alef-4

4
AFAK-2 Çok Önceleri Hayranlıkla izlediğimiz ağaçların toprağa uzanan kökleri, görünen kısmın aksine çirkindir. Toprağın üstündeki ağaç ne kadar çekiciyse altındaki siyah uzantılar da bir o kadar iticidir. İnsan ile beyninin ilişkisi gibi. İnsanın görünen kısmı ne kadar güzel olursa olsun, beynindekilerin çirkinliğini yok edemez. En iyi niyetlisinden en kötüsüne, insan beyni sadece unutmaya meyilli olduğu için bile kötüdür. Afak, hiçbir şeyi unutmuyordu. Mesela, göğün suyunu hatırlıyordu. Çocukluğundan ve ilk gençliğinden aklına miras kalan en belirgin ses ve görüntü, büyüdüğü kasabanın yağmuruna aitti. Ve çocukluk, sanılanın aksine deneme-yanılma şansının olmadığı tek dönemdi. Boş saksıya konulan toprağı, saksının kabul etmemesi gibi bir lüksü yoktu çünkü. Sevgi, öfke, şefkat veya şiddet… Hangisini verirseniz verin, yerine oturan bir conta gibi yerleşecektir çocuğun temiz levhasına. Afak, çocuk değildi artık. Üniversitenin ikinci senesini bitirmiş ve baba evine yaz tatiline gelmiş olan Afak, yaz gününün orta yerinde çocukluğunun kışlarını düşünüyordu. Bir yandan iki yıldır bütünleştiği yeni düzeninin taze tanıdıklığını, baba evinin yirmi yıllık aidiyetine tercih ederek ağaç kökü gibi davranırken; diğer yandan özündeki Afak’ı Afak yapan çocukluğunu, ailesini, büyüdüğü kasabanın en güzel yerini, yani odasını, savunduğu fikirleri unutmayarak ağacın toprak üstündeki güzel hali gibiydi. Ve geçmişini bugün gibi yaşayabilen herkes, yaz ortasında istediği kadar kış yaşamaya muktedirdi. Afak gibi… Afak, duygusal çocuklardandır. Gece günden, kış yazdan, soğuk sıcaktan, uzun kollular kısa kollulardan yeğdir. Yalnız büyüyen çocuklar, içgüdüsel olarak hissettikleri ama bir kavram olarak bilmedikleri yalnızlıklarını ilk hissettiklerinde, adını asla öğrenemeyecekleri ama aramaktan da asla vazgeçemeyecekleri bir şeyi kaybederler. Ve o şeyi ararken geçecek süreye de “hayat” derler… Afak, o kaybın farkına ilk vardığında elinde külah şeklinde kıvrılmış bir gazete sayfası, önünde de boylu boyunca uzanan ve kurumuş otların, ekinlerin toplandığı bir arazi vardı. Annesi ve babası, hemen arazinin yanına kurulmuş olan üç yıldızlı bir otelde çalışıyorlardı. Onlarla birlikte çalışan diğer ailelerin çocukları, yani Afak’ın çocukluk arkadaşı olması gerekenler de yoktu o an. Afak, kimseden nefret etmiyordu. Sinirlenebilen bir çocuktu ama “öfkeli” de sayılmazdı. Birkaç ev ve birbirine çıkan birkaç yolla sınırlı olan dünyasının dışını, arkasındaki diğer dünyayı merak ediyordu. Ailesinin çalıştığı otelin karşısından kasabanın içine doğru giden bir dere yolu vardı mesela. Orada yürümeyi çok istiyordu ama Afak’ın ailesi tek başına bir yerlere gitmesi için büyümesi gerektiğini söylüyordu her seferinde. Afak’ın bütün mizacı, bu dere yolunda sembolleşmişti. Afak, dere yolunun ardını istiyordu. Kasabayı, kasabanın da ardını… Dünya denen şeyin haritası, bir kağıt parçasının üstüne resmedilebiliyorsa, o kadar da büyük ve kaybolunacak bir yer olamazdı. Bütün bunları düşünmesinin nedeni, etrafını saran sıkıştırılmışlık duygusuydu. Neyin sıkıştırdığını bilmeden… İşte onu, bu ölü ekinlerin başına getiren de yine bu histi. Bir yerlerden ateş bulmak için epey aranmış, daha sonra aklına otelin girişinde duran servis aracı gelmişti. Eski model , beyaz Peugeot minibüse sık sık biner, kasetçalarda ne bulursa onu dinleyerek zaman geçirirdi. Bir şekilde görsel hafızasında yer eden kasetçaların hemen altındaki gözde mavi bir çakmak vardı. Kapısı hep açık olan minibüsten o çakmağı ve babasının ofisindeki eski gazete kağıtlarından birini alarak araziye geldi. Elinde tuttuğu gazetenin ucunu kolayca ateşlemişti. Afak, geriye dönüp arkasında bıraktığı dere yoluna baktı. Ağaçlarla birlikte yılan gibi kıvrılarak uzanıyor, biraz ileride ağaçlarla toprak yolun birleştiği yerden sonrası Afak’ın merakına karışıyordu. Yeniden ekinlere döndü Afak, gözünün önüne düşen ve ortaokula kadar düşmeye devam edecek olan gözlüğünün camını, burnunu kırıştırarak

Upload: koray-saridogan

Post on 24-Mar-2016

214 views

Category:

Documents


1 download

DESCRIPTION

E-kitap formatında online roman Alef-Bekareti Bozulmuş Bir Beyin 1.Bölüm / Koray Sarıdoğan

TRANSCRIPT

Page 1: Alef-4

AFAK-2 Çok Önceleri

Hayranlıkla izlediğimiz ağaçların toprağa uzanan kökleri, görünen kısmın aksine çirkindir. Toprağın üstündeki ağaç ne kadar çekiciyse altındaki siyah uzantılar da bir o kadar iticidir. İnsan ile beyninin ilişkisi gibi. İnsanın görünen kısmı ne kadar güzel olursa olsun, beynindekilerin çirkinliğini yok edemez. En iyi niyetlisinden en kötüsüne, insan beyni sadece unutmaya meyilli olduğu için bile kötüdür.

Afak, hiçbir şeyi unutmuyordu. Mesela, göğün suyunu hatırlıyordu. Çocukluğundan ve ilk gençliğinden aklına miras kalan en belirgin ses ve görüntü, büyüdüğü kasabanın yağmuruna aitti. Ve çocukluk, sanılanın aksine deneme-yanılma şansının olmadığı tek dönemdi. Boş saksıya konulan toprağı, saksının kabul etmemesi gibi bir lüksü yoktu çünkü. Sevgi, öfke, şefkat veya şiddet… Hangisini verirseniz verin, yerine oturan bir conta gibi yerleşecektir çocuğun temiz levhasına.

Afak, çocuk değildi artık. Üniversitenin ikinci senesini bitirmiş ve baba evine yaz tatiline gelmiş olan Afak, yaz gününün orta yerinde çocukluğunun kışlarını düşünüyordu. Bir yandan iki yıldır bütünleştiği yeni düzeninin taze tanıdıklığını, baba evinin yirmi yıllık aidiyetine tercih ederek ağaç kökü gibi davranırken; diğer yandan özündeki Afak’ı Afak yapan çocukluğunu, ailesini, büyüdüğü kasabanın en güzel yerini, yani odasını, savunduğu fikirleri unutmayarak ağacın toprak üstündeki güzel hali gibiydi. Ve geçmişini bugün gibi yaşayabilen herkes, yaz ortasında istediği kadar kış yaşamaya muktedirdi. Afak gibi…

Afak, duygusal çocuklardandır. Gece günden, kış yazdan, soğuk sıcaktan, uzun kollular kısa kollulardan yeğdir. Yalnız büyüyen çocuklar, içgüdüsel olarak hissettikleri ama bir kavram olarak bilmedikleri yalnızlıklarını ilk hissettiklerinde, adını asla öğrenemeyecekleri ama aramaktan da asla vazgeçemeyecekleri bir şeyi kaybederler. Ve o şeyi ararken geçecek süreye de “hayat” derler…

Afak, o kaybın farkına ilk vardığında elinde külah şeklinde kıvrılmış bir gazete sayfası, önünde de boylu boyunca uzanan ve kurumuş otların, ekinlerin toplandığı bir arazi vardı. Annesi ve babası, hemen arazinin yanına kurulmuş olan üç yıldızlı bir otelde çalışıyorlardı. Onlarla birlikte çalışan diğer ailelerin çocukları, yani Afak’ın çocukluk arkadaşı olması gerekenler de yoktu o an. Afak, kimseden nefret etmiyordu. Sinirlenebilen bir çocuktu ama “öfkeli” de sayılmazdı. Birkaç ev ve birbirine çıkan birkaç yolla sınırlı olan dünyasının dışını, arkasındaki diğer dünyayı merak ediyordu. Ailesinin çalıştığı otelin karşısından kasabanın içine doğru giden bir dere yolu vardı mesela. Orada yürümeyi çok istiyordu ama Afak’ın ailesi tek başına bir yerlere gitmesi için büyümesi gerektiğini söylüyordu her seferinde.

Afak’ın bütün mizacı, bu dere yolunda sembolleşmişti. Afak, dere yolunun ardını istiyordu. Kasabayı, kasabanın da ardını… Dünya denen şeyin haritası, bir kağıt parçasının üstüne resmedilebiliyorsa, o kadar da büyük ve kaybolunacak bir yer olamazdı. Bütün bunları düşünmesinin nedeni, etrafını saran sıkıştırılmışlık duygusuydu. Neyin sıkıştırdığını bilmeden…

İşte onu, bu ölü ekinlerin başına getiren de yine bu histi. Bir yerlerden ateş bulmak için epey aranmış, daha sonra aklına otelin girişinde duran servis aracı gelmişti. Eski model, beyaz Peugeot minibüse sık sık biner, kasetçalarda ne bulursa onu dinleyerek zaman geçirirdi. Bir şekilde görsel hafızasında yer eden kasetçaların hemen altındaki gözde mavi bir çakmak vardı. Kapısı hep açık olan minibüsten o çakmağı ve babasının ofisindeki eski gazete kağıtlarından birini alarak araziye geldi. Elinde tuttuğu gazetenin ucunu kolayca ateşlemişti. Afak, geriye dönüp arkasında bıraktığı dere yoluna baktı. Ağaçlarla birlikte yılan gibi kıvrılarak uzanıyor, biraz ileride ağaçlarla toprak yolun birleştiği yerden sonrası Afak’ın merakına karışıyordu. Yeniden ekinlere döndü Afak, gözünün önüne düşen ve ortaokula kadar düşmeye devam edecek olan gözlüğünün camını, burnunu kırıştırarak

Page 2: Alef-4

yaptığı hareketle yukarı kaldırdı. Yavaşça yere eğildi, otları, külahın içinden dil çıkaran ateşle öpüştürdü. Otlardan harlanan alevler ekinlere sıçradı. Yakıcı olan bir şey, ne de güzel büyüyordu.

Plastik ambalajlardan çıkan yuvarlakları patlatırken duyduğuna benzer sesler duyuyordu ateşin içinden. Önce sesler sakin, ateş küçüktü. Sonra hafif bir esinti yaladı ateşi. Çıtırtılar büyüdü… Alev devleşti, yangın boy verdi. Afak, karşısında büyüyen alevlerden gurur duydu. Sevinci de, şaheseriyle birlikte büyüyordu. Derken, insanlar çoğaldı etrafında. Güzel bir şey yapmak istediği her an gibi. Kasabadan birileri, otelden birileri, annesi, babası… Kimse Afak’ın yaptığını bilmiyordu. Yangın kendiliğinden sönene kadar bekleselerdi, bir gün mutlaka gerçeği açıklardı. Ama olanlara müdahale etmek konusunda insanın üstüne yoktu, hatta bu konuda insan tekti.

Kimseye nefret duymuyordu. Hiçbir şeyi yok etmeyi, hiç kimseye zarar vermeyi amaçlamıyordu… Tek istediği şu otlar yansın, ağaçlar ve çalılıklar açılsındı. Afak, dere yolunun ardını görmek istiyordu. Afak, tanıdığı insanların ardındakileri tanımak istiyordu. Afak, haritaların da ardını istiyordu. Onun gideceği en uzak deniz, yaşayacağı en güzel şehir, atlaslardan fazlasında, kağıda basılamayan bir alemdeydi… Ama onun yazgısı, çocukluğuna benzeyen bir “öz” ile mıhlanmış ve adına verilmişti. Gölgesi başkasına ait olanların varabileceği nihai yer, birkaç sıradan “ufuk”tu sadece. Ta ki gölgesini kurtarana kadar…

Ve Afak’ın kendine yarattığı ilk büyük ufuk, kasaba itfaiyesinin ateşi boğduğu sularla son buldu.

--

Akşamüstünün sırtından akşamı gözlediği balkonda, baba evine önceki gelişini düşündü. Geçen kış, yani okulun ilk yılı, baba evine gelip odasındaki yatağını bedenine giydirdiğinde, hala baba evine ait olan çocuğu hissetmişti Afak… Çocukluğuna ve ilk gençliğine teşekkürlerini sunmuştu yürekten, çünkü o yatakta hissedebileceği tüm eski duygular yavaş yavaş tarihe karışıyordu.

İçindeki değişimin yaşamındaki yansımasını gören Afak’a, içinden bir başka ses fısıldamıştı geçen kış:

“İnsanlar değişir Afak… Ama önceden kalan mı sonradan gelen mi aslolandır, bunu asla bilemezsin… Kimse bilmez çünkü birisi çıkıp bunu söylediğinde veya sen o kutuyu açıp cevabı öğrendiğinde, oyun çoktan bitmiş olur… Ve sen Afak; arayışın göğünde uçuşan her balon gibi, doğru cevabı ancak oyun bittiğinde öğreneceksin…”

Kasılarak kırışmış göz kapaklarından sızan damlalar burnunun kıvrımlarında kayak yaparken, bitmekte olan ömrün film şeridi gibi, unutulmakta olan bir çocukluğun son sahnesini geçiriyordu kafasından… Son bir kez çocukluğuna dair her şeyi hatırlayacak ve hiçbir zaman bıraktığı gibi bulamadığı bu kasabadan ve ona dair her şeyden kurtulacaktı.

Afak’ın, yalnızlığının formülüne kattığı iki iksirden birisi yalnız geçen bir çocukluksa, diğeri de tek başına yürüdüğü sessiz otel koridorlarıdır. Diğer çocuklar da vardır etrafında ama hepsi ayrı ayrı yalnızdır. Afak’ın etrafındakiler, onun zeki bir çocuk olduğunu söylerlerdi. Okuldan önce okumayı öğrenmesi, matematik işlemleri yapması, yaşından beklenmeyen hazırcevaplılığı sayesinde aslında hep odak noktası olurdu. Ama yetişkinler, kendileri hiç çocuk olmamış gibi, bir çocuğun neye ihtiyacı olduğunu asla bilemezler. Çocukların çoğu için zeka veya akıl sorunu yoktur, yalnızlık sorunu vardır. Afak’ın ne kadar zeki olduğunu söylemekten bıkmayan, her gördüklerinde yanına çağırıp, okula gitmeden okuma öğrenen bu çocuğa birkaç gazete yazısı okutarak eğlenen büyükleri, tabi ki içinde kendiliğinden büyüyen yalnızlığın farkına varamadılar.

Zeki bir çocuktu, evet; ilkokula kayıt yaptırmaya gittiğinde, tahtaya harf ve rakamları yazabildiği için sınıf atlamıştı, evet; fakat bunların hiçbirinin bir önemi yoktu. Çünkü doğru bir zeka

Page 3: Alef-4

olarak, yanlış bir topluma doğmuştu. Bütün zeki çocukları, sıra dışı insanları överek büyüten, arasına alan, her şeyin iyi gideceğine onları da inandıran toplum, sıra dışı birey belli bir yaşa gelince onu sahip olduğu tüm yeteneklere pişman edeceklerdi elbet. Çünkü ego, hiyerarşi ve para piramidinde zeki olana değil, sadık olana ihtiyaç vardı. Yapamayanlar yönetici ve lider, yapabilenler de onlar için çalışmak zorunda olan köleler olurdu.

Afak büyüdü… Gözlüklerinden kurtuldu. Bazen baş tacı edildi, bazen sağlam dayaklar yedi. Bazen çok aşık oldu, bazen kendisine aşık olanları görmezden geldi. Seviştiği ilk kadının, yalnızca sevişmeye yaradığını bilmesi, onun bir başkasıyla seviştiğini öğrenince canının sıkılmasını engellemedi. Çünkü bu, Afak’ın genlerinde bulunan bir huydu: ne sinsi hesaplarla ihale kapmayı bilirdi, ne de bir kadınla yattıktan sonra onu umursamamayı. Oyuncak oynarken, oyuncaklarla ilgilenen küstah bakışlardan değil, arkadaşıyla ilgilenen insani bakışlardandı onunki. Bu yüzden inandırılmak, kandırılmak ya da kullanılmak kolaydı Afak için.

Afak lise öğrencisi oldu. Birkaç arkadaşının peşine takılıp gittiği bir akşam, kendisini siyasi bir derneğin odasında buldu. Birlikte geldiği arkadaşları vazgeçti zaman içinde, ama Afak uzun günler ve geceler o odada kaldı. Kendisini orada bulduğunu sandı. Hiçbir gençlik aktivitesinin olmadığı bir şehir ve kasabada, tutunacak bir şeyler aradı ilk gençliğinde. Hayatındaki her küçük şey gibi o küçük odayı da gözünde büyüttü. Okuyor, tartışıyor, yürüyüşlere, eylemlere gidiyordu. Afak, başka bir dünyanın mümkün olduğuna inanıyordu. Gerçekten demokratik bir Türkiye’ye inanıyordu. Yoldaşlarına inanıyordu. Lise bitmek üzereyken, bir ideolojinin adamı olan Afak, kendisinden ve Tanrı’dan başka her şeye inandı. Ne içinden atabildiği, ne de içerisinden çıkabildiği dernek odası, Afak’ın ufuk çizgisi olmuştu artık. Kavgasını da orada yapıyor, gençliğini de orada yaşıyordu.

Ve zaman geçip Afak ilerledikçe, adımlarca geride bıraktığı insanlar tarafından engellenmeye çalıştı. Sendelediği sıralarda, yanında bir kız vardı. Örgütteki yıllarının ona verdiği en kıymetli hediye olduğuna inandı. Yıllarca kardeş gibi davrandığı kızla sevgili olduğu için uzatılan sinsi ve sivri dillerin hepsi, aslında Afak’ın dilinin girdiği yerlere girmek istiyorlardı. Orası her neresi olursa olsun; bir önemi yoktu. Yeter ki Afak’ın girebildiği yerlere girebilsinlerdi… Bu kadar tek başına, bu denli açık kartlarla, böylesine çalakalem savaşmasına rağmen, hızla ve düşmeden nasıl koştuğuna anlam veremeyenler, pençelerini esirgemediler Afak’ın sırtından. Zamanla ne bir dava inancı, ne de ilerleyen yıllara taşıyacağı dostlukları kaldı bu çekemezlik yüzünden.

Afak üniversiteyi kazandığında, eviyle dernek arasındaki yarım saatlik sahil şeridini gide gele on sekiz yılını geçirdiği şehri sevinçle terk ederek ülkenin batı ucunda küçük bir şehre gitti… Ve şimdi, üniversiteden sonra, terk ettiği şehrine yeniden ilk gelişiydi. Tüm bu anıları ve eski sevgilisiyle olan son sahneleri de, göz suyundaki tuzla harmanlayıp, son damlayı burnundan aşağı yuvarladı. İşte bitmişti. Bir başka şehirde, başka insanlarla başka bir Afak vardı artık. Kıyafetleri farklı, fikirleri ve ilişkileri düzgün… Ve Afak, gözünü açtığında çocukluğundan kalan tek görüntüyü gördü baba evinde. Bir gün kendisini bile unutacaktı, ama o görüntüyü asla…

Üstündeki yorganı attı, ayağa kalkıp boydan boya yerleştirilmiş pencerenin önüne geldi. Camdaki tıkırtılar gittikçe yoğunlaşıyordu. İçindeki kabarıştan kendine özel bir atmosfer yaratan Afak, bu şehri yağmurla ıslatan gücün kendisinde olduğunu sandı. Yağmurların da bir misyonu vardı ama kim bilir hangi damla neyi yıkamaktaydı?

Her damla bir insan içindi ve Afak için düşen damla, onun geçmişini temizliyordu, evet. Üniversite hayatının ikinci senesinde idrak edebilmeye başlamıştı büyüyen Afak ile çocuk Afak arasındaki farkı. Afak ile diğerleri arasındaki farkı da. İnsanlar büyürken nasıl oluyor da çoğu şey değişmiyordu ve Afak nasıl oluyor da sürekli değişiyordu zaman içinde. O yüzden yağmur, çocuk Afak’ı yıkıyor, altındaki büyümüş Afak’ı ortaya çıkarıyordu. Ve bu yeni Afak, yeni hayatını, yeni arkadaşlarını özleyebilmeye başlıyordu. Çünkü özlemediğiniz insan hayatınızda yoktur. Kim ve nerede

Page 4: Alef-4

olursa olsun… Afak, Özlem’i özlüyordu. Narin’le sohbetlerini, Kemal ve Harun’la yaptığı içki muhabbetlerini...

Dışarıdaki yağmura rağmen dilinin kuruduğunu hissedince eskilerden bir sahne çağrıştı belleğinde: Geniş bir arazi… Sararmış otların kesildiği, verimsiz ve sert zemin… Muhitindeki ekili alanların aksine genç ve dinç tavrını yitirmiş, üstünde top oynayan çocukların tükürük ve terleri dışında, tertemiz bir avuç suya yabancı… Koştukça, adımlar attıkça çığlıkları birbiriyle yarışan, çığlıkları yarıştıkça daha da duyulmayan, duyulmadıkça daha çok çığlık atan yaşlı toprak… İşte orada, topun sahibinin kendisine tayin ettiği yerinde, kalede bekliyor. Ne futbolu seviyor o sıska çocuk, ne de topla oynanan başka oyunları… Ama diğerleri gibi davranmaktan başka çaresi yok! Enine genişlemiş yağ tulumlarından, hırsı sırtına kambur olmuş o minik şeytanlardan, topun ve dolayısıyla oyunun da sahibi olan o sinsi çıyandan farkı var… Henüz n’olduğunu bilmiyor ve olup olmadığını sorgulayamıyor ama var!

Topun sahibi, yani oyunun ve oyuncuların da sahibi, yani aslında dünyanın sahibi, kuralı koyuyor: Gol yiyen kaleci dayak yiyecek… Bu bir onur mücadelesi… Gol yenmemeli. Akdeniz’in sıcağında terden koltuk altları yapış yapış her birinin. Topun yuvarlanıp geçtiği yerlerden çekirgeler sıçramakta. Ot parçalarının temas ettiği yerler çoktan kaşınmaya başladı. Sudan nefret ediyor ve biliyor ki yine banyo yapmak zorunda kalacak…

Yaşadıkları coğrafyanın mı gereğidir yoksa yaradılış her coğrafyada böyle midir? Yaşları belki on bile değil ama hırs, her birinin gözlerine, kirpiklerine tutunmuş. Kör eden cinsinden... Topu kapma çabası hayatlarının kalanında hep var olacak, belli… Topu diğerinden çalmak, alınan topu sürmek için suratlarının aldığı şekilden, döktükleri iğrenç salgılardan nefret etmeye buralarda başladı Afak. Beklediği yerde kendisini gösterme ihtimali düşüktü. Ne berbat bir bahttır, ne çirkef bir çelişkidir ki oyunun bir parçasıyken oyuna dahil olamıyordu. Çünkü orta sahada topun sahibi ve onun arkadaşları kendi gösterilerini sergiliyordu. Kasa hep kazanıyordu.

Sahanın kenarından baktığı oyun, yıllarca sürdü. Kendisini bilmeye başladı başlayalı, dünyayı anlamanın yetmediğini, onu değiştirmek gerektiğini düşünen, bunu yaparken de yaşamlarını bozduran insanların resimleriyle kapladı odasını. İçinde kalanları duvarlarla paylaştı. Okulunun izin verdiğince, sabahları sınıfa girerken bir kenarda ayrılarak teşhir ve tecrit edilmeyecek kadar uzatabiliyordu saçlarını… Birkaç sene sonra istediği okulu, bölümü kazanınca kendi evinde tek başına yaşayacak ve kimsenin karışamayacağı bir şehirde saçlarını uzatacaktı. Bütün çabaları bu hayallere odaklanmıştı.

Arazideki maça gelince… Sahada iki gol yedi o gün, ama kimsenin kalecisi olmadı ve yediği goller için de kimsenin kendisini yumruklamasına izin vermedi. Biten, henüz ilk devreydi…