridorlarda her şey günlük sıradan görünümünde. Yuka-n çıkıyorum, şanslıyım Mustafa büroda. "Merhaba Amirim" diyor beni görünce.

Page 108: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Merhaba, ne var ne yok?" "Sizi Metin Bey aradı" diyor. "Mine'nin babası de ğil mi bu adam?" "Evet, ne söyledi?" "îtalya'daymı ş, ama ak şam uça ğıyla Türkiye'ye geliyormu ş. Ya-nn sabah 10:00'da daha önce görü ştü ğünüz otelde sizi bekleye-cekmi ş. 'Mutlaka gelsin' dedi. Çok önemliymi ş." "Önemli ha! Đtalya'da Selin'in pe şindeydi, bizim bilmedi ğimiz yeni bir bilgi mi edindi acaba?" "Sanmıyorum Amirim. Selin'le bizzat ben iki kez telefonla görü ştüm. Kızca ğızın olan bitenden haberi yok. Olayı bile bizden ö ğrendi." "Metin abartıyor olabilir. Yann anlanz... Hastaneleri dola ştın mı?" diyorum paltomu asarken.. "Dola ştım, ama bir sonuç çıkmadı" diyor. "Kürtaj yapan resmî, özel tam yirmi üç yer gezdim. Hiçbirinin kayıtlarında Mine'nin adı yok. Yetkililer, doktorlar böyle bir kızın kürtaj oldu ğunu hatırlamıyorlar. Hem te şekküllü hastanelerde kürtajın ölümle sonuçlanma olasılı ğı yok denecek kadar azmı ş." Mustafa'nın anlattıkları benim için sürpriz olmuyor. "Toplantıdan haberin var mı ?" "Kimse bir şey söylemiyor ama, herkes memnun." "Herkes kim?" "ismet Bey, Orhan Bey..." "Memnun olduklarını nereden çıkardın ?" "Amcanız ile Orhan Bey'i konu şurlarken gördüm. Oldukça ne şeli görünüyorlardı." Demek uzla şma karan çıktı. Hem amcamı, hem de Orhan'ı memnun etti ğine göre müste şar oldukça yetenekli biri. "Müste şar ne zaman ayrıldı ?" "Gideli bir saati buluyor. Toplantı bitince amcanız, Tahir ile Hikmet'i odasına aldı. Geçerken bizim büroya u ğrayıp size baktılar. Sonra hep birlikte ismet Bey'in odasına gittiler. Az sonra Tahir ile Hikmet çıktılar." "Bir saat kadar sonra da Orhan Bey girdi içeri" diye sürdürüyor sözlerini Mustafa. "Hâlâ da içerde." "içerde oldu ğunu nereden biliyorsun ?" "Yarım saat önce ismet Bey beni ça ğırdı. Üsküdar'daki çatı şmayla ilgili raporunuzu sordu." Bir an hatırlayamıyorum. "Komiser Naci'ye yönelik yargısız infaz suçlamaları..." diye açıklamak gere ği hissediyor Mustafa. "Tamam, anladım" diyorum ba şımı sallayarak. "Amcanız i şte o raporu sordu. Sizin imzanızı bekledi ğini söyledim. 'Sedat gelince raporu imzalayıp bana getirsin' dedi." "Nerede rapor?" "Orada" diyor eliyle masanın üzerini göstererek. "Sumeninizin arasında." Sumenin kapa ğını kaldırıp, üç sayfalık raporu alıyorum. "Olayla ilgili gazetelerde haber çıkıyor mu hâlâ?" "Pek takip edemedim Amirim" diyerek kaçamak bir yanıt veriyor. "Bo ş yere tela şlandı Naci. Neyse biz arkada şlı ğımızı yapalım da" diyerek, Naci'yi suçsuz buldu ğumuzu belirten raporda adımın yazılı oldu ğu bölümü imzalıyorum. Birden Mustafa'nın adının ve imzasının olmadı ğım fark ediyorum. "iyi de, burada senin imzan yok" diyorum. "Ben evin içinde neler oldu ğunu görmedim Amirim" diyor sıkıntılı bir tavırla. "Sizinle birlikte dı şarıdaydım. Yalnızca kaçan iki ki şiye 'Dur' dedi ğinizi, kaçaklar durmayınca da ate ş etti ğinizi gördüm. Oysa bu raporda içerde kar şılıklı çatı şma çıktı ğı yazıyor. Raporu siz yazdı ğınıza göre do ğrudur. Ama ben bu çatı şmanın nasıl ba şladı ğını, önce kimin ate ş etti ğini görmedim. Bu yüzden ayrı bir rapor yazdım ve tanık oldu ğum olayları orada belirttim." Pis korkak, diyorum içimden. Bozuldu ğumu anlıyor. "Yanlı ş bir şey yazmadım" diyor Mustafa. "Raporun bir örne ği de burada, isterseniz siz de okuyabilirsiniz." "Tamam tamam" diyorum, kestirip atarak, "istemez."

Page 109: Ahmet Ümit -Sis ve gece

imzaladı ğım raporu alıp kapıya do ğru yürüyorum. Eminim bu aklı ona, ni şanlısı olan o güzel avukat vermi ştir. Hiçbir açıklama yapmadan çıkıyorum odadan. Keskin Hayri geliyor gözlerimin önüne. Mustafa ile ikisini nasıl kıyaslarsın? Bu yeni ku şakta grup ruhu, birlikte davranma duygusu yok. Yalnızca kendi kıçlarını nasıl kurtaracaklarını dü şünüyorlar. Yann bir gün ba şı sıkı şınca ne yapacak bakalım ? Bu mesle ği bankacılıkla filan karı ştırıyor olmalı. Zamanla anlayacak, ama i ş i şten geçecek. Meslekte sevilmeyen biri olup çıkacak. Belki anlatmak lazım. Anlar mı ki ? Amcamın odasına gidinceye kadar bu dü şünceler geçiyor kafamdan, içeri girdi ğimde, amcam ile Orhan'ı kar şılıklı oturmu ş sohbet ederken buluyorum. Amcamın yüzüne dikkat ediyorum, mutluluk okunuyor. Dünkü tedirginlikten eser yok. "Merhaba" diyorum so ğuk bir tavırla. "Ooo Sedat gel bakalım" diyor amcam. "Nerede kaldın, merak ettik yahu?" Orhan'ın yüzünde de aynı rahatlık, aynı ne şe var. Kadim dost tavırlarıyla: "Nasılsın Sedat" diye soruyor. Yalak herif, sanki dün odamdan onu kovan ben değilim. "Sa ğol" diyorum Orhan'a. Sonra elimdeki raporu amcama uzatarak ekliyorum: "Bunları istemi şsiniz." "iyi ki getirdin" diyor raporu alarak. "Mahkeme yakında, zamanında yollayalım da sorumluluk bizde kalmasın." "Otursana Sedat" diye ekliyor sonra. "Seninle de konu şacaklarım var." Önümdeki bo ş koltu ğa yerle şiyorum. Orhan ne kadar anlayı şlı oldu ğunu göstermek istercesine hızla toparlanıyor. "izninizle ben kalkaca ğım Đsmet Bey" diyor. Amcam ayağa kalkıp Orhan'ın elini sıkıyor. "Hazırlıklarınızı tamamlayın" diyor. "Tamam efendim" diyor Orhan, inançla amcamın gözlerinin içine bakarak. Sinirden gülmemek için kendimi zor tutuyorum. Sonra: "Görü şürüz Sedat" diyerek kapıya do ğru yürüyor. "Toplantı fena geçmemi ş galiba" diye soruyorum yan alaycı bir tavırla amcama. Amcamın gözü Orhan'da, sorumu yanıtlamıyor. Ancak o çıktıktan sonra anlatıyor. "Korktu ğum gibi olmadı" diyor. "Yeni müste şar oldukça becerikli bir adam. Teşkilatın sorunlarını iyi biliyor. Bu toplantıyı çok daha önceden yapacakmı ş, ama te şkilatı tanımak istemi ş. Birkaç aydır konu üzerinde çalı şıyormu ş." "Nasıl bir karar çıktı toplantıdan ?" "Birlik. Te şkilat içinde ayrılıklara, grupla şmalara son." "Daha önceki tartı şmalar, çatı şmalar?" "Hepsini unutaca ğız. 'Dünyanın, ülkenin bulundu ğu şu kritik a şamada, önce te şkilatın içinde birli ği sa ğlamamız gerekir' dedi müste şar. 'Devletin istihbarat örgütü böyle bir zamanda birli ğini koruyamazsa, ülkesi için nasıl çalı şabilir' dedi. Yürekten katıldım müste şarın sözlerine... Bu arada sevinece ğin iki haber var. Yıldırımla ilgili övücü sözler söyledi. Te şkilat eski yaraları sarmak istiyor. Galiba ö ğleden sonra Yıldırım'ın karısını ziyaret edeceklermi ş." "Te şkilat özür diliyor ha ?" diyorum buruk bir yüz ifadesiyle. "Biraz geç de ğil mi?" "Ne gerekiyorsa yapılacak. Yanlı şlar telafi edilecek." "Yıldırım'ın katilleri de bulunacak mı ?" "Sorun çıkarma. O i ş çoktan bitti... Hem laf aramızda, kaç ki şi severdi Yıldırım'ı şu te şkilatta? Dört ya da be ş ki şi. Neden? Çünkü insanların kuyusunu kazmaya çalı şırdı, iyi adamdı, yi ğit adamdı, ama biraz paranoyaktı. Te şkilat içi operasyonlar düzenleyip dururdu. Eee ne demi ş atalarımız, çalma elin kapısını, çalarlar kapım... Ama bunların hepsi geçmi şte kaldı. Artık te şkilat içi operasyona izin verilmeyecek. Bizzat müste şar söz verdi... Anlıyor musun yeni bir dönem ba şlıyor" sonra kurnazca göz kırpıyor bana. "Sen de şikâyet etti ğin görevlerden alınıp daha aktif i şlerde istihdam edileceksin" diyor, "isteklerin gerçekle şecek." "Önce Mine'yi bulmam gerek" diyorum. Anlatıkları kar şısında kayıtsız kalmam canını sıkıyor. Arkasına yaslanıyor, bir süre dü şünceli gözlerle beni süzdükten sonra:

Page 110: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Doğrusunu söylemek gerekirse, yanıldı ğımı kabul etmeliyim" diyor. "Sen haklıydın. Bu kızı öldürdüler." "inanamıyorum" diyorum ba şımı sallayarak. "Yılların istihbaratçısı, bir sorgu bandı izliyor, hem de o sorguda do ğru dürüst hiçbir kanıt yokken görü şünden vazgeçiyor." Amcam hazırlıksız yakalanmanın tedirginli ği içinde: "Bandı izledi ğimi nereden biliyorsun ?" diye soruyor. "Adamlarına daha dikkatli çalı şmalarını söylemelisin" diyorum kendimden emin bir tavırla. "Hele hiç güvenmedi ğin birine kar şı çok daha titiz davranmalılar." "Bunu güvensizlik olarak alma" diyor pi şkin bir tavırla. "Neler olup bitti ğini başka kaynaktan da ö ğrenmek istedim." "Ba şından beri ba şka: kaynakları kullanıyorsun zaten." "Doğru. Ama iyi ki de böyle yapmı şım. Aslına bakarsan dü şüncemi de ği ştirmemde Cuma'mn sorgusu de ğil Almanya'daki ara ştırmanın sonuçlan etkili oldu. Almanya'da Metin hakkında istihbarat yaptırdım. Adam da kızı da temiz çıktı." "Yani ajan de ğiller miymi ş ?" diyorum gülerek. "Gülmen için bir neden yok" diyor sinirli bir tavırla. "Her olasılık yanılma payını içinde ta şır." "Neyse. Yanılmı ş oldu ğunuzu anlamanız da önemli. Ama kız hâlâ ortada yok. Ve ben onu bulmadan, yeni bir görev istemiyorum." "Duygusal davranıyorsun. Anla şıldı ğı kadarıyla kızın kaybolmasında örgüt parma ğı filan da yok. Olay Fahri'nin i şi gibi. Kızı öldürüp, bir yere gömdüyse nasıl bulacaksın ?" "Bilmiyorum. Ama bu dosyayı kapatmayaca ğım." "Bence kapatmalısın. Yalnızca bu dosyayı de ğil, bütün geçmi şi kapatmalısın, farkında de ğil misin te şkilatta yepyeni bir dönem ba şlıyor, sen de kendine beyaz bir sayfa açmalısın." "Bu beni fazla ilgilendirmiyor. O kızı bulmadan ya da ba şına her ne geldiyse öğrenmeden i şe ba şlayamam." "Bak, olayı ben de senin kadar izledim. Elinde bir şey kalmadı. Kızı nerede ara ştıracaksın, kime soracaksın ?" "Birilerini bulaca ğım. Gerekirse soru şturmaya ba ştan ba şlayaca ğım." Amcam öfkeyle yüzüme bakıyor. "Hep sorun çıkarırsın de ğil mi? Hiç oluruna gitmezsin." "Bu i ş kendime duydu ğum saygıyla ilgili." "Kendine birazcık saygı duysaydm, karına çocuklarına bunu yapmazdın." "Karımı çocuklarımı bu i şe karı ştırma." "Sen karı ştırmı şsın zaten. Hem unutma ben amcanım." "Hatırlatmana gerek yok. Henüz aklımı yitirmedim." "Bence yitirmi şsin, yoksa yeni görevini reddetmezdin." "Meraklısı çoktur" diyorum. "Orhan'a verin. Böyle iyi bir görev yabancıya gitmemi ş olur." Sözlerim amcamı zıvanadan çıkartmaya yetiyor. "Allah belanı versin!" diyerek bağınyor. "Bu i şi sen açtın ba şımıza. Ben ise kapatmaya çalı şıyorum. Hâlâ yangına körükle gidiyorsun." "Ne yapayım ben böyleyim, i şine gelmiyorsa silersin san defterinden." "Sildim zaten. Ne halin varsa gör. Ama sıkı şırsan, sakın bana gelme." "Merak etme" diyorum, odadan çıkmak için aya ğa kalkarken. "Gelmem." Yirmi üçüncü bölüm Büyük Londra Oteli'ne bulu şma saatinden on dakika önce geliyorum. Kapıdan girer girmez, gözlerim lobiyi tarıyor. Metin'i göremiyorum henüz inmemi ş. Arkadan çatal bıçak sesleri geliyor. Belki de kahvaltı ediyordur. Soran bakı şlarla beni izleyen resepsiyondaki görevliye Metin Bey'i soruyorum. "Adınız Sedat mı ?" diyor adam. "Evet" yanıtı alınca, "Metin Bey sizi odasında bekliyor" diyor. "Üçüncü kat, otuz dokuz numara." Metin'in neden lobiye inmedi ğine biraz şaşarak, ama çok da önemsemeyerek, kırmızı bir halıyla kaplanmı ş geni ş merdivenleri tırmanmaya ba şlıyorum. Otuz dokuz numaralı odanın önüne geldi ğimde, bej renkli kapı kendili ğinden açılıyor. Kapının arasından Metin Bey'in yüzü görünüyor. Beni görünce bakı şlanndaki ürkeklik da ğılıyor, kapıyı rahatça açarak: "Buyrun, içeri girin" diyor.

Page 111: Ahmet Ümit -Sis ve gece

Metin'in davranı şlanna pek anlam veremeyerek giriyorum odaya. Dı şarıdan görüldü ğünden daha darmı ş içerisi, ama kar şımdaki duvar oldu ğu gibi pencere. Odanın ortasındaki yata ğa do ğru ilerleyince, pencerenin Halic'e baktı ğını fark ediyorum. Nereye oturabilirim, diye bakımrken Metin kapıyı kilitleyip yanıma geliyor. "Buyurun, pencerenin önündeki şu koltu ğa oturun" diyor. "Ben de aynanın önündeki iskemleyi alınm." Gösterdi ği koltu ğa oturmadan önce bir süre yine Halic'e bakıyorum. Metin iskemlesini alıp kar şıma oturuyor. "Odanızın manzarası güzelmi ş" diyorum. Şöyle bir bakıyor pencereden: i im. "Denizden çok göle benziyor" diyor. Söyledikleri do ğru, üst üste yı ğılmı ş binalar yüzünden Halic'in alt ve üst yanlarını göremiyoruz; deniz olamayacak kadar küçük bir su kitlesi var kar şımızda. "Yine de güzel" diyorum. "Haklısınız" diye geçi ştirerek konuya giriyor. "Sizi buraya ça ğırdı ğım için kusura bakmayın" diyor. "Odamda konu şmamızın daha güvenli olaca ğını dü şündüm." "Korkacak ne var ki?" diyorum şaşırmı ş bir halde. "Beni izliyorlar" diyor. "Pe şime adam takmı şlar..." Amcamın adamları olmalı, onu sakinle ştirmeliyim. "Yanılmı ş olmayasınız, sizi neden izlesinler ki ?" "Yanılmıyorum, çünkü onlarla kar şıla ştım. Selinle konu şurken beni tehdit ettiler." "Selin'i de mi izliyorlar ? Ailesinin yanında de ğil mi ?" "Ailesinin yanında ama, güvenlik altında tutuluyor. Benimle konu şmasına bile izin vermediler. Kızca ğızla iki laf edene kadar yapmadı ğım cambazlık kalmadı. Önce elçili ğe gidip, babasıyla görü ştüm. Raif Bey, elçilikte önemli bir adam, hep me şgul. Yine de sa ğ olsun zaman ayırıp beni dinledi. Mine'nin kaybolmasından büyük üzüntü duydu ğunu söyledi. 'Ama' dedi, 'Selin'in konuyla ilgili hiçbir bilgisi yok. Ne biliyorsa polise anlattı. Selin, çok hassastır. Konu açılınca etkileniyor, yemek yemiyor, anlamsız korkulara kapılıyor. Psikolojik sorunlar çıkacak diye kaygılanıyorum. Bu yüzden belki de onu bu yıl okula bile yollamayaca ğım.' Yalnızca bir iki soru soraca ğımı söyledim. 'Kusura bakmayın ama olmaz' dedi. Allah'tan, akıl edip Mine'nin not defterinden Selin'in italya'da-ki ev adresini almı ştım. Almanca'yla çat pat anlatarak, zar zor da olsa evi buldum. Evin çevresinde dola şmaya ba şladım. Bir yandan da insanların dikkatini çekece ğim, beni hırsız sanıp yakalayacaklar diye ödüm kopuyor. Sonunda bekledi ğim fırsat elime geçti. Ö ğleden sonra Selin, kani ş cinsi bir köpekle dı şan çıktı. Hemen yanına yakla ştım." "Onu önceden tanıyor muydunuz ?" diye soruyorum sözünü keserek. "Geçen yaz Mine'yle birlikte Almanya'ya geldiler. O da beni tanır. Biraz da bu tanı şıklıktan cesaret alarak, konu şmak istiyorum-dum kızla. 'Merhaba Selin' dedim. Kızca ğız önce tanıyamadı, çekindi. 'Korkma' dedim. 'Ben Metin. Mine'nin babası.' Tanıyınca gözleri doldu, neredeyse a ğlayacak. 223 'Çok üzgünüm Metin Amca' dedi. 'Mine'ye ne oldu Selin, nerede bu kız ?' diye sordum. Bakı şlarını kaçırdı. 'Ben bir şey bilmiyorum' dedi. 'Sen onun en yakın arkada şıydın, ayrılmadan önce ne yapıyordu, bir yere gidece ğini filan söyledi mi sana?' 'Bilmiyorum' dedi sanki benden kaçmak ister gibi bir hali vardı. O zaman anladım ki Selin bir şeyler saklıyor. 'Bak Selin, sana hiçbir zarar gelmeyecek. Konu ştu ğumuzu kimseye söylemeyece ğim, ne olur bildiklerini gizleme' dedim.

Page 112: Ahmet Ümit -Sis ve gece

Bir an yüzüme baktı. 'Bir şey var, ama emin de ğilim' dedi. 'Neymi ş' dedim 'Mine hamileydi' dedi yüzü kızararak. 'Hamile mi?!' dedim hayretler içinde kalarak... Dü şünebiliyor musunuz Sedat Bey! Yirmr ya şlarında bir kız, henüz evlenmemi ş, ni şanlı bile de ğil, ama hamile. Almanları kınardık, Türkiye'nin de hiç farkı kalmamı ş Almanya'dan..." Sanki benim bir şeyler söylememi beklemi ş gibi bir süre susuyor. Ama benden yanıt alamayınca devam ediyor öyküsüne. " Đnanamadım tabiî. 'Emin misin kızım ?' diye sordum. 'Mine söyledi' dedi Selin. 'Çocuk Fahri'den miymi ş?' diye sordum bunun üzerine." Bunları anlatarak bir yerlere mi varmaya çalı şıyor Metin ? Dikkatle yüzüne bakıyorum, ama beni suçladı ğına ili şkin hiçbir belirti göremiyorum. "Selin çocu ğun Fahri'den olmadı ğını söyledi. Ba şka bir sevgilisi varmı ş. Bir ay kadar önce ayrılmı ş. Çocuk ondanmı ş. Şu hale bakın bir ay önce ba şka bir sevgili. Anne, anne de ğil ki ilgilensin kızıyla. Ben de pek masum sayılmam tabiî..." "Kimmi ş bu adam ?" diyorum sahte bir merakla. "Tanımadı ğını söyledi" diyor Metin. "Ama bence tanıyordu. Onu korkutmaktan çekindi ğim için çok üzerine gitmedim. Belki diyorum, bu adam kıskançlıkla bir zarar vermi ş olabilir Mine'ye. Kızı kaçırıp bir yerde saklıyor da olabilir." "Adam hakkında Selin ne söyledi?" "Adamın Mine'ye bir kötülük yapaca ğmı sanmıyormu ş. Mine de hiçbir zaman kötü söz etmemi ş adam hakkında. Selin ba şka bir ihtimalden söz etti. 'Mine kürtaj olacaktı' dedi. 'Belki kaybolması bu kürtajla ilgili olabilir. Aslında Türkiye'de kürtaj olmayı dü şünmüyordu. Ama ben Đstanbul'dan ayrılaca ğım gün telefon etti. Ö ğleden sonra havaalanına beni yolcu etmeye gelecekti. Kanamam var, doktora gidece ğim, dedi. Nereye gideceksin? diye sordum. Zeynep Kâmil'de Fahri'nin Gülizar adında hem şire bir arkada şı var. Onu aradım. Hemen gel, dedi. Salih diye bir kadın do ğumcu varmı ş, i şinin uzmanıymı ş seni ona gösterelim, dedi. Fahri de yanında de ğil, istersen yolculu ğumu erteleyeyim, dedim. Önemli bir şey oldu ğunu sanmıyorum, belki önemsiz bir kanamadır, dedi. italya'dan geç saatlerde Mine'yi aradım. Ne şeyle açtı telefonumu. Hastaneye gitti ğini, ama Salih Bey'i bulamadıklarını, Güli-zar'ın onu ba şka bir doktora götürdü ğünü söyledi. Doktor bakmı ş, Önemli bir şey yok, demi ş. A ğır i şler yapmamasını, eve gidip dinlenmesini söylemi ş. Ama bir geli şme olursa gecikmeden gel, demi ş. Zaten kanama da kesilmi ş. Bunları duyunca rahatladım. Bir gün sonra aradı ğımda Mine evde yoktu. Sonra kayboldu ğunu ö ğrendim. Zayıf olasılık ama, acaba diyorum yine kanaması filan oldu da hastaneye mi gitti ? Orada rahatsızlandı da...' 'Olabilir' dedim Selin'e. Hem şire ile doktorun ismini aldım. Ama benim asıl niyetim eski sevgilisinin adını ö ğrenmek. Kızı ürkütmeden nasıl sorarım diye düşünürken, birden ayaklarımın yerden kesildi ğini hissettim. Baktım irikıyım iki adam kollarımdan tuttukları gibi beni havaya kaldırmı şlar. 'Niye rahatsız ediyorsun, küçükhanımı ?' diyerek beni yandaki duvara yapı ştırdılar. Selin, 'Bırakın onu, bana bir şey yapmadı' dedi de öyle yere indirdiler. 'Bir daha da buralarda görünme' dediler. Çaresiz uzakla ştım oradan. Ne dersiniz, bu hem şire ile doktorun ismi i şimize yarar mı ?" "Hem de çok" diyorum. "Mine'nin hamile oldu ğunu biz de ö ğrenmi ştik, ama hangi hastaneye gitti ğini bilmiyorduk. Bunları ö ğrenmeniz iyi olmu ş. Benim asıl merak etti ğim Selin'in bunu polise neden söylemedi ği." "Çok korkmu ş kızca ğız" diyor Metin. "Biraz da ailesi abartıyor. Mine'nin kaybolmasının ardından, Fahri de ölünce aile iyice paniklemi ş. Fahri anar şistmi ş ya, kızlarını yasadı şı i şlere bula şmış olmasından çekiniyorlar. Türkiye'den de birileri öyle şeyler söylemi ş galiba. Babası çok nüfuzlu bir adam. Burada bile peşime adam takmı ş olabilir." "Sanmıyorum, o yalnızca kızını korumaya çalı şıyor. Bunu da en iyi Đtalya'da yapabilir. Onun için de kızını Türkiye'ye yollamı-yor ya. Rahat olun, burada kimse sizi izlemez."

Page 113: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Bu adamı bulabilecek miyiz ?" diye soruyor. "Hangi adamı ?" diye soruyorum anlamazlı ğa vurarak. "Eski sevgilisini canım." "Ara ştıraca ğız" diyorum. "Ama öncelikle Zeynep Kâmil'deki şu Salih adındaki doktorla görü şmek istiyorum. "Sizinle gelebilir miyim ?" diyor. "Maalesef bu imkânsız. Ara ştırmalarımıza sivilleri katamayız. Siz zaten yeterince yardımcı oldunuz. Sa ğolun." "Bu benim meselem. Kızımı bulmalıyım..." Bir an susup yüzüme bakıyor. "Size bir şey sormak istiyorum. Kayıp aileleri bir araya gelip, dernek kurmu şlar. Çocuklarının bulunması için hafta sonları Galatasaray Lisesi'nin önünde toplanıyorlarmı ş. Mine'nin resmini ço ğaltıp ben de onlara katılsam, diyorum." "Kim önerdi size bunu ?" diye soruyorum ku şkuyla. "Hiç kimse" diyor. "Gazetede okudum." "Bir yaran olaca ğını sanmıyorum. Hem onların ço ğu siyasî faaliyetler. Devletin teröre kar şı politikasını karalamak için yasadı şı örgütlerin düzenledi ği amaçlı eylemler. Bence beklemelisiniz." " Şu ana kadar beklemekten ba şka bir şey yapmadım ki. Ama hiçbir geli şme de olmadı" diyor. "Sabırlı olmalısınız" diyorum. "Bu i şler sanıldı ğından daha zordur." Yirmi dördüncü bölüm Koridorları, kadın hastaların sesleriyle u ğuldayan hastanenin içinde Doktor Salih Kemer'i bulmak, sandı ğım kadar zor olmuyor. Sordu ğum ya şlı hastabakıcı, Salih Bey'in ikinci katta, soldan üçüncü odada hâsta kabul etti ğini söylüyor. Anla şılan oldukça tanınan biri bu Doktor Salih. Muayene yaptı ğı odaya geldi ğimde içerisinin de tıpkı koridor gibi tıklım tıklım hastalarla dolu oldu ğunu görüyorum. Beklemeye kalksam, belki de ak şama kadar görü şemeyeceğini adamla. Asık bir suratla, gelen hastaların kayıtlarını yapan genç hem şireye yakla şıyorum. Kimlik kartımı göstererek: "Ben Emniyet'ten geliyorum" diyorum. "Doktor Bey'le çok önemli bir konu görü şece ğim." Genç hem şire, bolca sürdü ğü rimelden neredeyse birbirine yapı şmış kirpiklerim güçlükle kırparak, sen de nereden çıktın der-cesine sıkıntıyla yüzüme bakıyor. "Doktor Bey'e sormam gerek" diyor. "O zaman sor" diyorum. "Ama çok önemli oldu ğunu da eklemeyi unutma." Hemşire içeri giriyor. Kadın hastalar kötü kötü bana bakıyor. Aldırmıyorum. Onların arasında saatlerce beklemeyi göze alamam do ğrusu. "Sizin de mi hastanız var ?" diyor, masanın yanında oturan orta ya şlı, zayıf bir kadm. "Hayır benim hastam yok, Doktor Bey'le ba şka bir konu konu şaca ğım. Merak etmeyin uzun sürmez." "Böyle i şler mesai saatleri dı şında yapılmalı. Ne haklan var zamanımızı almaya" diyor kalabalı ğın arasından biri. Duymazlı ğa vuruyorum. Ama kalabalı ğın içinde homurtular artıyor. Neyse ki fazla beklemeden hem şire kız çıkıyor: "Doktor Bey sizi bekliyor" diyor. Đçerdeki hasta çıkarken giriyorum içeri. Arkamdan kalabalı ğın homurtusu artıyor. Hemşirenin onlara ters ters bir şeyler söyledi ğini i şitiyorum. Küçük bir masanın arkasında oturuyor Doktor Salih. Kırk ya şlarında atletik vücutlu, yakı şıklı bir adam. Oldukça yorgun görünüyor. Meraklı bakı şlarını yüzüme dikerek: "Nasıl yardımcı olabilirim ?" diye soruyor. "Bir hasta hakkında bilgi alacaktım" diyorum. Gerginle şir gibi oluyor. "Kimli ğinizi görebilir miyim?" Cüzdanımı uzatıyorum, kayıtsızca baktıktan sonra: "Buyurun oturun" diyor. "Bu ki şi benim hastam mı?" "Ondan emin de ğilim. Adı Mine..." "Kayıtlara bakalım" diyor. "Adı kayıtlarda olmayabilir" diyorum. "Gülizar admda bir hem şire aracılı ğıyla gelmi ş."

Page 114: Ahmet Ümit -Sis ve gece

Doktorun yüzünün de ği şti ğini görüyorum. "Bir şey mi oldu?" diyorum. "Ne zaman gelmi ş bu hasta?" diyor so ğuk bir tavırla. "Bir ay önce falan olmalı. Niye sordunuz ?" "Gülizar Hem şire öldü" diyor. "Bunu bilmeniz gerekir." "Bilmem mi gerekir, neden?" "Onu güvenlik güçleri vurdu çünkü." "Polisler mi?" "Evet, Üsküdar'da evine yapılan baskında öldürüldü." Vay canına, diyorum kendi kendime. Nasıl da unuttum. Orada ölen hem şirenin adı da Gülizar'dı. "Olayı hatırlıyorum" diyorum kibar bir tavırla. "Ölen hem şirenin, Gülizar Hanım oldu ğunu bilmiyordum. Mine o ölmeden önce gelmi ş olmalı. Bakın şu resimdeki kız" diyerek cüzdanımdan çıkardı ğım foto ğrafı uzatıyorum. Doktor foto ğrafı alıyor. Dikkatle bakıyor. "Onu gördüm" diyor emin bir tavırla. "Gülizar getirdi. Belki de onun için bu kadar net hatırlıyorum. Çünkü Gülizar bu kızın geldi ği günün ak şamı öldürüldü." "Emin misiniz, bu kızın size geldi ği ak şam mı?" "Kesinlikle o ak şam. Çok iyi hatırlıyorum. Mesai saatimiz neredeyse bitmek üzeriydi. Kız hamileymi ş, kanaması vardı. Bir gün önce yine gelmi ş. Ben yoktum bir ba şka arkada ş bakmı ş. Önem- 229 li bir şey olmadı ğını söylemi ş. Ertesi gün de kanama sürünce, yine hastaneye gelmi ş. Ben de baktım. Kanama çok de ğil, ama dü şükten korktum. 'Çocu ğu alalım, garanti olur' dedim. Bir hafta sonra Almanya'ya gidece ğini, orada kürtaj yaptırmak istedi ğini söyledi. Türkiye'de kürtaj olma konusunda içi rahat değildi. Kritik bir durum olmadı ğı için fazla zorlamadım. 'Yarına kadar bekleyelim. Kanama devam ederse çocu ğu alırız' dedim. Kabul etti. Kanaması durmuş olmalı ki ertesi gün gelmedi. O gün Gülizar'ın ölüm haberini aldık..." Selin'in Metin'e söyledikleri geliyor aklıma. "Ertesi gün aradı ğımda Mine'yi evde bulamadım." Ertesi gün dedi ği Mine'nin ikinci kez hastaneye gelip, bu doktorla görü ştü ğü gün. Yani Üsküdar'daki eve baskının düzenlendi ği, Gülizar'ın öldürüldü ğü gün. "Aman Allahım" diyorum kendi kendime. Yoksa Mine de o ak şam Gülizar'ın evinde miydi ? Bu çılgın dü şünceyi hemen kovuyorum kafamdan. Yok Canım Mine "neden o eve gitsin ki? "Gülizar'ı öldürenler telafisi olanaksız bir yanlı ş yaptılar" diyor, Doktor Salih, benim tedirginli ğimden habersiz. "O terörist de ğildi. Bir ara içeri girmi ş çıkmı ş. Hepsi bu." Vicdanî duygulan uyanıp, hem şiresine yapılan geri dönü şü olamayan yanlı şlı ğın acısını, kinayeli sözlerle benden çıkarmaya çalı şan doktorun söyledikleri bir kula ğımdan girip ötekinden çıkıyor. Ya Gülizar, "Kanaman artabilir, bu gece bende kal" dediyse! Böyle bir teklifi kabul edece ğini sanmıyorum. Yabancı birinin evinde kalmaktan ho şlanmaz Mine. Ama sağlı ğı konusunda da çok titizdir. Ya o da bu kritik geceyi tek ba şına geçirmeyi göze alamadıysa, bir hem şirenin yanında kalmanın daha iyi olaca ğını dü şündüyse. Hem ev hastaneye de yakın. "Gülizar kimseyi öldürmemi ş, yaralamamı ş" diye sürdürüyor yakınmasını doktor. "Aksine dünyaya sa ğlıklı çocuklar gelsin diye u ğra şan biriydi o." Peki evde teröristlerin oldu ğunu bilmiyor mu Gülizar? Naci'nin söyledi ğine göre teröristler eve ak şamüstü girmi ş. Yani eve gidene kadar Gülizar'ın onlardan haberi yok. Belki de var. E ğer varsa Mine'yi ça ğırmamı ştır eve. "Teröristleri saklamanın cezası ölüm de ğildir" diyen doktorun sesiyle da ğılır gibi oluyor karabasanım. " Đnsanları öldürmeden ele geçirmenin bir yolu olmalı." Belki de ayrı ayrı gittiklerini görmü ştür doktor diye dü şünüyorum, bu kaygı verici olasılıktan kurtulmak için. 230 "Hastaneden birlikte mi çıkmı şlardı ?" diyorum tedirgin bir sesle. Ama doktor benim bekledi ğim yanıtı vermiyor. Yüzündeki öfkenin da ğıldı ğını, kaygıyla bana baktı ğını görüyorum. "Neyiniz var, yüzünüz sapsarı olmu ş" diyor. "Size bir bardak su vereyim."

Page 115: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Sa ğolun istemem" diyorum. "Siz yalnızca birlikte çıkıp çıkmadıklarını söyleyin." Düşünmeye çalı şıyor. "Mesai saati sona ermek üzereydi. Belki de yanılıyorum, ama Gülizar ile kız konu şarak dı şarı çıktılar." "Eyvah" diyorum mırıldanarak. "Mine o gece Gülizar'daydı." "Ne söylediniz ?" diyor doktor. "Hiiç" diyorum. "Benim gitmem gerek." Aniden kalkı şıma anlam veremeyen doktor, şaşkın gözlerle beni süzüyor. Kapıdan çıkarken, hem şirenin benden sonraki hastanın adını söyledi ğini i şitiyorum. Bu kadmlar kalabalı ğından kurtulmalıyım. Hızla kapıya do ğru atılıyorum. Aklım Üsküdar'da bir ay önceki o baskın gecesinde. Görüntüler şaşırtıcı bir netlikle biçimleniyor belle ğimde. Evi, pencerelerinden arka bahçedeki karanlı ğa dü şen beyaz ı şık altında ko şan iki gölgeyi yeniden görür gibi oluyorum. "Önüne baksana be adam" diyor koridorda çarpı ştı ğım tombulca bir kadın. Bu olay yalnızca bir an bölüyor dü şüncelerimi sonra yeniden o geceye, karanlıkta ko şan iki gölgeye dönüyorum. Bahçenin alt kö şesinde dikiliyoruz. Yanımda Mustafa var. Đkide bir eline hohlayıp durdu ğuna göre hava so ğuk. Canım sigara içmek istiyor, ama bunu yapamam. Ba şımı kaldırıp pencerelerinden dı şarıya beyaz bir ı şı ğın yayıldı ğı evin solgun görüntüsüne bakıyorum. Ortalık sessiz. Bakı şlarımı pencerelerden alırken fark ediyorum ilk gölgeyi, ilerdeki a ğacın arkasından hızla geçiyor. Ardından bir tane daha. Elim silahıma uzanıyor. Mustafa'ya yere yatmasını söylüyorum... Gölgeler karanlıkta hayaletler gibi uçu şuyor. Parma ğım tabancanın teti ğine dokunuyor. Üç el silah sesi, sonra iki tane daha. Kar şılık veriyorlar. Karanlıktan üzerimize kur şun ya ğıyor. Mustafa'yla sindi ğimiz delikten ba şımızı kaldı-ramıyoruz bir süre. Bu arada evin içinden de silah sesleri gelmeye başlıyor. Do ğrulup gölgelerin pe şine takıldı ğımızda, onların çoktan sırra kadem bastıklarını görüyoruz, içlerinden birini vur- 231 duğumu çok sonra yerdeki kan lekelerinden anlayaca ğız. O kan lekeleri Mine'ye ait olabilir mi? ... Hastanenin kapısından çıkınca nemli bir rüzgâr yalıyor yüzümü. Đnceden bir yağmur ba şlamı ş. Ya ğmurun altında yürümek ho şuma gidiyor. Yüzüme dü şen damlaların kulaklanmdaki u ğultuyu azaltaca ğına ili şkin tuhaf bir dü şünceye kapılıyorum, bu yüzden arabaya kadar olan yolu elimden geldi ğince uzatmak istiyorum. Arabaya girip bir sigara yakıyorum. Kafamı toparlamaya çalı şıyorum, ama olmuyor, o geceye ait anılar birbiri ardınca sökün ediyor belle ğimde. O gece benim vurdu ğum ki şi bulunamadı. Oysa birlikte kaçtıkları arkada şı iki gün sonra Balmumcu'da bir apartmanda ölü ele geçirilmi şti... Bu hiçbir şeyi kanıtlamaz ki, ayrı ayrı evlerde saklanmayı seçmi şlerdir. Polis birinin yerini saptamı ş, ötekininkini bulamamı ş olabilir... O da yarası iyile şene kadar bir yerlerde saklanmı ştır... Ya öldüyse? Ölseydi mutlaka cesedi bulunurdu. Bo ş yere cesedi niye saklasınlar. Aksine ölüyü propaganda malzemesi olarak kullanırlardı... Ölen Mine'yse? Önce sakin olmalıyım, diyorum kendi kendime. Olanları so ğukkanlılıkla düşünmeliyim, sanki o gece ate ş eden ki şi ben de- ğilmi şim gibi. Başından ba şlayalım. Mine, o eve gitmi ş olabilir mi ? Gitti ğini varsayalım. Ama evdeki kalabalı ğı görünce vazgeçmi ştir kalmaktan. Oradakilerden biri onu taksiye kadar götürmek istemi ştir... Hayır bu mantıklı de ğil, o sırada polisi fark etmi şlerdir. Evin arkasındaki geçitten çıkmalarının bir nedeni olmalı. Yoksa neden ön kapıyı kullanmasınlar ? Evet bu daha akla yatkın. Sonra. Onları kaçarken ben görüyorum. Ate ş ediyorum. Mine vuruluyor. Ama yürüyebiliyor, hatta ko şabiliyor ki bahçeden hızla uzakla şabiliyorlar. Sonra bir arabaya biniyorlar. Oradan hızla uzakla şıyorlar. Peki Mine'nin yarası kanamıyor mu? Öyle bir yerden vuruldu ki fazla kan akmıyor, diyelim. Böyle yaralanmalarla çok kar şıla ştık. Adam kızı bir hastaneye bırakmak istemez mi ? Çünkü Mine örgütten biri de ğil, üstelik polisten gizlenmesine de gerek yok... Belki de Mine korkmu ş hastaneye gitmek istememi ştir. O zaman nereye gitmek ister? Beni

Page 116: Ahmet Ümit -Sis ve gece

arayabilirdi! Ya ona ate ş ederken beni gördüyse? Onu bilerek öldürmek istedi ğimi sandıy-sa? Böyle bir şey dü şünür mü? Kur şunlan onun üstüne bo şaltırken gördüyse neden dü şünmesin ? Kim bilir ne kadar korkmu ştur? Bir zamanlar â şık oldu ğu adam onu öldürmeye çalı şıyor. Üstelik en son görü şmemizde oldukça sert davranmı ştım ona... Ya- p^ i nındaki adam, Mine'yi örgüt evlerinden birine götürmü ş olmasın. Sanmam. Neden onun sorumlulu ğunu üstüne alsın ki ? Yarın bir gün kızın yakalanıp evin yerini söylemeyece ği ne malum ? O durumda kıza nereye gidece ğini sormu ş olması gerekir. Peki, Mine nereye gitmeyi ister ? Annesinin yanına. Ama benim o apartmanda oturdu ğumu biliyor. E ğer paniklemi şse, korkusu oraya gitmesine engel olabilir. Kendi evine gitmeyi istemez mi? Madam'ın yardım edece ğini dü şünebilir. Ama gitmemi ş i şte... Belki de adam, kızı güvenilir bir eve götürmeyi göze aldı. Kızı eve sokunca da, orada kalanlar bu duruma çok bozuldular. Mi-ne'yi tedavi ettiler, ama güvenmedikleri için de onu serbest bırakmadılar, evde tutmayı seçtiler. Ve Mine hâlâ orada hapis! Neden olmasın, akla yakın görünüyor. Bir ba şka olasılık ise Mine'nin ölmü ş olması. Öyleyse ceset nerede ? Örgüt bir yere gömmü ştür. Bunu neden yapsınlar ki ? Arkada şlarını gizlemek için, ama onların hepsi öldü, kimi gizleyecekler ? E ğer Mine ellerinde ölmü ş olsaydı, bir bildiriyle birlikte cesedini uygun bir yere bırakır, polisin yargısız infaz yaptı ğını söylerlerdi. Hayır, Mine o eve girdiyse bile ölmü ş olması zayıf olasılık. Demek ki ya şadı ğını hâlâ ümit edebilirim. Ama ne kadar süre? Birden, başka bir olasılık geliyor aklıma. E ğer Mine bir örgüt evinde ahkonuluyorsa, polisin bir ba şka operasyonunda terörist sanılarak öldürülmesi i şten bile de ğil. Naci'yle konu şmalıyım, diyorum ani bir kararla kontak anahtarını çevirerek. Naci, Mine'nin alıkonuldu ğu evi bulabilir. Yirmi be şinci bölüm 1. Şube'deki bürosunda buluyorum Naci'yi. Oturmu ş yakında görülecek dava için avukatlara rapor yazıyor. Davadan duydu ğu kaygı biraz azalmı ş gibi. Yüzünde kavgacı bir ifade var. Bizzat içi şleri bakanı arayıp, bu i şten bir şey çıkmayaca ğını, teröre kar şı cansiperane çalı şan polislerimizin yanında oldu ğunu söylemi ş. Bu ona moral vermi ş, yalnız olmadı ğını hissetmi ş. Onu dinledikten sonra olanaklı oldu ğunca ili şkimizi gizleyerek Mine'nin ba şına gelenleri anlatıyorum. Merak ve şaşkınlıkla dinliyor beni. Sözlerim sona erince: "Bence kızı örgüt evinde saklamazlar" diyor. "Nasıl bu kadar emin olabiliyorsun?" diye soruyorum. "Be ş yıldır bu örgütle u ğra şıyorum. Çocuk ya ştaki sempatizanlarından, orta yaşını a şmış üst düzey yöneticisine kadar her kademedeki elemanını sorguladım. Onları izledim, onlarla çatı ştım. Kar şımızdakiler, haksızlıklara heyecanla kar şı çıkan toy gençler de ğil, öldürme sanatında giderek uzmanla şmış, gönüllü bir katil çetesi. Gittikçe de daha profesyonelle şiyorlar. Evden birlikte çıktıkları terörist, yaralı kızı asla örgüt evine götürmez. Neyine istersen iddiaya girerim." "Çatı şma sonrasının duygusallı ğıyla ya da birlikte kurtulmu ş olmanın sarho şlu ğuyla götürdü ğünü..." "Bence olmaz" diyerek sözümü kesiyor Naci. "Bunu yapmazlar. Hiç tanımadıkları bir kızın ya şamını kurtarmak için kendi arkada şlarını tehlikeye atmazlar." "Varsayalım yaptı. Girdikleri evdekiler yaptı ğının yanlı ş oldu ğunu söylediler. Ama kız bir kez eve girmi ş bulundu." "Böyle bir şey olmaz, ama diyelim ki oldu. Kızı o evden bırakmazlar. Belki öldürmezler, ama kendi güvenliklerini sa ğlayıncaya kadar kızı evde tutarlar. Ama tekrar ediyorum bu çok zayıf bir olasılık." "Sence ne olmu ştur bu kıza?" "Kız ölmü ştür. Dokuz milimetrelik mermi sıkmı şsın, e ğer kolundan yaralanmadıysa, vücutta derin tahribat yapar." "Ama o yarayla kaçabildi." "Kaçar, belki bir süre hiçbir şey olmamı ş gibi ya şar. Ama sonra dü şüp ölür. Sen de tanık olmu şsundur buna." "Tamam da ortalıkta ceset yok."

Page 117: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Gömmüşlerdir." "Böyle bir riske neden atılsınlar ki?" Gözlerini yüzüme dikerek dü şünüyor Naci. "Haklısın" diyor. "Böyle bir riske neden atılsınlar?" "i şte bu nedenle kızın onların elinde oldu ğunu dü şünüyorum." Düşünceli dü şünceli ba şını sallıyor Naci. "Ama diyor şu anda tespit etti ğimiz örgüt evi yok. Son operasyonda çok a ğır bir darbe indirdik onlara." "Yani böyle örgüt evleri kalmadı mı, diyorsun." "Ke şke dedi ğin gibi olsa. Ben, bizim bildi ğimiz yok, diyorum. Mutlaka örgüt evleri vardır. Dedim ya artık iyice profesyonelle ş-ti adamlar. Yurtdı şındaki merkeze ba ğlı birkaç yapı kuruyorlar. Yapılardan biri çökertilince öteki harekete geçiyor. Örgütü yeniden canlandırmaya ba şlıyor. Ama bu darbeden sonra toparlanmaları epeyce zaman alacaktır. E ğer dü şündüklerin do ğruysa, sabırla beklemen gerekecek." "Beklemeye beklerim de, senden bir iste ğim olacak. E ğer bu örgütün evlerinden biri tespit edilirse. Benim haberim olmadan operasyon yapmayın. Mine içerde olabilir." "Anladım" diyor Naci. "Hiç merak etme. Sana haber veririm." "Sa ğol" diyorum. "Önemli de ğil" diyor Naci. Sonra, içten bakı şlarla süzüyor beni. "Bu kız çok mu önemli senin için ?" "Çok önemli" diyorum. "Kendi kızlarım kadar önemli." "Neden?" diye sormuyor. "Canını sıkma" diyor yalnızca. "Kız o eve hiç girmemi ş de olabilir." "Olabilir" diyorum. "Olabilir de ben bu olanları anasına babasına nasıl anlataca ğım." "Aynen bana anlattı ğın gibi" diyor. "Özür dilerim, kızınızı ben vurmu ş olabilirim" mi diyeyim? "O kısmını söylemek zorunda de ğilsin. En azından kız sa ğ salim bulununcaya kadar." Yirmi altıncı bölüm Kızlarını sa ğ salim bulaca ğımızı söyleyerek oyalıyorum Metin Bey ile Sevim Hanım'ı. Şi şli'de, anacaddeye bakan bir kafenin ikinci katında konu şuyoruz. Sevim Hanım, Ceyhun Bey'i de getirir diye korkuyordum, ama kadın bunu yapmıyor. Çocuklarının ya şamını ilgilendiren böyle bir toplantıda bile, bu eski karıkoca birbirinden uzak durmayı tercih ediyorlar. Zorunlu olmadıkça konu şmuyorlar hatta birbirlerinin yüzüne bile bakmıyorlar. Meli-ke'nin anlattı ğına göre, Mine'nin hamileli ğinin ö ğrenilmesiyle kar şılıklı hakaretlere varan sözlerle birbirlerini suçlamı şlar. "Mine'nin kaybolmasıyla ilgili bazı sonuçlar elde ettik" diyorum, ikisi de dikkat kesiliyorlar. Kendimi olayların dı şında tutarak, olanı biteni ayrıntılarıyla anlatıyorum. Sessizce dinliyorlar beni. Sözlerimin sonuna do ğru kendi tahminimi söylüyorum. Kafalarına yatar gibi oluyor. "O Fahri denen herife hiç güvenmemi ştim zaten" diyor Sevim Hanım öfkeyle. "Onunla tanı şmasaydı bunlar ba şına gelmeyecekti." Metin kimseye kızmıyor, kendi içine dönmü ş, a ğladı a ğlayacak. " Şu talihsizli ğe bakın" diyor. "Akla hayale sı ğmayacak i ş geldi bizi buldu." "Olan oldu" diyorum. "Artık so ğukkanlı davranmaktan ba şka çare yok. E ğer düşündüğüm gibiyse, yani Mine o evlerden birinde alıkonuluyorsa, onu kurtaraca ğız, ama biraz zamana ihtiyacımız var." "Ya polis o eve de baskın düzenleyip, kızımızı terörist diye öldürürse ?" diye atılıyor Metin. "Merak etmeyin, onu da dü şündük" diyorum. "Polisin bütün bi- rimleri bu durumdan haberdar. Böyle bir ev tespit edildi ğinde önce bana bildirecekler." Söylediklerim pek inandırıcı gelmemi ş olacak ki: "Bildirirler de ğil mi ?" diye soruyor Metin Bey. "Hiç kaygılanmayın, kesinlikle bildirirler." "Sa ğolun Sedat Bey" diyor Sevim Hanım. "Bize çok iyili ğiniz dokundu."

Page 118: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Önemli olan Mine'yi sa ğ salim kurtarmak" diyorum. "Ben eminim" diyor Sevim Hanım, birden rahatlamı ş bir tavırla. "Hissediyorum. Anneler hisseder. Kızım sa ğ salim çıkıp gelecek." "Elbette gelecek" diyorum. " Ama hepimizin sabırlı olması gerekiyor. Sizlerden tek ricam bu." "Haklısınız" diyor Metin Bey. "Güçlü olmalıyız. Ve Mine dönünce de ona sahip çıkmalıyız." Metin Bey'in sözlerinde i ğneleyici bir tını var. "Bu yaz emekli olaca ğım. Kızımı alıp birlikte oturaca ğım" diye sürdürüyor sözlerini. "Biraz geç kalmadınız mı Metin Bey?" diyor kadın oldukça sert bir tavırla. "Ben geç kaldıysam sen hep onun yanındaydın" diyor adam altta kalmayarak. "Lütfen" diyorum. "Böyle zor bir zamanda, birbirinizi kırmak yerine destek olmalısınız." Kesiyorlar tartı şmayı. Metin bana dönüyor. "Ataköy'deki kiracı evi bo şaltmı ş. Mine'nin e şyalarını oraya ta şıyaca ğım." "Neden acele ediyorsunuz ?" diyorum. "O ev güne ş görmüyor. Soba yanmazsa her şey nemleniyor. Bütün e şyalar çürüyecek. Hem boş yere niye kira ödeyelim ? Mine dönünce de Ataköy'deki eve yerle şir. Orası daha iyi bir semt." "Bunu daha önce yapmalıydın." " Đstemedim mi sanıyorsun ? 'Ben oraya ta şınmam' dedi Mine. Okuluna uzakmı ş." "Neyse canım bırakın artık birbirinizi üzmeyi. Madem Ataköy'de eviniz bo şaldı, götürün oraya e şyaları. Ta şınırken bana da haber verirseniz sevinirim." Đkisi de bu iste ğimin nedenini anlayamamı ş yüzüme bakıyorlar. Açıklama gere ği duyuyorum. "Belki gözden kaçan bir ipucu buluruz." "Merak etmeyin, haber verece ğim, eski kiracının bir iki parça eşyası var, önümüzdeki hafta onlan alacak. Sonra ta şıyaca ğım e şyaları. Belki o zamana kadar Mine de bulunur." "Umarım öyle olur" diyorum. "Öyle olacak" diyor Sevim Hanım ellerini yukarıya do ğru açarak. " Đnşallah. Güzel Allahım onu bize gönderecek." Masada bir iyimserlik havası esiyor. "Belki de" diyor Metin. "Mine o eve hiç gitmedi bile. Bir arkada şına takıldı. Hani şu bilinmeyen sevgiliye. O da daha iyi bir doktor buldu. Belki dinleniyordur. Đyile şmeyi bekliyordur. Bakarsınız birkaç güne kalmaz çıkıp gelir." Yaşlı adamın çocuksula şan yıpranmı ş yüzüne bakıyorum. "Belki de" diyorum. "Belki de çıkıp gelir." Yirmi yedinci bölüm Ama gelmiyor Mine. Günler geçiyor, geçen her gün umutlarımızın bo ş bir beklenti oldu ğunu kanıtlamaktan ba şka i şe yaramıyor. Haftada birkaç kez Naci'yi arıyorum. Haber yok. Morglara, hastanelere gidiyorum. Kimsesiz genç kız cesetlerine bakıyorum, tabancayla vurulanlara, bıçaklananlara, otomobillerin çarpıp kaçtıklarına, denizde bo ğulanlara; hayır hiçbiri, ama hiçbiri Mi-ne'ye benzemiyor. Bilgileri do ğrudan kendim ö ğrenmek istiyorum. Morg görevlileriyle, hastane yetkilileriyle görü şüyorum. "Hayır" diyorlar "Tarif etti ğiniz kıza benzer biri gelmedi bize." Yine de onu aramaktan vazgeçemiyorum. Mine'yi aramadı ğım zamanlar, onu öldürmü ş olabilece ğim kaygısı saklandı ğı kö şeden çıkıp, yüre ğimin ortasına gelip çöküyor. Nereye gidersem gideyim, bu dü şüncenin ağırlı ğından kendimi kurtaramıyorum. Bazen iyice bunalıp, "Tamam onu ben vurdum, kabul ediyorum" diyorum kendi kendime. Ama isteyerek olmadı ki. O karanlıktaki gölgenin Mine oldu ğunu bilseydim ate ş eder miydim? Onu korumaya, kurtarmaya çalı şmaz mıydım? Bütün bu avutucu savlar, ya şamda en çok önem verdi ğim insanı kendi ellerimle öldürmü ş olabilece ğim gerçe ğini de ği ştirmiyor. O zaman ba şka bir varsayıma yaslanıyorum; "Belki de yanılıyorum" diyorum. Belki de Mine o eve hiç gitmedi. Ama sa ğ ya da ölü onu bulmadan bunu anlamak olanaksız. Bu yüzden onu vurmu ş olabilece ğimi unutmaya çalı şıyorum. Yoksa çıldıraca ğım...

Page 119: Ahmet Ümit -Sis ve gece

Bendeki de ği şiklikten en fazla etkilenen ki şi Melike. Ama ne bir şey söylüyor ne de soruyor. Beni, uykuda gezer halimle ba ş ba şa bırakıp için için üzülüyor. Bir hafta kadar sonra, Metin Bey telefon ediyor. Önce "Bir geli şme var mı" diye soruyor. Olmadı ğını söyleyince, dü ş kırıklı ğı içinde, "Yarın Mine'nin evini ta şıyaca- ğız, siz de bulunmak istemi ştiniz" diyor. "Sa ğolun, gelirim" diyorum. Belki de gitmesem daha iyi olacak diye dü şünüyorum telefonu kapattıktan sonra. Neden gidiyorum ki oraya ? Mine'nin e şyalarının arasından önemli bir ipucu çıkmayaca ğı kesin. Ama o evde bir sürü anım var. Bir anlamda orası benim ikinci evim sayılır. Bo şaltılırken Mine bulunmayacak, hiç de ğilse ben olmalıyım. O gece yine uyku tutmuyor. Mine'nin yok olu şuna, belki de ölümüne yava ş yava ş alı ştı ğımızı dü şünüyorum, i şte onun evini de bo şaltıyoruz. Mine'nin izlerinin bulundu ğu mekânları birer birer terk ediyoruz... Kısa sürede dü şüncelerim acımasız bir hıza eri şiyor, varsayımlar kıran kırana bir çatı şmaya tutu şuyor kafamın içinde. Yatakta dönüp duruyorum. Melike'nin de kıpırdadı ğını fark ediyorum. Usulca sokuluyor yanıma. Onun çoktan uyumu ş oldu ğunu dü şündüğüm için biraz şaşırıyorum. Şefkatle sarılıyor. Yadırgayaca ğımı sanıyorum, ama dokunması hoşuma gidiyor. Elleri yüzümde, saçlarımda geziniyor. Dokunu şları öyle içten ki, sözcüklerle anlatamadı ğını sanki parmaklarının ucuyla söylemek istiyor. Ellerinin sıcaklı ğını içimde bir yerlerde hissediyorum; sanki yanımda annem, sakınmı şız güvenebilece ğim bir dost var. Gözlerim doluyor, günlerdir biriktirdi ğim, acılar, öfkeler, kaygılar, ku şkular, korkular sonunda ta şıyor. Kendimi daha fazla tutamıyorum, koca adam burnumu çeke çeke a ğlamaya ba şlıyorum, iyice sarılıyor bana... Ben biraz yatı şınca: "Mine öldü mü ?" diye soruyor, sesi kederli. "Bilmiyorum" diyorum. "Ölmesin" diyor, eliyle gözya şlarımı silerek. Sanki onu sevdi ğini biliyorum, ama sizi ba ğı şladım dercesine. Hiçbir şey söylemeden yüzüne bakıyorum, alacakaranlıkta oldu ğundan daha güzel görünüyor gözüme. Söylediklerinde içten. Bu kadının beni sevdi ğinden hiç ku şkum yok. Sarılıyorum ona, o yine saçlarımı ok şuyor. Yüzüm, iki çocuk do ğurmuş olmasına ra ğmen dirili ğini koruyan memelerine de ğiyor. Hastaneden çıktı ğımdan beri onunla yatmadı ğımı fark ediyorum. Ellerim adeta kendili ğinden kalçalarına doğru uzanıyor. Pamuklu geceli ğini yukarı do ğru çekiyorum, elim sıcak tenine dokunuyor. O saçlarımı ok şamayı sürdürüyor, ama hareketleri eski uyumunu yitiriyor. \ Dudaklanna do ğru uzanıyorum. O da bana yakla şıyor. Aralık dudaklarını öpmeye ba şlıyorum. Tuzlu ıslaklı ğı fark ediyorum, o zaman Melike'nin de a ğladı ğını anlıyorum. Daha tutkuyla öpmeye ba şlıyorum onu. Dudaklan yumu şacık eriyor a ğzımın içinde. Sırtüstü döndürüyorum onu. Geceli ğinin askılarını düşülüyorum, Z4Đ memeleri ortaya çıkıyor, istekle avuçluyorum onları. Melike'nin inleyerek ba şını geriye do ğru attı ğını görüyorum. E ğilip memelerini öpmeye ba şlıyorum, teni lavanta kokuyor. A ğzıma ho ş bir baharat tadı bula şıyor. Dilimle meme ba şlarını yalıyorum, acıtmadan hafif hafif ısırmaya, dayanamayıp emmeye ba şlıyorum, inlemesi artıyor Melike'nin. Sabırsızlanıyor, önce kendi üstündekileri çıkarıyor, sonra da benimkileri. Kendimi biraz geriye alıyorum. Sa ğ elim bacaklarının arasına kayıyor, yumu şak tüylerin arasındaki ıslaklı ğı buluyorum. Kaygan nemli teni, parmaklarımın arasında kıvranarak derinle şiyor. Ben sevi şmeyi biraz daha uzatmaktan yanayım, Melike dayanamıyor, "Hadi" diye kula ğıma fısıldıyor. "Ne" diyorum. Belimden tutup, kendine do ğru çekiyor, iç içe geçiyoruz. Bedenimi, istedi ği gibi hareket ettirmeye ba şlıyor. Kendimi ona bırakıyorum. Birbirine kenetlenmi ş, yava ştan hızlıya do ğru bir devinime giriyor. Hız arttıkça Melike'nin iniltisi de güçleniyor. Hızın en üst noktasında bedeni üst üste kasılıyor ve a ğzından sevinç çı ğlı ğına benzer bir inilti çıkıyor. Bir süre bana sarılıp öylece kalıyor. Bedenindeki kasılma geçince bu kez ben kıpırdanmaya ba şlıyorum. Aynı istekle kar şılık veriyor bana. Kalçalarını tutup tadını çıkarta çıkarta bo şalıyorum içine. Sımsıkı sarılıyor bana. Bo şalınca hafiflemi şim gibi hissediyorum. Bede-nimdeki bütün gerginlik, hatta bedenim çok uzaklarda kalmı ş gibi. Sanki kuru bir çınar yapra ğına dönü şmüşüm de sessizce akan bir nehrin üzerinde yava şça süzülmekteyim. Gözlerim gökyüzüne takılmı ş,

Page 120: Ahmet Ümit -Sis ve gece

kenarları mor bulutlar geçiyor üstümden. O dinginli ğin içinde a ğır a ğır yok oluyorum. "Bana yardım et" diyen bir sesle uyanıyorum. Hemen tanıyorum, bu Mine'nin sesi. Yatakta do ğruluyorum. Bakıyorum, Melike yanımda uyuyor. Odanın içine bakıyorum kimse yok. Yanıldı ğımı dü şünürken sesi yeniden duyuyorum. "Bana yardım et!" Dikkatle dinliyorum, ses yan taraftaki oturma odasından geliyor. Melike'ye bakıyorum mı şıl mı şıl uyuyor. Hızla kalkıyorum yataktan. Kapının önünden bir gölge kayıyor. "Dur" diye ba ğırarak pe şine dü şüyorum. Ama gölge durmuyor. Koridora ula ştı ğımda, daire kapısından çıkmakta oldu ğunu görüyorum. Mine'ye benziyor. "Mine" diye sesleniyorum. "Mine, dur!" Ama o aldırmadan süzülüyor dı şarı. Pe şi sıra ko şuyorum. Daire kapısından çıkar çıkmaz zifirî bir karanlı ğın içine dü şüyorum. De ğil Mine'yi, burnumun ucunu bile göremiyorum. Elimle duvarlarda lambanın dü ğmesini arıyorum, çabalarım sonuçsuz kalıyor. Ayaklarımla ze- mini yoklayarak merdivenleri bulmaya çalı şıyorum. Birkaç metre böyle ilerlememe kar şın basamakları bulamıyorum. Bu olanaksız. Merdivenler buralarda bir yerlerde olmalıydı! El yordamıyla ilerlemeyi sürdürürken, sanki karanlıkta bir gedik açılıyor, bir yerlerden içeriye ı şık vuruyor. Şaşkınlıkla uzun bir koridorun sonunda oldu ğumu fark ediyorum. îyi ama bizim ev üst katlarda de ğil miydi? Yanlı şlıkla tavan arasına mı çıktım yoksa? Kafamda bu sorularla ı şı ğa yürüyorum. I şı ğa çıkar çıkmaz, gözlerim kama şıyor. Dı şarıda gün do ğmuş. Bir süre ellerimi gözlerime siper etmek zorunda kalıyorum. I şı ğa alı şırken, tanıdık bir ses yankılanıyor kulaklarımda: "Nihayet geldin." Sesin geldi ği yöne bakıyorum. Bir şövalenin ba şında amcam îsmet'i görüyorum. Gülümseyerek kar şımda duruyor; hem de çok komik bir kıyafetle. Ba şında yana yatmı ş bir bere, sol elinde boya karı ştırılmı ş bir palet, sa ğ elinde ince bir fırça. "Resim mi yapıyorsun ?" diye soruyorum. "Hiç beceremem, kamuflaj için böyle giyindim" diyerek elindeki fırçayla, şövalenin üstündeki resmin sa ğ alt kö şesini gösteriyor. "Kö şedeki imzayı görmedin mi ?" Eğilip bakıyorum. Tuvalde ne resim ne de imza var. "Okuyamıyor musun?" diye soruyor. "Burada resim de imza da yok" diyorum. Amcam söylediklerime inanamıyor, resme doğru yakla şıyor: "Bak i şte burada" diyerek fırçayla tuvalin sa ğ alt kö şesine "Mine" yazıyor. Sonra do ğrularak: "Onu bulabildin mi ?" diye soruyor. Sorusundan rahatsız oluyorum. "Hayır, ama bulaca ğım." "Gerek yok, o burada." Gösterdi ği yöne bakınca yine o kimsesiz, karanlık yüzlü kona ğı görüyorum. Aynı çürümü ş pencereler, aynı yıpranmı ş duvarlar ve üzerinde aynı arma bulunan kanatlı eski demir kapı. "Mine orada mı" diye soruyorum şaşkınlıkla. "Uzun zamandır bizim için çalı şıyor. Ar şiv servisinde" diyerek yanıtlıyor, kayıtsız bir tavırla. "Alay ediyorsun" diyorum. "Neden alay edeyim canım. 'Ar şiv Servisini Modernle ştirme Programı' için i şe alındı." "Mine bilgisayar kullanmasını bilmez ki!" diye kar şı çıkıyorum. "Bırak şu aptal aleti. Bize çalı şkan köleler de ğil, yaratıcı zekâ- lar gerek." "iyi ama, o ressam. Ar şivde ne yararı olabilir?" "Kayıtlardaki herkesin resmini çizecek, iki tane de genç şair bulduk mu, bak ar şiv servisimiz nasıl tıkır tıkır i şliyor." "Anlayamıyorum" diye kekeliyorum. "Ressamlar, şairler... onların ar şivde ne i şleri var?"

Page 121: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Anlayamazsın tabiî. Sözünü etti ğim gerçek bir yenilenme, i şimizi sanat haline getiriyoruz." Kendimi tutamayıp gülmeye ba şlıyorum. "Gülme gülme, bu sistem en çok senin yararına. Artık küçük sevgilin polissin diye seni terk etmeyecek." Gülmeyi kesiyorum. Amcam hınzırca yüzüme bakıyor. "O beni terk etmedi" diyecek oluyorum. Yüzünü babacan bir gülümseme süslüyor. "Bo ş yere inkâr etme. Her şeyi anlattı." "Nerede o?" Elindeki fırça ile paleti resmin yanına bıraktıktan sonra: "Gel benimle" diyor. Kapıya do ğru ilerliyoruz. Amcamın yanı sıra yürüyorum. Elini önlü ğünün cebine sokup kocaman bir anahtar çıkarıyor. "Onu kilitli mi tutuyorsunuz ?" "Bilirsin, güvenlik" diyor kesin bir tavırla. Canım sıkılıyor. Ama bir şey söylemiyorum. Amcam anahtarı kilide sokup çeviriyor. Pe ş pe şe iki metalik tıkırtı duyuyorum. Asma kilit açılıyor. Kilidi, iki kanadın demir halkalanndan çıkarıyor anahtarla birlikte cebine koyuyor. Sonra bana do ğru dönerek, usulca: "Biz içerdeyken biri kapıyı üstümüze kilitlemesin diye yanıma alıyorum" diyor. Kapının sa ğ kanadım iterek içeri giriyor, onu takip ediyorum. E şikten içeri adımı atar atmaz a ğır bir koku sarıyor her yanı. Yüzümü buru şturarak duraksıyorum. "Bayatlamı ş boya kokusu" diyor amcam. "Alı şırsın." Önüme geçerek yürüyor. Dar bir antreden görkemli bir salona geçiyoruz, içerde kimse yok, ama salon hiç de yıllardır kullanılmamı şa benzemiyor. Ayaklarımızın altında, salonun üçte birini kaplayan, yer yer siyah lekeler olan bal rengi, ipek bir halı uzanıyor. Tavandan sarkan birkaç ton a ğırlı ğındaki kristal avizenin altına düzenli olarak yerle ştirilmi ş barok stili mobilyalar sessizce bekle şiyorlar. Amcam çevreyle pek ilgilenmiyor, bu kona ğa defalarca girip çıktı ğı belli. Ayaklarımızın altındaki kalın halıya kar şın gıcırda- yan eski ah şap zemine aldırmadan sol taraftaki kahverengi kapıya do ğru yürüyoruz. Kapıdan geçerek küçük bir odaya giriyoruz. Burası odadan çok bir kuleyi andırıyor. Ortada, kıvrılarak yukarı do ğru çıkan siyah bir merdiven var. Amcam merdivenin tırabzanını tutarak, "Senin kız yukarıda, tırmanmamız gerekecek" diyor. Başımı kaldırıp yukarı bakınca şaşkınlıktan a ğzım açık kalıyor. Ne odanın tavanını ne de merdivenin sonunu görebiliyorum. Dı şarıdan gördü ğüm kadarıyla kona ğın bu kadar yüksek olmaması gerek, diye dü şünüyorum. Yoksa ba şka bir binaya mı girdik? Amcama sormak istiyorum, ama o merdivenleri tırmanmaya ba şlamı ş bile. Ona yeti şmeliyim. Pe şi sıra ilerliyorum. On be ş yirmi basamak sonra kulenin duvarlarında resimler belirmeye ba şlıyor. Üstten ve alttan e şit aralıklarla asılmı ş tablolar çevremizi sarıyor. Bunların hepsi portre. Yukarılara çıktıkça koku yo ğunla şıyor. Resimleri yapanlara yakla ştı ğımı hissediyorum. Amcam do ğru söylüyor galiba, ar şivdeki resimleme i şini gerçekten de ressamlara yaptırıyorlar. O halde Mine hakkında söyledikleri de do ğru. Đçimi bir sevinç dalgası kaplıyor. Demek Mine yukarıda. Adımlarımı iyice hızlandırıyorum. Amcam beş altı basamak önde tırmanıyor. Ona yakla şıp, Mine'yi sormak istiyorum. Ama solu ğum kesiliyor, bu hızlı tempoyla daha fazla çıkamayaca ğımı anlıyorum. Lanet olası bir ter ba şlıyor. Aldırmıyorum, gücümü toplayıp ilerlemeye çalı şıyorum. Bedenimi saran nemli sıcaklık artıyor. Amcam aramızdaki mesafeyi birkaç basamak daha açıyor. Onu şaşkınlıkla izliyorum. Ben zar zor ilerlerken, o bir delikanlı gibi çevik hareketlerle tırmanıyor. Koku ve ter de gitgide artıyor. Hafiften başımın döndü ğünü hissediyorum. Zaten dar olan kulenin duvarlan üstüme gelmeye başlıyor. Nefes almakta zorlanıyorum. Bir süre oldu ğum yerde kalıyorum. Hızla bana yakla şan duvarlarda bir pencere, soluk alacak bir delik anyorum. Ama yan yana sıralanan resimlerden ba şka bir şey göremiyorum. Belki de resimlerin altında bir pencere vardır umuduyla en yakın resme uzanıyorum. Resmi kaldınp altına bakıyorum; küçük bir kırkayak mahcup bir tavırla duvardan a şağıya kayıyor. Yanındaki resme uzanıyorum, yanılmamı şım, tablonun altında bir pencere var. Sabırsızlıkla pencereye uzanıyorum. Ellerim titriyor. Son gücümün de

Page 122: Ahmet Ümit -Sis ve gece

tükenmek üzere oldu ğunu hissediyorum. Hayır, bayılmamalıyım, bir kez dü şersem bir daha kalkamam. Pencereye yakla şıyorum. Az sonra ci ğerlerim temiz havaya kavu şacak. Temiz havaya kavu şma dü şüncesi bile beni heyecanlandınyor. Dikkatli olmalıyım, en tehlikeli an budur, ellerimdeki titreme bacaklanma geçiyor. Hayır, ba şarmak zorundayım. Ellerim pencerenin ispanyoletine dokunuyor. O anda amcamın bo şlukta yankılanan sesini duyuyorum: "Sakın yapma!" Başımı kaldırınca kaygıyla bana baktı ğını görüyorum. "Sakın pencereyi açma!" diye panik içinde yineliyor. "Ama bo ğulaca ğım!" "Sık di şini az kaldı." Onunla konu ştu ğum o kısacık zaman dilimi bile bana dayanılmaz geliyor. Elimin altındaki demiri çeviriyorum. Amcam basamakları birer iki şer atlayarak a şağıya geliyor. Bana engel olacak, elimi çabuk tutmalıyım. "Yapma !"diye ba ğınyor. Artık çok geç. Pencerenin kanadını kendime do ğru çekiyorum. Ama, daha temiz havayı bile hissedemeden büyük bir gürültü kopuyor. Üzerinde durdu ğum basamak sallanmaya ba şlıyor. Korkuyla tırabzanlara tutunmaya çalı şıyorum. Tırabzanın tutundu ğum parçası kopup elime geliyor. Yardım isteyen gözlerle amcama bakıyorum. Panik içinde o da bir yerlere tutunmaya çalı şıyor. Bir an göz göze geliyoruz. "Ne yaptın!" dercesine bakıyor yüzüme. Merdivendeki sarsıntı artıyor, kendimi boşlukta buluyorum. Burnumda hep o pis, hep o ek şi koku; bo şlukta tepe üstü düşerken bile beni terk etmiyor. Amcam boya demi şti. O nerede acaba? Dü şerken onu anyorum, yanımda demir parçacıklan uçu şuyor; kalın lamalar, enli köşebentler, kare saclar. Tuhaf, hiçbiri bana de ğmiyor. Sanki ben biçimsiz, kocaman bir gezegenmi şim de onlar da belli bir uzaklıkta çevremde dönen uydularımmı ş gibi. Hep birlikte bir kara deli ğe do ğru çekiliyoruz. Ama amcam ortalıkta görünmüyor. Umanm yukarılarda bir yerlere tutunmu ştur. Ya Mine ? Mine de merdivenin üzerinde miydi acaba? Yukanya bakmayı istiyorum, ama bu imkânsız. Başımı çeviremiyorum. îyice zorluyorum kendimi. Zorlayınca sıcaklık artıyor. Terliyorum. Terimi benimle birlikte dü şen demirlere bula ştınyorum. Renkleri deği şmeye ba şlıyor. Mat siyah yerini önce pas rengine, sonra turuncuya, sonra... Sesler duyuyorum, demirlerin sert zemine çarptıkla-nnda çıkardıklan sesler olmalı; ama bana tuvale çarpan öfkeli fırça darbeleri gibi geliyor. Korku yok içimde. Olacakları önceden kabul etmi ş, duyarsız bir ruh haliyle yere do ğru yakla şıyorum. Artık zemini seçebiliyorum. Yerde mozaikten yapılmı ş bir resim var. Yukarı çıkarken fark etmemi ştim şimdi oldukça iyi görüyorum. Mozaikteki resimden bir adam bana bakıyor. Demir parçacıkları üzerine dü şüyor. Ama mozaikler yaralanmıyor, sadece san fon biraz koyula şıyor, demirlerin değdikleri yer önce pas rengine, sonra koyula şarak siyaha dönü şüyor. Mozaikteki adam gözlerini açmı ş büyük bir ilgiyle dü şüşümü izliyor. Ben de ona bakıyorum. Adama bir yerlerden a şinayım. Neredeyse tanıyaca ğım... "Bir şey yok, rüya görüyorsun" diyor bir ses. Gözlerimi açtı ğımda Melike'yi buluyorum kar şımda. "Çok mu kötüydü?" "Tam hatırlayamıyorum..." diyorum. "Bölük pörçük sahneler..." "Kahvaltı hazır! Hadi kalk, bir şeyler ye kendine gelirsin" diyor. "Saat kaç?" diyorum. "Dokuzu geçiyor." "Amma uyumuşuz." "Ak şam geç yattık" diyor anlamlı anlamlı gülümseyerek. Nedense bu davranı şı çok aptalca geliyor bana. "Çocuklar okula gitti mi ?" diye soruyorum. "Çoktaaan" diyor yine o ne şeli tavrıyla. Giderek daha çok batıyor bu tavrı bana, yataktan kalkıp, banyoya gidiyorum. Aynadaki yüzüm yorgun görünüyor. Avuç avuç yüzüme çarptı ğım so ğuk su da bedenimi canlandırmaya yetmiyor. Tıra ş olmayı kahvaltıdan sonraya bırakarak mutfa ğa yöneli-yorum. Masaya otururken çayımı koyuyor Melike. Karımın yüzüne bakıyorum,

Page 123: Ahmet Ümit -Sis ve gece

bu sabah sanki gençle şmiş gibi. Onun bu canlılı ğı beni rahatsız ediyor. Sessizce kahvaltımı yapıyorum. Bir iki laf atıyor kar şılık vermeyince o da susuyor. Saat ona do ğru ayrılıyorum evden. Madam'ın evinin önündeki çıkmazın giri şinde kırmızı bir kamyonet duruyor. Mine'nin e şyalarını bununla ta şıyacaklar, diye dü şünüyorum, aracımı önüne park ederken. Kapıda ta şıyıcı i şçilerden birine müzik setini çarpmamasını söyleyen Metin'i görüyorum. Sevim Hanım ortalıkta görünmüyor. Gelmemi ş anla şılan. Ba şımı kaldırıp yukarı bakınca Madam ile Maria'yı görüyorum. Madam ba şıyla selam veriyor, üzgün oldu ğunu buradan bile hissedebiliyorum. Kapıya yakla şıyorum, Metin Bey: "Merhaba" diyerek elini uzatıyor. Elini sıkarken: "Kolay gelsin" diyorum. "Küçük parçalar kaldı" diyor. "Ö ğrenci evi, ne kadar e şya olur ki!" "Ben bir yukarıya bakayım" diyerek içeri giriyorum. Madam'ın dairesinin önünden geçerken kapı aralanıyor, Madam'ın kederli yüzünü görüyorum. "Günaydın" diyorum. "Günaydın Sedat Bey" diyor. "Buyurun, bir kahvemizi içiniz." "Te şekkür ederim, yukarı bakmak istiyorum." "Bir haber yok de ğil mi kızca ğızdan." "Henüz yok." "Belki Mine gelmi ş olsaydı, ta şınmak istemezdi." "Haklısınız, istemezdi" diyorum. "Niye yaptı Metin Bey böyle ?" "Ataköy'de evi varmı ş, kiracısı bo şaltmı ş. Buraya kira ödemek istemiyor." "Ondan kira isteyen mi vardı" diyor sitemle. "Bilmem artık. Adam kızın babası. Ne söyleyebiliriz ki?" "KĐK kaybolduktan sonra aklına geldi babası oldu ğu." îki elimi yana açarak, boynumu büküyorum. "Kamyoneti gönderdikten sonra gelin" diyor Madam. "Dertle şiriz biraz." "Gelirim" diyorum ya şlı kadını kıramayarak. O kapıyı kapatırken, ben de şövale ile resim kartonlarını ta şıyan genç adamın yanından sıyrılarak yukarı çıkıyorum. Evin içi neredeyse bo şalmı ş. Kapının önünde birkaç çiçek saksısı, mutfakta dört mukavva kutu, yatak odasındaki kitaplar ile salonda Mine'nin yaptı ğı resimler kalmı ş, bir de pencerenin önündeki berjer koltuk duruyor. Evin bo ş odalarını dola şıyorum. E şyaların durdu ğu zeminlere bakıyorum. Kâ ğıt parçalarını karı ştırıyorum. Hiçbir şey yok. Müzik setinin durdu ğu yerde, altından tek bir küpe buluyorum. Bu küçük bir yengeç. Bir yıl önce ya ş gününde ben hediye etmi ştim Mine'ye. Sonra tekini kaybetti ğini söylemi şti. Çok üzgündü, "Yenisini alırım" dedim. Aldırmadı. "Onun yerini ba şkası tutmaz" dedi. "E şyaların da ki şili ği vardır." Pek katılmadım söylediklerine. Bıyık altmdan güldü ğümü sezinlemi ş olacak ki, kızmı ştı bana. Taşıyıcılar i şlerini iyi biliyorlar. Yarım saat içinde hiçbir şey kalmıyor odalarda. Ben de a şağıya iniyorum. Son birkaç parça e şya yerle ştiriliyor kamyonete. Metin Bey yanıma geliyor. " Şu adamı soracaktım size" diyor. "Hangi adamı ?" diyorum. "Mine'nin daha önce çıktı ğı adamı. Kim oldu ğunu bulabildiniz mi?" "Okuldan biri" diyorum. "Ama Selin öyle söylemedi" diyor. "Çocu ğun ba şını belaya sokmamak için söylememi ştir." "Onu sorgulamayacak mısınız ?" "Ondan şüphelenmemiz için fazla bir neden yok ?" diyorum önemsemez bir tavırla. "Ama yine de ara ştıraca ğız." O sırada gözlerim Madam'ın pencerelerine kayıyor. Madam eliyle bir şeyler söylemeye çalı şıyor. Dikkatle bakıyorum. Sanırım bekleyin, diyor. Az sonra apartman kapısında iri cüssesiyle Maria görünüyor. Elinde bir battaniye var. Bu Mine'nin elektrikli battaniyesi olmalı. Ü şüyor diye Madam'a vermi ştir. Maria doğrudan bana getiriyor battaniyeyi. Ben de alıp kamyonete götürüyorum. Maria da

Page 124: Ahmet Ümit -Sis ve gece

peşim sıra geliyor. Boynu hafice sa ğa yatmı ş. Battaniyeyi adama veri şimi izliyor. "O Mine Ablamın" diyor. "Evet" diyorum gülümseyerek. "O Mine Abla'nın." Battaniyeyi de yerle ştirdikten sonra ta şıyıcıların ikisi kamyonetin arkasına biniyor. Metin Bey de benimle vedala ştıktan sonra öteki ta şıyıcıyla birlikte şoförün yanına oturuyor. Kapılar kapanınca Maria'nın durdu ğu yerde sabırsızlıkla sallanmaya ba şladı ğını fark ediyorum. Kamyon hareketlenirken paltomun kolundan tutarak beni çekiyor. "Ne oldu Maria? Bir şey mi istiyorsun?" diye soruyorum. "Mine Abla'yı unuttular" diyor. Acıyla gülümsüyorum. "Mine Abla gitti, Maria" diyorum. "Mine Abla'yı unuttular" diyor yine iki eliyle paltomun kolunu çeki ştirerek. Şimdi nasıl anlataca ğım bu kıza Mine'nin kayboldu ğunu. "Mine Ablan bu sabah gitti" diyorum. "Gitmedi" diyor. "O içerde uyuyor." Bir sen eksiktin, diyorum içimden. "Nerede uyuyor Maria?" diyorum çaresizlikle. Đkircimsiz bir tavırla apartmanın giri ş katını gösteriyor. "Orada." "Peki, hadi göster bana" diyorum, bu kızdan ba şka türlü kurtulu ş yok. "Gel" diyor elimden tutarak. Beni apartmana götürüyor. Đçeri giriyoruz. Giri ş katın kapısına gelince duruyoruz. " Đçerde uyuyor. Tav şanlar gibi." Kafamın içinde sözcü ğün tam anlamıyla bir şimşek çakıyor. "Tav şanlar gibi mi?" Aman Allahım, ne diyor bu kız ? "Anahtar sende mi ?" diyorum sabırsızlıkla. Maria ellerini açıp, masum bir ifadeyle yüzüme bakıyor. "Sen beni burada bekle" diyerek hızla yukarı çıkıyorum. Madam'ın kapısını çalıyorum. Kapıyı açan ya şlı kadın beni içeri buyur etmeye hazırlanırken: "Giri ş katın anahtarını alabilir miyim?" diyorum. Kadınca ğız neden anahtarı istedi ğimi anlayamamı ş, tuhaf bir ifadeyle yüzüme bakıyor. "Ne olur anahtarı verin. Sonra size anlatırım" diyorum. Kadın içeri girip anahtarı getiriyor. "Temizlikçi kadın bir aydır u ğramıyor, Maria ortalı ğı da ğıtmı ştır" diyor anahtarları uzatırken. "Bo ş verin ben yabancı sayılmam." Anahtarı alıp a şağıya ko şturuyorum. Maria uslu uslu beni bekliyor kapının önünde. Titreyen ellerimle anahtarı kilide sokuyorum. Đlk çeviri şimde açılıyor kapı. Đçerisi daha önce i şitmi ş oldu ğum gibi bir meyhane görümünde. Oturma odası ile salon arasındaki duvar yıkılmı ş, on tane masa, sandalyeleriyle birlikte belki de hiçbir zaman gelmeyecek olan eski mü şterilerini bekliyor. Đlerdeki büfenin üzeri tabak, çanak, bardak dolu. Duvarlar hasır kaplanmı ş. Hasırların üzerinde meyhanenin şatafatlı günlerinden anılar ta şıyan foto ğraflar asılı, sararmı ş kâğıtların üzerinde yazılar, şiirler okunuyor. Ama Mine ortalıkta yok. Bu deli kızın oyununa geldik, galiba, Madam'a da ayıp olacak, diye dü şünüyorum. Mekanik bir ses dikkatimi çekiyor, geçenlerde bir geceyansı buraya geldi ğimde fark etti ğim motor sesine benzeyen o gürültüyü yeniden duyuyorum. "Hani Mine Abla?" diyorum Maria'ya. " Đçerde uyuyor" diyor, sesin geldi ği açık kapıyı göstererek. Kapıya yürüyorum. Yakla ştıkça ses artıyor. Đçeride iki kanatlı, kocaman bir buzdolabı kar şılıyor beni. "Babamın" diyor Maria öne geçip, iki eliyle buzdolabına sarılarak. Ürperiyorum. Buzdolabının çıkardı ğı gürültü kulaklarımda u ğulduyor. Günlerdir kafamın içinde birbiriyle ilgisizmi ş gibi uçu şan bilgiler hızla bütünle şerek

Page 125: Ahmet Ümit -Sis ve gece

korkunç bir sona ula ştırıyorlar beni. Bu lanetli sondan, bu acımasız gerçekten uzakla şmak, ba şka olasılıklar üzerinde kafa yormak istiyorum. Olmuyor, aklımı ne kadar zorlarsam zorlayayım bo şuna, hep aynı karabasan çıkıyor kar şıma. Buzdolabının önünde öylece donup kalıyorum. Ama umudumu yitirmiyor, yeni bir sona ula şmak için akıl yürütmekten vazgeçmiyorum. Üsküdar'daki ev baskını geliyor gözlerimin önüne. Bahçede sisler arasında ko şan iki gölge... Silah sesleri... Birini vuruyorum. Ama yere dü şmüyor, ko şmayı sürdürüyor. Belki de yanındaki yardım ediyor ona. Bir taksiye biniyorlar. Yaram ağır, de ğil diye dü şünüyor vurulan. Belki vuruldu ğunun bile farkında de ğil. Sonra anlayacak. Yine de eve gitmeyi seçiyor. Yanındaki adam onu evinin yakınlarında indiriyor. Bakkal Şerefin söyledikleri geliyor aklıma. Bir gece saat 21 sularında Mine'nin eve girdi ğini söylemi şti. Sözünü etti ği tarih Mine'nin kayboldu ğu günlere denk dü şüyor. Eve giriyor Mine, ama takati tükenmi ş. Merdivenlerde yı ğılıp kalıyor. O gece alt kattan bir şeyler almak için a şağıya inen Mana, Mine'yi yerde yatar görünce babasının avladı ğı tav şanlara yaptı ğını ona da yapıyor. Uyuması için onu alıp buzdolabına koyuyor... "Hayır" diye söyleniyorum. "Hayır olamaz." Ama gerçe ği ö ğrenmek için buzdolabını açacak cesareti kendimde bulamıyorum. Titreyen ellerim kapa ğı açmaya gitmiyor. Gözlerim Maria'ya kayıyor. Kendisine baktı ğımı fark eden Mana son derece do ğal bir tavırla, buzdolabının kapa ğına uzanıyor. Benim açma dememe izin vermeden: " Đşte" diyor. "Mine Abla!" Aralanan kapaktan kırmızı bir ı şık vuruyor zemine, Maria'nın bedeni buzdolabının içini görmemi engelliyor. Bir karaltı seçer gibi oluyorum. Maria'yı biraz yana çeksem o karaltının ne oldu ğunu anlayaca ğım, ama yapamıyorum. Bir kararsızlık, bir korkaklık gelip yerle şiyor üstüme. Mana, sanki ikircimimi anlamı ş da beni bir an önce bu gerçekle yüzle ştirmek istermi şçesine aniden kenara çekiliyor. Maria'nın iri vücudunun arkasından Mine'nin ince yüzü çıkıyor kar şıma. Solgun teni buzdolabının kırmızı ı şı ğıyla aydınlanıyor, sanki hiçbir şey olmamı ş gibi bana gülümsüyor. Ben de ona gülümsemeye çalı şıyorum, olmuyor. "Demek burada saklanıyordun?" diyebiliyorum yalnızca. Bir tek sözcük bile dökülmüyor dudaklarından. Suçladı ğı mı, sevindi ği mi belli olmayan bakı şları gülümsemesini tamamlıyor. "Meraktan öldük" diyorum. Gülümsüyor. Gülümsemesi mutlu anılarımızın, kötü günlerimizin bir i şareti gibi yapı şıp kalmı ş dudaklarına. "Çok korkuttun bizi..." Maria, yanıma yakla şıp: " Şi şşt uyuyor" diyor. Aldırmadan Mine'yle konu şmayı sürdürüyorum. Konu şmazsam onu yeniden kaybedecekmi şim gibi geliyor. Ama Mine yanıt vermiyor bana. Yalnızca gülümsüyor. "Seni kaçırdıklarını sandık..." Dudaklarını kıpırdatmadan, gözkapaklarını oynatmadan, buzdolabının kırmızı ı şı ğı altına uzanmı ş gülümsüyor. "Doktorunla konu ştum. Kürtaj sırasında bir şeyler oldu sandım..." Yüzümde sabitlenen bakı şları de ği şmiyor. Dudaklanndaki bu mor, bu donuk gülümseme, sınırları saydam bir uzaklı ğın varlı ğını sezdiriyor. Bu uzaklı ğı ortadan kaldırmak, istiyorum. Ona dokunurum bu so ğuk saydamlı ğın tuzla buz olaca ğını, Mine'nin benimle konu şaca ğını sanıyorum. Buzdolabından yayılan serin hava yüzüme vuruyor. Aldırmıyorum. Yan yanya buzdolabına girip, Mine'ye, genç sevgilime sanlıyorum. Giysisi buz gibi. Umurumda bile de ğil. Onu kucaklayıp dı şan almak istiyorum. Sanki onu buzdolabından çıkanrsam, dudaklanndaki o donmu ş gülümseme çözülecek, aramızdaki o tuhaf uzaklık sona erecek. Katıla şmış bedenine sarılıp, dı şanya çekmeye çalı şıyorum. Ama bo şuna, olmuyor, buzdolabı Mine'yi vermiyor. Kalbinin hizasında kırmızı bir buz kitlesinin dolabın parlak tabanına doğru yayılmı ş oldu ğunu görüyorum. Çaresizlik içinde Mine'nin yüzüne dokunuyorum. Teni de gülümsemesi gibi so ğuk ve uzak. "Neden bana yardımcı olmuyorsun" diyorum. Gülümsüyor. Gözlerim bakı şlanyla kar şıla şıyor. Donmu ş göz-bebeklerindeki boşlukta bo şuna anyonun sorumun yanıtını. Daha fazla bakamıyorum. Kabanının önündeki koyu lekeye kayıyor bakı şlanm. Mine'nin hamile oldu ğu geliyor aklıma.

Page 126: Ahmet Ümit -Sis ve gece

"Hayır!" diyorum. "Hayır, bu gerçek olamaz!" Öfkeyle çarpıyorum buzdolabının kapa ğını. Gürültüyle kapanıyor. Kapa ğın parlak metal yüzeyinde bir adam görüyorum. Omuzlan çökmü ş, yüzü allak bulak bir adam; a ğladı a ğlayacak. Ona bir yerlerden a şinayım, neredeyse tanıyaca ğım... Biri kolumu çeki ştiriyor. Dönüyorum. Maria. Aferin bekleyen bir çocuk gibi duruyor kar şımda. Gözlerimi ondan kaçırmaya çalı şıyorum, bırakmıyor paltomun kolundan tutup sabırsızlıkla çeki ştirerek: "Mine Abla ne zaman uyanacak?" diyor.