avrupa'da on yıllarca her gün sanat yazmak doğan hızlan

23

Upload: zeki-genc

Post on 26-Mar-2016

229 views

Category:

Documents


0 download

DESCRIPTION

Avrupa'da on yıllarca her gün sanat yazmak Doğan Hızlan

TRANSCRIPT

2 | 31 Aralık 2012 | AvrupaGüN

IMPRESSUM / KÜNYE

Yayıncı | Verleger:BIMBayerisches Institut für Migration e.V.Truderinger Strasse 280 d81825 München

Tel: 089 201 86 303 / Fax: 089 125 90 291info(@)[email protected]/avrupagun

Sorumlu Yönetmen (V.i.S.d.P):Osman Çutsay

Sanat Yönetmeni | Artdirektor:Ömer Yaprakkıran

İÇİNDEKİLER

3Avrupa Birliği’nin motorunda sevimsiz yıl beklentileriBerlin’in 2013 sahnesi ışıksızAvrupalı iktisatçılar, Angela Merkel’in eylül ayında tekrar başbakan ola-bileceğini belirterek, Alman tasarruf fetişizminin gündemde kala-cağına kesin gözüyle bakıyorlar. Yeni bir Merkel hükümetinin Almanhalkına Güney Avrupa’dakileri aratmayacak bir tasarruf politikası uy-gulayacağı, hatta bu doğrultuda bir gizli gündemin bulunduğu basınada yansıdı; artık biliniyor.

6Avrupa ekonomisi depresyona doğru

AVUSTURYALI İKTİSATÇI STEPHAN SCHULMEISTER’DEN“NEW DEAL“ ÖNERİSİ

8Avrupa krizinde çıkmaz sokak manzaraları

PROF. DR. GEORG FÜLBERTH’LE GÖRÜŞME

10Prof. Piet Van Avermaet’in okullardaki anadil önerileriBelçika okullarında değişim kendini dayatıyor

SERPİL AYGÜN

14Avrupa’da on yıllardır her gün sanat yazmakDoğan Hızlan ve zamanıAlmanca ve Fransızca konuşulan topraklarda on yıllardır en yaygın birTürkçe gazetede ve son yıllarda da televizyonda, ısrarla, Türkçe kültürve sanat dünyasındaki etkileme ve etkilenme süreçlerini işleyen biryazı adamı göz ardı ediliyor. Bunu sadece, diyelim Alman yazı veyamedya dünyasının cahilliği ya da körlüğü ile açıklamak mümkünolmaz. Burada bir bilinç, bir irade aramak zorundayız...

OSMAN ÇUTSAY

Avrupa Birliği’nin motorunda sevimsiz yıl beklentileri

Berlin’in 2013 sahnesiışıksız

Avrupalı iktisatçılar, Angela Mer-kel’in eylül ayında tekrar başbakanolabileceğini belirterek, Almantasarruf fetişizminin gündemdekalacağına kesin gözüyle bakıyorlar.Yeni bir Merkel hükümetinin Almanhalkına Güney Avrupa’dakileriaratmayacak bir tasarruf politikasıuygulayacağı, hatta bu doğrultudabir gizli gündemin bulunduğubasına da yansıdı; artık biliniyor.İşte bu, tüm Avrupa Birliği’ndebüyüme hayallerinin sonu anlamınageliyor.

FRANKFURT (GÜN) - Ekonomideki geliş-meler, görünen o ki, yeni yılda da falcılık konusuolacak. Ekonomik araştırma kurum ve kuruluş-ları, Avrupa ve Almanya’daki iktisadi durumlailgili birbirlerinden çok farklı ve sonuçta pektutmayan tahminlerde bulunmayı sürdürüyor-lar. Birleşmiş Milletler ekonomistleri dünyaekonomisinin önümüzdeki yıl bir resesyona gi-receğini ileri sürerken, Almanya’nın önde geleniktisadi araştırma kuruluşlarından Ifo’nun baş-kanı Prof. Dr. Hans Werner Sinn, yüzde 3.3’lükbir büyüme olacağı görüşünde. Ama yıllarcaneoliberal tezlerin ısrarlı ve etkili savunucusuolmakla şöhrete kavuşan Prof. Sinn’e pek kulakveren kalmadı. Belirsizlik sürüyor.

Eğer ekonomideki belirsizlik sürüyorsa,bunun mutlaka siyasi ve askeri sonuçları daolur; belirsizlik bu alanlarda özellikle yıkıcı birrol üstlenir. Endişe de buradan kaynaklanıyor.

AvrupaGüN | 31 Aralık 2012 | 3

4 | 31 Aralık 2012 | AvrupaGüN

Çünkü tahmin yapılamıyor. Nitekim 2007-2008’de emlak sektöründeki şişkinliğin patla-masıyla açığa çıkan dünya ekonomisindeki krizi,aynı dünyanın en ünlü ve “seçkin” ekonomi ens-titülerinden hiçbiri öngörememişti. Politik veaskeri sürtüşmelerin varacağı noktaları haberverebilecek bir kurum zaten yok.

Ancak 2012 biter 2013 başlarken, genel eği-lim, ne olursa olsun, dünya ekonomisinde kon-jonktürel bir gerileme yaşanacağı doğrultusun-da. Ekonomik dinamizm gerileyecek. Hatta bellikoşullarda küresel bir resesyon mümkün. Yanien az arka arkaya iki kez üçer aylık dönemler iti-bariyle gerileyen bir Gayri Safi Yurtiçi Hasıla(GSYİH) ile karşı karşıya kalınabilir. 2013’te kü-resel ölçekte ekonomik büyüme 2012’den dahadüşük gerçekleşecek. Ekonomideki cansızlığınküresel bir resesyona dönüşeceği açıkça ifadeediliyor, ama bunun ne zaman olacağını kimsebilmiyor. Çünkü hangi güçlerin konjonktür üze-rinde belirleyici olacağı tam bir kesinlikle sap-tanamıyor.

Kabus borçlar

Neoliberal ekonominin can damarı konu-mundaki uluslararası mali piyasalarda yenidenve yeniden doğan borçlandırma dinamiğinin,kimsenin öngöremediği 2007-2008 krizindensonra apar topar “devletleştirildiği” biliniyor.Serbest piyasanın en büyük savunucuları da budevletleştirme pratiğine övgüler yağdırdılar.

Dünyada sadece iktisatçıların değil politikacıla-rın da kabusu halini alan borç dağları, yani borç-lanmalarla finanse edilmiş bu patlamaya hazırçöp dağları, devletlerin müdahalesiyle konjonk-tür programlarının konusu halini aldı. Böylece2009’dan itibaren konjonktürel çöküşün önünegeçilebildi, hatta kısa süreli konjonktürel can-lanmalara bile tanık olundu. Ancak bu ekono-mik önlemler 2011’den sonra bitip küreselbüyüme dinamiği yavaş yavaş düşünce,2012’den itibaren seçim kampanyası içindekiABD en önemli “küresel konjonktür motoru”işlevini üstlendi. 2012’de ABD’nin bütçe açığı 1trilyon doları aşacak. Bu açık, ABD iç pazarınıdesteklemek için harcanmıştı ve genelde de Al-manya ile Çin’in dış ticaret fazlası vermesine yolaçacak şekilde kullanılmıştı. İşte bu döneme“bitti” gözüyle bakılıyor.

Ama Almanya’nın bir fren takozu halini al-ması sadece Avrupa’yı değil artık Çin’i de etkilerbir durumda. Berlin’de Angela Merkel hüküme-tinin tüm Avrupa’yı “Almanca konuşmaya” zor-laması, yani neoliberal tasarruf politikalarınınkriz çözümünde araç olarak kullanılması içinyaşlı kıtanın hasta üyelerini zorlaması, AvroBölgesi’nin asıl resesyon gerekçesi kabul edili-yor. Alman tasarruf zoruyla birlikte Avro Böl-gesi’nde kriz derinleşiyor, ancak bu kriz sadecekenardaki müflis küçükleri değil, AB’nin mer-kezini ve asıl önemlisi Çin’i de vurmaya başlı-yor. Böylece dünya ekonomisinin önemli birbüyüme dinamiği daha saf dışı kalıyor. Çünkü

AvrupaGüN | 31 Aralık 2012 | 5

Avrupa’nın motor ülkesi Almanya, ihracataolağanüstü bağımlı bünyesiyle, dünya sistemin-deki belirsizlikler nedeniyle tam bir teşhisekonu olamıyor. Ama 2007’den beri yaşanan krizve Berlin damgalı tasarruf politikaları sayesindeucuzlayan avro, Alman ihracatçıları Avro Bölgesidışında yeni pazarlar kazanmaya yönlendirdi.Dolayısıyla tasarruf önlemleri altında talepleridüşen Avro Bölgesi ülkelerindeki gelişmeler, Al-manya’yı daha az ilgilendirmeye başladı. Bununen önemli sonucu, Avro Bölgesi’nden kriz baş-lığı altında kısmen kopabilmek oldu...

Bir başka deyişle, Avro Bölgesi resesyon al-tında inlerken, yani sorunlu ülkeler sürekli ge-rileyen ulusal gelirleri nedeniyle bellerinidoğrultamazken, yeni bir Merkel hükümetinin,muhtemelen Peer Steinbrück veya onu aratma-yacak şekilde Yeşiller Partisi destekli politika-ları, en fazla durgunluk koşullarında ayaktakalacak. Bu ise çelik çekirdeğe dönüşen 3 mil-yon Hartz IV başlıklı devlet yardımına muhtaçinsan, gelirleri korkunç bir hızla düşen 20 mil-yonun üzerindeki emekli ve sayıları milyonlarlaifade edilen umudunu yitirmiş “çalışan yoksul-lar” için hiç hoş bir beklenti değil. Ama bu bilesadece Avro Bölgesi varlığını korursa ve küreselbir resesyon gündeme gelmezse mümkün.

Dünyada ekonomik konjonktür çökerse, kibunun işaretleri yıl ortasına doğru alınabilecekgibi görünüyor, Almanya’nın ihracat şampiyon-luğu da tarihe karışacak. İç pazardaki talebin onyıllardır izlenen reel ücret dampingi veya düşük“işgücü maliyetleri” politikası yüzünden, yaniçalışanların hızla yoksullaşması nedeniyle zatençöktüğü biliniyor. 2009’da Almanya’nın içeri-deki ulusal üretimi veya bir başka deyişleGSYİH’sı yüzde 5 gerilemişti. İşte 2013’ten iti-baren o dönemde yaşananlar-dan çok daha acı sah-nelere tanık olu-nacağı uyarılarıgeliyor.

Avro Bölgesi’ne ihracatı çöken Çin ekonomisin-deki büyüme hızı düşüyor, yıllarca iki haneliolan büyüme oranı büyük gerilemeler yaşıyor.Nitekim Çin Toplumsal Bilimler Akademisi, sonaçıklamalarında 2013’te Çin’den dünya ekono-misine olumlu bir büyüme etkisi çıkmayacağınıyinelemek zorunda kaldı.

Hegemon ve motor

Ama asıl sorun, Avrupa’da. Avrupa Birli-ği’nin kimi çevrelere göre “hegemonu” kimi çev-relere göre de “motoru” olan Almanya, çok zorbir yıla giriyor. 2013’te genel seçimlerin yapıla-cağı eylül ayına kadar borçla finanse edilmişkonjonktür programlarının bir etkisi hissedil-meyecek. Başbakan Angela Merkel’in krizdeki,daha doğrusu iflas sürecindeki Güney Avrupaülkelerine Berlin’den nakit para transferi yapıl-dığı yolundaki tüm izlenimlere karşı çalışacağı,kamuoyundan tepki almamak için “taviz yok”mesajı vereceği biliniyor. Berlin, kriz ülkelerindeacımasız kemer sıkma politikalarının uygulan-ması için baskısını sürdürecek.

Oysa iç talebin boğazını sıkan ve kriz ülke-lerindeki ekonomilere nihai darbe anlamınagelen bu tasaruf politikalarının korkunç sonuç-lar verdiğini her kesim görüyor. 1929 bunalı-mına doğru Almanya’da işlenen ekonomikcinayetin Nazi Almanyası gibi bir sonuç verdi-ğini hatırlatan iktisatçıların uyarıları kesilmekbilmiyor. Sonuçta, Avrupalıların yıllardır sadeceacil para politikası önlemleri alabildiği, böyleceavronun büyük çöküşünü geçici olarak engelle-yebildiği gözleniyor.

Avro istikrarsızlığı

Avro Bölgesi, olağanüstü istikrarsız bir bün-yeye dönüştü. Çünkü krizin üstesinden gelmekiçin Berlin’den dayatılan tasarruf önlemleriGüney Avrupa ülkelerindeki ekonomik gerile-meyi keskinleştirmek dışında bir sonuç ver-medi. Tersine, Yunanistan, İtalya, İspanya vePortekiz gibi ülkelerin hiçbirinde bütçe konsoli-dasyonu sağlanamadı. Açıklar giderilemedi. Üs-telik Avrupalı iktisatçılar, Angela Merkel’in eylülayında tekrar başbakan olabileceğini belirterek,Alman tasarruf fetişizminin gündemde kalaca-ğına kesin gözüyle bakıyorlar. Yeni bir Merkelhükümetinin Alman halkına Güney Avrupa’da-kileri aratmayacak bir tasarruf politikası uygu-layacağı, hatta bu doğrultuda bir gizli gündeminbulunduğu basına da yansıdı; artık biliniyor.İşte bu, tüm Avrupa Birliği’nde büyüme hayal-lerinin sonu anlamına geliyor.

Avro Krizi’nin, son aylarda hızla Avro Bölge-si’nin güneyindeki görece yoksul üyelerinden“merkeze” doğru hareketlenmesi, yeni yılda du-rumun daha iyi olmayacağı yolundaki yorum-lara güç kazandırıyor. Özellikle Avro Bölgesi’ndeişsizlik oranlarıyla borsa endekslerindeki para-lel yükseliş, farklı değerlendirme ve çözüm ara-yışlarına yol açıyor. Krizin bir türlü önünegeçilememesi kapitalizm içi acil önlemler üze-rine tartışmaları sertleştiriyor. Liderliğini Al-manya’nın yaptığı güçlü ve şimdilik krizin ilkyıkıcı sonuçlarından bağışık kalmayı başarabil-

miş merkez ülkelerin izlediği “tasarruf politika-larının” 2013’ten sonra bütün bir kıta ekono-misini depresyona itebileceğine dikkat çekiliyor.

Durum vahim

Derinleşen ve yayılan krizin 2013’te nereyeakabileceğini bir analizle irdeleyen Avus-turya’nın tanınmış iktisatçılarından StephanSchulmeister, özellikle borsalardaki büyük sıç-ramanın “bir canlılık habercisi” olarak yorum-lanmasına karşı çıktı. Viyana Ekonomik Araş-

6 | 31 Aralık 2012 | AvrupaGüN

2013’te durum hiç iç açıcı görünmüyor

Avrupa ekonomisidepresyona doğru

kâr arayışının reel ekonomiye yatırımlardan fi-nansal yatırımlara doğru kaydırıldığını vebugün bu alanda son aşamaya gelindiğini be-lirtti.

Avrupa için “New Deal”

Stephan Schulmeister, “anaakım iktisatçıla-rın” tüm önerilerinin bir kenara bırakılmasınıisteyerek, bunun da tarihte daha önce ABD’deRoosevelt tarafından “New Deal” politikasıyladenendiğini ve başarılı olduğunu yazdı. Kâr ara-yışının tekrar reel ekonomiye kaydırılması ge-rektiğinin altını çizen Avusturyalı iktisatçıyagöre, piyasanın sağlayamadığı sosyal ve ekolo-jik yaşam koşullarının mutlaka iyileştirilmesigerekiyor. Schulmeister, bir Avrupa Para Fonuyaratılmasını, bunun devletlerin çıkardıklarıtahvillerin fazitlerinin ekonomideki büyümeoranının altında kalmasını sağlayan finansmanajansı rolü üstlenmesini istedi. Ayrıca en önemlidöviz kurlarının istikrarlı bir bant çerçevesindekalması ve finans işlemlerine yeni bir vergi ko-nulması da Schulmeister’in acil talepleri ara-sında yer aldı.

Yeni enerji kaynaklarının açılması için fosilenerjinin pahalılaştırılmasını, altyapı ve eğitimsistemine yatırım yapılmasını, gençlerin ba-rınma olanaklarının ucuzlatılmasını ve iş ola-nağı sağlanmasını, yoksulluk koşullarındaçalışmanın adım adım geriletilmesini, toplu-mun alt katmanlarındaki yaşam fırsatlarınıniyileştirilmesini talep eden Schulmeister, servetve gelir dağılımındaki adaletsizliğin yumuşatıl-ması çağrısında bulundu. Bütün bunların ser-vet sahiplerinden alınacak bir ön vergiylefinanse edilebileceğini savunan Avusturyalı ik-tisatçı, “Bu, servet sahiplerinin çıkarınadır: Birdepresyon halinde servetleri çok daha ağır ka-yıplara uğrayabilir” diye yazdı.

tırmalar Enstitüsü (WIFO) uzmanlarındanSchulmeister, gerekli önlemlerin alınmamasıdurumunda Avrupa ekonomisinin depresyonagireceğini savundu. Almanya’nın önde gelengünlük sosyalist gazetesi Neues Deutschlandiçin bir değerlendirme kaleme alan Avusturyalıiktisatçı, Güney Avrupa’nın bir gerileme sarmalıiçinde bulunduğunu, bunun da düşen ücretlerve emekli maaşlarından, dolayısıyla da tüke-timden vazgeçme ve yatırım taleplerinde geri-leme eğilimlerinden kaynaklandığını hatırlattı.Diğer AB ülkelerindeki konjonktürel zayıflama-nın bütçe açıklarını yeniden kışkırttığını ve ektasarruf önlemleri alınmasına yol açtığını savu-nan Schulmeister, “Bu da Alman ihracatını ge-riletiyor. Özellikle yılbaşından itibaren yürürlü-ğe girecek olan Mali Pakt, tasarruf poltikasınınuzun vadede Avrupa iktisat politikalarının enönemli hattı olarak kalmasını sağlayacaktır”diye yazdı.

Gelişmelerin 1929’daki borsa çöküşünü ha-tırlattığını belirten WIFO uzmanına göre, Key-nes’in tezleri üzerinde yükselen sosyal piyasaekonomisi, reel ekonominin canlanması ve sos-yal devletin geliştirilmesiyle yakından bağlantı-lıydı. Reel kapitalizmin kendi çöküşünü sosyaldevlet dönemindeki başarılarıyla ve bizzatkendi elleriyle hazırladığını da ileri süren Schul-meister, “piyasa dinciliği” olarak da tanımladığıneoliberal yönelim sonucu 1970’lerden itibaren

AvrupaGüN | 31 Aralık 2012 | 7

Dr. Stephan SchulmeiSterFOTO

:WIF

O

dalga geçildi (“DGB selamlarını gönderiyor!”)

- Genel grev ülkeleriyle Almanya arasında sadecebu fark mı vardı?

GEORG FÜLBERTH - Bundan daha önem-lisi, Almanya ile genel grev ülkeleri arasındakisosyoekonomik farktır: Ancak burada önce biryanlış anlamaya son verilmelidir. Bir süredirsendakalara yakın iktisatçılarca da, Almanya’-daki ücretlerin üretim maliyeti içinde düşükpayı üzerinden Güney Avrupa ekonomilerininrekabetle baskısıyla geriletildiği iddia ediliyor.Bu, yetersiz bir gerekçedir. Avrupa’daki ekono-mik dengesizliğin ücret dampingi ile ilgisi pekyoktur. Burada esas olan, verimlilikteki farklı-lıklar ve bu verimlilikle bağlantılı bir ücret poli-tikasından vazgeçme halidir.

Eğer emek verimliliği emek gelirinden dahahızlı büyürse, ulusal gelirdeki kâr payı da büyür.Peki, kapitalist sınıf, büyüyen artıdeğeri nasılyatıracaktır?

8 | 31 Aralık 2012 | AvrupaGüN

Prof. Dr. Georg Fülberth’e göre krize yönelik açıklamalar yetersiz

Avrupa krizinde çıkmazsokak manzaraları

FRANKFURT - Almanya’daki sosyalist bili-madamları arasında emekliye ayrılmasına rağ-men yüksek verimliliğiyle öne çıkan, bu aradakitapları Türkçede de art arda yayımlanan Mar-burg Üniversitesi eski öğretim üyelerinden Prof.Dr. Georg Fülberth, Avrupa işçi sınıfındaki bö-lünmenin sonuçsuz kalmadığına dikkat çekti.Prof. Fülberth, kasım ayında özellikle krizdekiAB ülkelerinde gerçekleştirilen genel grevlerinilk sonuçlarını, sektörel ağırlıkları ve 2013’e gi-rilirken bulunulan yeri yorumladı.

- Avrupa’daki krizin gerisinde ne var? Krize kasımayında kitlesel bir yanıt verildiği ileri sürülüyor.Sizce sonuçları ne oldu?

GEORG FÜLBERTH - 14 Kasım 2012, Av-rupa Sendikaları Eylem Günü idi. Yunanistan,İtalya, Portekiz ve İspanya’da genel grevler ya-pıldı, Almanya’da ise mesai saatinden sonra top-lantılar düzenlendi. Alman Sendikalar Birliği(DGB) bir bildiri yayımladı. Bununla da tabii

PROF. DR. GEORG FÜLBERTH

WIK

IPED

IA/S

VEN

TESC

HKE

İngiltere işçi sınıfı bir yere kadar bu tekelinavantajlarından pay aldı. Ancak bu avantajlar,çalışanlar arasında çok eşitsiz dağıtılmıştı; ayrı-calıklı bir azınlık en büyük bölümü cebe indiri-yordu, ama büyük kitle de en azından aradasırada geçici olarak bir pay alıyordu. Bu, char-tism ortadan kalktığından beri İngiltere’de sos-yalizm olmamasının da nedenidir.” (MEW 21, s.197) Engels, “ayrıcalıklı azınlığı”, “işçi sınıfı için-deki bir aristokrasi” diye tanımlamıştı.

- Almanya’nın Avrupa’da bir sanayi tekeli oluştur-duğu yolundaki saptamaları nasıl değerlendiriyor-sunuz?

GEORG FÜLBERTH - Bugün gerçi Alman-ya’nın Avrupa’da bir sanayi tekeli oluşturdu-ğundan söz edemeyiz, ama diğer Avrupaülkeleriyle aradaki mesafeyi de hemen hemenkapatılamayacak ölçülerde açtığını söylemekmümkündür. Ayrıca belirleyici ülke işçi sını-fında Engels tarafından da vaktiyle gözlenmişbir bölünme saptaması, bugün Almanya için ya-pılabilir: IG Metall ve IG Bergbau Chemie, Ener-gie (metal, elektronik, kimya, enerji ve madenişkollarındaki) sendikalarının Birleşik Hizmet-ler Sendikası (“Ver.di”) ile ilişkisine bakılabilir.Ayrıca “Ver.di” içinde de bir yanda görece koru-naklı işkolları var, öte yanda da kötü koşullardaçalıştırılanlar ve üretimin dışarıya verildiği iş-kolları. 14 Kasım 2012 ile ilgili bir açıklama buolabilir.

- Tıkanma nerede sizce?

GEORG FÜLBERTH - Kapitalist sınıfın tü-ketimi, zenginliği oranında artmaz ki! İç pazar-daki ek yatırımlar, ücretler kotasındaki geri-lemeyle sınırlanmış olur. Dolayısıyla kârınönemli bir kesimini ihracata yatırmak gerekir.Alman ihracatının yüzde 60’ı Avro Bölgesi’ne gi-diyor. Bu bölgenin de güney kanadı ödeme güç-lüğü nedeniyle çökme tehditi karşısında. Buboşluğu doldurabilecek krediler bankalardan ge-liyor. Artıdeğerin Alman alıcıları, verdikleri faz-laların önemli bir bölümünü bu bankalarayatırmaktadır. Yunanistan, İspanya ve Portekizdevlet bütçelerindeki güçlükler nedeniyle, bugüçlüklerin olmadığı durumlardan daha zayıfbir konuma düşen avro, başka paralar kullananülkelere yönelik ihracat için uygundur. Fakatoralardaki tasarruf politikası, siyasal nitelikligrevlerle bu politikaya karşı çıkan ücretlilerinçalışma ve yaşama koşulları üzerinde baskı uy-guluyor.

- Ya “Avrupa’nın motoru” denilen Almanya’dakidurum?

GEORG FÜLBERTH - Biraz önce gösterdiği-miz gibi, Alman çalışanlar, yüksek verimliliklerisayesinde yaratılmış olanaklarının çok altındayaşıyor. Öte yandan bu insanların durumu vebilinci için Almanya’nın sanayideki özel konu-munu ilgilendiren sonuçlar da ortaya çıkıyor. Buözel durum, 19’uncu yüzılın ikinci yarısındakiİngiltere’nin özel durumuyla karşılaştırılabilir.Bu ülke üzerine Friedrich Engels 1885’te şunuyazmıştı: “İngiltere’nin sanayi tekeli sürdükçe,

AvrupaGüN | 31 Aralık 2012 | 9

Okullarda iki tür anadil kullanımınınsöz konusu olduğunu kaydedenProf. Avermaet, birincisinin FlamanBölgesi’nde uygulama koşullarınınolmadığını ancak ikinci yöntemleanadile yer vererek öğrenciyeanadiline olumlu bakıldığı için artı-değer duygusu verildiğini, bu pozitifalgı ile öğrencinin kendine bakışınındeğiştiğini ve uzun vadede okulbaşarısının da olumlu etkilendiğinisavunuyor.

BRÜKSEL - Belçika’nın Flaman Bölgesi eği-tim sisteminin uluslarası başarısı ile tanınır.Ancak eğitimde eşitsizlik ve bu eşitsizliklerinortadan kaldırılması konusunda durumun hiçde iç açıcı olmadığı eğitimciler ve akademisyen-ler tarafından paylaşılan bir gerçek. Göçmen ço-cukların eğitim sorunlarını klasik yöntemlerleaçıklama ve çözmenin artık mümkün olmadı-ğını gören araştırmacılar, 2009-2012 yıllarınıkapsayan, ortaöğrenim düzeyinde 11 bin öğ-renci ve ayrıca okul müdürü, öğretmen ile ebe-veyn üzerinde eğitimde çeşitlilik, kimlik veçokdillilik üzerine bir araştırma yaptı. “Oprit14” (Okul Yolu 14) olarak isimlendirilen araş-tırmanın sonuçları, ezberleri bozar nitelikte.

Anvers Üniversitesi’ne bağlı Göç ve Kültür-lerarası Çalışmalar Merkezi (CeMIS -Universi-teit Antwerpen), Gent Üniversitesi’ne bağlı Çe-şitlilik ve Öğrenme Merkezi (SDL – UniversiteitGent), Leuven Üniversitesi’ne bağlı İş ve Top-lumsal Yaşam Araştırma Merkezi (HIVA – KU

10 | 31 Aralık 2012 | AvrupaGüN

Prof. Piet Van Avermaet’in anadil önerileri

Belçika okullarındadeğişim kendini dayatıyor

SERPİL AYGÜN

kısmını çözdüğüne dikkat çeken araştırmacılar,eğitim sürecindeki tüm aktörlerin (okul yöne-timi ve öğretmenler, aileler ve çocuklar) gözönünde tutularak bir reform yapılması gerekti-ğinin altını çizdiler. Uzmanlar, çeşitliliğe dahaçok yer verilmesi gerektiğini de bildirdiler. Araş-tırma, anadile ceza ve yasak penceresinden çı-kılıp “öteki”nin farkına varılması o “öteki”ninanadiline okullarda pozitif yaklaşılması gerek-tiğini söylüyor.

Araştırmacılardan özellikle dil üzerinde uz-manlaşmış Gent Üniversitesi profesörlerindenve aynı üniversiteye bağlı Çeşitlilik ve ÖğrenmeMerkezi (SDL – Universiteit Gent) Müdürü PietVan Avermaet ile araştırmanın sonuçlarını ko-nuştuk. Prof. Avermaet, anadile okullarda dahaçok yer vermenin, anadili öğretimde anlamayadestek unsur olarak kullanmasını sağlamasınınyanında öğretmenin de bu süreci yönetmesinevesile olacağını ve öğretmen açısından daolumlu olacağını söylüyor.

Okullarda iki tür anadil kullanımının söz ko-nusu olduğunu kaydeden Prof. Avermaet, bi-rincisinin Flaman Bölgesi’nde uygulama koşul-larının olmadığını ancak ikinci yöntemle ana-dile yer vererek öğrenciye anadiline olumlu ba-kıldığı için artıdeğer duygusu verildiğini, bupozitif algı ile öğrencinin kendine bakışının de-ğiştiğini ve uzun vadede okul başarısının daolumlu etkilendiğini savunuyor. Okullarda ana-dil kullanımının birinci yöntemi ise uluslarası

Leuven) ve yine Leuven Üniversitesi’ne bağlı İn-terkültüralizm, Göç ve Azınlıklar AraştırmaMerkezi’nin (IMMRC – KU Leuven) Flaman Böl-gesi’nde yaptığı araştırmada Flamanca dışındabaşka bir dil konuşan öğrencilerin yüzde 65’ininsınıfta ya da okul bahçesinde anadilini kullan-masına izin verilmediği belirtildi. Türk ve Faskökenli öğrencilerde bu oran yüzde 80’i buluyor.Okulların çoğunda Flamanca dışında başka birdil kullanılması cezalandırılıyor. Araştırmada il-ginç bir bulgu ise, bir öğretmenin göçmen genç-

ler sınıfta ya da okul bahçesinde anadilindekonuştuklarında onlara kumbaraya para atmacezası verirken, aynı şekilde Flaman öğrencininde ırkçı söylemde bulunduğunda kumbarayapara atma cezası vermesi... Bu tutum, okullardaanadile yaklaşımın hangi boyutlara ulaştığınıngöstergesi oluyor. Irkçılıkla aynı kategoriye ko-nulan anadil, otomatik olarak değersizleştirilip,küçük düşürülüyor.

Araştırmacılar “cezalandırmanın iyi bir fikirolmadığını” kaydederken, bu cezanın çocuğunkendi dili ve kültürüne okulda değer verilmediğiduygusunu yaratarak, ilerideki okul başarısınıetkilediğini söylüyorlar. Araştırmacılar, şu anakadar varolan anlayışın tersine okullarda anadi-line daha fazla yer ve önem verilmesini istiyor.

Eğitimde çeşitlilik dikkate alınmalı

Şu sıralar Flaman Eğitim Bakanlığı’nın üze-rinde çalıştığı eğitim reformunun sorunun bir

AvrupaGüN | 31 Aralık 2012 | 11

düzeydeki araştırmalarda başarısı kanıtlanmışancak çok farklı anadillere sahip öğrencilerinbulunduğu okullarda uygulaması zor bir yön-tem. Bu yöntemi, anasınıfı ve ilkokul birinci sı-nıfa kadar yüz de yüz anadilde eğitim verilipbunun ilkokul ikinci sınıftan itibaren Flamancaile birleştirilmesinin mümkün olduğunu, bunoktadan sonra anadilin azaltılıp Flamancanınartırıldığını belirten Prof. Avermaet, bu yönte-min Flaman Bölgesinde uygulama şansının lo-jistik gerekçelerle olmadığını vurguluyor. Aver-maet, şunları söylüyor:

“Çünkü bugün günümüzde hemen hementüm okullarda 10-15 farklı anadile sahip öğrencivar ve tüm bu dillerde eğitim vermek imkansız.Eğer bir okulda yüzde 100 Türk çocukları varsao zaman bu yöntem uygulanabilir ya da iki ayrıana dile sahip çocuklar geliyorsa sadece olabilir.Çünkü bu durumda sadece 2 farklı dilde öğret-men ihtiyacınız olacak ama 10-15 farklı anadilesahip çocukların geldiği bir okulda, bu kadarfarklı dilde ekstra öğretmen bulmak ve bunu or-ganize etmek neredeyse imkansız. O yüzdenben olaya pragmatik bakıyorum. Teorik olarakçocukların anasınıfından itibaren ilkokulakadar kendi anadilinde eğitim almasının okulbaşarılarında olumlu sonuçlar doğurduğunu bi-liyoruz. Ama bu yöntem çok masraflı ve bu dil-lerde konuşan yeterli öğretmen bulmak müm-kün değil. Ancak sırf bu yüzden eğitimde ana-dilin kullanılmasını bastıran politikalar da uy-gulamamalıyız. Çünkü eğitimde anadilin kulla-nılmasına izin vermek, o dili bilmeyen öğret-menin anadil kullanılma sürecini yönetebil- me-sini sağlıyor, hiçbir ekstra masraf yaratmıyor,çocuğun kendini algılamasında ve kendini iyihissetmesinde pozitif sonuçlar doğuruyor veuzun vadede okul başarısını etkiliyor. AyrıcaFlamanca öğrenme üzerinde de hiçbir negatifetkisi yok.”

Anadil ve ırkçılık aynı kefeye konuyor

Araştırmanın içinde geçen önemli bir unsurda bazı öğretmenlerin ırkçı söylemde bulunanbir yerli çocukla anadilini konuşan bir yabancıçocuğa aynı cezayı vermesi idi. Bu son derece şa-şırtıcı ve tuhaf bir yaklaşım hakkında ise Prof.Avermaet şunları kaydediyor:

“Evet son derece tuhaf. Okullarda dil ırkçı-lığı denilen böyle bir yaklaşım içinde olan bazıöğretmenler vardır tabii, ama genel çoğunlukfarkında olmadan böyle bir davranış içine giri-yor. Yabancı öğrencilerin eğitim başarısızlıkla-rının arkasında yatan nedenin Flamancalarınınyetersiz olduğunu düşünen öğretmen daha çok

Flamanca konuşmayı sağlamak için böyle bir ce-zalandırma yoluna gidiyor. Ama bu defa anadilifarklı olmayan yerli çocuk için ne yapacak?Onlar Flamanca konuşunca cezalandırması sözkonusu değil. O yüzden onlara da ırkçı sözlersöylediklerinde benzer cezayı veriyor. Tabii kisonuç olarak anadilini konuşan çocuk ile ırkçısöz söyleyen çocuk aynı kefeye konmuş oluyor.Ama, dediğim gibi, öğretmenlerin aralarındamutlaka ırkçı olanlar vardır, ama ben genel ola-rak bu davranışı ne anlama geldiğini fark etme-den, bilinçsizce yaptıklarını düşünüyorum.Tabii bu durumdaki çocuk kendi diline okuldaceza verildiği, ona önem verilmediği duygula-rına kapılıyor. İşte biz tam da burada anadileolan bu yaklaşımın değişmesi gerektiğini söylü-yoruz.”

Araştırmada bir ilginç durum ise Türk veFaslı öğrencilerin dillerine bir Polonyalı ya daÇinli öğrenciden daha önyargılı bakılıyor ol-ması. Türk ve Faslı öğrenci okulda anadilindekonuştuğunda diğerlerinden daha fazla ceza-landırılıyor. Bu durumu ise Prof. Avermaet, bazıdillere örneğin Çince gibi, yaşadıkları ekonomikgelişme ve Çince’nin artık dünyada önemli birdil haline gelmesi gibi nedenlerle olumlu bakı-lırken, özellikle Türk ve Faslılara olan bu olum-suz yaklaşımın farklı kültür ve din ile de ilgisiolabileceğini söylüyor.

Türk ailelere “Hangi dilde olursa olsun çocu-ğunuzla daha çok konuşun!” altın öğüdünüveren Prof. Avermaet, şu görüşleri savunuyor:

“Hangi dilde olduğu önemli değil, yeter kiçocukları ile konuşşunlar. Neden bunu söylü-yorum? Çünkü Türk ya da Faslı aileler bana'Okul yöneticisi ya da öğretmenler çocuğumlaFlamanca konuşmam gerektiğini söylüyor, amaben Flamanca konuşamıyorum, konuşmaya ce-saret edemiyorum, ama Türkçe de konuşmak is-temiyorum. Çünkü bu defa da çocuğumunFlamancası üzerinde negatif etkisi olacağını dü-şünüyorum ve artık çocuğumla bir şey konuş-maya korkuyorum' diyor. Bu durum, bence enkötüsü. Bu yüzden ailelere, 'Çocuğunuzla konu-şabildiğiniz kadar çok konuşun!' diyorum. Evdesessizlik varsa, bu iyi bir işaret değil! Her şeyhakkında konuşulması gerekiyor: Sevdiklerişeyler, sevmedikleri şeyler, karne-leri ... Ne kadar çok konuşulursabir evde –hangi dilde olursaolsun– o kadar faydalı olur. Bubenim ailelere verdiğim altınöğüt. “

12 | 31 Aralık 2012 | AvrupaGüN

Prof. Piet Van Avermaet’ın altını çiz-diği önemli bir konu da eğitim sorunla-rının etnik kökenle değil sosyoekono-mik altyapı ile ilgisi olduğu yolunda.Şunları şöylüyor:

“Bence en büyük sorun –bu bizimGent’te yaptığımız araştırmalarda datespit ettiğimiz bir durum– göçmenTürk ve Faslı ailelerin, genelde az eği-timli ve sosyoekonomik düzeyi düşükaileler oluşu. Bu ailelerin çocukları datam da bu koşullar nedeniyle eğitimle-rini ilerletemiyorlar. Sonuç olarak bu so-runun etnik bir sorun değil sosyoekono-mik bir sorun olduğunu düşünüyorum.Örneğin bir orta sınıf Türk ailesinin ço-cuğu eğitimde son derece başarılı olu-yor. Flaman Bölgesi’nde okulda başarısağlayan öğrencilerin başarılarının ne-denlerini incelediğimiz bir araştırmada,ilk sırada yüzde 40 ile çocukların içindebulundukları sosyoekonomik altyapıgeliyor. Burada etnik yapı, dil, kız erkekayrımı vs gibi pek çok faktör de düşükdüzeylerde rol oynuyor ama en büyükrolü sosyoekonomik durumları oynuyor.Eğitimde tartışmalar ağırlıklı olaraketnik yapı üzerinden yapıldığı için-dir ki bugün eğitimde dikkatlerçok fazla etnik durum, kimlik vedil konuları üzerinde yoğunlaşı-yor. Daha temel sorun, Türk yada Faslı çocuklar için politikaüretmek. Çünkü eğer biz sa-dece devletin Türk veFaslı çocuklar için bireğitim politikası gerçek-leştirmesi gerektiğindenbahsedersek, 'Nasıl bireğitim politikası olacak?'derken hemen çocukla-rının eğitimleri ile ilgi-

lenmeyen, onlarla sadece Türkçe konu-şan, eşini Türkiye’den seçen vs Türk ai-leleri suçlayan parmakları göreceğiz.Sonuçta suçu hep başkasına yüklüyoruz.Ama biz aynı zamanda 'Bu problemetnik bir problem değil, bu sosyoekono-mik düzeyi düşük ailelerin sorunu' dedi-ğimizde 'Toplum ve eğitim kurumlarıbirlikte bu sosyoekonomik düzeyi düşükailelerin çocuklarının eğitimde başarılıolmaları için eğitim sis- teminde nelerideğiştirebiliriz?' diye dü- şünmeye başlı-yoruz. Eğitim kalitesi hakkında bir tar-tışma yapıldığında her zaman butartışmanın etnik yapı ile ilgili değil sos-yoekonomik düzey ile ilgili bir tartışmaolması gerektiğini söylüyorum.”

Prof. Piet van Avermaet’ın FlamanEğitim Bakanlığı’na önerisi ise çok net:

“Genel olarak öğretmenlerin ve okul-ların çeşitliliği nasıl ele almaları gerek-tiği konusunda profesyonelleştirilmesigerekir. Hâlâ okulların dil çeşitliliğini,sosyal çeşitliliği, kültürel çeşitliliği vsçok az öğrendiği ve çeşitliliği nasıl elealacağını bilmediğini tespit ediyorum.Bu yüzden devletin de okullarda öğret-

menlerin daha güçlü bir çeşitlilikpolitikası uygulayabilmeleri içinprofesyonelleşmelerine yatırımyapması gerektiğini düşünüyo-rum.”

AvrupaGüN | 31 Aralık 2012 | 13

-

Eğitim sorunları etnik kökenle değilsosyoekonomik altyapıyla ilgili

Almanca ve Fransızca konuşulantopraklarda on yıllardır en yaygınbir Türkçe gazetede ve son yıllardada televizyonda, ısrarla, Türkçekültür ve sanat dünyasındakietkileme ve etkilenme süreçleriniişleyen bir yazı adamı göz ardı edili-yor. Bunu sadece, diyelim Almanyazı veya medya dünyasının cahilliğiya da körlüğü ile açıklamak müm-kün olmaz. Burada bir bilinç, birirade aramak zorundayız: Türkaydınlanmasının, Türkiye ve Türkçe-nin cumhuriyetçi-kurucu zihniyeti-nin tüm devamcıları, belki de bukemalist kuruculuğu solla buluştu-ran değerler nedeniyle, Batı’nıngözünde kuşkuludur.

Türkçe edebiyatın son 50 yılını, hatta dahafazlasını, neredeyse noktasına virgülüne varın-caya kadar yakından izlemiş, müdahale etmişbir yazar, on yıllardır Avrupa’nın önde gelen birgazetesinde her gün okur karşısına çıkıyor. Hergün, Türkçe kültür ve sanat dünyasında nelerolup bittiğini anlatıyor. Israrla. Bu yazar, hemTürk şiirinin doruklarından biri hem de YusufZiya Ortaç sonrası Türk edebiyatına girmiş engüçlü bir portre yazarı olan Cemal Süreya’nındeyişiyle, “büyük hatalar yapmaksızın” Türkçe-nin denizlerini harmanlıyor. Eskiyi ve yeniyi de-ğerlendiriyor.

Doğan Hızlan...Türkiye’nin yanı sıra, Avrupa’da ve özellikle

de bu yaşlı kıtanın epey bir zamandır motorukonumuna yeniden yükselmiş Almanya’da da.En yaygın Türkçe gazetede, her gün, sanat dün-yasındaki gelişmeleri, yenilikleri, ileri adımları,tartışmaları işliyor. 5 milyonu aşkın Türkçeli in-sanın yaşadığı Batı Avrupa’dan söz ediyoruz.Nobel Ödülü verilmiş bir edebiyat ve temsilci-sinden... Doğan Hızlan’dan...

14 | 31 Aralık 2012 | AvrupaGüN

Avrupa’da on yıllardır her gün sanat yazmak

Doğan Hızlan ve zamanıOSMAN ÇUTSAY

“Yaralısın”, “Gülünün Solduğu Akşam” gibigeniş kesimlere ulaşmış kitapların yazarı ve ya-yıncısı Erdal Öz’ün değil sadece, muvafık veyamuhalif her çevrenin gözünde bugün, Türkçe-deki kültür ve sanat hareketlerinin 1 numaralıtemsilcisi Doğan Hızlan’dır. Bu yazarı, Türklerleilgili yaprak kımıldasa haber yapan Alman med-yası ve kültür dünyası dikkate almıyor.

Hiçbirimiz dikkate alınmıyoruz.Neden?Buna hemen verilecek yanıtlar doyurucu ol-

mayacaktır. Dolayısıyla bizim analitik bir ısrarladoğru yanıtları ortaya çıkarmamız gerekiyor.Sonuçta böyle bir “tecahüle”, bu bilinçli bir ıs-rarla görmezlikten gelmeye, bu yok saymaya birgerekçe bulmamız şart ve bunun kişiliklere bağ-lanacak açıklamaların dışında kalacağı da kesin.

Kişisel gerekçeler? Yok.İki “mesele” var.Birincisi, Türkçe kültür dünyasının nabzını

Türkiye’nin en etkili medya grubunun üst düzeyyöneticisi ve yazarı olarak tutan Hızlan’ın, acabaAlman medyasının karar vericilerince tanınma-dığını kabullenmek mümkün müdür? DoğanHızlan ve savunduğu değerlerle ilgili bilginin,dolaşımda olduğunu tahmin etmek zor değil. Ozaman, arada başka temassızlıklar olması, hattayaratılmış olması gerekir. Aslında sorun, bu te-massızlığın varlığı değil, neden ve hangi yollayaratıldığıdır. Bu, bir.

İkinci bir konu da, bu “yok sayma” siyaseti-nin, Avrupa’da Türkçe kullanan geniş bir toplu-mun aydınlarınca veya aydın adaylarıncapüskürtülememiş olmasıdır. Türkçeli aydınlarınbu tür kuşatmaları yaracak bir gücü yok demekki. Hatta belki bu çevrenin böyle kuşatmalarınolup olmadığından bile haberi yok.

Oysa, gücü ve ağırlığı, Doğan Hızlan’ın ya-kından izlenmesini ve Avrupa’daki Türkçeninkaderi açısından öneminin irdelenmesini kaçı-nılmaz kılıyor. Bu tür dışlanmaları Hızlan’ın pekönemsemediğini, hatta hiç önemsemediğinigörmek zor değil. Ama gerek onu gerekse tektek Türk yazar veya aydın adaylarını aşan birçerçeve içinde bulunduğumuz ortada.

Örnek: Almanca konuşulan topraklarda onyıllardır en yaygın bir Türkçe gazetede ve sonyıllarda da televizyonda ısrarla Türk kültür vesanat dünyasındaki etkileme ve etkilenme sü-reçlerini işleyen bir yazı adamı göz ardı edil-mektedir, dedik. Bunun sadece, diyelim Almanyazı veya medya dünyasının cahilliği ya da kör-lüğü ile açıklamak mümkün olmaz. Burada birbilinç, bir irade aramak zorundayız: Türk aydın-lanmasının, Türkiye ve Türkçenin cumhuri-yetçi-kurucu zihniyetinin tüm devamcıları,

AvrupaGüN | 31 Aralık 2012 | 15

belki de bu kemalist kuruculuğu solla buluştu-ran değerler nedeniyle, Batı’nın gözünde kuş-kuludur. Başka türlü de söyleyebiliriz: TürkiyeCumhuriyeti’nin kurucu babalarının kültürelçaba çağrışımlarını 21’inci yüzyıla taşıyan, ıs-rarla nostaljiye değil, yeni olana, yenilenmeyeişaret eden, onu propaganda eden bir yazarın,Türkiyeli kimliğiyle bir huzursuzluk kaynağı ol-duğu anlaşılıyor. En azından biz öyle anlıyoruz.

Almanya’da Türklerin Araplarla birlikte Al-manya’nın zeka ortalamasını düşürdüğü türün-den açıklamalarda bulunan ilo Sarrazin vekitabı yeni tartışmaları tetiklerken, Nadi Nadive İlhan Selçuk’un yakın dostu Doğan Hızlan’abaşka türlü bir muamele şaşkınlık nedeniolurdu. Bu paralelliğe döneceğiz.

Özellikle Nadi Nadi’nin aydınlanmacı çizgi-sine yakınlığını ve bu çizginin sürdürücüsü ol-duğunu yapıtlarından görebildiğimiz Hızlan,demek ki bir başka büyük senaryonun içindefarklı hesapların bir kurbanıdır.

Biz başka bir noktadan el alarak ilerleyebili-riz. Görülmeyeni, görmek istemediklerini vebuna karşı direnen iradenin anlamını, kapsamaalanını, Enis Batur, Temmuz 2000’de “Dil Der-gisi”nde sanki önceden haber vermişti:

“Konumlayacak olursak, Doğan Hızlan tam,bütün bir ’merkez’ valisi. Hiçbir vakit muhalif-liği hedef tutmamış, marjinal boyutu simgele-memiş bir yönlendirici. Yaptıklarını, yapmayısürdürdüklerini görmezlikten gelmedikçe, kül-tür ortamında üstlendiği rol küçümsenecek gibi

16 | 31 Aralık 2012 | AvrupaGüN

lan’ın çok yakın durduğunu hiç gizlemediği Av-rupa Birliği zihniyetini çok rahatsız ediyor. Tür-kiye edebiyatının, galiba solun fazla etkisinde,ele avuca gelmez, başına buyruk, denetimi zorbir iradeyi temsil ettiği düşünülmek- tedir.Tarih, böyle: Biz ona hep bir iradeler bütünüolarak bakarız.

O halde Cemal Süreya’nın, “editör ve eleştir-men olarak hiçbir zaman büyük yanlışa düş-mez” dediği bir pusulanın “mevcudiyeti inkaredilmekte” veya, aynı anlama gelmek üzere,“önemli değil” damgasıyla geçiştirilmekte ise,bizim bu iradeyi veya iradeler bütününü çö-zümlemek gibi bir görevimiz de var demektir.

Gerçekten de Fransa, Avusturya, İtalya, Hol-landa ve Belçika gibi emperyal güçlerin motorusayılan Almanya için durum çok vahim ve bir okadar da anlamlıdır. Sonuçta, bu ülkede, 3 mil-yona yakın Türkçeli insan yaşıyor ve onlaraTürkçe olarak şu ya da bu ölçüde hitap eden birgünlük gazetenin kültür-sanat yönlendiricisi,eleştirmeni, “muhatap” alınmıyor.

Neden?Çünkü Türkçenin kendisine bir muhatap

olarak bakılmıyor.Biz, bunu çeşitli açılardan yaklaşarak yanıt-

lanması gereken bir soru olarak görürüz.Genel yaklaşımın ne olduğunu, “Deutsch-

land schafft sich ab” (Almanya Kendini OrtadanKaldırıyor) kitabı çerçevesinde art arda yinele-diği dramatik tezleriyle ortalığı karıştıran iloSarrazin sayesinde gördük. Berlin eyaletinin bueski maliye bakanı ve sonrasında da FederalMerkez Bankası Yönetim Kurulu üyesinin,Türkler başta olmak üzere belli bir kültür çev-

AvrupaGüN | 31 Aralık 2012 | 17

değildir. Yazıları ve söyleyişleriyle bir pusula işl-evi görür Hızlan: Okurla, izleyiciyle, dinleyiciyleyapıtların, olayların, sorunların arasında köp-rüler kurar: Çağırır, sevkeder, buluşturur. Bun-ları gerçekleştirirken, olabildiğince tarafsızkalmayı yeğlemiştir, sözgelimi ben, enikonu ta-raflıyımdır. Hızlan’ı Türkiye’nin Bernard Pi-vot’su olarak değerlendirebiliriz: Bir ’dengeuzmanı’.”

Batur’un bu yazısından 4 yıl sonra Erdal Öz,Doğan Hızlan’ın Türk edebiyatının cumhurbaş-kanı olduğunu ilan edecektir ve bu, hiç de öyleüzerinden atlanacak bir ölçü değildir. Herzaman etkili ve duyargaları çok gelişmiş birkurgu ustası Erdal Öz’ün böyle bir tanımı dil-lendirmesi nedeniyle değil sadece, Hızlan’ınbiraz da bugün kazandığı ağırlık nedeniyle böylebu. Türkiye Türkçesinin kültür ve sanat dünya-sına yönelik bu saptama, 21’inci yüzyılın ikincion yılına girmeye hazırlanırken, bir genel ge-çerlilik kazanmış görünüyor. Bu, bu...

Ama Almanya, Avusturya, Fransa, Hollandave Belçika’daki kültür çevrelerinin bu tür bir pu-sulayı algılamama konusunda aralarında birgörüş birliği sağladıkları da anlaşılıyor. Özellikle1990’ların sonundan itibaren Yaşar Kemal veOrhan Pamuk’a neredeyse art arda verilen BarışÖdülü, sonra da Pamuk’un layık görüldüğü No-bel’e rağmen, anlamlı bir iradeyle karşı karşıyaolduğumuzu düşünmek zorundayız: Türki-ye’nin kuruluşuna egemen ilkeler, modernizmısrarı ve cumhuriyetin tüm çarpıklıklarına rağ-men bir gereklilik, bir olağan sonuç olduğuna,yani bir “anomali” karşısında bulunmadığımızyolundaki sinyaller, Batı dünyasını, hatta Hız-

resinin insanlarını açıkça aşağılayan saptama-ları, tersinden, Türkçeye ve bu çerçevede elbetteDoğan Hızlan’a yönelik umursamaz iradeyi deaçıklamaktadır. Türkler ve Araplar bir paraleltoplum oluşturma eğilimi içindedir Sarrazin’egöre ve eğer öyleyse, bunlar toplumun en yoksulkatmanlarına dahil olmaktan adeta memnun-durlar. Bu yoksulluk anaforundan sıyrılmak is-tedikleri söylenemez. Sıyrılamazlar da... Çünkü,sosyal demokrat Sarrazin’e göre, Müslümandünyasına egemen kültürel değerler, bu kaderideğiştirecek her şeye, bu arada bir eğitim ata-ğına da engel olmaktadır. Tabii, işin içine gen-ler ve ahmaklığın “ırsi” olduğu yolundaki “bilim-sel bulgular” da karıştırılmaktadır.

Öyleyse, böyle.Gelmek istediğimiz noktadayız: Yoksulluk

müthiş bir kısır döngüdür ve zenginlerin bu olu-şuma, yani yoksul göçmenlerin paralel toplumgirişimlerine, daha doğrusu kültürlerine, dahafazla hoşgörü göstermesinden “maraza çıka-cağı” kesindir. Sürtüşmelerden kaçılamayacak-tır. Toplum ahmaklaşıyor çünkü. Bu kısır dön-günün en önemli nedeni ise Türkçe ağırlıklı ola-rak Almanya’da, Arapça ağırlıklı olarak da Fran-sa’da, İslam damgalı kültür çevresidir. Anlaşılan,çağdaş bir Türkiye, aydınlanmacı duruş, yaniTürkiye Cumhuriyeti’nin kurucu babaları ve on-ların ısrarlı mirasçıları bu çerçeveye sığmıyor.

Çelişki orada: Dinin kamu yönetimindenuzaklaştırılması olarak da özetleyebileceğimizmodern Türkiye’nin kuruluş yılları ve kurucubabalarını (“Kemalizm”), Avrupa’ya bırakınkabul ettirmeyi, anlatmak bile zordur. EkimDevrimi’nin tüm sonuçlarıyla ve faşizmin ezil-diği İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki uluslar-arası rejimin de bire kadar kırıldığı bir dünyadaveya Avrupa’da, Türkiye varlık nedenini tü-müyle yitirmiş gibidir. Bunun sanat ve kültürortamımızda etkisiz kalması mümkün ola-

mazdı. O zaman Türkçenin ciddi ve Batı’nınparçası bir edebiyata sahip olduğunu, bunun te-mellerinde de aydınlanmanın evrensel ilkelerinesahip çıkmanın yattığını söyleyip savunmak,belki bir iç tutarlılık taşıyor, ama değişen koşul-lar nedeniyle akıntıya kürek çekmek dışında biranlamı bulunmuyor. Batı’nın, beğendiklerini,yakınlıklarnı nasıl bir “nesnel soğuklukla” de-ğerlendirdiği ilginç bir ders olmalıdır. Sadecekendisine yakınlık duyanlara ve bizzat yetiştir-diği öğrencilerine değil, Doğan Hızlan marka-sına bakışı da böyledir.

Ne demek mi istiyoruz?Şunu: Hızlan’daki “akılcı uzaklığı” veya “so-

ğukkanlı yakınlığı”, yazar Kürşat Başar’ın soru-larına yanıtlarla oluşturulan nehir söyleşideki(“Sanki Bir Roman Kahramanı”) bir yanıtındanhareketle görebiliriz. Konu, Kürşat Başar ve ku-şağının, 80 sonrasındaki genç edebiyatçılar ku-şağının, neredeyse sorgusuz sualsiz BilgeKarasu hayranlığı ve Hızlan’ın ister istemez ih-tiyaç duyduğu dikkat notlarıdır:

“Dışarıda beğenilmek isteyen yazarlarımızvar. Ben sana bir şey söyleyeyim, sen Bilge Ka-rasu’yu seversin, Bilge Karasu iyi bir yazar. Amadışarıda o kadar ilgi görmedi. Çünkü onu oku-mak, anlamak biraz çaba ister, bir de o kalitedeyazarlar onlarda da var. Bilge Karasu bence Ba-tılı bir yazar.”

Tüm tercihlerinin Batı’dan yana olduğu bili-nen ve iyi okuyan bir eleştirmen, neden böylebir uyarıya gerek duymuş olabilir? Buna kolaybir yanıt bulmak mümkün değil. Ama Karasu’yuyakından izlemiş ve onun Türkçedeki öneminehep dikkat çekmiş bir hocanın, öğrencisine,“Abartırsanız, hata yaparsınız!” diye tercümeedebileceğimiz küçük dokundurması, onun ku-ruculuğa ve sonrasına bakışla yakından ilgilidir.Türkçenin içinden iyi ve Batılı yazarlar çıkma-sına, Hızlan’ın pek bir itirazı yoktur, ama bu ya-

18 | 31 Aralık 2012 | AvrupaGüN

YAȘAr KeMAl’le

kolaycılığa ve bohem inkarcılığa karşı sağlamkılmıştır.

Şöyle de ifade etmek mümkün: 1923 ve1960 “müdahaleleri” Türkiye toprağındaki enileri iki siyasi başarı ve bunların hemen ardın-dan 1960’larda Türkiye İşçi Partisi (TİP) ile yük-selen Türkiye aydınlanmasının altın yılları,Hızlan’ın toprağa gerçekten sağlam bastığınıgösteriyor. Doğan Hızlan, 1950’lerde hareketle-nen aydın tartışmalarının yaratıcı haznesinedüşmüş, buradan da 60’lar ve 70’lerdeki solyükselişin toplumsal rüzgarını paylaşmıştı. Ohalde, Bilge Karasu’nun iyi bir Batılı yazar ol-duğu vurgusundan biz çok başka sonuçlar çıka-rabiliriz: Sanki, “Bu çizgiyi fazla abartırsanız, enfazla milyonlarca iyiden, ama önemsiz iyidenbiri olursunuz” demektedir. Tanpınar, insanahiçbir şey katmayan doğrulardan yakınırdı, Hız-lan, insana hiçbir şey ilave etmeyen iyilere karşıuyarıyor: Türkçe, kendisini başka aşkınlıklarlahatta aşırılıklarla duyumsatmak, hatta kabul et-tirmek zorundadır. Çünkü edebiyat, bir eğilimolarak, terbiyeli çocukların değil, yaramaz ço-cukların oyun alanıdır. Doğan Hızlan için, kıs-men Ahmet Hamdi Tanpınar ve özellikle deYaşar Kemal böyle bir duruşu simgelemektedir.

O noktadayız işte: İkinci ve derinleşen, dahadoğrusu beslendiği yeraltı kaynaklarını görmekisteyen bir okumayla, Hızlan’ı, belki kendisininbile görmek istemeyeceği bir direncin kolundayakalıyoruz. Ne yazarsa yazsın, ne söylerse söy-lesin, kişisel renklerine kıskançlıkla sahip çıkanve bu renklerini son 50 yılda herkese, hepimizekabul ettirmiş bir yazı adamı, böyle bakınca,yeni, herkese göstermekten kaçındığı bir tutar-lılık, hatta direniş çemberinde varlığını kanıtla-maktadır. Böyle bir Doğan Hızlan, sanılandanve hatta kendi düşündüğünden bile çok dahacumhuriyetçi, çok daha yerli ve çok daha solda-dır. Nesnel olarak adresi oradadır. Bu çevre ko-şulları, Türkiye ve Türkçenin bitirilişin eşiğine

zarların Batı’nın aradığı insanlar olmadığını, ga-liba Latin Amerika rüzgarından önce fark et-miştir. Türkçenin sınırları içinde “Batılı bir iyiyazar” olmanın Batı için pek bir önemi bulun-mamaktadır. Dikkatle ihsas ettiği şey, aslındada ana mesajı, “Batı’da bunlardan çok var. Ne-den ilgilensinler?” şeklinde özetlenebilir.

Bir başka noktaya geldik: Bilge Karasu’nun,okurdan yoğun çaba isteyen kurmaca metinle-rinden çok farklı bir noktadadır Doğan Hız-lan’ın dili. Türkiye’nin en yaygın sanat-kültüreleştirmeni olarak kolay anlaşılırlığı önemsedi-ğini hep söyler. Ama kolaylık bahsinde çok titizve tuzaklara düşmeyecek kadar da dikkatli ol-duğunu da göstermek ister.

Buradan nereye varıyoruz?Galiba, şuraya: Doğan Hızlan, ilk Orhan

Pamuk patırtısı koptuğu zamandan beri, onunlailgili olumsuz bir şey hiç yazmamış ve hep des-teklemişti. Bu, kendisine atfedilen “uçan kuşunkanadı kırılmaz” ilkesiyle de örtüşen bir tutarlı-lıktır. Ama gelinen noktada, hiç öyle kayıtsızşartsız bir Orhan Pamuk hayranı gibi davran-madığını da görüyoruz. İncelikli yön değiştir-melerine ve dikkatli üslubuna bakınca, sahneyeneredeyse bir “Pamuk çılgınlığının” egemen kı-lınmasını fazla anlamlı bulmadığını anlıyoruz.Bunu bu şekilde hiç yazmadığı halde ve aslındagaliba tam da yazmadığı için, böyle görebiliyo-ruz. Dolayısıyla Bilge Karasu’nun gereğindenfazla önemsenmesine karşı bazı sinyaller ver-mesi, hem modern Türk edebiyatının kuruluşuhem de bu edebiyatın gideceği noktalar açısın-dan uyarıcıdır. Hızlan’ın, edebiyat-sanat dışın-daki gerekçe arayışlarına hep kuşkuyla baktığınıaklımızda tutarak, söylemiş olalım: “1923 Pro-jesi”ne yakınlığı ve bu projeye solcu yazarlar vesanatçıların kuşaklar boyu ısrarla ve her koşuldasahip çıkıp geliştirmesi, “sağın hakkını yeme-yin” uyarıları eşliğinde Doğan Hızlan’ı birçok

AvrupaGüN | 31 Aralık 2012 | 19

OĞUz ArAl’lA

getirilmesi, Hızlan’ı böyle görmeyi kolaylaştırı-yor. Kaderi Yugoslavya veya Irak’ı ya da Su-riye’yi andıracak bir ülke veya dilin kuruluşilkelerini özümseyen/önemseyen hiçbir yazarın,böyle bir parkurun dışına çıkması düşünülemez:Yazarlar, genelde, kendilerine biçtikleriadresin çok dışında konuş-lanmış sahra topları gibi-dir. Adresini yitirmeyebaşlayan bir Türkiye’nin,o adresi çok önemseyenDoğan Hızlan’ı etkileme-mesi mümkün olamazdı.

Doğan Hızlan’a göre,eğer modern bir Türk ede-biyatından söz edebiliyorsak,bunu solun büyük çıkışlarına,çabasına borçluyuzdur. O bunu, böylebir açıklıkla elbette ifade etmez, amayazılarını okuyunca çıkaracağımızsonuç, şudur: Solun bu kadar etkili ol-madığı bir Türkçe edebiyatın pek öyleönemsenecek bir anlamı olmazdı.

Nitekim Doğan Hızlan, çalışkan,ama Türkçe edebiyatta bir deprem ya-ratmadığı kesin, bazı solcu yazarlar hak-kında bile “ileriye doğru” dikkatlidir.Örnek, çok... Dursun Akçam için veşöyle:

“O da çile çeken sbir kuşağın simgele-rinden biridir, tanıklığıyla da önemlidir.(...) Tanıdığım Dursun Akçam, güleryüzlü, doğrucu –dürüst sözü yeterli değilburada- çektiği çileyi de olağanmış gibigören, bundan yüksünmeyen ama bizimsiyasal, toplumsal, edebî tarihimize debütün ustalığıyla iz bırakan, dirençli bir ya-zardı. Sinmeyen, sindirilemeyen kuşak-tandı.”

Bu bağlantı yollarını elbette yoktan varetmiyoruz. Hızlan’ın kişisel beslenme veilgi kanallarını da ihmal etmiyoruz. AmaNadir Nadi ve İlhan Selçuk’un bu yakındostunu, o dostluğun anlamına bağlamak,bir anlam yaratmak zorundayız. Kendinihâlâ parçası saydığı Cumhuriyet gazetesiyleilişkisini de 1923’e ve modern Türkiye’nin ku-ruluş ilkelerine bağlamak, keyfi bir tercih değil-dir. Neden? Bir akrabalık mı uyduruyoruz?

Hayır, ama birçok gerekçeyi birleştiriyoruz.Toplumsalı ve tarihseli öne çıkarıyoruz. Biliyo-ruz ki, birey, toplumun ve tarihin dışında kala-maz. İnsanlar yaşadıkları zamanın çocuklarıdırve, eğer çok bilinen bir Hegel formülasyonun-dan hareket edersek, o zamanın ruhunu (Zeit-geist) bir biçimde taşırlar. Bireyleri elbette tek

tek bu Zeitgeist’a indirgemek, daha doğrusu “sı-kıştırmak”, mümkün değildir. Doğru da değil-dir. Fakat bu modülleri ancak birbirleriyleilişkilendirerek anlaşılır kılabiliyoruz.

O zaman, Avrupa ülkelerinde her gün, Türk-çenin en yaygın bir yayın organında, hem de

üst düzey yönetici olarak yazan bir kültüradamına, Alman ve Fransızmedyasınca hak ettiği ilgi-nin gösterilmemesine butür bir ilişkiler ağından ba-karak gerekçeler bulduğu-muzu düşünebiliriz. Demek

ki Türkiye ile Türkçenin mo-dern ve bağımsız anlamını bu

denli vurgulamak, böyle bir ya-kınlık, “cezasız” bırakılamıyor.

Sonuçta, kültür dünyasında ilgisiz-likten daha büyük ceza yoktur. NitekimHızlan’ın da en ağır eleştirilerini bazıyapıtlar ve sahiplerini “görmeyerek”yaptığını, onları, eleştirmeyerek adetacezalandırdığını söyleyebiliriz. Haksız-lık etmeyelim: Doğan Hızlan, kuruluşölçütlerine aşırı titiz her “kurucukuşak” üyesi gibi, örneğin bir MarcelReich-Ranicki’nin tam tersi yoldan git-miştir. Enis Batur’un FransızcadakiBernhard Pivot örneğinin Almanya’dakikarşılığı, Polonya asıllı Reich-Ranicki,övgü ve yergilerinde çok rahat, hattapervasızdır. Ama Almanca yazıp yayım-lamaya Alman Demokratik Cumhuriye-ti’nde başlayan, bugünün 92’likeleştirmeni için, Alman edebiyatına zatenbir kurucular çağı veya kuruluş dönemihassasiyeti, kırılganlığı gerekmiyordu.Marcel Reich-Ranicki, eleştirinin yapıcılı-ğını, yıkarken fazla itina göstermeme-sinde görür. Doğan Hızlan için ise son 50

yıllık Türkçe edebiyat, hâlâ bir kurucudönem uğrağındadır. O nedenle “uçankuşun kanadı kırılmaz” derken, asıl ama-cının 500 satan kitapları 2500 sattırmak

olduğunu da söyler.Demek ki, etkisi ve yaygınlığı açısından

Marcel Reich-Ranicki ile karşılaştırabilece-ğimiz Doğan Hızlan, temelden farklı bir zihni-

yetle hareket etmek zorunda olduğunudüşünüyor. Bugünü ve geçmişi yüklü bir Almanedebiyatında, bir eleştirmenin veya yazarın,sahneye “mevcut yapıyı ve yazıyı korumak içinşefkat dağıtmak üzere” çıkması gerekmiyordu.Kuruluş yıllarının koruyucu kollarını geride bı-rakmak şarttı. Alman edebiyatına, bir başkaalandan, iktisat, ama yine aynı dilde ortaya atıl-

20 | 31 Aralık 2012 | AvrupaGüN

Ya mevcudu ileriden gelene karşı koruyacaksı-nız ya solun simgelediği o ileri düşünceyi ve ya-pıtları mevcudun içinde göreceksiniz ya damevcudu ve o mevcuttan çok memnun her ya-pıtı/yazarı hazır sınırlar içinde nefes alamazhale getireceksiniz. Doğan Hızlan’ın NadirNadi-İlhan Selçuk çizgisinden bakarak Türkçeedebiyatın iyi ve sol örneklerine açık tutu-munda, bir tür gericilikle hesaplaşma kararlılığıvardır. Bu, kendisine hiçbir zaman komünistveya sosyalist bir etiket yapıştırmamış bir yazıadamı için çok anlamlıdır. Belki sadece bu açı-dan, Enis Batur ile bir paralellik taşıdğını düyü-nebiliriz. Doğan Hızlan’ın kendi gazetesidışında Cumhuriyet’in de yayıncılığına katkısıile Enis Batur’un başka her yerde yazabilecek-ken bir çağ yangını içinde ve büyük gericilik yıl-larımızda ısrarla Cumhuriyet gazetesiniseçmesi, verilen mesaj, son derece anlamlıdır.

Buradan bir “ara sonuç” çıkarabiliriz.1930’lar ve 40’ların Türk edebiyatını 50’lerinbüyük ve Doğan Hızlan’ın da zaten içine doğa-cağı ilerici entelektüel ummana taşıyan Nurul-lah Ataç-Ahmet Hamdi Tanpınar tutumunu,çok başka zaman ve bugünkü yıkılış dönemeç-lerimizde, Doğan Hızlan-Enis Batur çizgisiylekarşılaştırabiliriz. Ataç ile Tanpınar, cumhuri-yetin ve Türkçe edebiyatın kuruluş dönemindebirbirini tamamlayan birer cumhuriyetçi aydınkimliğiydiler. Geçmişle geleceği birbirine bağlı-yorlardı. Birbirlerinin varlık nedeniydiler.

Bu dört isim de Türkiyecidir, Türkiyelidir veTürkiye’nin tutkulu çocuklarıdır. Dördü de, ay-dınlanmanın Türkiye’ye, Türkçe ve Türkiyeli’yene kadar büyük olanaklar taşıdığını bilmekte-dir. Çalışkanlıkları ve kişisel tercihlerinin dı-şında, solculuk iddiası taşımadan sola açıkolmalarında, aydınlanmacı şiddetin gereklerinekayıtsız kalamamaları yatmaktadır. Kabul edil-

mış “Yeni sanayileri korumalıyız!” tezine uza-nabiliyoruz. Türkiye’deki iktisat ideolojisinde1908 sonrasında ve “milli iktisat” kapsamındaetkili olduğu bilinen Friedrich List, yeni kurul-muş “bebek” veya “yavru” sanayilerin, daha ge-lişmişlerin rekabetine terk edilemeyeceğiniyazıyordu. Bu doğrultuda 1923 zihniyetininözellikle 1960’lardaki ithal ikamesi açılımıylanasıl geliştiğini veya geliştirildiğini biliyoruz.Dışa kapanmak değil, dışarının ezici, yok edicirekabetine karşı içerideki bebek sektörlerin, sa-nayilerin korunmasıydı istenen. Bu tutumun sa-dece ekonomiyle sınırlı kalacağını elbette dü-şünemeyiz. Zaten kalmadı da...

Düşünceyi besleyen kültür ve sanat dünyası daher kuruluş sonrasında korunmaya muhtaçtır.

Bu nokta, tartışmaya çok açık bir alanın sı-nırlarına giriyor. Ama kurucu zihniyetin, kuru-luş görevleri konusunda tavizsizliğe en güzelörneklerden biri Doğan Hızlan’ın tutumu alına-bilir. Ferit Edgü’nün, Dil Dergisi’nin Temmuz2000 sayısındaki sözleriyle: “O okuyan ve ya-zandır. Bir kitabın başarısız yanlarıyla değil enbaşarılı yanlarıyla ilgilenir. En başarısız kitap-ları okuyup yazdığında bile.” Demek ki Hız-lan’ın, Nadir Nadi-İlhan Selçuk çizgisiyleyakınlığını bir tesadüf olmanın çok ötesine çek-memiz gerekiyor. Doğan Hızlan, bir kuruluşunanlamını ve taşınacak tüm iddiasını, kişisel bir“iyi adam” portresinin ötesinde düşünmüş ol-malıdır. Kişisel tutumla açıklayamayacağımızbir şey var ortada.

Neden?Bir ihtiyaçtan hareket ediyoruz. Son yıllarda

art arda kitaplarını yayımlayan Hızlan’ın biri-kimi, değerli ve ileri olanın listesini yoğun bi-çimde içermesiyle de çok önemlidir. Aydın-lanmacı, cumhuriyetçi her kuruluş, insanları,yazarları böyle bir seçimle yüz yüze bırakıyor:

AvrupaGüN | 31 Aralık 2012 | 21

OrhAN PAMUK’lA

melidir ki, bu dört isim, etki alanları ve yarat-tıkları sonuçlarla, Türkçeyi damgalamış bulu-nuyorlar. Ataç-Tanpınar ve Hızlan-Batur çizgile-ri, temsil ettikleri değerlerle, birikimleriyle veseslenme güçleriyle çok önemlidir ve öndedir-ler. Bu, onların dışında akan nehirlerin, yeraltıırmaklarının olmadığı anlamına gelmiyor el-bette. Ama bu iki paralel çizgiyi ihmal ederekgenel bir sonuç çıkarmanın anlamsız olduğunuda görmeliyiz.

O halde bu insanların yapıtlarında billurla-şan yazarlar ve yapıtlardan, bir okuma tablosuçıkarabiliriz. Yeni dönemin aydın adaylarınınönünde böyle bir hazır malzeme var. ÖrneğinDoğan Hızlan’ın her gün yenilediği bir büyükokuma listesi... En büyükleri ve onları besleyenveya onların beslendiği yazarları, yapıtları, Hız-

lan’dan yola çıkarak “tahsil etmek” yeni birdönem açmak isteyenler için büyük kolaylıktır.Hızlan, bugün itibariyle, önemli bir toparlayıcı,eleyici ve biriktirici haznedir. Bir temsilci...

Bir meşruiyet karşısındayız.Doğan Hızlan’ın nasıl bir meşruiyet taşıyı-

cısı olduğunu en iyi anlatan yazarlardan biri Öz-demir İnce’dir. Hızlan’ı bir “hâdim”, yani“hizmet gören” olarak tanımlayan İnce için,Doğan Hızlan, sanatçının, yazarın, yapıtın hiz-metinde bir “Hakem Bey”dir. Burada bizim ek-lememiz gereken nokta, kendi böyle bir şeyi hiçvurgulamamış bile olsa, “toplum”dur. Öyle ya,bu hizmet, bir toplum ütopyasında, iyiyi ve gü-zeli, kötüden ve çirkinden ayıran insanlar top-lumuna yönelik olmayacaktır da, tek bir insanın“ben”cil duygularına mı hizmet edecektir?

22 | 31 Aralık 2012 | AvrupaGüN

ÇiZi

M:Ö

Mer

Yapr

akki

ran

lan’ın, solun belirlediği bu zevki ileriye çekmeısrarı ve kendi çizgisine sadakatidir.

Gerçekten de, solun getirdiklerini ve etkialanlarını çekip almaya kalksak, Doğan Hız-lan’dan geriye çok fazla bir şey kalmıyor. Belkiinanılması zor olan, Hızlan’ın da bu müktese-battan hiç rahatsız olmadığı, kurtulmak iste-mediğidir. Sağdan kendisine pek bir şeykalmadığını bildiği için olmalı.

Aydınlanma, son tahlilde sol bir şeydir, do-layısıyla, bir aydınlanma çağrıcısı Doğan Hız-lan’ı solsuz anlamak mümkün değildir.

Bu ise Avrupa’daki Türkçeli milyonlar veyeni aydın kuşakları için herhaldeözellikle önemlidir.

Doğan Hızlan’ın, kuşağındaki ve yerleşikmedyadaki sol iddialı dostlarından daha top-lumcu olduğunu, kendisi çevreye yoğun sisbombaları yağdırırken bile söylemek durumun-dayız. Ama bunu daha önce yazanlar olduğunubiliyoruz. En doğruyu, ömür kapısını bir komü-nist olarak kapatmış şair Kemal Özer’in yazdı-ğını biliyoruz. Kemal Özer, 50’lerde yola birlikteçıktığı, ilk kanat alıştırmalarını paylaştığı dos-tunun ömür bilançosunu toplumsal bir çizgidetoparlarken, haklıdır:

“Hepimiz, yola çıktığımızda birer olanaktık.Bu olanağı nasıl kullandık, nereye kadar ulaş-tık? Doğan Hızlan’ın yaptığı, birbiri içinde ikiseçimdi aslında. Ürünle sanatı, ürünle sanatçıarasında kuramsal ya da eleştirel bağlantı kur-mayı değil, ürünle kamuoyu arasında iletişimisağlamayı yeğledi. Hem o ilk çıkış noktasına,hem de sanata karşı kendince belirlediği bu hiz-met anlayışına sürekli bağlı kalarak.”

İnsanları, yazarları, içine doğdukları toplu-mun kan basıncıyla, hatta Schiller’in sözünükullanacak olursak, “zamanın zevkiyle” ilişki-lendirmeden tanımak veya tanımlamak gerçek-ten de mümkün değil. Nitekim, Doğan Hızlan’ıyerleşme ve yıkılma dönemi Türkiye Cumhuri-yeti’nın toplumsal malzemesi dışında anlamayaçalışmak cahil cüretine girer. Şaşırtıcı olan, Hız-

AvrupaGüN | 31 Aralık 2012 | 23