bİrlİkt tÜrk mİlltİyİz - ozelburoistihbarat.com · bİrlİkt tÜrk mİll tİyİz e-posta:...
Post on 03-Sep-2019
3 Views
Preview:
TRANSCRIPT
BİRLİKTE TÜRK MİLLETİYİZ “Adımız Andımızdır”
EGEMENLİK KAYITSIZ ŞARTSIZ TÜRK MİLLETİNİNDİR
Nisan 2016, Ankara
BİRLİKTE TÜRK MİLLETİYİZ www.birlikteturkmilletiyiz.org
e-posta: btmhareketi@gmail.com
BTM Yürütme Kurulu
Prof. Dr. Ahmet Bican ERCİLASUN Prof. Dr. Abdullah GÜNDOĞDU Prof. Dr. Birgül Ayman GÜLER
Prof. Dr. İskender ÖKSÜZ Prof. Dr. Mustafa ERKAL
Namık Kemal ZEYBEK Sadi SOMUNCUOĞLU
Uluç GÜRKAN Veli KILIÇ
-----------------------------------------
Kitabın hazırlanmasında emeği geçenler
Prof. Dr. Ahmet Bican ERCİLASUN Prof. Dr. Abdullah GÜNDOĞDU
Ahmet Zeki BULUNÇ Prof. Dr. Birgül Ayman GÜLER
Emre BAYRAKTAR Sadi SOMUNCUOĞLU
Ümit YALIM
Matsa Basımevi - Ankara - Nisan 2016 Tel: 0 312 395 20 54
ADIMIZ ANDIMIZDIR!
1
BİRLİKTE TÜRK MİLLETİYİZ
“Adımız Andımızdır”
TÜRK MİLLETİNE ÇAĞRIMIZ
Bizler; Türk Milletinin egemenliğini, vatanın bütünlüğünü ve Milletin
birliğini tehdit eden çok yönlü ve çok kaynaklı tehlikeler karşısında
“Birlikte Türk Milletiyiz - BTM” adı altında bir araya geldik.
Amacımız; millî varlığımızı hedef alan görüş, eylem ve olaylar
karşısında, Türk Milletini bilgilendirmek ve Türk Milleti adına
hareket edenleri uyarmaktır. Bunun için hukukun ve demokrasinin
bahşettiği bütün imkânları kullanmaya kararlıyız. 1919’da Amasya
Genelgesi ile bütün cihana haykırıldığı gibi, bugün de tekrarlıyoruz:
Vatanın bütünlüğü, milletin istiklâli tehlikededir.
Siyasi iktidar üzerine aldığı sorumluluğun gereğini
yerine getirmemektedir. Milletin istiklâlini, yine
milletin azim ve kararı kurtaracaktır.
Türk Milleti asırlardır aşiret, kavim, etnisite, mezhep ayrımlarının
üstünde ve ötesinde kimliğinin ve birliğinin şuurunda, insanlığın
şerefli bir üyesidir. Milletimizi ve vatanımızı ilkel varsayımlarla
bölmek, vatanımızı emperyal siyasî emeller uğruna parçalamak
isteyenlere karşı atılacak ilk adım, birliğimizi ve bölünmez
bütünlüğümüzü teyit ve takviye etmektir.
Türk kimliğimizi ve millî birliğimizi inkâr edenlere
varlığımızı bildirmektir.
Son yıllarda yaratılan sis perdesinin gizlediği gerçek şudur: Biz, tek
tek her birimizin sandığından çok daha fazlayız ve birliğimiz ve
bilincimiz sanılandan çok daha sağlamdır.
BİRLİKTE TÜRK MİLLETİYİZ
2
Tehdit ve tehlikelere karşı hukuk ve demokrasinin desteğinde Türk
Milletini bilgilendirmek, kavram ve söylem birliğini sağlamak için
olayları isimlendirmeye, kavramlaştırmaya özel dikkat
harcayacağız.
Paneller, sempozyumlar, konferanslar düzenleyeceğiz.
Basın bildirileri yayınlayacak, önemli konularda yürüyüşler,
toplantılar yapacağız.
TV’lerde programlar, açık oturumlar düzenleyeceğiz.
Uzmanlara raporlar hazırlatacak, bunları kamuoyuna ve
yetkililere ulaştıracağız.
Her çalışmanın sonunda sorunların çözümü için ne
düşündüğümüzü de açıklayacağız.
Bu çalışma, yurdun her tarafına yayılacak ve katılmak
isteyen her Türk vatanseverine açık olacaktır.
Bize katılın, bu varlık mücadelemizi birlikte yürütelim.
btmhareketi@gmail.com - www.birlikteturkmilletiyiz.org
ADIMIZ ANDIMIZDIR!
3
İÇİNDEKİLER
TÜRK MİLLETİNE ÇAĞRIMIZ ............................................... 1
İÇİNDEKİLER ................................................................... 3
SUNUŞ ............................................................................ 4
MİLLETİN EGEMENLİĞİ VE VATANIN BÜTÜNLÜĞÜ
TEHLİKEDEDİR ................................................................. 7
DÜNYADA YENİ BİR DURUM VARDIR ................................ 15
ULUSAL/MİLLİ DEVLET TEHDİT ALTINDADIR ...................... 17
ADIMIZ "TÜRK"TÜR ........................................................ 20
ÜNİTER DEVLET TEHDİT ALTINDADIR ............................... 22
ULUSAL/MİLLÎ DİLİMİZ .................................................. 27
ANAYASAL TEMELİMİZ .................................................... 29
BÖLÜCÜ TERÖR (PKK / KCK) SORUNU .............................. 30
TARİH BOYUNCA ANADOLU’NUN EGEMENLERİ ................... 34
SIĞINMACI/DEMOGRAFİK YAPI SORUNU ........................... 37
EGE, BATI TRAKYA MÜSLÜMAN TÜRK AZINLIĞI VE
PATRİKHANE SORUNU .................................................... 40
KIBRIS UYUŞMAZLIĞI ..................................................... 48
ERMENİ SORUNU............................................................ 55
NE YAPMALI? ................................................................. 58
BİRLİKTE TÜRK MİLLETİYİZ TOPLULUĞU ........................... 60
BİRLİKTE TÜRK MİLLETİYİZ
4
SUNUŞ
Bugün, Millî/Ulusal kimliğimiz ve Türk Milletini meydana getiren
bütün değerler tartışma konusu haline getirilmiştir. Kimliğimiz
tartışılırsa; egemenlik, istiklâl, anayasa, devlet, sınırlar… tamamı
tartışılır. Bu tartışmayı, Ermeni Diasporası, PKK, emperyal
mihraklar gibi Türk ve Türkiye düşmanları değil, bizzat Türkiye’de
iktidara sahip olanlar açmakta ve desteklemektedir.
“Darbe Anayasası” denilerek anayasamız, “Kemalizm” denilerek
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu ilkeleri tartışılmaktadır. Zaman
zaman da, “Anayasanın her tarafı değişti, ama ruhu kaldı”
denilmek suretiyle asıl amaç itiraf edilmektedir.
“Darbe Anayasasına(!)” göre hazırlanan Partiler Kanunu,
Sendikalar Kanunu, Basın Kanunu, YÖK Kanunu ile kişisel hak ve
hürriyetleri kısıtlayan kanunların tartışılması bunları ilgilendirmiyor.
Hatta 1982’nin bu mirasından mutlu olduklarına dair, güçlü
işaretler vardır. Onların ilgilendikleri tek konu, “millî egemenliğin”
sahibi olan “Türk Milleti” isminin Anayasadan çıkarılmasıdır.
Böylece 1071’den beri asla değişmeyen millî/ulusal ve merkezi
devlet yapısının “çok ortaklı”, bir çeşit federal hale getirilmesi; bazı
parçalarının kantonlar halinde koparılması, geri kalanının da “ortak
vatan” etiketiyle birlikte yönetilmesidir.
Şüphe yok ki, bu bir projedir; sahipleri emperyalistlerdir.
Günümüzde adına, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) denilen, bin yıllık
Haçlı seferlerinin devamıdır. Hedefte; iç dinamikleri çatıştırıp, aynı
milletin evlatları arasında kanlı bir iç kargaşa çıkararak, millî/ulusal
Türk devletini dağıtmak vardır. Bunun delili çoktur: insanlık suçu
sayılan terör örgütlerini siyasetle, silahla ve propaganda ile
destekleme, kanun kaçaklarını ülkelerinde barındırma,
ADIMIZ ANDIMIZDIR!
5
sınırlarımızdaki terör üslerine müdahalemizi engelleme,
yöneticilerimizi terör örgütleriyle anlaşmaya zorlama gibi her yola
başvurulmaktadır.
En sade ve açık olanı da, kendileri ittifaklar kurarak, birlikler
oluşturarak (AB gibi) güçlenirken, bize “etnisite ve mezhep
gruplarına siyasi kimlik ve statü verirseniz, daha da
demokratikleşmiş ve özgürleşmiş olursunuz” baskısını
yapmalarıdır. Sorunun en yakıcı tarafı da, Türk Milletinin etnisite ve
mezheplere göre ayrıştırılmasını, yöneticilerimizin de benimsemiş
olmalarıdır. Bu durumda; Türk Milletine bakışta, haçlılar ve bölücü
terör örgütleriyle görüş birliği hâsıl olmaktadır. Bugün Türkiye’nin,
uçurumun kenarına sürüklenmesinde bu gerçekler yatmaktadır.
Bu bakımdan, esasında tartışılan 1982 Anayasası değildir.
Yapılmak istenen; 1876, 1924, 1961 ve 1982 Anayasalarımızda
titizlikle korunan, Türk Milletinin millî egemenliğini, resmi dilini,
vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü ve Türk vatandaşlarının
eşitliğini ortadan kaldırmaktır. Böylece, devleti ve egemenliği,
sosyal gruplara (etnisite ve mezheplere) göre paylaştırıp, çok
ortaklı yeni bir devlet inşasını amaçlamaktadırlar.
Açıklanan bu tabloya göre, “Devletimizin ülkesi ve milletiyle
bölünmez bütünlüğü” tehlike altındadır. Bu karmaşayı gören,
pusudaki yerli - yabancı bütün fırsatçılar da saldırıya geçmiştir.
Ülkemiz; içeride, asrımızın en kanlı terör örgütlerinden,
emperyalizmin maşası PKK ve onun sözde devlet yapılanması olan
KCK, türevleri ve işbirlikçileri; dışarıda, Ege, Kıbrıs ve Ermeni
meseleleriyle kuşatılmıştır. Emperyalist odakların güdümünde, eş
zamanlı ve uyumlu bir şekilde tırmandırılan bu kuşatma, nüfus
yapımızı bozacak boyutlara ulaşan sığınmacı ve mülteci akınıyla da,
tamamlanmış görülmektedir.
BİRLİKTE TÜRK MİLLETİYİZ
6
Bu kuşatmanın sorumlusu, hiç şüphe yoktur ki, iktidarın
siyasetidir. Aynı zamanda bu siyaset; ideolojik hesaplarla
Ortadoğu’ya düzen vermek üzere yola çıkıp, Kuzey Afrika’dan
bölgemize kadar uzanan terör ve kanlı savaş bataklığında rol
üstlenmiştir. Böylece ülkemiz, bütün dünyayı endişelendiren
Ortadoğu bataklığının bir parçası haline gelmiştir.
Bu kuşatma ve bataklıktan kurtulmak, en hayati bir mesele olarak
önümüzde durmaktadır. Varlığımızı korumak, yaşatmak ve
güçlendirmek azim ve kararında olduğumuzu bir defa daha ilân
ediyoruz. Bütün dünya bilsin ki, 1919’da Erzurum ve Sivas’ta
toplanan Kongrelerde alınan kararlar, bugün de geçerlidir; “Milli
sınırlar içinde vatan bölünmez bir bütündür, parçalanamaz.”
Bu çağrımız, “Uyan, vatana ve millî egemenliğe sahip çık!”
davetidir. Bu hareket, bir sorumluluk hareketidir. Türk Milletinin
bütün duyarlı evlatlarını, aralarındaki ihtilafları erteleyerek, varlık
hukukumuzu savunmaya davet ediyoruz.
Çağrımıza katılın, sayımızı artıralım ve saflarımızı sıklaştıralım.
BİZ HEP BİRLİKTE TÜRK MİLLETİYİZ.
ADIMIZ ANDIMIZDIR!
7
MİLLETİN EGEMENLİĞİ VE VATANIN BÜTÜNLÜĞÜ
TEHLİKEDEDİR
İçinde bulunduğumuz durum, “çözüm süreci” adı verilen, halktan
gizlenerek yürütülen, sosyolojik gerçeklere ve millî menfaatlere
aykırı olan bir siyasetin sonucudur. Bu siyasetin her adımı ve
ayrıntısı çok iyi bilinmelidir.
11 Mart 2009’da Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün “Kürt meselesi”
konusunda “iyi şeyler olacak” sözü, 1 Ağustos 2009’da Beşir
Atalay’ın Polis Akademisi salonlarında “Kürt Meselesinin Çözümü:
Türkiye Modeline Doğru” çalıştayı, 19 Ekim 2009’da Habur sınır
kapısında kurulan çadır mahkemeleri, Mart 2010’da yabancı bir
devlet temsilcisinin koordinatörlüğünde yapıldığı ortaya çıkan Oslo
görüşmeleri… (Muhtemelen bu görüşme, 2007 yılında MİT
Müsteşarı Emre Taner’in girişimiyle başlayan, daha önce Filistin-
İsrail barışı için çalışmış yabancı bir vakfın koordinasyonunda ilk
toplantısı Oslo’da yapılan temasların bir parçasıydı.) Kamuoyuna
malolan beşinci Oslo müzakerelerinde taraflardan biri olarak, KCK
(Kürdistan Demokratik Konfederalizm / Kürdistan Topluluklar
Birliği) Yürütme Konseyi Üyesi ve PKK Merkez Komitesi üyeleri yer
almıştı… Bu görüşmelerde Başbakanı temsilen Başbakanlık
Müsteşar Yardımcısı ile MİT Müsteşar Yardımcısı, PKK liderleriyle
Türkiye anayasasını ve bölücübaşı Öcalan’ın serbest bırakılması
konusunu görüşmüştür ve bunun için Öcalan’dan bir “yol haritası”
almıştır.
30 Eylül 2012’de iktidar, 4. Olağan Kongresi’nde yeni dönemde
yapılması planlanan işler; “manifesto” adı verilen 63 maddelik bir
yol haritası şeklinde basın mensuplarına dağıtılmıştır. Yol
haritasının bazı maddeleri şunlardır: Şartlar ne olursa olsun
mutlaka yeni bir anayasanın ülkeye kazandırılması (madde 11);
BİRLİKTE TÜRK MİLLETİYİZ
8
ana dilde kamu hizmetlerine erişim (madde 22); mevzuatta etnik
ayrımcılık algısı yaratan bütün hükümlerin ayıklanması (Madde
32).
26 Eylül 2012 – 30 Ocak 2013 arasında İmralı Cezaevine beş defa
giden “Devlet Heyeti” ile KCK Genel Başkanı idam mahkûmu
Öcalan arasında “İmralı Mutabakatı” adı altında bir yol haritası
üzerinde uzlaşma sağlanır. Bugün de gündemde tutulan
mutabakata “Çözüm süreci” adı verilir. Bu arada, 2013’ün Ocak,
Şubat ve Mart aylarında BDP milletvekilleri, hükûmetin izniyle
defalarca İmralı Cezaevine giderler ve bölücübaşı Öcalan’la
görüşürler. Artık Öcalan’ın nevruz mesajı da hazırdır. Tarih 21 Mart
2013, Diyarbakır meydanında nevruz mesajıyla “silahlı direniş
sürecinden demokratik siyaset sürecine kapı açılmıştır.”
19 Ekim 2011’de Anayasayı değiştirmek üzere “Anayasa Uzlaşma
Komisyonu” kurulur ve çalışmaya başlar. 23 Ağustos 2013’e
gelindiğinde İktidar Partisinin komisyon üyeleri, Anayasanın 66.
Maddesindeki vatandaşlık tanımının şu şekilde değiştirilmesini
ister: “Devlete vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşıdır.”
Böylece iktidar, 30 Eylül 2012’de ilan ettiği, “mevzuatta etnik
ayrımcılık algısı yaratan bütün hükümlerin ayıklanması” (32.
madde) taahhüdünü yerine getirmek üzere harekete geçer ve işe
Anayasa’dan başlar. Buna göre artık bugünkü Anayasamızdaki gibi
“Devlete vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk” olmayacaktır.
Renksiz (Kimliksiz), “İmralı Mutabakatı”nın 3. Maddesindeki
ifadesiyle “nötr vatandaşlık”ın tarifi gereğince “Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşı” olacaktır. Artık milletvekilleri de “Büyük Türk milleti
önünde namusum ve şerefim üzerine ant içerim.” demeyecektir.
ADIMIZ ANDIMIZDIR!
9
Bu değişiklikle, Türk Milletine ait olan egemenliğin kilit taşı
sökülmek ve milli devletin tasfiyesinin yolu açılmak istenmektedir.
Tabii bu tasfiyenin yapılabilmesi için “Türk sorununun” ortaya
çıkmasını önlemek gerekmektedir. Bu maksatla “Türk Milletini”
ikna etmek üzere, 3 Nisan 2013’te, tamamına yakını aynı
zihniyetteki akademisyen, gazeteci, sanatçı ve iş adamlarından
oluşan bir “Âkiller Heyeti” kurulur. Heyet mensupları için ülkenin
çeşitli yerlerinde kapalı salon toplantıları düzenlenir ve âkiller,
katılımcıların tepkili soruları üzerine “’Çözüm süreci’ nedir, bize bu
konuda bir bilgi verilmedi; ama bizler halkın düşüncelerini tespit
etmek üzere göreve başladık” diyeceklerdir. Büyük çoğunluğu
bölücü zihniyetteki 63 isimden oluşan ve yedi bölgede, yedi
Komisyon halinde çalışan âkiller, sonuçta hazırladıkları raporları
ilgililere verirler. Açıklanan raporda, yedi bölgedeki yurttaşlarımızın
tamamının, bölücü terör örgütünün görüşlerine uygun taleplerde
bulundukları iddia edilir. Böylece birçok araştırma ve anket
firmasının çalışmaları ile asla uyuşmayan, hayâlî sonuçlarla
kamuoyu yaratmaya ve halkı ikna etmeye dönük çalışıldığı ortaya
çıkar. Zaten ilk toplantılarda alınan tepkiler üzerine de, daha sonra
yapılan toplantılara, dinleyiciler seçilerek devam edilmiştir.
21 Mart 2014’te Diyarbakır’da yine miting vardır. Kürsüde yine
okunan Öcalan’ın nevruz mesajındaki; “… Bu barış, başta Rojava
olmak üzere tüm bölgede ancak demokratik anayasal çözümlerle
pekişecektir…” söylemiyle “Kürdistan Demokratik Konfederalizm”
hedefi açıkça ilan edilmektedir.
15 Temmuz 2014’te basında “Çözüm Yasası” olarak adlandırılan
“Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin
Güçlendirilmesi” Kanunu yürürlüğe girer. Kanunun adı böyledir
ama 3. maddede “çözüm süreci” için çıkarıldığı açıkça kayıtlıdır:
BİRLİKTE TÜRK MİLLETİYİZ
10
“Bakanlar Kurulu, çözüm sürecine ilişkin gerekli kararları almaya
yetkilidir.” Ve 2. maddenin b fıkrası da görevlilerin Oslo, İmralı vb.
görüşmelerini yasal garanti altına alır: “Gerekli görülmesi halinde,
yurt içindeki ve yurt dışındaki kişi, kurum ve kuruluşlarla temas,
diyalog, görüşme ve benzeri çalışmalar yapılmasına karar verir ve
bu çalışmaları gerçekleştirecek kişi, kurum veya kuruluşları
görevlendirir.” PKK/KCK ile İmralı ile Kandil ile yapılan görüşmeler
artık resmiyet kazanmıştır.
Öcalan’ın Rojava dediği, Suriye’nin kuzeyindeki PKK yapılanması
da, Suriye’deki iç karışıklıklardan yararlanarak güçlenmekte, yeni
mevziler edinmektedir. PKK’nın Suriye kolu PYD (Demokratik Birlik
Partisi), onun askerî kanadı da YPG’dir. Çözüm Yasasının garantisi
altında artık iktidar yetkilileri de PYD’nin sözde lideri Salih Müslim
ile rahatça görüşmektedir. Onlar görüşürken, Salih Müslim ve onun
YPG’si de Suriye’nin kuzeyine iyice yerleşmektedir. Önce Suruç’un
karşısındaki Ayn el-Arab (Kobani), Afrin, sonra Ceylanpınar’ın
karşısındaki Re’sül-Ayn, daha sonra Tel Abyad birer birer PYD’nin
eline geçmiştir. Türkiye güneyden, Suriye üzerinden de
kuşatılmaktadır.
Müslüman ülkelerdeki selefî örgütlenmeler içinden şimdi bir de
IŞİD belası çıkarılmış ve Suriye topraklarının önemli bir kısmını
işgal etmiştir. 02 Ekim 2014’te IŞİD, PYD’nin kalbi olan Ayn el-
Arab’ın etrafındaki 350 köyü işgal etmiş, 6 Ekim’de de şehre
sızmıştır. Türkiye’deki PKK’lılar sınırı geçip yoldaşlarına yardım
etmek isterler. Güneydoğu il ve ilçelerinde gösteriler düzenlerler.
Gösteriler tırmanır, HDP eş başkanının açık kışkırtması ile de
şiddete dönüşür ve 6- 8 Ekim arasında 54 kişi öldürülür.
Başta Başbakan Erdoğan olmak üzere iktidar yetkilileri, 6- 8 Ekim
olaylarına büyük tepki gösterirler. Gösterirler ama PYD’ye yardıma
ADIMIZ ANDIMIZDIR!
11
gidecek olan Barzani güçleri (Peşmerge) 29 Ekim’de Habur’dan
sınırımıza girer; Türkiye makamlarının izni, refakati ve
ağırlamasıyla Türkiye topraklarından geçerek Ayn el-Arab’a gider.
Ayn el-Arab kuşatması ve 6-10 Ekim olayları çözüm süreciyle ilgili
sıkıntılar da ortaya çıkarmıştır. Bir yandan Öcalan, çözüm süreci
konusunda yeni adımlar atması için hükûmete süre vermekte, bir
yandan HDP, “Ayn el-Arab düşerse çözüm süreci biter” demekte,
bir yandan KCK Yürütme Konseyi Başkanı Cemil Bayık, geri
çektikleri silahlı militanları tekrar Türkiye’ye gönderdiklerini ifade
etmekte; öte yandan Kars’ta ve Yüksekova’da çatışmalar
olmaktadır.
2015’e girilmiştir. HDP heyetleri bir İmralı’ya, bir Kandil’e
gitmekte, çözüm sürecinin devamı için aracılık yaparak iktidarın
temsilcileri ile görüşmektedirler. Yetkililer, çözüm sürecinin devamı
için APO’dan PKK’ya bir çağrı yapmasını istemektedir. Bu, “Silahlı
mücadeleye son verin” çağrısıdır. Ama teröristbaşı Öcalan’ın da
şartı vardır: 10 maddelik demokratikleşme(!) programını
Hükûmetin kabul etmesi. APO’nun bu şartını 17 Şubat 2015’te HDP
Eş Genel Başkanı Demirtaş, iktidarı uyarmaktadır: “Öcalan’ın çağrı
yapması için Hükûmet önce 10 maddelik ev ödevini yapmalı. Onlar
açıklamazsa biz açıklarız.”
Böylece, 28 Şubat 2015’te iki taraf bir araya gelir ve “ev ödevi”
açıklanır. Hem de Dolmabahçe Sarayı’nda. Bütün televizyonların
kameraları heyete dönüktür. HDP milletvekili Sırrı Süreyya Önder
10 maddelik mutabakatı açıklamaktadır:
“Süreçte gelinen aşamaya ilişkin Öcalan’ın temel belirlemesi de
şudur: ‘Bu otuz yıllık çatışma sürecini kalıcı barışa götürürken,
demokratik bir çözüme ulaşmak temel hedefimizdir. Asgari
BİRLİKTE TÜRK MİLLETİYİZ
12
müştereğin sağlandığı ilkelerde, silahlı mücadeleyi bırakma
temelinde, stratejik ve tarihi karar vermek için PKK’yı bahar
aylarında olağanüstü kongreyi toplamaya davet ediyorum’.”
Bu metin, Başbakan Yardımcısı, İçişleri Bakanı, İktidar Partisinin
Grup Başkanvekili ve Kamu Güvenliği Müsteşarının huzurunda,
televizyon kameralarına, yani bütün Türkiye ve Dünya kamuoyuna
karşı okunur ve bütün Türk Milleti teröristbaşının “şartlarını” dinler.
Mutabakatın birinci maddesi, “demokratik siyaset tanımı ve
içeriği”dir. Yani Hükûmet “demokratik siyâset”ten ne anlıyor, PKK
ne anlıyor? Karşılıklı olarak ilk maddede bunu görüşeceklerdir.
İkinci madde, “demokratik çözümün ulusal ve yerel boyutlarının
tanımlanması”dır. Yani, “çözüm”ün bir ulusal boyutu, bir de “yerel”
boyutu vardır. Dokuzuncu madde: “Demokratik cumhuriyet, ortak
vatan ve milletin demokratik ölçütlerle tanımlanması, çoğulcu
demokratik sistem içerisinde yasal ve anayasal güvencelere
kavuşturulması”dır. İyi de, “ortak vatan”; kimle kim arasında?
Vatanımız zaten bütün T. C. vatandaşlarının ortak vatanı değil
midir? O hâlde Öcalan ve PKK “ortak vatan” derken kiminle kimin
arasında vatanın ortak olmasından bahsedilmektedir? İstedikleri,
“Türkiye; Türklerle Kürtlerin ortak vatanıdır.” yani iki
unsurun/grubun ortak vatanı ibâresinin Anayasa’ya konulması
istenmektedir. Onuncu maddede de, zaten “bütün bu demokratik
hamle ve dönüşümleri içselleştirmeyi hedefleyen yeni bir anayasa”
öngörülmektedir.
17 Mart 2015’te HDP Eş Genel Başkanı Demirtaş TBMM Grup
Kürsüsünde üstüne basa basa “seni başkan yaptırmayacağız” der
ve bunu üç defa tekrarlar. Seçimler de yaklaşmaktadır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan 22 Mart’ta Dolmabahçe Mutabakatını
doğru bulmadığını açıklar.
ADIMIZ ANDIMIZDIR!
13
Süreç tekrar sıkıntıya girmiştir. KCK Eş Başkanı Bese Hozat adlı
terör örgütü yöneticisi PKK şartlarında ısrarlıdır: “Bizim şu anda
kongreyi toplama gibi bir gündemimiz yok… PKK, devletin atacağı
adımlar üzerinden kongreyi toplayacaktı. Biz kongreyi gündemden
çıkardık. Kürt sorunu çözülmeden PKK böyle bir kongre yapmaz;
Kürt kimliği tanınmadan, bu temelde anayasa değiştirmeden ve
Kürtlerin statüsünü kabul etmeden böyle bir kongreyi asla
toplayamaz.”
7 Haziran 2015. Genel seçimler yapılır, HDP barajı aşar, AKP %
41’de kalır ve 258 milletvekili çıkarır.
Bu arada, PKK’nın Suriye kolu, PYD batıya doğru ilerlemekte,
Hatay’a ulaşarak bütün güney sınırımızı kuşatmaya çalışmaktadır.
Irak’tan gelen terör destekçisi Peşmerge’nin, PYD’ye yardıma
gitmek üzere Türkiye topraklarından geçişine izin veren Tayyip
Erdoğan, şimdi PYD’nin ilerlemesinden şikâyetçidir: “Tüm dünyaya
sesleniyorum; bedeli ne olursa olsun, Suriye’nin kuzeyinde,
Türkiye’nin güneyinde bir devlet kurulmasına asla müsaade
etmeyeceğiz.” (26 Haziran 2015).
PKK liderlerinden Karayılan, üç gün sonra cevap verir: “Eğer onlar
Rojava’ya müdahale ederlerse biz de onlara müdahale ederiz.”
Ve 11 Temmuz 2015’te KCK, ateşkese son verdiğini açıklar. 14
Temmuz’da da “devrimci halk savaşı”nı başlattıklarını ilan ederler.
Terör saldırısı başlamıştır. Çözüm süreci âdeta “şehitler süreci”
hâline gelmiştir.
BİRLİKTE TÜRK MİLLETİYİZ
14
ACI İTİRAF
Çözüm sürecinin baş mimarı 07 Eylül 2015’te silah stoklanmasına
göz yumulduğunu itiraf etmiştir: “Çözüm sürecini bunlar âdeta
Güneydoğu’da, kısmen Doğu’da kendileri için silah stoklama süreci
olarak değerlendirdiler. Çok ciddi bir silah stoklaması yaptılar.
Burada, bu süreç içinde güvenlik güçlerimiz tabii, ‘herhangi bir
çatışmaya, şuna buna girmeyelim’ dediler ama daha sonra anladık
ki bu süreç içinde bunlar bunu yaptılar.”
Aslında daha 2010’daki Oslo Görüşmelerinde, Başbakanın özel
temsilcisi olduğunu ifade eden Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı ve
Başbakanlığa bağlı MİT Müsteşar Yardımcısı, PKK/KCK
temsilcilerine, metropolleri bile patlayıcılarla doldurduklarını
bildiklerini söylüyordu. Demek ki iktidar ve ona bağlı birimler,
yıllarca silahlanmaya göz yummuşlardı; “süreç” dedikleri kavram
uğruna.
Israrla, hâlâ süreci bitirmediklerini, “buzdolabına” koyduklarını,
uygun ortam doğunca tekrar süreci başlatacaklarını ifade ediyorlar.
İşin vahim tarafı, süreci kabul eden ve destekleyenlerin iktidar
partisinden ibaret olmamasıdır. Gazeteler, televizyonlar, aydın
etiketiyle takdim edilenler, sürekli çözüm diye ağızlarını açmakta,
çözüm diye ağızlarını kapatmaktadırlar. Birçok kuruluş da aynı
istikamette görüş bildirmektedir. Bu durumda Türkiye, PKK’nın
dayattığı “özerklik, özyönetim, Kürtlerin statüsünün anayasa ile
belirlenmesi” kavramlarının kıskacı altında bütünlüğünü
kaybetmeye ve bölünmeye doğru hızla sürüklenmektedir.
Bu pazarlıkların bir ucunda bulunan aktör, mevcut iktidardır.
Dönemin Başbakanı, 2000’li yılların başında kendisini BOP eş
ADIMIZ ANDIMIZDIR!
15
başkanlarından biri ilan ederek, bu pazarlıkların yalnızca içine
düşülmüş bir çaresizlik nedeniyle yapılmadığını göstermiştir.
Pazarlıkların, tümüyle ya da kısmen, iktidar sahiplerinin ideolojik
ya da şahsi amaçlarına da uygun düştüğü için yürütüldüğü
görülmüştür.
Bu vahim durum karşısında, ülkenin ve milletin birlik ve
bütünlüğünü düşünen insanlar olarak, Amasya Tamiminin üçüncü
maddesinde belirtilen “Milletin istiklalini, yine milletin azim ve
kararı kurtaracaktır” şiarını bugün de yüksek sesle dile
getirmeyi görev biliyoruz. Aynı Tamimin dördüncü maddesinde
belirtilen “Milletin içinde bulunduğu bu duruma göre
harekete geçmek ve haklarını yüksek sesle cihana işittirmek
için her türlü tesir ve denetimden uzak, millî bir heyetin
varlığı” gereğinden hareketle millî bir heyet oluşturmayı zaruri
görüyor ve bunu kamuoyuna ilan ediyoruz.
Yukarıda anlatılan süreç karşısında heyetimiz aşağıdaki hususları
açıklamayı da millî bir görev bilmektedir.
DÜNYADA YENİ BİR DURUM VARDIR
“Tek Dünya Hükûmeti” projesini gerçekleştirmek anlamındaki
küreselleşme ideolojisi, hedeflediği yeni dünya düzeni kurulamadan
çökmüştür. Dünya dengeleri, ulusal/millî devletler temelinde ve
bunların çevresinde bölgeselleşme kapsamında yeniden
kurulmaktadır.
Küreselleşmenin “Tek Dünya Hükûmeti” yaratma projesi, 2008
yılında kurumsal olarak çökmüştür. Çünkü millî menfaatler ön
plandadır. Tüm dünya ülkelerini kapsayan çok taraflı serbest ticaret
BİRLİKTE TÜRK MİLLETİYİZ
16
görüşmeleri 2006-2008 yılında askıya alınmıştır. 2007 yılında AB-
ABD ekonomik entegrasyonunu ilerletmek amacıyla Transatlantik
Ekonomi Konseyi oluşturulmasını öngören Anlaşma, 13 Şubat 2013
tarihinde “Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı (TTIP)” adı
verilen görüşmelerin başlamasıyla sonuçlanmıştır. ABD
öncülüğünde Amerika kıtası ülkelerinin Büyük Okyanus’un öteki
yakasında Çin’i dışlayarak giriştikleri Trans-Pasifik Ortaklığı (Trans
Pasifik Partnership –TPP) Anlaşması, Atlantik girişiminin kendi
arkasını sağlama almayı da ihmal etmediğini göstermektedir. Çin
ve Rusya’nın içinde olduğu Şanghay Beşlisi gibi bölgesel
anlaşmaları, etkileri daha sınırlı çok sayıda bölgesel ekonomik
işbirliği ve entegrasyon anlaşmalarını da göz önünde
bulundurduğumuzda, küreselleşen dünyanın artık yerini “düveli
muazzama” liderliğinde “Bölgeler Dünyası”na bıraktığı açıktır.
Ne var ki küreselcilik, yeni denge arayışında en temel dayanak olan
ulusal/millî devlet ve toplum mekanizmalarımızı büyük ölçüde
tahrip etmiş durumdadır. 1980’li yıllardan bu yana sürdürülen,
üretimi ihmal eden büyüme, liberalizasyon, kuralsız özelleştirme
politikaları sonunda, ulusal iktisadi temelimiz aşınmıştır. Hem
küreselcilik hem de bunun yürürlüğe koyduğu BOP, ulusal/millî
devleti, farklılık – azınlık – etnisite – mezhep ayrılıkları temelinde
büyük ölçüde yaralamıştır.
Bugün, dünyanın yeni denge arayışları içinde ortaya çıkmaya
başlamış bulunan güçlüklerle baş edebilmek için, büyük yenilenme
atılımları gerçekleştirmek zorundayız. Bunun için, öncelikle
ulusal/millî varlığımızı güçlendirmek, milli ve üniter devlete
yönelmiş tehditleri bertaraf etmek gerekmektedir.
ADIMIZ ANDIMIZDIR!
17
ULUSAL/MİLLÎ DEVLET TEHDİT ALTINDADIR
Son zamanlarda; ulusal/millî birliğimiz, egemenliğimiz ve Türk
Milleti’nin hukukî yapısının temelini teşkil eden, “bireylerin devlete
Türk vatandaşı olarak bağlanması” düzeni, ağır bir baskı ve saldırı
altındadır. Bu baskı, “Yeni Anayasa” politikası ile birlikte hukuksal
bir tehdide dönüşmüştür.
Önce “Anayasal Vatandaşlık” denen, sonra “Eşit Vatandaşlık” adı
altında ileri sürülen yaklaşım, bu tehdidin siyasetidir. İktidar partisi
bu yaklaşımı ilk olarak 2007 yılında, “renksiz, ideolojisiz, sivil
anayasa” diyerek gündeme getirmiştir. Anayasa’da Atatürk’e yer
olmadığı ilân edilmiştir. İzleyen yıllarda bunun, Anayasadan Türk
vatandaşlığının silinmesi, egemenlik hak ve yetkisinin Türk
Milleti’nden alınması amacıyla hükümlere dönüştürüldüğü
görülmüştür.
Bu düşünceye göre, Anayasa’nın 66. Maddesindeki “Türk
Vatandaşlığı” ifadesi tamamen silinecek veya “Türkiye Cumhuriyeti
Vatandaşlığı” şeklinde yazılacaktır. Bazıları “Türkiye Vatandaşlığı”
önermekte, böyle bir değişikliğin topluma kabul ettirilemeyeceği
hissine kapılanlar ise, “vatandaşı tanımlamayalım, isimsiz
bırakalım” görüşünü ileri sürmektedirler. Böylece milletin adı
değiştirilebileceği veya milletin adı belirtilmeyebileceği gibi,
topluma dünyada mevcut olmayan bir biçimde “Türkiye Milleti!”
gibi, isimler de verilebilecektir. Neticede Anayasadan Türk adının
tamamen çıkarılması amaçlanmaktadır.
Bir milleti anayasadan silmek, kuşkusuz onu tarihten silmeye
yetmez. Ne var ki, ulusların tarihteki varlıkları, egemenlik haklarını
ellerine aldıkları zaman “gerçek” hale gelir. Türk Milleti varlık ve
egemenlik hakkını İstiklâl Savaşıyla büyük bedel ödeyerek devam
BİRLİKTE TÜRK MİLLETİYİZ
18
ettirmiştir. Ülkesinde egemen ve dünyada bağımsız bir millet
olarak varlığını tüm dünyaya kabul ettirmiştir. Sahibi olduğu milli
varlığından, bu varlıktan doğan egemenlik ve bağımsızlık
haklarından kendi isteğiyle vazgeçebileceğini, bu hakların yok
edilmesine izin verebileceğini düşünmek, akıl ve izan dışıdır.
Kendini ve haddini bilmezlik, Türk Milleti’ni tanımamaktır.
Türk Milletinin kimliğine ve egemenliğine yönelik tehditler her
durumda ortadan kaldırılmak istenmektedir. “Yeni Anayasa”
saldırısı karşısında, Anayasa’nın Devletin egemenliğini ve kimliğini
belirleyen hükümleri;
Devletin kurucusu ve sahibinin Türk Milleti olduğunu ve
Anayasanın, demokrasiye âşık Türk evlatlarının vatan ve millet
sevgisine emanet ve tevdi edildiğini açıklayan başlangıç
ilkeleri,
Anayasanın değiştirilemez, hatta teklif bile edilemez dediği;
Devletin şekli “Cumhuriyet” diyen 1’inci maddesi,
Cumhuriyetin niteliklerini “demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk
Devleti” olarak belirleyen 2’ maddesi,
Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez, tek bir egemenlik
alanından meydana geldiğini ve dilinin Türkçe olduğunu
gösteren 3. Maddesi,
Devletin temel amaç ve görevlerini düzenleyen 5. Maddesi,
Egemenlik hakkının, kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğunu
belirleyen 6. maddesi,
ADIMIZ ANDIMIZDIR!
19
“Herkes; dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç,
din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin
kanun önünde eşittir” diyen 10. Maddesi,
“Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında
Türk vatandaşlarına anadilleri olarak okutulamaz ve
öğretilemez” diyen 42. maddesi,
Bireyin siyasal ve hukuki bakımdan “Türk Vatandaşı” olduğunu
tarif eden 66. maddesi,
tam ve sarsılmaz bir inanç ve kararlılıkla savunulacaktır.
Bizim idealimiz, Türk yurttaşlarının kanun önünde eşitliğidir. İnanç
ve etnik çeşitliliğimiz, sosyal ve kültürel değerlerimizdendir. Bu
değerlerimiz, hukuki ve siyasi egemenlik unsuru yapılmadan,
kültürel hayatımızda özgürce yaşanmalı ve saygı görmelidir. Bu
düşüncemizin güvencesi de, bireyin eşit yurttaşlık statüsüne
dayanır. Esasen Anayasamız da bunu emretmektedir. Kanunlar
karşısında yurttaşların eşitliği, aynı zamanda, toplumdaki her çeşit
farklılığın da eşitlenmesi demektir. İnsanlık, millet bütünlüğü
içinde, etnik köken veya inanç gibi farklı özellikleri olan grupların
eşitliğini sağlamak için, bundan başka bir yol bulamamıştır. Bu
bakımdan, yurttaş eşitliğinin güçlendirilmesi ve korunması;
yurttaşın özgürleşmesi, toplum huzur ve güvenliği açısından büyük
önem taşımaktadır. Özgürleşmenin güvencesi de, ulusal ve laik
siyasal rejimin kurucu temeli de, önemli ölçüde bu ilkeye
dayanmaktadır.
Millet olmanın, etnik ve mezhep merkezli bakışı aşmayı
gerektirdiği; canlı bir uzviyet olan millet geliştikçe demokrasinin de
olgunlaştığı; millet ile etnik ırkçılığın asla bağdaşmayacağı gerçeği,
hiçbir zaman unutulmamalıdır.
BİRLİKTE TÜRK MİLLETİYİZ
20
ADIMIZ ”TÜRK”TÜR
Tarihimizin başından beri milletimizin adı Türk’tür. Selçuklu ve
Osmanlı dönemlerinde de aynı şekilde adımız Türk idi. Bunun tabii
bir sonucu olarak, Cumhuriyet’in ilan edilmesinden önce
imzalanmış olan Lozan Antlaşmasında Türk adı kullanılmıştır. 115.
maddede “Türk Bayrağı”, 126. maddede “Türk kara ve deniz
askerleri”, 129/6. maddede “Türk Hükûmeti” terimleri geçer.
Türkiye Cumhuriyetinin uluslararası kabulünün belgesi, yani bir
bakıma Türk’ün uluslararası camia tarafından imza altına alınmış
bulunan tapusuna rağmen kendi kendimize Türkiye Cumhuriyeti
Devletinin anayasasından Türk’ü çıkarmak ancak “safdillik”,
“âcizlik”, “gafillik” veya “ideolojik bir amaç”la izah edilebilir. Bu,
aynen nüfus cüzdanımızdan adımızı silmeye benzer.
Bugün kendi ülkemizde bile ulusal/millî adımızın inkâr edilmesi ve
egemenlik haklarımızın elimizden alınması gibi, tehlikeli ve hiçbir
koşulda kabul edilemeyecek çok yönlü bir saldırıyla karşı karşıya
bulunuyoruz.
Adı destanlar çağına kadar uzanan bir milletin inkârı, tarihe
aykırıdır. İskitlerden, Hunlardan, Göktürklerden başlayan Türk
tarihi Orhun abideleri ile tarihe damgasını vurmuştur. Türkçenin
bilinen ilk sözlüğü Dîvânu Lugâti’t-Türk’ün yazımını 1077 yılında
bitirip eserini Abbasi halifesine sunan Kâşgarlı Mahmud, el
yazmasının 176-177. sayfalarındaki Türk maddesinde şöyle der:
“Türk Nuh’un (s.a.) oğlunun adı. Nuh’un oğlu Türk’ün oğullarına
yüce Allah tarafından verilmiş bir isimdir…” 11. yüzyılda
Şehname’de Firdevsî Türkleri, efsanevi İran hükümdarı Firîdun’un
oğlu Tur’a bağlar. Şecere şöyledir: Firîdun – Tur - Bîşeng –
Efrâsiyâb – Karahan – Türk hânı… Arap tarihçisi Mes’ûdî’nin
(ölümü: 956) Mürûcu’z-Zeheb başlıklı yapıtına göre Türkler, Nuh
ADIMIZ ANDIMIZDIR!
21
oğlu Yâfes oğlu, Sûbil oğlu Âmûr’dan gelirler. Çin kaynakları çok
daha eskidir. Cou hanedanı tarihi 629’da, Sui hanedanı tarihi
636’da, Tang hanedanı tarihi 1060’ta yazılmıştır. Bu hanedan
tarihlerine göre Türklerin efsanevi atası İ-çi-ni-şi-tu idi. Yağmurlar
yağdırabiliyor, rüzgârlar estirebiliyordu. Onun oğlu da No-tu-lu Şad
idi. Ateş yakarak kabile mensuplarını ısıtmış ve soğuktan
korumuştu. Onu reis tayin ederek ona Türk adını vermişlerdi.
Destanlar dönemini izleyen belgeli çağları görmezden
gelmek, tarihe ve akla aykırıdır. Göktürk / Köktürk olarak
bilinen Türk Kağanlığı, döneminin büyük güçleri olan Çin, Sasani ve
Bizans devletleriyle askerî, ticari ve diplomatik ilişkilerde
bulunmuştur. Türk diline ait bilinen ilk yazılı belgeler, Orhun
Abideleri / Anıtları olarak adı geçen Türkçe yazılı üç büyük taştan
biri 732 tarihinde dikilmiş bulunan Köl Tigin bengü taşı (anıtı),
ikincisi 735’te dikilmiş bulunan Bilge Kağan bengü taşı, üçüncüsü
720-726 arasında dikilmiş bulunan Bilge Tunyukuk bengü taşıdır.
Üç anıttaki Türkçe metinler küçük boy bir kitapta 35 sayfa
tutmaktadır. Bu metinlerde Türk adı tam 76 kez geçer. Bu
anıtlardan sonra adımız, tarih boyunca kesintisiz bir şekilde
kullanılmıştır. Uygurlardan kalan ve 10. yüzyılda yazılmış Budizm’e
ait eserler olan Maytrısimit ve Hüen-tsang biyografisinde bu
eserlerin Tohar dilinden ve Çinceden Türk diline çevrildiği bilgisi;
Karahanlılardan kalan Kutadgu Bilig ve Dîvânu Lugâti’t-Türk…
Sınıflandırmaya konu edilecek kadar büyük ve dal-budak salmış bir
toplumun bilgisi daha o zamanlarda verilmiştir: “Türkler aslında
yirmi boydur (qabîle). … Rum’a yakın boyların (qabâyil) birincisi
Beçenek’tir. Sonra sırasıyla Kıfçak, Oguz, Yemek, Başgırt…”
(Dîvânu Lugâti't-Türk)
BİRLİKTE TÜRK MİLLETİYİZ
22
ÜNİTER DEVLET TEHDİT ALTINDADIR
Bugün Devletimizin üniter (tekil) yapısı; ülke toprakları üzerinde
birden fazla egemenlik alanı açılması anlamına gelen, özerk
bölgecilik ve federalizm benzeri çok ortaklı yapılanma tehdidi
altındadır.
Bu tehditler, “ortak vatan Türkiye” ve “Kürdistan” olmak üzere iki
parçada kurgulanan PKK/KCK siyaseti ve “demokratik özerklik”
şeklinde özetlenen, HDP/DBP politikası ile “federasyon benzeri”
talebini programlarına yerleştirmiş, diğer siyasi partilerce yürütülen
politikalar aracılığıyla ortaya çıkmıştır.
Egemenliğin ülke toprakları üzerinde parçalara ayrılması,
Güneydoğu illerinde özerklik – özyönetim ilanları yapan ve
Suriye’deki gibi “kantonculuk” denemelerine girişenleri
desteklemek üzere, 26-27 Aralık 2015 tarihinde Demokratik
Toplum Kongresi imzasıyla ilan edilen 14 maddelik bir bildiriyle fiili
bir baskı haline getirilmeye çalışılmıştır.
Bunlar Türkiye’nin özerk bölgelere ayrılmasını; her bölgenin kendi
meclisleriyle yönetilmesini; bu meclislerin bölgede eğitim, sağlık,
ulaştırma, kültür, vb. her konuda genel yetkili olmasını ve merkezi
parlamentoda temsil edilmesini istemektedirler. İlan ettikleri
bildiriye göre her bölgede yerel diller resmi dil olarak kabul
edilmeli; bu meclislere etnik topluluklar ve inanç çevreleri “kendi
kimlikleri” ile katılmalıdırlar. Bölgedeki kaynakların gelirleri
üzerinde ve vergi toplama yetkisinde devir istenmekte, bölgelerin
kendi güvenlik örgütlerini kurmaları talep edilmektedir.
Bu talepler, Türkiye’de federasyon benzeri çok ortaklı bir devlet
yapısından başka bir şey değildir. Ancak bu yapılanma, aynı
ADIMIZ ANDIMIZDIR!
23
zamanda millet tanımında da değişikliği kapsamaktadır. Böylece
etnik kimliklere statü verilerek tek milletli yapıdan çok milletli
yapıya ve vatandaşlığa geçilmesi istenmektedir.
Bu tarihe kadar sadece “yerel yönetimlerin güçlendirilmesi”ni
istediklerini söyleyenler, artık asıl amaçlarının “bölgesel egemenlik”
olduğunu açıklamaktadırlar.
“Yerel demokrasi” istediklerini söyleyenler, gerçekte “yerel iktidar”
peşinde olduklarını ilan etmişlerdir.
Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliğinin çeşitli organları da bu taleplere
destek veren faaliyet ve açıklamalarda bulunmakta, istekleri meşru
yerel isteklermiş gibi sunarak Türkiye’yi baskı altına almaktadır.
Durum bu kadar açık iken, hem İktidar hem Ana Muhalefet Partisi,
resmi belgelerinde “Avrupa Konseyi Yerel Yönetimler Özerklik
Şartı”ndaki tüm çekinceleri kaldırmayı vaat ederek, bu taleplere
meşruiyet kazandırmaya çalışmaktadırlar. Bu anlamda;
Devletin ve hükûmetin temsilcisi valilerin, yetkilerinin
azaltılarak etkisizleştirilmesi,
Bölge Kalkınma Ajansları kurulması,
Adem-i merkeziyetçiliğin Hükûmet programına alınması,
Büyükşehir projesinin il sınırlarını kapsayacak şekilde
genişletilmesi ve bu uygulamanın bütün illere
yaygınlaştırılma çalışmaları,
Merkezin yerel yönetimler üzerindeki her türlü tasarruf ve
denetim yetkisinin sınırlandırılması,
BİRLİKTE TÜRK MİLLETİYİZ
24
İdarenin bütünlüğünün parçalanması,
Devlette yerellik (subsidiarite) ilkesinin benimsenmesi,
konularında endişe verici adımlar atılmış ve atılmaya devam
edilmektedir.
Bu bakımdan “Yeni Anayasa” talebi, ülke ihtiyaçlarına göre bir
Anayasa değişikliği olmayıp; rejimin ve Türk Milletine ait olan
devlet kimliğinin değiştirilmesidir. Devlet kimliğini değiştirmek ise,
Türkiye Cumhuriyetini ortadan kaldırmak demektir…
Anayasa’nın Başlangıç Bölümünün ilk cümlesi ve 3. maddesinde
yer alan “Türkiye Cumhuriyeti ülkesi ile bölünmez bir bütündür”
hükmü, devletin toprakları üzerinde, tek egemenlik olacağını
söyler. Başka bir deyişle egemenliğin paylaşılması sonucunu
doğuracak olan özerk bölgelerden ve özyönetimden söz edilemez,
eyaletler kurulamaz; devlet yapısı federasyon benzeri çok ortaklı
bir şekle dönüştürülemez.
“Yeni Anayasa” politikası güdenler, Başlangıç ve 3. madde
değişikliklerinin yanı sıra, Anayasa’nın idareyi düzenleyen 123 ve
127. maddelerine de odaklanmışlardır. Madde 3’te belirtilen “ülkesi
ile bölünmez bütün” ilkesini ete kemiğe büründüren hüküm, madde
123’te yer alan “idarenin bütünlüğü” kuralıdır. Buna göre idare,
kuruluş ve görevleriyle bir bütündür; kanunla kurulur. İdare ancak
iki esasa göre kurulur. Bunlardan biri merkezden yönetimdir.
Ankara’daki merkezi idareyle il-ilçelerdeki mülki idareden oluşur.
Bunların tümü, yani bakanlıklar, valilikler, kaymakamlıklar tek
tüzelkişiliktir; buna devlet tüzelkişiliği denir. Diğer esas, yerinden
yönetim esasıdır. Buna bağlı olanlar özel idare, belediye ve köyler
ADIMIZ ANDIMIZDIR!
25
gibi mahalli idareler ve KİT’ler gibi hizmet idareleridir. Bunların her
birinin kendilerine ait kamu tüzelkişilikleri vardır.
123. maddedeki idarenin bütünlüğü kuralından rahatsız olanlar,
bunu kaldırmayı ve idareyi “ayrılık kuralı”na göre düzenlemeyi,
böylece federasyon benzeri oluşuma gitmeyi hedeflemektedirler.
Bunun anlamı, her türlü kamu hizmetini verecek olan eğitim,
sağlık, ulaştırma vb. kurumların devlet tüzelkişiliğinden çıkarılması,
her birinin ayrı tüzelkişilikler olarak bölgelere devredilebilmesidir.
Ayrılık kuralını sağlamak için AB’nden destek almakta, Anayasaya
idarenin bütünlüğü yerine “subsidiarite” denen yerellik ilkesini
getirmek istemektedirler.
127. madde Mahallî İdareler maddesidir. Burada bu idarelerin
üzerinde Merkezî İdarenin kullandığı denetimi ortadan kaldırmak,
bunun için “etkin denetim ilkesi”ni silmek peşindedirler. Mahallî
idareleri “idari ve mali bakımdan özerktir” diye tanımlamak, bunları
genel yetkili kılmak, aynı şekilde bunların gelirlerini de asıl olarak
“kendilerine ait” sayacak kurallar yerleştirmek niyeti
gütmektedirler.
Bu yönde yapılacak değişikliklerin, Anayasanın Başlangıç ve 3.
maddesindeki ilkelerinin içinin boşaltılması anlamına geldiği, üniter
devleti ortadan kaldırarak Devletin egemenliğinin bölgesel / yerel
iktidar odakları arasında bölüştürecek bir dağılmaya yol açacağı
açıktır.
Bazı ülkelerin, üstelik Batı ülkelerinin federatif yapıda olması
Türkiye’ye örnek gösterilemez. Çünkü bu ülkelerdeki federatif yapı,
tarihî süreç içinde parçadan bütüne (aşağıdan yukarıya) doğru
giden bir gelişmeyi gösterir. Mesela Amerika Birleşik Devletleri,
birbirinden bağımsız 13 devletin 1777’de kendi kararlarıyla
BİRLİKTE TÜRK MİLLETİYİZ
26
birleşerek bir federal yapı oluşturmalarıyla ortaya çıkmıştır. Bu
sebeple ABD’nin eyaletleri “state” yani “devlet” adını taşır. Kaldı ki,
20. Yüzyıl boyunca ABD’de merkezî hükûmet, eyaletler aleyhine
ciddi derecede güç kazanmıştır. Yani ABD, gittikçe daha merkezî
bir yapıya doğru evrilmektedir.
Bir başka örnek Almanya’dır. Prusya, Bavyera, Saksonya, Baden
gibi soyca Alman 25 bağımsız devletin 1871’de birleşmesi sonucu
Almanya, federatif yapıda kurulmuştur. Bugün ise Almanya üniter
anlayışla güçlü merkezî hükûmet tarafından yönetilen bir sisteme
dönüşmüştür. Burada da parçadan bütüne gidiş vardır.
Türkiye, daha Fatih devrinden beri merkezî bir yapıya
kavuşturulmuştur. Bazen savaş, bazen evlilik vb. yollarla devlete
katılan Anadolu beylikleri, doğrudan merkeze bağlanmış, federal
bölgeler olarak yapılandırılmamıştır.
Türkiye Cumhuriyeti de aynı şekilde daha baştan üniter bir yapıda
kurulmuştur. Türkiye federal bir yapıya yöneldiği takdirde; Amerika
Birleşik Devletleri’nin, Almanya’nın ayrı devletlerden, yani
parçadan bütüne doğru giden federatif yapılarına karşılık,
bütünden parçalanmaya doğru gitmiş olacaktır. Özellikle,
Yugoslavya ve SSCB örneğinde olduğu gibi, etnik gruplara dayanan
federatif devletlerin parçalandığına da dünya, çok yakın tarihlerde
şahit olmuştur; ancak üniter yapıyla başlayıp federatif yapıya
dönüşen ülke görülmemiştir.
Siyaset bilimci Alfred Stepan da şu uyarıda bulunuyor: “Komünizm
sonrası Avrupa, federalizm konusunda dikkatli olmamız gereğini
gösteriyor. Komünist siyasî sisteminde sekiz Avrupalı devlet vardı.
Bunlardan beşi üniter devletti (Macaristan, Polonya, Romanya,
Arnavutluk ve Bulgaristan); üçü federaldi (Sovyetler Birliği,
ADIMIZ ANDIMIZDIR!
27
Yugoslavya ve Çekoslovakya). Mucizeler yılı 1989’dan yedi yıl
sonra, bu beş üniter devletten beşi de hâlâ üniter devlettir; üç
federal devlet 22 devlete bölünmüştür.1”
Günümüz dünya koşullarında ve ülkemizin karşı karşıya olduğu
tehditler göz önünde bulundurulduğunda, ihtiyacımız olan
düzenleme merkeziyetçilik ve idarenin bütünlüğü ilkesi temelinde
yükselmelidir. Etnik ayrılık ve federalizm taleplerini AB’nin yerel
yönetim ilkesiymiş gibi takdim etmek, bir propaganda oyunundan
ibarettir. AB üyesi ülkeler, Yerellik İlkesi (subsidiarite) üniter
yapıya asla ters olmayacak şekilde kendilerine göre yorumladıktan
ve kendi millî yapılarıyla uyumlu hale getirdikten sonra
uygulamaya koymuştur. Yerel yönetimler, günün koşullarına
uygun, ölçülebilir ve merkezin etkin şekilde denetleyebileceği bir
düzenleme ile güçlendirilmelidir. Bu çerçevede, Avrupa Konseyi
tarafından 1994 yılında yeniden yorumlanmış olan Avrupa Yerel
Yönetimler Özerklik Şartı, tüm maddeleri ve çekinceleri bakımından
yeniden değerlendirmeye alınarak, gözden geçirilmelidir.
ULUSAL/MİLLÎ DİLİMİZ
Tarihimiz boyunca milletimizin dili Türkçedir. Selçuklu döneminde
resmi yazı dili olarak Farsça ve Arapça kullanılmışsa da orduda,
sarayda ve günlük hayatın her alanında konuşma dili olarak Türkçe
kullanılmıştır.
1Alfred Stepan, “Modern multi national democracies: transcending a Gellnerian
oxymoron", "The State of the Nation, Ernest Gellner and the Theory of Nationalism, editör:John E. Hall, Cambridge University Press (1998) kitabında, sayfa 227.
BİRLİKTE TÜRK MİLLETİYİZ
28
Osmanlı devletinde ise Oğuzların Türkçesi yazı dili olmuş,
edebiyatta, ilmi eserlerde ve bütün devlet yazışmalarında
kullanılmıştır. Bütün kanunlar ve resmî evrak Türkçe olarak kaleme
alınmıştır. Örneğin Fâtih’in hatt-ı hümâyûnu “bu kanun, bu kanun-
nâme atam ve dedem kanunudur ve benüm dahi kanunumdur…”
diye başlar. Ya da Kanuni Sultan Süleyman Kanunnâmesi’nde
“Undan ve buğdaydan ve ulafdan, filcümle (bütün) hubûbatdan her
yükden satılmağa gelen (koyunun) ikisinden bir akçe alına… Ve bir
yük tuz ve peynir ve bal gelse altışar akçe alına…” diye yazılmıştır.
19. yüzyıla gelindiğinde devlet hayatındaki gelişmeyle birlikte
anayasa yapma ihtiyacı doğmuş ve ilk Anayasa da Türkçe yazılmış,
1876 yılında kabul edilmiştir. Bu Anayasada devlet dili de gündeme
gelmiştir. 1876 Anayasasının 18. maddesi hem Türkçeyi “resmî dil”
olarak ifade eder, hem de devlet hizmetlerinde çalışabilmek için
Türkçe bilmeyi şart koşar. “Hey’et-i Meb’ûsân” başlığı altında yer
alan 68. maddede kimlerin milletvekili olamayacağı sayılırken,
üçüncü olarak “Türkçe bilmeyenler” belirtilmiştir. “Meclis-i Umûmî”
başlığı altında yer alan 57. maddede Mecliste yapılacak
müzakerelerin dilinin de Türkçe olması gerektiği belirtilir: “Madde
57 – Hey’etlerin müzâkerâtı (müzakereleri) lisân-ı Türkî üzere
cereyan eder…”
İkinci Meşrutiyet’in ilanı üzerine 1909’da Anayasa tekrar ele
alınmış ve bazı maddeleri değiştirilmiştir. Ancak yukarıdaki
maddeler aynen devam etmiştir. 1914, 1916, 1918 yıllarında
yapılan küçük değişikliklerde de yukarıdaki maddelere
dokunulmamıştır.
Cumhuriyet dönemindeki anayasalarımız da Osmanlı geleneğini
devam ettirmiştir.
1924 Anayasasının;
ADIMIZ ANDIMIZDIR!
29
2. maddesine göre “Devletin resmî dili Türkçedir.”
12. maddesine göre de “Türkçe okuyup yazma bilmeyenler
milletvekili seçilemezler.”
1961 Anayasasının;
3. maddesine göre “Resmî dil Türkçedir.”
68. maddesine göre de “Türkçe okuyup yazma
bilmeyenler… milletvekili seçilemezler.”
1982 Anayasasında dil konusu yine üçüncü maddede yer alır:
“Madde 3 – Türkiye Devleti ülkesi ve milletiyle bölünmez bir
bütündür. Dili Türkçedir…” Bu maddenin başlığında yine “resmî dil”
terimi kullanılmıştır.
ANAYASAL TEMELİMİZ
Tarihî gerçeklere dayalı olarak Türkiye Cumhuriyeti, bugüne
kadarki bütün anayasalarında egemenliğin kayıtsız şartsız Türk
Milletine ait olduğunu belirterek, vatandaşlık kavramını “Türk”
kelimesiyle ifade etmiş ve ulusal vatandaşlık anlayışına dayalı
millî/ulusal devlet ilkesini benimsemiştir.
1876 Kanun-î Esasisî’nin 18. maddesinde “Devletin resmi dilinin
Türkçe” olduğu ifadesi, 1924 anayasasının 88. maddesinde
“Türkiye’de din ve ırk ayırt edilmeksizin vatandaşlık bakımından
herkese Türk denir” ifadesi yer almıştır. 1961 Anayasasının 54.
maddesinde ve 1982 Anayasasının 66. maddesinde “Türk devletine
vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.” ifadesi yazılıdır.
Demek ki başından beri Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına “Türk”
denilmiştir ve bu Anadolu’ya girdiğimizden itibaren başlayan
Türkiye tarihinin tabii bir sonucudur.
BİRLİKTE TÜRK MİLLETİYİZ
30
Bir başka husus ise şudur: Anayasamızın 10. maddesi, “Herkes
[Vatandaşlar], dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç,
din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun
önünde eşittir.” derken; Almanya anayasası Almanlar, Fransa
anayasası Fransızlar, Yunan anayasası Elenler eşittir demektedir.
Avrupa ülkelerinin birçoğunun anayasalarında da millet adı
belirtilmiştir. Söz gelişi Alman anayasasının başlangıç kısmında ve
ikinci maddesinde “Alman milleti (Das Deutsche Volk)”, sekizinci,
dokuzuncu, on birinci ve on ikinci maddelerinde “bütün Almanlar
(Alle Deutschen)” ifadeleri geçer. Yani “Almanya” değil, “Alman”.
Bilindiği gibi Almancada “Almanya” anlamında “Deutschland”
kullanılır. Aynı şekilde Fransa anayasasında da “Fransız milleti /
halkı (le peuple Français)” ifadesi geçer. Bu ve benzer ülkelerin
hâkim unsuru, içlerinde ne kadar farklı etnik grup bulunsa da tarihî
olarak kendilerini, tek bir millet ve ülkenin sahibi kabul ederler.
BÖLÜCÜ TERÖR (PKK / KCK) SORUNU
Bölücü terörü (PKK) büyüten baş sorumlu, İktidar ve siyasetidir.
Bu kadro ideolojik olarak, Türk Devletini; milliyetçilik, Kemalizm ve
Atatürkçülüğün ürünü olarak adlandırıp, tasfiyesini ve yeniden
yapılandırılmasını öncelikli hedef edinmiştir. Onlara göre toplumun
normalleşmesi, sadece “Cumhuriyetin kötülüklerinden
arınmakla(!)” mümkün olacaktır.
Bu çerçevede öncelikli hedef olarak TSK’nın zayıflatılması
seçilmiştir. Siyasi iktidar, Türkiye’nin “normalleşmesinin askerî
vesayetten kurtulmasıyla” mümkün olacağı hesabıyla 5 Kasım
2007’de ABD Başkanı George W. Bush ile de “Ergenekon”
ADIMIZ ANDIMIZDIR!
31
konusunda anlaşarak, TSK’ya karşı “operasyon” başlatmıştır. Siyasi
İktidar-Cemaat ittifakı, TSK karşıtlığının zirvesini simgelemektedir.
Kumpas davalarıyla TSK itibarsızlaştırılıp, iç tehdit, güvenlik ve
terörle mücadelede yetkileri sınırlandırılarak işlevsizleştirilmiştir.
Bu durum, Türk Devletinin terörle mücadele iradesine ciddi darbe
vurmuştur. Buna karşılık PKK, muhatap alınmak suretiyle
meşrulaşma ve aklanma sürecine girerek güçlenmesini
sürdürmüştür.
İktidar Partisinin yönetici kadroları, Cumhuriyet’in lâiklik
ilkesini, hatta ondan da de önce, egemenliğin Türk Milletine
ait olmasını içine sindirememiştir. Onlara göre Türklük ve Türk
milliyetçiliği en önemli sorundur; Türkiye, Türklükten kurtulmalı,
milliyetçilikten arınmalıdır. Bu temel sorunun aşılabilmesi için de,
devletin Türk Milleti yerine Türkiyelilik esasına göre; siyasi
egemenliğin sadece bir unsuru olan coğrafya (Türkiye/Anadolu
gibi) üzerine yeniden kurulması gerekmektedir. Türklüğe ve Türk
ulus devletine karşı başlatılan bu ideolojik-politik savaş, PKK’nın
güçlenmesinin en temel nedeni olmuştur. Bu durum, öncelikle açık
veya örtülü olarak PKK’nın “meşrulaşmasına”, “haklılık
kazanmasına” yol açmış; PKK cinayetleri ve terörü, Türk Ulus
Devletinin bir sonucu olarak gösterilip, aklanmaya çalışılmıştır.
“Çözüm süreci” veya “barış süreci” olarak adlandırılan dönem
bu sosyolojik, siyasi, ideolojik ve sosyo-psikolojik zeminde
oluşmuştur. 2013’de uygulamaya giren “çözüm süreci”nin iddiası
basittir: “PKK/KCK, ‘Kürt sorunu’nun bir ürünüdür; bu sorun
çözülürse örgüte ihtiyaç kalmaz. PKK/KCK neden değil, sonuçtur.
Cumhuriyet’in etnik gruplar dışlanarak sadece Türklere göre
kurulmasının, günümüze kadar da asimilasyon ve zulüm
yapılmasının ürünüdür.” Görüldüğü gibi “çözüm süreci” açıkça
PKK/KCK’nın, ülkenin bölüşülmesi ve kendi kendini yönetme
BİRLİKTE TÜRK MİLLETİYİZ
32
iddiasına bağlı olan, özerkleşme/devletleşme taleplerine haklılık
kazandırma ve gereğinin yapılması sürecidir. “Çözüm süreci”
PKK/KCK’nın güçlenmesine tarihî fırsatlar sunmuş; bölücü terör
örgütü PKK’yı övmeyi suç olmaktan çıkarıp açıkça desteklemek,
aydın ve ilerici olmanın kıstasına dönüştürülmüştür. Tam bu sırada
bölücü örgütün cinayetleri tırmandırılıyor, sokakta, pazarda infazlar
yapılıyor, güvenlik güçleri sokakta dolaşamıyor, merkezleri
kurşunlanıyordu. Nitekim HDP Eş Genel Başkanı Demirtaş da 18
Ekim 2015 günü verdiği bir mülakatta “daha önce de ateşkes
döneminde PKK adına benzer bazı saldırılar oldu. Pazar yerinde,
çarşıda vurulan astsubaylar, uzman çavuşlar oldu. Peki, hükûmet o
saldırılardan sonra 'ben ateşkesi bozdum, Kandil'e uçaklarla 400
hava saldırısı düzenliyorum' dedi mi? Demedi” sözleriyle bu
durumu ikrar etmiştir. Türkiye genelinde rahatça hareket edebilen
ve propaganda yapabilen PKK/KCK, dağa insan devşirme gücünü
zirveye çıkarmış; Ortadoğu bölgesinde de güçlenme imkânı
bulmuştur.
Bütün bunların yanı sıra, AKP yönetiminin demokrasiden
uzaklaşarak otoriterleşmesi, güçler ayrılığının yok edilerek Hukuk
Devletinin askıya alınması; kadrolaşma sorunu, yandaş olmayanın
yükselme şans ve imkânının yok oluşu; Erdoğan’ın başkanlık
ihtirası; kurumlar arası çatışma, güvensizlik ve siyasi kutuplaşma
gibi olumsuzluklar millî ruhu zayıflatıyor; hizipçiliği, partizanlığı,
siyasi kabileci anormalliği besliyor ve beslemeye devam
etmektedir.
Bu ortam, PKK/KCK’nın güçlenmesine hizmet eden bir
başka faktör olmuştur.
PKK, 2003’ten itibaren “bölgeselleşme” sürecini
hızlandırmıştır. Bölücü örgüt, hayalini kurduğu modele, 2010
ADIMIZ ANDIMIZDIR!
33
yılından itibaren daha çok yaklaşmıştır. Bunda başlıca rol sahibi
gelişmeler, Irak’ın işgali ve Arap Baharı adı verilen olaylar ile
özellikle Suriye’de meydana gelen kanlı çatışmaların bölgeye de
yayılmasıdır. Böylece PKK/KCK terörü, çok daha müsait bir ortamı
yakalamış oldu.
ABD’nin 2003 Irak’ı işgali, Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi ve Irak’ta
federal bir anayasal düzen kurulması, PKK’nın Irak’ta güvenli bir
terör üssü elde etmesini mümkün kılmış; Türkiye’ye yaptığı terör
saldırılarıyla güçlenmesine imkân sağlamıştır. Bu gelişmeler,
bölücü terör örgütüne kendi çabalarıyla asla elde edemeyecekleri
tarihî bir fırsat sunmuştur.
Önceki dönemlerde Türkiye’nin Ortadoğu’ya yönelik dış
politikasının temelini, tüm bölge ülkeleriyle ilişkilerin her alanda
geliştirilmesi ve karşılıklı ekonomik yarar oluşturmaktaydı. Türkiye
bölgede katkı sağlayıcı, taraf gözükmeksizin kolaylaştırıcı faktör
olma hedefi doğrultusunda davranıyordu. İktidar, bu politikayı
ortadan kaldırmış, genel olarak Türkiye’nin değil, İhvan-ı Müslimin
denilen bir örgütün menfaatlerine göre şekillenen bir siyaset
çerçevesinde, Ortadoğu’da etkin olmaya odaklanmıştır.
Kuzey Afrika Arap ülkelerinde İhvan siyasetiyle dayanışma
biçiminde başlayan bu politika, iktidar yöneticilerinin heyecanlı
desteklerine karşılık, Batı ülkelerinin bu İhvan’a başlangıçta
verdikleri desteği geri çekmeleri karşısında darboğaza girmiştir. Bu
süreçte Türkiye kaybederken, terör örgütü PKK büyük fırsat elde
etmiştir. Arap Baharı, örgütün konumunu değiştirmiştir. Terör
örgütünün bölge devletleriyle olan ilişkileri artmış, başta ABD
olmak üzere batılı ülkelerle daha açıktan ilişki kurma imkânı elde
etmiş; örgüt bu süreçte bölgeselleşmiştir.
BİRLİKTE TÜRK MİLLETİYİZ
34
İdeolojik siyaset ve tavizler sonucu, PKK sorunu “iç sorun”
olmaktan çıkmış, “bölgesel sorun” haline gelmiştir. Sorunun
hallinde bu özelliğin akılda tutulması büyük önem taşımaktadır.
TARİH BOYUNCA ANADOLU’NUN EGEMENLERİ
Batılılar –ki biz buna Haçlılar demeliyiz- Türkleri Anadolu’dan
çıkarmak için bin yıldır, her yoldan, [askeri, siyasi, ekonomik gibi]
aralıksız bir şekilde uğraşıyorlar. Bunun son örneği; ABD Başkanı
George W. Bush’un, İkiz Kulelere iki uçağın çarpması üzerine sarf
ettiği, “Haçlı seferlerini başlatıyorum” sözünün arka planında bu
emelin yattığı açıktır. Onlara göre Anadolu’nun sahibi
kendileridir(!), burada egemenlik kurmuşlar ve medeniyetleri
burada yoğrulmuştur. İyi de, bu toprakların Roma ve Doğu
Roma’dan önce de egemenleri vardı. Neden onların sahipliğinden
bahsedilmiyor? Ayrıca, bugün Roma adıyla yaşayan bir millet
olmadığı için varisi de yoktur. Eğer bir varis aranacaksa, bu
coğrafyada zulüm çarkına dönen Doğu Roma’yı yenerek buralarda
hâkim olan ve üstün bir medeniyet inşa eden Türklerden başkası
olamaz.
Doğrudur, ülkelerin sahibi oranın egemen olanıdır. Eğer bir
topluluk, üzerinde yaşadığı coğrafyada devlet kurup hâkimiyet
sağlayamamışsa, statüsü egemen olana tâbi fertler olmaktan
ibaret kalır. Buna göre, Doğu Roma uyruğunda yaşayan ve adı
ister Romalı, ister Ermeni, ister başka bir şey olsun, bunların
konumları hukukî ve siyasî açıdan, dün de bugün de böyledir. Bu
anlamda, Türkler 11. asırda Anadolu’ya gelmeden önce,
egemenliğin Doğu Roma’ya, Abbasilere; daha önce de Hititlere
vesair şehir devletlerine ait olması gibi…
ADIMIZ ANDIMIZDIR!
35
Türklerin Ortadoğu’ya gelişleri Emevi ve Abbasiler döneminde
başlamıştır ve Türkler burada devletler kurmuşlardır. Tolunoğulları
[868-905], İhşidiler [935-969], Zengiler [1127-1259], Erbil Beyliği
[1146-1284] gibi. Milâttan öncesine gidecek olursak karşımıza,
Sümerler, Sakalar/İskitler ve Sabarlar çıkar [M.Ö. 4000’den
itibaren]. Rahmetli Servet Somuncuoğlu’nun Anadolu ve Orta
Asya’daki kaya resimlerinden oluşan büyük albümleri, bunun en
yeni kanıtlarından sayılabilir.
Türk Milletinin ayrılmaz bir parçası olan ve bugün bilgisizce
tartışılan Kürt kökenli vatandaşlarımızın Doğu ve Güney-Doğu
Anadolu’ya gelişleri konusuna da temas etmekte yarar vardır.
Anadolu’ya gelişlerin, küçük topluluklar halinde de olsa 10’uncu
yy’a kadar gittiğini görüyoruz. Nitekim haritacı ve coğrafya bilgini
Arap gezgini İdrisi’ye [12. yy.] göre Kürtler, Anadolu’nun devamı
sayılan Fars eyaletinde dört sancak hâlinde yaşamaktadır. İranlı
coğrafya bilgini İstahri [10. yy.] ve Memlük dönemi tarihçilerinden
Makrizi [14-15. yy.]’ye göre de Kürtler Fars eyaletinde
oturmaktadır. Anadolu’ya aşiretler halinde göçleri ise, 1058’de
kendi arzularıyla Selçuklulara tâbi olmalarıyla başlamış; en yoğun
göçler ise; İdris-i Bitlisi’nin, Osmanlıya biat etmek isteyen kalabalık
aşiret topluluklarının taleplerini Yavuz Sultan Selim’e yazılı olarak
bildirmesi üzerine, 1514 Çaldıran savaşından sonra
gerçekleşmiştir.
Bu durum, bölgeye verilmiş adlardan da belli olmaktadır.
Diyarbakır, Siirt, Mardin, Urfa ve çevresi Hz. Ömer devrinde Arap
Devleti topraklarına katılmış, Yukarı Mezopotamya üç idarî bölgeye
ayrılmıştı. Diyâr-ı Mudar,Diyâr-ı Rabîa, Diyâr-ı Bekr bölgeleri;
Mudar, Rabîa ve Bekr Arap asıllı sülale adlarıyla kurulmuştu. 10.
yüzyılda, Bizans dönemindeki thema adlı idari bölgeler olarak
Mesopotamia, Edessa, Vasprakania vardır; ama başka bir
BİRLİKTE TÜRK MİLLETİYİZ
36
isimlendirme yapılmamıştır. Anadolu Selçukluları, Karakoyunlu ve
Akkoyunlu dönemlerinde de Diyarbakır ve çevresi, Diyarbekr
olarak geçer.
Doğu Anadolu, Avrupalılarca uzun yıllar Turcomanie (Türkmen
ülkesi) olarak anılmıştır. İlk olarak İç ve Doğu Anadolu için 13.
yüzyılda Marco Polo bu tabiri kullanmıştır. Daha sonra 15.
yüzyıldan 19. yüzyıl başlarına kadar bütün Avrupa coğrafya
literatüründe Doğu Anadolu Turcomanie olarak zikredilir.
Osmanlı dönemine gelince; Çaldıran Savaşından hemen sonra
1515’te Diyarbekir Beğlerbeğiliği kurulur. 16. asırda bölgedeki
beğlerbeğilikler, kuruluş tarihleri ve kuruluş merkezleri itibarıyla
şöyledir: Diyarbekir [1515 – Âmid], Haleb [1516 – Haleb],
Zülkadriye (1522 – Maraş), Erzurum [1533 – Erzurum], Van [1548
– Van], Çıldır [1578 – Çıldır], Kars [1580 – Kars]. Bu
beğlerbeğilikler daha sonra vilâyet adını alır. Vilâyet-i Diyarbekr,
Vilâyet-i Erzurum gibi. 19. yüzyıl başlarında bölgede Maraş,
Diyarbekir, Sivas, Erzurum, Çıldır, Kars ve Van eyaletleri vardır.
Bu dönemde, [Sultan II. Mahmut] coğrafi anlamda Kürdistan
eyaletinden bahsedildiği [13 Aralık 1847] görülmektedir. Bu eyalet,
Muş, Van, Hakkâri, Cizre ve Diyarbakır’ı kapsamaktadır. 1867’den
itibaren bölge yine Van Valiliği, Diyarbekir Vilâyeti adlarını alır. Bu
durum, 1876 ve 1908 yıllarına ait salnâmelerde açıkça görülebilir.
ADIMIZ ANDIMIZDIR!
37
SIĞINMACI / DEMOGRAFİK YAPI SORUNU
İktidarın “Arap Baharı” ve bunun doğal bir parçası olan Suriye
siyaseti, her yönüyle iflas etmiştir. İflasın sonucunda, komşu ve
tabii müttefiklerimizle ilişkilerimiz dibe vurmuş, her alanda
yalnızlaşan ve kuşatılan bir Türkiye ortaya çıkmıştır. Yine bu
siyasetin kaçınılmaz başka bir sonucu olarak ülkemiz, milyonlarla
ifade edilen ve yurdun her tarafına başıboş bir şekilde yayılan,
sığınmacı ve mülteci göçünün istilasına uğramıştır. Kimler olduğu
bilinmeyen sığınmacıların sayısının, bazen gittikleri il ve ilçelerin
nüfuslarını bile aştıkları ifade edilmektedir.
Dünyada bir benzeri daha görülmeyen bu uygulamalar ısrarla
sürdürülmüştür. Pek çok ülkeden (Afrika dâhil) sorunlu kişiler
ülkemize akın etmişlerdir. Arkadan Afganistan, Libya, Irak, Suriye
gibi kanlı iç çatışmaların yaşandığı ülkelerden dalgalar halinde
gelişler olmuştur, olmaktadır, olacaktır.
Denizlerde yaşanan facialarla hayatını kaybedenlerin, sokaklarda
dilenenlerin ve ticaret metaı haline getirilen aç-susuz zavallı
insanların perişan hali, toplum vicdanında büyük bir travma
yaratmaktadır. Bu çok boyutlu sefaletle birlikte, ciddi bir ahlaki ve
güvenlik tehdidi oluşmaktadır. Şu anda sadece Suriye’den
gelenlerin 3 milyona ulaştığı söylenmektedir. Suriye’den ve geri
dönüş anlaşmasıyla AB’den geleceği açıklanan yeni milyonlarla
ülkemizin ne hale geleceğini düşünmek bile istemeyiz.
Üzerinde yeterince durulmasa da ortada, daha şimdiden çok ciddi
bir insanî ve toplumsal sorun vardır. Türkiye’nin dayanma gücünü
çoktan aşan, zaten sancılı olan şehir kültürlerimizi tanınmaz hale
getireceği belli olan yabancı göçler, tam bir milli/ulusal güvenlik
sorunu haline gelmiştir. Türk Milleti huzursuz; bu vahim
BİRLİKTE TÜRK MİLLETİYİZ
38
sonuçlardan sorumlu olan siyaset erbabının bir kısmı
vurdumduymaz, bir kısmı çaresizdir. Ürkütücü boyutlar kazanan bu
sorunun çözümü için, maalesef herhangi bir adımın atıldığı da
görülmemektedir.
Yıllarca yapılan uyarılara, “100 ülke ile vizeleri kaldırdık”,
“Dünyanın neresinde zulme uğrayan varsa onun yanındayız”, “Açık
kapı siyaseti uyguluyoruz” ve “Büyük ülke olmanın gereğini
yapıyoruz” gibi övünmelerle cevap verilmiştir. Bu böbürlenme gibi
görülen söylemlerin aslında, ideolojik temelli “Arap Baharı”
siyasetinin, demografik yapımızla ilgili uygulama olduğuna dair
yapılan yorumlar doğruluk kazanmaktadır. Bu siyasetin gereği
olarak, sınırlarımız herkese açılırken sadece Irak Türkmenlerine
kapalı tutulmuştur. Sınırlarımıza yığılmış Türkmenlerin gözyaşları
ve feryatlarını yüreğimiz sızlayarak TV ekranlarında seyrettik.
Ekrana konuşan bir Türkmen kocası aynen şöyle diyordu: “Biz de
Türk’üz, Türkiye’ye aitiz. Burada her grubun arkasında bir devlet
var, ama biz yalnızız. Türkmenlerin Allah’tan başka dayanağı
yoktur. Dostum Davutoğlu’na bunları telefonda anlattım,
‘düzelecek’ dedi, ama değişen bir şey olmadı.” Türkiye’den
umudunu kaybeden Türkmenler, Telafer’liler başta olmak üzere
Irak’ın çöllerine ve içlerine dağılıp kaybolmuşlardır. Bu
uygulamanın hukuki, insani ve millÎ izahı yoktur. Sadece ideolojik
hesaplarla izahı yapılabilir.
Sığınmacılarla ilgili olarak tabloya bakıldığında; kamplarda kalanlar
hariç, hiçbirinin kayıtlarının tutulmadığı, denetimlerinin
yapılmadığı, kontrolsüz bir şekilde ülke sathına yayılmaya devam
ettikleri görülmektedir. Dolayısıyla Devletin elinde sağlıklı kayıtlar
yoktur. Uluslararası anlaşma ve sözleşmelere göre bir hak olan
“sığınma talebi kabul edilmediği takdirde sınır dışı edebilme”
hakkının kullanılması da, öyle kolay kolay mümkün değildir.
ADIMIZ ANDIMIZDIR!
39
Önceleri, “Onlar bizim kardeşlerimizdir” ve “Ensar ile muhacirin”
gibi muğlak, hissi, hiçbir hukuki kurala dayanmayan, Türk halkının
dini duygularını istismar etmeye yönelen söylemler, yerini, “…
otobüsler, uçaklar boşuna durmuyor herhalde, bindirir göndeririz,
hadi güle güle deriz”e bırakmıştır.
Bugün yaşanan bu sürecin devamında; eğitimsiz, sağlıksız, çok zor
şartlar altında büyümüş ve büyük bir ihtimalle sığındığı ülkeye ve
topluma düşman bir neslin yetişme tehlikesi vardır. Yaşanan ağır
şartlarda, dil sorununun yarattığı iletişimsizlik, eğitim alamama, iş
bulamama gibi oldukça karanlık ya da tamamen belirsiz bir gelecek
kaygısı, psikolojik bozukluklara zemin hazırlamaktadır.
Her geçen gün ülkelerine dönüş ümidini kaybeden sığınmacıların,
çok uzak olmayan bir gelecekte, yeni bir etnik sorun kaynağı olma
ihtimali yüksektir. Gelecekten ümidini kaybeden genç kitlelerin;
çetecilik, terör, fuhuş ve uyuşturucu bataklığı gibi karanlık yollara
sapması beklenmelidir. Bir de bunların vatandaş yapılacağına ve
seçmen olarak oy kullanacaklarına dair haberler dikkate
alındığında, milli güvenlik tehdidinin boyutları daha da açık bir
şekilde ortaya çıkmaktadır.
Çare olarak;
1.Suriye politikası, acilen gözden geçirilmelidir.
2.Türk toplumunda, sığınmacıların toptan vatandaş yapılacağına
dair haberler, şimdiden ciddi bir rahatsızlık ve gerginlik
yaratmaktadır. Böyle bir durumun, ülke bütünlüğü ve güvenliği
açısından vahim sonuçlar doğuracağı açık bir hakikattir. Öncelikle
bu hususa açıklık getirilmesi elzemdir; hayati derecede önem
taşımaktadır.
BİRLİKTE TÜRK MİLLETİYİZ
40
3. Nereden gelmiş olursa olsun, bütün sığınmacılar kayıt altına
alınmalı ve sıkı bir denetime tabi tutulmalıdır.
4. Ülkelerine mutlaka dönecekleri ümidi, canlı tutulmalı ve
güçlendirilmelidir.
5. Bu amaçla, zaman içinde sınırlara yakın yeni yerleşim
birimlerinde toplanmaları için çalışmalar başlatılmalıdır.
6. Ülkelerine dönmeleri için ilgili devletler ve uluslararası kuruluşlar
nezdinde diplomatik girişimler artırılarak sürdürülmelidir.
7.Sığınmacıların insanî açıdan; eğitim, sağlık, iş, aş gibi
ihtiyaçlarını karşılayacak önlemler geliştirilmelidir.
8. Bu konularda Devlet, üniversitelerimiz ve uzmanlar ile iş birliği
yaparak, her türlü siyasî mülâhazadan ve müdahaleden uzak bir
şekilde ve ivedilikle, kısa, orta ve uzun vadeli stratejik
planlar hazırlamalıdır.
EGE, BATI TRAKYA MÜSLÜMAN TÜRK AZINLIĞI VE
PATRİKHANE SORUNU
Ege sorunları genel olarak Yunanistan’dan kaynaklanmaktadır.
Ancak Türkiye, 2004 yılından itibaren siyasi iktidarların
icraatlarından kaynaklanan Ege sorunları ile de karşı karşıya
kalmıştır. Türkiye, bu iktidarların siyasetiyle Yunanistan’a
kuşattırılmış ve Anadolu Yarımadasına kilitlenmiştir.
Bizim kıyılarımızdaki Ege Adalarının hukuksal statüsü, 1923 Lozan
Antlaşması ve 1947 Paris Antlaşması ile belirlenmiştir. Yunanistan
bu statüye karşı çıkarak egemenlik alanını genişletme çabası
içindedir. Kardak Krizi’nde bunu başaramamış, ancak 2003 yılından
sonra topraklarını genişletme cesareti bulmuş ve bazı gelişmeler
kaydetmiştir.
ADIMIZ ANDIMIZDIR!
41
Ege’deki haklarımızın savunulması, öncelikli mücadele alanlarımız
arasında yer almaktadır.
Ege Denizi’ndeki sorunlar, mevcut durum itibarıyla sekiz başlıktan
oluşmaktadır:
1. Türkiye’ye ait ada ve kayalıkların Yunanistan tarafından işgal
ve ilhak edilmesi,
2. Deniz Haydutluğu,
3. Adaların silahlandırılması,
4. Karasuları ve hava sahası,
5. Kıta sahanlığı,
6. Arama ve kurtarma sahaları,
7. Fener Rum Patrikhanesi,
8. Azınlıklar.
Türkiye’ye Ait Ada ve Kayalıkların İşgali: 17 - 30 Mayıs 1913
tarihli Londra Antlaşması’yla Osmanlı devleti Girit üzerindeki
egemenlik haklarını Müttefik Devletlere (Yunanistan, Bulgaristan,
Karadağ, Sırbistan) vermiş, Girit Adası’nın etrafında bulunan adalar
Osmanlı Devleti’nin egemenliğinde kalmıştır. Girit Adası’nın
egemenliği bu dört devlete verilmiş ve adanın egemenliği paylı
mülkiyet şeklinde düzenlenmiştir. Girit Adasında, Yunanistan’ın tek
başına mülkiyeti söz konusu değildir. Mevcut durum itibarıyla Girit
Adasının aidiyeti tartışmalıdır.
Bu anlaşmayla taraflar, Girit adası dışındaki tüm Osmanlı adalarıyla
Athos Yarımadasının kaderini Almanya, Avusturya, Fransa, İtalya,
Rusya ve Britanya Kralına bırakmışlardı. Bu altı devlet, 13 Şubat
1914 tarihinde Yunanistan Hükûmetine tebliğ edilen karara göre,
Türkiye’ye geri verilmesi gereken Gökçeada (Imbroz), Bozcaada
(Tenedos) ve Meis’in (Castellorizo) dışında bütün Ege Denizi
BİRLİKTE TÜRK MİLLETİYİZ
42
adalarını Yunanistan’a verdiler. Yunan Hükûmeti buralarda
tahkimat yapmayacak, adaları askerî (kara ve deniz) amaçla
kullanmayacağı konusunda kendilerine ve Türkiye’ye yeterli
garantiyi verecekti. Yunanistan bu yükümlülüğü yerine getirmekten
pek çok kez uzak durmuştur.
Lozan Antlaşması’nın 12. maddesiyle de İmroz (Gökçeada),
Bozcaada ve Tavşan adaları ile Asya (Anadolu) kıyılarından itibaren
3 mil mesafedeki adalar Türkiye’nin egemenliğinde bırakılmıştır.
Yunanistan’a 9 ada verilirken, İtalya’ya 12 ada ve Rodos ile Meis
bırakılmıştır. Türkiye ile İtalya arasında 1929 yılında görüşmelere
başlanmış, 28 Aralık 1932 yılında Anadolu sahilleri ile Meis Adası
arasındaki karasuları sınırını belirleyen Türk-İtalyan Sözleşmesi
imzalanmıştır. Ancak, İkinci Dünya Savaşı sırasında, İtalya’nın
egemenliğinde bulunan 12 ada ile Rodos ve Meis olmak üzere
toplam 14 ada, Mussolini tarafından Almanya’ya verilmiştir. Alman
Ordusu 1941-1943 yılları arasında Doğu Ege Denizi’nde bunları
işgal etmiştir. İkinci Dünya Savaşının ardından düzenlenen 1947
Paris Konferansında 12 Ada, Rodos ve Meis Adası İtalya’dan
alınarak Yunanistan’a devredilmiş, böylece Yunanistan’ın Ege
Denizi’ndeki ada sayısı 23’e çıkmıştır. Ancak, Yunanistan’ın 1932
Türk-İtalyan Sözleşmesinin geçerli olduğunun belirlenmesi isteğine
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB), 28 Aralık 1932
düzenlemesinin Milletler Cemiyeti’ne tescil ettirilmemiş ve
yayımlanmamış olduğunu hatırlatarak karşı çıkmış; Yunanistan’ın
isteği Konferans tarafından da reddedilmiştir. Dolayısıyla bu
işlemler sorunludur.
Yunanistan bu adaların dışında 16 ada ve 1 kayalığı Ekim-Kasım
2004’te işgal etmeye başlamış, iktidar 1995 Kardak Krizi’nden
farklı davranıp sessiz kalarak işgalin gerçekleşmesine göz
ADIMIZ ANDIMIZDIR!
43
yummuştur. Bugün Yunanistan’ın işgaline uğrayan kayalık
bölgelerin toplam sayısı 152’ye ulaşmaktadır.
Deniz Haydutluğu: Yunanistan devlet gemisiyle, Türk
karasularında, Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesinin 101
ve 102. maddesinde belirtilen Deniz Haydutluğu suçunu
işlemektedir. Yunanistan, deniz haydutluğu suçunu işgal ettiği Türk
Adaları bölgesinde işlediği için iktidar bu olaylara sessiz kalmakta
ve vatandaşlarımızın hakkını korumamaktadır. Yunanistan’ın
işlediği bu suçlar, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin yargı alanı
içindedir. 14 Nisan 2014 tarihinde Türk Kaptan Mustafa Ateş’in
Türk Karasuları içinde Yunan Sahil Güvenlik Botu’ndan açılan ateşle
öldürülmesi, 30 Mayıs 2014 tarihinde, Bodrum Çatal Ada
yakınlarında, Türk karasularında balık avlayan Türk teknesine ateş
açılması, vatandaşlarımızın İstanköy Adasına götürülerek
tutuklanması bu durumun örnekleridir.
Adaların Silahlandırılması: Yunanistan 1960’lı yılların başında
adaları silahlandırmaya başlamıştır. Türkiye, adaları silahlandırdığı
için Yunanistan’ı ilk defa 29 Haziran 1964’te protesto etmiştir.
Yunanistan, 1964’te Papandreou Hükûmetinin Doğu Ege Adalarını
silahlandırma politikasını ifşa etmiştir. Türkiye, Nisan 1975’te BM
Genel Sekreterliğine gönderdiği bir nota ile Yunanistan’ı, adaları
silahlandırdığı için protesto ederek, güvenliğini tehdit ettiğini
bildirmiştir. Yunanistan, Türkiye’ye yönelik hava harekâtı için,
Limni, Midilli, İstanköy ve Rodos Adası’nda, havaalanları inşa
etmiştir. Türkiye, adaların silahlandırma faaliyetlerinden çok sonra,
1975’te Ege Ordusu’nu kurmuştur.
Adaların silahlandırılması bundan sonra da devam etmiştir. Oysa
Ege adaları silahlandırılmama şartıyla Yunanistan’a devredilmiştir.
BİRLİKTE TÜRK MİLLETİYİZ
44
Bu şarta uyulmaması, Doğu Ege Bölgesinde bulunan 23 adanın
Yunanistan’a aidiyetini tartışmalı hale getirmiştir.
Karasuları ve Hava Sahası: Yunanistan 1936 yılında tek taraflı
bir kararla karasularını 6 mile çıkarmıştır. 1964 yılında Türkiye’nin
de karasularını 6 mile çıkarmasıyla Ege’de bugünkü durum
meydana gelmiştir. Yunanistan’ın karasularını 12 mile çıkarma
gayretleri, Türkiye’nin savaş nedeni olarak göreceği anlamına
gelen “casus belli” kararı ile engellenmiştir. Siyasi iktidar, adaların
işgal edilmesi sonrasında, Ege Denizi’ndeki Türk karasularını
anlaşılmaz bir şekilde geriye çekerek 3 mile düşürmüştür. Birleşmiş
Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesinin (BMDHS) 2. maddesine göre,
bir ülkenin hava sahası, karasularının üzerindeki bölgeyi kapsar
dediği halde; Yunanistan 6 mil karasularının üzerinde 10 millik
Hava Sahası uygulamasını başlatmıştır. Türkiye uluslararası
hukuka ve BMDHS’ye aykırı olan bu durumu tanımadığını ilân etmiş
olmasına rağmen, siyasi iktidar egemenlik haklarımızın ihlâline
seyirci kalmaktadır.
Kıta Sahanlığı: Karşılıklı kıyıdaş ülkeler arasında kıta sahanlığı
sınırları, çeşitli kurallar ve antlaşmalarla düzenlenmektedir.
Türkiye, Ege’nin eşit paylaşımı doğrultusunda Yunanistan ile kıta
sahanlığı konusunu ikili görüşmeler yoluyla çözümlemek
istemektedir. Yunanistan ise, Ege’deki kıta sahanlığı sorununu
Doğu Ege adaları ile Anadolu arasındaki kıta sahanlığının
sınırlandırılması olarak kabul etmektedir. Sorunun çözümüne ilişkin
herhangi bir çabanın olmadığı görülmektedir.
Arama Kurtarma Sahaları: Türk Arama Kurtarma Hattı Ege
Denizi’nin ortasına kadar uzanmaktadır. Ege Denizi’nde, Türk
Arama Kurtarma Sahası ile Yunan Arama Kurtarma Sahası
çakışmaktadır. Sorunun çözümüne ilişkin bir gelişme yoktur.
ADIMIZ ANDIMIZDIR!
45
Fener Rum Patrikhanesi: Fener Rum Patriği Bartholomeos,
“Kutsal Meclis” denilen St. Sinod’a, üyelerin Türk vatandaşı olma
mecburiyetine rağmen, Cumhuriyet tarihinde ilk kez 2004 yılında,
altı yabancı metropoliti göreve başlatmıştır. Bunlar ABD, İngiltere
ve Girit Başpiskoposları ile Rodos, Finlandiya ve Yeni Zelanda
Metropolitleridir. Bunlardan ikisi Yunanistan vatandaşıdır.
Patrikhane bu altı papazdan ikisini, sembolik olarak İznik ve Bursa
Metropoliti olarak atamıştır. Oysa Lozan Antlaşmasına göre
Patrikhane, sadece İstanbul’daki Rumların dini hizmetlerini
yapması gerekirken, çeşitli ülkelerdeki patrikhanelerle hiyerarşik
yönetim ilişkisi kurmuştur. Aynı şekilde Anadolu’daki hiçbir kiliseyle
de yönetim ilişkisi olmayacaktı. Ama Fener Patrikhanesi Lozan
Antlaşmasını çiğnemekten çekinmemiştir. Böylece, bir Ortodoks
devletinin kuruluşu tamamlanmış, ülkemizde bir egemenlik alanı
tesis edilmiştir. Lozan Antlaşmasına aykırı olan bu tavizlerle,
uluslararası planda, Patrikhane’nin Türkiye içinde Metropolitlerinin
olduğu kabul edilmiş; Rum göçmen ailelerinin geri gelmeleri için,
Türk resmi makamları tarafından resmen çağrı yapılmıştır.
Yetkililerin bu ihlallere karşı hiçbir uyarıda bulunmadığı, karşılıklılık
şartına dayanarak Batı Trakya’da yaşayan Müslüman Türklerin
çiğnenen haklarını savunmadığı görülmektedir. Bu siyasetten
cesaret alan Yunanistan Rodos Adası’nda 1972 yılından beri, tam
41 yıldır Müftü atanmasını engellemektedir. Lozan Antlaşmasının
yapıldığı tarihte, Batı Trakya’nın % 82’si Türklere ve vakıflarına ait
iken, bugün bu oran % 21’e düşmüştür. Yunan hükûmeti bu gasp
işini, imar planı değişiklikleri ve Vakıfların mütevelli heyetlerini
görevden alıp, yerine atama yaptığı yöneticilerle gerçekleştirmiştir.
Patrikhane’nin internet sitesinde Batnoz Adası (Patmos)
Patrikliği’nin; Eşek Adası (Agathonision) ve Nergizçik Adası (Arkioi)
ile birlikte etrafındaki küçük adaların da, doğrudan Ekümenik
Patrikliğin yetkisi altında olduğu belirtilmiştir.
BİRLİKTE TÜRK MİLLETİYİZ
46
Bu emrivakiler, Patrikhane’nin işgalciliğe soyunduğunu açıkça
göstermektedir. Yunanistan’ın Türk adalarını işgal etmesi Megali-
İdea’nın bir uygulaması olup siyasi bir olaydır. Patrikhane’nin siyasi
bir olayın içinde olması Lozan’da varılan mutabakata aykırıdır. Bu
durumda Patrikhane’nin, Lozan Mutabakatına göre, İstanbul’da
ikamet etme hakkını hukuken kaybettiği, ait olduğu Aynoroz’a
taşınması gerektiği söylenebilir. Ya da bu tür Antlaşma dışı
uygulamalara son vermelidir. Ancak bu sürüp giden ihlaller
karşısında hükûmetin 13 yıldır seyirci kaldığı görülmektedir. Bütün
bunlar, bugünkü Hükûmetin önünde önemli bir millî güvenlik
sorunu olarak durmaktadır.
Batı Trakya Müslüman Türk azınlığının sorunları: AB üyesi
Yunanistan, Lozan Antlaşmasını tanımamaktadır. Halbuki Lozan’a
göre, İstanbul’daki Ortodoks Rumlarla, Batı Trakya’daki Müslüman
Türkler karşılıklılık esasına göre, aynı azınlık haklarına sahiptir.
Lozan’ın bu maddesini dikkate almayan Türkiye, Rum azınlığa
Lozan’ı da aşan haklar tanımaktadır. Bir örnek vermek gerekirse;
2008’de Vakıflar Kanunu değiştirilerek Lozan’daki azınlıkların vakıf
statüsü aleyhimize bozulmuş, Anadolu’daki, hazine ve Vakıflar
Genel Müdürlüğüne intikal eden veya sahipsiz konumdaki binlerce
gayrimenkul, mülkiyet bağlantısı da aranmadan Rum vakıflarına,
hem de onarılarak verilmektedir. Bir örnek daha verelim; Lozan’da,
Anadolu’daki kiliselerle idari ilişki kurmamak ve sadece
İstanbul’daki Rum Ortodoks cemaatin dini hizmetini yapmak
şartıyla varlığı kabul edilen Fener kilisesi ve papazın adı,
Patrikhane ve Ekümenik Patrik olmuş, böylece Türkiye içinde ve
dışındaki kilise ve patrikhanelerin yönetim merkezi konumuna
getirilmiştir. Kısaca, devlet içinde devlet yapılmıştır.
Ama Yunanistan, Lozan’a aykırı olarak Türk azınlığa ağır baskı
uygulamaktadır. Azınlık haklarını büyük çapta ortadan kaldırmakta,
ADIMIZ ANDIMIZDIR!
47
temel insan haklarını bile tanımamaktadır. Türk adının kullanılması
suç sayılmaktadır. Yine, Batı Trakya’da toprakların %82’si
Müslüman Türklere ait iken, kamulaştırma adı altında bugün bu
oran %21’e indirilmiştir. Türk azınlığın vakıflarına, tayinle mütevelli
heyet getirilerek el konulmaktadır. Soydaşlarımız çeşitli
bahanelerle vatandaşlıktan çıkarılmaktadır. Türkiye ise, bu yasa
tanımayan hak ihlallerine karşı ses çıkarmamakta ve Lozan’daki
karşılıklılık kuralını işletmemektedir.
Eğitim-öğretim durumu ise şöyledir:
Yunan Hükûmeti, 150 bin Türk azınlığın yaşadığı Batı
Trakya’da, 2011 yılında 14 okul, 2013 yılında 12 okul olmak üzere
toplam 26 Türk azınlık okulunu kapattı.
6 bin Türk azınlığın yaşadığı Rodos ve İstanköy’de, 1972
yılından itibaren Türkçe eğitimi yasakladı ve 2013 yılında da
toplam 7 Türk Azınlık Okulu’nu kapattı.
Yunan Hükûmeti toplam 33 Türk Azınlık Okulunu kapatırken,
buna karşılık siyasi iktidar, 2013 yılında, 300 Rum azınlığın
yaşadığı Gökçeada’da, 4 Rum öğrenci için Özel Gökçeada Rum
İlkokulu’nu açtı. Öğrencilerden ikisi 2014 yılında ayrıldı, okulun
öğrenci sayısı 2’ye düştü.
Bizde ise iktidar, 2013 yılında Ortodoks Rum Azınlığın
Gökçeada İlk ve ortaokulu ile lisesinin onarımını yaparak öğrenime
açmış, böylece Lozan Antlaşması’nın 40 ve 45. maddesindeki eşit
haklar ve mütekabiliyet ilkelerini ihlâl etmiştir
150 Bin nüfuslu Batı Trakya Türk azınlığının sadece 2 azınlık
ortaokul-lisesine karşılık, 3 bin nüfuslu İstanbul Rum azınlığın 6
ortaokulu ve lisesi vardır.
Türk azınlığın 2005 yılında, İskeçe’de bulunan ortaokul-lisesine
ek bina inşaatı için yaptığı başvuru Yunan Hükûmetince cevapsız
bırakıldı. Buna karşılık ülkemizde, 300 Rum Azınlığın yaşadığı
Gökçeada’da, 7’si Gökçeada’da yaşayan 3’ü de Yunanistan’dan
BİRLİKTE TÜRK MİLLETİYİZ
48
gelecek toplam 10 Rum öğrenci için, 28 Eylül 2015 de, Özel
Gökçeada Rum Ortaokulu ve Lisesi’ni açtı.
Yunan Hükûmeti, Kavala’daki Türk camiini kiliseye, İstanköy’deki
Türk camiini alışveriş merkezine, Rodos’taki Türk camiini de
meyhaneye çevirdi. 12 Ada bölgesinde yaşayan vatandaşlarımız
ibadetlerini serbest bir şekilde yapamıyor. Yöneticiler, bu olaylara
da seyirci kalmaktadır.
KIBRIS UYUŞMAZLIĞI
Kıbrıs Adası bulunduğu coğrafi konumu dolayısıyla siyasi, askerî ve
ekonomik yönlerden olağanüstü stratejik ve jeopolitik öneme sahip
bir adadır. Kıbrıs bu niteliğinden dolayı tarih boyunca bölgede
stratejik çıkarları olan bütün ülkelerin ilgi odağı olmuştur.
Venedik’in egemenliğindeki Kıbrıs Adası’nda halka zulmediliyor ve
Akdeniz’deki ticaret yollarında da korsanlık yapılıyordu. Korsan
devlet egemenliğindeki Kıbrıs, bu haliyle dünya ticareti için ciddi bir
tehdit ve tehlike oluşturuyordu. Osmanlı Devleti bu duruma son
vermek için Kıbrıs’ı 1571’de fethetmiştir. İngiltere, 1878 yılına
gelindiğinde sömürge imparatorluğunun yollarını güven altına
almak için, Akdeniz’de “geçici üsler” formülüne kuvvet vermeye
başlamıştı. İngiltere Mayıs 1878 yılından itibaren Kıbrıs’ı askerî üs
olarak istedi. Kıbrıs Adası’nın Osmanlı Devleti egemenliğinde
kalmak ve geçici olarak yönetiminin İngiltere’ye devredilmesini
öngören 4 Haziran 1878 İttifak Antlaşması ve 1 Temmuz 1878 Ek
Antlaşmayla 12 Temmuz 1878’de Kıbrıs’ın yönetimi, geçici olmak
kaydıyla, İngiltere’ye devredildi.
ADIMIZ ANDIMIZDIR!
49
Osmanlı Devletinin I. Dünya Savaşı’na Almanya yanında savaşa
girmesini bahane eden İngiltere 5 Kasım 1914 tarihinde Kıbrıs’ı
ilhak ettiğini açıkladı. Lozan Barış Antlaşması ile Türkiye’nin
Ada’nın egemenliğini İngiltere’ye devretmesiyle Kıbrıs uyuşmazlığı
günümüzdeki sürece uzanan yeni bir boyut kazandı.
Günümüzde Doğu Akdeniz’in ve Kıbrıs Adası’nın stratejik ve
jeopolitik önemi geçmişe oranla daha da artarak çok boyutlu bir
gelişme göstermektedir.
Kıbrıs’ta, özellikle 2013 yılı ortalarından itibaren ABD’nin
yönlendirdiği “gizli diplomasi” tam bir gizlilik ve “karartma” altında
uygulanmaktadır. Bu niteliğiyle “perde gerisinde” sürdürülen Kıbrıs
görüşmelerinin, özellikle Rum basınına sızdırılan bilgiler ışığında
Türkiye, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) ve Kıbrıs Türk halkı
açısından ağır tehdit ve riskler taşıdığı görülmektedir.
ABD Büyükelçisi Koenig’in, “Çözümün ilgili Birleşmiş Milletler
kararları temelinde tek uluslararası kimliği olan, iki bölgeli, iki
toplumlu bir federasyon oluşturulmasını destekliyoruz” sözleriyle,
istediği çözümün mesajını veriyordu. Şöyle ki; ABD’nin “Kıbrıs’ın,
Münhasır Ekonomik Bölgesi’nde kaynakları araştırma hakkını
desteklediğini” de ifade etmesiyle Rum tarafının konuyla ilgili tezini
savunduğunu açıklıyordu. Büyükelçi bu sözleriyle görüşme
sürecinde inisiyatifin ABD’de olduğunu da belirtmiş oluyordu.
AB adına Almanya ve Rusya da ABD’nin inisiyatif almasından dolayı
da “rahatsızlığını” ortaya koymuştur. Rusya’nın Güney Kıbrıs Rum
Yönetimi (GKRY) üzerindeki etkisi, Güney Kıbrıs’ta yıldan yıla artan
Rus varlığı (nüfus ve ekonomik), GKRY ile yaptığı askerî anlaşmalar
nedeniyle sağladığı stratejik denge avantajlarıdır. Ayrıca İsrail’in
güvenliği de çok önemli bir unsurdur. Türkiye-İsrail ilişkilerinin dibe
BİRLİKTE TÜRK MİLLETİYİZ
50
vurmasıyla şekillenen ve Yunanistan boyutunu da kapsayan
İsrail’in yeni Kıbrıs politikasının hedefleri, dikkate alınması gereken
son derece önemli bir faktördür. Doğu Akdeniz’de özellikle Kıbrıs
ve İsrail açıklarında yeni bulunduğu açıklanan hidrokarbon (petrol
ve doğal gaz) yatakları, Kıbrıs uyuşmazlığına çok farklı ve daha
karmaşık bir boyut kazandırmış, “rol paylaşıcılarının” sayısını
artırmıştır. Esasen GKRY, 1990’ların başından itibaren petrol arama
alanlarını belirlemesi, Mısır ve Lübnan ile Münhasır Ekonomik Bölge
Antlaşmaları imzalamasıyla karadaki Kıbrıs Uyuşmazlığını denize de
yaymış ve bu yolla Türkiye’ye uluslararası petrol şirketlerinin
devletleri aracılığıyla baskıları artırmak suretiyle hedeflediği
sonuçlara ulaşma stratejisini uygulamaya koymuştu. Doğu
Akdeniz’de ve Kıbrıs üzerinde Yunanistan-İsrail-GKRY üçlüsünün
oluşturmaya başladığı denge, yapılan askerî mutabakatlar,
gerçekleştirilen ortak askerî tatbikatlar, İsrail-Yunanistan, İsrail-
GKRY, Mısır-GKRY arasındaki üst düzey diplomatik ziyaretler ve bu
üçlü dengeye Mısır’ın da dâhil edilme girişimleri, özellikle
Yunanistan’ın Türkiye ve Kıbrıs hedefleri açısından çok dikkatle
değerlendirilmeli ve başta Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin
varlığını güçlendirmek olmak üzere gerekli stratejik politikalar
uygulanmalıdır.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı,
öncelikle seçim propaganda sürecinde önem verdiğini ifade ettiği
“şeffaflık ve açıklık” ilkesine uyarak görüşmelere/müzakerelere
uyguladığı gizliliğe ve karartmaya son vermeli ve Kıbrıs Türk
halkının ve Türk kamuoyunun, Rum-Yunan kaynaklı basın
haberleriyle oluşmasına olanak vermemelidir.
Rum-Yunan ikilisine göre sözde bir “çözüm” için öncelikle Kıbrıs
uyuşmazlığının bir “işgal sorunu” olduğu anlayışından hareket
ederek “İşgale son vermek suretiyle Kıbrıs’ın toprak, halk ve
ADIMIZ ANDIMIZDIR!
51
ekonomi bölünmüşlüğü kaldırılmalıdır.” Yapılacak anlaşmada
Anavatan Türkiye’nin etkin ve fiili garantörlüğü kesinlikle olmamalı,
Türk ordusu adadan tamamen çıkmalıdır. Rum-Yunan ikilisi bu
önkoşul yerine getirilmeden bir anlaşma olamayacağını, herhangi
bir yoruma yer bırakmayacak şekilde açıkça söylüyor. Olası
anlaşma için gerekli gördükleri bir koşul da, Türkiye’den Kuzey
Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne gelip yerleşen, doğup büyüyen,
evlenen, aile kuran, ekonomik, sosyal ve kültürel yaşamın ayrılmaz
bir parçası olan, eğitimini ve vatani görevini KKTC’de yapan
vatandaşlarımızın Türkiye’ye geri gönderilmesidir.
Türk tarafının temel tezlerinden biri olan iki devletliliği ve iki
kesimliliği fiilen ortadan kaldıracak olan, bütün Rum göçmenlerin
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ndeki eski evlerine geri dönme
hakkının tanınması, Rum tarafının istekleri arasında yer almaktadır.
Sınır düzeltmeleri kapsamında ise Rum tarafına bırakılacak Kuzey
Kıbrıs Türk Cumhuriyeti topraklarına 100 bin Rum’un; Türk
yönetimi altında kalacak bölgeye de 60 bin Rum’un iskân
edilmesini; ayrıca Türk kesimindeki Karpaz ve Koruçam
bölgelerinde, merkeze bağlı iki kantonun kurulmasını da koşul
olarak ileri sürmektedirler.
Rum tarafı taşınmaz mal konusunda ise; Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti’nde taşınmaz mal bırakmış olan bütün Rumlara
“mülkiyet hakkının” kullanımında ilk söz hakkının verilmesini,
Kıbrıslı Türklerin 42 yıllık kullanımından doğan “mülkiyet
haklarının” ise ikinci derece geçerliliğe sahip olmasını ileri
sürmektedir. Başka bir ifade ile Kıbrıslı Türklerin 42 yıllık
kullanımdan doğan, “mülkiyet” üzerindeki ‘öncelikli’ söz hakkının
ortadan kalkmasını talep etmektedirler. Ayrıca Kıbrıslı Türklerin,
Rum tarafında kalmış olan taşınmaz malları söz konusu dahi
edilmemektedir. Aynı şekilde sürekli olarak Türk bölgesine Rum
BİRLİKTE TÜRK MİLLETİYİZ
52
nüfus yerleştirilmesi gündemde tutulmakta, hâlbuki güneyden göç
etmek zorunda kalan Türklerle ilgili hiçbir şey söylenmemektedir.
Bilindiği gibi, Londra ve Zürih Antlaşmalarına göre kurulan Kıbrıs
Cumhuriyeti, 1963 yılında anayasa darbesi ile yıkılarak, Türkler
devletten ve ortaklıktan dışlanmıştır. Böylece ortaklığa dayalı
olarak kurulan “Kıbrıs Cumhuriyeti”, hukuk dışı bir yolla Rum
Cumhuriyeti’ne dönüştürülmüş oldu. Şimdi, toplumlararası
görüşmelerle Türkiye ve Kıbrıs Türk toplumu açısında hukuken yok
hükmündeki Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, “Federal Kıbrıs
Cumhuriyeti”ne dönüştürülmek ve bu yapılanmaya Türkleri de
azınlık statüsüyle dâhil etmek suretiyle Kuzey Kıbrıs Türk
Cumhuriyeti’nin tasfiyesine çalışılmaktadır. Kıbrıs’ı bir “Elen”
adasına döndürerek Türklerin yok olmasına yol açacak böyle bir
anlaşmayı, ne Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ne de Türkiye kabul
edebilir.
Rumlar, olası bir federasyonun, Almanya’daki gibi üniter anlayışla
yönetilen, güçlü bir merkezî hükûmetten ve egemenliği olmayan
“yerel yönetim özerkliğine” sahip eyalet yapısındaki idari
bölgelerden oluşmasını talep etmektedir. Bunun adına da “Temiz
Federasyon-İşlevsel Devlet-Üniter Federasyon” demektedirler.
Yapılacak bir anlaşmanın “iki kesimlilik” ve “iki toplumluluk”
ilkelerini korumak ve anlaşmanın Avrupa Mahkemeleri tarafından
sulandırılmasını, etkisiz hale getirilmesini önlemek amacıyla
saptanacak derogasyonların AB’nin Birincil Hukuku (anlaşmanın
değişmezliği/kalıcılığı) olmasına karşı çıkmaktadırlar.
Kıbrıs Adasının münhasır ekonomik bölgesindeki varlıkların “birlikte
ve eşit söz hakkı” ile yönetimini ve kurulacak Federal Cumhuriyetin
ADIMIZ ANDIMIZDIR!
53
yeni anayasasında belirlenecek kurallar çerçevesinde “adil
paylaşımını” kabul etmemektedirler.
Bu açıklamalara karşı, başta Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti
Cumhurbaşkanı olmak üzere hükûmet ve diğer yetkililer tarafından
hiçbir yanıt verilmemesi, Rum-Yunan ikilisinin Kıbrıs’taki gerçeklere
uymayan, haksız, hâkimiyetçi, tahakkümcü dayatmalarının dış ve
iç kamuoyunda taraftar bulmasına; uluslararası toplum nezdinde
örtülü olarak kabul edilmesine yol açmaktadır. Bu durumu daha da
sıkıntıya sokan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ve Türkiye
yöneticilerinin görüşmelerde ilerleme olduğunu ifade ile sonuçta
referanduma gidileceği şeklindeki açıklamalarıdır.
Türk tarafı çevreyi pembe gözlüklerle izlerken, Rum tarafı kara
gözlüklerle bakıyor. Gerçekte görüşmelerde hangi noktada
bulunulduğunu Rum-Yunan yetkililerinin açıklamaları ve basın
haberleri ortaya koyuyor. Türk tarafının (KKTC ve Türkiye
Cumhuriyeti) koyu bir karartma uyguladığı bir ortamda halk
müzakerelerdeki gerçek gelişmeleri Rum-Yunan basınından
öğrenebiliyor.
Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Kıbrıs’tan Türk askerinin
çıkartılmasını, elinden alınacak egemenlik hakkı sonunda Kıbrıs
Türk halkının azınlık statüsüne düşürülerek güvencesiz bir şekilde
üniter “Birleşik Kıbrıs Devleti” içinde Rum halkının tahakkümü
altında yaşamaya mahkûm edilmesini ve Türkiye’nin uluslararası
antlaşmalarla Kıbrıs üzerinde kazandığı hak ve statülere son
verilmesini hedef almaktadır.
Kıbrıs’taki mevcut gerçekler ve sürdürülen müzakerelerdeki “zor
konulardaki” açmazlar dikkate alınarak şu temel tezlerimizin
sonuna kadar savunulması kaçınılamaz bir zorunluluktur:
BİRLİKTE TÜRK MİLLETİYİZ
54
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin eşit kurucu ortağı Kıbrıs Türk halkının
“kendi geleceğini belirleme” hakkı olan egemen halk (devlet)
statüsünden vazgeçilemez.
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin egemen varlığı ve
hukuksal statüsü kabul edilmeden, sürdürülebilir bir uzlaşmaya
ve barışa ulaşılamayacağı kabul edilmelidir.
Nüfus ve toprak dengesi bozularak, adaletsizliğe ve
Türkiye’ye büyük bir göç dalgasına yol açacak uzlaşı olamaz.
AİHM içtihadı gereğince, mülkiyette öncelik hakkını
‘kullanıcıya’ veren bir temelde mülkiyet meselesi
sonuçlandırılmalıdır.
Varılacak bir anlaşmada hakların korunması ve
sürdürülebilmesi için anlaşmaların AB’nin birincil hukuku olarak
kabul edilmesi vazgeçilmezdir.
Türkiye’nin etkin ve fiili garantisi sulandırılmadan aynen
devam etmelidir.
Türk halkını birey düzeyine ve etnik bir azınlık durumuna
düşürmeyi amaçlayan, Kıbrıs’ta iki eşit egemen halkın varlığını
yok sayan “Kıbrıslı Rumlar” ve “Kıbrıslı Türkler” kavramları
kabul edilemez.
Sürdürülen müzakerelerde bir Yeni Ortaklık Devleti’nin iki ayrı
devletçe kurulacağı kabul edilerek adım atılması en sağlıklı yol
olacaktır. Müzakerelerde Türk ve Rum taraflarının üzerinde
mutabık olacakları ve iki ayrı referanduma sunulacak olan uzlaşma
(anlaşma) belgesi, anlaşma/sözleşme “Foundation Agreement”
değil, 1959-1960 Antlaşmalarında olduğu gibi Birleşmiş Milletler
Sekretaryasınca tescil edilecek devletlerarası bir kuruluş
antlaşması “Foundation Treaty” adını taşımalıdır. Ayrıca, yeni
Ortaklık Devleti’nin anayasası da bir antlaşma yani “Treaty” ile
yapılmalıdır.
ADIMIZ ANDIMIZDIR!
55
Dikkatten kaçırılmaması gereken önemli bir nokta da, Kuzey Kıbrıs
Türk Cumhuriyeti ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin,
müzakerelerde mutabık kalacakları Kuruluş Antlaşmasını bu devlet
adlarıyla imzalamalarının gerekli olduğudur. Bu husus haklarımızın
ve Kıbrıs Türk halkının varlığının korunması açısından vazgeçilemez
bir unsurdur.
Bu şartlar sağlanmadan yapılacak her anlaşma KKTC halkının Rum
Yönetimine azınlık olarak bağlanmasını ve 455 yıllık ata toprağı
olan Kıbrıs’ın Rum Yönetimi üzerinden Yunanistan’a terk edilmesi
sonucunu doğuracaktır.
ERMENİ SORUNU
Ermeni sorunu, tarih boyu Ermenilerin değil, Ermenileri aldatarak
dün Osmanlı’ya, bugün de Cumhuriyet Türkiye’sine karşı
kullananların yarattığı sorundur. Bu sorun, Osmanlı Devleti’nin
1774 Küçük Kaynarca ve 1878 Berlin Antlaşmalarında, Osmanlı
Devletinin Ortodoks Ermenilerle ilgili reformlar yapması, Rusya,
Fransa, İngiltere ve Almanya’nın bunların koruyucusu olarak kabul
edilmesi biçimindeki emperyalist dayatmalara kadar geriye gider.
Emperyalizmin desteğinde 1860’ta başlayan ve 1914 Birinci Dünya
Savaşına kadar süren Ermeni komitacılarının isyanları, savaşla
birlikte [Rusya, Fransa ve İngiltere’nin desteğiyle] yaygın katliam
ve etnik temizliğe dönüşmüştür. Ermenilerin, savaş sırasında
emperyalistlerin cephesinde yer alarak Osmanlı ordularıyla
savaşmaları, askerî depoları ve ikmal kollarını basmaları devlete
ağır zararlar vermiştir. Savaş 1918’de sona ermesine rağmen,
Ermeni çetelerinin yaygın kitle katliamları 1920’ye kadar
sürmüştür. Ermeni birliklerinin Kazım Karabekir komutasındaki
Kolorduyla yaptığı savaşı kaybetmesi üzerine, 1920 Gümrü ve
BİRLİKTE TÜRK MİLLETİYİZ
56
Moskova, 1921 Kars ve nihayet 1923 Lozan Antlaşmasıyla bugünkü
sınırlar çizilmiş ve barış yapılmıştır.
Bu dönemin özeti şöyle yapılabilir: 1860-1920 arasındaki 60 yıl
boyunca, emperyalistlerin “iki deniz arasında devlet kurduracağız”
vaadiyle aldattığı Ermeni isyancılar hep saldıran, Türkler ise, hep
savunan taraf olmuştur. Ermeni mezaliminin gerçeği, bundan
ibarettir.
Saldırganlığın yeniden uç vermesi, 1973 yılında ASALA terör
örgütünün ortaya çıkmasıyla olmuş, 1973-1985 yıllarında Ermeni
ASALA örgütü batılı ülkelerde görev yapan birçok Türk diplomat ve
memurunu katletmiştir. Ermenistan, SSCB’nin dağılmasıyla birlikte
1988-1993 döneminde Azerbaycan topraklarının %20’sini işgal
etmiş, etnik temizlik için Hocalı’da, bir gece baskınında 613 kadın,
çocuk, yaşlıyı hunharca katletmiş, 1 milyondan fazla Türkü
sürgün/kaçkın etmiştir.
Burada bir özet daha yapacak olursak: 1774 ve 1878’den
günümüze kadar devam eden, 2,5 asırlık kanlı Ermeni saldırı ve
imha eylemleri, “1915 Olayları” söylemine hapsedilemez. Her
şeyden önce bu söylem, 1915-1918 arasındaki meşru bir güvenlik
tasarrufunun gereği olan üç yılı kapsadığından, tarihi süreç içinde
yaşanan acıların bir damlası bile olamaz. Hele 1914’den 1915’e
kadar ki bir yılda ve savaşın sona erdiği 1918’den 1920’ye kadar ki
iki yılda, 2-3 milyon masum Türkün katledildiği gerçeğini ortadan
hiç kaldıramaz. Bu “Haçlı Seferi”nin arkasında, 1774 ve 1878 de
Rusya, Fransa, İngiltere, Almanya vardı; bugün de ABD’nin
katılımıyla aynı ülkelerin bulunması manidar değil mi? Kardeş
Azerbaycan topraklarının %20’sini, uluslararası hukuka aykırı
olarak işgal eden Ermenistan’ı yola getirmek için AGİT’in kurduğu
MİNSK grubunun eşbaşkanları ABD, Rusya ve Fransa değil mi?
ADIMIZ ANDIMIZDIR!
57
Bütün bu gerçeklere rağmen emperyalist güçlerin güdümündeki
Ermenistan ve diaspora, Türk Milletini soykırımcı göstermek,
tazminat ve toprak almak üzere çeşitli ülke parlamentolarından
kararlar çıkartmak suretiyle saldırganlıklarını siyasal ortamlarda da
sürdürmektedir.
Dünya kamuoyunu kirleten bu zehirli yalan propagandaları, bir
yandan bütün hızıyla devam ederken, öbür yandan da ülkemizde
çeşitli şekillerde destek bulabilmektedir. Özellikle üst düzey bir
kısım bilim ve devlet adamlarının beyanları ile medya yayınları,
maalesef saldırganları ümitlendirmekte ve cesaretlendirmektedir.
Böylece, doğru ve yeterli bilgiden mahrum bırakılan Türk Milleti,
yaşanan faciaların gerçek sorumlularını tanıyamamaktadır. Hâlbuki
tarih boyunca, kutsal vatan topraklarımız üzerinde devlet kurmak
isteyen Ermeniler saldırmış, Türkler ise yaşama haklarını ve
vatanlarını savunmuşlardır. Bu açık gerçek karşısında, katliamcı
da, soykırımcı da, insanlık suçu işleyen de emperyalisler ve onların
maşası olan Ermenilerden başkası olabilir mi?
Bu bakımdan I. Dünya Savaşı’nda da, Hocalı’da da katliam ve
soykırımı yapan Ermeni çeteleridir. Osmanlı Devletini arkadan
vuran katliamcı Ermenilerin, güvenlik gerekçesiyle devletin Suriye
vilayetine sevk ve iskâna (Tehcir) tabi tutulması, savaş hukukuna
göre meşrudur, bir haktır. Bu tarihsel olaylar tersyüz edilerek, Türk
Ulusu ve Türkiye Cumhuriyeti suçlanamaz; çünkü hiçbir haklı
mesnedi yoktur. Bu inkârcı ve iftiracıların amaçları bellidir; bu da,
Doğu Anadolu’muzdan talep ettikleri toprakları elde etmektir. 19
ve 20’inci asırda olduğu gibi.
Diğer yandan Ermenistan, sinsice bir başka çalışmayı da
başlatmıştır. Yöneticilerimizin sadece seyrettiği bu çalışma
şöyledir: Türkiye’nin Doğu Karadeniz, Doğu Anadolu ve Güneydoğu
BİRLİKTE TÜRK MİLLETİYİZ
58
Anadolu bölgelerinden her yıl kendilerini “Kripto Ermeni” olarak
tanımlayan Ermeni kökenli Türk vatandaşlarını Ermenistan’a davet
ederek bunları birer Türk düşmanı olarak eğitip yetiştirmekte ve
Türkiye’ye geri göndermektedir. Bunların, PKK/KCK- BDP(DBP) ve
HDP ile işbirlikleri sonucu Diyarbakır, Van gibi illerde sokak isimleri
ve yön levhaları Ermenice-olarak yazılmaya başlanmıştır. Bu arada,
Rize’nin Çamlıhemşin ilçesinin “Murat” köyünün adı, İçişleri
Bakanlığı tarafından “Komilo” olarak değiştirilmiştir.
Bu düşmanlık ve düşmanlığın kapsamı açık olmakla birlikte
iktidarlar, Türkiye’yi savunmak için yapılması gerek işleri ihmal
etmek bir yana, karşılıksız ödünler verme yolunu benimsemiştir.
“Soykırım!” iftirasının emperyalist bir yalan olduğunu söylemek
yerine, konuyu “Türk-Ermeni Uyuşmazlığı” gibi başlıklarla çift
taraflı bir uluslararası sorun gibi gösteren teslimiyetçi bir politika
takip etmektedir. İftiracılara karşı izlenen bu politikaların bir an
önce sona erdirilmesi ve haklarımızın her platformda en etkili
yöntemlerle kararlı bir şekilde savunulup korunması için mücadele
etmek, başlıca görevimiz olmalıdır.
NE YAPMALI?
Türk Milleti asırlardır aşiret, kavim, etnisite, mezhep ayrımlarının
üstünde ve ötesinde kimliğinin ve birliğinin şuurunda, insanlığın
şerefli bir üyesidir. Milletimizi ve vatanımızı ilkel varsayımlarla
bölmek, vatanımızı emperyal siyasî emeller uğruna parçalamak
isteyenlere karşı atılacak ilk adım, birliğimizi ve bölünmez
bütünlüğümüzü teyit ve takviye etmektir.
Türk kimliğimizi ve millî birliğimizi inkâr edenlere varlığımızı
bildirmektir.
ADIMIZ ANDIMIZDIR!
59
Son yıllarda yaratılan sis perdesinin gizlediği gerçek şudur: Biz,
tek tek her birimizin sandığından çok daha fazlayız ve birliğimiz ve
bilincimiz sanılandan çok daha sağlamdır.
Bu açıklamalardaki temeller doğrultusunda yine burada özetlenen
tehdit ve tehlikelere karşı hukuk ve demokrasinin desteğinde Türk
Milletini bilgilendirmek, kavram ve söylem birliği sağlamak için
olayları isimlendirmeye, kavramlaştırmaya özel dikkat
harcayacağız. Paneller, sempozyumlar, konferanslar
düzenleyeceğiz. Basın bildirileri yayınlayacak, önemli konularda
yürüyüşler, toplantılar yapacağız. TV’lerde programlar, açık
oturumlar düzenleyeceğiz. Uzmanlara raporlar hazırlatacak, bunları
kamuoyuna ve yetkililere ulaştıracağız. Her çalışmanın sonunda
sorunların çözümü için ne düşündüğümüzü de açıklayacağız.
Bugün birlik günüdür; Türkiye Cumhuriyeti Devletini ve Türk
Milletinin egemenliğini savunma günüdür. Bütün vatanseverleri
birlikte harekete davet ediyoruz.
El ele verelim, bu varlık mücadelesini birlikte yürütelim.
BİRLİKTE TÜRK
MİLLETİYİZ-HAREKETİ
ANKARA
İletişim: btmhareketi@gmail.com - www.birlikteturkmilletiyiz.org
BİRLİKTE TÜRK MİLLETİYİZ
60
BİRLİKTE TÜRK MİLLETİYİZ TOPLULUĞU
1. Abdullah CEM, Doç. Dr. Öğretim Üyesi
2. Abdullah GÜNDOĞDU, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
3. Abdullah HALİLBEYOĞLU, İnşaat Mühendisi
4. Abdullah Nuri SOMUNCUOĞLU, Elektrik - Elektronik Yüksek
Mühendisi, Araştırma Görevlisi
5. Abdurrahman BİÇER, İşletme Mühendisi
6. Abdülkadir SEZGİN, Dr. Öğretim Görevlisi
7. Acar SEVİM, Prof. Dr.
8. Adil YAZAR, (E) Vali
9. Adalet Özkaya, Emekli Öğretmen
10. Adnan Adıvar ÜNAL, (E) Eğitimci, Belediye Başkanı
11. Adnan ÖZTÜRK, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
12. Adnan PELVANLAR, Yazar, Yönetim ve Yatırım Danışmanı
13. Ahmet AKSIN, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
14. Ahmet Bican ERCİLASUN, Prof. Dr.
15. Ahmet BURAN, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
16. Ahmet Çetin ÖZTÜRK,
17. Ahmet ÇOLAK, Prof. Dr.
18. Ahmet ERDEM, (E) Müfettiş
19. Ahmet Haldun TERZİOĞLU, Yazar
20. Ahmet Hamdi ÜNAL, Elektrik Mühendisi
21. Ahmet KOCABAŞ,
22. Ahmet Mucip GÖKÇEN, Prof. Dr.
23. Ahmet SÜMEN, Emekli,
24. Ahmet Ufuk DİLMAÇ, Makine Mühendisi
25. Ahmet UYANIK, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
26. Ahmet VURAL, Avukat
27. Ahmet YANAR, Edebiyat Öğretmeni, Yazar
28. Ahmet Zeki BULUNÇ, (E) KKTC Ankara Büyükelçisi
29. Ahsen OKYAR, Mali Müşavir
30. Ali AKDENİZ, Prof. Dr.
31. Ali ÇELİK, Emekli
ADIMIZ ANDIMIZDIR!
61
32. Ali Duran ŞİMŞEK, Emekli
33. Ali ERDOĞDU, Liman Başkanı
34. Ali Haydar HIZIROĞLU, (E) Genel Müdür
35. Ali İhsan ERDOĞAN – Veteriner Hekim
36. Alper KESKE, Avukat
37. Alperen Uluer YAŞAR
38. Anar SOMUNCUOĞLU, Yrd. Doç. Dr.
39. Arslan BULUT, Gazeteci, Yazar, Hukukçu
40. Atakan MERT
41. Aydın DURMUŞ, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
42. Aydın TAŞ, Gazeteci
43. Aydoğan ERÖZALP, (E) Asker, Bürokrat,
44. Ayhan Baha TUĞSUZ
45. Ayhan DEMİRBAŞ, Prof. Dr.
46. Ayşen KILIÇ, Yrd. Doç. Dr.
47. Aziz BOZATLI, (E) Orman Y. Mühendisi, Bölge Müdürü
48. B. Haluk GÜVENÇ, Prof. Dr.
49. B. Suat ÇAĞLAYAN, Prof. Dr. Eski Kültür Bakanı
50. Bahattin ATİLLA, E. Genel Müdür
51. Bahtiyar ÖZTÜRK, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
52. Batumhan İNAN, Avukat
53. Batur ÇİFTÇİ, Öğrenci
54. Behiç ÇELİK, (E)Vali, Eski Milletvekili
55. Bekir BATI, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
56. Bekir KÖYLÜ, Dr. Öğretim Üyesi
57. Bekir Tümen SOMUNCUOĞLU, Doç. Dr. Öğretim Üyesi
58. Bilge ERCİLASUN, Prof. Dr.
59. Bilgehan Adsız GÖKDAĞ, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
60. Binali ÖRNEK, İlahiyatçı, (E) Vaiz
61. Birgül AYMAN GÜLER, Prof. Dr. E. Milletvekili
62. Birim AKOĞLU, (E) Öğretim Görevlisi
63. Birol BULUT, Araştırma Görevlisi
64. Burak LÖK, Kimya Mühendisi
65. Burak SARICI, Şair- Yazar
BİRLİKTE TÜRK MİLLETİYİZ
62
66. Burçin ÖNER, İstatistikçi, Doktora Öğrencisi
67. Bünyamin AKSUNGUR, Sanatçı
68. Büşra YILMAZ
69. Cahit BABACAN, Avukat
70. Canan ARITMAN, Dr. E. Milletvekili
71. Cebrail ŞİMŞEK, Doktor
72. Celal TUNCER, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
73. Celil ASLAN, Doç. Dr. Öğretim Üyesi
74. Cemalettin GÜRLER,
75. Cemil YILDIZ, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
76. Cengiz ARSLAN, İnş. Müh. Serbest
77. Cengiz SARNIÇ, (E) Yönetici
78. Cihat ŞENOCAK, Eğitimci
79. Cumhur Kocabıyık, (E) Albay,
80. Çağatay TUFAN, Doç. Dr., Öğretim Üyesi
81. Çağlar DOĞAN, Yar. Doç. Dr.
82. Çetin OĞUZ, (E) Albay
83. Davut ÇİZER, Psikolojik Danışman,
84. Davut ÖZMEN,
85. Didem ÖNAL
86. Dilek BOYALIOĞULLARI,
87. Sündüs UZUN, Dr. Ziraat Yüksek Mühendisi
88. Dursun YILDIRIM, Prof. Dr.
89. Edip BAŞER, (E) Orgeneral, Eski Kara Kuvvetleri Komutanı
90. Edip ÖZBAŞ - Avukat, E. Milletvekili
91. Elçin AVCI
92. Elif Gökçe ŞAHİN, Lisans Öğrencisi
93. Emin YURT, Mimar
94. Emine IŞINSU, Yazar, Edebiyatçı
95. Emre BAYRAKTAR, Ortadoğu uzmanı
96. Enis ÖKSÜZ, Prof. Dr. E. Ulaştırma Bakanı
97. Enver SOLAK, (E) Öğretmen,
98. Ercan ÇALIŞKAN, Öğretmen
99. Erdal SARIZEYBEK, (E) Albay, Yazar
ADIMIZ ANDIMIZDIR!
63
100. Erdal TUŞUNEL
101. Erdem AKYÜZ, Avukat,
102. Erdem KOÇ, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
103. Erden ALP, (E). P. Kd. Albay
104. Erdoğan ÖZTÜRK, E. P. Alb.
105. Ergun KARAMUK
106. Ergun POYRAZ, Yazar
107. Erol GÜLER, Sendikacı
108. Ersin AYBAR, Avukat
109. Eşref BAYSAL, (E) Ziraat Y. Mühendisi
110. Ethem Ruhi FIĞLALI, Prof. Dr.
111. Eyüp Salahattin KARAKAŞ, Prof. Dr.
112. Fahrettin GÖZE, Prof. Dr.
113. Fahrettin ÖZTOPRAK
114. Fahrettin Savaş KONAR, (E) Teknik Öğretmen,
115. Faruk ATLI, Uzm. Dr.
116. Fatih DUMAN, Doç. Dr. Öğretim Üyesi
117. Fatih KİRİŞÇİOĞLU, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
118. Fatma ALBAYRAKTAROĞLU, (E) Sosyal Hizmet Mütehassısı
119. Ferhan ELMALI, Doç. Dr. Öğretim Üyesi
120. Ferruh BOSTANCI, Öğretim Görevlisi
121. Ferruh SEZGİN, (E) Albay, Yazar
122. Fethi Murat DOĞAN, Öğretim Görevlisi
123. Fevziye Füsun NEMUTLU, Gazeteci
124. Feyzi ERSOY, Doç. Dr. Öğretim Üyesi
125. Fikret TÜRKMEN, Prof. Dr.
126. Fuat YILMAZER, Araştırmacı, Yazar
127. Füsun DUDURGA
128. Galip YILDIZ, Doç. Dr. Öğretim Üyesi
129. Gökhan ERYİĞİT, Makine Yük. Mühendisi
130. Görkem GÜMÜŞSOY, Kimya Mühendisi
131. Güçlü DEMİRCİ, Tercüman-Yönetici
132. Güner AKÇA, İnşaat Mühendisi
133. Güneri YILDIZ , (E) Öğretmen
BİRLİKTE TÜRK MİLLETİYİZ
64
134. Güneş ERKUL, Gazeteci - Yazar
135. Gürbüz MIZRAK Dr. Ziraat Y. Müh., (E) Genel Md.Yd.
136. Gürcan DAĞDAŞ, Eski Devlet Bakanı
137. Hacı KÜÇÜKPAZARCI, Esnaf
138. Hacı Mehmet YILDIZHAN, Biyolog
139. Hakan PAKSOY, Elektrik Müh.
140. Halil KÜTÜK, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
141. Halil Şakir TAŞÇIOĞLU, İnşaat Mühendisi
142. Haluk DURAL, Kimya Yüksek Mühendisi
143. Haluk TOKUÇOĞLU, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
144. Hamit KÖSE - Şehit Aileleri Federasyonu Gn. Bşk.
145. Hamit SARAÇ, Emekli Öğretmen
146. Hanım HALİLOVA, Prof. Dr.
147. Hanifi YEŞİLOĞLU, Ziraat Mühendisi
148. Harun GÜNGÖR, Prof. Dr., Öğretim Üyesi
149. Harun MERAL – Eğitimci
150. Harun ÜLGER, Prof. Dr., Öğretim Üyesi
151. Hasan ÇEKİÇ, Uzman-Yönetici,
152. Hasan İÇBUDAK, Prof. Dr., Öğretim Üyesi
153. Hasan KÖKSAL, Doç. Dr.
154. Hasan KUNDAKÇI, (E) Korgeneral
155. Hasan MACİT, Eski Milletvekili,
156. Hasan ONAT, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
157. Hasan ÖNDER, Doç. Dr. Öğretim Üyesi
158. Hasan ÖZDEMİR, Kuyumcu
159. Hasan TEMİZ, Doç. Dr. Öğretim Üyesi
160. Hasan TUNÇ, Prof. Dr.
161. Hasan ÜLKER, Emekli Öğretmen
162. Hatice GÜLENSOY, Ressam
163. Haydar MOHUR, Hekim
164. Hayrani ALTINTAŞ, Prof. Dr.
165. Hayri ÖZTÜRK, Öğretim Görevlisi
166. Hicabi KOÇAK, Araştırmacı-Yazar
167. Hilal BULUT, Araştırma Görevlisi
ADIMIZ ANDIMIZDIR!
65
168. Hüseyin AKBULUT, Araştırmacı – Yazar
169. Hüseyin AKYÜZ, Prof. Dr.
170. Hüseyin DEMİR, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
171. Hüseyin KAYA, İnşaat Mühendisi
172. Hüseyin Gündüz ÖKLEM, Kimya Mühendisi
173. Hüseyin ÖZBEK, Avukat
174. Hüseyin PER, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
175. Hüsnü Yusuf GÖKALP, Prof. Dr. Eski Tarım Bakanı
176. İbrahim ARSLAN, Emekli
177. İbrahim AYDIN, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
178. İbrahim CANOĞLU, (E) J. Albay
179. İbrahim Ethem EMRE,
180. İbrahim METİN, Yazar, Yayıncı
181. İbrahim OKUR, Yük. Mak. Müh. Yazar
182. İbrahim ÖZTEK, Prof. Dr.
183. İbrahim SUNGUR, İş adamı
184. İbrahim TELLİOĞLU, Prof. Dr., Öğretim Üyesi
185. İbrahim YILDIRIM, Öğrenci
186. İhsan AVCI , (E) Eğitimci
187. İkbal VURUCU, Öğretim Görevlisi, Yazar
188. İrfan KESKİN, Elektrik Teknisyeni
189. İrfan TETİK, Elektrik-Elektronik Mühendisi
190. İskender ÖKSÜZ, Prof. Dr.
191. İsmail BOZKURT, (E) Milli Eğitim Müdürü
192. İsmail BÖCEK, (E) Büyükelçi
193. İsmail DEDEBAŞ, (E) Öğretmen
194. İsmail DOĞAN, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
195. İsmail GÖRKEM, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
196. İsmail Hakkı KARGILI, Eytpe Bilim Uzmanı
197. İsmail. AKA, Prof. Dr.
198. İsmet KARTAL, Op. Dr.
199. Kadir TOSUN, E. Genel Müdür Yardımcısı
200. Kamil ERGENEKON, Avukat
201. Kâmile BEKDEMİR
BİRLİKTE TÜRK MİLLETİYİZ
66
202. Kazım KOPRAMAN, Prof. Dr.
203. Kazım YILMAZ, Makine Mühendisi
204. Kemal AKTAŞ, (E) Bankacı
205. Kemal ARI, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
206. Kemal AYDIN, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
207. Kemal BAYRAK, (E) Daire Başkanı
208. Kemal GÜR, (E) Büyükelçi
209. Kemal ÜÇÜNCÜ, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
210. Kemal ÜRKMEZ, (E) Bakan Müşaviri
211. Kenan AYCAN, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
212. Kenan ERZURUMLU, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
213. Kenan HAS, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
214. Kerim YILMAZ, (E) Hâkim
215. Keriman GÖZALAN
216. Konuralp ERCİLASUN, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
217. Közhan YAZGAN, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı Bşk.
218. Kudret ALTUN, Prof. Dr., Öğretim Üyesi
219. Kübra Seher ARAS, Lisans Öğrencisi
220. Kürşad Vaiz ÖZER, Müteahhit
221. Kürşat KARACABEY – Avukat
222. Latif Cemal CAN, E. Başbakanlık Müşaviri
223. Leyla KARAHAN, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
224. Lutfi BAŞ, Prof. Dr.
225. M. Bahadırhan DİNÇASLAN, Gazeteci
226. Mahiye MORGÜL, Müzikolog, Eğitimci, Yazar
227. Mahmut EROĞLU, E Maliye Bak. Daire Bşk.
228. Mahmut SOMUNCUOĞLU, Elektrik Mühendisi
229. Mediha DOĞAN
230. Mehmet ARITMAN, Mimar
231. Mehmet AYDENİZ, Avukat
232. Mehmet Bor, Kanada Türk Dernekleri Fed. Eşbaşkanı
233. Mehmet DEMİRKOL, Gazeteci
234. Mehmet FENDOĞLU, İş Adamı
235. Mehmet IŞIKKAYA, Bankacı – Sosyal Hizmet Uzmanı,
ADIMIZ ANDIMIZDIR!
67
236. Mehmet KILINÇ, Emekli öğretmen
237. Mehmet Nuri YILDIRIM, (E) Büyükelçi
238. Mehmet ÖZDEMİR, Doç. Dr., Öğretim Üyesi
239. Mehmet Recai PERKEL, Emekli Öğretmen
240. Mehmet Ruşen YAŞLIOĞLU, İnşaat Mühendisi
241. Mehmet SÜRÜBAŞI, Dr.
242. Mehmet Zeki MÜFTÜOĞLU, Avukat,
243. Meltem ÇETİN, Prof. Dr. Öğretim Üyesi,
244. Mesut ERDOĞAN, Avukat,
245. Mesut KAHRATLI, Sendikacı
246. Mete ATEŞ, Doktor
247. Metin DURAN, Emekli
248. Metin KAPTAN, Serbest
249. Metin KARAÖRS, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
250. Metin ÖNEY, Avukat, Eski Milletvekili
251. Metin ÖZTÜRK, Elektronik Yük. Müh.
252. Mevlüt Uluğtekin YILMAZ, Gazeteci Yazar
253. Mithat Kerim ASLAN, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
254. Muhsin KARAMAN, Avukat
255. Muhsin KOÇ, Araştırmacı-Yazar
256. Murat M. BİNZET, Bilgi İşlem Mühendisi
257. Musa ACARTÜRK
258. Musa Kazım SOMUNCUOĞLU, İşadamı
259. Musa İLHAN, E. Öğretmen, Yazar, TV Programcısı
260. Musa SARICA, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
261. Mustafa ACER, Uçak Mühendisi
262. Mustafa AKSOY, Doç. Dr. Öğretim Üyesi
263. Mustafa ARGUNŞAH, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
264. Mustafa Bahadır ALTAŞ, Yeminli Mali Müşavir.
265. Mustafa ERKAL, Prof. Dr.
266. Mustafa GÖGER, Emekli Eğitimci,
267. Mustafa KAFALI, Prof. Dr.
268. Mustafa Kemal CERRAHOĞLU, Doç. Dr.
269. Mustafa KUCUR
BİRLİKTE TÜRK MİLLETİYİZ
68
270. Mustafa Nevruz SINACI, Gazeteci – Yazar,
271. Mustafa ÖNSEL (E) Kur. Albay, Yazar
272. Mustafa ÖZCAN, Dr. Öğretim Üyesi
273. Mustafa ÖZTÜRK, (E) Öğretmen,
274. Mustafa TAŞKIN, Prof. Dr.
275. Mustafa ÜNAL, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
276. Mustafa YILDIRIM, Vali – (E) Anayasa Mah. Üyesi
277. Mustafa YILMAZ, Maden Mühendisi
278. Müfit ÖNER, Araştırmacı –Yazar
279. Müfit ÖZDEŞ, (E) Büyükelçi
280. Mürsel ERDOĞAN– Avukat
281. Müyesser YILDIZ, Gazeteci-Yazar
282. Naciye YILDIZ, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
283. Nafi UYANIK, Stratejist - Analist
284. Namık Kemal ZEYBEK, Eski Kültür Bakanı,
285. Nasrullah UZMAN, Yrd. Doç. Dr. Öğretim Üyesi
286. Nazmi POLAT, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
287. Necabettin ERGENEKON, E. Kıdemli Jandarma Alb.
288. Necdet ÖZKAYA, (E) MEB Müsteşar Yardımcısı
289. Necmettin NAZLI, Emekli Öğretmen
290. Necmi DEMİR, Uzman
291. Necmi KURT, Doç. Dr. Öğretim Üyesi
292. Necmi UĞURLU
293. Nevin ÇELİK, (E) Öğretmen
294. Nevzat ÇELEBİ
295. Nevzat ÖZKAN, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
296. Nihat ERGUN, Serbest
297. Nihat GENÇ, Yazar
298. Nihat YAZILITAŞ, Doç. Dr. Öğretim Üyesi
299. Numan Nadi YURTYAPAR, İletişim Danışmanı
300. Nurettin TAŞAR – Eğitimci
301. Nurhat HALİSDEMİR, Yrd. Doç. Dr. Öğretim Üyesi
302. Nuri Aydın KAMA, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
303. Nuri GÜRGÜR, Hukukçu-Yazar
ADIMIZ ANDIMIZDIR!
69
304. Nusret AKYÜREK, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
305. Nusret GÜNER, (E) Oramiral, Eski Donanma Komutanı
306. Oğuz ÖZKAYA, Emekli
307. Oğuz PAKÖZ, Uzm. Doktor.
308. Oktay ATAK, İşçi
309. Orhan KURDOĞLU, Doç. Dr. Öğretim Üyesi
310. Orhan ÖZBEY, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
311. Osman CEYHAN, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
312. Osman DIRAÇOĞLU, (E) Vali
313. Osman GÜLMEZ, Sendikacı
314. Osman KAÇMAZ – Emekli Hâkim
315. Osman KEPENEK,
316. Osman SEL, (E) Milli Eğitim Müdürü
317. Osman ÜÇER, Avukat – Şair-Yazar
318. Ömer AKSU, Prof. Dr.
319. Ömer AY, (E) Eğitimci
320. Ömer Lütfi TAŞÇIOĞLU. Dr. (E) Kurmay Albay
321. Ömer TUNCER, Serbest
322. Özer S. ÖZGÜÇ, Orman Yüksek Mühendisi
323. Paşa KULA, Serbest
324. Pehlivan UZUN - Öğretim Görevlisi
325. Ramazan MİRZAOĞLU, Prof. Dr. E. Devlet Bakanı
326. Recep ÇETİN, Prof. Dr.
327. Reşat GENÇ, Prof. Dr.
328. Reyhan ÖZÇİFTÇİ, Serbest
329. Rifat UĞRAR, İnşaat Mühendisi
330. Ruhi ÖZCAN, Yrd. Doç. Dr. Öğretim Üyesi
331. S. Kaan MAZLUM, Y. Mimar
332. Sabri SÜMER, Prof. Dr.
333. Sadık GÖKCE, Gazeteci
334. Sadık GÜNER, Araştırmacı, Yazar
335. Sadi SOMUNCUOĞLU, Eski Devlet Bakanı,
336. Saffettin YILDIRIM, Eğitimci,
337. Sakin ÖNER, Yd. Doç. Dr.
BİRLİKTE TÜRK MİLLETİYİZ
70
338. Salim ÖZYÖN, (E) Kültür Müdürü
339. Sami NARTER, Avukat
340. Satılmış BAŞARAN, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
341. Satılmış ERDAL, (E) Üniversite Genel Sekreteri
342. Satuk Buğrahan BUDAK, Özel sektör
343. Seçil KARATAY, Yrd. Doç. Dr. Öğretim Üyesi
344. Sedat İŞGÖREN, (E) Albay
345. Selçuk BAHADIR, Elektrik – Elektronik Mühendisi
346. Selçuk HAN, Hamburg
347. Semih BODUR, Yüksek Lisans Öğrencisi
348. Serdar BERTAN – Emekli
349. Serendip ALTINDAL
350. Sergen ÇİRKİN, Arkeolog
351. Serhat DEMİR, Yüksek Lisans Öğrencisi
352. Serkan ŞEN, Doç. Dr. Öğretim Üyesi
353. Serpil KACAR, (E) Öğretmen,
354. Sevgi KAFALI, E. Öğretim Görevlisi
355. Sevgi ÖZKÜZNE, Eğitimci
356. Sevil SARGIN, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
357. Sinan DEMİRTÜRK, Dr.
358. Suat ÖKTEM, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
359. Suat TELATAR – Eğitimci
360. Suzan ÇATALOLUK, Hukukçu, Minyatür Sanatçısı
361. Süha UMAR, (E) Büyükelçi
362. Süleyman AYDIN, (ERÜ)
363. Süleyman KARAHAN, Ziraat Yük. Mühendisi
364. Şerif UZMAN, Mali Müşavir,
365. Şükrü Sina GÜREL, Prof. Dr. Eski Dışişleri Bakanı
366. Şükrü YÜKSEL (E) Müdür
367. Talat GENÇOSMANOĞLU, Emekli Genel Müdür Yardımcısı
368. Talat SARAL, (E) Maliye Bakanlığı Müsteşarı
369. Talat ŞALK, (E) Cumhuriyet Başsavcısı
370. Tamer OLGUN
371. Taner TUNÇ, Yrd. Doç. Öğretim Üyesi
ADIMIZ ANDIMIZDIR!
71
372. Terken Hacaloğlu GÜPÜR, Yük. Lisans Öğrencisi
373. Tevfik AŞLAMA, Avukat
374. Tuğçe COŞKUN, Öğrenci
375. Tuncer GÜLENSOY, Prof. Dr.
376. Turgay BOSTAN, Prodüktör
377. Turgay TÜFEKÇİOĞLU, Mühendis, Yazar
378. Turgut NEŞELİ, (E) Eğitimci
379. Tülay ÖZÜERMAN, Prof. Dr. Öğretim Üyesi,
380. Türkan HACALOĞLU - (E) Öğretmen-İdareci
381. Türker ERTÜRK,(E ) Tuğamiral, Eski Donanma Komutanı
382. Ufuk TOK, Öğrenci
383. Uğur ONUR, Sigortacı
384. Uluç GÜRKAN, Eski TBMM Başkan Vekili
385. Ünal KILIÇ, Doç. Dr. Öğretim Üyesi
386. Üzeyir ÇAYCI, Mühendis
387. Vahit TÜRK, Prof. Dr.
388. Vecihi ACUN, İnşaat Yüksek Mühendisi
389. Veli KARA, Yrd. Doç. Dr. Öğretim Üyesi
390. Veli KILIÇ, Dr. Eğitimci, Eski Talim Terbiye Kur. Üyesi
391. Veli TAŞ, (E) Müfettiş
392. Vural SAVAŞ, Onursal Yargıtay Başsavcısı
393. Yağmur TUNALI, TRT Programcı, yazar
394. Yakup KARASOY, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
395. Yakup TÜRKKAN
396. Yaşar AKAR, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
397. Yavuz HAYKIR, Yrd. Doç. Dr. Öğretim Üyesi
398. Yavuz KARTALLIOĞLU, Doç. Dr. Öğretim Üyesi
399. Yavuz Selim DEMİRAĞ, Gazeteci-Yazar
400. Yetkin ARITMAN, Doktor
401. Yıldıray HAKGÜDER, Emekli
402. Yıldırım ÜZÜMCÜOĞLU, İnşaat Mühendisi
403. Yılmaz DİKBAŞ, Mühendis, Yazar
404. Yılmaz TANSU, İnşaat Mühendisi
405. Yunus Emre BALTACI, Diş Teknikeri
BİRLİKTE TÜRK MİLLETİYİZ
72
406. Yunus ERİK, İşletmeci
407. Yusuf DEMİR, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
408. Yusuf EKİNCİ, Eski Talim Terbiye Kur Bşk. E. Milletvekili
409. Yücel HACALOĞLU – Gazeteci, Yazar
410. Yüksel ÖNER, Doç. Dr. Öğretim Üyesi
411. Yümni SEZEN, Prof. Dr.
412. Zekeriya TÜMER, Gazeteci
413. Zeki ASLANTÜRK, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
414. Zuhal YÜKSEL, Prof. Dr. Öğretim Üyesi
top related