editörden/ · Öğretim Üyesi prof. dr. ertuğrul yaman, yrd. doç. dr. İbrahim tüzer, erciyes...
Post on 24-Oct-2020
3 Views
Preview:
TRANSCRIPT
-
Editörden/ Remzi Zengin………………………………………………………………...…..1
Ertuğrul Yaman/ Tepkisel Davranmak Yahut Fikri Sefalet……………………………..….2
Uğur Şahin/ Geçmişte Hoş Bir Seda…………………………………………..……………..4
Necati Güneş/ Fetih ve Fatih…………………………………………………………………6
Bekir Yeğnidemir/ Mustafa Necati Sepetçioğlu…………………………………………......9
Ergün Veren/ Başçiftlik İlçesi Evlenme Adetleri……………………………………….….13
Ahmet Divriklioğlu/ Ey...! Koca Türk……………………………………………………...19
Ahmet Tevfik Ozan/ Mamak’ta Bir Gün…………………………………………………...19
Tamilla Abbashanlı-Aliyeva/ Yunus Emre ve Azerbaycan………………………………..20
Ayşe Paslanmaz/ Ölmeye Geldim…………………………………………………………..24
Cemile Tekerlek /Git, Git Hasanım Git…………………………………………………….24
Ebubekir Tahiroğlu/ Selam………………………………………………………..……….24
Emine Sevinç Öksüzoğlu/ Vatan Sağolsun………………………………………………...24
A. Turan Erdoğan/ Dyamandi’den Yaman Dede’ye………………………………..……..25
Fatma Uçarlar/ Gönül………………………………………………………………..…......28
Hüseyin Koç/ Heyhat…………………………………………………………………..……28
Savaş Ekici/ Azebaycan ve Harput Müziği…………………………………………………29
Bedrettin Keleştimur/ Doğayı Korumak, Hayatı korumaktır! …………………………….33
Ali Bal/ Hayattır Sanatı Koruyan……………………………………………………………35
Leyla Arsal/ Gönül-Gâh………………………….….……………………………………...37
Mahir Gürbüz/ Doktor Abi………………………..………………………………………..38
Mualla Katip/ Tükeniş Şimdi Aşkadır ……………………………………………………..38
Sadun Köprülü/ Türkmenler Üzerine Bir Araştırma……………………………………….38
Hasan Akar/ Gaziantep Yolunda……………………………………………………….…..43
Muammer Karadeniz/ Ruhsuzluğuma Yor…………………………………………….…..47
Metin Falay/ Nerdesin………………………………………………………………….…...47
Nihat Aymak/ Gibisin………………………………………………………………………47
Burhan Kurddan/Teslimiyet………………………………………………………………48
Muhsin Demirci/ Edebiyatımızda Hayvan Motifleri……………………………….….…...49
Osman Tekerci/ Başka Güzelsin……………………………………………………………57
Öner Çağlar/ Hazan Yüreğim………………………………………………………………57
Pınar Atay/ Yağmur………………………………………………………………………...57
Süleyman Karacabey/ Artık Çok Geç……………………………………………………..57
Hasan Akarslan/ Özbekistan Hatıraları……………………………………………………58
Zühal Ekici/ Alışamadım…………………………………………………………………..62
Yurdal Demirel/ Belli Değil……………………………………………………………….62
Kutluhan Saygılı/ Ya Ben İstanbul’u Alırım Ya Da... ……………………………………63
Duran Turhan/ Niksarlı İbrahim Hoca…………………………………………………….68
Saffet Çakar/ Baba…………………………………………………………………………71
Sevim Yakıcı/ Simav’a ve Simavlıya Selam Olsun Yurdumdan…………………………..68
Fatih Tiryaki/ Şehir Manzaraları…………………………………………………………..75
Saltuk Buğra Bıçak/ Memleketim…………………………………………………………77
Erol Dinç/ Maksat Vatana Hizmet………………………………………………………….78
Mustafa Güler/ Araştırmaların Dili………………………………………………………..81
Muhammed Avşar/ Başçiftlik İlçesi evlenme Adetleri………………………………….. 83
Neriman Çiğdem Bir Annenin İtirafları……………………………………………………88
M. Nihat Malkoç/ Burhanettin Akdağ’ın Ardından………………………………………89
Semra Meral/176. Zileli Şehidimiz’e İthâf’ımız………………………………………….91
Rüveyda Nesibe Kantar/ Adın En Çok Neye Yakışır Senin……………………………..93
Risalet Turak/ Dert Neredeyse Derman Oradadır………………………………………..95
Mahmut Hasgül/ Ölü Ozanlar/Diri Ozanlar………………………………………………96
Lütfi Sezen/ Dadaşın Kimliği……………………………………………………………..99
Hadi Önal/ Abdürrahim Karakoç Hakk’a Yürüdü……………………………….………102
Serkan Aktaş/Gerçek……………………………………………………………….……104
Şiir Rüzgârı Yarışma Şartları ve Nisan Ayı Sonuçları………………………..……..105
M. Şener Bulut/Türkiye Azerbaycan Kardeşliği ve Elazığ………………………………109
Etkinlikler………………………………………………………………………………...114
İÇİN
DEK
İLER
-
1
Ülke genelinde ve yurt dışında ses getiren pek çok teşekkür telefonu, mesajı
ve köşe yazısıyla bizleri onurlandırdığınız KÜMBET ŞEHİTLER ÖZEL
SAYISI’ndan sonra siz değerli okuyucularımızla 24. sayımızla
karşınızdayız. Göstermiş oğlunuz bu ilgi ve desteğe teşekkürlerimizi
sunuyoruz.
Aradan geçen üç ay içerisinde Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği ve
KÜMBET Dergisi olarak imkânlar ölçüsünde faaliyetlerimize devam ettik.
Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği’nin tarihinde Tokat Kent Konseyi
Konferans Salonunda 15 Nisan 2012 tarihinde yapılan olağan kongresinde
bir önceki yönetim kurulu güven tazeledi. Dernek ve Dergi Gazi Osman
Paşa Bulvarı no 198 deki yeni adresine taşınarak faaliyetlerine burada devam
edecek.
20 Nisan 2012 ‘de Gaziosmanpaşa Üniversitesi’nde Tokat Kent
Konseyi’nin Üniversite İLESAM Temsilciliği ve Tokat Şairler ve Yazarlar
Derneği’nin organizesiyle Ölümünün 6.Yılında Çağımızın Dede Korkutu
Mustafa Necati SEPETÇİOĞLU ‘nu GOP Üniversitesi Öğretim Üyesi ve
İLESAM Temsilcisi Yrd. Doç. Dr. Alparslan Demir’in ev sahipliğinde
İLESAM Başkanı M. Nuri Parmaksız, Yıldırım Beyazıt Üniversitesi
Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ertuğrul Yaman, Yrd. Doç. Dr. İbrahim Tüzer,
Erciyes Üniversitesinden Prof. Dr. Hülya Argunşah,GOP Üniversitesi’nden
Prof. Dr. Münir Atalar,Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğünden
Uzman Bekir Yeğnidemir’in katıldığı bir panelle andık.
Niksar Belediyesi ve Tokat Şairler ve Yazarlar Derneğince bu yıl
üçüncüsü gerçekleştirilen “3.Cahit KÜLEBİ Memleketime Bakış Şiir
Yarışması”nın sonuçları 29 Mayıs 2012 de Niksar’da Belediye Başkanı
Duran Yadigâr ve Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği Başkanı Remzi
Zengin’in birlikte düzenlediği basın toplantısında kamuoyuna ilan edildi.
Dereceye giren eser sahipleri 23–24 Haziran 2012 tarihinde Niksar’da
“Niksar’ın Fidanları” etkinlikleri çerçevesinde düzenlenecek olan
“Erzurumlu Emrah’tan Cahit KÜLEBİ’ye Şiir Gecesi”nde şiirlerini
seslendirerek ödüllerini alacaklar. Etkinliklere derneğimiz ve İLESAM İl
Temsilciliğimiz gerekli desteği verecekler.
Derneğimiz üyelerinden Şair Hasan Akar ve A.Turan Erdoğan
Gaziantep Şahinbey Kaymakamlığı’nca 5–7 Nisan 2012 tarihleri arasında
düzenlenen “Şahinbey Kültür ve Edebiyat Günleri” etkinliklerine katılarak
şehrimizi başarıyla temsil ettiler.
Derneğimizin ve dergimizin çalışmalarını bundan sonra
www.facebook.com/tosayadkumbetdergisi adresinden de takip edebilirsiniz.
Bu sayımızda da birbirinden değerli kalemler sizlerle ilgi
çekeceğinizi umduğumuz yazılarıyla buluşuyor. Bütün okuyucularımıza
diğer sayımızda buluşmak üzere iyi tatiller ve esenlikler diliyoruz.
Remzi ZENGİN
Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği Başkanı
ED
İTÖ
RD
EN
http://www.facebook.com/tosayadkumbetdergisi
-
2
Prof. Dr. Ertuğrul YAMAN
TEPKİSEL
DAVRANMAK
YAHUT
FİKRİ SEFALET
Son yıllarda, ülkemizde, her geçen gün
daha da yükselen bir ivme kazanan yeni bir
akım ortaya çıktı. Bu adı konulmamış akım
“tepkisellik”tir. İnsanlar; yeni, özgün, faydalı
ve verimli düşünceler üretmek, işler yapmak,
tasarımlar oluşturmak yerine gitgide bütün
enerjilerini bir “şey”lere karşı olmaya
odaklamakta ve bulundukları yerde patinaj
yaparak ortalığı tozu dumana katmaktadırlar.
Bu güruhlar, yeni hiçbir şey üretmeksizin
yalnızca her “şey”in karşıtlığına soyunurlar.
Tek marifetleri şeytansı dillerini kullanarak
tekebbür eylemektir. Her yeniliğe, her görüşe
karşı çıkarlar. Sürekli tepki içinde
bulunduklarından yeniliklerin farkına bile
varamazlar!..
Reaksiyonerlik şeklinde ifadesini
bulan bu hastalıklı ruh hali, günümüzde her
türden sözde kimi aydınların yegâne gıdası
olmaya başlamıştır. Her söz ve
davranışlarında kin, nefret, husumet ve
intikam kol gezmektedir. Her görüş ve
ideolojiden gelen bu nevzuhur tepkiseller;
gözleri kararmış, ağızları salyalanmış bir
vaziyette ekranlarda, meydanlarda ve
köşelerde avazları çıktığı kadar bağırıp
çağırmakta; toplumu germektedirler. Fitne-
fücur, hasetlik-fesatlık, dedikodu-gıybet,
önyargı-küfür en vazgeçilmez malzemeleridir.
Oysa; insan olarak en şerefli varlık
olmanın gereğince hep güzel ve faydalı işler
yapmaya memuruz. Hayatı anlamlı kılan da
faydalı ve verimli çalışmalardır. Gayesiz,
idealsiz yalnızca tepkilerden oluşan bir hayat
bizatihi o insana hiçbir şey kazandırmadığı
gibi insanlığa da hayır getirmez. Ayrıca şunu
da bilmek gerekir ki tepkisel ortaklıklar, fikri
sefaletin de göstergesidir.
Bize düşen ve yakışan davranış
öncelikli olarak tepkisellik değildir. Aslolan,
aksiyoner olabilmektir. Yüce Allah’ın bizlere
bahşettiği aklı kullanmak, derin ve analitik
düşünmek; yeni buluşlar yapmak, her iki
Dünya için durmaksızın çalışmaktır.
Aklıselim ile düşünmek, o minval üzre
davranmaktır. Doğru ama zor olan yol
budur...
Nitekim insanı diğer canlılardan ayrı ve üstün
kılan en önemli özelliklerden birisi de
düşünebilmesidir. Düşünebilmek için
okumak, öğrenmek, bilmek ve uygulamak
gerekiyor. Okunarak, dinleyerek öğrenilen
bilgiler, düşünce tarlasına ekilmedikçe de
verim elde edilemiyor. Düşünebilmek, bin bir
zahmetle elde edilen bilgilerin aslına ulaşmak,
tadına kavuşmak demektir. İşin aslına ulaşan
birisi yaratılışın gerçeğini kavrar, olayları,
kişileri ve gerçekleri daha çabuk sezinler.
Düşünmek; aynı zamanda insan olabilmenin
bir gereği olarak hayatı doğru
anlamlandırmaktır. Diğer bir yönüyle de
sağlıklı, olumlu ve geniş düşünebilmek, beyin
ve kalp sağlığının da en önemli güvencesidir.
Biyolojik ve psikolojik ihtiyaçların başında
-
3
düşünmeye yatkınlık gelmektedir.
Sorgulayan, araştıran, düşünen ve uygulayan
insanlar daha sağlıklı ve başarılı
olmaktadırlar.
Bunca koşuşturma yerine daha fazla
düşünmeye hem de sükûnetle derin
düşünmeye ihtiyacımız var. Bir konuyu
bilmek başka; o konuyla ilgili “niçinler,
nasıllar, nedenler?..” üzerinde yoğunlaşmak
çok daha başkadır. Keşke konuşmaya,
tartışmaya, kavga gürültüye ayırdığımız
zamanın bir kısmını düşünmeye sarf
edebilsek! Okumadan, bilmeden,
öğrenmeden, yaşamadan ve düşünmeden
insanlar, olaylar ve kişiler hakkında çoğu ön
yargıya dayalı olan acele kararlar veriliyor.
Sonra da verilen bu yanlış ve acele kararları
düzeltebilmek uğruna çok daha zahmetli ve
sıkıntılı süreçler yaşanıyor. Oysa
düşünebilenler için her konunun birçok
çözümü vardır.
Akıllı insanlar, her bilgiyi, olayı,
durumu pozitif ve negatif yönleriyle
düşünürler. Doğruya ulaşmak için aceleci
davranmaz, süfli duygularının esiri olmazlar.
Erken karar verip kendine karanlık zindanlara
mahkûm etmez. Sorar, öğrenir, düşünür ve
sakince uygularlar. İşte gerçek huzur ve
mutluluk burada yatmaktadır. Evrende yer
edinmek, belleklerde kalmak, manen
ölümsüzlüğe ulaşmak istiyorsak; konuşmak
için ayırdığımız zamanın bir kısmını
susabilmek, dinleyebilmek ve en önemlisi de
düşünebilmek için kullanalım!
Elhak! Tefekkür, yukarıda
sıralanan ihtiyaç ve gerekçelerden
doğmuştur. Boş ve anlamsız
konuşmanın marifet sayıldığı bir çağda
susmak ve düşünmek gerçekten zor
iştir! İnsanların düşünmek, tefekkür
etmek yerine fırsatçılara teslim olduğu
bir zamanda etkin düşünmeyi yeğlemek,
elbette bir ayrıcalıktır. Çünkü
düşünmek, Yaratılışın hikmetine,
hayatın hakikatine ulaşmak için gayret
sarf etmektir.
Bize düşen asli görev; derince
düşünmek hayırlı, faydalı ve verimli
işler yapmaktır. Düşünmeyi ve
akletmeyi emreden Rabbimizin rızasını
kazanmak için bunu yapmak zorundayız.
Miskinlik, dedikodu, gıybet ve tekebbür
yerine etkin düşünmeyi, gönül yapmayı,
bozuğu onarmayı, yaraları sarmayı,
suskunluğu tercih etmek tek çıkış
yolumuzdur.
Sonuç itibariyle kabaran öfkemizle,
kuduran nefsimizle değil; kendimizin felahı,
nefsimizin ıslahı, milletimizin refahı ve
insanlığın selameti için sağduyulu düşünmek,
mutedil davranmak, -varsa- önyargılardan
kurtulmak... kısacası aklımızla ve
mantığımızla davranmamız gerekiyor.
Yüce Mevla’nın rızası da
Efendimiz’in şefaati de Şerefli Türk
Milleti’nin esenliği de Devlet’imizin bekası
da bu tepkisellikten ve fikri sefaletten
kurtulmakta yatmaktadır. Geliniz! Toptan
Allah’ın ipine sarılalım. Biz ezelden beri
kardeşiz, yeni icatlar çıkarmadan huzurumuz
ve refahımız için; aklımızı, gönlümüzü ve
gücümüzü birleştirelim. Yeniden yükselmek,
değerlerimiz yüceltmek ve insanlığı
aydınlatmak için tefrikaya düşmek çare
değildir. Sizlere ayrımcılığı ve tepkiselliği
altın kadehlerde bir zehir olarak sunmaya
devam eden sahte Küresel Dostlarınızın yarın
sizleri yarı yolda bırakması mukadderdir!..
Aklınız varsa, düşmana fırsat vermeyiniz,
vermeyelim! Hep birlikte bu gafletten
uyanmak zorundayız. Bu korkulu rüyadan
uyandığımızda, -inşaallah en kısa zamanda-
kutlu gelecek de ebedi saadet de bizim
olacaktır!!!
-
4
GEÇMİŞTE HOŞ BİR SEDA Uğur ŞAHİN
-
5
Yıl 1974, İstanbul’da bir hizmet içi eğitim seminerine katıldım. Seminerdeki öğretim
görevlilerinden Prof. Dr. Doğan Kuban ve Prof. Dr.
Metin Sözen’den aldığım ilhamla, görevli olduğum
Tokat Gazi Osman Paşa Lisesi’nde 1975–1976
yıllarında öğrencilerimle birlikte Tokat’taki Eski Türk
Evleri üzerinde o yıllarda mevcut sanat tarihi dersi ile
ilgili olarak araştırma ve incelemelerde bulunduk.
Beşer kişilik gruplar halinde öğrencilerime değişik
mahalle ve sokaklardan tespit ettiğim evleri
görmelerini, sahiplerinden izin ve randevu almalarını
istedim.
Onlar da ulaşabildikleri ev sahiplerine
cumartesi-pazar günleri bir çay içimi öğretmenimizle
gelip yarım saatlerini alacaklarını söylemişler. Benimle
birlikte tespit edilen evlere gidildiğinde, genellikle
cumbalı ve iki katlı bu evlerin bahçesi, avlusu, odalar
ve yüklük, duvar-merdiven-tavan vb. bölümlerini ben
anlatırken öğrencilerimde not alıyorlar, fotoğraf
çekiyorlar daha sonra da çalışmalarını bir üniversite
öğrencisi gibi tez hazırlayıp aralarında görev dağılımı
yaparak bana sunuyorlardı.
Hatta eserin önsözünde bana ve ev sahibine
teşekkür etmeyi de ihmal etmiyorlardı. Bu çalışmalarda
öğrencilerime sadece bu ahşap evleri değil, tüm tarihi
eserleri koruma ve kollama bilincini kazandırdığımı
sanıyorum. O dönemde birçok evin yıkılmasına
rağmen, pek çok evin de restore edilip ayağa
kaldırılmasında ve bizden sonraki kuşaklara
aktarılmasında faydalı olduğumuzu düşünüyoruz.
Eski Türk evlerindeki zarafeti, kullanılan
malzemenin sıcaklığı, o evlere girildiğinde tadılan
sevgiyi, insan ölçeğine uygunluğunu günümüzdeki
evlerimizde maalesef bulamıyoruz.
Ahşap, karkas taşıyıcı sistem arasına kerpiç dolgu
tekniğiyle yapılan bu evler tatlı kireç sıvalıdır.
Çoğunlukla iki ya da üç katlıdır. Üst katlarda sokağa
doğru uzanan genellikle üçgen cumbalar sayesinde ev
hem sokakla bütünleşen geniş bakış açıları kazanır hem
de birbirine saygılı birbirinin görüşünü, ışığını
kesmeyen evler dizisiyle o güzel sokak perspektiflerini
oluşturur.
Bütün evlerin bahçesi veya
avlusu vardır. Zemin katlarda
genellikle hayat adı verilen büyükçe
bir taşlık mekân etrafında iş evi,
kiler, mahzen gibi hizmet mekânları
yer alır. Asıl yaşam alanları üst
katlardadır. Üst katlarda bir veya
bazen iki sofa etrafında konumlanan
odalardan oluşur. Her bir oda kendi
içinde çok işlevi yaşama, yemek,
yatak odası, banyo, yüklük
kullanımına uygun şekilde
düzenlenmiştir.
Geleneksel Türk evlerinde
mekânların istenen kullanım
amacına uygun olmasının yanı sıra
detaylara da önem verilmiştir. Ev
sahibinin ekonomik gücü, sosyal
durumu büyüklük ve mimari
özellikler açısından yapıyı ve
yapıdaki detayları da etkilemiştir. Oda sayıları ve bu
odalardaki ahşap süslemeler, odanın kullanım amacına
göre farklılıklar göstermiştir. Mesela günlük kullanılan
oda sade iken başoda dediğimiz manzaraya hâkim olan,
misafir kabul edilen oda daha süslüdür. Eski Türk
evlerinde oda; penceresi, dolabı, sediri, ocağı, kafesi ve
ocağı ile bir bütün olarak düşünülmüştür. Bu bütünün
bir parçası olan tavanlar da bulundukları mekânın
işlevine göre şekillendirilmiştir. Bu anlayışın tabii bir
neticesi olarak Türk evlerinde tavan, çok değişik
örnekler gösteren bir form ve desen hazinesidir.
Hayranlıkla seyrettiğimiz eski yapılarımızda
tavan süslemeleri, kenar bordürleri artırılarak ve ortaya
göbek konularak zenginleştirilmiştir. Göbeklere de
sayısız şekil ve desenler özenle yerleştirilmiştir. Kimi
zengin evlerin başodalarında kubbe şeklinde göbek
görülmektedir.
Bu arada, şu iki anekdotu da aktarmadan
edemeyeceğim. 1975 yılı Mart ayında şimdi Müze Ev
olarak kullanılan Latifoğlu Konağının önünden
geçiyordum. Pencerelerin camı kırılmış, duvar sıvaları
dökük, kapısında asma kilit ve boş durumda iken bir
itfaiye arabası yaklaşmış, merdiveni açmıştı. Eyvah
yangın çıkmış, yine eski bir evi daha kaybedeceğiz
galiba diyerek telaş ve üzüntüyle hemen oraya koştum.
Bir de baktım ki itfaiyenin yanında benim öğrencilerim
ve itfaiye şoförü var. Şoföre yaklaşarak durumu
sordum. Bana öğrencilere okuldan bir öğretmen
tarafından ödev verildiğini, bu öğrencilerden birinin de
yeğeni olduğu için ricasını kırmayarak ona yardım
ettiğini, kapalı olan binaya merdivenle girerek fotoğraf
çekeceklerini belirtti. Bu sözler üzerine rahatladım.
O an çok duygulandım öğrencilerimin
kendilerine verilen bu görev, ödev aşkını yerine
getirebilmek için nasıl koşuşturduklarına nasıl mutlu
oldum tarifi yok. Demek ki emeklerim boşa çıkmamış,
onlarda bu tarihi eserleri araştırma ve koruma bilinci
oluşmaya başlamıştı.
Yıllar sonra restore edilen bu konakta duvarlar
yutong malzemeden yapıldı. Yani orijinaline maalesef
uyulmadı. Bu yapılan yanlış neden böyle yapıyorsunuz
dediğimde:
—Hocam bize iş çıkarma
zaten iş gecikti. Dediler.
Bizden sonraki
araştırmacılara yanıltma olur,
Osmanlı döneminde yutong
malzeme var mı diyecekler. dedim.
Yine de teşekkür ediyorum
eksikliğine rağmen bu tür
çalışmaları yapanlara. Zira şimdi
ayakta ve gezip ziyaret edenlere
hizmet veriyor bu tarihi yapı. Öte
yandan çok üzgünüm. Zira Sivas
Caddesindeki, örneği artık Tokat’ta
kalmayan Kız Meslek Lisesine elli
metre mesafedeki “Babacanların
Evi” yıkıldı ve sadece bendeki bu
fotoğrafı kaldı yadigâr.
-
6
FETİH VE FATİH
“İstanbul muhakkak fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan
ve onun askerleri ne güzel askerlerdir.”
Hazreti Muhammed
“Ya ben İstanbul’u alırım; ya İstanbul beni!”
Fatih Sultan Mehmet
Türk-İslâm mefkûresinde büyük bir önem
kazanan İstanbul, deniz ve karaların bitişiği,
harikulade tabiat ve iklim şartlarının birleştiği,
Allah’ın çeşitli güzelliklerle bezediği, müstesna
coğrafi ve siyasi mevkii, tarihin pek çok eser ve
hatıralarla yumaklandığı emsalsiz bir beldedir. Üç
kıtaya hâkimiyetin dayanağı ve cihanın idare
merkezi olmağa lâyık bu beldenin fethinin, hak
dinin gazi ve hamileri olan Müslümanlarca
gerçekleştirileceği Allah’ın sevgili peygamberi
tarafından müjdelenmişti.
Osmanlı padişahları tarihi Türk cihan
hâkimiyeti mefkûresine eskiden daha kuvvetli
olarak bağlanırken İstanbul’u bu hâkimiyetin ilk
merhalesi ve merkezi sayıyorlardı. Türk siyaset ve
fikir adamları arasında gelişen bu milli ve İslâmi
mefkûrenin halk kitlelerine ve askerlere “Kızıl-
elma” adı ve efsanesiyle yayılması çok dikkat
çekici olup İstanbul’u sembolleştiriyor ve Türkler
için ona sahip olma emelini oluşturuyordu.
Sultan Murat Gazi, oğlu şehzade
Mehmet’i yalnız mükemmel bir tahsille
yetiştirmekle kalmamış, aynı zamanda ona
rakipsiz ve sağlam bir devleti de miras bırakmıştı.
Şehzadeliğinden beri, bir an önce, İstanbul’u
fethetmek, Hazreti Peygamberin müjdesine
mazhar bir cihangir olmak idealiyle yanıp
tutuşuyordu.
1451’de 21 yaşında 3. defa Osmanlı
padişahı olan Sultan II. Mehmet, tahta geçer
geçmez hazırlıklara başlayarak, ilk olarak komşu
ülkelerle anlaşmalar imzalamış, sınırları güvenlik
altına aldıktan sonra, boğazdan geçişi engellemek
için Rumeli Hisarı’nı yaptırmış büyük çaplı toplar
döktürmüş ve orduyu hazırlamıştır.
6 Nisan 1453 tarihinde başlayan kuşatma,
54 gün sonra 29 Mayıs 1453 Salı günü Türk
ordusunun şehre girmesiyle sonuçlanmış ve 1100
yıllık Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu’nu
ortadan kaldırılmıştır.
İstanbul’un fethiyle Orta Çağ’ı kapatıp,
Yeni Çağ’ı açan Genç Sultan II. Mehmet’e
“Fatih” unvanı verilmiş, bu fetihle Karadeniz’i
Akdeniz’e bağlayan ticaret yolu Türklerin
egemenliğine geçmiş, büyük topların kullanılması
Feodalitenin sonunu hazırlamıştır.
İstanbul’u fethederek Türk ve İslâm
dünyasına kazandıran ve Peygamberimizin
-
7
müjdelediği komutan olma şerefine ulaşan Fatih
müstesna bir şahsiyetti.
Fatih, Osmanlı hükümdarları içinde hem
en büyük asker, hem en büyük devlet ve siyaset
adamı, hem de en büyük âlim olanıdır. Bazı
tarihçiler O’nu, dünya tarihinin en büyük şahsiyeti
olarak ileri sürmüşlerdir. Yüksek kabiliyet ve
dehasıyla, dost ve düşmana kudretini teslim
ettirmiş büyük bir hükümdardı. O, hem zamanını,
hem kendini aşmış fikir ve iman adamıdır. Öyle
bir iman ve fikir adamı ki, kabına sığmayarak
taşmış, yeni ve aydınlık bir çağın kapılarını bütün
insanlığın ümidi ve ışığı olarak ardına kadar
açmıştır.
Kılıçla kalemi birleştiren, ilim ve irfan
ordusunun da serdarı olan Fatih, bilhassa
Manisa’da geçirdiği ikinci şehzadelik devresinde,
dönemin en liyakatli âlimlerinden ders almış
(Molla Güranî, Akşemseddin, Molla Hüsrev…),
felsefe, matematik okumuş, Arapça ve Farsça’yı
ana dili gibi öğrenmiş, Latince, Yunanca ve
Sırpça’ya çalışmış, tarih, coğrafya ve askerlik
bilgisinde fevkalade ilerlemiş, bir yandan da
dünya cihangirlerinin hayatlarını incelemiştir.
23 yaşında İstanbul’un fatihi olan Sultan
Mehmet, azim ve irade sahibi, temkinli ve verdiği
kararı kesinlikle uygulayan, devlet idaresinde sert
bir şahsiyetti. Duygularını gizlemeyi bilir,
yapacağı seferleri uygulamaya koyuncaya kadar
gizli tutardı.
Fatih, bilgili ve serbest fikirli olup,
taassubu yoktu; âlimleri davet ederek, ilmi
tartışmalar yaptırırdı. İlmi meselelerde hangi din
ve mezhebe mensup olursa olsun âlimleri himaye
etmiş ve onlara eserler yazdırmıştır. Her nerede
büyük bir âlim duyarsa O’nu İstanbul’a getirmek
için her fedakârlığı yapardı. Meşhur matematikçi
Ali Kuşçu Onun zamanında İstanbul’a geldiği
gibi, Molla Cami’yi de davet etmişti. Meşhur
ressam Bellini de davetle İstanbul’a gelerek
Fatih’in resmini yapmış ve büyük bir himaye
görmüştür.
Türkiye’de Rönesans’ı gerçekleştiren,
hakiki bir kültür sentezi kurarak, âlimlerle içli
dışlı olan Fatih, bütün tarih boyunca hocalara ve
hocalık mesleğine en büyük samimi saygıyı
gösteren hükümdarlar hükümdarıdır. Aslında ilme
ve âlime saygı bu büyük milletin hamurunda,
pişmiş aşında, teneffüs ettiği havasında vardır.
Dizlileri diz çöktürüp, başlılara baş eğdiren Fatih,
ancak bir âlimin elini öpmek için eğilirdi. Fatih,
hocası Molla Gürani’yi nerede görse elini öper,
Molla Hüsrev’e camide bile rastlasa ayağa
kalkardı.
Fatih Sultan Mehmet, 1481 yılına kadar
otuz sene padişahlık yapmış, bizzat 25 seferde
bulunmuştur. 20’den fazla devleti ve bu arada 3
İmparatorluğu tarih ve siyasi coğrafya sahasından
silerek mevcut Osmanlı mülküne katmış, Osmanlı
Devleti’nin sınırlarını Tuna’dan Fırat’a kadar
genişletmiş, bu devamlı yükseliş, Fatih’in
beslediği Türk-İslâm Cihan hâkimiyeti ve
mefkûresine daha büyük bir kudret ve hayatiyet
bahşetmiştir.
Büyük Türk Hakanı Trabzon fethine
giderken (1461) Uzun Hasan, annesi Sâra Hatun’u
kayınpederi Trabzon Tekfuru için şefaatte
bulunmak üzere göndermişti. Fatih Sultan
Mehmet bu hatunu ana edinmiş; seferde de
beraber götürmüştü. Padişah sarp ve yolsuz
Zigana Dağları’nı yaya yürümeye mecbur kalınca,
Sâra Hatun:
—Ey Oğul! Bu Trabzon’a bunca zahmet
nedendir? Burasını gelinime bağışla” der. Padişah
ise:
—Bu zahmet din yolunadır, ahrette Allah
huzuruna varınca inayet ola. Zira elimizde İslâm
kılıcı var. Eğer bu zahmeti çekmezsek, bize gazi
demek yalan olur.” cevabını verir.
Bu olay bize Fatih’in İslâm ve Cihan
Hâkimiyeti davasında ne kadar büyük bir irade ve
kudrete sahip olduğunu gösterir. Askerlik tarihinin
en parlak simalarından olan Fatih Sultan Mehmet,
diplomaside de XV. yüzyılın en büyüğüdür.
Kendisine barış teklifi ile gelen Bizans elçilerine;
“Bizim gücümüzün eriştiği yere, sizin hayaliniz
bile yetişemez” diyordu. Son Bizans İmparatoru
Konstantin Paleologos’un Türklere karşı
Katoliklerden yardım umarak birleştirmiş olduğu
Doğu ve Batı kiliselerini (Ortodoks ve Katolik),
İstanbul’un fethi üzerine hemen birbirinden
ayırmış; böylece hem Ortodokslara inanç
özgürlüğü tanıyarak onları Katoliklerin
-
8
baskısından kurtarmış hem de Hıristiyanlar
arasındaki bu ayrılığı kullanarak fetihlerine devam
etmiştir.
Fatih aynı zamanda basiret sahibi, yani
ileri görüşlüydü. O sırada henüz “Moskova
Prensliği”nden ibaret olan Rus Çarlığı’nın ileride
Osmanlı Devleti için ne büyük bir tehlike
olabileceğini daha o zamandan anlayan Fatih’in,
Kırım Hanlığı’nı hâkimiyeti altına alması,
Karadeniz’in kuzeyindeki Ceneviz sömürgelerini
işgal ettirmesi ve diğer bir takım tedbirleri alması
da ancak yüzyılları aşan bir uzağı görebilme ile
açıklanabilir.
Alman tarihçisi A. D. Mordtman, Fatih
için şöyle der; “Dünya tarihinde bir dönüm
noktası yaratmış, Doğu ve Batı’nın kapısında
durmuş, her iki âlemin kültürünü nefsinde
toplanmış bir insandır.”
Bilindiği gibi Fatih’in Avrupa kültürünü
ve dillerini iyi bilmesi batıda olmadık ümitler
yaratmış, Papa II. Pius, Fatih’e yazdığı mektupta,
Hıristiyan olduğu takdirde, kendisini Roma
İmparatoru olarak selâmlamaya hazır olduğunu
bildirmiştir.
Fatih devrinde Türk Devleti, Avrupa’nın
XV. yüzyılda ilk “Merkezi Devlet” tipini
oluşturmuş ve Yeni Çağ tarihinin siyasi aşama,
tekâmül bakımından bir işareti olan bu yeni
rejimin Avrupa’da ilk örneği olmuştur.
Fatih büyük bir asker, büyük bir devlet
adamı, büyük bir bilgin olduğu gibi, o ölçüde de
hassas ruhlu bir şairdir. “Avnî” mahlasıyla
duygulu, lirik şiirler yazan Fatih, çevresinde
devrin en üstad şairlerini toplayarak, onlara ömür
boyu maaş bağlamıştır. Avnî mahlasıyla yazdığı
bir rubaisinde sevgiliye şöyle sesleniyor:
Arzuhâl etmeye cânâ, seni tenha
bulamam.
Seni tenha bulacak, kendimi asla
bulamam.
Bazı gazelleri gayet ahenklidir. Mesela
baştanbaşa musikiden ibaret olan uzun bir şiiri
vardır. Bu enfes manzumenin bütün kıymeti, insan
kalbinin hüzün ve hasretini, kelimelerin
manâlarından ziyade, birbiri ardından gelen etkili
ahengin hazin edası ile anlatabilmiş olmasında
gösterilebilir.
Sevdin ol dilberi söz eslemedin vây gönül
Eyledin kendüzüni âleme rüsvây gönül
Sana cevreylemede kılmaz o pervây gönül
Cevre sabreyleyemezsin nideyin hây gönül
Gönül eyvah gönül vay gönül eyvah gönül
Onu, daima rahmet ve minnetle anmak,
Türklüğün milli ve tarihi görevlerindendir.
Yazımıza yine Fatih’in bir sözüyle son verelim:
“Şühedaya rahmet-i rahman, gazilere
şeref-ü şan, bu millete fahr-ü şükran lâyıktır.”
M. Necati GÜNEŞ
Eğitimci-Yazar
-
9
ÇAĞIMIZIN
BİR ALP ERENİ:
MUSTAFA
NECATİ
SEPETÇİOĞLU
Bekir YEĞNİDEMİR
18 Mart 1996’da Çanakkale Zaferi münasebetiyle
Tokat Gaziosmanpaşa Üniversitesine konferans için
davet edilen Mustafa Necati SEPETÇİOĞLU,
üniversitenin hatıra defterine şunları yazmıştı:
“Benim de feyiz aldığım Tokat gibi bir eski ve
büyük kültür merkezine Gazi Osman Paşa’nın ruh
bütünlüğünde, yönlendirici bir üniversite şart ve ihtiyaç
idi. İnşallah o eski büyük kültürün ilk adımları ve yine
İnşallah geleceği aydınlatacak ışıltılı bir adım olur.”
İşte şimdi görüyoruz ki Gaziosmanpaşa
Üniversitesi’nde bu ışıltı tüm güzelliği ile onun istediği
gibi devam ediyor. Dolayısıyla tüm emeği geçenleri tebrik
ediyor bütün katılımcılara en derin saygılarımı
sunuyorum.
Büyük Hoca, Dede Korkut, Alp Eren…
Evet, zamanımızın Dede Korkut’u olduğu gibi aynı
zamanda zamanın Alp Eren’i de…
Tokat tarihine bir göz attığımızda Tokat’ımızın il
ve ilçelerinde yetişmiş ve zamanına damgasını, vurmuş
çok değerli bilim adamları, düşünürler devlet adamları,
kahramanlar görürüz. İşte Mustafa Necati
SEPETÇİOĞLU da Tokat’ın yetiştirdiği çok güçlü bir
kaleme sahip Türk edebiyatçısıdır. Tarihî roman, hikâye,
Türk-İslam efsaneleri ve eşsiz Türk Destanları
konularında çok değerli eserler yazarak, Türk kültür
tarihine yeniden ruh vererek günümüze taşımasından
dolayıdır ki zamanımızın DEDE KORKUT’U unvanını
almıştır.
Bu kutsal vatanı vatan yapmak için kopup gelen o
günün Alperenleri kadar, bu vatanın nasıl vatan oluşunu
zamanın insanlarına ve gelecek kuşaklara aktarmak, o
ruhu taşımak ta o kadar önemlidir.
Selahaddin-i Eyyubilerin, Kılıçaslanların, Alp
Aslanların, Osman Gazilerin, Yıldırımların, Fatih Sultan
Mehmet Han, Kanuni Sultan Süleyman gibi kutupların,
ruhlarını zamanına ve gelecek nesillere taşımak, İla-yı
Kelimetullah uğruna neler yapıldığını, neler yapılması
gerektiğini anlatmak, onlardan aldığı şifreyi gelecek
nesillere anlatmak ve aktarmak gibi bir görev üstlenmişti
Mustafa Necati SEPETÇİOĞLU.
Hemşerisi olmakla gurur duyduğum, aynı havayı
teneffüs etmekle, Zile’nin aynı cadde ve sokaklarında
yürümüş olmakla onurlandığım Mustafa Necati
SEPETÇİOĞLU’nu bugün burada tekrar, tekrar rahmetle
anıyor, Allah’ın rahmeti üzerine olsun diyorum. O’nun
yazarken kaleminin çıkardığı sesler, Ulu Cami’mizden
-
10
yükselen merhum Hüseyin Hafız’ların,
Kadir Hafız’ların sesleri bugün de
kulağımın süsüdür hâlâ…
O’nun; Zile gibi tarihi binlerce yıl
ötesine uzanan, sayısız önemli olaylara
şahit olan bir şehirde doğması, o havayı
teneffüs etmesinin, o ruha vakıf olmasının
onlarca değerli esere imza atmasına temel
oluşturmuştur.
Bildiğiniz üzere 1932 yılında Zile’de
doğan üstat, İlk ve ortaokul’u Zile’de
okudu. 1947 yılında Zile’den ayrıldı. Yani
bir insanın yetişmesindeki en önemli çağ
olan yıllarını Zile’de yaşadı. Zile’de
şekillenmeye başladı. Tıpkı insanın ana rahminde bir damla sudan şekillendiği gibi. O’nun da bu
kudretli kaleminin ana rahminin Zile olduğunu orada ilk adımını attığını, yürüdüğünü
düşünüyorum.
Bir Alperenler diyarıdır Zile. Ergenekon’dan, Orta Asya’dan, Horasan’dan yetip Zile’yi
kâfir elinden kurtaran bir ulu er Aslan Dede bir tepede yatar, Hüseyin Gazi bir tepede, Şeyh
Ahmet Dede ise bir başka tepede, bir güzel köşesinde ise İsmail Dede yatar ki bu erenler
Anadolu’nun tapu senedinin alınmasında Türkleşmesi-İslamlaşmasında mücadele eden ulu
kişilerden sadece birkaçıdır. Bizde Alp Erenlerin ruhları el verirler sonra gelenlere. İşte bu el
alan Alperenlerden biri de Zile’mizin medarı iftiharı Mustafa Necati SEPETÇİOĞLU dur…
Şimdi diyeceksiniz ki Zile, Zile, Zile… Mustafa Necati SEPETÇİOĞLU vazgeçti mi ki
Zile’sinden biz onu anarken Zile’sinden ayrı düşünelim. Değerli kardeşi M. Yılmaz
SEPETÇİOĞLU, Tokat Şairler ve Yazarlar Derneği’ne gönderdiği mektubunda ağabeyi Mustafa
Necati SEPETÇİOĞLU ile ilgili anılarını anlatırken “Ağabeyim Zile’yi çok seviyordu. Gerek
düşüncesi gerekse yazıları ile Zile ile hep beraberdi. Çünkü harsının büyük bölümünü Zile’den
almıştı; kişilik taşlarını aile yapısından ailesinin tevarüs ettiği Orta Asya’dan akıp gelen Türk
töreleri, anlayış ve yaşayış esasları-bütün kutsal değerleri-gençlik ve ergenlik yıllarında Zile’de
edinmiştir. O’nun için Zile’yi unutmak imkânsızdı ” diyor.
Yine ağabeyi ile olan anılarında İstanbul Türk Ocağındaki çalışmalarından, o zamanki
Türk Ocağı başkanı Hamdullah Suphi TANRIÖVER ile olan muhabbetini, kendisini de onunla
tanıştırmasını, Mustafa Necati SEPETÇİOĞLU’nun liseye kaydında ilk velisinin Necip Fazıl
Kısakürek olduğunu, kendi anlayışındaki edebiyatın öncülerinden Peyami Safa ve Nihal Atsız ile
olan yakın arkadaşlıklarından söz etmektedir. Mustafa Necati SEPETÇİOĞLU’nun Zile
yıllarından bahsederken “O zaman Zile nüfus bakımından30–35 vilayetten dahi büyük bir
nüfusa sahipti” der.
Mustafa Necati SEPETÇİOĞLU o yıllarda Zile sokaklarında dolaşırken DÜRMELİK
sokağından geçti. Ruhu orada küffarla cenk eden Melik Gazi ile kucaklaştı. Kılıcı parçalanan
Melik Gazi’ye bulduğu bir deveye ait çene kemiğini uzatan O’nun çarpışmasına devam etmesini
sağlayan belki de Mustafa Necati SEPETÇİOĞLU Hoca’nın ruhu idi. Yine orada Melik Gazi’ye
gaipten gelen “Dur ya Melik” nidasını işitti ve titreyerek kendine geldi.
Oradan kalemize çıktı. Kalemizin surları üzerinde rahatlıkla yürünecek kadar geniştir.
Zile’nin güneyine, Kıble istikametine baktığında Hüseyin Gazi tepesini gördü. Orada yatan
Hüseyin Gazi’den onlarca metre uzaktaki gizli geçitten kaleye girerek düşmanla nasıl cenk
ettiğini ve şahadetini dinledi. O’nun Hakk’a nasıl yürüdüğünü hissetti, gördü…
-
11
Burçları üzerinden doğuya baktığında Türklerin-büyük atalarımızın Ergenekon’dan, 40
deve derisinden yapmış oldukları 40 körüğü kurup, 40 deve yükü kömürle demir dağı eriterek
Anadolu’ya doğru yürüyen Alperenlerden batıya yürümenin, Anadolu’yu vatan yapmanın sırrını
öğrendi. Mustafa Necati SEPETÇİOĞLU bir eserinde;“Düşünebilen insan (için), 1071 ve
sonrasında, Büyük Türkiye kurulurken Horasan Erlerinin erişilmez şuurunu ve bir yabansı
toprağı nasıl bir efsane güzelliği ve tatlılığıyla –fakat ne zor- avuç, avuç vatanlaştırdığını ve
kendilerinden sonra gelen askere yurt olarak hazırladığının” düşünülmesini öğütlemiştir.
Kuzeye yöneldiğinde Sezar’ın Pontus ordusunu Zile’de nasıl dağıttığını da seyretti. Sezar’ın
kaledeki dikili taşa yazdırdığı “Veni, Vidi, Vici” yani “Geldim, Gördüm, Yendim” sözünü okudu,
unutmadı. İleriki yıllarda “Ve Çanakkale” üçlemesi olarak kaleme aldığı kitaplarına
“Geldiler, Gördüler, Döndüler” adını vermiştir. Elbette döneceklerdi, çünkü defaatle
kanlarımızla sulayarak vatanlaştırdığımız bu toprakları, bu vatanın evlatları yine kanı pahasına
koruması gerekiyordu korumuştur da… Artık bu vatan gençlerin, sizlerin emanetidir, siz
koruyacaksınız. Ve batı… Kalemizin batı cephesindeki giriş kapısının üzerindeki narin çok güzel
bir sanat eseri ve dimdik batıya bakan saat kulesine çıktı. Oradan batıya ta uzaklara baktı.
Osmanlı’nın altı asırlık şanlı yürüyüşünü seyretti heyecanla.
Viyana kapılarını zorlayan kutlu askerlerini gördü Türk’ün. İstanbul fethinde,
Estergon’da, Kanije’de, Kosova Meydan Muharebesinde, Plevne’de, Çanakkale’de şehit olan
kutlu askerlerimize tas, tas su içirdi oradan… Ardına bakmadan saf, saf cepheye yürüyen
Kınalı Ali’leri gördü. Redif taburlarının ardından baktı bir zaman. Bütün bunlar yazılmalıydı
elbette. İşte bu ruhla kalemi eline aldı ve vefatına kadar da bırakmadı… Evet, Zile demek
Mustafa Necati SEPETÇİOĞLU demek, Zile demek vatan demektir.
Vatanımızın her köşesi defaatle şehit kanlarıyla sulanmıştır. Onun için Milli Şairimiz
Mehmet Akif ERSOY;
“Bastığın yerleri diyerek geçme tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.”
diye uyarmıştır bizleri.
Değil Anadolu, dünyanın dört bir yanında şehitlerimizin, gazilerimizin döktüğü kanlar
kurumamıştır hâlâ… Anadolu’da sayısız şehitliklerimiz olduğu gibi, dünyanın dört bir yanında da
şehitliklerimiz mevcuttur. İzin verirseniz burada bir kaçını saymak isterim. Bunlar Türkün dün
de dünyanın her yanında olduğunun delilidir.
Avusturya: 4000 Japonya: 533
Burma: 1000 Letonya: 163
Çek Cumhuriyeti: 1100 Mısır: 3000
Hindistan: 601 Romanya: 3632
Irak: 1500 Suriye: 1000
İran: 2500 Ukrayna: 3155
İsrail: 6034 Yunanistan: 2817
Mustafa Necati SEPETÇİOĞLU“KİLİT” adlı kitabıyla şanlı tarihimizin yüzüne kapatılan
kapıların kilidini kırmış, değerli milletimize, aziz neslimize tarihimizin müstesna sayfalarının
arasına dalarak dünü bu güne, bu günü yarınlara taşımanın anahtarını sunmuştur. Türk
kültürünü, adet ve töresini hep canlı tutmalıydı. Dün Türk’ün önünde hürmetle eğilenlerin,
atının üzengisini öpenlerin bu gün kalkıp Türkleri aşağılamasına, hakaret etmesine göz
yumamazdı.
Bir şahlanış, bir başkaldırış gerekliydi ve ömür boyunca bu görevi üstlendi.
-
12
Türk her zaman uyanık ve tetikte olmalıdır. Bu vatanın evlatları uykuya düşkün olamaz.
Gaflette olamaz. “Su uyur düşman uymaz” atasözünde olduğu gibi düşmanlarımız her devirde
fırsat kollamış ve kollamaktadır.
Türk her zaman hazırlıklı olmalıdır. Alpaslan misali beyaz kefenini giyip, atının
kuyruğunu bağlayarak gelecek saldırılara hazır beklemelidir. Yani her çağın gereklerine göre
kendini bilgi ile teknoloji ile donatmalıdır. Bir Hadis-i Şerifte “Düşmana kendi silahıyla” yani
aynı silahlarla karşılık verin diye buyrulmuyor mu?
Türklüğün örf, adet, töre ve geleneklerini, Türk kültürünü unutmadan, ilim irfan yolunda
kararlı ve onurlu bir şekilde yürümelidir. Mustafa Necati SEPETÇİOĞLU Gençlerimizin Türk-
İslam kültürünü özümseyerek çağlara yürümesini düşlemiştir. Yine bir eserinde kültürdeki,
edebiyattaki ve sanattaki yozlaşmalara dikkat çekerek; kendi öz milli kültür ve tarihimize,
edebiyatımıza, güzel sanatlarımıza dönmezsek milletlerarası sanat sahnesinde hiçbir yer
alamayacağımızı vurgulamıştır. Dilimizi, dinimizi, kültürümüzü, edebiyatımızı, sanatımızı hatta
ve hatta siyaset kültürümüzü yozlaştıranlar onu derinden yaralamıştır. Ülkemizin istikbalinin,
milletimizin geleceğinin bir başkalarının kucağına itilmesine isyan etmiştir.
Eğer ülkemizin kıyamete kadar hür ve baki olmasını istiyorsak kendi öz kültür ve
tarihimize dil ve dinimize, edebiyat ve güzel sanatlarımıza sahip çıkmalıyız. O nedenle kudretli
kalemini; son mesajını Türklüğü, Türk kültürünü, Türk-İslam kimliğini özünde yaşayan,
gergeflerde ilmek, ilmek işlercesine son derece titizlikle yetiştirdiği Alp Erenlerini dört bir
yana yayan Hoca Ahmet YESEVÎ’yi anlatan o büyük hocaya adanan “YESİLİ HOCA AHMET”
adlı eseriyle taçlandırmıştır.
Mustafa Necati SEPETÇİOĞLU Zile’yi çok sevdi, Zile’de onu. Zile onu hiç
unutmayacaktır. SEPETÇİOĞLU’nun eserlerinin tümüne yakınında Zile’den bir anlık görüyoruz.
Ya doğduğu Kişlik Mahallesi, Sepetçioğlu Sokak, ya kale, ya Aslan Dede, ya Şeyh Ahmet, ya
Çeltek Baba yaİnönü İlkokulu, ya Zile Ortaokulu ya caddeleri, ya insanları ya sosyal hayatı ya
kültür hayatı, ya ulu kavak seyri, ya Karadini Seyri, ya Ulu Camisi ya da Zile’ye 5 km uzaklıktaki
Tren İstasyonu gibi her konuda ama her konuda mutlaka Zile’ye özgü duygu, düşünce ve
hatıralarına rastlıyoruz.
Tarih yalnız dünde kalanlar değildir. Dünkü tarihi özümseyerek bu günü ve yarını tarihin
altın sayfalarına altın harflerle yazılacak kudreti, varlığı, güzelliği ortaya koyarak yaşamaktır.
Tarihin yarın yazacaklarını bu günden hazırlamaktır.
İşte Mustafa Necati SEPETÇİOĞLU dünü bu günle harman etmiş, acıyı zaferle
yoğurarak “Asım’ın Nesli”ne ışık tutmuştur…
Ruhu şad olsun…
-
13
TOKAT-BAŞÇİFTLİK İLÇESİNDE Ergün VEREN
EVLENME GELENEK VE GÖRENEKLERİ
1. GİRİŞ
İnsanoğlu yaşamak ve soyunu sürdürmek için
çeşitli yöntemler geliştirmiş ve kurumlar
oluşturmuştur. Bunları doğuştan var olan özellik
ve yeteneklerinin yanında sonradan öğrendiği
bilgi ve geliştirdiği becerilerinden de faydalanarak
yerine getirmektedir.
Tek başına yaşanamayacağı ve soyun
sürdürülemeyeceği gerçeği insanı aileden
başlayarak topluma ve millete uzanan kurumları
oluşturmasına sebep olmuştur. Bir yandan fiziksel
ihtiyaçlarının karşılanması diğer yandan da soyun
devamı için karşı cinsle birlikte yaşama olgusu
evlilik kavramını ortaya çıkarmış, zamanla
geliştirmiş ve kurumsallaştırmıştır. Bu kurumun
ortaya çıkması, toplumu oluşturan diğer bireylerce
kabul görmesi, onaylanması ve içselleştirilmesi
için kurallar belirlenmiş; ritüeller oluşturulmuş ve
bunlar zamanla toplum normları haline
dönüşmüşlerdir.
Kuralları belirlenmiş, ritüelleri oluşturulmuş
ve zaman içerisinde toplum normu haline
dönüşmüş kurumlardan biride “evlenme”’dir.
Evlenmenin nasıl yapılacağı, hangi ritüellerin
gerçekleştirileceği ve hangi normlar
uygulandığında sürekli ve ahlâki olacağına dair
her toplumda kendine özgü kural, örf, adet,
gelenek ve töreler oluşmuştur.
Tüm toplumlarda ve yörelerde olduğu gibi
“evlenme” , Tokat ilinin Başçiftlik ilçesinde de bu
yöredeki örf, adet, gelenek ve göreneklere göre
gerçekleştirilmektedir.
2. BAŞÇİFTLİK
Tokat iline bağlı Başçiftlik ilçesi kuzeyden
Ordu-Aybastı ilçesi, doğusundan Reşadiye ilçesi,
güneyinden Niksar ilçesiyle çevrilmiştir.
Karadeniz sahilinden 85 km içeride,
Canik Dağları'nın güney eteklerinde, havzanın
batı kısmında yer alır. Bu havza doğuya gidildikçe
genişler ve yörede İskefsür Ovası olarak
adlandırılır. Yüzey şekilleri genelde yüksektir.
Karasal iklim ile Karadeniz iklimimin
karışımı hüküm sürer. Kış mevsimi çok kar yağışlı
ve hava soğuktur. Kasım ortalarında başlayan kar
-
14
yağışları nisan ayına kadar devam eder. Hatta bazı
yıllar mayıs ayının ortalarında kar yağdığı da
görülmüştür. Kar ortalama 5 ve 6 ay kadar yerde
kalır. Havadaki nem miktarı yüksektir. İlkbahar ve
Sonbahar mevsimleri hemen hiç yok gibidir. Kış
mevsiminden hemen yaz mevsimine geçilir. Yaz
mevsiminde sıcaklık pek yüksek değildir (Tokat
Tanıtım Dergisi S:7) (Karakoç 2010). Mevsim
şartları nedeniyle halk arasında “Akıl ermez Melet
ile İskefsirin işine, üç ay yazı var onu da kat
kışına” şeklinde söylence vardır (K-3,4,5). Melet,
Ordu-Mesudiye ilçesinin eski adıdır.
Daha önceleri büyük şehirlere mevsimlik
işçi olarak giden Başçiftlikli erkekler 1970'li
yıllarda halıcılığın yaygınlaşmasıyla evlerinde
kazanç yolunu seçerek gelir seviyelerini
yükseltmişlerdir. Sonradan halıcılıktan yeteri
kadar yararlanamayınca tekrar ilçe dışına işçilik,
memuriyet ya da ticaret gibi nedenlerle göç
başlamıştır. Ve gittikleri yerlere yerleşmişlerdir.
Bugün Başçiftlik'te yaşayanlardan çok daha
fazlası başka il ve ilçelerde yaşamaktadırlar. (Şen,
2010). Okuryazarlık oranı % 98’dir. İlçe
merkezindeki konutların %40ı ahşap % 60’ı
betonarmedir. İlçede sosyal tesis
bulunmadığından ve işsizlik had safhada olması
nedeniyle halk gününü kendi özel işlerinde ve
kahvehanelerde geçirmektedir. İlçe kırsal bir
bölge olduğundan sürekli göç veren bölge
konumundadır. Sanayi sektörü olmadığından genç
nüfus büyük kentlere göç etmekte ve ilçede
yaşayan nüfus her geçen gün azalmaktadır. Kalan
nüfus genelde yaşlı ve kadın nüfustur. Yöre
halkının çalışan kesimi tarım ve hayvancılıkla
uğraşmaktadır. İlçe ekonomisi % 20 nispetinde
halıcılığa %80 nispetinde çiftçilik ve hayvancılığa
dayanmaktadır. (Kaymakamlık Verileri 2010)
3. EVLENME
Evlenme, bireylerin bir ev ya da aile
birimi kurmalarının toplumca benimsenmiş ve
yaptırıma bağlanmış biçimini oluşturan toplumsal
kurumdur (Özkaya, 1975).
Kadınla erkeğin aile kurmak için yasaca
birleşmesi de olan evlilik kızın ve erkeğin
sosyalleşme sürecinin önemli bir aşamasıdır.
Aileler arasında dayanışmayı, toplumsal ve
ekonomik ilişkiyi belirler ve düzenler. Evlenme
törenleri bağlı bulunduğu kültür tipinin öngördüğü
belirli kurallara ve kalıplara uyularak
gerçekleştirilir. Evlenme, töre, adet, gelenek,
görenek ve inanma bakımından zengin bir tablo
çizer (Artun, 2009: 157’den Örnek, 1995:185).
Evlenme törenleri bir dini toplumsal olayı
da içine alır. Köy ortamında bir bayram şenliği
olarak algılanır. Ulusal yapının oluşmasında
birçok değer ve davranışın kazanılması yönüyle
evlenme törenleri fonksiyonel etkinlik gösterir.
Toplumların tarihi ve ekonomik yapıları, yerleşim
şekilleri, üretim şekilleri ve gelenekleri evlenme
biçimlerini belirlemektedir (Artun, 2009: 157’den
Balaman, 1973:135).
Evlenme iki gencin hayatını
birleştirmesiyle gerçekleşir. Kadına ve erkeğe
yeni bir rol kazandıran evlilik ile aile olabilmenin
ilk adımı atılır. Evlilikle gelin ve damat artık eş ve
karı koca, evli barklı olmuş; anne ve baba olmak
için toplumun ilk olarak öne sürdüğü şartı yerine
getirmişlerdir. Evlilikle ayrıca yeni akrabalık
bağları da kurulmuştur (Artun, 2009: 157’den
Altun, 2004:89).
Evlenmenin gerçekleşmesi yönünde
Anadolu’da uygulanan birçok yöntem vardır.
Bunlar evlenecek kişilerin yaşlarına; sosyal
durumlarına: bulundukları yöreye; örf, adet,
gelenek ve göreneğe göre farklılıklar
göstermektedir. Bunları “severek”, “görücü
usulü”, “kız kaçırma”, “oturak alma”, “beşik
kertmesi”, “berdel”, “taygeldi”, “levirat” ve
“sorarat” şeklinde sınıflandırmak mümkündür.
Severek evlenme kız ve erkeğin birbiriyle
evlenmek için ortak karar vermeleri, ailelerinin de
buna destek vererek evlilik kurumunun
kurulmasıdır.
Görücü usulünde izlenen yöntem erkeğin
ailesinin kızı beğenmesi ve aracılarla bunu kız
tarafına iletip istenmesi; kız tarafının da bunu
kabul ederek erkek ve kızın evlendirilmesidir. Bu
usulde kız ve erkeğin isteklerinin önemi
bulunmamakta ailelerin verdiği karara
uyulmaktadır.
Kız kaçırma da ise kız ve erkek birbirini
sevmelerine karşın ailelerin özellikle kızın
ailesinin buna karşı çıkması söz konusudur. Bu
durumda kız ve erkek anlaşarak kaçarlar ve
evlenirler.
Beşik kertmesinde ise yeni doğan kız ve
erkek çocuklarının aileleri tarafından
nişanlanmaları ve evlilik yaşına geldiklerinde
evlenmeleridir. Burada amaç aileler arasında
hısımlık, var olan dostluğu pekiştirme, ekonomik
ilişkileri pekiştirmektir. Bu nişan çocukların
beşiklerine “kertik” yapılmasıyla sembolleştirilir
ki beşik kertmesi adı da buradan gelir. Hindistan
ve Avusturalya’da da rastlanılan bu durumun
ileride birçok sürtüşmelere yol açtığı da
bilinmektedir. Erkek veya kız tarafından birinin
ileride vazgeçmeleri durumunda kanlı olaylara da
-
15
dönüştüğü görülmektedir (Artun, 2009: 159’dan
Örnek, 1995:187).
Berdel, başlık sorununu ortadan kaldıran,
hem kızı hem oğlu bulunan iki ailenin karşılıklı
olarak çocuklarını evlendirme suretiyle
gerçekleştirilen bir evlenme biçimidir. Böylece bir
aile, diğer bir aileye kızının verir ve oğluna da
ailenin kızını almış olur (Artun, 2009: 159’dan
Altun, 2004:229). Ancak bu evlenme türünde
evlenen çiftlerden biri boşanırsa diğeri de
boşanmak ya da başlığı ödemek zorundadır.
Başka bir evlenme biçimi de taygeldi
evliliktir. Dul kadının, eski kocasından olan
çocukları da alarak dul bir erkekle ya da dul bir
erkeğin eski karısından olan çocukları da alarak
dul bir kadınla evlenme biçimine taygeldi evlilik
denilmekte, bu çocuklara da taygeldi adı
verilmektedir. Bu evliliğin temelinde sosyo-
ekonomik ve psikolojik etmenler rol
oynamaktadır. (Artun, 2009: 159’dan Örnek,
1995:189). Levirat yani kayınbiraderle
evlenme biçiminde dul kadın, ölen kocasının
kardeşiyle evlenmektedir. Bu da iki durumda
görülmektedir. Birincisi, kayınbiraderin bekâr
oluşu, diğeri ise kayınbiraderin evli oluşudur.
Çocuklar açısından en iyi biçimde meşru
babalığın amca tarafından yapılabilineceğinin ve
çocuğun ortak mal üzerindeki haklarının bir
yabancıya geçmeyip aile içinde korunabileceğinin
düşünüldüğü yörelerde bu gelenek
uygulanmaktadır (Artun, 2009: 160’dan Tezcan,
1998:209).
Sorarat yani baldızla evlenme biçiminde
ise erkeğin karısı öldüğü zaman karısının bekâr
olan kız kardeşi ile evlenebildiği görülmektedir
(Artun, 2009: 160’dan Tezcan, 1998:208). Öksüz
kalan çocuklara "üvey anne" olarak seçilen
teyzenin daha hoşgörülü davranabileceği
düşüncesi bu evlenme biçiminin tercih
edilmesinde etkili olmaktadır.
Evlenme çağına gelen gençler birtakım
davranışlarla ailelerine bu isteklerini belli ederler.
Bu çağ genellikle buluğ çağıyla da eşleşir.
Gençler sinirli ve saldırgan tavırları, ev işi
yaparken ve günlük yaşam içinde sürekli
sıkılmaktan, bıkmaktan, soğuktan ve yalnızlıktan
bahsetmelerinin yanında yörelere göre farklılıklar
gösteren sembol hareketlerle de (pilava kaşık
saplama, süpürge üstüne oturma, annesinin
ayakkabısını eşiğe çakma, anneye içi geçmiş
karpuz ikram etme gibi…) evlenme isteklerini
dışa vururlar. Anadolu’da evlenmenin aşamaları
vardır. Bunlar evlilik öncesi, düğün ve evlilik
sonrası olmak üzere üç aşamadan oluşur. Bu
aşamaların da kendi içinde ayrıca aşamalı
pratikler bulunur. Evlilik öncesinde; sırasıyla kız
bakma-kız görme, kız isteme-söz kesme ve nişan
yapılır. Düğün aşaması daha ayrıntılı ve bol
aşamalıdır. Bunlar; çeyiz götürme- çeyiz
gösterme, gelin hamamı, kına gecesi (ana kınası-
kız kınası), gelin alayı, gelin indirme, gerdek
şeklinde sıralanır. Düğün sonrasındaki aşamalar
ise, duvak günü, kız ardı, gelin paçası, düğün
tatlısı gibi pratiklerden oluşur. Bunların pratikleri
yöreye ve geleneklere göre varyant özellikler
gösterir (Artun, 2009: 160;185).
4. BAŞÇİFTLİK’TE EVLENME GELENEK
VE GÖRENEKLERİ
Başçiftlik ilçe merkezindeki evlenme
gelenek ve göreneklerinin aşamaları kaynak
kişilerin anlatımları, gözlemlerimiz ve yazılı
kaynaklarda belirtildiği üzere şu şekilde
gerçekleşmektedir:
4.1. EVLİLİK ÖNCESİ
“Evlenme Çağı-Evlilik Yaşı-Evlenme
İsteğinin Dışa Vurumu-Kız Bakma (Kız Görme):
Başçiftlik’te evlenme yaşı önceleri erkeklerde 17–
18, kızalar da ise 14–15’di. Aileye yeni bir
yardımcı, taze iş gücü düşüncesi ile erkek
çocuklar küçük yaşlarda evlendirilirdi.
Günümüzde bu gelenek ortadan kalmıştır. Sebebi
ise, askerliğini yapmayınca, tahsilini bitirmeyince,
eline işini alıp ailesini geçindirecek geliri
bulamayınca kimsenin aklına eş bulmak
gelmemektedir.
1968 yılının Haziran ayında Başçiftlik’te
Belediye teşkilatının kurulmasıyla, sosyal hayatta
birçok değişiklikler başlamıştır. Bu değişikliklerin
en belirgini evlenmelerde olmuştur.
Başçiftlik gençleri buluğ çağıyla beraber
karşı cinse ilgileri artar. Her genç erkek mutlaka
bir kız bulur. Zamanla bu konuda artışlar
gözlenmektedir.
İlk uygulama mahalle ve sokaklarda gençlerin
gezmeye başlamalarıyla başlar. İlçede yaşayan
aileler hala tarım işleriyle uğraştıklarından her
genç gönlünde sevdiği kızı, her zaman uzaktan da
olsa görebilir. Bakışlar ve çeşitli işaretler sonucu
birbirlerine ilgi duyarlar. Kız ve erkeklerde
mektuplaşmalar ve flört devresi başlar. Yalnız
flörtler çok gizli ya da çok yakın bir iki akraba
aracılığı ile olmaktadır.
Kız İsteme: Evlilik çağına gelmiş
gençlerin evliliğe karar vermeleri sonucunda
erkek tarafının oğullarının istediği kızı, kız
tarafından istemesiyle (dünürlük) başlar. Eskiden
ailede baba ve anne isteği ile evlendirilen kızlar
çoğunluktayken, bugün durum tamamen olmasa
bile kısmen ortadan kalkmıştır. Genelde son kararı
kız verir. Kız istemezse o nişan çok zor yapılır.
Böyle zorlamalarda çoğu kez kızlar kaçarlar.
Başçiftlik'te başlık parası yoktur. Erkek tarafından
anne, baba ve yakınlarından bir kaçı kız evine
giderler. Sohbetten sonra "Allah'ın emri,
-
16
Peygamberin kavli" ile kız istenir. Kızın ailesi
"Allah yazdı ise olur" diyerek biraz zaman
isterler.
Söz Kesme (Söz Alma): Bir kaç sefer
gidip gelen dünürcülük sonucunda iki tarafında
uygun görmesi ile söz kesme merasimi yapılır.
Uygun bir gece tayin edilir. Kız tarafının evinde
her iki tarafında yakın akraba, eş ve dostları
toplanır. Adet gereği erkek tarafından uygun birisi
kız babası ya da vekiline “Allah'ın emri,
Peygamberin kavlini” tekrar iletir. Kabul sonucu
dualar yapılır. Orada bulunanlar tarafından kız ve
erkek tarafı kutlanır. Sonra sözü kesilen kız,
arkadaşlarından bir ya da iki tarafından erkeklerin
bulunduğu odaya getirilir. Şeker, lokum, kolonya
ve sigaradan oluşan tepsiyi bulunanlara ikram ve
el öpme töreni başlar. Herkes bahşişini tabağa
koyar ve kızlar çekilirler. Kadınların bulunduğu
toplumda sözü kesilen kıza nişan yüzüğü ve diğer
takılar takılır.
Bohça Götürme (Çıkı): Sözün kesildiği
akşamın ertesi günü erkek tarafının genç kızları
ve genç kadınları tarafından halı, ütü masası,
tencere takımı, çaydanlık gibi ev eşyaları ile
ekmek, kuruyemiş, lokum, gofret, şeker gibi
yiyecekler kız evine götürülür. Kız ve arkadaşları
gelenleri karşılar. Getirilenlerden ikramda
bulunurlar.
Nişan: Eskiden beri el öpme merasimi de
denilen bir merasim tüm ilçe kadınlarının katılımı
ile daha önceden tespit edilmiş olan gün ve saatte
evde ya da düğün salonunda yapılır. Merasime
katılan herkes yakınlık derecesi ve duruma göre
altın, para, kap-kaşık, halı, kilim vb. hediyeleri
salona getirir. İsimler teker teker okunarak
hediyeler askılara asılır ya da ortaya konur. Kimin
hangi hediyeyi getirdiği yüksek sesle okunur.
Nişandan sonra erkek tarafı kız evine gelinlik
görmeye giderler. Yakın akrabalardan da bu
ziyarete katılanlar olur. Eğer nişanlılık dönemi
uzun sürer araya bayram girerse erkek tarafın kız
evine bayramlık gönderir. Kız tarafı da buna
karşılık verir.
Çeyiz Asma: Düğün başlamadan bir kaç
gün önce gelin adayının arkadaşları kız evine
gelerek düğün bitene kadar oradan ayrılmazlar.
Bir taraftan eğlenceler devam ederken diğer
taraftan da hazırlıklar sürer. Bu hazırlıklardan
birisi de çeyiz asmadır. Öncelikle evin uygun bir
odası bu iş için hazırlanır. Çeyiz demirleri takılır.
İpler gerilir. Gelinin bütün çeyizi düzenli bir
şekilde buraya yerleştirilir.
4.2. DÜĞÜN
Düğün günü kız ve erkek ailelerinin müşterek
kararı ile kararlaştırılır. Düğünler resmi muamele
ve askı sonucu gerçekleşir. Düğünler genellikle
davul-zurna ile yapılır. Eskiden davetiye; şeker,
sabun, havlu vb. şeyler olarak dağıtılırdı.
Günümüzde ise davetiyeler bastırılarak ilçede
oturan her aileye ve ilçe dışından çağrılacak
olanlara ulaştırılır. Erkek tarafı tüm hazırlıkları
yapar. Tüm ziynet eşyaları, beyaz eşyalar ve diğer
eşyalar toplumun kabul ederek belediye tarafından
ilan edilmiş şartlar ölçüsünde alınır. Bazı aileler
normal kabul görmüş ölçüden fazla yapabilirler.
Kız tarafı ise başlık almadan bazı mobilya ve
beyaz eşyaları alırlar. Bunun sebebi, çevrenin
halıcılık bölgesi olması ve evleninceye kadar
kızların halı dokuyarak çok emek vermesi ve bu
emeği babanın ödeme durumunda bulunmasıdır.
Danışık Yemeği: Erkek tarafı düğün gününden bir
ya da iki gün önce "danışık yemeği" verirler.
Bunun adı her ne kadar yemek olsa da yemekten
çok pasta türü şeylerdir. Bu yemeğe komşu,
akraba, eş ve dostlar çağrılır. Burada düğünün
nasıl ve ne şekilde yapılacağı karara bağlanır.
Komşularca açılan oda ve sayısı, davetlilerin
nerelere yerleşeceği, nasıl ve nerede ağırlanacağı,
düğün töreninde kimlerin hangi görevleri
yapacakları tespit edilerek kayda geçer. Burada
düğün kâhyalarının kimler olacağı belirlenir.
Kâhyalar yakın akraba, komşu, damadın yakın
arkadaşları ve varsa düğün evinin damadı
arasından olur. Sonra yemek verilir ve yemeğe
katılanlar düğün günü buluşmak üzere ayrılırlar.
Düğün Günü: Düğünler iki gün sürer. Ya
çarşamba-perşembe ya da cumartesi-pazar günleri
düğün günleridir. Sabah başlayan düğünde ilk gün
ağırlık götürme, damat yıkama, gelin yıkama ve
misafirlerin ağırlanması vardır. Genellikle öğlene
kadar gençler davul zurna eşliğinde oyunlar
oynayarak eğlenirler.
Ağırlık Götürme; Öğle yemeğinden sonra
ağırlık götürme için erkek tarafının yaptığı eşyalar
bir traktöre yüklenir. Gelinin giyeceği elbise
büyükçe bir tepsiye konarak üzerine erkek
tarafının yaptığı ziynet eşyaları yerleştirilir.
Gençler önde, yaşlılar arkada davul zurna
eşliğinde Belediye binasının önüne gelinir.
Yakınlar pahada ağır ziynet eşyası ile Belediyeye
çıkarlar. Evlendirme memuru geline verilecek
eşyaları tek tek kontrol ederek bir senetle
sabitleştirir. Bu senet Belediye de bir dosyada
saklanır. Bu senedin ileride karı kocanın
boşanması halinde kullanma açısından önemi
bulunmaktadır. Burada kızın dayısına sembolik
bir para verilir. Sonra alay yine davul zurna
eşliğinde bu eşyaları kız evine götürür. Gelin alma
günü alınmak kaydıyla kız evine bırakılır.
Böylelikle kız tarafı da oğlan evinin neler yapmış
olduğunu görmüş olurlar. Kız tarafının damada
giymek üzere koyduğu gömlek, mendil, çorap,
-
17
çamaşır vb. gelen tepsiye konularak düğün evine
gönderilir.
Damat Yıkama (Çimdirme); Akşamüzeri
yine düğün evinde toplanan gençler damadı
yanlarına alarak davul zurna eşliğinde yakın bir
arkadaşının evine giderler. Düğün boyunca olduğu
gibi burada sağdıç damadın yanından hiç
ayrılmaz. Önce bekâr bir genç berbere tıraş olur.
Sonra sıra da damat tıraşına gelir. Zurnacının
çaldığı özel tıraş havası eşliğinde damat tıraş
yapılır. Bu arada damadın elbise ve ayakkabıları
çalınabilir. Çalanlar sağdıçtan bahşiş alarak geri
verirler. Damat yıkanarak damatlık kıyafetini
giyer. Gençlere sigara ve leblebi ikram edilir.
Düğün alayı ilçenin sokaklarını gezerek düğüne
evine gelir. Damat anne, baba ve yakınları
tarafından kutlanır. Damat da büyüklerinin elini
öper. Anne, baba ve büyükler ev, tarla, çayır,
hayvan, altın, para vb. hediyelerini damada
verirler. Eğer hediyeler gayrimenkul ise senet
yapılır.
Gelin Yıkama (Çimdirme); Erkek
tarafından gelen genç kızlar ve gelinler ile gelinin
arkadaşları damat yıkamaya benzer merasimi
kendi aralarında gerçekleştirirler. Bu olay önceden
her mahallede bulunan yunak (dere) larda
yapılırdı. Ancak ilçede artık yunak olmadığı için
bu işlem evlerde yapılmaktadır.
Akşam düğün evinde yoğun çalışmalar
olur. Danışık yemeğinde görev alanlar toplanırlar.
Bu arada davetliler de gelmeye başlamıştır.
Danışık yemeğinde görevlendirilen (yol
bekleyenler) kişiler tarafından gelenler
durumlarına göre evlere oturtulur. Düğün
sahibinin görevlendirdiği bir ya da iki kişi
davetlilere hoş geldin demeleri için bulundukları
evlere gidilir. Şeker, lokum, bisküvi, sigara vb.
ikram edilir. Davetliler de “hoş geldin tepsisine”
zarf içinde hediyelerini bırakırlar. Bu hediyeler
genellikle para veya altın olur. Damat, sağdıç ve
düğün sahipleri gelenleri ziyaret ederek
davetlilere “hoş geldin” derler. Davetlilere yemek
ikram edilir. Hemen hemen tüm ilçe halkı düğüne
davetlidir.
Düğün yemeğinde çorba, et yemeği (kuru
fasulye veya nohut), keşkek, dolma, pilav, cacık
ve içecek ikram edilir. Düğünlerde alkollü
içecekler genellikle bulunmaz. Düğün yemekleri
özel aşçılar tarafından özenle hazırlanır.
O akşam gece yarılarına kadar hem erkek
evinde hem de kız evinde oyunlar, eğlenceler
devam eder. Eskiden erkekler ve kadınlar ayrı ayrı
eğlenirken günümüzde erkekli kadınlı eğlenilen
düğünlerde görülmektedir. Damada yakılan kına
eğlenceli, geline yakılan kına ise hüzünlü bir
şekilde gerçekleşir.
Kına: Düğün akşamı herkes eğlenirken erkek
tarafının genç kızları, gelinleri, gönlü genç olan
kadınlar davul zurna eşliğinde kına yengesi
götürürler. Bir bohça içinde kına, leblebi, ekmek
vb. şeyler vardır. Bohçayı düğün kâhyalarından
biri taşır. Bahşiş alamdan da bohçayı vermez.
Türküler eşliğinde gelin odaya getirilir. Bu arada
kızlar da ellerinde mumlarla kınayı getirir. Kına
yakılacağı zaman gelin avucunu açmak için bahşiş
ister. Gelin avucuna para veya altın konulduktan
sonra kına yakılarak gelinin eli sarılır. Kınadan
orada bulunanlara dağıtılır. Geline kına yakılırken
kına tepsisi ile gelenlerden bahşiş toplanır. Bu
bahşiş çok cüzidir. Bu parayı gelin, saklayarak
erkek evine gidince kucağına verilen çocuğa verir.
Bir kısmı da gerdek gecesi damada verecektir.
Gelin Alma: Sabahın erken saatlerinden itibaren
toplanmalar ve gelin alma hazırlıkları başlar.
Büyük bir itina ile süslenen gelin arabasının
önüne ve arkasına yazılar yazılır. İlçedeki tüm
otomobiller toplanır. Gelin alma konvoyuna
katılacak tüm arabalara yazma, ipekli kumaş vb.
şeyler bağlanır. Biri erkek evinin eşyalarını biri de
kız evinin eşyalarını yüklemek üzere iki traktör
getirilir. Arabalardan birisi de gelinin
arkadaşlarına tahsis edilir. Gençler önde, yaşlılar
arkada davul zurna eşliğinde kız evine gidilir.
Damadın babası ve yakınları kız evine çıkarlar.
Kız tarafı gelenleri güler yüzle karşılar. Önce
eşyaların yüklenmesi için müsaade alınır. Bu
arada davul-zurna ekibi “gelin alma havası”
çalarlar. Varsa kızın erkek kardeşi yoksa münasip
biri sandığın üzerine oturur. Sandık parası adı
altında bahşiş verilir. Bütün bahşişlerin miktarı
aşağı yukarı bellidir.
Gelin anne, baba ve yakınları ile görüşüp
vedalaştıktan sonra aşağı indirilerek gelin
arabasına bindirilir. Araba konvoyu ilçenin
sokaklarını, yayla zamanı ise yaylaları dolaşarak
düğün evine gelir. Önce traktörden eşyalar
indirilir daha sonrada dualar eşliğinde ve alkışlarla
gelin indirilir. Gelin arabadan inerken damadın
babası tarafından bahşiş verilir. Gelinin başında
çerez ve bozuk para saçılır. Bu yeni kurulan aileye
bereket getirmesi içindir. Damat ile yenge gelinin
koluna girerler. Kötü alışkanlıklar ve davranışları
var ise kırılsın diye, geline bardak veya cam eşya
kırdırırlar.
Bazı vatandaşlar ise düğünlerini ilahilerle
yapmaktadır. Dini şiirler okuyan hafızlar eşliğinde
düğün yapıldığında, müzikli eğlence
yapılmamaktadır.
Damat İçeri Atma (Güyeğü): Damat yakın
arkadaşları ile birlikte yatsı namazını eve en yakın
camide cemaatler kılar. Namazdan sonra yakınları
ve imam ile birlikte eve gelirler. Evde bir gerdek
yemeği verilir. Dini nikâh işlemi yapılır. Daha
-
18
sonra gelin odasının önünde imam dua okur.
Yakınları da duaya eşlik ederler. Damat içeri
girerken özellikle arkadaşları tarafından sırta
vurma geleneği süregelmektedir.
Damat geline yüz görümlüğünü vererek
duvağı açar. Gelinle damat yatmadan önce abdest
alırlar ve namaz kılarlar.
Düğünden sonra gelin; kaynana, kaynata
ve evin büyüklerine yaşmak tutar. Yani onların
yanında hep kısık sesle konuşur. Yaşmağın
bozulması için geline bahşiş verilmesi gerekir.
4.3. EVLİLİK SONRASI
Resmi Nikâh: Birkaç gün sonra gelinle
damat Belediye Evlendirme Memuru huzurunda
resmi evliliklerini yaparak imzalarını atarlar. Bazı
hallerde bu işlem düğünden önce yapılır.
Gelin Hediyesi: Gelin baba evinde hazırlamış
olduğu çeyizinden damadın yakın akrabalarına
uygun gördüğü hediyeleri birer bohça içerisinde
götürür. Bohçada karyola takımı, havlu, yazma,
patik, lif, namaz örtüsü gibi daha çok el emeği
eşyalar bulunur.
El Öpme: Düğünden bir iki gün sonra kız
evine el öpmeye gidilir. Bu olay daha çok iki
ailenin kaynaşması açısından önemlidir. Kız
evinde yemekler hazırlanır. Sohbet edilir. Bu
arada damat, kayınbaba ve kaynananın elini öper.
Kayınbaba damada bahşiş verir. Bahşişi almadan
damadın konuşmaması adettendir.” (K-1, K-2, K-
3, K-4, K-5, K-6, K-7) (Şen, 2010) (Tokat
Tanıtım Dergisi)
5. SONUÇ
Başçiftlik’te evlenmelerde “görücü
usulü”nden “severek evlenme” biçimine hızlı ve
sürekli bir geçişin yaşandığı görülmektedir. İlçe
de “oturak alma”, “beşik kertmesi”, “berdel”,
“taygeldi”, “levirat” ve “sorarat” şeklinde
sınıflandırılan evlenme biçimleri
uygulanmamaktadır.
Başlık parası uygulamasının olmaması ile
kızın kiminle evleneceği konusunda ailesi
tarafından baskı yapılmaması da kişilik haklarına
saygı duyulduğunun ve evlilik kurumunu kendi
istek ve iradesiyle kurma tercihine destek
verildiğinin dolayısıyla “İnsan Haklarına” saygı
ve kabulün göstergesidir.
“Danışık yemeği” uygulamasıkarşılıklı
fikirlere saygı ve kararların “müzakere” yoluyla
alındığına işarettir.
Evlenme öncesi, düğün ve evlenme
sonrasındaki uygulamalar; “birlik ve beraberlik
ruhu”, “iş bölümü”, “organize olabilme” ve
“yardımlaşma” kavramlarının ilçede yaşayanların
yaşam felsefesi olduğunu göstermektedir.
İlçe insanının genelde “muhafazakâr” olan yaşam
biçimi, evlenme geleneğinin uygulamasının her
aşamasında fark edilmektedir. Yine tüm
aşamalarında dinsel etkiler kendini ortaya
koymaktadır.
İlçede halıcılığın yaygın olması nedeniyle
evleninceye kadar kızların halı dokuyarak çok
emek vermesi nedeniyle kız tarafı başlık almadan
bazı mobilya ve beyaz eşyaları almaktadırlar.
Yörede kızın emeğinin baba tarafından ödenmesi
olarak görülen bu uygulamayla “emeğe saygı”
kavramının hayata geçirildiği görülmektedir.
İleride muhtemel bir boşanma durumunda
mal paylaşımı ve ziynet eşyalarının iadesi
konularında ispat açısından yararlı bir delil
niteliğinde olan “çeyiz senedi” uygulaması ile
kadının gelecekteki ekonomik mağduriyetinin
önlenmesinin hedeflendiği anlaşılmaktadır.
Başçiftlik’te evlenme gelenekleri; iklim,
coğrafi şartlar, yöre insanının dünya görüşü,
inanışları, ekonomik ve kültürel durumu,
geçmişten miras olarak alınan toplumsal pratikler
gibi birçok faktörün bir araya gelmesi sonucunda
oluşan bir yapı olarak karşımıza çıkmaktadır. Kaynaklar:
Altun Işıl (2004),“Kandıra Türkmenlerinde Doğum, Evlenme
ve Ölüm”,Yayıncı Yayınları, Kocaeli
Artun Erman (2009), Türk Halkbilimi, Kitabevi Yayınları,
İstanbul
Atasoy Ali Rıza (1950), “Tokat Reşadiye İlçesi Halk Kitabı”
Milli Mecmua Basımevi, İstanbul
Balaman Ali Rıza (1973), “Gelenekler, Töre ve Törenler” ,
Betim Yayınları, İzmir
Karakoç M.Fatih (2010), http://www.basciftlik.com/
(İnternet Erişim Tarihi: 08.01.2010)
Kaymakamlık Verileri (2010), http://www.basciftlik.gov.tr/
(İnternet Erişim Tarihi: 08.01.2010)
Özkaya Özer (1975), “Toplumbilim Terimleri Sözlüğü” Türk
Dil Kurumu Yayınları–415, Türk Dil Kurumu, Ankara
Şen Ahmet (2010),
http://www.basciftlik.info/haberdetay.asp?ID=138 (İnternet
Erişim Tarihi: 12.01.2010)
Tezcan Mahmut (1998),“Çocuk Nişanlılığı (Afyon Çayırbağı
Köyü Örneği)”, Türk Halk Kültürü Araştırmaları 1997,
HAGEM Yayınları, Ankara
Tokat Tanıtım Dergisi (Bu derginin 6–7–8 ve 9 ncu
sayfaların fotokopisi elde edilebilmiş olup, bunlardan da
yayın yeri ve tarihi tespit edilememiştir.)
Veren Ergün (2009), “Yazılı Kaynaklarda Anadolu’da Halk
Takvimi ve Halk Meteorolojisi”, Türkerler Kitap Kır. Dağ.
Paz. S. Ltd. Ş, Ankara
Kaynak Kişiler (1995–1996 yılları arasında)
K–1: Ahmet Aymak “İlçe Milli Eğitim Müdürü” Başçiftlik,
1959 Doğumlu
K–2: Ahmet Oğuz “Kaymakamlık Yazı İşleri Müdürü”
Başçiftlik, 1956 Doğumlu
K–3: Mehmet Çakırtaş “Öğretmen” Başçiftlik, 1950
Doğumlu
K–4: Mustafa Kılınç “PTT Memuru” Başçiftlik, 1970
Doğumlu
K–5: Recep Aydın “Öğretmen” Başçiftlik, 1953 Doğumlu
K–6: Selahattin Aymak “İlçe Özel İdare Müdürü” Başçiftlik,
1934 Doğumlu
K–7: Yüksel Bayram “Belediye Başkanı” Başçiftlik, 1959
Doğumlu
http://www.basciftlik.com/http://www.basciftlik.gov.tr/http://www.basciftlik.info/haberdetay.asp?ID=138
-
19
EY…! KOCA TÜRK
-Mustafa Necati SEPETÇİOĞLU’NA-
Dağ yücesi hedeflerin vardı
Dağlar taşırdı omuzların
Her yiğit taşıyamazdı bunu
Böylesi kutsal yükü omuzlayamazdı
Yük ağır mı ağır
İstiabını aşar kantarların
Bu yük, yük değildi sana kutsal görevdi
Bu kutsal yolda devleşti adımların
Korkut Ata güç kattı bedenine
Pir-i Türkistan nefes verdi
Hayır duaları üstüne oldu hep
Ak sakal ak pürçek Ataların
KİLİT’liKAPI’larını açtı ANAHTAR’lar
ÜÇLER YEDİLER KIRKLAR misafiri KONAK’ların
GEÇİDE GİDEN ATLILAR’a
KARANLIKTA MUM IŞIĞI yeterdi
EBEMKUŞAĞI’ysa gök kubbende SABIR’la
GECE VAKTİNDE GÜN DÖNÜMÜNDE
İSTANBUL’unFETHİ’nde
Süsledi senin ufuklarını
VE ÇANAKKALE ve KUTSAL MAHPUS
SABIR AĞACI mekânıydı SESLER ve IŞIKLAR’ın
Sesler atiden gelirdi ışık atiden vururdu
YUNUS EMRE gönlüne destur verdi
Yüreğinde aşkın mağması
Senin aşkın BİR’di, Milletindi Dilindi ve de
VATANIN
BİR’e bağlamıştın Özünü
Güç verirken MİLLETİNE Kalemin satırların
DİLİN kutsaldı ak sütü gibiydi Anaların
VATANIN: KIZILELMA’ydı
Vasiyetiydi EY KOCA TÜRK sana
OĞUZ ATA’nın
Ahmet Divriklioğlu
MAMAK’TA BİR GÜN
Külrengi bir Ankara sabahında
Bir görüş günü..
Sol yanımda
Göklere tırmanırken yorulmuş
Hüseyin Gazi Dağı
Sağ yanımda
Bir ağır kömür kokusunda
Toz, duman altında ezilmiş Ankara!
Ve önümde
Mamak’ın bir zulüm yumağından örülmüş
Demirden ağı..
Karşımda
Hüznün rüzgârları içinde
Bir mahzun adam..
Yani babam!
Tek renkli bir nazi filminde bile
Bir tebessüm olur, çiçekte dalda..
Burda toprak zerre zerre kin kusar
Yürekten kan çıkmaz, taşlar kanar da!
Bir kurşuni bulut, bir ağır sistir..
Gecesi Mamak’ın zulmün elinde
Dostlar bir soluktur, bir can nefestir
Copla ıslatılmış(!)görüş gününde.
Sen, gurbet uykularını bilmezsin
Bölünmüş parça parça geceler boyunca...
Ve bilmezsin, sızısını gurbetin
Sessiz sessiz bir kenara uzanmayınca!...
Önce ceylan gözlü kızlar gelir
Sonra ihtiyar kadınlar...
Sen ağlamazsın, ağlayamazsın ama
Taş duvar ağlar!...
‘‘Ak bir yemin üstüne bir damla kandır, Mamak!
Ve veliler sofrası..tuzu nur, ekmeği nur!
Yak, bir günah uğruna binlerce sevabı yak!
İsm-i Rahim, gün olur: ‘‘Kahhar’’ la bir okunur!
Katlanır her günü, biçilir; bir ateş kaftan olur!
Yağar nurani hayaller, gözü yaşlı semadan...
Katleder sükûtu çığlık, ekmeği taştan olur.
Kimse bilmez nice ah yükselir, Ankara’dan...
İçten içe yanıyor eşya da, kimse bilmez!
Lav saçıyor ciğerim, sema bir kızıl yorgan..
Tenim ateş kanıyor; yol, buz olsa gidilmez!
Can kelebek ve fakat her çiçek burada kan!...
Sen gurbet uykularını bilmezsin
Bölünmüş parça parça geceler boyunca...
Ve bilmezsin, sızısını gurbetin
Sessiz sessiz bir kenara uzanmayınca!...
Ahmet Tevfik OZAN
-
20
YUNUS EMRE VE AZERBAYCAN Doç. Dr.Tamilla Abbashalı-Aliyeva
Eskişehir Osmangazi üniversitesi,
Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü
Öğretim Üyesi
Yunus Emre hakkında ilk sözleri yazarken
Türk dünyasının ünlü aydınlarından olan Namık
Kemal Zeybek’in bu sözleriyle başlamak
istiyorum:-Y. Emre ve onun şiirleri yedi yüz yılı
aşan bir zamandan beri gönüllerde ve dillerde
yaşıyor. Anadolu köylerinde böyle kulaktan-
kulağa, nesilden-nesile geçen Yunus deyimlerini
söyleyen insanlara rast geldim. Avustralya’da
Türk’çe bilmeyen Pakistanlının dilinden Yunusun
şiirlerini işittim. Arnavutluk’ta, Balkan
ülkelerinde Yunusun şiirlerinin söylendiğini
öğrendim. Y. Emre’nin adı gelince yüzler
aydınlaşır ve bir sevgi rüzgârı esir. Y. Emre
sevgisi bizi bir-birimize bağlayan en güzel
bağlardandır. Milletimiz ona çok borçludur” (1)
Ünlü aydın, Türk dünyası için büyük işler
gören Namık Kemal Zeybek’in bir cümlesi bizi
özellikle duygulandırdı: “Türkiye’de Yunusu
sevmeyen var mı? Biz ise diyoruz:- Bütün Türk
dünyası Yunusun hayranı, vurgunudur. Yunusu
sevenler çoktur. Böyle olmasaydı, Yunusun
mezarı Azerbaycan’da olmazdı. Bu da Yunusa
olan sevginin kanıtıdır. Yunus hakkında
Azerbaycan’a da araştırmalar yapılmıştır. Elbette,
bu yeterince değil ve bunun da sebebi var.
Azerbaycan Türk'’lerini Anadolu Türklerinden
ayrı salmak isteyen ve onların bu Türklerle hiç bir
ilişkisi olmadığını deyen Rus şovinistleri Türk
edebiyatının Azerbaycan’ın Üniversitelerinde
geniş şekilde öğrenilmesine her zaman mane
olmuşlar. Ama her yerde çıkarlarını güden Ruslar
özleri Y. Emre’nin ve Anadolu âşıkları hakkında
çok sayıda kitaplar basmışlar. O kitaplardan biri
1983 yılında Moskova’da “Bedii edebiyat”
neşriyatı tarafından basılmıştır.(2) Kitap “Türk
Âşık Şiiri” adlanır. Kitabı düzenleyen ve ön söz
yazan dünyaca ünlü Türkolog, şimdi Hak
dünyasında olan Haluk Köroğlu’dur(3). Kitap Y.
Emre’nin şiirleri ile başlıyor. Bütün şiirleri Rus
Türkologlar çevirmişler, bunların içerisinden
sadece bir (A.İbrahimova) Türk var. Dünyaca
ünlü bilim insanı Haluk Köroğlu kitaba yazdığı
“Ön sözde” Y. Emre hakkında çok değerli fikirler
söylüyor.(
top related