arka pencere - sayi 214

38
29 KASIM - 05 ARALIK 2013 / SAYI: 214 DANIŞMAN TAMAM MIYIZ? BİR VAMPİR HİKAYESİ KÜF IŞIĞA ÖZLEM DÜŞ AVCISI HAFTALIK FİLM KÜLTÜRÜ DERGİSİ JIMMY DEAN, JIMMY DEAN... DEVLERİN AŞKI

Upload: bilgehan-aras

Post on 31-Mar-2016

239 views

Category:

Documents


12 download

DESCRIPTION

Haftalik Film Kulturu Dergisi

TRANSCRIPT

Page 1: Arka Pencere - Sayi 214

29 KASIM - 05 ARALIK 2013 / SAYI: 214DANIŞMAN TAMAM MIYIZ? BİR VAMPİR HİKAYESİ KÜF IŞIĞA ÖZLEM DÜŞ AVCISI

HAFTALIK FİLM KÜLTÜRÜ DERGİSİ

JIMMY DEAN, JIMMY DEAN...

DEVLERİN AŞKI

Page 2: Arka Pencere - Sayi 214
Page 3: Arka Pencere - Sayi 214

YAYIN KURULU BİLGEHAN ARAS [email protected] OKAN ARPAÇ [email protected] BuRAK GÖRAL [email protected] ÖZER [email protected] BuRÇİN S. YALÇIN [email protected] GÖRSEL YÖNETMEN BİLGEHAN ARASLOGO TASARIM ERKuT TERLİKSİZ HTML UYGULAMA BAŞAR uĞuR KATKIDA BULUNANLAR TuNCA ARSLAN, OLKAN ÖZYuRT, ŞENAY AYDEMİR, uĞuR VARDAN, ERMAN ATA uNCu, EBRu ÇELİKTuĞ, İLHAN YuRTSEVER, KAAN KARSAN, SERDAR KÖKÇEOĞLu REKLAM İLETİŞİM EMEL GÖRAL [email protected]

GİzLİ TEŞKİLAT (NORTH BY NORTHwEST, 1959)

TÜRK SİNEMASINDA GİŞE TELAŞI

TÜRK SİNEMASININ BİRÇOK SORuNu VAR SENELERDİR KONuŞTuĞuMuZ. AMA HER YILIN KASIM-ARALIK AYLARINDA SÜREKLİ YENİLENEN, HEP AYNI SORuNDAN BAHSEDİYORuZ GENELLİKLE... Bu SORuN, SEYİRCİYİ KISMEN AMA SEKTÖRÜ YAKINDAN İLGİLENDİREN BİR SORuN AYNI

zamanda... Her yılın son iki ayı ile sonraki yılın ilk iki ayına üşüşen Türk filmlerinin oluşturduğu tabloyu yapımcılar ve dağıtımcılar ısrarla görmezden gelmekteler...

Bu hafta geride bıraktığımız kasım ayında vizyona giren yerli yapımlara bakınca şöyle bir toplam çıkıyor karşımıza: 1 Kasım’da “Behzat Ç. Ankara Yanıyor...”, “Aziz Ayşe” ve Başka Sinema’da “Sen Aydınlatırsın Geceyi”; 8 Kasım’da “Hükümet Kadın 2”; 15 Kasım’da “Su Ve Ateş”, “Sevgi Taşı” ve Başka Sinema’da “Hayatboyu”; 22 Kasım’da “Erkek Tarafı: Testesteron” ve Başka Sinema’da “Küf”; 29 Kasım’da, yani bu hafta da “Tamam Mıyız?” gösterime girdi. Yani Kasım ayında tam 10 yerli yapım seyirciyle buluştu.

Gelelim aralık ayına... 6 Aralık’ta “Düğün Dernek”, “Mc Dandik”, “Kızım İçin”, “Yozgat Blues”, “Saroyan Ülkesi”; 13 Aralık’ta “Bu İşte Bir Yalnızlık Var”, “Soğuk”; 20 Aralık’ta “Köksüz”, “Sürgün”, “Yarım Kalan Mucize”, “Özür Dilerim”, “Sağ Salim 2”, “Erkekler”, “Kedi Özledi”; 27 Aralık’ta “İblis’in Oğlu: 13. Vahşet”, “Senin Hikayen”...

Farkındaysanız şu an için 20 Aralık’ta yedi Türk filmi gözüküyor... Aralık ayındaysa toplam 16 film... Hepi topu dört haftada...

Ocak ayında sekiz tane, şubat ayında dört tane olmasının sebebi de “Recep İvedik 4”ün vizyona giriyor oluşu... Sonra giderek biraz duruluyor bu yoğun trafik... Bu filmler, seyirci doğru düzgün haberdar bile edilmeden, artık neredeyse vizyona gireceği hafta sağda solda

duyurulan filmler olmaktalar. Üstelik birçok film birbiri ardına çıkıp önceki haftaların filmlerini ezmekte. Çünkü Türkiye’de her hafta bir ya da iki Türk filmine gideyim diye düşünen seyircinin toplam seyircinin içinde belki de yüzde bir oranında olduğunu tahmin etmek çok da ütopik olmasa gerek...

Senenin sadece dört ayına yoğunlaşan Türk filmi yapımcıları, aslında kendi kendilerini sıkıştırmaktalar. Seyirci bilet satışı tablolarına bakıldığı zaman, en çok biletin bu aylarda satıldığını görünce sinema sezonunun reyting zamanı da bulunmuş oluyor görünürde, ama tıpkı televizyonda olduğu gibi “Seyirci bunu istiyor” cümlesinin yanıltıcı yönlendirmesine de maruz kalınıyor. Tıpkı televizyonda olduğu gibi, “Seyirci bunu isitiyor” şiarıyla hep aynı tip diziler, hikayeler, konular sürerseniz önlerine, seyirci tabii ki mecburen onlardan birini izleyecektir...

Ayrıca kimse de pek görmek istemiyor ama bu aylarda sinemaya giden seyirci, önceki aylarda evinden çıkmayan bir kitle değil. Aslında hep aynı insanlar sinemaya gidiyorlar. O kadar çok filmi o kadar kısa zamana sıkıştırırsanız o tarihlerde belli bir artış görülür haliyle...

Türk sineması sektörü bir an önce bu sistemsizliğe ve bu gişe telaşına bir son vermeli. Sinema seyircisini artırmanın yollarını bulmalı. Seyircinin en çok gittiği aylara alelacele film yetiştirmek, üstelik bu filmleri de ‘çok ağlamalı’ ve ‘çok gülmeli’ filmlere hapsetmekle bu gemi daha fazla yürümez. Bunu biz görebiliyorsak eğer, dağıtımcısından yapımcısına herkesin görebiliyor olması gerek. Ama işte 1 Şubat 2013’te vizyona girmiş bir filmin 8 Kasım 2013’te alelacele yazılıp çekilmiş devamının vizyona girmesine sebep olan o gişe telaşı, bazı şeylerin görülmesine böyle engel oluyor işte...

29 Kasım - 05 Aralık 2013 / ARKA PENCERE 03

CELSE AÇILIYORTHE PARADINE CASE (1947)

Page 4: Arka Pencere - Sayi 214

6 ÇOK BİLEN ADAMDanışman (The Counselor); Tamam Mıyız?;

Bir Vampir Hikayesi (Byzantium); Yarım Kalan Şarkı (Song For Marion); Küf; Ruhlar Bölgesi: Bölüm 2

(Insidious: Chapter 2); Niko 2: Küçük Kardeş, Tatlı Bela (Niko 2: Lentäjäveljekset).

21 KAPRİ YILDIZIArka Pencere yazarlarının film değerleme yıldızları...

22 TRENDEKİ YABANCITunca Arslan, Türkçeye henüz çevrilmemiş “Night Film”

adlı kitabın arka sokaklarında dolaşıyor bu hafta.

24 AŞKTAN DA ÜSTÜN ‘Hızlı yaşayıp genç ölen’ James Dean’in son filmi:

“Devlerin Aşkı” (Giant)... Burak Göral imzasıyla.

26 TOPAZ Gezici Festival programından çarpıcı bir belgesel: “Işığa

Özlem" (Nostalgia De La Luz)... Kaan Karsan imzasıyla.

28 GİZLİ AJAN Amerikan bağımsızı Ed Radtke’den: “Düş Avcısı”

(The Dream Catcher)... İlhan Yurtsever imzasıyla.

30 AİLE OYUNU Maskeli Süvari (The Lone Ranger); Meryem.

34 GENÇ VE MASUM Bernard Parmegiani’yi 1973 yapımı filmiyle anıyoruz: “L’Écran Transparent”... Serdar Kökçeoğlu imzasıyla.

36 SAPIKGündemden yansıyanlar... Olkan Özyurt imzasıyla.

KuŞLAR THE BIRDS (1963)

04 ARKA PENCERE / 29 Kasım - 05 Aralık 2013

Page 5: Arka Pencere - Sayi 214
Page 6: Arka Pencere - Sayi 214

HHHORİJİNAL ADI The Counselor

YÖNETMEN Ridley Scott OYUNCULAR Michael

Fassbender, Penélope Cruz, Cameron Diaz,

Javier Bardem, Brad Pitt, Rosie Perez, Bruno Ganz,

Natalie Dormer, Goran Visnjic YAPIM 2013 ABD-İngiltere

SÜRE 117 dk. DAĞITIM Tiglon

MuHTEMELEN “DANIŞMAN” DAHA ÖNCE İZLEDİĞİNİZ HİÇBİR SuÇ FİLMİNE BENZEMİYORDuR. BuNuN EN ÖNEMLİ NEDENİ FİLMİN KÜNYESİNDE SENARYO YAZARI OLARAK GÖRDÜĞÜMÜZ İSİM: 80 YAŞINDAKİ SuÇ ROMANLARI

yazarı Cormac McCarthy… Bilen biliyor, 2000’li yılların başından beri McCarthy’nin romanları Hollywood’un radarında. Aslında 1960’lardan bu yana romanları az çok ilgi gören yazarın Rüya Fabrikası’nın nazar-ı dikkatinden nasıl olup da bunca zaman kaçabildiği tam bir muamma. Bizde “O Güzel Atlar” ismiyle Can Yayınları’ndan çıkan “All The Pretty Horses” (filmin Türkçe adı “Vahşi Atlar”), Billy Bob Thornton’ın yönetmenliğinde 2000 yılında sinemaya uyarlanınca, McCarthy’nin eserlerinin beyazperde macerası da başlamış oldu. 2007’de Coen Kardeşler “İhtiyarlara Yer Yok” (No Country For Old Men) ile Cormac McCarthy’nin vizyonunu hayli iddialı yerlere taşıdılar. (İlkinde Penélope Cruz, ikincisinde Javier Bardem’in olması da ilginç bir ayrıntı) 2009’da bizde gösterime girmeyen “Yol” (The Road) da John Hillcoat tarafından sinemaya uyarlandı. 2011’de Tommy Lee Jones iki kişilik bir karakter draması olan “The Sunset Limited”ı TV filmi yaptı. Son olarak da James Franco bu yıl içerisinde -yine bizim sinemalarımızı pas geçecek gibi görünen- “Child Of God”ı çok iyi eleştiriler toplayacak biçimde filme aktardı.

Yukarıdaki filmlerin hepsi belki isim olarak bir sinemasevere çok büyük heyecan vermez ama gene de Cormac McCarthy’nin ismine ve eserlerine dikkat çekmek gibi önemli bir işlevi yerine getirdi bu filmler. Haliyle, üstadın ilk kez oturup bir özgün senaryo yazdığı duyulunca, Hollywood’da bu senaryonun nasıl kapanın elinde kalacağını, kimbilir kaç yapımcı ve yönetmenin haklarını elde etmek için uğraştığını tahmin etmek güç değil. Sonunda direksiyona Ridley Scott’ın geçmesi elbette meraklısını memnun etmiştir. Fakat şu kadarını söyleyelim ki, Cormac McCarthy’nin ismi projeyi cazip kıldığı kadar ciddi problemleri de beraberinde getiriyor. Neden mi?

“DANIŞMAN” DAHA ÖNCE İZLEDİĞİNİZ HİÇBİR

SuÇ FİLMİNE BENZEMİYOR OLSA

GEREK. SORuMLuSu İLK KEZ BİR SENARYO İÇİN DAKTİLO BAŞINA

OTuRAN CORMAC MCCARThY.

06 ARKA PENCERE / 29 Kasım - 05 Aralık 2013

DANIŞMAN

ÇOK BİLEN ADAM BuRÇİN S. YALÇINTHE MAN WHO KNEW TOO MUCH (1934)

Page 7: Arka Pencere - Sayi 214
Page 8: Arka Pencere - Sayi 214

EĞER “DANIŞMAN” BİR CORMAC MCCARTHY ROMANI OLSAYDI VE

İŞİNİN EhLİ BİR SENARİST ONu

uYARLASAYDI, BuNDAN ÇOK DAHA İYİ BİR FİLM

ÇIKMAMASI İŞTEN BİLE DEĞİLDİ.

08 ARKA PENCERE / 29 Kasım - 05 Aralık 2013

Ana kahramanımız bir hukuk danışmanı (Michael Fassbender). Adını filmin başından sonuna öğrenemiyoruz, herkes ona “Danışman” diye sesleniyor. ABD’nin Meksika sınırında faaliyet gösteriyor. Gözünü para bürüdüğünden olsa gerek, yasadışı işlere bulaşmış. Mesleğini sınırın iki yanındaki uyuşturucu ticaretinin bir parçası olarak icra eder olmuş. Bunda ‘canından çok sevdiği’ sevgilisi Laura’yı (Penélope Cruz) pahalı hediyelere boğma isteğinin payı büyük. İş yaptıklarından biri de Reiner (Javier Bardem) ve Malkina’nın (Cameron Diaz) başını çektiği bir çete. Ateşle oynadığının farkında olmadan, Danışman bu akrep yuvasına elini daldırıyor. Ta ki işler ters gitmeye başlayıncaya kadar…

“Danışman” daha önce izlediğiniz hiçbir suç filmine benzemiyor dedik; gerçekten de öyle. Sorumlusu da ilk kez bir senaryo için daktilo başına oturan Cormac McCarthy. Filmin prodüksiyonundaki hemen hemen herkesin filmi ‘diyalog temelli’ diye nitelendirmesi boşuna değil. Çünkü McCarthy başta olmak üzere, diyalogların cazibesine kapılmadan bu senaryoyu bu eklektik haliyle filme almanın başka bir nedeni olamaz. Belli ki, McCarthy senaryoyu yazarken, bir roman değil de senaryo yazdığını unutmuş. Bir film senaryosunda her

sahnenin bir işlevi olması, gösterilen her karakterin öyküde bir işe yaraması gerektiği gibi temel senaryo bilgilerini dahi aklına getirememiş. Daha da ilginci, yılların Ridley Scott’ı da, muhtemelen yazarın yüzü suyu hürmetine, bu senaryoda sahneler arasındaki kopukluğun yamanması gerektiğini söyleyememiş. Açıkçası McCarthy’nin ‘eskiz’ şeklinde bir araya getirdiği tüm bu sahneleri belli bir mantık zinciri dahilinde toparlaması için profesyonel bir senarist daha kiralanmalıymış.

Sözünü ettiğimiz eksikliği görmezden gelebilmek için, “Danışman”ı 'bir Cormac McCarthy romanı okur gibi izlemek' gerekiyor. Her bir sahnenin, her bir tasvirin, her bir diyaloğun keyfini çıkartarak… İnsanoğlunun düşebileceği en süfli durumlara hayretle tanık olarak… Suç dünyasının içinden kan donduran detaylara ortak olarak… Acayip flashback’lere savrularak… Ne var ki, hepsinin işlevsel biçimde bir bütünün parçaları olduğunu iddia etmek güç.

Açıkçası “Danışman”dan ‘olmamış bir Tarantino veya Peckinpah filmi’ tadı almamak imkansız. Bütün o akıllıca gevezeliklere donanımlı bir sinemasal üslubun eşlik etmemesine hayıflanıyorsunuz. Bir diğer Cormac McCarthy uyarlaması olan “İhtiyarlara Yer Yok”unda ‘izleyicinin beklentilerini boşa çıkarmak’ üzerine bir üslup kurulmuştu. Coen Kardeşler belki de iyi bir romandan iyi bir film çıkartabilmek için böyle riskli bir yönteme başvurmayı zaruri görmüşlerdi. Ridley Scott ise belki de bugüne kadar senaristlere fazlaca bağımlı bir sinema icra etmenin bedelini ödemek zorunda kalıyor! Eğer “Danışman” bir Cormac McCarthy romanı olsaydı ve işinin ehli bir senarist onu uyarlasaydı, karşımıza bundan çok daha iyi bir film çıkmaması işten bile değildi.

Oyunculuklara gelirsek… Kaçınılmaz biçimde iki isim öne çıkıyor: Michael Fassbender ve Cameron Diaz… Birincisi zaten kısa sürede alabileceği tüm iltifat ve payelerine buradaki Danışman portresiyle bir yenisini ekliyor. İkincisi ise bu kez yalnızca karşısındakini aşağılamak için başvurduğu o iri gülümsemesiyle nasıl oluyorsa buz gibi bir ‘mafya anası’ kompozisyonu çıkartıyor. Zaten Hollywood’da bir otomobille sakil durmadan sevişebilecek Cameron Diaz’dan başka kaç kadın var ki?

Michael Fassbender’in saçları…

Javier Bardem’in saçları…

ÇOK BİLEN ADAMTHE MAN WHO KNEW TOO MUCH (1934)

Page 9: Arka Pencere - Sayi 214
Page 10: Arka Pencere - Sayi 214

HH YÖNETMEN Çağan Irmak

OYUNCULAR Deniz Çeliloğlu, Aras Bulut İynemli,

Sumru Yavrucuk, Zuhal Gencer Erkay, Aslı Enver, Gürkan uygun

YAPIM 2013 Türkiye SÜRE 92 dk.

DAĞITIM uIP (Tim’s Productions)

ÇAĞAN IRMAK SANKİ GEÇMİŞE YA DA ETRAFINDA OLuP BİTENLERE BAKARKEN ÇOK DAHA COŞKuLuYMuŞ DA; kendine döndüğünde bir türlü gümbürtüyle akacak yatağı bulamıyormuş

gibi. Misal kendisine uzak ‘Mustafa’ hakkında bir şeyler söylerken gözünü budaktan sakınmıyor da; biraz kendisi, biraz çevresinin karışımı olan “Issız Adam” nedendir bilinmez kekeliyor. Ne kadınlarla aşkına ne de erkeklerle dostluğuna inandırabiliyor bizi. “Babam Ve Oğlum”da, “Dedemin İnsanları”nda iki göz iki çeşme ağlıyoruz da, bugün gösterime giren “Tamam Mıyız?” ın hikayesi dokunamıyor bizlere. Babalar, dedeler, anneler, çocuklar bağıra bağıra haykırırken kendilerini; erkek çocuklar nedense hep ezik, hep eksik ve sessiz kalıyor. Kötü kalpli (ya da iyi kalpli ama sert görünümlü) babalarından kaçıp annelerinden şefaat dilenen erkeklerin sesleri yeterince gür çıkamıyor bir türlü. “Babam Ve Oğlum”un Sadık’ı, “Ulak”ın Ferhat’ı, “Issız Adam”ın Alper’i, “Dedemin İnsanları”nın İbrahim’i hep babalarından mustarip.

Bu hafta gösterime giren “Tamam Mıyız?”ın Temmuz ve İhsan’ı da katılıyor bu kadronun içerisine. Temmuz zengin bir babanın oğlu olmanın bedelini yaptığı tercihler nedeniyle ödemeye zorlanmış genç bir heykeltıraş. İhsan, engelli bir bedenin yanı sıra, bunu kendi suçuymuş gibi kafasına kakan asalak bir babanın da ‘çeperine’ hapsolmuş durumda.

Çağan Irmak sinemasının alametifarikalarından olan fantastik unsurlar burada da devreye giriyor ve kahramanlarımız İhsan ile Temmuz birbirlerini rüyada buluyorlar. Sevgilisinden ayrılan Temmuz, heykeltıraşlık sevdasında da tıkanmıştır. Rüyasında gördüğü İhsan ile parkta karşılaşınca bir biçimde onun hayatına dahil oluyor. Babasının gadrine uğrayan, annesinin karşılıksız sevgisiyle hayata

tutunan İhsan’ın ise bambaşka planları vardır. İhsan’ın özel isteği karşısında bocalayan Temmuz, belirli şartlar karşılığında bu isteği yerine getirme sözü verir. İki genç birbirleriyle yakınlaştıkça; kusurlarını tamamlamaya, açıklarını kapatmaya başlarlar.

“Tamam Mıyız?” ile ilgili yapılan yorumların çoğunda ‘ötekileştirdiğimiz’ insanları çok güzel anlattığı, insanları kendileriyle yüzleştirdiği ifade ediliyordu. Öncelikle, Temmuz’un tercihlerini ve İhsan’ın engelini aynı paketin içine alıp ‘öteki’ olarak tanımlamanın yanlışlığını bir kenara not edelim. Kaldı ki, ait oldukları sınıflar, hayatı algılayış biçimleri, eğitimleri ve toplumsal değer yargılarına bakıldığında çok rahatlıkla Temmuz ve İhsan’ın da birbirleri için ‘öteki’ olduğunu söyleyebiliriz ki, iş iyice içinden çıkılmaz hal alır.

Mesele, Çağan Irmak’ın karakterlerine bizim ya da filmdeki diğer karakterlerin nasıl baktığımızdan ziyade, Temmuz ve İhsan’ın kendilerine nasıl baktığı.

Temmuz’un babasının onun hakkında ne düşündüğünün hiçbir önemi yok. Herhangi bir baba gibi düşünüyor sonuçta. İhsan’ın babasının kötücüllüğünü, sokaklarda ona acıyarak bakan insanları da koyalım bir kenara. Çağan Irmak, Temmuz’u tercihleriyle; İhsan’ı bedeniyle nasıl ilişkilendiriyor, onları çıkardığı yolculukta hangi noktaya getiriyor? Her şeye rağmen hayatta kalmak yerine; hayata tutunmak, onun içinde ‘bedeniyle’ barışık olmak ya da tam tersi bütün yaşananları kaldıramayıp hayata küsüp ‘bedenini’ yok etmek arasında nasıl bir noktada bırakıyor karakterlerini? Çağan Irmak bu sorulara açık bir şekilde ve yüksek sesle cevap

vermek yerine karakterlerini yalnızca birbirleriyle ve kısık sesle konuşturmayı tercih ediyor. Hem karakterlerine hem bizlere bir şeyler ima ediyor durmadan.

Tam da bu nedenle Temmuz ve İhsan’ın sesleri de tıpkı diğer filmlerdeki erkek çocuklar gibi yüksek çıkamıyor. Tam da bu nedenle Temmuz ve İhsan’a ‘acıyanlar’ için film ‘dokunaklı’ bir hikaye barındırıyor. Oysa Temmuz ve İhsan’ın acınmaya değil; kabul edilmeye, saygı görmeye ve kim olduklarını, ne istediklerini yüksek sesle haykırmaya ihtiyacı var.

TAMAM MIYIZ?

10 ARKA PENCERE / 29 Kasım - 05 Aralık 2013

ÇAĞAN IRMAK SİNEMASININ ALAMETİFARİKASI OLAN FANTASTİK uNSuRLAR BuRADA DA DEVREYE GİRİYOR VE İHSAN İLE TEMMuZ BİRBİRLERİNİ RÜYADA BuLuYORLAR.

MESELE, ÇAĞAN IRMAK’IN

KARAKTERLERİNE BİZİM YA DA FİLMDEKİ

DİĞER KARAKTERLERİN NASIL BAKTIĞIMIZDAN

ZİYADE, TEMMUZ VE İhSAN’IN KENDİLERİNE

NASIL BAKTIĞI.

Fikret Kızılok’tan Sıla’ya uzanan bir skalada yer alan müzikler, her Çağan Irmak filminde olduğu gibi çok iyi.

Aslı Enver’in canlandırdığı Beste karakteri filmde kilit bir noktaya taşınabilirdi.

29 Kasım - 05 Aralık 2013 / ARKA PENCERE 11

ÇOK BİLEN ADAM ŞENAY AYDEMİ[email protected] MAN WHO KNEW TOO MUCH (1934)

Page 11: Arka Pencere - Sayi 214

HH YÖNETMEN Çağan Irmak

OYUNCULAR Deniz Çeliloğlu, Aras Bulut İynemli,

Sumru Yavrucuk, Zuhal Gencer Erkay, Aslı Enver, Gürkan uygun

YAPIM 2013 Türkiye SÜRE 92 dk.

DAĞITIM uIP (Tim’s Productions)

ÇAĞAN IRMAK SANKİ GEÇMİŞE YA DA ETRAFINDA OLuP BİTENLERE BAKARKEN ÇOK DAHA COŞKuLuYMuŞ DA; kendine döndüğünde bir türlü gümbürtüyle akacak yatağı bulamıyormuş

gibi. Misal kendisine uzak ‘Mustafa’ hakkında bir şeyler söylerken gözünü budaktan sakınmıyor da; biraz kendisi, biraz çevresinin karışımı olan “Issız Adam” nedendir bilinmez kekeliyor. Ne kadınlarla aşkına ne de erkeklerle dostluğuna inandırabiliyor bizi. “Babam Ve Oğlum”da, “Dedemin İnsanları”nda iki göz iki çeşme ağlıyoruz da, bugün gösterime giren “Tamam Mıyız?” ın hikayesi dokunamıyor bizlere. Babalar, dedeler, anneler, çocuklar bağıra bağıra haykırırken kendilerini; erkek çocuklar nedense hep ezik, hep eksik ve sessiz kalıyor. Kötü kalpli (ya da iyi kalpli ama sert görünümlü) babalarından kaçıp annelerinden şefaat dilenen erkeklerin sesleri yeterince gür çıkamıyor bir türlü. “Babam Ve Oğlum”un Sadık’ı, “Ulak”ın Ferhat’ı, “Issız Adam”ın Alper’i, “Dedemin İnsanları”nın İbrahim’i hep babalarından mustarip.

Bu hafta gösterime giren “Tamam Mıyız?”ın Temmuz ve İhsan’ı da katılıyor bu kadronun içerisine. Temmuz zengin bir babanın oğlu olmanın bedelini yaptığı tercihler nedeniyle ödemeye zorlanmış genç bir heykeltıraş. İhsan, engelli bir bedenin yanı sıra, bunu kendi suçuymuş gibi kafasına kakan asalak bir babanın da ‘çeperine’ hapsolmuş durumda.

Çağan Irmak sinemasının alametifarikalarından olan fantastik unsurlar burada da devreye giriyor ve kahramanlarımız İhsan ile Temmuz birbirlerini rüyada buluyorlar. Sevgilisinden ayrılan Temmuz, heykeltıraşlık sevdasında da tıkanmıştır. Rüyasında gördüğü İhsan ile parkta karşılaşınca bir biçimde onun hayatına dahil oluyor. Babasının gadrine uğrayan, annesinin karşılıksız sevgisiyle hayata

tutunan İhsan’ın ise bambaşka planları vardır. İhsan’ın özel isteği karşısında bocalayan Temmuz, belirli şartlar karşılığında bu isteği yerine getirme sözü verir. İki genç birbirleriyle yakınlaştıkça; kusurlarını tamamlamaya, açıklarını kapatmaya başlarlar.

“Tamam Mıyız?” ile ilgili yapılan yorumların çoğunda ‘ötekileştirdiğimiz’ insanları çok güzel anlattığı, insanları kendileriyle yüzleştirdiği ifade ediliyordu. Öncelikle, Temmuz’un tercihlerini ve İhsan’ın engelini aynı paketin içine alıp ‘öteki’ olarak tanımlamanın yanlışlığını bir kenara not edelim. Kaldı ki, ait oldukları sınıflar, hayatı algılayış biçimleri, eğitimleri ve toplumsal değer yargılarına bakıldığında çok rahatlıkla Temmuz ve İhsan’ın da birbirleri için ‘öteki’ olduğunu söyleyebiliriz ki, iş iyice içinden çıkılmaz hal alır.

Mesele, Çağan Irmak’ın karakterlerine bizim ya da filmdeki diğer karakterlerin nasıl baktığımızdan ziyade, Temmuz ve İhsan’ın kendilerine nasıl baktığı.

Temmuz’un babasının onun hakkında ne düşündüğünün hiçbir önemi yok. Herhangi bir baba gibi düşünüyor sonuçta. İhsan’ın babasının kötücüllüğünü, sokaklarda ona acıyarak bakan insanları da koyalım bir kenara. Çağan Irmak, Temmuz’u tercihleriyle; İhsan’ı bedeniyle nasıl ilişkilendiriyor, onları çıkardığı yolculukta hangi noktaya getiriyor? Her şeye rağmen hayatta kalmak yerine; hayata tutunmak, onun içinde ‘bedeniyle’ barışık olmak ya da tam tersi bütün yaşananları kaldıramayıp hayata küsüp ‘bedenini’ yok etmek arasında nasıl bir noktada bırakıyor karakterlerini? Çağan Irmak bu sorulara açık bir şekilde ve yüksek sesle cevap

vermek yerine karakterlerini yalnızca birbirleriyle ve kısık sesle konuşturmayı tercih ediyor. Hem karakterlerine hem bizlere bir şeyler ima ediyor durmadan.

Tam da bu nedenle Temmuz ve İhsan’ın sesleri de tıpkı diğer filmlerdeki erkek çocuklar gibi yüksek çıkamıyor. Tam da bu nedenle Temmuz ve İhsan’a ‘acıyanlar’ için film ‘dokunaklı’ bir hikaye barındırıyor. Oysa Temmuz ve İhsan’ın acınmaya değil; kabul edilmeye, saygı görmeye ve kim olduklarını, ne istediklerini yüksek sesle haykırmaya ihtiyacı var.

TAMAM MIYIZ?

10 ARKA PENCERE / 29 Kasım - 05 Aralık 2013

ÇAĞAN IRMAK SİNEMASININ ALAMETİFARİKASI OLAN FANTASTİK uNSuRLAR BuRADA DA DEVREYE GİRİYOR VE İHSAN İLE TEMMuZ BİRBİRLERİNİ RÜYADA BuLuYORLAR.

MESELE, ÇAĞAN IRMAK’IN

KARAKTERLERİNE BİZİM YA DA FİLMDEKİ

DİĞER KARAKTERLERİN NASIL BAKTIĞIMIZDAN

ZİYADE, TEMMUZ VE İhSAN’IN KENDİLERİNE

NASIL BAKTIĞI.

Fikret Kızılok’tan Sıla’ya uzanan bir skalada yer alan müzikler, her Çağan Irmak filminde olduğu gibi çok iyi.

Aslı Enver’in canlandırdığı Beste karakteri filmde kilit bir noktaya taşınabilirdi.

29 Kasım - 05 Aralık 2013 / ARKA PENCERE 11

ÇOK BİLEN ADAM ŞENAY AYDEMİ[email protected] MAN WHO KNEW TOO MUCH (1934)

Page 12: Arka Pencere - Sayi 214

HHH ORİJİNAL ADI Byzantium

YÖNETMEN Neil Jordan OYUNCULAR Saoirse Ronan, Gemma Arterton, Sam Riley,

Jonny Lee Miller, Caleb Landry Jones, Maria Doyle Kennedy,

Tom Hollander YAPIM 2012 İngiltere-ABD-İrlanda

SÜRE 118 dk. DAĞITIM M3 Film (Calinos)

BİR YÖNETMEN İÇİN “BOŞu YOK” DENECEKSE, NEIL JORDAN OLuR HERHALDE O İSİM. 1980’LERİN BAŞINDAN İTİBAREN kayda geçirdiği bütün filmlere ‘başyapıt’ demiyoruz tabii, ama her filminde sınıfı

rahatlıkla geçtiğini söyleyebiliriz. 1982 yapımı “Angel”dan “Bir Vampir Hikayesi”ne (Byzantium) uzanan yolda ‘fiyasko’ diye niteleyebileceğimiz hiçbir filmi yok Jordan’ın.

1984 yapımı “Kurtlar Sofrası”nda (The Company Of Wolves) kurtadam mitine, 1988 yapımı “Şatonun Ruhları”nda (High Spirits) hayalet meselesine, 1994 yapımı “Vampirle Görüşme”de (Interview With The Vampire: The Vampire Chronicles) vampirik diyarlara kol kanat geren Neil Jordan, “Bir Vampir Hikayesi”yle vampirler alemine dönüş yapıyor, bu mitin ara sokaklarında gezinecek yeni bir malzeme sunuyor bize. Yeni diyoruz ama filmin bir tiyatro oyunundan uyarlandığını belirtelim öncelikle, yeniliğin yalnızca beyazperde için geçerli olduğunu da.

Vampir mitine farklı bir pencereden bakıyor Neil Jordan’ın filmi. 200 yıldır bıkıp usanmadan kaçan vampir anne-kızın hikayesini anlatırken, onların ‘fani dünya’yla iletişimini öne çıkarıyor. Annenin ‘koruyucu’ rolünde alabildiğine acımasız göründüğü bu resimde, kızın hiç bitmeyen (biteceği de öngörülemeyen) bu kaçıştan bıktığını, ‘durmayı’ özlediğini fark ediyoruz. Bir karar veriyor kız ve kaçışa bir nokta koymak için ‘affedilmez’ bir hamle yapıyor. Bir insana âşık olup ona gizemin anahtarını sunuyor, arkasından gelecek tehlikeleri bilmesine rağmen. Aşk diyoruz, ama buradakinin tam olarak bu kavramla örtüşmediğini de söylemek gerek. Buradaki aşk, sanki zorunluluktan kaynaklanıyor. Kızın ‘kurtuluş’ umudunun karşılığına dönüşüyor sözünü ettiğimiz aşk. ‘Karalar bağlanan’ bir aşk değil bu anlayacağınız.

Film, bir yandan anne ile kızın bugünde yaşadıklarını resmederken, diğer yandan da geçmişe götürüyor bizi. İkilinin bu noktaya gelişlerini adım adım takip etmemize fırsat tanıyor. Bu yöntem, ikilinin farklı noktalara savrulan motivasyonlarının altını doldurma işlevi de görüyor. Anne, binbir belayı göğüsleyerek doğurduğu kızına sunduğu ‘ölümsüzlük’ü savunmak için her şeyi göze aldığını belli ederken, aynı şeyleri yaşamayan (annesinin yaşatmadığı) kızın motivasyonunun bambaşka bir meseleye yöneldiğini görüyoruz. İkilinin peşindeki ‘takipçiler’se hem gerilimde hem de ‘çözüm’de pay sahibine dönüşüyorlar.

Neil Jordan, senaryoyu da kaleme alan Moira Buffini’nin oyunundan sinemalaştırdığı “Bir Vampir Hikayesi”yle, klasik vampir ile insan aşkına sırtını dayamış olsa da, bunu tersten

okuyacak birçok malzeme sunuyor bize. Dracula’nın hikayesi kadar sofistike değil belki, ama “Alacakaranlık”ın (Twilight) ‘vampir bozmaları’ kadar da yüzeysel değil onun anlattıkları. “Gir Kanıma”nın (Låt Den Rätte Komma In) küçük âşıkları kadar ‘içeriden’ de bakmıyor duruma. Ancak, genel toplama baktığımızda bunların tamamının bir bileşimi gibi duruyor Jordan’ın filmi. Bunu da ‘her şeyden biraz’ mantığıyla yapmıyor yönetmen, hikayenin doğal akışının onu yönelttiği noktada kesişiyor bütün bu unsurlar. ‘Ölümsüzlüğe mahkum olmak’ gibi özünde yalnızlık ve yabancılaşma içeren bir durumu açarken popülist hamlelere de başvurmuyor yönetmen. Hiç bitmeyen karanlığın içinde durmadan yola devam etmek zorunda olan karakterlerin yazgısını manipülasyon malzemesi de yapmıyor, onların

serüvenine soğukkanlı bir yaklaşımla eğiliyor. Biçimsel numaralara da fazla prim vermeden hayata geçirdiği projede, ‘vampirleşen insan’la ‘insanlaşan vampir’ arasındaki ince çizgiyi korumaya çalışıyor.

Gemma Arterton ve Saoirse Ronan’ın hem karakterlerinde hem de bedenlerinde hayat bulan ‘çatışma’ysa “Bir Vampir Hikayesi”ni baştan sona kadar taşımayı başarıyor. İki aktris, bir tür ‘kabulleniş’ arayışı içindeki seyirciye istediğini verirken, anne ile kızın dünyalarındaki gelgitlere de anlam yüklemeyi biliyorlar. Neil Jordan’ın onlardan istediği de bu olsa gerek...

BİR VAMPİR hİKAYESİ

12 ARKA PENCERE / 29 Kasım - 05 Aralık 2013

GEMMA ARTERTON VE SAOIRSE RONAN’IN HEM KARAKTER HEM DE BEDENLERİNDE HAYAT BuLAN ‘ÇATIŞMA’ “BİR VAMPİR hİKAYESİ”Nİ BAŞTAN SONA KADAR TAŞIMAYI BAŞARIYOR.

VAMPİR MİTİNE FARKLI BİR

PENCEREDEN BAKIYOR NEIL JORDAN. 200

YILDIR KAÇAN VAMPİR ANNE-KIZIN HİKAYESİNİ ANLATIRKEN, ONLARIN

‘FANİ DÜNYA’YLA İLETİŞİMİNE BAKIYOR.

Vampir hikayelerinde hiç bitmeyecek çatışma duygusunu layıkıyla veriyor Neil Jordan’ın filmi.

Jonny Lee Miller’ın canlandırdığı ‘kötü adam’ karakteri, hikayenin istediğinden fazla ‘renklendirilmiş’ sanki.

29 Kasım - 05 Aralık 2013 / ARKA PENCERE 13

ÇOK BİLEN ADAM MuRAT ÖZERTHE MAN WHO KNEW TOO MUCH (1934)

Page 13: Arka Pencere - Sayi 214

HHH ORİJİNAL ADI Byzantium

YÖNETMEN Neil Jordan OYUNCULAR Saoirse Ronan, Gemma Arterton, Sam Riley,

Jonny Lee Miller, Caleb Landry Jones, Maria Doyle Kennedy,

Tom Hollander YAPIM 2012 İngiltere-ABD-İrlanda

SÜRE 118 dk. DAĞITIM M3 Film (Calinos)

BİR YÖNETMEN İÇİN “BOŞu YOK” DENECEKSE, NEIL JORDAN OLuR HERHALDE O İSİM. 1980’LERİN BAŞINDAN İTİBAREN kayda geçirdiği bütün filmlere ‘başyapıt’ demiyoruz tabii, ama her filminde sınıfı

rahatlıkla geçtiğini söyleyebiliriz. 1982 yapımı “Angel”dan “Bir Vampir Hikayesi”ne (Byzantium) uzanan yolda ‘fiyasko’ diye niteleyebileceğimiz hiçbir filmi yok Jordan’ın.

1984 yapımı “Kurtlar Sofrası”nda (The Company Of Wolves) kurtadam mitine, 1988 yapımı “Şatonun Ruhları”nda (High Spirits) hayalet meselesine, 1994 yapımı “Vampirle Görüşme”de (Interview With The Vampire: The Vampire Chronicles) vampirik diyarlara kol kanat geren Neil Jordan, “Bir Vampir Hikayesi”yle vampirler alemine dönüş yapıyor, bu mitin ara sokaklarında gezinecek yeni bir malzeme sunuyor bize. Yeni diyoruz ama filmin bir tiyatro oyunundan uyarlandığını belirtelim öncelikle, yeniliğin yalnızca beyazperde için geçerli olduğunu da.

Vampir mitine farklı bir pencereden bakıyor Neil Jordan’ın filmi. 200 yıldır bıkıp usanmadan kaçan vampir anne-kızın hikayesini anlatırken, onların ‘fani dünya’yla iletişimini öne çıkarıyor. Annenin ‘koruyucu’ rolünde alabildiğine acımasız göründüğü bu resimde, kızın hiç bitmeyen (biteceği de öngörülemeyen) bu kaçıştan bıktığını, ‘durmayı’ özlediğini fark ediyoruz. Bir karar veriyor kız ve kaçışa bir nokta koymak için ‘affedilmez’ bir hamle yapıyor. Bir insana âşık olup ona gizemin anahtarını sunuyor, arkasından gelecek tehlikeleri bilmesine rağmen. Aşk diyoruz, ama buradakinin tam olarak bu kavramla örtüşmediğini de söylemek gerek. Buradaki aşk, sanki zorunluluktan kaynaklanıyor. Kızın ‘kurtuluş’ umudunun karşılığına dönüşüyor sözünü ettiğimiz aşk. ‘Karalar bağlanan’ bir aşk değil bu anlayacağınız.

Film, bir yandan anne ile kızın bugünde yaşadıklarını resmederken, diğer yandan da geçmişe götürüyor bizi. İkilinin bu noktaya gelişlerini adım adım takip etmemize fırsat tanıyor. Bu yöntem, ikilinin farklı noktalara savrulan motivasyonlarının altını doldurma işlevi de görüyor. Anne, binbir belayı göğüsleyerek doğurduğu kızına sunduğu ‘ölümsüzlük’ü savunmak için her şeyi göze aldığını belli ederken, aynı şeyleri yaşamayan (annesinin yaşatmadığı) kızın motivasyonunun bambaşka bir meseleye yöneldiğini görüyoruz. İkilinin peşindeki ‘takipçiler’se hem gerilimde hem de ‘çözüm’de pay sahibine dönüşüyorlar.

Neil Jordan, senaryoyu da kaleme alan Moira Buffini’nin oyunundan sinemalaştırdığı “Bir Vampir Hikayesi”yle, klasik vampir ile insan aşkına sırtını dayamış olsa da, bunu tersten

okuyacak birçok malzeme sunuyor bize. Dracula’nın hikayesi kadar sofistike değil belki, ama “Alacakaranlık”ın (Twilight) ‘vampir bozmaları’ kadar da yüzeysel değil onun anlattıkları. “Gir Kanıma”nın (Låt Den Rätte Komma In) küçük âşıkları kadar ‘içeriden’ de bakmıyor duruma. Ancak, genel toplama baktığımızda bunların tamamının bir bileşimi gibi duruyor Jordan’ın filmi. Bunu da ‘her şeyden biraz’ mantığıyla yapmıyor yönetmen, hikayenin doğal akışının onu yönelttiği noktada kesişiyor bütün bu unsurlar. ‘Ölümsüzlüğe mahkum olmak’ gibi özünde yalnızlık ve yabancılaşma içeren bir durumu açarken popülist hamlelere de başvurmuyor yönetmen. Hiç bitmeyen karanlığın içinde durmadan yola devam etmek zorunda olan karakterlerin yazgısını manipülasyon malzemesi de yapmıyor, onların

serüvenine soğukkanlı bir yaklaşımla eğiliyor. Biçimsel numaralara da fazla prim vermeden hayata geçirdiği projede, ‘vampirleşen insan’la ‘insanlaşan vampir’ arasındaki ince çizgiyi korumaya çalışıyor.

Gemma Arterton ve Saoirse Ronan’ın hem karakterlerinde hem de bedenlerinde hayat bulan ‘çatışma’ysa “Bir Vampir Hikayesi”ni baştan sona kadar taşımayı başarıyor. İki aktris, bir tür ‘kabulleniş’ arayışı içindeki seyirciye istediğini verirken, anne ile kızın dünyalarındaki gelgitlere de anlam yüklemeyi biliyorlar. Neil Jordan’ın onlardan istediği de bu olsa gerek...

BİR VAMPİR hİKAYESİ

12 ARKA PENCERE / 29 Kasım - 05 Aralık 2013

GEMMA ARTERTON VE SAOIRSE RONAN’IN HEM KARAKTER HEM DE BEDENLERİNDE HAYAT BuLAN ‘ÇATIŞMA’ “BİR VAMPİR hİKAYESİ”Nİ BAŞTAN SONA KADAR TAŞIMAYI BAŞARIYOR.

VAMPİR MİTİNE FARKLI BİR

PENCEREDEN BAKIYOR NEIL JORDAN. 200

YILDIR KAÇAN VAMPİR ANNE-KIZIN HİKAYESİNİ ANLATIRKEN, ONLARIN

‘FANİ DÜNYA’YLA İLETİŞİMİNE BAKIYOR.

Vampir hikayelerinde hiç bitmeyecek çatışma duygusunu layıkıyla veriyor Neil Jordan’ın filmi.

Jonny Lee Miller’ın canlandırdığı ‘kötü adam’ karakteri, hikayenin istediğinden fazla ‘renklendirilmiş’ sanki.

29 Kasım - 05 Aralık 2013 / ARKA PENCERE 13

ÇOK BİLEN ADAM MuRAT ÖZERTHE MAN WHO KNEW TOO MUCH (1934)

Page 14: Arka Pencere - Sayi 214

HHH ORİJİNAL ADI Song For Marion

YÖNETMEN Paul Andrew williams OYUNCULAR Terence Stamp,

Vanessa Redgrave, Gemma Arterton, Anne Reid,

Christopher Eccleston YAPIM 2012 İngiltere-Almanya

SÜRE 93 dk. DAĞITIM M3 (Calinos)

YAŞLILIĞIN YIKICI VE YALNIZLAŞTIRICI YANLARINI HANEKE’NİN “AŞK”INDA (AMOuR) FAZLASIYLA SERT VE ACIMASIZ BİR tonda izlemiştik. Ya da Angeloupolus’un “Arıcı”sını (O Melissokomos) hatırlayın.

Spiros’un kızını evlendirdikten sonra çıktığı bir anlamda kendi iç yolculuğunu… Veyahut “Narayama Türküsü”nde (Narayama Bushi-kô) gelenekler uyarınca sahneden çekilmek için uygun zamanı bekleyenleri… Oysa aynı meseleye mesela Hollywood el attığında hüznü neşeyle dengelemiş filmler görürüz ; “Altın Göl” (On Golden Pond) ya da “Sevgi Sözcükleri”nde (Terms Of Endearment) olduğu gibi… Çünkü Amerikalı yaşlılığı, bu dünyaya vedayı bile enerjik, genç, dinamik yaşamak ister. Kimsenin tercihine karışacak değiliz; zaten filmleri kayda değer ve kalıcı kılan da bu türden seçimlerden ziyade kendi iç yolculuklarını taşıyabilecek ve paylaşabilecek derinlikleri değil midir?

Yakın bir zaman önce izlediğimiz “Dörtlü” (Quartet), “Artık demir almak vakti gelmişse limandan” diyen bir grup insanın ‘veda’sını müzikle kurdukları ilişki üzerinden anlatıyordu. Filmin ana karakterleri eski müzisyenlerdi ve kaldıkları bir tür ‘huzurevi’nde, huzuru eski mesleklerini yeniden icra ederek bulmaya çalışıyorlardı. Araya da eski hesaplaşmalar, göz ağrıları, nokta konulmamış ilişkiler giriyordu. “Dörtlü” Dustin Hoffman’daki yönetmenlik yeteneğini de ortaya çıkaran bir çalışmaydı.

Bu haftanın mönüsünde yer alan “Yarım Kalan Şarkı”, tuhaf bir karışımın ürünü. İngiliz yönetmen Paul Andrew Williams’ın imzasını taşıyan yapım bir parça “Dörtlü”, bir parça “Aşk”, bir parça Hollywood tadı taşıyan ve doğrusu hüzünle neşesi iyi harmanlanmış bir yapıt. Kuşkusuz bu genel tanım filmi Hollywood çizgilerine yaklaştırıyor gibi algılanabilir ama “Yarım Kalan Şarkı”, ‘İngiliz aksanını ve ruhunu’ hiçbir anında kaybetmiyor.

Yönetmen Williams, senaryosunu da kaleme aldığı filminde aksi ve huysuz Arthur’un kanserle boğuşan karısı Marion’a destek verme aşamasında yaşadığı gelgitleri anlatıyor. Bir yanda arası bir türlü düzelemeyen oğlu James’le sorunları, öte yandan Marion’ın hayata son bir dokunuş adına katıldığı ve yaşlılardan oluşan amatör bir korodaki varlığı derken Arthur için karısıyla veda giderek daha da zor bir hal alıyor. Yaşlı adam sadece en sevdiği varlığı kaybetme ihtimalini değil, sonraki hayatında onsuz devam edeceği yolculuğun da katlanılmaz olacağı düşüncesiyle çırpındıkça çırpınıyor.

Williams, bu yer yer kahredici öyküyü aktarırken tiplemelerini sağlam çizmiş. Zorlukların üstesinden gelmek için de bildiğimiz bir seçeneği, ‘dayanışma ruhu’nu önermiş. Arthur için yaşlıların bir koroya katılması

olağan, çünkü yapacak başka şeyleri yok. Peki ya onlarla ilgilenen genç müzik öğretmeni Elizabeth’e ne demeli? Senaryo bu iki farklı kuşaktan insanı dayanışma ruhunun uçlarına yerleştirerek özel bir denge sağlıyor.

“Yarım Kalan Şarkı”yı kayda değer kılan şey öyküsü, hüznü ve neşeyi dengeli bir biçimde aktaran yaklaşımı ya da karakterlerindeki derinlik değil sadece. Özellikle Arthur’da izlediğimiz Terence Stamp’in performansı da filmi başka yerlere taşıyor. Pasolini’nin “Teorem”inde (Teorema) varlıklı burjuva ailesini darmadağın eden ve bütün fertlerini sırayla baştan çıkaran ‘ziyaretçi’yi canlandıran Stamp, bu kez aynı kurumun dağılma ve yok olma aşamasında yolunu arayan bir karaktere hayat veriyor. 75 yaşındaki büyük aktörün yüz hatları, usta bir ressamın fırça darbeleri sonucu

yapılmış etkileyici bir portreyi andırıyor. Bu ‘doğal avantaj’ da Arthur’un iç sıkıntılarını dışavurmada en önemli veri oluyor. Filmdeki yan rollerde gözüm Christopher Eccleston’ın üzerindeydi. “Mezarını Derin Kaz”dan (Shallow Grave) bu yana her daim mütevazı bir dikkat çekiciliğin adresi olan İngiliz aktör, burada da o kendine özgü sessiz sakin ama son derece güçlü oyununu tekrarlıyor. Marion’da karşımıza bir başka İngiliz efsanesi, Vanessa Redgrave çıkıyor.

Sonuç? Yaşlılığın dertleri arasında müziğe de kulak kabartan bu sevimli filmi, aradığı huzuru salonda bulmaya niyetliler için önerebilirim.

YARIM KALAN ŞARKI

14 ARKA PENCERE / 29 Kasım - 05 Aralık 2013

TERENCE STAMP'İN PERFORMANSI FİLMİ BAŞKA YERE TAŞIYOR. BÜYÜK AKTÖRÜN YÜZ HATLARI, uSTA BİR RESSAMIN FIRÇASINDAN ÇIKMIŞ ETKİLEYİCİ BİR PORTREYİ ANDIRIYOR.

İNGİLİZ YÖNETMEN PAUL ANDREw

wILLIAMS’IN İMZASINI TAŞIYAN YAPIM BİR PARÇA

“DÖRTLÜ”, BİR PARÇA “AŞK”, BİR PARÇA DA

HOLLYwOOD TADI TAŞIYAN BİR YAPIT.

‘True Colours’ ve ‘Goodnight My Angel’ parçaları filmin özel ikramı…

Yarışmadaki jüri, evet sempatik ama klişe olmuş. Ama o kadarı olsun…

29 Kasım - 05 Aralık 2013 / ARKA PENCERE 15

ÇOK BİLEN ADAM uĞuR [email protected] MAN WHO KNEW TOO MUCH (1934)

Page 15: Arka Pencere - Sayi 214

HHH ORİJİNAL ADI Song For Marion

YÖNETMEN Paul Andrew williams OYUNCULAR Terence Stamp,

Vanessa Redgrave, Gemma Arterton, Anne Reid,

Christopher Eccleston YAPIM 2012 İngiltere-Almanya

SÜRE 93 dk. DAĞITIM M3 (Calinos)

YAŞLILIĞIN YIKICI VE YALNIZLAŞTIRICI YANLARINI HANEKE’NİN “AŞK”INDA (AMOuR) FAZLASIYLA SERT VE ACIMASIZ BİR tonda izlemiştik. Ya da Angeloupolus’un “Arıcı”sını (O Melissokomos) hatırlayın.

Spiros’un kızını evlendirdikten sonra çıktığı bir anlamda kendi iç yolculuğunu… Veyahut “Narayama Türküsü”nde (Narayama Bushi-kô) gelenekler uyarınca sahneden çekilmek için uygun zamanı bekleyenleri… Oysa aynı meseleye mesela Hollywood el attığında hüznü neşeyle dengelemiş filmler görürüz ; “Altın Göl” (On Golden Pond) ya da “Sevgi Sözcükleri”nde (Terms Of Endearment) olduğu gibi… Çünkü Amerikalı yaşlılığı, bu dünyaya vedayı bile enerjik, genç, dinamik yaşamak ister. Kimsenin tercihine karışacak değiliz; zaten filmleri kayda değer ve kalıcı kılan da bu türden seçimlerden ziyade kendi iç yolculuklarını taşıyabilecek ve paylaşabilecek derinlikleri değil midir?

Yakın bir zaman önce izlediğimiz “Dörtlü” (Quartet), “Artık demir almak vakti gelmişse limandan” diyen bir grup insanın ‘veda’sını müzikle kurdukları ilişki üzerinden anlatıyordu. Filmin ana karakterleri eski müzisyenlerdi ve kaldıkları bir tür ‘huzurevi’nde, huzuru eski mesleklerini yeniden icra ederek bulmaya çalışıyorlardı. Araya da eski hesaplaşmalar, göz ağrıları, nokta konulmamış ilişkiler giriyordu. “Dörtlü” Dustin Hoffman’daki yönetmenlik yeteneğini de ortaya çıkaran bir çalışmaydı.

Bu haftanın mönüsünde yer alan “Yarım Kalan Şarkı”, tuhaf bir karışımın ürünü. İngiliz yönetmen Paul Andrew Williams’ın imzasını taşıyan yapım bir parça “Dörtlü”, bir parça “Aşk”, bir parça Hollywood tadı taşıyan ve doğrusu hüzünle neşesi iyi harmanlanmış bir yapıt. Kuşkusuz bu genel tanım filmi Hollywood çizgilerine yaklaştırıyor gibi algılanabilir ama “Yarım Kalan Şarkı”, ‘İngiliz aksanını ve ruhunu’ hiçbir anında kaybetmiyor.

Yönetmen Williams, senaryosunu da kaleme aldığı filminde aksi ve huysuz Arthur’un kanserle boğuşan karısı Marion’a destek verme aşamasında yaşadığı gelgitleri anlatıyor. Bir yanda arası bir türlü düzelemeyen oğlu James’le sorunları, öte yandan Marion’ın hayata son bir dokunuş adına katıldığı ve yaşlılardan oluşan amatör bir korodaki varlığı derken Arthur için karısıyla veda giderek daha da zor bir hal alıyor. Yaşlı adam sadece en sevdiği varlığı kaybetme ihtimalini değil, sonraki hayatında onsuz devam edeceği yolculuğun da katlanılmaz olacağı düşüncesiyle çırpındıkça çırpınıyor.

Williams, bu yer yer kahredici öyküyü aktarırken tiplemelerini sağlam çizmiş. Zorlukların üstesinden gelmek için de bildiğimiz bir seçeneği, ‘dayanışma ruhu’nu önermiş. Arthur için yaşlıların bir koroya katılması

olağan, çünkü yapacak başka şeyleri yok. Peki ya onlarla ilgilenen genç müzik öğretmeni Elizabeth’e ne demeli? Senaryo bu iki farklı kuşaktan insanı dayanışma ruhunun uçlarına yerleştirerek özel bir denge sağlıyor.

“Yarım Kalan Şarkı”yı kayda değer kılan şey öyküsü, hüznü ve neşeyi dengeli bir biçimde aktaran yaklaşımı ya da karakterlerindeki derinlik değil sadece. Özellikle Arthur’da izlediğimiz Terence Stamp’in performansı da filmi başka yerlere taşıyor. Pasolini’nin “Teorem”inde (Teorema) varlıklı burjuva ailesini darmadağın eden ve bütün fertlerini sırayla baştan çıkaran ‘ziyaretçi’yi canlandıran Stamp, bu kez aynı kurumun dağılma ve yok olma aşamasında yolunu arayan bir karaktere hayat veriyor. 75 yaşındaki büyük aktörün yüz hatları, usta bir ressamın fırça darbeleri sonucu

yapılmış etkileyici bir portreyi andırıyor. Bu ‘doğal avantaj’ da Arthur’un iç sıkıntılarını dışavurmada en önemli veri oluyor. Filmdeki yan rollerde gözüm Christopher Eccleston’ın üzerindeydi. “Mezarını Derin Kaz”dan (Shallow Grave) bu yana her daim mütevazı bir dikkat çekiciliğin adresi olan İngiliz aktör, burada da o kendine özgü sessiz sakin ama son derece güçlü oyununu tekrarlıyor. Marion’da karşımıza bir başka İngiliz efsanesi, Vanessa Redgrave çıkıyor.

Sonuç? Yaşlılığın dertleri arasında müziğe de kulak kabartan bu sevimli filmi, aradığı huzuru salonda bulmaya niyetliler için önerebilirim.

YARIM KALAN ŞARKI

14 ARKA PENCERE / 29 Kasım - 05 Aralık 2013

TERENCE STAMP'İN PERFORMANSI FİLMİ BAŞKA YERE TAŞIYOR. BÜYÜK AKTÖRÜN YÜZ HATLARI, uSTA BİR RESSAMIN FIRÇASINDAN ÇIKMIŞ ETKİLEYİCİ BİR PORTREYİ ANDIRIYOR.

İNGİLİZ YÖNETMEN PAUL ANDREw

wILLIAMS’IN İMZASINI TAŞIYAN YAPIM BİR PARÇA

“DÖRTLÜ”, BİR PARÇA “AŞK”, BİR PARÇA DA

HOLLYwOOD TADI TAŞIYAN BİR YAPIT.

‘True Colours’ ve ‘Goodnight My Angel’ parçaları filmin özel ikramı…

Yarışmadaki jüri, evet sempatik ama klişe olmuş. Ama o kadarı olsun…

29 Kasım - 05 Aralık 2013 / ARKA PENCERE 15

ÇOK BİLEN ADAM uĞuR [email protected] MAN WHO KNEW TOO MUCH (1934)

Page 16: Arka Pencere - Sayi 214

HHH YÖNETMEN Ali Aydın

OYUNCULAR Ercan Kesal, Muhammet uzuner, Tansu Biçer

YAPIM 2013 Türkiye SÜRE 90 dk.

DAĞITIM Chantier (Motiva Film – Yeni Sinemacılar)

TOPLuMLA HERHANGİ BİR ALIŞVERİŞİ KALMAMIŞ BİR KARAKTERİN HALETİRuHİYESİ, İLK uZuN METRAJLI FİLMİNİ çeken bir yönetmen için hayli cazip ama bir o kadar da iddialı bir çıkış noktası. Cazip,

çünkü kuvvetle muhtemel sessiz kahramanın meselelerini anlatabilmek için diyaloglardan öte görüntülere bel bağlamak gerekiyor. Ki bu da bir yönetmenin sinema duygusunu geçirmek için en uygun yollardan. İddialı çünkü böyle bir ton tutturmak her yönetmenin harcı değil. Ki bunun da örnekleri saymakla bitmez.

Ali Aydın ise, ilk uzun metrajlı filmi “Küf ”te bu iddiasının altından kalkabilmesini ilginç bir şekilde sadece sessiz karakterinin haletiruhiyesine odaklanmamasıyla, gerilimli bir örgüyle hikayesini desteklemesine borçlu. Yakın bir zamanda eşini, yıllar önce de üniversite çağındaki oğlunu gözaltında kaybeden demiryolları bekçisi Basri (Ercan Kesal) sürekli bir bekleyiş içinde. 18 yıldır cesedi bulunamamış oğlunun bir gün döneceğine inanıyor ve tüm gündelik hayatındaki rutini de bu bekleyişin etrafında örüyor.

Ne var ki filmin odağına Türkiye sinemasında benzerine pek rastlanmayan bir karakter Cemil (Tansu Biçer) girince film de bildiğimiz taşra buhranı sinemasından farklı bir yöne giriyor. Cemil, birçoklarının anlamsız bulduğu bir hayale tutunan Basri’ye yönelik toplumsal duyarsızlığın en sert örneği. Onunla dalga geçiyor, yeri geldiğinde sahte olduğu her halinden belli bir duyarlılık oyunu oynamayı ihmal etmiyor, onun bu hayalini sömürmeye yelteniyor, onu tehdit bile edebiliyor.

Teşbihte hata olmaz, Cemil’in girişiyle “Küf ” sanki Wim Wenders gözünden aktarılmış bir Patricia Highsmith hikayesiyle akrabalık kuruyor. Malum, Highsmith’i polisiye edebiyatında ayrıcalıklı kılan, olay örgüsü ve merak unsurundansa kahramanlarının karanlık

yönlerine odaklanmasıdır. Onun hikayelerinden yapılan sayısız sinema uyarlaması arasında Wenders’in “Amerikalı Arkadaşım”ı (Der Amerikanische Freund) da, yönetmenin yazardaki bu özelliğin farkında olmasıyla sıyrılır.

Tabii ki “Küf ”, her ne kadar olay örgüsüne yaslanmasa da eninde sonunda suç edebiyatı çerçevesinde hareket eden Patricia Highsmith gibi bir cinayet entrikası etrafında şekillendirmiyor hikayesini. Ve yine tabii ki Ali Aydın’ın daha ilk filminde Wenders atmosferiyle aşık atacak bir seyirlik sunduğunu söylemek güç. Ancak filmin, kahramanlarının karanlığına bakma konusunda son zamanlarda örneğine az rastlanan bir tavrı olduğunu da söylemeden geçemeyiz.

Aydın, kayıp meselesini işlerken isabetli bir seçim yapıyor ve çözüme ulaşacağı ima edilen

bir hikaye kurgulamaktansa seyirciyi kahramanının rutinine sokuyor. Ona yönelik toplumsal duyarsızlığı ete kemiğe büründürdüğü Cemil karakteri ise tüm tuzaklara rağmen karikatüre adım atmamayı başarıyor. Tansu Biçer az bulunabilecek tarzda bir rolü oynamaktan aldığı keyfi her sahnede belli ediyor. Cemil, hikayeyi ilerletecek ve üzerinden büyük laflar edilebilecek bir yan unsurdan karaktere dönüşüyor.

Gündelik hayatta yaşanan acılar, bazen sinemada katarsisi çağırıyor, insan sinema salonu dışında çözemediğini perdede çözüme ulaştırıp bir anlık bir rahatlamanın peşine düşebiliyor. Kayıplar da bu meselelerden biri. Tabii ki yönetmen Ali Aydın, bir kayıp babasının hikayesini anlatırken kahramanının bürokrasiyle mücadelesine odaklanabilir, çatışmaları art arda

sıralayabilir, seyirciye bu sorunun çözüme ulaşacağı sanrısı sunabilirdi. Emniyet müdürüyle (Muhammet Uzuner) kayıp babası arasında geçen sahneleri iniş çıkışlarla da etlendirebilirdi. Ancak onun yerine gerilimin çok da tercih edilmeyen bir versiyonuna, kahramanın dönüşmediği, aksine her ilerleyen sahnede yaşadıklarının bir katmanını daha seyirciyle paylaştığı türden dingin bir yapıyı tercih ediyor. Meseleyi değil, meselenin insani boyutunu anlatma yoluna gidiyor. Sırf bu yüzden bile yönetmen Ali Aydın'ın hakkı kesinlikle teslim edilmeli.

KÜF

16 ARKA PENCERE / 29 Kasım - 05 Aralık 2013

TEŞBİHTE HATA OLMAZ, CEMİL’İN GİRİŞİYLE “KÜF” SANKİ wIM wENDERS GÖZÜNDEN AKTARILMIŞ BİR PATRICIA hIGhSMITh HİKAYESİYLE AKRABALIK KuRuYOR.

ALİ AYDIN İLK uZuN METRAJI "KÜF"TE

YAKIN ZAMANDA EŞİNİ, YILLAR ÖNCE DE

GENÇ OĞLuNu GÖZALTINDA KAYBETMİŞ

DEMİRYOLu BEKÇİSİ BASRİ'Yİ ANLATIYOR.

Ercan Kesal, canlandırdığı diğer karakterlerde olduğu gibi Basri’yi de ufak dokunuşlarla özel kılıyor.

Cemil karakterinin bir kadınla ilişkisini konu alan yan hikaye, genel yapıyı zedeleyen bir unsur.

29 Kasım - 05 Aralık 2013 / ARKA PENCERE 17

ÇOK BİLEN ADAM ERMAN ATA [email protected] MAN WHO KNEW TOO MUCH (1934)

Page 17: Arka Pencere - Sayi 214

HHH YÖNETMEN Ali Aydın

OYUNCULAR Ercan Kesal, Muhammet uzuner, Tansu Biçer

YAPIM 2013 Türkiye SÜRE 90 dk.

DAĞITIM Chantier (Motiva Film – Yeni Sinemacılar)

TOPLuMLA HERHANGİ BİR ALIŞVERİŞİ KALMAMIŞ BİR KARAKTERİN HALETİRuHİYESİ, İLK uZuN METRAJLI FİLMİNİ çeken bir yönetmen için hayli cazip ama bir o kadar da iddialı bir çıkış noktası. Cazip,

çünkü kuvvetle muhtemel sessiz kahramanın meselelerini anlatabilmek için diyaloglardan öte görüntülere bel bağlamak gerekiyor. Ki bu da bir yönetmenin sinema duygusunu geçirmek için en uygun yollardan. İddialı çünkü böyle bir ton tutturmak her yönetmenin harcı değil. Ki bunun da örnekleri saymakla bitmez.

Ali Aydın ise, ilk uzun metrajlı filmi “Küf ”te bu iddiasının altından kalkabilmesini ilginç bir şekilde sadece sessiz karakterinin haletiruhiyesine odaklanmamasıyla, gerilimli bir örgüyle hikayesini desteklemesine borçlu. Yakın bir zamanda eşini, yıllar önce de üniversite çağındaki oğlunu gözaltında kaybeden demiryolları bekçisi Basri (Ercan Kesal) sürekli bir bekleyiş içinde. 18 yıldır cesedi bulunamamış oğlunun bir gün döneceğine inanıyor ve tüm gündelik hayatındaki rutini de bu bekleyişin etrafında örüyor.

Ne var ki filmin odağına Türkiye sinemasında benzerine pek rastlanmayan bir karakter Cemil (Tansu Biçer) girince film de bildiğimiz taşra buhranı sinemasından farklı bir yöne giriyor. Cemil, birçoklarının anlamsız bulduğu bir hayale tutunan Basri’ye yönelik toplumsal duyarsızlığın en sert örneği. Onunla dalga geçiyor, yeri geldiğinde sahte olduğu her halinden belli bir duyarlılık oyunu oynamayı ihmal etmiyor, onun bu hayalini sömürmeye yelteniyor, onu tehdit bile edebiliyor.

Teşbihte hata olmaz, Cemil’in girişiyle “Küf ” sanki Wim Wenders gözünden aktarılmış bir Patricia Highsmith hikayesiyle akrabalık kuruyor. Malum, Highsmith’i polisiye edebiyatında ayrıcalıklı kılan, olay örgüsü ve merak unsurundansa kahramanlarının karanlık

yönlerine odaklanmasıdır. Onun hikayelerinden yapılan sayısız sinema uyarlaması arasında Wenders’in “Amerikalı Arkadaşım”ı (Der Amerikanische Freund) da, yönetmenin yazardaki bu özelliğin farkında olmasıyla sıyrılır.

Tabii ki “Küf ”, her ne kadar olay örgüsüne yaslanmasa da eninde sonunda suç edebiyatı çerçevesinde hareket eden Patricia Highsmith gibi bir cinayet entrikası etrafında şekillendirmiyor hikayesini. Ve yine tabii ki Ali Aydın’ın daha ilk filminde Wenders atmosferiyle aşık atacak bir seyirlik sunduğunu söylemek güç. Ancak filmin, kahramanlarının karanlığına bakma konusunda son zamanlarda örneğine az rastlanan bir tavrı olduğunu da söylemeden geçemeyiz.

Aydın, kayıp meselesini işlerken isabetli bir seçim yapıyor ve çözüme ulaşacağı ima edilen

bir hikaye kurgulamaktansa seyirciyi kahramanının rutinine sokuyor. Ona yönelik toplumsal duyarsızlığı ete kemiğe büründürdüğü Cemil karakteri ise tüm tuzaklara rağmen karikatüre adım atmamayı başarıyor. Tansu Biçer az bulunabilecek tarzda bir rolü oynamaktan aldığı keyfi her sahnede belli ediyor. Cemil, hikayeyi ilerletecek ve üzerinden büyük laflar edilebilecek bir yan unsurdan karaktere dönüşüyor.

Gündelik hayatta yaşanan acılar, bazen sinemada katarsisi çağırıyor, insan sinema salonu dışında çözemediğini perdede çözüme ulaştırıp bir anlık bir rahatlamanın peşine düşebiliyor. Kayıplar da bu meselelerden biri. Tabii ki yönetmen Ali Aydın, bir kayıp babasının hikayesini anlatırken kahramanının bürokrasiyle mücadelesine odaklanabilir, çatışmaları art arda

sıralayabilir, seyirciye bu sorunun çözüme ulaşacağı sanrısı sunabilirdi. Emniyet müdürüyle (Muhammet Uzuner) kayıp babası arasında geçen sahneleri iniş çıkışlarla da etlendirebilirdi. Ancak onun yerine gerilimin çok da tercih edilmeyen bir versiyonuna, kahramanın dönüşmediği, aksine her ilerleyen sahnede yaşadıklarının bir katmanını daha seyirciyle paylaştığı türden dingin bir yapıyı tercih ediyor. Meseleyi değil, meselenin insani boyutunu anlatma yoluna gidiyor. Sırf bu yüzden bile yönetmen Ali Aydın'ın hakkı kesinlikle teslim edilmeli.

KÜF

16 ARKA PENCERE / 29 Kasım - 05 Aralık 2013

TEŞBİHTE HATA OLMAZ, CEMİL’İN GİRİŞİYLE “KÜF” SANKİ wIM wENDERS GÖZÜNDEN AKTARILMIŞ BİR PATRICIA hIGhSMITh HİKAYESİYLE AKRABALIK KuRuYOR.

ALİ AYDIN İLK uZuN METRAJI "KÜF"TE

YAKIN ZAMANDA EŞİNİ, YILLAR ÖNCE DE

GENÇ OĞLuNu GÖZALTINDA KAYBETMİŞ

DEMİRYOLu BEKÇİSİ BASRİ'Yİ ANLATIYOR.

Ercan Kesal, canlandırdığı diğer karakterlerde olduğu gibi Basri’yi de ufak dokunuşlarla özel kılıyor.

Cemil karakterinin bir kadınla ilişkisini konu alan yan hikaye, genel yapıyı zedeleyen bir unsur.

29 Kasım - 05 Aralık 2013 / ARKA PENCERE 17

ÇOK BİLEN ADAM ERMAN ATA [email protected] MAN WHO KNEW TOO MUCH (1934)

Page 18: Arka Pencere - Sayi 214

HHHORİJİNAL ADI Insidious: Chapter 2YÖNETMEN James wan OYUNCULAR Patrick wilson, Rose Byrne, Barbara Hershey, Ty Simpkins, Lin Shaye, Leigh whannell, Steve Coulter, Angus Sampson YAPIM 2013 ABD SÜRE 106 dk. DAĞITIM warner Bros.

J AMES wAN’I “TESTERE” (SAw) İLE TANIDIK. YEDİ FİLMLİK SERİNİN İLK FİLMİNİ YÖNETEN VE SONRAKİ ÜÇ FİLMİN yapımcılığına çekilen Wan, “Testere” macerasını böylece sonlandırdıktan sonra

bu yıl Ağustos ayında izlediğimiz “Korku Seansı” (The Conjuring), şimdi de “Ruhlar Bölgesi: Bölüm 2” ile (kansız) korku ve gerilim türünde ustalaştığını ispatlıyor.

James Wan üç yıl önce “Ruhlar Bölgesi” ile astral yolculuk, medyumluk, musallat ruhlar, ölüm ötesi, perili ev vb. temaları yoğurmuş, ortaya türün meraklıları için hiç de fena olmayan bir iş çıkarmıştı. Sıradan bir Amerikan ailesinin başından geçen paranormal olaylar, korku filmlerinde bugüne dek karşımıza çıkmış pek çok klişeyi bir araya getiriyordu. Renai (Rose Byrne) ve Josh (Patrick Wilson) komaya giren oğulları Dalton’ı (Ty Simpkins) kurtarmak için ellerinden geleni yapıyordu ama modern tıbbın çaresiz kaldığı bu nedeni belirsiz komanın sebebi Dalton’ın astral yolculuğa çıkma yeteneği yüzünden gittiği ‘alem’lerde kendisine musallat olan bir kötü ruhtu. Elise (Lin Shaye) adlı bir yaşlı medyum sayesinde hem Dalton ile ilgili bu gerçeği hem de Josh’un da çocukken benzer şekilde astral yolculuklara çıktığını ve Dalton gibi kötü bir ruhun saldırısına uğradığını öğreniyorduk. Josh, Elise’in düzenlediği seansta ruhların dolaştığı kapkaranlık bir boyuta geçip Dalton’ı geri getiriyordu ama Elise hayatını kaybediyordu. Elise’in ölümünde en büyük şüpheli Josh’tu çünkü finalde onun kötü bir ruh tarafından zaptedildiğinin ipucu veriliyordu.

James Wan devam filminde öyküyü Josh’un ‘zapt’ı üzerinden ilerletiyor. Bu kez adresimiz Josh’un doğup büyüdüğü ev. Elise ve Josh’un annesi Lorraine (Barbara Hershey) 1986 yılında Josh’un doğaüstü yeteneğe sahip olduğunu, Carl (Steve Coulter) adlı, zarlarıyla ruhlarla ilişki kurabilen bir medyum aracılığıyla anlıyorlar. Çözümü de Josh’a bu yeteneğini telkinle unutturmakta buluyorlar. Günümüze döndüğümüzdeyse Josh’ta ilk filmin sonunda gördüğümüz üzere bir tuhaflık olduğunu

anlıyoruz. Ruhuna sahip olan ‘şey’ ona sürekli ailesini öldürmesini söylüyor. Aslında Josh’ın ruhu ilk filmde hayaletlerin-ruhların-ölülerin dolandığı karanlık bölgede hapsolmuş. Onu kurtaracak kişiyse tabii ki oğlu Dalton.

Bir yandan bu dünyada ruhu zaptedilmiş Josh neredeyse “Cinnet”teki (The Shining) Jack Torrance gibi ailesinin peşindeyken (karısı ve iki oğlunun peşinde kapıları kırması, gözünün dönmesi!) bir yandan öte dünyada Josh’ın bir kez daha Elise sayesinde evinin yolunu bulması ama bir türlü olup bitene müdahale edememesini izliyoruz. Asıl hoş sürprizse ilk filmde de komedi unsuru olarak izlediğimiz ‘hayalet avcıları’ Specs (Leigh Whannell) ve Tucker’ın (Angus Sampson) Josh’ın çocukken Elise ve Carl ile birlikte girdiği seansın video kayıtlarında yetişkin Josh’ı fark etmeleri ve sonra bunun nedenini anlamamız… James Wan bir koldan da ‘kötü ruh’un kim olduğunu anlatıyor seyirciye ve annesinin zoruyla çocukluğundan beri kız çocuk gibi giyinip davranmak zorunda bırakılan Parker Crane ile tanışıyoruz.

Peki aslında ne olup bitiyor? James Wan “Korku Seansı”nda Bathsheba adlı cadının zaptettiği anneyi bir cinnetin içinde göstermişti. Şimdi Josh’ı bu kalıbın içine yerleştiriyor. Kadınları acımasızca katleden Parker Crane, bu filmin Norman Bates’i. Çocukluğunda kötü bir ruhun saldırısına uğrayan Josh’ı, pekala bir cinsel taciz kurbanı olarak görebiliriz. Şu bir gerçek ki ABD’de özellikle ağır cinsel tacize maruz kalmış yetişkinlerin sığındığı en güvenli yalan uzaylılar tarafından kaçırılmak. Paranormal öykülerin çıkış noktası da insanların hayatın çirkin gerçeklerinin yerini doldurma niyeti olsa gerek. Böylece yaşananlar bir nebze daha az acıtıcı oluyor şüphesiz ki…

RuHLAR BÖLGESİ: BÖLÜM 2

JAMES wAN Bu YIL FİLMOGRAFİSİNE EKLEDİĞİ İKİ KORKu FİLMİYLE ÖVGÜYÜ HAK EDİYOR. "KORKu SEANSI"NDAN SONRA ŞİMDİ DE "RUhLAR BÖLGESİ 2" İLE KARŞIMIZA GELDİ.

29 Kasım - 05 Aralık 2013 / ARKA PENCERE 19

Hem korkutup hem de eğlendirmek belli ki James wan’ın işi.

Olay örgüsü bazen akıl karıştırabiliyor.

ÇOK BİLEN ADAM EBRu ÇELİKTuĞTHE MAN WHO KNEW TOO MUCH (1934) [email protected]

Page 19: Arka Pencere - Sayi 214

HHHORİJİNAL ADI Insidious: Chapter 2YÖNETMEN James wan OYUNCULAR Patrick wilson, Rose Byrne, Barbara Hershey, Ty Simpkins, Lin Shaye, Leigh whannell, Steve Coulter, Angus Sampson YAPIM 2013 ABD SÜRE 106 dk. DAĞITIM warner Bros.

J AMES wAN’I “TESTERE” (SAw) İLE TANIDIK. YEDİ FİLMLİK SERİNİN İLK FİLMİNİ YÖNETEN VE SONRAKİ ÜÇ FİLMİN yapımcılığına çekilen Wan, “Testere” macerasını böylece sonlandırdıktan sonra

bu yıl Ağustos ayında izlediğimiz “Korku Seansı” (The Conjuring), şimdi de “Ruhlar Bölgesi: Bölüm 2” ile (kansız) korku ve gerilim türünde ustalaştığını ispatlıyor.

James Wan üç yıl önce “Ruhlar Bölgesi” ile astral yolculuk, medyumluk, musallat ruhlar, ölüm ötesi, perili ev vb. temaları yoğurmuş, ortaya türün meraklıları için hiç de fena olmayan bir iş çıkarmıştı. Sıradan bir Amerikan ailesinin başından geçen paranormal olaylar, korku filmlerinde bugüne dek karşımıza çıkmış pek çok klişeyi bir araya getiriyordu. Renai (Rose Byrne) ve Josh (Patrick Wilson) komaya giren oğulları Dalton’ı (Ty Simpkins) kurtarmak için ellerinden geleni yapıyordu ama modern tıbbın çaresiz kaldığı bu nedeni belirsiz komanın sebebi Dalton’ın astral yolculuğa çıkma yeteneği yüzünden gittiği ‘alem’lerde kendisine musallat olan bir kötü ruhtu. Elise (Lin Shaye) adlı bir yaşlı medyum sayesinde hem Dalton ile ilgili bu gerçeği hem de Josh’un da çocukken benzer şekilde astral yolculuklara çıktığını ve Dalton gibi kötü bir ruhun saldırısına uğradığını öğreniyorduk. Josh, Elise’in düzenlediği seansta ruhların dolaştığı kapkaranlık bir boyuta geçip Dalton’ı geri getiriyordu ama Elise hayatını kaybediyordu. Elise’in ölümünde en büyük şüpheli Josh’tu çünkü finalde onun kötü bir ruh tarafından zaptedildiğinin ipucu veriliyordu.

James Wan devam filminde öyküyü Josh’un ‘zapt’ı üzerinden ilerletiyor. Bu kez adresimiz Josh’un doğup büyüdüğü ev. Elise ve Josh’un annesi Lorraine (Barbara Hershey) 1986 yılında Josh’un doğaüstü yeteneğe sahip olduğunu, Carl (Steve Coulter) adlı, zarlarıyla ruhlarla ilişki kurabilen bir medyum aracılığıyla anlıyorlar. Çözümü de Josh’a bu yeteneğini telkinle unutturmakta buluyorlar. Günümüze döndüğümüzdeyse Josh’ta ilk filmin sonunda gördüğümüz üzere bir tuhaflık olduğunu

anlıyoruz. Ruhuna sahip olan ‘şey’ ona sürekli ailesini öldürmesini söylüyor. Aslında Josh’ın ruhu ilk filmde hayaletlerin-ruhların-ölülerin dolandığı karanlık bölgede hapsolmuş. Onu kurtaracak kişiyse tabii ki oğlu Dalton.

Bir yandan bu dünyada ruhu zaptedilmiş Josh neredeyse “Cinnet”teki (The Shining) Jack Torrance gibi ailesinin peşindeyken (karısı ve iki oğlunun peşinde kapıları kırması, gözünün dönmesi!) bir yandan öte dünyada Josh’ın bir kez daha Elise sayesinde evinin yolunu bulması ama bir türlü olup bitene müdahale edememesini izliyoruz. Asıl hoş sürprizse ilk filmde de komedi unsuru olarak izlediğimiz ‘hayalet avcıları’ Specs (Leigh Whannell) ve Tucker’ın (Angus Sampson) Josh’ın çocukken Elise ve Carl ile birlikte girdiği seansın video kayıtlarında yetişkin Josh’ı fark etmeleri ve sonra bunun nedenini anlamamız… James Wan bir koldan da ‘kötü ruh’un kim olduğunu anlatıyor seyirciye ve annesinin zoruyla çocukluğundan beri kız çocuk gibi giyinip davranmak zorunda bırakılan Parker Crane ile tanışıyoruz.

Peki aslında ne olup bitiyor? James Wan “Korku Seansı”nda Bathsheba adlı cadının zaptettiği anneyi bir cinnetin içinde göstermişti. Şimdi Josh’ı bu kalıbın içine yerleştiriyor. Kadınları acımasızca katleden Parker Crane, bu filmin Norman Bates’i. Çocukluğunda kötü bir ruhun saldırısına uğrayan Josh’ı, pekala bir cinsel taciz kurbanı olarak görebiliriz. Şu bir gerçek ki ABD’de özellikle ağır cinsel tacize maruz kalmış yetişkinlerin sığındığı en güvenli yalan uzaylılar tarafından kaçırılmak. Paranormal öykülerin çıkış noktası da insanların hayatın çirkin gerçeklerinin yerini doldurma niyeti olsa gerek. Böylece yaşananlar bir nebze daha az acıtıcı oluyor şüphesiz ki…

RuHLAR BÖLGESİ: BÖLÜM 2

JAMES wAN Bu YIL FİLMOGRAFİSİNE EKLEDİĞİ İKİ KORKu FİLMİYLE ÖVGÜYÜ HAK EDİYOR. "KORKu SEANSI"NDAN SONRA ŞİMDİ DE "RUhLAR BÖLGESİ 2" İLE KARŞIMIZA GELDİ.

29 Kasım - 05 Aralık 2013 / ARKA PENCERE 19

Hem korkutup hem de eğlendirmek belli ki James wan’ın işi.

Olay örgüsü bazen akıl karıştırabiliyor.

ÇOK BİLEN ADAM EBRu ÇELİKTuĞTHE MAN WHO KNEW TOO MUCH (1934) [email protected]

Page 20: Arka Pencere - Sayi 214

NİKO 2: KÜÇÜK KARDEŞ, TATLI BELA

AKI KAuRISMäKI’Yİ BİR KENARA AYIRACAK OLuRSAK, FİNLANDİYA’NIN SİNEMA ALEMİNDEKİ YERİ ÜZERİNE tartışılacak son derece sınırlı bir malzeme kalıyor geriye. Hele 3D animasyonlarda

herhangi bir surette söz sahibi olabileceklerini hayal etmek dahi bir tuhaf hissettiriyor insanı.

Gelin görün ki, uçmaya hevesli yeniyetme Ren geyiği Niko’nun hikayesini aktaran Fin menşeli animasyon serisi dişe dokunur birkaç niteliği sayesinde muadilleri arasından bir nebze olsun sivrilmiş görünüyor.

2008 yapımı “Niko: Yıldızlara Yolculuk”un (Niko: Lentäjän Poika) da, bu hafta vizyona giren devam filminin de teknik yönden pek bahse değer tarafları yok esasında. Biedermeier stili mobilya tasarımlarını anımsatan Ren geyiği boynuzlarına karşı garip bir ilginiz yoksa elbette…

Öte yandan devam filmimiz tempo ya da akıcılık gibi temel meselelerin altından alnının akıyla çıkıyor ve kısa süresinin de etkisiyle rahatça seyrediliyor. Bu bile her animasyonda bulunan bir nitelik olmadığından kıymet arz etmekte; yeter ki

farklı ve daha büyük beklentiler peşine düşmeyin.Filmin ilk bakışta çocuklara yönelik bir Noel

hikayesi gibi görünmesi biraz aldatıcı olabilir. Bir çocuk filmi olduğu muhakkak ve evet bir Noel öyküsü de aynı zamanda. Ancak içerdiği kimi gerilim ve macera unsurlarıyla da hiç tahmin etmediğiniz sulara çekebilir sizi. Niko’nun üvey kardeşini bulmak üzere ihtiyar Tobias ile çıktığı yolculuk ve kartalların zindanı andıran inleri tuhaf bir biçimde Tolkien’in Orta Dünyası’nı akıllara getirmiyor değil mesela.

Bakışlarınızın anlamsızlaştığının farkındayız ancak hayal meyal bile olsa “Yüzüklerin Efendisi” (The Lod Of The Rigns) çağrışımlarına kapı aralayan bir animasyon (uçuşan geyikleri anlatıyor olsa da) her köşe başında çıkmıyor karşımıza; biraz afallamış olabiliriz haliyle.

HH ORİJİNAL ADI Niko 2:

LentäjäveljeksetYÖNETMENLER Kari Juusonen,

Jørgen Lerdam SESLENDİRENLER Erik Carlson,

Juhana Vaittinen, Aarre Karén YAPIM 2012 Finlandiya-Almanya-

Danimarka-İrlanda SÜRE 79 dk. DAĞITIM Tiglon

İLK FİLM "NİKO: YILDIZLARA YOLCuLuK" GİBİ Bu İKİNCİ

FİLMİN DE ASLINDA TEKNİK YÖNDEN PEK BAHSE DEĞER TARAFI YOK.

Sincap Julius (o da uçuyor vallahi) filmin mizah dozunu biraz olsun toparlıyor.

Dört bir yanımızdan 3D animasyonlar fırlıyor sanki geyik misali...

20 ARKA PENCERE / 29 Kasım - 05 Aralık 2013

ÇOK BİLEN ADAM İLHAN YuRTSEVERTHE MAN WHO KNEW TOO MUCH (1934) [email protected]

Page 21: Arka Pencere - Sayi 214

KAPRİ YILDIZIUNDER CAPRICORN (1949)

BİR VAMPİR hİKAYESİ HHH HHHH HH

DANIŞMAN HHH HH HHH HHH HHH

KÜF HHH HHH HHH HH HHHH

NİKO 2: KÜÇÜK KARDEŞ, TATLI BELA

RUhLAR BÖLGESİ: BÖLÜM 2 HHHH HHH

TAMAM MIYIZ? HH HHH HH HH HHH

YARIM KALAN ŞARKI HH

AÇLIK OYUNLARI: ATEŞİ YAKALAMAK HHH HH HH

BEhZAT Ç. ANKARA YANIYOR... HHH HHH HHH HH HHH HH

CARRIE: GÜNAh TOhUMU HH HHH HH HH H

ERKEK TARAFI: TESTOSTERON HH HH HH HHH

FRANCES hA HHH HHHH HHH HHH

hAYATBOYU HH HHH HH HH HHH

hÜKÜMET KADIN 2 H H H H HH

LAST VEGAS HH HH HHH HH HH

MAVİ EN SICAK RENKTİR HHHH HHH HHHHH HHH

RGG: AYAS H HH

SEN AYDINLATIRSIN GECEYİ HHH HHH HHHH

SEVGİ TAŞI H H

SONA DOĞRU HHHH HHH HHH HHH HHHH

SU VE ATEŞ HH HH H HH HH H

ThOR: KARANLIK DÜNYA HH HHH HH HH HH HH

UZAY OYUNLARI HHH HHH HH H HH

MASKELİ SÜVARİ HH HH HH HHHH HH HHH HH

MERYEM HH HHH HH HHH

BİR VAMPİR HİKAYESİ DANIŞMAN RuHLAR BÖLGESİ: BÖLÜM 2 TAMAM MIYIZ?

HAfTANIN fİLMLERİ GÖSTERİMİ DEvAM EDENLER HAfTANIN DvD’LERİ

BİLGEHAN OKAN TUNCA BURAK MURAT OLKAN BURÇİN S. ARAS ARPAÇ ARSLAN GÖRAL ÖzER ÖzYURT YALÇIN

29 Kasım - 05 Aralık 2013 / ARKA PENCERE 21

NİKO 2: KÜÇÜK KARDEŞ, TATLI BELA

AKI KAuRISMäKI’Yİ BİR KENARA AYIRACAK OLuRSAK, FİNLANDİYA’NIN SİNEMA ALEMİNDEKİ YERİ ÜZERİNE tartışılacak son derece sınırlı bir malzeme kalıyor geriye. Hele 3D animasyonlarda

herhangi bir surette söz sahibi olabileceklerini hayal etmek dahi bir tuhaf hissettiriyor insanı.

Gelin görün ki, uçmaya hevesli yeniyetme Ren geyiği Niko’nun hikayesini aktaran Fin menşeli animasyon serisi dişe dokunur birkaç niteliği sayesinde muadilleri arasından bir nebze olsun sivrilmiş görünüyor.

2008 yapımı “Niko: Yıldızlara Yolculuk”un (Niko: Lentäjän Poika) da, bu hafta vizyona giren devam filminin de teknik yönden pek bahse değer tarafları yok esasında. Biedermeier stili mobilya tasarımlarını anımsatan Ren geyiği boynuzlarına karşı garip bir ilginiz yoksa elbette…

Öte yandan devam filmimiz tempo ya da akıcılık gibi temel meselelerin altından alnının akıyla çıkıyor ve kısa süresinin de etkisiyle rahatça seyrediliyor. Bu bile her animasyonda bulunan bir nitelik olmadığından kıymet arz etmekte; yeter ki

farklı ve daha büyük beklentiler peşine düşmeyin.Filmin ilk bakışta çocuklara yönelik bir Noel

hikayesi gibi görünmesi biraz aldatıcı olabilir. Bir çocuk filmi olduğu muhakkak ve evet bir Noel öyküsü de aynı zamanda. Ancak içerdiği kimi gerilim ve macera unsurlarıyla da hiç tahmin etmediğiniz sulara çekebilir sizi. Niko’nun üvey kardeşini bulmak üzere ihtiyar Tobias ile çıktığı yolculuk ve kartalların zindanı andıran inleri tuhaf bir biçimde Tolkien’in Orta Dünyası’nı akıllara getirmiyor değil mesela.

Bakışlarınızın anlamsızlaştığının farkındayız ancak hayal meyal bile olsa “Yüzüklerin Efendisi” (The Lod Of The Rigns) çağrışımlarına kapı aralayan bir animasyon (uçuşan geyikleri anlatıyor olsa da) her köşe başında çıkmıyor karşımıza; biraz afallamış olabiliriz haliyle.

HH ORİJİNAL ADI Niko 2:

LentäjäveljeksetYÖNETMENLER Kari Juusonen,

Jørgen Lerdam SESLENDİRENLER Erik Carlson,

Juhana Vaittinen, Aarre Karén YAPIM 2012 Finlandiya-Almanya-

Danimarka-İrlanda SÜRE 79 dk. DAĞITIM Tiglon

İLK FİLM "NİKO: YILDIZLARA YOLCuLuK" GİBİ Bu İKİNCİ

FİLMİN DE ASLINDA TEKNİK YÖNDEN PEK BAHSE DEĞER TARAFI YOK.

Sincap Julius (o da uçuyor vallahi) filmin mizah dozunu biraz olsun toparlıyor.

Dört bir yanımızdan 3D animasyonlar fırlıyor sanki geyik misali...

20 ARKA PENCERE / 29 Kasım - 05 Aralık 2013

ÇOK BİLEN ADAM İLHAN YuRTSEVERTHE MAN WHO KNEW TOO MUCH (1934) [email protected]

Page 22: Arka Pencere - Sayi 214

YÖNETMEN STANISLAV CORDOVA’YITANIYOR MUSUNUZ?

TRENDEKİ YABANCI TuNCA [email protected] ON A TRAIN (1951)

22 ARKA PENCERE / 29 Kasım - 05 Aralık 2013

Page 23: Arka Pencere - Sayi 214

SİNEMAYI VE SİNEMACILARI KONu EDİNEN FİLMLER KADAR, Bu ÇERÇEVEDEKİ EDEBİ YAPITLARIN DA İLGİNÇ VE AYRI BİR TOPLAM OLuŞTuRDuĞu SÖYLENEBİLİR. BİLİNDİĞİ ÜZERE “TRENDEKİ

Yabancı”da, denk geldikçe bu kategorideki kitaplara yer vermeye çalışıyorum. Bu hafta söz edeceğim kitap ise henüz dilimize çevrilmemiş bir roman olan “Night Film”…

İlk kez, kısa süre önce Siren Yayınları’nca yayımlanan “Gündelik Felaket Teorileri” adlı, bir Harvard öğrencisinin filmlerden kitaplara ve gerçek yaşama açılan serüvenini anlatan romanıyla tanıdığımız, fotoğrafını yan sayfada takdim ettiğimiz ABD’li yazar Marisha Pessl’in kaleme aldığı ‘sinemasal gerilim’ diyebileceğim bir roman “Night Film”. Hayali bir film yönetmeninin, Stanislav Cordova’nın sıra dışı öyküsünü getiriyor karşımıza.

Cordova, korku filmleriyle tanınan ünlü bir yönetmendir ve 24 yaşındaki piyanist kızı Ashley, kısa süre önce ölü bulunmuştur. Romanın anlatıcı karakteri gazeteci Scott McGrath, beş yıl kadar önce hakkında çok az şey bilinen, gizemli bir yaşam süren Cordova hakkında bir araştırma yapmış, yönetmenin çocuklarla uygunsuz ilişkiler içinde bulunduğunu öğrenmiş, bunları bir televizyon programında açıkladıktan sonra da aleyhinde açılan davada yüklü bir tazminat ödemek zorunda kalmıştır. McGrath’ın bu olaydaki kaybı yalnızca para değildir; işini kaybetmiş, eşi de kendisinden ayrılmıştır. Medya, Ashley’nin intihar ettiğine dair haberlerle doludur, fakat McGrath, biraz da kuyruk acısıyla, tekrar Cordova’nın üzerine gider, olayı takibe alır.

Stanislav Cordova’nın filmleri aşırı şiddet içerdiği için gösterime çıkamamaktadır, fakat yeraltı piyasasında

çok sayıda hayranı vardır. Birbirleriyle iletişim içinde olan, ara sıra gizli toplantılar düzenleyen Cordova fanatiklerinden biriyle bağ kuran McGrath, Ashley’nin cesedinin bulunduğu depoyu incelerken, kızın eski sevgilisi olan Hopper’la da tanışır. Hopper da tıpkı Ashley gibi psikolojik sorunlardan mustariptir ama kahramanımıza yardımcı olmak istediğini söyler. Birlikte Ashley’nin son kez yemek yediği restorana gittiklerinde vestiyer görevlisi, onlara kırmızı bir palto verir. Ashley’nin paltosudur bu… Yani romanın girişinde, Scott McGrath’ın, çıktığı gece yürüyüşünde kendisini takip ettiğinden kuşkulandığı kızın üstündeki paltodur.

Yolu New York sokakları ve parklarından, akıl hastanelerinden, stüdyolardan, kiralık odalardan ve kara büyüden geçen “Night Film”, McGrath ve Hopper’ın, Cordova tarafından aynı zamanda film seti olarak da kullanılan kocaman evine girmeleriyle dallanıp budaklanmakta. Çünkü sonrasında adamımız kendisini adeta bir ‘Cordova filmi’nin içinde bulacak, bu tuhaf ailenin tuhaf gerçekleri kadar kendi hayatındaki açmazlarla da yüzleşecek, en sonunda da Cordova’yla karşılaşacaktır. Anlatma sırası, Stanislav Cordova’dadır.

Finali açık etmeyeyim ama genel okur için, bir roman olarak hararetle önerilebilecek denli parıltılı değilse de türün meraklılarının ilgisini çekebilecek, bence işbilir bir yönetmen tarafından beyazperdeye aktarılırsa çok daha çekici hale gelebilecek “Night Film”in en büyük başarısı, Cordova karakterinin çizilmesinden kaynaklanıyor. Ayrıca yazar Pessl, Ravel’den Debussy’ye müziği, Hitchcock’tan Lynch’e sinemayı da gayet iyi yedirmiş 600 sayfalık romanına.

Marisha Pessl, henüz ikinci romanında, ülkesi ABD’den başlayarak Anglosakson dünyada ses getirmeyi başarmış genç bir yazar. Dilerim “Night Film” de tez zamanda dilimize çevrilir ve ardından beyazperdeye aktarılır, kitap sayfaları arasında yedinci sanat izi sürmeye meraklı sinemaseverler neresinden bakılsa ilginç bir yönetmen portresi çizen bu öyküyle hemhal olma fırsatı bulurlar.

Haftaya görüşmek üzere. Sinema salonunu en son siz terk edin!

Ülkemizde, ilk romanı “Gündelik Felaket Teorileri”yle tanınan ABD’li yazar Marisha Pessl’in henüz Türkçeye çevrilmemiş ikinci romanı “Night Film”, kızı intihar eden korku filmleri yönetmeni Stanislav Cordova’nın sıra dışı öyküsünü getiriyor karşımıza.

YÖNETMEN STANISLAV CORDOVA’YITANIYOR MUSUNUZ?

29 Kasım - 05 Aralık 2013 / ARKA PENCERE 23

Page 24: Arka Pencere - Sayi 214

Amerikalı usta yönetmen George Stevens’ın Türkiye’de “Devlerin Aşkı” adıyla gösterilen filmi “Giant”a (1956) bu ismin yakıştırılmasındaki sebep, tabii ki filmin oyuncu kadrosundan ileri geliyordu. Elizabeth Taylor, Rock Hudson ve Ja-mes Dean’den oluşan kadro, beyazperdenin unutulmaz yapıtlarından birini ortaya koydu. Ama “Devlerin Aşkı” büyük bir aşk hikayesi anlatan ihtişamlı, büyük bütçeli ve ‘dev’ bir yapımdı aynı zamanda... Çarpıcı bir aşk üçgenini beyazperdeye taşıyan “Devlerin Aşkı”, halen zevkle izlenecek güçte...

DEVLERİN AŞKI

PEK ÇOK SİNEMASEVERİN SİNEMADAKİ İLK AŞKLARINDAN ELIZABETH TAYLOR, YAKIŞIKLI AKTÖR ROCK HuDSON VE HOLLYwOOD’uN İSMİNİ ‘ASİ’ KELİMESİYLE ÇOK BAŞARILI VE DE ETKİLİ BİR STRATEJİYLE BİRLEŞTİRDİĞİ JAMES DEAN’DEN OLuŞAN KADROSuYLA 1956’DA SEYİRCİLERİN KARŞISINA ÇIKAN Bu EPİK AŞK FİLMİ, AYNI ZAMANDA

uyarlandığı aynı adlı kalın roman (yazarı Edna Ferber) kadar hacimli bir yapım. Etkili bir aşk üçgeni hikayesinin içinde, bu kendine has özellikleri olan Teksas eyaletinin sosyo-ekonomik yapısına da dikkat çeken detaylar gizli. Ama tabii ki filmin en dikkat çeken ve seyircisini içine çeken özelliği; Yeşilçam melodramlarının da zamanında sıkça işlediği ve iki kenarının da birbirinin neredeyse tam zıddı iki adamın oluşturduğu klasik aşk üçgeni hikayesi...

Teksaslı zengin çiftlik sahibi Jordan ‘Bick’ Benedict (Rock Hudson) güneyli bir ailenin güzel kızı Leslie Lynnton’a (Elizabeth Taylor) âşık olur. Leslie de Bick’ten etkilenir ama en başlarda ona hiç belli etmez bu ilgisini. Hep huysuzluk yapar, kaprisli davranır ona karşı.

Sonra bunun açıklamasını da kendince yapacaktır Bick’e: “Beni en kötü tavırlarımla tanımanı istedim önce. En kötü halimle sevdiysen beni, sen benim için doğru bir erkeksin”. Bick tüm bu küçük flört oyunlarından galip ayrılır, kafasına koyduğunu yapar ve Leslie’yi karısı olarak kendi çiftliğine yani Teksas’a getirir.

Teksas’daki çiftliklerine dönen çifti bazı zorluklar karşılar. Teksas, Leslie için biraz sert koşullar barındırır ama o kocasına duyduğu sevgiyle her sorunun üstesinden gelmeye çalışır, güçlü bir kadın olduğunu da her fırsatta ispatlar. Ancak bir süre sonra bu tabloya Jett Rink adlı bir genç de dahil olur. Jett bu çiftliğin asi ruhlu, yapmacıksız ve meteliksiz şoförüdür. Leslie’ye çok sakin ve içten içe saygıyla karışık bir sevgi duyar. Oysa Jordan’ın kız kardeşi ölmeden önce kendisine ait olan çiftlik arazilerinden küçük bir bölümü Jett’e bırakmıştır. Bick bu toprağı Jett’den satın almak ister.

Ama Jett satmaz ve Leslie’den istediği karşılığı göremeyince de hırslanır ve toprağını geliştirmeye başlar. Petrol arar ve deliler gibi çalışır arazisinde. Leslie, Jett’e hiçbir zaman kötü davranmaz ama evliliğine de zarar getirecek hiçbir şey yapmaz. Ama Jett giderek toprağının değerini artırmakta ve Bick’e rakip olmaktadır. Aradan yıllar geçer ve Bick ile Leslie çiftinin kız ve erkek çocukları büyür. Jett petrol zengini olmuştur ama Leslie’ye hâlâ âşıktır. Bu arada Leslie’nin artık bir yetişkin olmuş genç kızı da Jett’e âşık olur ve ona yakınlaşmaya çalışır.

Romanı bilemiyoruz ama kimi klişe özellikler barındıran senaryonun George Stevens’ın elinde olağanüstü şekillendiğini söylemek pek de yanlış olmaz. Stevens bu uzun (üç saat, yirmibir

dakika) ve klasik aşk hikayesini Teksas’ın tozlu topraklı ve petrollü dekorunda sıkmadan, ustaca anlatıyor. Petrol yataklarının birer birer paylaşıldığı, Amerikan petrol sanayisinin şaha kalktığı, çiftçiliğin yavaş yavaş yerini petrolcülüğe bıraktığı Teksas’ın, o uçsuz bucaksız gibi görünen sarı toprakları filmin bir diğer karakteri gibi adeta... Stevens bolca geniş açılı kadrajlarıyla, büyük peyzajların içinde karakterlerini hareket ettiriyor ve onları sadece senaryonun yaptığı şekilde değil güçlü yönetimiyle, kullandığı açılar ve mizansenlerle de güçlendiriyor, geliştiriyor.

Kariyerine 1930’lu yıllarda çektiği kısa filmlerle başlayan George Stevens’ın ise Amerikan sinemasında ilk elde adı geçen yönetmenlerden biri olmaması da ayrıca enteresandır. Kariyeri boyunca “Vadiler Aslanı” (Shane), “İnsanlık Suçu” (A Place In The Sun), “Anne Frank’ın Hatıra Defteri” (The Diary Of Anne Frank) gibi önemli filmlere imzasını atmış yönetmen “Devlerin Aşkı”nda da adeta bir yönetmenlik dersi veriyor. George Stevens filminin her karesini bir yağlıboya tablo gibi işliyor... Kazandığı iki Oscar’dan biri de bu performansı sayesinde geliyor.

“Devlerin Aşkı” çevrildiği yıl olan 1956’da gişelerde büyük ilgiyle karşılanmıştı. Günümüzde bazı yazarlar filmi dev bir ‘soap opera’ya

benzetirler. Bazıları da sık sık yön değiştiren uzun bir film olarak değerlendirir. İlk başta Bick ile Leslie’nin inişli çıkışlı aşkı gibi başlayıp, evlilikleri sonrasında Leslie’nin Teksas’a ayak uydurma temasına geçiş yapmış gibi duran sonra da Jett’in devreye girişiyle aşk üçgenine evrilir gibi olan bir yapıda değerlendirirler. Oysa Leslie’nin tavrı ve drama çizgisindeki duruşu gayet tutarlıdır. Filmin finalinde Jett’in bütün yaptıkları yine de Leslie’de karşılığını bulamamıştır. Karı-koca yanyana oturup artık iyice büyümüş çocuklarına, torunlarına bakarlar... Filmin ‘sonsöz’ü çok net gibidir burada: Hayat zaten bundan ibarettir.

Filmde Rock Hudson’ın kariyerinin en iyi performanslarından birini izlerken Elizabeth Taylor güzelliğinin doruklarındadır. Her iki yıldız oyuncu da performans ve saçtıkları ışıltılarıyla onlara neden ‘yıldız’ denildiğini kanıtlar gibidirler. James Dean ise yazık ki tam da oyunculuğunu olgunlaştırmaya başladığını, o talihsiz kazayla ölmeden önceki bu son filminde gösterebilmişti. Bir sonraki filminde muhtemelen çok daha iyi olacaktı. Sessiz ve utangaç karizmasıyla Jett karakterine büyük katkıları olmuş James Dean’in...

Film 1996 yılında 40. yılı nedeniyle restore edilmiş olarak yeniden Amerikan sinemalarında gösterime sokulmuş ve 90’ların genç kuşağı tarafından da beğeniyle izlenmişti...

AŞKTAN DA ÜSTÜN BuRAK GÖRALNOTORIOUS (1946)

24 ARKA PENCERE / 29 Kasım - 05 Aralık 2013 29 Kasım - 05 Aralık 2013 / ARKA PENCERE 25

Page 25: Arka Pencere - Sayi 214

Amerikalı usta yönetmen George Stevens’ın Türkiye’de “Devlerin Aşkı” adıyla gösterilen filmi “Giant”a (1956) bu ismin yakıştırılmasındaki sebep, tabii ki filmin oyuncu kadrosundan ileri geliyordu. Elizabeth Taylor, Rock Hudson ve Ja-mes Dean’den oluşan kadro, beyazperdenin unutulmaz yapıtlarından birini ortaya koydu. Ama “Devlerin Aşkı” büyük bir aşk hikayesi anlatan ihtişamlı, büyük bütçeli ve ‘dev’ bir yapımdı aynı zamanda... Çarpıcı bir aşk üçgenini beyazperdeye taşıyan “Devlerin Aşkı”, halen zevkle izlenecek güçte...

DEVLERİN AŞKI

PEK ÇOK SİNEMASEVERİN SİNEMADAKİ İLK AŞKLARINDAN ELIZABETH TAYLOR, YAKIŞIKLI AKTÖR ROCK HuDSON VE HOLLYwOOD’uN İSMİNİ ‘ASİ’ KELİMESİYLE ÇOK BAŞARILI VE DE ETKİLİ BİR STRATEJİYLE BİRLEŞTİRDİĞİ JAMES DEAN’DEN OLuŞAN KADROSuYLA 1956’DA SEYİRCİLERİN KARŞISINA ÇIKAN Bu EPİK AŞK FİLMİ, AYNI ZAMANDA

uyarlandığı aynı adlı kalın roman (yazarı Edna Ferber) kadar hacimli bir yapım. Etkili bir aşk üçgeni hikayesinin içinde, bu kendine has özellikleri olan Teksas eyaletinin sosyo-ekonomik yapısına da dikkat çeken detaylar gizli. Ama tabii ki filmin en dikkat çeken ve seyircisini içine çeken özelliği; Yeşilçam melodramlarının da zamanında sıkça işlediği ve iki kenarının da birbirinin neredeyse tam zıddı iki adamın oluşturduğu klasik aşk üçgeni hikayesi...

Teksaslı zengin çiftlik sahibi Jordan ‘Bick’ Benedict (Rock Hudson) güneyli bir ailenin güzel kızı Leslie Lynnton’a (Elizabeth Taylor) âşık olur. Leslie de Bick’ten etkilenir ama en başlarda ona hiç belli etmez bu ilgisini. Hep huysuzluk yapar, kaprisli davranır ona karşı.

Sonra bunun açıklamasını da kendince yapacaktır Bick’e: “Beni en kötü tavırlarımla tanımanı istedim önce. En kötü halimle sevdiysen beni, sen benim için doğru bir erkeksin”. Bick tüm bu küçük flört oyunlarından galip ayrılır, kafasına koyduğunu yapar ve Leslie’yi karısı olarak kendi çiftliğine yani Teksas’a getirir.

Teksas’daki çiftliklerine dönen çifti bazı zorluklar karşılar. Teksas, Leslie için biraz sert koşullar barındırır ama o kocasına duyduğu sevgiyle her sorunun üstesinden gelmeye çalışır, güçlü bir kadın olduğunu da her fırsatta ispatlar. Ancak bir süre sonra bu tabloya Jett Rink adlı bir genç de dahil olur. Jett bu çiftliğin asi ruhlu, yapmacıksız ve meteliksiz şoförüdür. Leslie’ye çok sakin ve içten içe saygıyla karışık bir sevgi duyar. Oysa Jordan’ın kız kardeşi ölmeden önce kendisine ait olan çiftlik arazilerinden küçük bir bölümü Jett’e bırakmıştır. Bick bu toprağı Jett’den satın almak ister.

Ama Jett satmaz ve Leslie’den istediği karşılığı göremeyince de hırslanır ve toprağını geliştirmeye başlar. Petrol arar ve deliler gibi çalışır arazisinde. Leslie, Jett’e hiçbir zaman kötü davranmaz ama evliliğine de zarar getirecek hiçbir şey yapmaz. Ama Jett giderek toprağının değerini artırmakta ve Bick’e rakip olmaktadır. Aradan yıllar geçer ve Bick ile Leslie çiftinin kız ve erkek çocukları büyür. Jett petrol zengini olmuştur ama Leslie’ye hâlâ âşıktır. Bu arada Leslie’nin artık bir yetişkin olmuş genç kızı da Jett’e âşık olur ve ona yakınlaşmaya çalışır.

Romanı bilemiyoruz ama kimi klişe özellikler barındıran senaryonun George Stevens’ın elinde olağanüstü şekillendiğini söylemek pek de yanlış olmaz. Stevens bu uzun (üç saat, yirmibir

dakika) ve klasik aşk hikayesini Teksas’ın tozlu topraklı ve petrollü dekorunda sıkmadan, ustaca anlatıyor. Petrol yataklarının birer birer paylaşıldığı, Amerikan petrol sanayisinin şaha kalktığı, çiftçiliğin yavaş yavaş yerini petrolcülüğe bıraktığı Teksas’ın, o uçsuz bucaksız gibi görünen sarı toprakları filmin bir diğer karakteri gibi adeta... Stevens bolca geniş açılı kadrajlarıyla, büyük peyzajların içinde karakterlerini hareket ettiriyor ve onları sadece senaryonun yaptığı şekilde değil güçlü yönetimiyle, kullandığı açılar ve mizansenlerle de güçlendiriyor, geliştiriyor.

Kariyerine 1930’lu yıllarda çektiği kısa filmlerle başlayan George Stevens’ın ise Amerikan sinemasında ilk elde adı geçen yönetmenlerden biri olmaması da ayrıca enteresandır. Kariyeri boyunca “Vadiler Aslanı” (Shane), “İnsanlık Suçu” (A Place In The Sun), “Anne Frank’ın Hatıra Defteri” (The Diary Of Anne Frank) gibi önemli filmlere imzasını atmış yönetmen “Devlerin Aşkı”nda da adeta bir yönetmenlik dersi veriyor. George Stevens filminin her karesini bir yağlıboya tablo gibi işliyor... Kazandığı iki Oscar’dan biri de bu performansı sayesinde geliyor.

“Devlerin Aşkı” çevrildiği yıl olan 1956’da gişelerde büyük ilgiyle karşılanmıştı. Günümüzde bazı yazarlar filmi dev bir ‘soap opera’ya

benzetirler. Bazıları da sık sık yön değiştiren uzun bir film olarak değerlendirir. İlk başta Bick ile Leslie’nin inişli çıkışlı aşkı gibi başlayıp, evlilikleri sonrasında Leslie’nin Teksas’a ayak uydurma temasına geçiş yapmış gibi duran sonra da Jett’in devreye girişiyle aşk üçgenine evrilir gibi olan bir yapıda değerlendirirler. Oysa Leslie’nin tavrı ve drama çizgisindeki duruşu gayet tutarlıdır. Filmin finalinde Jett’in bütün yaptıkları yine de Leslie’de karşılığını bulamamıştır. Karı-koca yanyana oturup artık iyice büyümüş çocuklarına, torunlarına bakarlar... Filmin ‘sonsöz’ü çok net gibidir burada: Hayat zaten bundan ibarettir.

Filmde Rock Hudson’ın kariyerinin en iyi performanslarından birini izlerken Elizabeth Taylor güzelliğinin doruklarındadır. Her iki yıldız oyuncu da performans ve saçtıkları ışıltılarıyla onlara neden ‘yıldız’ denildiğini kanıtlar gibidirler. James Dean ise yazık ki tam da oyunculuğunu olgunlaştırmaya başladığını, o talihsiz kazayla ölmeden önceki bu son filminde gösterebilmişti. Bir sonraki filminde muhtemelen çok daha iyi olacaktı. Sessiz ve utangaç karizmasıyla Jett karakterine büyük katkıları olmuş James Dean’in...

Film 1996 yılında 40. yılı nedeniyle restore edilmiş olarak yeniden Amerikan sinemalarında gösterime sokulmuş ve 90’ların genç kuşağı tarafından da beğeniyle izlenmişti...

AŞKTAN DA ÜSTÜN BuRAK GÖRALNOTORIOUS (1946)

24 ARKA PENCERE / 29 Kasım - 05 Aralık 2013 29 Kasım - 05 Aralık 2013 / ARKA PENCERE 25

Page 26: Arka Pencere - Sayi 214

Şilili belgeselci Patricio Guzmán, Ankara ayağı bugün başlayan 19. Gezici Festival’in “Ne Yapmalı?” başlıklı bölümünde

yer alan 2010 tarihli çarpıcı belgeseli “Işığa Özlem”de (Nostalgia De La Luz) hafıza mefhumuna yakından temas ediyor.

IŞIĞA ÖZLEM

HER ŞEY DÜNYANIN EN KuRAK, ŞİLİ’NİN EN BÜYÜK ÇÖLÜ ATACAMA’DA BAŞLIYOR. uÇSuZ BuCAKSIZ, SONSuZ, HEM ÜRKÜTÜCÜ HEM BÜYÜLEYİCİ ‘KORKuNÇ’ BİR YER BuRASI… HİÇBİR CANLININ KENDİ İMKANLARIYLA YAŞAMINI SÜRDÜREMEYECEĞİ, Bu DÜNYAYA AİT DEĞİLMİŞ GİBİ GÖRÜNEN VE ŞİLİ’NİN ‘İÇİMDEKİ GEZEGEN’ DİYE SESLENDİĞİ BİR

yer aynı zamanda. Bilim insanları, hem çölün kendisiyle hem de sunduğu imkanlarla ilgileniyorlar. Çölün bu ölgünlüğü, yaşamın devinimlerini gözlemlemek için benzersiz fırsatlar sunuyor. Atacama’da bilim insanları kendi kökenlerini, canlılığın temellerini ve her şeyin nedenini arıyorlar. Hiçbir an, boşlukta gördüklerinin bir tür yanılsama olduğunu unutmadan; ışığın gözlerine ulaşma süresini oyunun dışında bırakmadan; ‘geçmiş’ mefhumu mutlak iken ‘şimdi’nin ise bir illüzyondan ibaret olduğunu göz ardı etmeden…

‘Nedenini’ arayan, rasyonel bir mahluk olarak insan, nimetsiz bir çölde gökyüzüne bakarken bir diğer tarafta ‘sonuç’la yüzleşmek isteyen akrabalarıyla bağ kuruyor. Zira bu çölün başka ‘müdavimleri’ de var. 1973’teki ağır askeri darbenin kurbanları, bu sonsuz çölün kızıl katmanlarına sıkışmışlar. Bu nedenle toprakların altında, kardeşinin, çocuğunun, kocasının, yani, en genel anlamıyla ailesinin kalıntılarını arayan, acılarla yüzleşmesi dahi engellenmiş kadınlar bu kızıl toprağı kazıyor. Bilim insanları gökyüzüne bakarak ararken onlar çok daha somut haliyle toprağa bakarak arıyorlar insanı. Farkındalıklı bir inatla peşine düştükleri bu acı macera, asla yitirmedikleri ve yitirmekten korkmadıkları umutları tarafından güdümleniyor. General Pinochet’nin katıksız faşizmi Şili’nin en boş coğrafyasının tüm hücrelerine sinmiş bir şekilde, kurbanlarıyla yüzleşmeye korkak bekliyor.

Herhangi bir faili meçhuller ülkesi, Şili halkının rüyasını ve kabusunu rahatça özümseyebilir elbette ki. Serbest seçimle iktidara gelen ilk batılı sosyalist hükümetin başkanı Salvador Allende’nin tohumunu ektiği rüya, Amerika destekli askeri darbenin ardından 17 yıllık bir kabusa evriliyor. Pinochet’nin faşist rejimi, doğası gereği, kapıyı hoşgörü kavramının yüzüne çarpıyor. Bütün baskılananlar, kafası başka yöne doğrultulanlar ve bir tür lobotomi ile hafızası köreltilenler, devlet terörü karşısında her şeyle yüzleşebilecekleri ‘o’ günü bekliyorlar. Şili, dünyadaki ‘liberal(!)’ diktatörlüğün pilot bölgelerinden biri haline gelirken, unutmak ile hatırlamak seçenekleri hayatın anlamını ifade etmeye koyuluyorlar.

Patricio Guzmán’ın “Işığa Özlem”i (Nostalgia De La Luz), aslında ismiyle müsemma bir duruşla bir hasretin peşine düşüyor. Her topluma lazım bir ‘toplumsal hafıza’nın, unutmaya meyillendirilmiş

bir toplumla olan ince bağını ‘ışık’ ve ‘hayat’ üzerinden kuruyor. Daha önce ayrı ayrı General Pinochet’nin (Le Cas Pinochet, 2001) ve Salvador Allende’nin (Salvador Allende, 2004) belgesellerini yapan ve kariyerinin tüm muhteviyatını Şili’nin politik bataklığına ayıran Guzmán, bu kez iki politik figür arasında kalan ve toprağın altına süpürülenlerine adıyor belgeselini: Şili’nin Cumartesi Anneleri… Ölümün somut hali gibi görünen Alacama çölünde, bir umut bir kafatası parçası ya da bir ayak parmağı kemiği arıyorlar yılmadan. Şiddetten geriye kalanı, hiçbir şeyi unutmamak için kucaklamak ve bağırlarına basmak istiyorlar. Hesap sormak istiyorlar, hesap soracak birini arıyorlar.

Patricio Guzmán, son derece kişisel ve öznel bir anlatımla, görsele sesli yorum katarken yeryüzüne çevirdiği denli gökyüzüne de çeviriyor kamerasını. Bu kadar küçük, bu kadar anlamsız ve evrenin geri kalanıyla orantıladığımızda düpedüz ‘gereksiz’ canlıların acizliklerini anlamak için gökyüzü; hayatın başlangıcından hayatın sonlanışına kadar kendini yazan tarihi ‘anlamlandırmak’ için gökyüzü… Patricio Guzmán, bütün bu bağlamı üretirken bilimi ve özellikle de bilim felsefesini çok umursuyor. Zira göreceli olmayan bilimsel kanunlar üzerinden hayatın kendisine dair türetilecek objektif çıkarımlar, tartışılmaz bir önem taşıyor.

Aynı çölde, farklı amaçlara sahip gibi görünüyor olsalar da aslında aynı şeyi, gerçeği arayan iki farklı grup arasında kurulan bağ Patricio Guzmán’ın film dahilindeki en mühim ve şekillendirici buluşlarından biri. “Işığa Özlem”, gerçeği tek bir perspektif üzerinden tanımlıyor. Çünkü Şili’deki bu sonucu bilinmez arayışın vaat ettiği gerçek, bu göz ile eksiksiz bir biçimde somutlanabilir. Dev bir çölü paylaşan, hiçbir ortak noktaları bulunmamasına rağmen, büyük bir merak duygusuyla ve ne kadar acı olduğunu dert etmeden geçmişe dair mutlak doğruyu arayan insanlar, cevaplayamadıkları sorular hariç hiçbir şeyi umursamıyorlar.

“Işığa Özlem”, unutulmaya mahkum edilen sosyal bilinci kuvvetlendirme amacı güdüyor. Sadece bu bağlamda bile üzerinde yaşadığınız ‘herhangi’ bir coğrafyayla bir bağ kurabilirsiniz. Daha da özele inersek, bu belgesel, çok benzer sorunlardan muzdarip Türkiye halkının –en azından- kendine anlayışla yaklaşabilmesi için çok mühim ayrıntılar bahşediyor. Kırmızı hap ya da mavi hap ikilemindeki seçim yeniden karşımıza gelirken, bu belgesel sayesinde kararımız bir nebze olsun kolaylaşıyor sanki. Unutmak, eskisi kadar rahatlatıcı görünmüyor.

TOPAZ KAAN [email protected] (1969)

29 Kasım - 05 Aralık 2013 / ARKA PENCERE 27

Page 27: Arka Pencere - Sayi 214

Şilili belgeselci Patricio Guzmán, Ankara ayağı bugün başlayan 19. Gezici Festival’in “Ne Yapmalı?” başlıklı bölümünde

yer alan 2010 tarihli çarpıcı belgeseli “Işığa Özlem”de (Nostalgia De La Luz) hafıza mefhumuna yakından temas ediyor.

IŞIĞA ÖZLEM

HER ŞEY DÜNYANIN EN KuRAK, ŞİLİ’NİN EN BÜYÜK ÇÖLÜ ATACAMA’DA BAŞLIYOR. uÇSuZ BuCAKSIZ, SONSuZ, HEM ÜRKÜTÜCÜ HEM BÜYÜLEYİCİ ‘KORKuNÇ’ BİR YER BuRASI… HİÇBİR CANLININ KENDİ İMKANLARIYLA YAŞAMINI SÜRDÜREMEYECEĞİ, Bu DÜNYAYA AİT DEĞİLMİŞ GİBİ GÖRÜNEN VE ŞİLİ’NİN ‘İÇİMDEKİ GEZEGEN’ DİYE SESLENDİĞİ BİR

yer aynı zamanda. Bilim insanları, hem çölün kendisiyle hem de sunduğu imkanlarla ilgileniyorlar. Çölün bu ölgünlüğü, yaşamın devinimlerini gözlemlemek için benzersiz fırsatlar sunuyor. Atacama’da bilim insanları kendi kökenlerini, canlılığın temellerini ve her şeyin nedenini arıyorlar. Hiçbir an, boşlukta gördüklerinin bir tür yanılsama olduğunu unutmadan; ışığın gözlerine ulaşma süresini oyunun dışında bırakmadan; ‘geçmiş’ mefhumu mutlak iken ‘şimdi’nin ise bir illüzyondan ibaret olduğunu göz ardı etmeden…

‘Nedenini’ arayan, rasyonel bir mahluk olarak insan, nimetsiz bir çölde gökyüzüne bakarken bir diğer tarafta ‘sonuç’la yüzleşmek isteyen akrabalarıyla bağ kuruyor. Zira bu çölün başka ‘müdavimleri’ de var. 1973’teki ağır askeri darbenin kurbanları, bu sonsuz çölün kızıl katmanlarına sıkışmışlar. Bu nedenle toprakların altında, kardeşinin, çocuğunun, kocasının, yani, en genel anlamıyla ailesinin kalıntılarını arayan, acılarla yüzleşmesi dahi engellenmiş kadınlar bu kızıl toprağı kazıyor. Bilim insanları gökyüzüne bakarak ararken onlar çok daha somut haliyle toprağa bakarak arıyorlar insanı. Farkındalıklı bir inatla peşine düştükleri bu acı macera, asla yitirmedikleri ve yitirmekten korkmadıkları umutları tarafından güdümleniyor. General Pinochet’nin katıksız faşizmi Şili’nin en boş coğrafyasının tüm hücrelerine sinmiş bir şekilde, kurbanlarıyla yüzleşmeye korkak bekliyor.

Herhangi bir faili meçhuller ülkesi, Şili halkının rüyasını ve kabusunu rahatça özümseyebilir elbette ki. Serbest seçimle iktidara gelen ilk batılı sosyalist hükümetin başkanı Salvador Allende’nin tohumunu ektiği rüya, Amerika destekli askeri darbenin ardından 17 yıllık bir kabusa evriliyor. Pinochet’nin faşist rejimi, doğası gereği, kapıyı hoşgörü kavramının yüzüne çarpıyor. Bütün baskılananlar, kafası başka yöne doğrultulanlar ve bir tür lobotomi ile hafızası köreltilenler, devlet terörü karşısında her şeyle yüzleşebilecekleri ‘o’ günü bekliyorlar. Şili, dünyadaki ‘liberal(!)’ diktatörlüğün pilot bölgelerinden biri haline gelirken, unutmak ile hatırlamak seçenekleri hayatın anlamını ifade etmeye koyuluyorlar.

Patricio Guzmán’ın “Işığa Özlem”i (Nostalgia De La Luz), aslında ismiyle müsemma bir duruşla bir hasretin peşine düşüyor. Her topluma lazım bir ‘toplumsal hafıza’nın, unutmaya meyillendirilmiş

bir toplumla olan ince bağını ‘ışık’ ve ‘hayat’ üzerinden kuruyor. Daha önce ayrı ayrı General Pinochet’nin (Le Cas Pinochet, 2001) ve Salvador Allende’nin (Salvador Allende, 2004) belgesellerini yapan ve kariyerinin tüm muhteviyatını Şili’nin politik bataklığına ayıran Guzmán, bu kez iki politik figür arasında kalan ve toprağın altına süpürülenlerine adıyor belgeselini: Şili’nin Cumartesi Anneleri… Ölümün somut hali gibi görünen Alacama çölünde, bir umut bir kafatası parçası ya da bir ayak parmağı kemiği arıyorlar yılmadan. Şiddetten geriye kalanı, hiçbir şeyi unutmamak için kucaklamak ve bağırlarına basmak istiyorlar. Hesap sormak istiyorlar, hesap soracak birini arıyorlar.

Patricio Guzmán, son derece kişisel ve öznel bir anlatımla, görsele sesli yorum katarken yeryüzüne çevirdiği denli gökyüzüne de çeviriyor kamerasını. Bu kadar küçük, bu kadar anlamsız ve evrenin geri kalanıyla orantıladığımızda düpedüz ‘gereksiz’ canlıların acizliklerini anlamak için gökyüzü; hayatın başlangıcından hayatın sonlanışına kadar kendini yazan tarihi ‘anlamlandırmak’ için gökyüzü… Patricio Guzmán, bütün bu bağlamı üretirken bilimi ve özellikle de bilim felsefesini çok umursuyor. Zira göreceli olmayan bilimsel kanunlar üzerinden hayatın kendisine dair türetilecek objektif çıkarımlar, tartışılmaz bir önem taşıyor.

Aynı çölde, farklı amaçlara sahip gibi görünüyor olsalar da aslında aynı şeyi, gerçeği arayan iki farklı grup arasında kurulan bağ Patricio Guzmán’ın film dahilindeki en mühim ve şekillendirici buluşlarından biri. “Işığa Özlem”, gerçeği tek bir perspektif üzerinden tanımlıyor. Çünkü Şili’deki bu sonucu bilinmez arayışın vaat ettiği gerçek, bu göz ile eksiksiz bir biçimde somutlanabilir. Dev bir çölü paylaşan, hiçbir ortak noktaları bulunmamasına rağmen, büyük bir merak duygusuyla ve ne kadar acı olduğunu dert etmeden geçmişe dair mutlak doğruyu arayan insanlar, cevaplayamadıkları sorular hariç hiçbir şeyi umursamıyorlar.

“Işığa Özlem”, unutulmaya mahkum edilen sosyal bilinci kuvvetlendirme amacı güdüyor. Sadece bu bağlamda bile üzerinde yaşadığınız ‘herhangi’ bir coğrafyayla bir bağ kurabilirsiniz. Daha da özele inersek, bu belgesel, çok benzer sorunlardan muzdarip Türkiye halkının –en azından- kendine anlayışla yaklaşabilmesi için çok mühim ayrıntılar bahşediyor. Kırmızı hap ya da mavi hap ikilemindeki seçim yeniden karşımıza gelirken, bu belgesel sayesinde kararımız bir nebze olsun kolaylaşıyor sanki. Unutmak, eskisi kadar rahatlatıcı görünmüyor.

TOPAZ KAAN [email protected] (1969)

29 Kasım - 05 Aralık 2013 / ARKA PENCERE 27

Page 28: Arka Pencere - Sayi 214

El değmemiş hazineleri keşfedeceğim derken bazen nefes almayı bile ihmal eden meczuplardansanız ve bu satırları okuyup da hâlâ Ed Radtke’nin şahane filmi “Düş Avcısı”nın (The Dream Catcher, 1999) peşine düşmediyseniz, kafayı cepheden son sürat toslayabileceğiniz şöyle şık bir duvar bakmaya başlayabilirsiniz.

DÜŞ AVCISI

ED RADTKE İSMİ SİZE NE İFADE EDİYOR? HİÇBİR ŞEY Mİ? HİÇ ÜZÜLMEYİN, YALNIZ DEĞİLSİNİZ. AMERİKAN BAĞIMSIZ SİNEMASIYLA İLİŞKİSİ SAPLANTI BOYuTLARINA VARAN uSLANMAZ SİNEFİLLER DIŞINDA PEK KİMSENİN MERAK ÇEVİRDİĞİ BİR ŞAHSİYET SAYILMAZ KENDİSİ. Bu ANLAMDA KENDİNİZİ ÇOK DA HIRPALAMANIZA HACET YOK.

Lakin el değmemiş hazineleri keşfedeceğim derken bazen nefes almayı bile ihmal eden meczuplardansanız ve bu satırları okuyup da hâlâ yönetmenin şahane filmi “Düş Avcısı”nın (The Dream Catcher, 1999) peşine düşmediyseniz, kafayı cepheden son sürat toslayabileceğiniz şöyle şık bir duvar bakmaya başlayabilirsiniz.

Bağımsız kanadın en sevdiği mevzulardan birine dalıyor Radtke bu dokunaklı filminde; kendini yollara vurmuş kaybedenler. Hikaye gördüğünüz üzere defalarca işlenmiş, çok da orijinal görünmeyen bir temaya yaslanmakta.

Kimsesizler yurdundan kaçan baş belası Albert ile bir anlamda kendinden kaçan Freddy’nin kesişen yolları iki genci Amerika’nın iç bunaltıcı taşrasında bir oraya bir buraya yalpalatırken her seferinde çıkmaz sokaklara varıyor.

Filmin anlatı yapısı itibariyle pek de yenilikçi bir üslup denemesine giriştiği söylenemez. Hatta yönetmenin bir sonraki filmi “Hayatın Hızı”nın (The Speed Of Life, 2007) çok daha deneysel, giderek radikal

bir biçeme sahip olduğu, “Düş Avcısı”nın ise ziyadesiyle klasik bir anlatı olduğu dahi savunulabilir. Ne var ki, bu onun Amerikan bağımsız sinemasından çıkıp gelmiş belki de en melankolik, insanın canını yakan filmlerden biri olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Radtke iki tutunamayanın öyküsünü alabildiğine gerçekçi bir şiirsellikle süslüyor. Uçsuz bucaksız yollar Radtke’nin filminde tehlikeli oldukları ölçüde Albert ve Freddy için bir sığınağa da dönüşüyor aynı zamanda.

Her ikisi de hem geçmişlerinden hem de geleceğin kucaklarına getirip bırakacağı her nevi olasılıktan ölesiye korkuyor adeta. Bilhassa Freddy herhangi bir gerçekle yüzleşmektense, kafasını toprağın altına gömmeyi yeğliyor uzunca bir müddet. Bu yönüyle “Düş Avcısı” bir bakıma çocuksu bir kaçış öyküsü olarak da izlenebilir.

İkisi de babasız büyüyen Freddy ve Albert arasında kısa zamanda gelgitli bir ağabey kardeş ilişkisi filizlenirken, bir süre sonra Freddy, Albert için bir çeşit baba figürüne dönüşmeye de başlıyor gönülsüzce. Bu noktada asıl tokat etkisi yaratansa, yakın zamanda gerçekten baba olacak ve fakat bu hesapta olmayan durumun getirdiği sorumluluğun altına girmeye zerre kadar istekli görünmeyen Freddy’nin belki de bir çeşit ön hazırlık olması gereken bu babalık işini kıvıramaması. Bir

baltaya sap olamamış öz babasının terk-i diyar eyleyip oğlunu kendi kaderine terk edişinin açtığı yaralar henüz Freddy’nin içinde taptaze dururken, Albert’ın sebep olduğu belalardan gına getirip zılgıtı basmaktan kendini alamıyor ve bu esnada belki de ufukta bekleyen çok daha ağır mesuliyetlerin ağırlığıyla da boğuşmaya başlıyor genç adam.

Hiç bilmediği, kendi kendine doğrultması icap eden bir yola girmek üzere olan Freddy’nin baba olmanın gerekliliklerini ilk elden görüp öğrenme fırsatını hiç yakalayamamışken, şimdi apansız önüne çıkan babalık hadisesi karşısında verebildiği yegane tepki korku, öfke ve tahammülsüzlük oluyor. Yalnızca kendine ya da Albert’a karşı değil, çocuğunun annesi olmaya hazırlanan kıza ve gitgide tüm insanoğluna yönelik bir hiddet ve tahammülsüzlük taşıyor içinde.

O hiddetin asıl hedefi ve de müsebbibi olan babasının karşısına çıktığında ise ne öz oğlu olduğunu söyleyebiliyor ne de yol açtığı kayıp yılların hesabını sorabiliyor Freddy. Tek yapabildiği adamın suratına silahı dayayıp tüm parasına el koymak oluyor. Böylece Freddy için geçmişe bir sünger çekmenin vaktinin gelmiş olduğunu ve artık yoluna biraz daha olgun bir adam olarak devam edeceğini sezinliyoruz.

Bunu vurgulayış biçimi hayli garip dursa da Freddy sorumluluklarının altına girmeye hazır hale geldiğini, öfkesini dışarı

kusmak yerine sorunlarını içsel bir hesaplaşmayla çözüme kavuşturması gerektiğini idrak edişiyle hissettiriyor bize.

Locarno, Selanik, Paris ve Festória gibi nitelikli festivallerden hatırı sayılır ödüllerle ayrılan “Düş Avcısı”nın 20 yıllık bir yönetmenlik kariyerine sahip Ed Radtke’nin çektiği yalnızca üç filmden biri oluşu ise talihsizlik olarak mı nitelenmeli yoksa bir çeşit nimet mi, kararı siz verin.

Şu sıralar Texas Üniversitesi’nde film dersleri veren Radtke’nin belki de Amerikan sinemasının en fazla görmezden gelinmiş isimlerinden biri olduğuna ise “Düş Avcısı”nı izleme şansına erişen bir sinemaseverin itiraz edebileceğini hiç sanmıyoruz.

Yönetmenliğin yanı sıra birçok projede yazar, editör, yapımcı ve asistan kimliğiyle yer almış olan Radtke, belgeselden kısa filme, müzik videolarından reklam filmlerine kadar pek çok farklı mecrada boy göstermiş, sayısız workshop’a katılmış, Columbia ve New York gibi saygın üniversitelerde konferanslar vermiş çok yönlü bir kişilik aynı zamanda.

Film grameri üzerine çokça kafa yoran bir adam olduğunu kavrayabilmek için şimdilik son filmi olan “Hayatın Hızı”na bakmak gerekirken, başyapıtı içinse lütfen şöyle buyurun...

28 ARKA PENCERE / 29 Kasım - 05 Aralık 29 Kasım - 05 Aralık 2013 / ARKA PENCERE 29

GİZLİ AJAN İLHAN [email protected] AGENT (1936)

Page 29: Arka Pencere - Sayi 214

El değmemiş hazineleri keşfedeceğim derken bazen nefes almayı bile ihmal eden meczuplardansanız ve bu satırları okuyup da hâlâ Ed Radtke’nin şahane filmi “Düş Avcısı”nın (The Dream Catcher, 1999) peşine düşmediyseniz, kafayı cepheden son sürat toslayabileceğiniz şöyle şık bir duvar bakmaya başlayabilirsiniz.

DÜŞ AVCISI

ED RADTKE İSMİ SİZE NE İFADE EDİYOR? HİÇBİR ŞEY Mİ? HİÇ ÜZÜLMEYİN, YALNIZ DEĞİLSİNİZ. AMERİKAN BAĞIMSIZ SİNEMASIYLA İLİŞKİSİ SAPLANTI BOYuTLARINA VARAN uSLANMAZ SİNEFİLLER DIŞINDA PEK KİMSENİN MERAK ÇEVİRDİĞİ BİR ŞAHSİYET SAYILMAZ KENDİSİ. Bu ANLAMDA KENDİNİZİ ÇOK DA HIRPALAMANIZA HACET YOK.

Lakin el değmemiş hazineleri keşfedeceğim derken bazen nefes almayı bile ihmal eden meczuplardansanız ve bu satırları okuyup da hâlâ yönetmenin şahane filmi “Düş Avcısı”nın (The Dream Catcher, 1999) peşine düşmediyseniz, kafayı cepheden son sürat toslayabileceğiniz şöyle şık bir duvar bakmaya başlayabilirsiniz.

Bağımsız kanadın en sevdiği mevzulardan birine dalıyor Radtke bu dokunaklı filminde; kendini yollara vurmuş kaybedenler. Hikaye gördüğünüz üzere defalarca işlenmiş, çok da orijinal görünmeyen bir temaya yaslanmakta.

Kimsesizler yurdundan kaçan baş belası Albert ile bir anlamda kendinden kaçan Freddy’nin kesişen yolları iki genci Amerika’nın iç bunaltıcı taşrasında bir oraya bir buraya yalpalatırken her seferinde çıkmaz sokaklara varıyor.

Filmin anlatı yapısı itibariyle pek de yenilikçi bir üslup denemesine giriştiği söylenemez. Hatta yönetmenin bir sonraki filmi “Hayatın Hızı”nın (The Speed Of Life, 2007) çok daha deneysel, giderek radikal

bir biçeme sahip olduğu, “Düş Avcısı”nın ise ziyadesiyle klasik bir anlatı olduğu dahi savunulabilir. Ne var ki, bu onun Amerikan bağımsız sinemasından çıkıp gelmiş belki de en melankolik, insanın canını yakan filmlerden biri olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Radtke iki tutunamayanın öyküsünü alabildiğine gerçekçi bir şiirsellikle süslüyor. Uçsuz bucaksız yollar Radtke’nin filminde tehlikeli oldukları ölçüde Albert ve Freddy için bir sığınağa da dönüşüyor aynı zamanda.

Her ikisi de hem geçmişlerinden hem de geleceğin kucaklarına getirip bırakacağı her nevi olasılıktan ölesiye korkuyor adeta. Bilhassa Freddy herhangi bir gerçekle yüzleşmektense, kafasını toprağın altına gömmeyi yeğliyor uzunca bir müddet. Bu yönüyle “Düş Avcısı” bir bakıma çocuksu bir kaçış öyküsü olarak da izlenebilir.

İkisi de babasız büyüyen Freddy ve Albert arasında kısa zamanda gelgitli bir ağabey kardeş ilişkisi filizlenirken, bir süre sonra Freddy, Albert için bir çeşit baba figürüne dönüşmeye de başlıyor gönülsüzce. Bu noktada asıl tokat etkisi yaratansa, yakın zamanda gerçekten baba olacak ve fakat bu hesapta olmayan durumun getirdiği sorumluluğun altına girmeye zerre kadar istekli görünmeyen Freddy’nin belki de bir çeşit ön hazırlık olması gereken bu babalık işini kıvıramaması. Bir

baltaya sap olamamış öz babasının terk-i diyar eyleyip oğlunu kendi kaderine terk edişinin açtığı yaralar henüz Freddy’nin içinde taptaze dururken, Albert’ın sebep olduğu belalardan gına getirip zılgıtı basmaktan kendini alamıyor ve bu esnada belki de ufukta bekleyen çok daha ağır mesuliyetlerin ağırlığıyla da boğuşmaya başlıyor genç adam.

Hiç bilmediği, kendi kendine doğrultması icap eden bir yola girmek üzere olan Freddy’nin baba olmanın gerekliliklerini ilk elden görüp öğrenme fırsatını hiç yakalayamamışken, şimdi apansız önüne çıkan babalık hadisesi karşısında verebildiği yegane tepki korku, öfke ve tahammülsüzlük oluyor. Yalnızca kendine ya da Albert’a karşı değil, çocuğunun annesi olmaya hazırlanan kıza ve gitgide tüm insanoğluna yönelik bir hiddet ve tahammülsüzlük taşıyor içinde.

O hiddetin asıl hedefi ve de müsebbibi olan babasının karşısına çıktığında ise ne öz oğlu olduğunu söyleyebiliyor ne de yol açtığı kayıp yılların hesabını sorabiliyor Freddy. Tek yapabildiği adamın suratına silahı dayayıp tüm parasına el koymak oluyor. Böylece Freddy için geçmişe bir sünger çekmenin vaktinin gelmiş olduğunu ve artık yoluna biraz daha olgun bir adam olarak devam edeceğini sezinliyoruz.

Bunu vurgulayış biçimi hayli garip dursa da Freddy sorumluluklarının altına girmeye hazır hale geldiğini, öfkesini dışarı

kusmak yerine sorunlarını içsel bir hesaplaşmayla çözüme kavuşturması gerektiğini idrak edişiyle hissettiriyor bize.

Locarno, Selanik, Paris ve Festória gibi nitelikli festivallerden hatırı sayılır ödüllerle ayrılan “Düş Avcısı”nın 20 yıllık bir yönetmenlik kariyerine sahip Ed Radtke’nin çektiği yalnızca üç filmden biri oluşu ise talihsizlik olarak mı nitelenmeli yoksa bir çeşit nimet mi, kararı siz verin.

Şu sıralar Texas Üniversitesi’nde film dersleri veren Radtke’nin belki de Amerikan sinemasının en fazla görmezden gelinmiş isimlerinden biri olduğuna ise “Düş Avcısı”nı izleme şansına erişen bir sinemaseverin itiraz edebileceğini hiç sanmıyoruz.

Yönetmenliğin yanı sıra birçok projede yazar, editör, yapımcı ve asistan kimliğiyle yer almış olan Radtke, belgeselden kısa filme, müzik videolarından reklam filmlerine kadar pek çok farklı mecrada boy göstermiş, sayısız workshop’a katılmış, Columbia ve New York gibi saygın üniversitelerde konferanslar vermiş çok yönlü bir kişilik aynı zamanda.

Film grameri üzerine çokça kafa yoran bir adam olduğunu kavrayabilmek için şimdilik son filmi olan “Hayatın Hızı”na bakmak gerekirken, başyapıtı içinse lütfen şöyle buyurun...

28 ARKA PENCERE / 29 Kasım - 05 Aralık 29 Kasım - 05 Aralık 2013 / ARKA PENCERE 29

GİZLİ AJAN İLHAN [email protected] AGENT (1936)

Page 30: Arka Pencere - Sayi 214

MASKELİ SÜVARİE

SKİ BATIDA HAYATTA KALAN SON TEKSASLI ‘RANGER’IN ADALETSİZLİĞE KARŞI VERDİĞİ SAVAŞTAKİ EN BÜYÜK yardımcısı Tonto adlı bir kızılderilidir... Aslında Tonto, Reid adlı bu ‘ranger’ı Maskeli

Süvari’e dönüştüren kişidir. Onu yakın arkadaşlarından birinin ihaneti sonucunda ölmek üzere terkedildiği yerden alıp iyileştirir... Tonto’ya göre Reid’in yeni adı “kemosabe”dir.

Genel kanıdan farklı olarak ilk çıkışını çizgi roman olarak değil bir radyo şovuyla yapmıştır. Hem de 1933’te. Dolayısıyla gücünü daha en başta görselliğinden değil, karakterlerinin espritüelliği ve maceralarının işlenişindeki kelime oyunlarından alan ve oldukça da sevilen bir radyo dizisiydi. Sonra kitapları, çizgi romanları, televizyon dizileri ve filmleri geldi... Yani fazla ‘Amerikan’dı en baştan beri... Tümüyle Amerikalılar için tasarlanmıştı.

Disney’in “Maskeli Süvari” filmi çok büyük paralarla ve vaatlerle çekilmiş bir yaz filmiydi. Ancak film Amerikan sinemalarında bile Disney’in beklediği kadar ilgi göremedi. Aslında neredeyse 80 yıldır bu kadar sevilen bir

karakterin sinema filminin daha büyük gürültü çıkarması beklenirdi gerçekten. Ama bir dizi avantajlar ve dezavantajlarla gerçekleştirilmiş bir ‘dev proje’ bu. Mesela ilginçtir ki Tonto rolündeki Johnny Depp’in varlığı filme hem avantaj hem de dezavantaj getiriyor. Depp’in artık iyice alıştığımız şaşkın bedensel mimikleri bu filmde yine var fazlasıyla. Ama Depp’in varlığı hikayenin eğlencesini de katlıyor diğer yandan.

Diğer yandan sürprizlerle ilerleyen ve ağabeyinin dul karısına aşık, çok da büyük cesaret çıkışları yapamayan, defolu bir kahramanın içinde olduğu eğlenceli ve nispeten de karmaşık bir hikayesi var filmin. Demiryolu yapımının batıyı daha mı iyileştirdiği ya da yozlaştırdığını tartışan bir şüpheciliği de var filmin. Bir yaz filmine göre riskli bir açılım bu...

HHHHORİJİNAL ADI The Lone Ranger

YÖNETMEN Gore Verbinski OYUNCULAR Johnny Depp, Armie Hammer,

william Ficthner, Tom wilkinson, Ruth wilson, Helena Bonham Carter

YAPIM/SÜRE 2013 ABD, 149 dk. GÖRÜNTÜ/SES 2.35:1, 5.1 DD İng. ve Tr.

ŞİRKET Tiglon (Disney)

VİZYONDAYKEN BİRAZ FAZLA hAFİFE

ALINDI. OYSA KENDİ TÜRÜNDE

SENENİN EN İYİSİYDİ.

Filmin eğlencesi, -büyük bir ölçüde olsa da- tümüyle Tonto’dan gelmiyor neyse ki...

İki buçuk saatlik süresiyle biraz uzunca...

30 ARKA PENCERE / 29 Kasım - 05 Aralık 2013

AİLE OYuNu BuRAK GÖRALfAMILY PLOT (1976)

Page 31: Arka Pencere - Sayi 214
Page 32: Arka Pencere - Sayi 214

MERYEMB

İRÇOK ÖDÜLLE TAÇLANDIRILAN İLK FİLMİ “MOMMO: KIZ KARDEŞİM”LE İYİ BİR AÇILIŞ YAPAN, SİNEMASINI 'DuYGu' üzerine inşa edeceğinin işaretlerini veren Atalay Taşdiken, ikinci filmi “Meryem”le

bizi yanıltmıyor ve gerçeklerden beyazperdeye taşıdığı hikayesiyle bir kez daha yüreğe seslenmesini biliyor. Ancak, ikinci çalışmada ilk filmin güçlü motivasyonu bir miktar törpülenmiş biçimde karşımıza geliyor.

Büyük kentteki kocasını beklerken umudunu yitirmemeye çalışan Meryem’in hikayesini izliyoruz filmde. Askerden dönen eski yavuklusunun ısrarını da bertaraf etmeye çalışan genç kadının ‘küçük’ dünyasını, yalnızlıkla örülü gündelik yaşamını minimal dokunuşlarla yansıtan Atalay Taşdiken, bu noktada doğru bir yaklaşım sergiliyor ve hikayeyi büyütmek için ekstra bir çaba harcamıyor. Ancak, belli bir aşamadan sonra bu yaklaşımın ‘tekrar duygusu’na çarptığını da söylemek gerek. Meryem’in ‘umut’ kavramıyla kurduğu ilişkinin yavaş yavaş altüst oluşuna dair sağlam ipuçları vermeyen hikaye, ‘düz’ bir rotayı takip ediyor

olmanın dezavantajlarını yaşıyor. Ona kafayı takmış eski sevgili de yeterince iyi çizilemediği için, Meryem’in durumunu netleştirecek iniş çıkışlardan mahrum kalıyor film.

Başlangıç noktasıyla final arasında herhangi bir gelgitin olmaması, “Meryem”in en büyük sorunu gibi duruyor. Seyircinin duygularını tetikleyecek birkaç sahneyle ilgiyi ayakta tutuyor yönetmen, ama kocasının annesi ve babasıyla yaşayan başkarakterin yol haritasına ‘hikaye oluşturacak’ etkin doneler yerleştirmiyor. Yine de ‘temiz’ bir iş çıkarıp filmini belli bir aşamaya getirmeyi başarıyor. Daha fazlası için malzemesi de var, ama frenlemeyi uygun görüyor nedense! Başroldeki Zeynep Çamcı da bu durumdan nasipleniyor ve gerekli etkiyi yaratabilecek bir performansa ulaşamıyor.

ATALAY TAŞDİKEN “MOMMO"DAKİ

KADAR BAŞARILI OLAMASA DA

'DuYGu'NuN PEŞİNDEN GİDİYOR...

Mustafa uzunyılmaz, “Mommo”da olduğu gibi burada da isteneni fazlasıyla veriyor.

İsmail Hacıoğlu’nun performansı, karakteri yeterince iyi çizilemediği için ‘düşük’ kalıyor.

32 ARKA PENCERE / 29 Kasım - 05 Aralık 2013

AİLE OYuNu MuRAT ÖZERfAMILY PLOT (1976)

HHYÖNETMEN Atalay Taşdiken OYUNCULAR Zeynep Çamcı,

İsmail Hacıoğlu, Mustafa uzunyılmaz, Zerrin Sümer

YAPIM/SÜRE 2013 Türkiye, 95 dk. GÖRÜNTÜ/SES 2.35:1, 5.1 DD Türkçe

ŞİRKET Kanal D Home Video (At Yapım)

Page 33: Arka Pencere - Sayi 214

A R A L I K 2 0 1 3

Mahmut Fazıl Coşkun'dan Yozgat Blues

Ercan Kesal ile Ekran Başında Söyleşi

Çok Hitchcock Bilen Adam: Ian Haydn Smith

Gezici Festival

Kayıp Bir Dünyada: Saroyan Ülkesi

Kanepeye Çöken Histeri: Köksüz

w w w. a l tya z i . n e t

C

M

Y

CM

MY

CY

CMY

K

Page 34: Arka Pencere - Sayi 214

Fransız besteci Bernard Parmegiani, 1973 yılında Almanya'da video art ve animasyon teknikleriyle kendi müziğinin görsel karşılığını aradığı bir 'video klip' yaptı. "L'Ecran Transparent" adını taşıyan filmine bakınca görsel estetiğin eskidiğini ama müziğin yepyeni durduğunu görüyoruz.

L'ECRAN TRANSPARENT

GENÇ VE MASuM SERDAR KÖKÇEOĞLutwitter.com/skokceoglu YOUNG AND INNOCENT (1937)

ELEKTROAKuSTİK, SOMuT MÜZİK VE ‘ACOuSMATIC’ GİBİ AVANGARD MÜZİK TÜRLERİNİN ÖNDE GELEN İSİMLERİNDEN BİRİYDİ FRANSIZ besteci Bernard Parmegiani. Geçen haftaki vedasının ardından Wire gibi müzik yayınlarında

ve sosyal medyada müzik dünyasının ağır isimlerinin yazılarıyla/mesajlarıyla uğurlandı. Elektronik müzikten caza, neredeyse bütün türlerde yenilikçi müzisyenler onun deneyciliğine çok şey borçluydu. Epey zaman önce bugünün deneysel elektronik müziğine yakın şeyler üretmişti.

Doğal olarak müziğin ve seslerin ötesini de merak etti ve Almanya'da kaldığı 1973 yılında, video art ve animasyon teknikleriyle kendi müziğinin görsel karşılığını aradığı bir 'video klip' yaptı. Televizyon evrenine ait soyut grafiklerle doğa görüntülerinin iç içe geçtiği çalışma Marshall McLuhan'ın ‘elektronik bilgi çağı’ kuramından izler taşıyordu.

Filmde göz ve kulak imajlarının bolluğu da

televizyon çağının birden fazla duyuyu uyaran yeniliklerine göz kırpıyordu. Bugünden bakınca filmin elektronik fetişizmi ve video art teknikleri eskimiş gözükebilir ama dönemi için yenilikçi bir ‘audio/visual’ iş olduğunu kabul etmek lazım.

Ölümünün hemen ardından katıldığım bir atölye çalışmasında, Theron Patterson'ın ‘sinemada ses’ konulu zihin ve kulak açıcı atölyesinde sık sık aklıma düştü müzisyen. Çağdaş müzik alanında kendisini ispat etmeden önce filmlerde ses mühendisliği yapan Parmegiani müziğini biraz da sinemaya bakarak yarattı. Ne yazık ki daha çok Piotr Kamler animasyonlarının müzikçisi olarak bilinen Parmegiani müziğin ses ve tür ayarlarıyla oynayarak, görsellikle temas halinde bir müzik yaptı.

“L'Ecran Transparent” (Şeffaf Ekran) adını taşıyan kısa filmine bakınca da görsel estetiğin eskidiğini ama müziğin yepyeni durduğunu görüyoruz, duyuyoruz.

YÖNETMEN Bernard Parmegiani YAPIM 1973 Almanya

SÜRE 20 dk.

34 ARKA PENCERE / 29 Kasım - 05 Aralık 2013

Page 35: Arka Pencere - Sayi 214
Page 36: Arka Pencere - Sayi 214

3 - “Ne yapmalı?” sorusu içinBölümün başlığı bile iç gıcıklayıcı. Gezici, Çernişevski’nin romanına ama daha çok Lenin’e yaptığı göndermeyle sinema üzerinden bu soruyu, günümüz kültürel ve siyasi iklimini hesaba katarak soruyor. Hangi filmlerle mi, sıralayalım: “%10 Kahraman Kimdir?”, “Işığa Özlem”, “Ona Dair Bildiğim İki Üç Şey” ve “Stuart Hall Projesi”.

4 - Türkiye panoraması içinTürkiye sinemasının bu yıl öne çıkan filmlerine topluca bir bakış atmayı kim istemez ki? Açıkçası, Gezici iyi bir seçkiyle hasatı topluyor. Seçkide “Yozgat Blues”, “Köksüz”, “Gözümün Nûru”, “Sen Aydınlatırsın Geceyi”, “Kusursuzlar”, “Jîn” ve “Soğuk” var. İzlemeyen kalmasın!

1 - Sinema sevgisi içinMemleket sathına sinema sevgisini aşılamak çabasıyla yıllardır yollarda olan Gezici Festival’den Başak Emre, geçen senelerde “Şimdiye kadar dünyayı bir kez turlayacak kadar yol almışızdır” demişti. Gezici, yola devam ediyor. Bu yıl Tuncel Baba için Edremit’te başladı yolculuğuna, bugün de Ankara’da duraklayacak, sonra da 6-9 Aralık arasında Sinop’ta olacak. Gezici’nin programından öne çıkanları yazmak SAPIK’ın görevidir, buyurun!

2 - “Gül Hasan” içinTuncel Baba, Gezici Festival’in dostuydu. Her yıl mutlaka uğrardı festivale; bu yıl maalesef onsuz yaşanıyor. Bunun için Gezici, önce Edremit’e Tuncel Baba’nın yanına gitti. Programda, yönettiği ve en iyi performanslarından birini sergilediği “Gül Hasan” yer alıyor. Kopyası zor bulunan filmlerden biri denk gelmişken kaçırmamak gerek!

5 - Şili’ye bakmak içinBakmayın Şili’ye uzak olduğumuza, aslında ruhen çok yakınımızda duran bir ülke. Gezici de yıllarca Şili sinemasıyla dirsek temasını hep sürdürdü. Bu sefer yakın dönem sinemasını mercek altına alıyor. “Hizmetçi” (Sebastián Silva), “Ateş Başında” (Alejandro Fernández Almendras), “Tony Manero” (Pablo Larraín), “Oyun” (Alicia Scherson), “Kutsal Aile” (Sebastián Lelio) programda yer alan filmler.

SAPIK OLKAN Ö[email protected] (1960)

36 ARKA PENCERE / 29 Kasım - 05 Aralık 2013

Page 37: Arka Pencere - Sayi 214

ROCK FM 94.5

7. CADDE

SİNEMA VE SOUNDTRACK DÜNYASINA KEYİFLİ BİR YOLCULUKBİLGEHAN ARAS'LA 7. CADDE HER ÇARŞAMBA 00.00 / 02.00 ARASI

94.5 ROCK FM'DE

Page 38: Arka Pencere - Sayi 214

Alfred Hitchcock

FİLMİMİ İZLEYEN BİR GENÇ KIZIN, GÖRDÜKLERİNDEN TATMİN OLMuŞ BİR BİÇİMDE EVE DÖNDÜĞÜNÜ DÜŞÜNMEK ÇOK HOŞuMA GİDER.