aylik İlİm kÜltÜr ve edebİyat dergİsİleylâ ile mecnûn hulûsi efendi (k.s.)’nin,...

49
www.somuncubaba.net Dergisi Hediyesi... AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 20 • SAYI: 160 • ŞUBAT 2014 • Fiyatı: 8 TL 00160 Toprağın, Ateşin ve Suyun Diyarı: Kütahya Kütahya deyince akla çini gelir... İletişim Ahlâkı ve Sorumluluk Kullandığım iletişim araçları, şâyet benim dinime zarar veriyorsa zararlıdır.

Upload: others

Post on 14-Feb-2020

5 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

Page 1: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİLeylâ ile Mecnûn Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, yazımızın konusunu teşkil eden gazeli bu hikâyenin temelleri üze-rine oturtulmuştur

160

AY

LIK İLİM

LTÜR

VE ED

EBİY

AT D

ERG

İSİ

www.somuncubaba.net

Dergisi Hediyesi...

AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 20 • SAYI: 160 • ŞUBAT 2014 • Fiyatı: 8 TL

00

16

0

Toprağın, Ateşin veSuyun Diyarı: KütahyaKütahya deyince akla çini gelir...

İletişim Ahlâkı ve SorumlulukKullandığım iletişim araçları, şâyet benim dinime zarar veriyorsa zararlıdır.

Page 2: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİLeylâ ile Mecnûn Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, yazımızın konusunu teşkil eden gazeli bu hikâyenin temelleri üze-rine oturtulmuştur

DÎVÂN VE MEKTÛBAT’TAN

SEÇME İLAHİLER

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi’nin dîvân’ı vediğer eserleri okundukça, temelini attığı, şimdibir vakıf medeniyeti olarak inşâ edilen eserleritemâşa edildikçe, onun ismi çağlardan çağlaraaktarılacaktır. Örnek ve önder bir insan olarakher zaman gönüllerde yaşayacaktır.

ÇIKTI

online sipariş ve satışwww.nasihatyayinlari.com

311 İlahi - 333 Sayfa

Page 3: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİLeylâ ile Mecnûn Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, yazımızın konusunu teşkil eden gazeli bu hikâyenin temelleri üze-rine oturtulmuştur

başyazı Sebahaddin ATEŞ

Dünyanın Çini Başkenti: KütahyaEge Bölgesi’nin İç Batı Anadolu Bölümü’nde yer alan Kütahya, bugün de işletilen zengin maden yatakla-

rı dolayısıyla tarihin her devresinde ilgi görmüş, bu sayede geniş ticaret yollarına sahip olmuş, hızla geliş-miştir. Malazgirt Zaferi’nin ardından XI. yüzyılın sonunda Türk uygarlıklarıyla tanışan Kütahya, Germiyanoğlu Beyliği’ne başkentlik yapmıştır. Kütahya’daki Germiyanoğlu eserleri arasında bugün Çini Müzesi olan II. Ya-kup İmaret Külliyesi, şimdi Arkeoloji Müzesi olan Umur-Bin Savcı Medresesi ile İshak Fakih Camii ve Medrese-si sayılabilir. Germiyanoğulları döneminde Yıldırım Bayezid’in Kütahya Valiliği sırasında yapımına başlanan Ulu Camii XV. yüzyılda Musa Çelebi döneminde tamamlanmıştır. Kütahya Osmanlı mimarisi açısından da gü-zel örneklerle donatılmış, çeşme, köprü, cami, medrese, han ve hamamlarla imar edilmiştir.

Ertuğrul Gazi’nin annesi, Osman Gazi’nin ninesi Hayme Ana’nın kabri, Domaniç ilçesine bağlı Çarşam-ba Köyü’ndedir. Kabrin etrafı duvarlarla çevrilidir. II. Abdülhamit devrinde, Çarşambalı bir köylü evinde sak-ladığı dedesinden kalma deri üzerine yazılmış bir vesikayı köye gelen birine okutur. Vesikanın Hayme Ana’ya ait olduğu ortaya çıkar. Görevli İstanbul’a giderek Yıldız Sarayı’na varır ve vesikayı padişaha ulaştırır. II. Abdül-hamit vesikayı incelettikten sonra bir heyeti Çarşamba’ya gönderir. Büyük ninesinin kabrini buldurarak üze-rine bir türbe ve külliye yaptırır.

Selçuklulardan bu yana devam eden çini sanatı Osmanlı dönemde en parlak devrini yaşamıştır. İlin sim-gesi ve onu bütün dünyaya tanıtan çinicilik Kütahya’da en önemli sanat dalı olmanın yanı sıra halkın önemli bir geçim kaynağı olma özelliği de taşır. Kütahya’da Hititlerle başlayan seramik yapımı Osmanlı dönemi sonu-na kadar sürekli gelişme göstermiştir. Kütahya, 100 yılı aşkın bir süre Selçuklularla Bizanslılar arasında tam-pon bölge olarak kalmıştır. Bu dönem çiniciliğinde Bizans ve Selçuklu kültürünün özellikleri birlikte kullanıl-mıştır. Daha sonra Beylikler dönemine giren Kütahya’da Osmanlı etkisi görülmeye başlamıştır. 13l4 tarihli Umur-Bin Savcı Medresesi’ndeki Abdülvacit Efendi’nin sandukasında, 1429 tarihli II. Yakup Bey Türbesi’nde erken Osmanlı dönemi renkli sırlı çinilerin kullanıldığı görülmektedir. 15. yy. Osmanlı seramik ve çini sana-tı, mavi beyaz grubu çinileri ile dikkat çeker. 15. yy. mavi beyaz çinileri Kütahya’daki bazı yapıların yanı sıra İstanbul ve Kudüs mimari eserlerinde de kullanılmıştır. 16. yy. Kütahya çini ve seramik sanatı faaliyetlerinin yavaşladığı bir dönem olmakla beraber, İstanbul ve diğer önemli merkezlerde yapılan mimari eserlerde, Kü-tahya çinilerinin kullanıldığı görülür. Günümüzde ihraç malları arasına giren, desen ve renk zenginliği kaza-nan Kütahya çiniciliği olumlu bir yoldadır. İrili, ufaklı 500’e yakın atölyede yapılan çiniler yurt içi ve yurt dı-şındaki pek çok eseri süslemektedir. Kurtuluş Savaşı’nın en büyük muharebelerinden olan Büyük Taarruz; 26 Ağustos 1922’de Kocatepe’de başlamış, 30 Ağustos’ta Zafertepe Çalköy’de mücadelenin kazanılması ile Tür-kiye Cumhuriyeti’nin temelleri Kütahya’da atılmıştır. Dünyanın çini başkenti olan Kütahya, Evliya Çelebi’nin de memleketidir. Kütahyalı okurlarımız başta olmak üzere bütün gönül dostlarımıza selam ile…

Located in the Central Western Anatolian Part of Aegean Region, Kütahya has always been in the centre of atten-tion in each era of the history because of the rich mineral stratum there; therefore, it has had large trading routes and developed quickly. The tomb of Hayme Ana (Mother), Ertuğrul Ghazi’s mother and Osman Ghazi’s grandmother, is in Çarşamba Village in Domaniç District.

The art of tile (ceramics), which has been going on since Seljukians, had its heyday in this period. Besides being the symbol of the city and which has made the city well-known in the world, “the art of tile-making” is not only an impor-tant work of art but is also an important source of income for the dwellers of the province. Our best regards to our re-aders from Kütahya and all…

The World’s Capital of Tile: Kütahya

somuncubaba 1

Page 4: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİLeylâ ile Mecnûn Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, yazımızın konusunu teşkil eden gazeli bu hikâyenin temelleri üze-rine oturtulmuştur

KurucusuA. Şemsettin ATEŞ

Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803

Yıl: 20 Sayı: 160 Şubat 2014

Basım Tarihi: 01 Şubat 2014

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adınaİmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın YönetmeniSebahaddin ATEŞ

Sorumlu Yazı İşleri MüdürüM. Hulusi ERDEMİR

Yayın EditörleriYrd. Doç. Dr. Mehmet TAŞTEMİRMusa TEKTAŞ

Yönetim Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesiZaviye Mahallesi Hacı Hulûsi Efendi Caddesi No: 71 44700, Darende / MALATYA Tel: (0422) 615 15 54 • Faks: (0422) 615 28 79 www.somuncubaba.net • [email protected]

Yapım

www.grafiturk.com.tr

Genel Sanat YönetmeniSerkan ÖZTÜRK

Sanat YönetmeniCihat ÖZÖNAL

DağıtımKültür Dergi Dağıtım

Baskı ve ÜretimSalmat Basım Yayıncılık Ambalaj San. Ltd. Şti.Sebze Bahçeleri Caddesi Arpacıoğlu İşhanıNo: 95/1 İskitler/ANKARATel: (0312) 341 10 24 • Faks: (0312) 341 30 50

Yayın KuruluProf. Dr. Nihat ÖZTOPRAKProf. Dr. Ali YILMAZProf. Dr. Sebahat DENİZProf. Dr. Bilal KEMİKLİProf. Dr. Abdullah KAHRAMANProf. Dr. Ali AKPINAR

Danışma KuruluProf. Dr. Mehmet AKKUŞProf. Dr. Sinan YALÇINProf. Dr. Mehmet SOYSALDIProf. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİLProf. Dr. Kadir ÖZKÖSEProf. Dr. Mahmut YEŞİL

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır.

Kurum Abone : 140 Yurtdışı 1 Yıllık Abone : 72 EURO Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068Ziraat Bankası : TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01 - Vakıf Bank: TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58Bankasya: TR 3900 2080 0032 0188 5847 0001 - Akbank: TR 7300 0460 0060 8880 0019 0311Teb : TR 5900 0320 0000 0000 0651 5222

Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız.

/SomuncuBabaDergisi

Somuncu Baba Dergisi’nin içeriğinde bulunan yazılar ile ilgili çıkabilecek olan hatalı bilgilerden dolayı dergi herhangi bir sorumluluk kabul etmemektedir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına ilanların sorumluluğu ise rek-lam verenlere aittir. Dergimizde bulunan fotoğrafların ve görsellerin kullanılması ve kopyalanması yasaktır. Yazılar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir. Somun-cu Baba Dergisi’nin bütün telif hakları VİSAN İktisadi İşletmesi’ne aittir.

içindekilerkünye

Hikmet Sadâsıyla Ezan 10 • Toprağın, Ateşin ve Suyun Coşkulu Diyarı: Kütahya 16 • O’nu Söyler… 21 • El-Müzil 22 • Deli Gönül 25 • Tasavvufta Renklerin Dili 26 • Tütüyorsa Ocağın 31 • Dervişliğin Hakikati 32 • Kulların Gözünde İtibar Kazanmak! 42 • Erciyes Mesnevîsi 47 • İletişim Ahlâkı ve Sorumluluk 48 • Hizmette Şefkat ve Merhamet İlkesi 60 • Hükümdarlar Bahçesi 68 • Oyunun Kalp ve Zekâya Faydaları 70 • İrfan Rütbesi 74 • Kütahya Velîleri 76 • Dikkat Evde Kayıt Cihazı Var! 78 • Hayatımızda Sevgi Önceliği 84

6

52

64

80

5636

LEYLÂ BİR ÖZGE ‘CÂN’DIR...

MECAZÎ AŞKTANİLÂHÎ AŞKA

EVLİLİKTEMUTLULUĞUYAKALAMAK

SULTAN IV. MURAD HAN VE AHMED-İ VELÎ HAZRETLERİ

İNTERNET KULLANIMI VE GETİRİP GÖTÜRDÜKLERİ

OSMANLI BARIŞININ ORTADOĞU’DAKİ ANLAMI

Hüseyin ALPSOY

Âşıklık nefes alıp verecek bir vakitte bile sevgilinin

hayâlinden düşüncesinden uzak olmamayı gerektirir.

Âşık artık kendini bütün dünyâlıklardan...

İsmail ÇOLAK

Ortadoğu, Osmanlı sonrasında büyük bir siyasî anafora kapıldı ve huzur ve istikrarın...

Sefa SAYGILI

En mutlu ve en sağlam beraberliklerde, eşler hem sevgili ve ortaktır, hem de iyi bir dostturlar. Gerçekten karşılıklı sevgi ve saygıya...

Fatih ÇINAR

Sûfîlere göre aşk, öyle tesirli bir şeydir ki aşk deryasına dalan vahdet-i vücudun hakikatine erer. Bu durumda da maşuk...

İbrahim BALCIOĞLU

Özellikle internet kullanımı iç ve dış

dünyamızı kuşatmıştır. Gençlerin daha çok

kullanıp izlediği...

Resul KESENCELİ

Sefer hazırlıklarını gören padişah da Sivaslı Abdülmecid Efendi’nin elinden Hazret-i Ömer’in kılıcını kuşandıktan sonra harekete geçti.

444 36 61(0422) 615 15 54

ABONE İLETİŞİM HATTI

Page 5: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİLeylâ ile Mecnûn Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, yazımızın konusunu teşkil eden gazeli bu hikâyenin temelleri üze-rine oturtulmuştur

Epeyce bir müddetten sonra ruhumun aşkıyla (aşkla)

yazdığım mektubumun cevabını aldım. Memnuniyetle

kendisini görünmez âlemin bir şahidi zanneden gönül,

Salim Efendi Hocam ile birlikte muhabbetinizin ifadesine, te-

zahürüne (ortaya çıkmasına) daha ziyade haz hâsıl edip bir

hayali kavuşma ki (kavuşma hayali ki), kendisini kaybederek

bir nice müddet hayal uykusuyla (hayal düşüyle) eğlendim

kaldım. -Bu düşle vakit geçirdim.-

En nihayet yine muhabbetiniz, âcizane muhabbetimle bir-

likte aşka gelip (coşup) cevaplayarak aradaki ilgiyi, irtibatı

günden güne çoğalıp, sonunda dipsiz -nihayetsiz- bir derya

olup, vücut o deryanın yok olması, mahv olması; dil ise çok

değerli inciyi arayan, onun için gayret eden bir dalgıç olup,

başka âlemlere ait (gayba ve ahirete ait) olan hayal âlemi, ka-

vuşma âlemine dönüşerek maddi ve manevi irtibata geçerek

(dönüşerek) aradan her kayıt bir şahidiyle yerleşmiş olarak

(sakin ve sabit olarak) ayrılık acısını ve kederini unutmanızı

da, bağışlar ihsan eden Cenâb-ı Haktan merhametini esirge-

memesini arzu ederim. Yalvarmam, yakarmam bunun içindir

efendi kardaşlarım.

Ellisekizinci Mektup

Ey Ruhumun Işığı,Canım ve Gönlümün Dili

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)

Mektûbât-ı Hulûsî-i Dârendevî

Güncelleme: Yrd. Doç. Dr. Cemil GÜLSEREN

Page 6: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİLeylâ ile Mecnûn Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, yazımızın konusunu teşkil eden gazeli bu hikâyenin temelleri üze-rine oturtulmuştur

HULÛSİ KALB’DEN / Hüseyin ALPSOY

Leylâ Bir Özge ‘Cân’dır...

“Âşıklık nefes alıp verecek bir vakitte bile sevgilinin hayâlinden düşüncesinden uzak olmamayı gerektirir. Âşık artık kendini bütün

dünyâlıklardan sıyırmak ve tecrid etmek zorundadır. Çünkü aşk çölünü geçmek ızdırap ister çile ister... ”

Eser

: Ese

r: Rı

za B

adro

ssam

a

Leylâ ile Mecnûn bir Arap halk hikâyesidir. Amiroğulları kabilesinden Kays adlı bir genç, kabile reisinin Leylâ adlı güzel kızı-

na gönlünü kaptırmıştır. Kızı vermedikleri için Kays aklını kaçırıp çöllere düşmüş, gönlüne dü-şen aşk ateşinin etkisiyle yanık şiirler söylemiş, vahşî hayvanlarla hemdem olmuş, deli anlamı-na gelen “Mecnûn” adıyla şöhret kazanmıştır.

Sonucunda, Leylâsına kavuşamayıp öldü-ğünü duyunca, gidip kabrine kapanıp can ver-mesiyle biten bu hikâye asırlardır dilden dile dolaşmış meşhur bir aşk hikâyesidir. Leylâ ile Mecnûn hikâyesi, Leylâ’nın evlenmesi, kocası-nın “Bana bir cin musallat oldu. Eğer dokunur-san seni öldürecek.” yalanına inanıp Leylâ’ya yaklaşmaması ve ölümü; bir kabile reisinin, Leylâ’yı Mecnûn’a almak için Leylâ’nın babasıy-la savaşması gibi birçok tamamlayıcı ve süsle-yici ögenin yer aldığı bir hikâyedir. Araplardan İran edebiyatına geçen ve İran’ın Hamse sahi-bi büyük şairi Nizamî ile klasikleşen bu konu, birçok İran ve Türk şairi tarafından kaleme alınmıştır. Bu hikâye her yüzyılda tekrar tek-rar yazılmıştır. Ancak bizim edebiyatımızda bu hikâyeyi en güzel yazan Fuzûlî’dir. Fuzûlî’nin yazmış olduğu hikâye metni kendisinden sonra yazılacak bütün hikâyelere temel oluşturacak niteliktedir.

Leylâ ile Mecnûn

Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, yazımızın konusunu teşkil eden gazeli bu hikâyenin temelleri üze-rine oturtulmuştur. Leylâ ile Mecnûn her ne kadar beşeri bir aşk hikâyesi olsa da sonucu Hakk’a varmaktadır. Herkes hikâyenin sonun-da Leylâ’nın aşkından Allah aşkına varan bir Mecnûn hatırlamaktadır. Mecnûn’un geçtiği evreleri Fuzûlî usta bir sembolizmle beşerî aşk ilişkisi içinde anlatmaktadır. Oysaki Mecnûn’un geçtiği yol ve temsil ettiği aşk, beşeri aşkın çok ötesindedir. Mecnûn aşkı ve gönlü temsil etmektedir. Leylâ ise hikâyenin başlangıcında dünya nimetlerini ve dünyalık aşkı temsil eder-ken. Zamanla Mecnûn için farklı bir anlam ifâde etmeye başlamıştır. Artık Mecnûn için Leylâ aşkın bizatihi kendisi olmuştur. Tasavvuf ile yoğrulan bu aşk hikâyesi bize mutlak hakîkate kavuşmanın yolunu göstermektedir.

Mutlak hakîkat olan Allah‘a varmanın aşk ve akıl olmak üzere belli başlı iki yolunun olduğu kabul edilmiştir. Aşk mutasavvıfların; akıl ise medrese erbabının, bilginlerin yoludur. Tasav-vufta esas olan aşktır. Aşk akıldan çok daha üs-tün ve tesirlidir. Hakîkate ancak aşk ile erişilir. Aşk vahdet âlemini idrak edebildiği halde, akıl bundan âciz kalır. Akıl sınırlıdır, aşk sonsuzdur.

6 ŞUBAT 2014 somuncubaba 7

Page 7: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİLeylâ ile Mecnûn Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, yazımızın konusunu teşkil eden gazeli bu hikâyenin temelleri üze-rine oturtulmuştur

Akıl sahibinin nazarı, seyir halin-deki âşığın adımına yetişemez. Akıl çamurdan çıkmayan topal bir eşek, aşk ise Muhammed‘i Allah’ın huzuruna çıkaran kanatlı Burak gibidir. Dünya konusunda aktif olan akıl, Allah’a ulaşma yo-lunda hiçbir işe yaramaz. Hakk’a ancak aşk ile varılabilir.

Şiirlerde, aşkı âşıklar, aklı ise zâhidler temsil eder. Bundan dolayı aklın temsilcisi sayılan zâhidler, şiirlerde devamlı yerilir. Şairlerin kendilerini aşk yolunu tercih edip âşık olarak telakki etmelerinde, tasavvufun etkisi vardır. Zira onlar da âşıklar gibi aşka âşinâ, akla yabancıdırlar. Gönül, daima ak-lın unutulup, aşkın gözetilmesini tavsiye eder. Aklın temsilcisi olan sofular cennetten başka bir şey istemezlerken, aşkın temsilcisi âşıklar ise Hakk’ın dîdârına talip olmuşlardır:

Anâ Mecnûn denir ki ezber etmiş Dilinde her nefes evrâd-ı Leylâ(Ona Mecnûn denir ki, Leylâ’nın virdi her ne-

feste dilindedir.)

Bu beyitte Hulûsi Efendi (k.s.) Mecnûn’un halini arzetmektedir. Mecnûn dilinde her dâim Leylâ’nın adıyla dolaşmaktadır. Adeta onun adını bir dervişin kendine vird edinmesi gibi vird edinmiştir. Ancak Mecnûn tasavvufta âşık-ı sâdığın; Leylâ ise gerçek sevgilinin, Zât-ı Hakîki’nin sembolüdür. Çekilen çile ve meşak-kat ise ehl-i aşkın aşk yolunda yaşadıklarını temsil etmektedir. İşte Leylâ ile hemdem olan Mecnûn artık kendini ondan ayrı görmemekte-dir. Mecnûn’un vardığı yer tasavvuftaki en üst makam olan; fenâ makamıdır.

Gözü yârın cemâlin manzar etmiş Şuhûdu şâhidi irşâdı Leylâ(Mecnûn’un gözü yârin güzelliğini görmüş.

Leylâ hakikati anlatan, hakikati gören ve haki-katin kendisi olmuştur.)

Âşıklığın Sembolü Mecnûn’dur

Âşıklığın sembolü Mecnûn’dur. Mecnûn’un gönlüne muhabbet ve aşkın şevki düşünce halk arasından ayrılıp yalnızlığı seçti. Vahşî hayvan-ları kendine dost çölleri mesken etti. Ümrandan vazgeçti, hârâbatı tercih etti, halkın methetme-sine de aşağılamasına da aldırmadı. Onların konuşması da susması da onun indinde müsâvî oldu. Ondan razı olmaları da hoşnut olmamaları da bir oldu. Bazen ona:

- Sen kimsin, denildi. Dedi ki:

- Leylâ.

- Nereden geldin?

- Leylâ.

- Nereye gidersin?

- Leylâ.

Mecnûn’un gözü Leylâ’dan başka hiçbir şeyi görmüyor, kulağı ondan başka bir şey işitmiyor-du. İşte bu aşk bizatihi Hakkın aşkıdır. Mecnûn seyr-i sülûkte artık yüce bir makama erişmiştir. Artık Leylâ onun için bir özge candır.

Açıp ders-i cünûnu etdi ta’lîm Kitâb-ı hüsnünü üstâdı Leylâ(Güzellik kitabının üstâdı Leylâ, açıp cinlen-

me dersini talim etti.)

Mecnûn âşığın sembolü olduğu gibi Leylâ ise güzelliğin ve sevginin sembolüdür. Leylâ güzellik kitabında ‘Cünûn’ bölümünü talim et-mektedir. Cünûn ise Mecnûn’un ismine yapılan bir atıftır. Çünkü gerçek adı Kays iken yakalan-dığı aşk hastalığı nedeniyle anlam verilemeyen tavır ve davranışları dolayısıyla divâne anlamı-na gelen Mecnûn ismi ile anılır olmuştur.

Değişmez iki dünyâya muhakkak O kim Kays ola ede yâd-ı Leylâ(O ki, Kays olup Leylâyı yâd eden kişi, bu

aşkı iki dünyaya değişmez.)

Ehl-i aşk zaten bu dünyâsından vazgeçmiş-tir. Hayatı kıymeti ölçüsünde yaşamaktadır. Ancak âşık veya sâlik için bu dünyanın bir kıy-meti olmadığı gibi cennetin ve cennet nimet-lerinin de bir ehemmiyeti yoktur. Köşkü huriyi isteyenlerin ona kavuşacağına inanırlar. Ancak ehl-i aşkın tek istediği vardır: ‘Sevgili’. Bana seni gerek seni diyerek bu taleplerini dile ge-tirmişlerdir.

Muhabbet ana derler yâr ilinde Ola Mecnûn-dilin feryâdı Leylâ(Mecnûn’un dilinde Leylâ’nın feryâdı olursa,

ona sevgilinin yurdunda muhabbet derler.)

Akıl Sâhibi O Meczûplar

Kays Leylâ’nın aşkından çöllere düşmüş ve her yerde Leylâ’sını arar olmuştur. Bu meczûb hâlin adı mecnûnluktur. Oysaki asıl akıl sâhibi o meczûplardır ki; gerçek aşkı bulup mâsivâdan ve geçici sûretlere sahip sevgililerden vazgeçmişlerdir. Kaynaklar-da Akşemseddin Hazretlerinin bu cezbe ve mucnûnluk halini şu ifadelerle dile getirdiği nakledilir. “Zikir ile meşgul olan sûfiye, esma ve sıfatlardan tecelliler gelir, bir mürşide bağlı olan kimse, bu gelenleri hazmedebilme gücü-ne sahiptir. Bir mürşide bağlı olmaksızın, ken-di başına birtakım virdler tertip eden kimseler “Allah” veya “la ilahe illallah” zikirlerini çeker-ken, bir ân içinde zât tecellisine maruz kalırlar. Onun, bir mürşide bağlı olmadığı için koruyucu bir kalkanı yoktur, bu yüzden akıl nuru yanar,

akıl elden gider, bu durumdaki kişi, artık sürekli olarak, o bir andaki zât tecellisini yaşamaktadır. Ancak, bu kimselerde erkeklik ve irşâd başta olmak üzere, kendi geçimlerini bile sağlayama-ma hususları gündemdedir. Artık bunlar, bir tür delidir.”

Olursa her demin yârın gamıylaEder bir gün visâli şâdı Leylâ(Her nefesin yârın gamıyla alınıp verilirse,

Leylâ bir gün sana kavuşmanın sevincini verir.)

Âşıklık nefes alıp verecek bir vakitte bile sevgilinin hayâlinden düşüncesinden uzak olmamayı gerektirir. Âşık artık kendini bütün dünyâlıklardan sıyırmak ve tecrid etmek zo-rundadır. Çünkü aşk çölünü geçmek ızdırap ister çile ister... O yolda sabretmek gerekli-dir. Mâsivâdan sıyrılmak ve tecrid ehli olmak Mecnûn gibi her nefeste sevgiliyi düşünmek-ten geçmektedir. Tasavvufi anlamda tecrid ise; dervişin yaptığı her işi Allah rızâsı için yapması ve bu uğurda hal ve makamlara bile değer ver-memesi anlamlarındadır. Dünyayı terk eden ve onunla ilgisini kesen hal sahiplerine de tecrid ehli denir.

Hulûsi yâr olup gayrı unut kimKala ortada ancak adı Leylâ(Hulûsi yâr olup başkalarını unut ki, ortada

ancak Leylâ’nın adı kalsın.)

Mecnûn için varsa yoksa Leylân’ın adı vardır. Ondan gayrı her şey mâsivâ hükmündedir. Bu nedenle terkedilmesi gereklidir. Hatta Leylâ’nın kendisi bile artık Mecnûn için terkedilmesi ge-reken bir varlıktır. Ancak onun adı kalmalı or-tada. Ehl-i aşk terki kendine düstur ve rehber edinmiştir. Öyle ki, terk etmeyi bile terk etmeli ve gurura girmemelidir. Yazımızı yine Hulûsi Efendi’ye ait ve konumuzu özetleyen bir dört-lük ile bitirelim:

Mecnûn Hulûsi’ye vefâ kim ede LeylâMahzûn Hulûsi’ye cefâ kim ede Leylâ Medyûn Hulûsi’ye ezâ kim ede Leylâ Mağbûn Hulûsi’ye safâ kim ede Leylâ

8 ŞUBAT 2014 somuncubaba 9

Page 8: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİLeylâ ile Mecnûn Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, yazımızın konusunu teşkil eden gazeli bu hikâyenin temelleri üze-rine oturtulmuştur

HikmetSadâsıyla

Ezan

İLİM VE HAYAT / Ali AKPINAR*

Sözlükte ezan, bildirmek, duyurmak, çağır-mak, ilan etmek ve bildirim gibi anlamla-ra gelir. Namaz vakitlerini bildirmek ve

Müslümanları cemaatle namaz kılmaya çağır-mak amacıyla okunan ezan cümleleri aslında tevhid dininin temellerini özetler. Şöyle ki; ezan cümlelerinde Yüce Allah’ın varlığı, birliği, tekliği ve büyüklüğü tekrarlanır. İkinci olarak Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Allah’ın peygambe-ri olduğuna vurgu yapılır. Daha sonra Müslü-manlar İslâm’ın en temel ibadeti olan namaza ve kurtuluşa çağrılır.

Ezanın en temel cümlesi tekbir, mü’minlerin sürur günlerinde dillerinde düşürmedikleri fe-tih, bayram, kurban sloganıdır. Tekbirle baş-layan namaz ibadeti, tekbirlerle devam eder. Namazı tekbir düzenler, mü’minlerin günlük hayatını da ezan düzene koyar. Sabah ezanı ile başlayan gün, yatsı ezanıyla kapanır, bu iki vakit arasındaki vakitlerde de ezanlar hep

okunur. Günün beş vaktinde okunan ezanla, mü’minler tevhidi yeniden hatırlar ve tevhid-den kopmadan bereketli bir hayat yaşarlar.

“Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağı-rıldığı (ezan okunduğu) zaman, hemen Allah’ı anmaya koşun ve alış verişi bırakın. Eğer bilmiş olsanız, elbette bu, sizin için daha hayırlıdır.”1 ayeti yanında “Namaza çağırdığınızda onu alay ve eğlenceye alırlar.”2 ayeti ezana işaret eden ayetlerdir. Ezanın ve müezzinliğin fazi-letine dair pek çok hadis gelmiştir. Bunlardan bir kaçı şöyledir: “Ezan okunduğunda şeytan, ezanı işitemeyeceği yere kadar kaçar. Müezzini işiten cin insan, ağaç taş her şey onun lehine tanıklık eder. Kuru-yaş her şey müezzinin ba-ğışlanması için dua eder. İnsanlar ezan okuma-nın ve ilk safta bulunmanın faziletini bilselerdi bu konuda birbirleriyle yarışırlardı.”

Ezan, İslâm’ın en temel ibadetinin vakitlerini duyuran özel bir çağrıdır. O, İslâm’ın şiârlarının

10 ŞUBAT 2014 somuncubaba 11

Page 9: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİLeylâ ile Mecnûn Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, yazımızın konusunu teşkil eden gazeli bu hikâyenin temelleri üze-rine oturtulmuştur

en önemlisi, Müslümanlık göstergesi ve Müs-lümanlık hatırlatmasıdır. Zira savaş ortamında ezan okunan topluma saldırılmaz. Hz. Ebu Bekir, dinden dönenler üzerine gönderdiği ordusuna “Ezan sesini işittiğiniz yerlerde geceleyin, zira ezan imanın alametidir.” diye tavsiyede bulun-muştur. Şairimiz;

Bu ezanlar ki şahadetleri dinin temeli Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli

derken ezanın Müslümanlık şiarı olduğunu ne güzel ifade eder.

Yeni doğan çocukların sağ kulağına hafif sesle ezan, sol kulağına da kamet okunur. Bu uygulama ile çocuğun, İslâm’ı özetleyen cümle-

lerle hayata merhaba demesi sağlanır. Nitekim bilimsel araştırmalar, çocuğun dünyaya gelir gelmez ilk duyduğu seslerin onun kişiliğine etki edeceğini söylemektedir. Aynı zamanda bu uygulama, anne babanın Müslüman olduklarını doğum gibi büyük bir nimetle bir kez daha ha-tırlayıp şükretmelerini sağlar.

Ezanla doğarız dünyaya. Ezan okunur ku-laklarımıza, ama bu ezan ve kametin namazı kılınmaz. Doğduğumuzda kulaklarımıza okunan bu ezanın namazı, öldüğümüzde, dua niyetiyle üzerimize kılınacak cenaze namazıdır. Doğdu-ğumuzda kulaklarımıza ezan, bizim irademiz dışında okundu; öldüğümüzde üzerimize kı-lınacak namaz da irademiz dışında olacaktır. Önemli olan ise, irademizle ezan okuyabilmek ve ezan ruhuyla yaşayabilmektir. Unutmaya-lım ki, ne kadar uzun gibi görünürse görünsün ömür dediğimiz, ezanla namaz arası bir vakittir.

Ezan, aynı zamanda Müslümanın zamanını ayarlayan, disiplinize eden önemli bir uyarıcıdır. Zamanın bütün anlarının önemli olduğunu ha-tırlatan bir bildiridir. Eskiden çalışma, buluşma, tanışma saatleri namaz vakitlerine ve ezan saat-lerine göre ayarlanırdı. Sabah namazında sonra, öğle namazından önce, ikindiden önce, akşam vakti, yatsıdan sonra gibi cümleler konuşma di-linde sıkça kullanılırdı. Bu uygulama ile namaz ve ezan merkezli bir hayat yaşanırdı. Çünkü ezanlı-namazlı vakitler mübarek vakitlerdi, o vakitler günah işlemeye alet edilemezdi.

Eskiler, saatlerine baktıklarında saatin üçü-ne beşine bakmaz, namaz vakitlerini kastede-rek, vakit tamam, vaktin çıkmasına çeyrek var, yarım saat sonra vakit giriyor gibi cümlelerle saati öğrenmekten asıl amacın ne olduğunu özetleyiverirlerdi. Kısaca onları, ezan ve namaz yönetirdi.

Medine’de İlk Ezan

Bugün dünyanın dört bir yanında okunan ezan, hicretin ilk senesinde meşru kılınmıştır. Müslümanların namaza çağrılması için izle-necek yöntemle ilgili olarak Peygamberimiz

Müslümanlarla istişarede bulunmuş, namaz vaktinin bilinmesi için yüksek bir yere bay-rak dikilmesi yahut Mecusilerin yaptığı gibi ateş yakılması, Rumların yaptığı gibi def-davul çalınması, Yahudilerin yaptığı gibi boru çalın-ması, Hıristiyanların yaptığı gibi çan çalınması gibi teklifler başkalarının uygulaması olduğu için kabul edilmemiştir. Herkes gibi mese-le üzerine derin düşüncelere dalarak uyuyan Abdullah b. Zeyd rüyasında kendisine bugün okunan lafızlarıyla ezanın öğretildiğini Pey-gamberimize anlatır, Peygamberimiz de “Bu hak ve doğru bir rüyadır.” buyurarak yüksek sesli olan Bilal’e bu cümlelerle ezan okuma-sını emreder. Bunu işiten Hz. Ömer, Peygam-berimize gelerek benzer rüyayı kendisinin de gördüğünü söyler. Daha sonra sabah ezanına Hz. Bilal, “Es-salâtü hayrun minen nevm” ifade-sini ilave eder, Peygamberimiz de bunu onay-lar. İşte ezan o günden sonra günde beş vakit olmak üzere dünyanın dört bir yanında namaz vakitlerini bildirme ve Müslümanları cemaate çağırma amacına yönelik olarak kesintisiz ola-rak okunmaya devam eder.

Namaz vakitlerinin dönüşümlü olması sebe-biyle, dünyanın dört bir yanında sürekli olarak ezan okunur. Bir ezan biter, bir başka ezan baş-lar. Bu uygulama “Yeryüzü bana mescid kılındı.” buyuran Peygamberimizin yeryüzü mescidine ne güzel yakışmaktadır!

Bu uygulama ile Müslümanlar, hem kulakla-ra, hem akıllara ve hem gönüllere hitap eden mesaj dolu bir çağrı ile insanlığı gerçek kullu-ğa ve kurtuluşa daveti sürdürmektedirler. Ta-rih boyunca en güzel/yanık sesli müezzinlerce dinmeden okunan ezanlar Müslümanların tev-hid coşkularını artırıp harekete geçirdiği gibi, Müslüman olmayan pek çok insanın da ilgisini çekmiş ve hatta onların Müslüman olmalarına vesile olmuştur. Artık ezan, Müslümanlar için günlük hayatın olmazsa olmazı bir tutku olmuş-tur. Nitekim ezansız beldelerde yaşamak zorun-da kalan Müslümanlar da bu özlem, çok canlı ve hüzünlü bir şekilde kendini gösterir. Sözgelimi Avrupa’da yaşayan Müslümanlar, mescidlerin içinde okunsa da ezanın aleni olarak okunma-yışının burukluğunu yaşarlar.

12 ŞUBAT 2014 somuncubaba 13

Page 10: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİLeylâ ile Mecnûn Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, yazımızın konusunu teşkil eden gazeli bu hikâyenin temelleri üze-rine oturtulmuştur

Şerefli Meslek Müezzinlik

Ezan, İslâm’ın önemli göstergelerinden biri olduğu için en güzel ve en gür sedalarla okunmalıdır. Nitekim Peygamberimiz bunun için sesi gür ve güzel olanları seçerdi. Onun Bilal Habeşî, Abdullah b. Ümmi Mektum, Ebu Mahzûre, Sa’d b. Aiz başta olmak üzere birden fazla müezzini vardı. Peygamberimizin bu iki müezzininden Hz. Bilal, ilk Müslümanlardan-dır. İbn Ümmü Mektum ise, Peygamberimizin defalarca (13 kere) Medine’de kendi yerine vekil bıraktığı seçkin sahabilerdendir. Demek ki Peygamber müezzinleri seslerinin gür ve güzel olmaları yanında erdem ve meziyet sa-hibi şahsiyetlerdi.

Muhammedî ezan sünnete uygun tarzda okunmalı, aşırı lahn ve teganniye kaçmadan, ölçüyü kaçırmadan, kimseyi ürkütmeden ve in-citmeden okunmalıdır. Nitekim Peygamberimiz ezan cümlelerinin ağır ağır, cümle cümle okun-masını emir buyurmuştur. Ezanda sesi güzel-leştirmek ve sesin gür çıkması için parmakları kulaklara koymak ve ezanı ayakta okumak mat-

luptur. Hem ezan okuyanın hem ezanı dinleye-nin, ezandan sonra Peygamberimize salavat ve vesile duasını okuması menduptur.

Müezzinlik, Müslümanları camiye, cemaate çağıran, onları namaza hazırlayan şerefli bir gö-revdir. Bazen okunan ezanlar insanın hücreleri-ne işler, coşkunluğunu artırır, en miskin insanı bile harekete geçirir. Bazı zamanlar da okunan ezan, böyle de ezan mı okunur diye insanları cami ve cemaatten soğutur. Ama burada önem-li olan, okuyan ve dinleyenin ezan cümlelerini anlayarak okuyup dinlemeleri, ezandaki mesaj-larla imanlarını yenilemeleridir.

“Kıyamet günü insanların en uzun boylusu/en şereflisi müezzinlerdir.” buyuran Peygambe-rimiz, cemaat arasında kargaşa ve karışıklığa meydan vermemek için, insanları en güzel bir şekilde namaza çağırmak ve namazı sevdirmek için seçkin ve ehil kişileri müezzinliğe atamıştır. Hz. Ömer, “Üzerimde yöneticilik görevi olmasay-dı, müezzin olmayı tercih ederdim.” diyerek mü-ezzinlik görevinin şerefine işaret etmiştir.

İlmihal kitaplarımızda, ezanın namaz vakit-lerini bildirip insanları namaz kılmaya ve cema-ate çağırma demek olduğu gerekçesiyle müez-zinlik yapacak olan kimsede Müslüman olma, fâsık olmama, büyük günahlardan kaçınan ada-let sahibi kimse olma şartlarının bulunmasını özellikle zikredilmiştir. Buna göre müezzinlik yapacak olan kimse, özü sözü bir, örnek, güve-nilir bir kimse olmalıdır ki inandırıcılığı olsun, çağrısı dinleyenlere tesir etsin.

Sonuç

Doğar doğmaz kulaklarımıza okunan ezan ve kamet cümleleri, İslâm’ı en güzel şekilde özetleyen cümlelerdir. Onları doğru bir şe-kilde anlamlarıyla birlikte öğrenmeli ve oku-malıyız. Günün en önemli vakitlerinde beş kez tekrarlanan bu cümlelerle imanımızı ye-nilemeli ve Müslümanlığımızı diri tutmalıyız. Sahabeden bazıları, korkan çocuklarına kork-mamaları için sesli ezan okumalarını tavsiye ederlermiş. Çünkü ezanı işiten şeytan, duya-

mayacağı yere kadar kaçar. Buna göre, bilinçli okuyup dinleyeceğimiz ezanlarla, tüm korku-larımızı yenmeliyiz.

Her Müslüman, müezzinlik yapabilecek ka-pasitede kendini yetiştirmeli ve ihtiyaç anında müezzinlik yapabilmelidir.

Okunan ezanları müezzinin peşinden tekrar-lamalıyız. Peygamberimiz “Ezanı işittiğiniz za-man müezzinin söylediklerini siz de söyleyiniz.” buyurur.

Ezana icabet, ezanı dinlemek, ezan cümlele-rini tekrarlamak ve çağrıya uyup cemaate katıl-maktır. Cemaate katılma imkânı bulamayanlar ise yine çağrıya uyup bulundukları yerde na-mazlarını kılmalıdırlar. Ezandan sonra da vesile duasını okunmalıdır. Ezanın ruhunu kavrayan insanımız, ezan sesini duyar duymaz dünyalık işlerine, konuşmalarına ara verirler ve çağrıya icabet ederek cemaate koşarlardı.

Her anne baba çocuğuna ezan okuma ve müezzinlik için gereken duaları öğretmelidir. İmamlarımız ve cemaatimiz müezzinliğe heves

eden mümeyyiz çocuk ve gençlerin önünü aç-malı, güzel ezanımızı en güzel şekilde okuyabil-meleri için onları teşvik etmelidir.

Her Müslüman müezzinlik sevabına nail ol-mak için birbiriyle yarışmalıdır. Çünkü Peygam-berimiz “İlk safta durmanın ve müezzinlik yap-manın faziletini bilseydiniz birbirinizle yarışırdı-nız.” buyurmuştur. Ama daha liyakatli insanların olduğu yer ve meclislerde ise acele etmemeli, en liyakatli olanların bu görevi yerine getirme-sine fırsat tanımalıdır. Unutmayalım ki, okuya-cağımız ezan ve kamet, bir kısım insanın cami ve cemaati sevmesine sebep olabileceği gibi, bir kısım insanın cami ve cemaatten soğuması-na da neden olabilir.

Ezanla geldiğimiz şu dünyada ezan cüm-leleri doğrultusunda bir hayat yaşayalım ki, Muhammedî ezanlarımız minarelerde mahzun kalmasın.

Dipnot* Prof. Dr. Ali AKPINAR1. 62/Cuma, 9.2. 5/Maide, 58.

14 ŞUBAT 2014 somuncubaba 15

Page 11: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİLeylâ ile Mecnûn Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, yazımızın konusunu teşkil eden gazeli bu hikâyenin temelleri üze-rine oturtulmuştur

ŞEHİR GÜZELLEMESİ / M. Nihat MALKOÇ

Toprağın, Ateşin ve Suyun Coşkulu Diyarı:

KütahyaEy Firakî şehrimiz şahin yuvasıdır bizimAnınçün anadan doğanımız şahbâz olur

(Firakî)

Şehrengizler Güzeli: Mavi GözlüKütahya

Yedi bin senelik bir yerleşim yerinin toprak-larına ayak basmak, doğrusu heyecanlandırı-yor insanı. Bir zamanlar Hititlerin, Frigyalıların, Farsların, Makedonyalıların, Romalıların, Sel-çukluların ve Osmanlıların soluk alıp verdiği topraklardan, Acemdağı’nın eteğinde yer alan şehrengizler güzeli Kütahya’dan söz ediyorum dostlar…

Kütahya Ovası’nın güneyinde kendine mekân bulan bu albenili kent, İçbatı Anadolu’nun da gülen yüzüdür. Sırtını Yellice Dağı’nın etekleri-ne yaslayan bu kadim şehir, tarih boyunca nice köklü medeniyete ev sahipliği yapmıştır. Bütün uygarlıklar bu topraklarda arz-ı endam eylemiş, birbiriyle dostane bir şekilde yaşamış ve bu-günlere kadar gelmiştir.

Kütahya, bütün heybetiyle karşımızda duran capcanlı bir tarihtir. Burada hayallerle gerçek-ler iç içe geçerek girift bir hâl almıştır. Krallar, şehzadeler, padişahlar geçmiştir bu toprakların üzerinden. Öte yandan burada hemen her me-deniyetin izlerine rastlayabilirsiniz. Esir millet-

lere ilham veren Türk Kurtuluş Mücadelesinin izlerini de sürebilirsiniz bu topraklarda. Kanla sulanan bu topraklar en nadide kültür hazine-lerini barındırır.

Kütahya’da su sesi ruhları sükûna kavuştu-ran en ahenkli bir musiki yerine geçer. Oluklar-dan ve kaplıcalardan su değil, sanki hayat akar. Her şey su berraklığında görünür.

Kütahya’nın Değerleri ve Değerlileri

Anadolu’nun cennet köşelerinden biri olan Kütahya’nın görünür güzelliklerinin yanında, ruhları dirilten iç güzellikleri de mevcuttur. Germiyânlılar ve Osmanlılar döneminde müs-tesna bir edebî muhit olan bu şehir; Şeyhoğlu Sadreddin Mustafa, Sunullah Gaybî, Evliya Çe-lebi, Ahmed-i Dâî, Şeyhî ve Ahmedî gibi kıymet-li şahsiyetleri bize kazandırmıştır. Onlarla, pör-süyen ruhlara âb-ı hayat zerketmiştir.

Zamanı ve mekânı aşarak günümüze ulaşan Kütahya’nın topraklarına bir zamanlar şehzade-ler ayak basmış, kutlu atmosferine o güçlü ne-fesleri karışmıştır. Kanunî’nin iki oğlu Şehzâde Beyazıt ve Şehzâde Selim, bu tarihî kentte san-cak beyliği yapmıştır.

16 ŞUBAT 2014 somuncubaba 17

Page 12: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİLeylâ ile Mecnûn Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, yazımızın konusunu teşkil eden gazeli bu hikâyenin temelleri üze-rine oturtulmuştur

Huzurun ve Sükûnun Aşiyanı:Kütahya Evleri

Geçmişle gelecek arasında adeta bir köprü vazifesi gören Kütahya evleri, geleneksel mi-marimizin şaheserleridir. Germiyan Sokak’taki iki veya üç katlı ahşap evler görülmeye değer, nadide eserlerdir. Bu evler payandalarla des-teklenmiş çıkmaları, çiftli koca kapıları, kafesli pencereleri ile ahşap Anadolu mimarisinin en güzel örneklerini teşkil ederler.

Germiyan konaklarında estetik ve zarafetin uyumu gönül telimizi titretir. Germiyan Soka-ğı’ndaki Hükümet Konağı, Osmanlı mimarisinin en güzel örneklerindendir. Yine aynı sokakta bulunan Vakıf, İrvasa, Seyhan, Şapçı, Karaca, Şekerci konakları tarihin yüz akıdır.

Zamana meydan okuyan Kütahya’nın, is-miyle ilgi çeken sokaklarından birisidir Melek Girmez Sokağı… Hikâyesi malûm… Geçmişte bu sokakta meyhaneler varmış, onun için de bayanların akşam vakitlerinde buradan geç-mesi uygun görülmezmiş… O yüzden bu adı almış.

Yetmiş Burçlu Kütahya Kalesi

Kütahya’ya gidip de o güzel kalesine çık-madan dönülmez. Bizanslılardan kalma yetmiş burçlu bu nadide eser, tarihin canlı tanığıdır. Şehir ilk olarak bu kale etrafında kurulmuş, zamanla genişlemiş, kabına sığmaz bir hâl al-mıştır. Asırlardır mütebessim çehresiyle şehri temaşa eden ve bir zamanlar hapishane olarak da kullanıldığı rivayet edilen bu kadim kale, za-mana meydan okumaktadır.

Kale, şehre hâkim bir noktada bulunmak-tadır. İç hisar, yukarı ve aşağı kale diye adlan-dırılan üç bölümden müteşekkildir. Buradan Kütahya’yı seyretmek apayrı bir zevktir. Kale-nin batısındaki kabristanda, bir zamanlar bu şehrin cadde ve sokaklarını arşınlayan faniler

sonsuzluk uykusunu uyumaktadır. Kalede kita-be bulunmamaktadır. Kalenin yanında bulunan kır kahvesinde içilen tavşankanı çaylar eşli-ğinde sohbetler de koyulaşmaktadır. Buradaki Selçuklu eseri Kalaibala Camii, tarihî bir mekân olarak hâlâ yaşamaktadır.

Bir Renk Cümbüşü: Kütahya Çinileri

Kütahya deyince tabiî olarak ilk akla gelen şeylerin başında gelir çini(cilik)… Burada topra-ğa bambaşka bir ruh giydirilir; toprak çini su-retine büründürülerek bir şahesere dönüşür. Hayallerin ve duyguların bir gergef misali, katı-laşmış balçığa işlendiği mekânlar olan çini atöl-yeleri görülmeye değerdir.

Evlerimizi ve mabetlerimizi süsleyen her bir çinide genç kızların el emeğini, göz nurunu ve sabrını nakış nakış görebilirsiniz. Bu sanatkâr insanlar çinilere, sanki iç dünyalarına hapsol-muş duyguları resmederler. Renklerden ve mo-tiflerden görülmeye değer dünyalar kurarlar. Gelenekselle modern çizgilerin uyum içinde raks ettiği çini süslemeleri zamanı çepeçevre kuşatır, mekâna kıymet biçer; yerelden evren-sele sanat koridorları açar.

Çininin payitahtı Kütahya’da, çinilerin mü-şahhas bir âbideye dönüştüğü mekânlardan biri de Çinili Cami’dir. Çinilerle bezenen bu ca-minin dünyada ve Türkiye’de bir benzeri yoktur. Çinilerin en iri ve en diri hâlini, içi ve dışı tama-men çinilerle kaplı olan, Orta Asya Türk mima-risi örnek alınarak ve iki katlı olarak yapılan bu camide görebilirsiniz.

Kütahya’nın Zafer Meydanı’ndaki bir havu-zun üzerine konulan ve şehrin simgesi kabul edilen “Çinili Vazo”da çini süslemeciliğini sem-bolize eden önemli bir figürdür.

Bir Yeryüzü Cenneti: Kütahya

Tarihte Germiyanoğlu Beyliği’ne başkentlik yapmış olan Kütahya, ülkemizin zengin maden (linyit) yataklarına sahip şehridir. Kaplıcalarıyla da meşhur olan bu şehir, müdavimlerine sağ-lıklı günler vaat etmektedir. Kütahya’ya gidip de Mesire Alanını, Sarıkız Mağarasını, Porsuk Barajını, Frigya Vadisini, Aizanoi Antik Kentini,

18 ŞUBAT 2014 somuncubaba 19

Page 13: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİLeylâ ile Mecnûn Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, yazımızın konusunu teşkil eden gazeli bu hikâyenin temelleri üze-rine oturtulmuştur

(Arkeoloji, Çini, Jeoloji, Kent Tarihi) Müzelerini

gezmeden; miyane, sıkıcık, oğmaç çorbalarını

içmeden; cimcik, kıymalı sini mantısını, gözle-

mesini, dolamber böreğini, ılıbada dolmasını

yemeden dönülmez.

Kütahya’nın Analcı, Kurşunlu, Çatal Çeşme,

Balıklı, Hıdırlık, Ulu, Tatvacılar, Saray, Meydan,

Yeşil, Kaditler camilerinde günün her anında

doyumsuz bir manevî atmosferi bulabilirsiniz.

Minarelerden yankılanan ezanlarla tarûmar

olan gönüllerinizi arındırabilirsiniz.

Frigya Vadisinde Zamana Dokunmak

Frig medeniyetinin izleriyle dolu olan Frigya Vadisi’nde kendinizi bir açık hava müzesinde sa-nırsınız. Zaman, sırların üstünü örtmüştür çelik kanatlarıyla. Sözüm ona, sırlar ifşa oldukça yeni sırların duvarına çarpmak olasıdır. Burada hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Geçen onca yüzyıl-lara rağmen, zamanın hafızası dipdiri ve de cap-canlıdır. Toprağı ısıtan güneş, şahittir yaşanan zamanın ve mekânın o asil ve heybetli ruhuna…

Evliya Çelebi’nin Ata Yurdu: Kütahya

Aslen Kütahyalı olan Evliya Çelebi bu müs-tesna şehirden “Evsâf-ı vilâyet-i Germiyan ve dâr-ı bahâdırân ya’nî kal’a-i gevher-nigîn ve sedd-i metîn eyâlet-i taht-ı Anatolu kal’a-i Kütâhiyye” diye bahseder. Seyahatnâme’deki “Kütahya” bahsinin devamında burası için “Ka-yalardan çıkan binden ziyade tatlı su çeşmeleri vardır. Onun için halkı sıhhatli, yüzleri pembe-dir. Halk, zevk ve safa içinde, gamdan dertten uzaktır. Şehrin içinde ve taşrasında, kayalardan çıkan binden ziyade tatlı su çeşmeleri vardır. Temmuz ayında içenlerin canına can katar. He-kimlere göre her bir çeşmenin bir hassası olup ne yense hemen hazmettirir.” der.

Duy geceyi, gör gündüzü;İz’an O’nu söyler, O’nu!..Her zerrede Rabbin izi;Devrân O’nu söyler, O’nu!..

Akıl aciz, gönül hayran;Bir damlada saklı Tufân!..Ehl-i Kehf’le ayan - beyan;Zaman O’nu söyler, O’nu!..

İsmail ol, dön kurbana;Arz, bürünsün gülistâna!..Musâ ile dal ummana;İrfan O’nu söyler, O’nu!..

Aş, basiret duvarını;Çöz Hızır’ın esrârını!..Mesîh geçmiş efkârını;Erkân O’nu söyler, O’nu!..

Tefekkür et su, od, toprak;Tesbihtedir düşen yaprak!..‘Gül’e dönsün menzil, durak; İhsân O’nu söyler, O’nu!..

Ahde vefâ, cehte sebat;O’ndan gelir misâl, maksat!..Baştan başa bir kâinat;Kur’ân O’nu söyler, O’nu!..

Rıfat ARAZ

O’nu Söyler…

20 ŞUBAT 2014 somuncubaba 21

Page 14: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİLeylâ ile Mecnûn Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, yazımızın konusunu teşkil eden gazeli bu hikâyenin temelleri üze-rine oturtulmuştur

El-Müzil

Dilediği kimseyi hor ve hakir duruma düşürüp bütün üstünlük niteliklerini ondan kaldıran:

“Yüce Allah’ın en güzel isimleri arasında yer alan el-müzil sözlükte “hor ve hakir düşürmek” anlamına gelir. Allahu Teâlâ

mü’minleri yüceltip aziz kıldığı gibi, O’nun âyetlerini inkâr eden ve peygamberleri öldürenleri , Allah dışında birtakım âciz varlıkları tanrı

edinenleri hor ve hakir bir konuma düşeceklerdir.”

Arapçada müzil; “zelil olmak, hor görül-mek” anlamına gelen züll kökünden bir sıfat olup “dilediği kimseyi hor ve

hakir duruma düşürüp bütün üstünlük nitelik-lerini ondan kaldıran” demektir. Yüce Allah’ın en güzel isimleri arasında yer alan el-müzil sözlükte “hor ve hakir düşürmek” anlamına gelir. Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Hakk’ın “el-Müzil” ismi, şu âyette fiil biçiminde Allah’a izafe edilmiştir:

“Ey Muhammed, de ki: ‘Mülkün sahibi olan Allah’ım! Mülkü dilediğine verirsin, dilediğin-

den çekip alırsın; dilediğini aziz kılar, dilediği-

ni alçaltırsın (tüzill); iyilik elindedir. Doğrusu

sen, her şeye kadirsin!.”1

Mutlak Takdir Yetkisi Allah’a Aittir

Yüce Allah, tabiatı değişim yasaları üze-

rine kurmuştur. Tabiat yasaları, insanın

irâdesinin dışında cereyan etmektedir. İn-

sanın irâde ve ihtiyarının dışında kalan

hâdiselerle ilgili kadere, kader-i mübrem

denilir: “Yeryüzünde vuku bulan ve sizin ba-

şınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki,

GÜZEL İSİMLER / Ramazan ALTINTAŞ*

Biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.”2 âyetinde olduğu gibi. Bu âyetteki Kitap, “ya-salar” anlamına gelir. Tabiat olayları dediği-miz depremler, fırtına, selin yol açtığı âfetler, güneş ve ay tutulmaları, mevsimlerin oluşu-mu, kıyâmetin kopması, bir insanın anne ve babasını, dilini ve ırkını, cinsiyet ve akraba-sını, doğum ve ölümünü, içinde bulunduğu coğrafyasını, akıl ve fizikî yapısını seçeme-mesi gibi durumlar ızdırârî irâde kapsamı-na girer. Bütün bunlar külli irâde alanında cereyân eder. İnsan bu alanlarda sadece tedbir alır, mutlak takdir yetkisi Allah’a aittir. Kaldı ki, doğadaki yaratıkların davranışları değişebilir, ama doğaya hâkim olan kurallar sistemi değişmez.3

Bir de Cenâb-ı Hakk’ın sosyal yasaları vardır. Buna “sünnetullah” denilir. Nitekim bir âyette şöyle buyrulur: “Allah’ın geçmişle-re uyguladığı yasa budur. Allah’ın yasasında bir değişme olmaz.”4 Bu alan insanın sorum-lu tutulduğu ve özgür irâdesini kullandığı bir alandır.

İnsana Sorumluluk Yüklenmiştir

Çünkü insan, sorumlu tutulduğu alan-da irâde özgürlüğüne sahiptir. Tevhîd ve adaletle ilgili konular, toplumun refahını artırmak için şartların iyileştirilmesi, değiş-tirilmesi vb. gibi sosyal meseleler bu alana örnektirler. İşte bu alanlarla ilgili olan konu-ları İslâm kelamcıları, kader-i muallak olarak isimlendirmişlerdir. Dolayısıyla aklı sağlam, aklını kullanabilme yeteneğine sahip her in-san, kendi özgür irâdesiyle yaptığı ihtiyârî fi-illerinden sorumlu tutulacaktır. İnsanın iman ve küfrü, hidâyet ve dalâleti seçmede özgür olduğunu bildiren pek çok âyet vardır. Bun-lardan bazıları şunlardır:

“Kim doğru yolu bulmuşsa, ancak kendisi için bulmuştur; kim de sapıtmışsa kendi aley-hine sapıtmıştır. Hiçbir günahkâr, başka bir günahkârın günah yükünü yüklenmez. Biz, bir peygamber göndermedikçe azap edici değiliz.”5

“Her nefis kazandığına karşılık bir rehindir.”6

“İnsan için ancak çalıştığı vardır.”7

“Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği öl-çüde mükellef kılar. Herkesin kazandığı (hayır) kendine, yapacağı (şer) de kendinedir.”8

“Bu, dünyada iken kendi ellerinizle yapmış olduğunuzun karşılığıdır. Yoksa Allah kulları-na zulmetmez.”9

Bu âyetlerde de görüldüğü gibi akıl ve hür irâde yetisine sahip olan insana sorum-luluk yüklenmiştir. Zihinsel yetenekleri ye-rinde olan (akıl-bilgi), düşünsel yetenekleri sağlam (irâde), fiziksel yetenekleri sağlıklı olan bir kimse eylemlerini özgür bir şekil-de gerçekleştirebilir. Nasıl ki toprağa atılan bir tohum, oluşum şartlarına (ısı, ışık, hava, hastalıklara karşı tedbir ilaçlama, gübre-leme vb.) sahip olduğu zaman filiz verirse, insan da yukarıdaki özelliklere sahip olduğu zaman özgür kararlar verebilir. İnsan değiş-tirilmesi imkân dışı (külli irâde alanıyla sı-nırlı) kaderin dışında, değiştirilmesi imkân dâhilinde olan (külli irâde alanında) konu-larda self-determinizme sahiptir. Eğer böyle olmasaydı, teklifte bulunmanın, günah ve sevabın, ceza ve ödülün, cennet ve cehen-nemin bir anlamı kalmazdı. Bütün bunlar insanın sorumluluk alanında kendi kaderini kendisinin tayin etme hakkına sahip olduğu-nu gösterir.

Diğer taraftan, sosyal hayatla ilgili konu-lar da sünnetullah kavramı içerisinde değer-

22 ŞUBAT 2014 somuncubaba 23

Page 15: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİLeylâ ile Mecnûn Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, yazımızın konusunu teşkil eden gazeli bu hikâyenin temelleri üze-rine oturtulmuştur

lendirilir. Yüce Allah’ın mülkle ilgili olarak dilediğini yüceltip dilediğini alçaltması bi-rey ve toplumun ahlâkî ödevlerine karşı ge-lip-gelmemesiyle alakalıdır. Buna ahlakî şer denilir. Bir âyette ahlakî şerrin oluşumunun öznesi insan olarak gösterilir: “İnsanların el-leriyle işledikleri yüzünden karada ve deniz-de fesat çıkar; Allah da belki dönerler diye yaptıklarının bir kısmını böylece kendilerine tattırır.”10 Hâlbuki Yüce Allah, yeryüzüne sa-lih kullarının mirasçı olmasını istemektedir: “Andolsun ki, Tevrat’tan sonra Zebur’da da ‘yeryüzüne ancak iyi kullarım varis olacaktır’ diye yazmıştık.”11 Bu âyetten anladığımız ka-darı ile yeryüzünü maddî ve mânevî alanda ıslah ve imar edecek olan kimseler olabil-diğince kusurları asgarî düzeye indirilmiş olan iyi kimselerdir. Bunun aksi olduğu za-man, bütün bir Allah’ın mülkü, bozguncula-rın elinde ifsat edilir. Çünkü onların değer-ler dünyasında mânevî imar ve hakkaniyet ölçülerine göre toplumu yönetme liyâkati yoktur. Ünlü Osmanlı tarihçisi Koçi Bey’in Risâlesi’nde vurguladığı gibi, “Toplumlar kü-für üzere ayakta durabilir, ancak zulüm üzere duramazlar.”

Allah Kimleri Hor ve Hakir Kılar?

Ahlakî değerler alanında meydana ge-lecek olan çöküntü, bir milletin ya fiziksel olarak tarih sahnesinden silinmesini ya da fiziksel varlığını korumasına rağmen güç ve iktidarını kaybetmesini beraberinde getire-bilir.12 İbn Haldun’un dediği gibi; fetih, gani-met getirir; ganimet konfor ve lükse dayalı bir hayatı; böyle bir hayat da rehâveti ge-tirir, arkasından da böyle gevşek bir hayat, yıkılışı getirir. Ancak, ahlakî değerleri yaşam

tarzı haline getiren milletler, tarihsel yürü-yüşlerini devam ettirebilirler.13 Her türlü zu-lüm, haksızlık ve adaletsizliğin koyulaştığı, emânetlerin ehline verilmediği bir toplum, kendi kıyâmetini zorlar. Böyle bir toplumun birlik bağları çözüleceği ve güç kaybı yaşa-maya başlayacağı için çöküş süreci hızlana-caktır.14

Netice, Allahu Teâlâ mü’minleri yüceltip aziz kıldığı gibi, O’nun âyetlerini inkâr eden ve peygamberleri öldürenleri15, Allah dışın-da birtakım âciz varlıkları tanrı edinenleri.16 Allah’a ve peygamberine düşman olup baş-kaldıranları17 kendilerini zengin ve güçlü sa-nan ve çevrelerinde de öyle zannedilen, bu sebeple Allah’a secde etmekten geri duran-ları18 ve kötülük yapanları19 hor ve hakir bir hâle düşürecektir. Bu noktada mü’minler iz-zeti; Allah, Rasûlü ve muvahhit mü’minlerde aramalıdırlar. Başka yerlerde aramaya kalk-tıkları takdirde hor ve hakir bir konuma dü-şeceklerdir.

Dipnot* Prof. Dr. Ramazan ALTINTAŞ

1. 3/Âl-i İmrân, 26. 2. 57/Hadîd, 22.3. Bkz. 13/Ra’d, 11.4. 33/Ahzâb, 62. 5. 17/İsrâ, 15.6. 74/Müddessir, 38.7. 53/Necm, 39.8. 2/Bakara, 182.9. 3/Âl-i İmrân, 182.10. 30/Rûm, 41. 11. 21/Enbiyâ, 105. 12. Bkz. 17/İsrâ, 16. 13. Bkz. 24/Nûr, 55. 14. 18/Kehf, 59. 15. 2/Bakara, 61. 16. 7/A’râf, 152.17. 58/Mücâdele, 20.18. 68/Kalem, 43.19. 10/Yûnus, 27.

Deli gönül abdal gönül Ne girersin hâldan hala Yetmez mi ki bir gonca gül Ne konarsın daldan dala

Semalarda ürüşansınDünyalarda perişansınGönüllerde gülüşansın Ne dönersin aldan ala

Gözlerin hep ateş saçar Gülzarından bülbül kaçar. Benim gülüm nerde açar Ne budarsın koldan kola.

Yetsin artık bunca keder Gülmez mi hiç sana kader Bugün gelir yarın gider Ne salarsın yoldan yola

Deli gönül geldim sana Küle döndüm yana yana Merhametin yok mu bana Ne salarsın kuldan kula

Mürsel GÜNDOĞDU

Deli Gönül

24 ŞUBAT 2014 somuncubaba 25

Page 16: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİLeylâ ile Mecnûn Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, yazımızın konusunu teşkil eden gazeli bu hikâyenin temelleri üze-rine oturtulmuştur

Tasavvufta Renklerin Dili“Tasavvufta renkler genelde birtakım hâlleri, makamları ve

seyr ü sülûk esnâsındaki merhaleleri simgelemektedir.Hangi rengin hangi anlama geldiği sûfîden sûfîye, tarîkattan

tarîkata değişiklik gösterebilmektedir.”

SÛFİ PERSPEKTİF / Kadir ÖZKÖSE*

Kur’ân-ı Kerîm’de sık sık tekrarlanan; “Biz âyetlerimizi ufuklarda ve kendi nefislerin-de insanlara göstereceğiz.”1 “Gece ve gün-

düz, güneş ve ay O’nun âyetlerindendir.”2 gibi ilâhî buyruklar bağlamında sûfîler, yaşadığımız zâhirî âlemin sonsuz çeşitliğiyle Hakk’ın birliği-ne işaret eden birer âyetler dizgesi olduğunu, eşyaya ilâhî ve hakîkî birlik gözüyle bakılma-sı gerektiğini dile getirmektedirler. Âleme bu şekilde tevhîd nazarıyla bakan sûfî, âlemdeki âyetleri ilâhî sıfatların tecellîleri olarak görür. Hakîkate ulaşma çabası güden sûfîler kendi nefisleri ile dış âlem arasında bağlantı kurarlar, kendi iç dünyalarındaki hakîkatleri dış âlemden seçtikleri sembollerle ifade ederler. Sembolik ifadeler bazen sözlü, bazen yazılı, bazen ritü-el boyutta harf, sayı ve farklı figürlerle temsil edilirler. Sembolik ve alegorik işaretler tekke mimarisinde, dervişlerin giyim kuşamlarında, âyîn-i şerîflerde, tasavvuf musikîsinde ve hat sanatında bâriz bir şekilde gözükmektedir.3

Renklerin Kişilik Üzerine Etkileri

İnsanın kendini, eşyayı ve nesneleri tanımla-mak ve belirgin hâle getirmek için kullandığı un-surlardan biri de renk sembolizmidir. Zira bir nes-neyi veya en geniş anlamda, bir fikri diğerinden ayırt etmek için kullanılan en kolay yol renktir. Zamanla renklerin sadece zâhirî bir tanımlamayla sınırlı olmadığı, insanların iç dünyası ve psikolo-jileriyle de yakinen ilişkili olduğu anlaşılmıştır. Günümüzde psikoloji ve modern bilim, renklerin, insanların ruh halleri ve kişilikleri üzerinde bazı etkilerinin olduğu iddiasındadır. Ayrıca renkler, insanların tedâvilerinde ve mânen rahatlamala-rında da kullanılan bir araçtır.4 Yirminci asrın ilk yarılarından itibaren artık “color science/renk bi-limi” denilen bir bilim dalı bile ortaya çıkmıştır.

Modern dünyada hızla yayılan pozitif düşünce merkezleri, psikolojik ve ruhsal tedâvi merkezleri, psikolojik ve ruhsal tedâvi tekniklerinde renklerin insanlar üzerindeki etkilerini de kullanmaktadır. Renklerle kişilik ve karakter analizleri yapılmakta, her kişiye özgü bir rengin olduğu belirtilmekte-dir. Hatta renk tercihlerimiz bile tesâdüfler üze-rine değil, kişiliğimiz ve bundan doğan ihtiyaçlar üzerine yapılmaktadır. Buna göre, kırmızı sevgi, irâde ve atak kişilik; turuncu, duygusallık, yapıcı ve neşeci arayış; sarı, entelektüel güç, yöneticilik, hırs; yeşil ise denge, huzur, güven ve istikrar gibi anlamlara gelmektedir.5

Kur’an’da Renkler

Kur’ân-ı Kerîm renk kelimesinin karşılığı ola-rak “Sıbğa” kavramını kullanmaktadır. “Allah’ın boyası! O’nun boyasından daha güzel boyası olan kim?”6 âyet-i kerîmesi ile hakîkî renk veri-cinin yalnızca Allah olduğu ifade edilmektedir. “Sıbğatullah” kavramı; din, akıl, iman, İslâm ve fıtrat rengini ve insan yaratılışına hâkim olduğu özelliği; ezelde insanın ruhuna konan inanç, fıt-rat ve tevhîdi ifade etmektedir.7 Dolayısıyla biz rengi Allah’tan alırız. Yunus Emre bu durumu;

Yanmışam aşkuna tâ kül olunca Boyandum rengüne, solmazam ayruk.8

diyerek dile getirmektedir. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî de “O benden nerededir ki, can ile aynı ren-ge bulanmıştır?”9 demektedir.10 Kesret âleminin renk tonlarına dikkat çeken âyet-i kerîmelerden birkaçını şu şekilde sıralayabiliriz:

“Görmedin mi Allah gökten su indirdi. Onunla renkleri çeşit çeşit meyveler çıkardık. Dağlardan (geçen) beyaz, kırmızı, değişik renklerde ve simsi-yah yollar (yaptık). İnsanlardan, hayvanlardan ve davarlardan da yine böyle çeşitli renkte olanlar

26 ŞUBAT 2014 somuncubaba 27

Page 17: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİLeylâ ile Mecnûn Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, yazımızın konusunu teşkil eden gazeli bu hikâyenin temelleri üze-rine oturtulmuştur

var. Kulları içinden ancak âlimler, Allah’tan (ge-reğince) korkar. Şüphesiz Allah, daima üstündür, çok bağışlayandır.”11

“Görmedin mi, Allah gökten bir su indirdi, onu yerdeki kaynaklara ulaştırdı, sonra onunla renk-lerde ekinler yetiştiriyor. Sonra onlar kurur da sapsarı olduklarını görürsün. Sonra da onu kuru bir kırıntı yapar. Şüphesiz bunlarda akıl sahipleri için bir öğüt vardır.”12

“Bu defa ‘Bizim için Rabbine dua et, bize onun rengini açıklasın.’ dediler. ‘O diyorsun ki, ‘Sarı renkli, parlak tüylü, bakanların içini açan bir inektir.’ dedi.”13

“Yeryüzünde sizin için rengârenk yarattıkla-rında da öğüt alan bir toplum için gerçek bir ibret vardır.”14

“Sonra meyvelerin her birinden ye, Rabbinin sana kolaylaştırdığı yaylım yollarına gir, diye il-ham etti. Onların karınlarından renkleri çeşitli bir şerbet (bal) çıkar ki, onda insanlar için şifa vardır. Elbette bunda düşünen bir kavim için büyük bir ibret vardır.”15

Mutasavvıfların TecrübeleriniAktarırken Renk SembolizminiKullanmaları

Tasavvufta renkler genelde birtakım hâlleri, makamları ve seyr ü sülûk esnâsındaki mer-

haleleri simgelemektedir. Hangi rengin han-gi anlama geldiği sûfîden sûfîye, tarîkattan tarîkata değişiklik gösterebilmektedir.16 Meselâ Hâtemu’l-Asamm (ö.237/851), ölümün türlerini renklerle ifade etmiştir. Şöyle ki: “Bizim bu ta-savvuf mezhebimize giren, ölümün şu dört nevini kendine mal etsin. Beyaz ölüm, bu açlıktır; kara ölüm, bu halkın ezâ ve cefâsına tahammüldür; kızıl ölüm, bu hevâ ve hevese karşı koyarken her nevi şâibeden uzak hâlis ameldir; yeşil ölüm, bu yama üzerine yama atılmış hırka giymektir.”17

Atvâr-ı seb’a usulünü esas alan tarîkatlarda renk sembolizminin baskın olduğu görülmektedir. Nefsânî tarîkatlarda nefsin yedi mertebesinin ayrı ayrı birer zikri, hâli ve nuru vardır. Buna göre nefs-i emmârenin mavi, nefs-i levvâmenin sarı, nefs-i mülhimenin kırmızı, nefs-i mutmainnenin beyaz, nefs-i râziyyenin yeşil, nefs-i marziyyenin sıyah nuru vardır. Nefs-i kâmiledeki nur ise renksizdir.18

Nakşibendîlere göre ise zikirle meşgul olan sâlikin kalbinde sırasıyla sarı, kırmızı, beyaz, si-yah ve yeşil renkte nurlar zuhûr etmektedir.19

Seyr ü sülûk eğitiminde mücâhede safha-larını bir bütün olarak mârifet bağlamında ele alan Necmeddîn-i Kübrâ, gerçekleşen keşf hallerini renk boyutunda dile getirmekte ve tasavvufî hâller elde edilirken algılanan renk-li ışıklar üzerinde durmaktadır.20 Bunun örneği Fevâtihu’l-Cemâl isimli eseridir. Necmeddîn-i

Kübrâ bu eserinde tasavvufî hayata intisâb et-tikten sonraki zamanlarda tecrübe ettiği renkli gaybî hâdiselerden, karşılaştığı zorluklardan ve tattığı zevklerden sıklıkla bahsetmektedir. Ese-rinde bu hususları belli başlıklar altında tas-nif etmektedir. Seyr ü sülûk sürecinde insanın önündeki üç perdeden bahseden Necmeddîn-i Kübrâ, vücut, nefis ve şeytan isimli bu üç per-deden kurtulurken yaşananları renk sembo-lizmine başvurarak anlatmaktadır.21 VIII/XIV. yüzyıl Kübrevî şeyhlerinden Simnânî yedi latîfeye karşılık gelen yedi renkten bahset-mektedir. Letâifu’l-kalıbiyyenin rengi karanlık ve koyu, latîfetü’n-nefsiyyenin mavi, latîfetü’l-kalbiyyenin kırmızı, latîfetü’s-sırrıyyenin beyaz, latîfetü’r-rûhiyyenin sarı, latîfetü’l-hafiyyenin nûrânî siyah ve nihâyet latîfetü’l-Hakkıyye’nin ise yeşil veya renksizdir.

Reklerin Dili

Sûfîlerin renk analizine bakacak olursak meselâ, Necmeddîn-i Kübrâ’ya göre beyaz, İslâm, iman ve tevhîdi sembolize etmektedir. O, insan vücudunun ilk anda zifiri karanlık olduğu-nu, daha sonra kırmızılaştığını ve ıslâh edildiğin-de de saflaşıp beyaz hale geldiğini ileri sürmek-tedir. Beyaz genelde saflığı, temizliği çağrıştır-makta ve huzurlu bir ruh halini göstermektedir. Bundan dolayı beyaz nefs-i mutmainnenin ren-gidir.22 Nakşibendiyye’de ise sır latîfesinin rengi beyazdır.23 Şeyh Gâlib’e göre ise beyaz, Allah’ın yaratma irâdesinin sembolüdür.24 İsmail Hakkı Bursevî’ye göre ise beyaz renk cemâl sıfatının rengidir ve bunda gündüze işaret vardır.

Siyah renge gelince Necmeddîn-i Kübrâ si-yahı; küfür, şirk ve şüphenin ifadesi olarak gör-mektedir. Yine ona göre, koyu ve karanlık ortam türâbî hazzın bekâsının, bedenlerin kuvvetinin ve nefs-i hayvânînin duhûlünün delîlidir. Bu arada tasavvufta siyahın, biri maddî siyah, diğe-ri belirsizlik anlamındaki siyah olmak üzere iki anlamının olduğunu ve Necmeddîn-i Kübrâ’nın siyahın ilk anlamını kastettiğini belirtmek ge-rekir. İkinci anlamıyla siyah, esas itibariyle bir renk değil, bütün renklerin kaynağıdır.25 Siyah-

taki bu belirsizlikten dolayı, Hakk’ın nurunun renksiz ve keyfiyetsiz olduğu da söylenir.26 Bu gerçekten hareketle İsmail Hakkı Bursevî, siyah rengi Celâl sıfatının rengi olarak değerlendir-mektedir.27

Yeşil rengin kullanımı eski zamanlardan beri çok yaygındır. O, gönlü ve gözü dinlendi-ren bir renktir. Günümüz psikolojisinde yeşil, denge, huzur, güven ve istikrârı temsil etmek-tedir. Kur’ân-ı Kerîm’de de bu renk bolluk ve bereket anlamında ve cennet tasvirlerinde kul-lanılmaktadır. İstihâre yaparken beyaz ve ye-şil görmek, hayra; siyah ve kırmızı görmek de şerre yorulur. Hızır’ın kelime mânâsının yeşil olduğunu ve dünya siyâsetinde yeşilin İslâm’ın rengi kabul edildiğini biliyoruz.28 İsmail Hakkı Bursevî’ye göre yeşil, kemâl rengidir. Bu neden-le Hz. Peygamber (s.a.v.) yeşil cübbe giyerlerdi. Şeyh Üftâde’ye göre yeşil, seyitlerin libâsı ol-duğundan edeben terk olunup yalnızca taçta bulunması tercih olunmuştur. Bundan dolayı, Celvetiyye Tarîkatı’nda hâlen, yeşil taç ile te-berrük ederler. Tahkîk ehli, bazen yeşil hırka da

28 ŞUBAT 2014 somuncubaba 29

Page 18: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİLeylâ ile Mecnûn Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, yazımızın konusunu teşkil eden gazeli bu hikâyenin temelleri üze-rine oturtulmuştur

giyerler. Hicâb ehlinin yeşil yünden hırka giy-meleri, onları taklit etmek içindir. Yoksa halleri-nin gereği, önce siyah, sonra beyaz, sonra yeşil giymektir.29 Yeşil, Necmeddîn-i Kübrâ’nın renk sembolizmindeki en mühim renktir. Çünkü o, vücûdun karanlık kuyusundan çıkışı ve kurtu-luşu sembolize etmektedir. Bitkinin yeşil oluşu, onun canlılığını gösterdiği gibi, yeşil renk de kalp hayatını, yani kalbin canlı ve çalışır oldu-ğunu simgelemektedir. Şeyhe göre, yeşil so-nuncu renktir. Bu renkten şimşek çakması gibi parıltılar ve aydınlıklar doğar. Yeşillik saf da olabilir, bulanık da. Saf oluşu, Hakk’ın nurunun galibiyetinden, bulanık oluşu ise vücut ve var-lık karanlıklarının hâkimiyetinden meydana ge-lir. Nakşibendiyye tarîkatında Seyr ü sülûk kalp latîfesiyle başlamakta ve ahfa ile sona ermek-tedir. İşte bu son latîfenin nuru yeşildir.30

Necmeddîn-i Kübrâ’ya göre mavi renk, nefsin kuvvet ve safâsına delâlet etmektedir. Zira nefs zuhûr ettiği zaman rengi mavidir. Mavi, nefsânî tarîkatlarda nefs-i emmâreyi simgelemektedir.31

Sarı renge gelince bu renk, tasavvufî hâlin zaafına, sûret ve bastın varlığına işarettir. Nasıl ki bir bitkinin sararması, onun bazı arızalardan dolayı za’fiyete uğradığını gösteriyorsa, sarı renk de seyyarın gidişâtındaki zaafı ve zayıflığı simgeler. Halvetiyye’de nefs-i levvâmenin ren-gi, Nakşibendiyye’de ise kalbin nûru sarıdır.32 Necmeddîn-i Kübrâ altın renginin, halâsın ve ihlâs makâmının; gümüş renginin ise sıdk ve istikâmetin delîli olduğunu söylemektedir.33

Tasavvufî hâlin şiddet ve kuvvetine yönelik delil ise kırmızı renktir. Diğer yandan saf ateş rengi olan kırmızı, himmet işaretidir.34 Kırmızı-nın nefs-i mülhimeyi, rûhu, vuslatı, yani Allah’a kavuşmayı ve varlık âlemini simgelediği de söy-lenmektedir.35 Mevlevîlikte şeyhin postu kızıl renkte olur. Güneş batarken kızıl renge bürün-düğü ve Hz. Mevlânâ da güneşin gurup ettiği sıralarda Hakk’a vasıl olduğu için bu renk “vus-lat rengi” olarak benimsenmiştir.36 Rûzbihân-ı Baklî, Hakk’ın güzelliğini kırmızı gül renginde gördüğünü; Allah’ın cemâlini ve celâlini çeşitli sûretlerde temâşâ ettiğini söyler.37

Dipnot

* Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE1. 41/Fussilet, 53.2. 41/Fussilet, 37.3. Uludağ, “Kâdiriyye Tarîkatında Sembolik Ögeler”, Keş-

kül, Sayı: 18, 2011 Bahar, s. 75.4. Yıldırım, “Renk Simgeciliği ve Şeyh Galib’in Üç Rengi”,

Milli Folklor, c. 18, S. 72, s. 130. 5. Gökbulut, Necmeddîn-i Kübrâ, s. 269.6. 2/Bakara, 168.7. Şahinler, Siyah ve Yeşil, s. 13-15.8. Tatçı, Yunus Emre Divanı, s. 150.9. Mevlânâ, Divân-ı Kebîr-Seçmeler, c. I, s. 79.10. Gökbulut, Necmeddîn-i Kübrâ, s. 270.11. 35/Fâtır, 27-28.12. 9/Zümer, 21.13. 2/Bakara, 69.14. 16/Nahl, 13.15. 16/Nahl, 69.16. Gökbulut, Necmeddîn-i Kübrâ, s. 271.17. El-Kuşeyrî, er-Risâle, s. 393. 18. Muslu, Mustafa Kemâleddîn Bekrî, s. 154-175.19. Türer, “Letâif-i Hamse”, DİA, XXVII, Ankara 2003, s. 143.20. Corbin, İslam Felsefesi Tarihi, c. II, s. 87.21. Gökbulut, Necmeddîn-i Kübrâ, s. 262-263, 272.22. Muslu, Mustafa Kemâleddîn Bekrî, s. 166.23. Türer, “Letâif-i Hamse”, DİA, c. XXVII, s. 143.24. Yıldırım, “Renk Simgeciliği ve Şeyh Galib’in Üç Rengi”,

Milli Folklor, c. 18, S. 72, s. 140.25. Şahinler, Siyah ve Yeşil, s. 13-19-27.26. Gökbulut, Necmeddîn-i Kübrâ, s. 273.27. Döner, Tasavvuf Kültüründe Hz. Peygamber Tasavvuru,

s. 131.28. Şahinler, Siyah ve Yeşil, s. 69-102.29. Döner, Tasavvuf Kültüründe Hz. Peygamber Tasavvuru,

s. 131.30. Türer, “Letâif-i Hamse”, DİA, c. XXVII, s. 143.31. Muslu, Mustafa Kemâleddîn Bekrî, s. 155.32. Muslu, Mustafa Kemâleddîn Bekrî, s. 160.33. Gökbulut, Necmeddîn-i Kübrâ, s. 274-275.34. Gökbulut, Necmeddîn-i Kübrâ, s. 273.35. Muslu, Mustafa Kemâleddîn Bekrî, s. 161.36. Top, Mevlevî Usûl ve Âdâbı, s. 97.37. Gökbulut, Necmeddîn-i Kübrâ, s. 270-271.

Yüzünde güller açarTütüyorsa ocağınGönlün hep ışık saçarTütüyorsa ocağın Kederini yel alırÜmidin diri kalırKalbin mutmain olurTütüyorsa ocağın Ele avuç açmazsınÖzveriden kaçmazsınAkşam, hüzün biçmezsinTütüyorsa ocağın

Hasrete alışırsınAşk ile çalışırsınAşını bölüşürsünTütüyorsa ocağın Hayat hareketlenirÖmrün bereketlenirSevincin kanatlanırTütüyorsa ocağın Her mevsimin bir baharOlur acıların buharMutlusun leyl-ü nehârTütüyorsa ocağın

Hızır İrfan ÖNDER

Tütüyorsa Ocağın

30 ŞUBAT 2014 somuncubaba 31

Page 19: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİLeylâ ile Mecnûn Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, yazımızın konusunu teşkil eden gazeli bu hikâyenin temelleri üze-rine oturtulmuştur

EDEBİYAT / Musa TEKTAŞ

Dervişliğin Hakikati“Dervişlik, Allahu Teâlâ’nın rızasına talip olurken

kalp kırmamak, gönül kazanmaktır. Gönlünü Allah sevgisiyle doldurmak ve her türlü işini bu sevgilinin

rızasına uygun yapmaktır. Hâl böyle olunca kendine yol gösteren mürşidini canından çok seven, onun terbiyesini gözetleyen, tavsiyelerine uyarak hayatına ona göre yön

verenlere ancak derviş denir.”

Maneviyat ocakları olan tasavvuf mer-kezlerinin Anadolu dervişliğinin olu-şumundaki katkıları çok fazladır. Ma-

neviyatına düşkün olan Anadolu insanı, bilge ârif kimselere daima kucak açmıştır. Özellikle Mevlâna, Somuncu Baba, Hacı Bayram-ı Velî, Niyazî-i Mısrî gibi yüce şahsiyetlerin etrafların-da kümelenen toplumun ahlâk yapısının oluş-masındaki etkileri çok fazladır.

Derviş, tasavvufî terbiye ile hakikate talip olan kimse demektir. Allahu Teâlâ’dan başka her şeyi gönlünden çıkaran, Kur’an ve sünnete uyan; mürşidinin emirlerine itaat ederek gönlünü yal-nız Allahu Teâlâ’ya bağlayan; içini ve dışını güzel huylarla süslemeye gayret gösteren kişidir.

Derviş olan kendi kusurlarıyla meşgul olur, başkalarının kusurlarına bakmaz. Kendini hiç kimseden üstün bilmez. Dost, düşman, herkesi güler yüz ve tatlı dil ile karşılar, hiç kimse ile münakaşa etmez. Manevî yakınlığa talip olan, bu dünyada garip kalan bir kişidir. Azerbaycan-lı bilge Hacı Ferhat Mirza’nın tespitiyle: “Türk dünyasının en zirve bilge kişisi” olan Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri özel arşivinde-ki bir notunda şöyle buyurur:

Derviş olan bu âleme garip gelir garip giderDervişlik sözü âdeme garip gelir garip gider1

Dervişlik, Allahu Teâlâ’nın rızasına talip olur-ken kalp kırmamak, gönül kazanmaktır. Gönlü-nü Allah sevgisiyle doldurmak ve her türlü işi-ni bu sevgilinin rızasına uygun yapmaktır. Hâl böyle olunca kendine yol gösteren mürşidini canından çok seven, onun terbiyesini gözet-leyen, tavsiyelerine uyarak hayatına ona göre yön verenlere ancak derviş denir.

Derviş; dünya sevgisini kalbinden söküp at-mış, canını, malını, Allah’ın rızası için ortaya koy-muş fedakâr kimsedir. Kendisine ihsan edilen her türlü hizmeti kendine nimet bilen, kibirden uzak, tevazu ile yaşayan, güzel ahlâkıyla etrafına örnek olan kişidir. Bazıları onu garip olarak görse de aslında o manevî yakınlık kesbetmiş, eşyanın hakikat sırrını keşfetme yolcusudur.

Dervişin Tasavvufî Eğitimi

Tasavvuf; nefsin ıslahını, terbiye metotları ile yeniden inşasını hedefler. Nefsi, emmârelikten sırasıyla levvâme, mülhime, mutmainne, râziye, marziyye ve kâmile mertebelerine getirmeye özen gösterir. Nefsi okşamanın, nefs hazlarını do-yurmanın değil nefsin arzularını kırmanın çabasını güder. O nedenle tasavvufî eğitim alan bir derviş mütevazı, sabırlı, dengeli, paylaşım sahibi, müte-vekkil, vefalı, sadık, sorumluluklarının bilincinde ve hayatı aşkla yaşamaya taliptir. O; korkularını, açgözlülüğünü, şehevî arzularını, törpülemiştir.

Meşâyih-i kiram, müridânını vuslata ermeye, vahdet şarabını içmeye davet eder. Varlık ger-çekte tektir. Her şey Bir’den tecelli ettiğinden, Hakk’ın dışındaki her şey izâfîdir. Hakikat sabit-tir, değişmez ve evrenseldir. Bu yüzden içtedir. Hakikatler içten dışa doğru tezahür eder. Mânen Allah’la beraber olan gönül, ağyârdan ayrılmış; Hakk’ın zikrine koyulan zihin, Allah’ı tefekküre koyulmuş; kısaca Allah’tan geldiğini idrak eden ruh, içteki hakikate erme yolculuğundadır.

Tasavvufî eğitimle dervişler, birbirini anlama duygusuna sahip olur, nefislerini ortak bir potada eritir, başkalarını sevmeyi, acıları paylaşmayı, se-vince ortak olmayı ve sükûnete ermeyi öğrenir-ler. Tilâvet, salâvat, semâ’, devrân, zikir, tesbihât, evrâd ve mûsiki ile yoğun bir şekilde duygusal ve ruhsal hâller yaşayan derviş veya muhibbanın içe bakışı, derin tefekkürü, bilinçaltını algılama-sı, kendini aşması ve hakikatin kaynağına ermesi sağlanır. Asla umuttan yoksun kalmayan derviş Hakk’a vuslatın özlemi ile hayat sürer. Tasavvuf yolundaki yolculuğu ile derviş her şeyden önce iç benliğini değiştirmeye çalışır.

Dervişin yegâne görevi, benlik duygusunu kırmaktır. Bu amaca ulaştıktan sonra onun ara-yışı sona erer. Arayanların eli, zihni ve kurgula-rı boştur. Onlar bir yönden var, bir yönden yok mesabesindedirler.2

Hakikati Bulanlar

Arama sürecindeki derviş “ben”i terk etmiş-tir. Yunus Emre’nin “Bir ben vardır bende ben-den içeru” ifadesindeki “ben” tasavvufî bakışta içeridedir. Söz dışarıdadır, insanın hakikati de içeridedir. Hulûsi Efendi Hazretleri bu konuda dervişe şöyle sesleniyor:

Dervîş ….. Hakk’ı kendinde bulmaz mısınBu gafletten ayılıp kendine gelmez misin

Men arefe nefsehu fekad arefe RabbehuRabbini bilmek için nefsini bilmez misin3

Marifet; Allah’ın zâtını, sıfatlarını, ulûhiyetini, kudretini ve hikmetlerini hakk’al-yakîn derecesin-de bir bilgi ve duygu ile görüp tanıyabilmek an-lamındadır. Ve böylece insanın, kendi kulluğunu içtenlikle duyması ve bunu kalben yaşamasıdır.

Yine Arapçada ve dilimizdeki, “Men arefe nefsehû fe kad arefe Rabbehû/Kim nefsini (kendi-ni) bilirse, Rabbini bilir.” sözü de çok meşhurdur.

Ârif, Allah’a manen yakındır ve imanı da yakîn halindedir. İmamı Gazalî, insanlardaki imanın üç derecede olabileceğini söyler:

Avam tabakasının imanı ki, daha çok taklit-ten ibarettir. Güvenilir bir kimseden, mesela, falancanın evde olduğunu duymak ve buna inanmak gibi.

32 ŞUBAT 2014 somuncubaba 33

Page 20: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİLeylâ ile Mecnûn Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, yazımızın konusunu teşkil eden gazeli bu hikâyenin temelleri üze-rine oturtulmuştur

Kelamcıların imanı ki bu da bir nevi delil ve istidlâl ile karışık olan bir imandır. O adamın içeriden sesini duymak suretiyle orada olduğu-na inanmak gibi.

Sonuncusu âriflerin imanıdır ki, yakîn nuru ile müşahede edilen bir inançtır. İçeride bizzat adamın kendisini görerek inanmak gibi. İmanın en kuvvetlisi de işte budur. Ve insan için nihaî gaye de bu olmalıdır.

İşte ârif kişi bu hedefe ulaşandır. Yani nefsi, nefesi ve hâli ile Allah yolunda olandır.

Terbiye Mektebindeki Derviş

Hoca Ubeydullah Hazretleri der ki: “İlim ikidir. Verâset ilmi ve ledün ilmi. Veraset ilmi çalışmak-la elde edilen, ledün ilmi ise ilâhî olarak verilen ilimdir. Ve bunlar başka başka şeylerdir. Mesela, dilbilgisi ilmini bilene dilbilgisi âlimi denir, fa-kat dilbilgisi ârifi denilemez. Ama ârif kişi, nahiv kaidelerini yerinde kullanırsa o zaman sıfatını göstermiş ve nahvin arifi olduğunu belirtmiş olur. Tevhid ilmi için de aynı şey söz konusudur. Tevhidi ve şeriata uygun olarak Allah’ın zâtını, fi-illerini ve sıfatlarını tecrit ve tenzih ile (noksan sıfatlardan münezzeh olduğunu) bildiren kimse

tevhid âlimidir. Fakat onu gönlünde du-yan, her şeyi Allah’a bağlayan ve onu mut-lak fail bilen kimse, ancak ârif insandır.4

İnsanın içinin zenginleşmesi de onu yetiştirecek bir Allah dostu ile mümkün-dür. Terbiye mektebine girer, ondan isti-fade ederse, artık o da mertebesini yük-seltir.

Peki, Allah dostu kimdir? Mesnevî’de Allah dostu şöyle tarif edilir: “Allah tara-fından vahiy ve cevaba nail olan kişi, her ne buyurursa o buyruk doğrunun ta ken-disidir. Senin cüz’î aklın onun küllî aklı va-sıtasıyla küllî olur. Çünkü akl-ı kül, nefse vurulmuş zincir gibidir. Her devirde pey-gamber yerine bir veli vardır; bu sınama kıyamete kadar daimidir. Tane arayana  tane tuzaktır. Fakat Süleyman arayan hem  Süleyman’ı bulur, hem taneyi elde eder. Ustaya müracaat etmeksizin bir sanat tu-

tan kişi, şehirde de alay konusu olur, köyde de! Olmayacak şey onların himmetiyle olur. Halkın aynada gördüğünü pîr, pişmemiş kerpiçte gö-rür.” Hulûsi Efendi Hazretleri bu hususta şöyle buyuruyor: Her ateşe can atıp da yanma

Her dervişi derviş olur sanmaHer nâkısa dil verip inanmaGit gör ki ne kâmil ne kâmilGit gör ki o ârifi ne ârif5

Yukarıda iki beytini verdiğimiz dervişin va-sıflarını belirten manzumenin son beyti ise şöyledir:

Yokuş değil düzdürür hakikatin yollarıDüzgün işler işleyip bu yola gelmez misin

İnsanlar mürşidleri, şeyhleri değerlendirir-ken onlardaki büyüklüğü kerametle ölçmeye kalkışırlar. Güya keramet gösteren şeyh büyük-tür. Bununla ilgili bir hikâyeye bakalım:

Bir gün müridleri Şâh-ı Nakşibend Hazretle-rinden keramet istemişlerdi. Buyurdular ki:

Bizim kerametimiz açıktır. İşte bakınız; omuz-larımızdaki bunca günah yüküne rağmen ayakta

durabiliyor ve yeryüzünde yürüyebiliyoruz. Bun-dan daha büyük keramet mi olur?..”

Ardından tasavvufta mühim olan hususun keramet değil, istikâmet olduğunu bir kez daha hatırlatarak şöyle buyurdular:

Bir kimse bir bahçeye girse ve orada her ağacın yaprak yaprak dile gelip, “Ey Allah’ın velîsi merhaba!” diye seslendiğini duysa, zâhiren de bâtınen de bu sese asla iltifat et-memeli! Bilâkis kulluktaki gayret ve azmi daha da ziyadeleşmelidir.”

Bunun üzerine bazı müridleri:

Efendim, ne kadar üzerini örtseniz de sizden de zaman zaman keramet zâhir olmakta, dediler.

O büyük tevazu âbidesi:

O müşâhede ettikleriniz, müridlerimin kera-metleridir, buyurdu.

Dervişin İç Âlemi

Dervişlik, iç âlemin bezenmesiyle mümkün-dür, dış görünüşle dervişlik olmaz. Hulûsi Efen-di (k.s.) bu gerçeğe şöyle işaret buyuruyor:

Kılık kıyafet ile âdem âdem olmazBir ulu kimseden el almayınca6

(Kendinde bir şey olmadığı halde cübbe, sa-rık gibi bazı kıyafetlerle insan olunmaz. Ancak kâmil bir Allah dostunun terbiyesinden geçmek gerekir.)

Hacı Bektaş Veli’nin meşhur “Dervişlik hır-kada tacda değildir” mısraıyla dervişliğin, daha geniş anlamıyla insanlığın kılık kıyafetle değer-lendirilemeyeceğine işaret eder.

16. yüzyılın şairler sultanı Bâkî, bir beyitte şöyle diyor:

Şeref vermez dür ü güher kemâl olmazzer ü ziver

Hüner kesb et hüner bahr-i fazîletkân-ı irfân ol

(İnci, cevher sahibi olmak kişiye şeref vermez. Altın ve süs, olgunluk getirmez. Hüner sahibi ol-maya bak. Fazilet denizi ve irfan madeni ol.)

O halde Yunus Emre’nin dediği gibi insan denmeye layık tarafımız mânâ tarafımızdır:

Bu âdem dedikleri el ayakla baş değilÂdem mânâya derler suret ile kaş değil

Mevlânâ da diyor ki; “İnsanlık merdiveninin en alt basamağında bulunanla en üstünde bu-lunanı sırf isimleri insan olduğu ve bedenen benzeştikleri için bir tutmak mümkün değildir.”

Hulûsi Efendi Hazretleri de der ki, “İnsanın kılığına kıyafetine bakarak onun kemal merte-besini tayin etmek doğru değildir. Onun; içine, manasına bakarak insanlığını ölçebilirsiniz.”

Yeryüzündeki insan hayatının anlamını öğre-nip keşfetmek, sırlarına vakıf olmak, Allah dostlu-ğunu kazanmak ancak hakiki dervişlikle olur. Dış görüşten çok iç âlemin büyüklere uygun olması gerekir. Hazretin kelamıyla yazımızı bağlayalım:

Ne sakal ile bu işNe makal ile bu işSûfî Hakk’ı anlamakMutlak ki hâl ile bu iş7

Dipnot

1. H. Hulûsi Ateş Efendi Şeyhzadeoğlu Özel Arşivi, No: 842. Kadir Özköse, Dervişin Günlüğü, s.237-238, Ensar Yay.,

2008.3. H. Hulûsi Ateş Efendi Şeyhzadeoğlu Özel Arşivi, No:

7704. Ekrem Sağıroğlu, Altınoluk, Sayı: 245, Temmuz 2006, s.

52.5. H. Hulûsi Ateş Efendi Şeyhzadeoğlu Özel Arşivi, No:

012.6. Es-Seyyid Osman Hulûsi Ateş, Mektûbât-ı Hulûsî-i

Dârendevî, s. 292. Nasihat Yay, 2006.7. H. Hulûsi Ateş Efendi Şeyhzadeoğlu Özel Arşivi, No:

751.

34 ŞUBAT 2014 somuncubaba 35

Page 21: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİLeylâ ile Mecnûn Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, yazımızın konusunu teşkil eden gazeli bu hikâyenin temelleri üze-rine oturtulmuştur

Sultan IV. Murad Han ve Ahmed-i Velî Hazretleri

“Sefer hazırlıklarını gören padişah da Sivaslı

Abdülmecid Efendi’nin elinden Hazret-i Ömer’in

kılıcını kuşandıktan sonra harekete geçti. 8 Mayıs

1638 günü Üsküdar ordugâhından, yanında

86 yaşındaki Şeyhülislâm Yahya Efendi, âlimler

ve velîler olduğu halde Bağdat’ı fethetmek

niyetiyle hareket etti.”

Hızr âsâ geldi yetdi himmet-i kutb-ı zamanBî taab feth eyledim Bağdad şehrin râyekân Sultan IV. Murad Han

Maneviyatın Bağdat’ın Fethindeki Etkisi

TARİH / Resul KESENCELİ

Irak topraklarının önemli bir kısmı Hz. Ebu Bekir (r.a.) döneminde Halid ibni Velîd (r.a.) komutasındaki İslâm ordusu tarafından fet-

hedildi. Irak’ın tamamının fethi ise, Hz. Ömer (r.a.) zamanında gerçekleştirildi. Tarihte önemli birer ilim ve ticaret merkezi görevi üstlenmiş olan ve günümüzde de bu özelliklerini koruyan Basra ve Kufe şehirleri ise Hz. Ömer (r.a.) zama-nında kurulmuştur.  Müslümanların dördüncü halifesi Hazreti Ali’nin kabri Necef’tedir (Kufe). Oğlu Hazreti Hüseyin Kerbelâ’da şehit düşmüş-tür. Bağdat’ın birçok özelliklerinin yanında  en önemli bir özelliği de velîler ve evliyalar diyarı olmasıdır. Birçok İslâm büyüğü Bağdat’ta met-fundur. Hanefi mezhebinin kurucusu İmam-ı Azam Ebu Hanife, büyük mutasavvıf  Abdulka-dir Geylani, Musa Kâzım, Cüneyd-i Bağdadî, Ah-med bin Hanbel, Marufu Kerhi, Bişri Hafi, Beh-lül Dânâ ve daha birçok İslâm âlimi ve büyüğü Bağdat’ta medfun bulunmaktadır.

Kanuni Sultan Süleyman, Bağdat’ı fethettik-ten sonra dört ay Bağdat’ta kaldı. Sultan kaldığı süre içinde Bağdat’ta imar ve inşa faaliyetleri ile meşgul oldu. Kâzımiyye’de yarım kalan bir camiyi tamamlattı.  İmam-ı Azam’ın  mezarını buldurup burada türbe, cami ve medrese inşa ettirdi.  Abdülkadir-i  Geylanî’nin  cami ve tür-besi için zengin vakıflar tayin etti.  1623 tari-

hinde ise Bekir Subaşı’nın  oğlu  Mehmed, Şah Abbas’ın  kendisine Bağdat valiliğini vaat et-mesi üzerine şehri Safeviler’e teslim etti.  Şah Abbas  verdiği sözün aksine şehirdeki Sünnî halka büyük zulüm ve katliam hareketinde bu-lundu. Şehrin büyük kısmını tahrip etti. İmam-ı Azam  ile  Abdülkadir-i Geylanî Hazretleri-nin  türbelerini yıktırdı.

Ahmed-i Velî Hazretleri veDördüncü Murad İlişkisi

Ahmed-i Velî Hazretleri, Şeyh Hamid-i Velî (Somuncu Baba) neseb-i aliyesindendir. 17. yüzyılda Darende’nin Zaviye Mahallesinde ya-şamış, ecdadına layık hizmetlerde bulunmuş, postnişin olmuştur. Kabri Darende’de Somuncu Baba Camii haziresinde bulunmaktadır.

36 ŞUBAT 2014 somuncubaba 37

Page 22: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİLeylâ ile Mecnûn Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, yazımızın konusunu teşkil eden gazeli bu hikâyenin temelleri üze-rine oturtulmuştur

Bağdat Seferi/Bağdat’ın Fethi

Sultan Dördüncü Murad, İran’ın doğuda yeni işgallere başlaması ve bin bir güçlükle geri alınan Revan’ın kaybedilmesi üzerine,  yeni-den Bağdat Seferine çıkmaya karar verdi.   İran hükümdarı Şah Safi’nin sulh tekliflerini şiddet-le reddeden genç Osmanlı Hükümdarı kendi-sinden önce Sadrazam  Bayram Paşa’yı  gerekli tertibatı alması için Anadolu’ya gönderdi. Sefer hazırlıklarını gören padişah da  Sivaslı Abdül-mecid Efendi’nin elinden Hazret-i Ömer’in kılı-cını kuşandıktan sonra harekete geçti. 8 Mayıs 1638 günü Üsküdar ordugâhından, yanında 86 yaşındaki Şeyhülislâm Yahya Efendi, âlimler ve velîler olduğu halde Bağdat’ı fethetmek niyetiy-le hareket etti. Yol güzergâhında olan ve Allah dostlarının yoğunlukta bulunduğu Somuncu Babanın diyarı Darende’ye uğradı. Burada So-muncu Baba Hazretlerinin ahfadından Ahmed-i Velî Hazretleri ile görüştü, dua ve himmet iste-di. Şeyh Hamid-i Velî Hazretlerinin Türbesini zi-yarette bulundu. Darende’den ayrılmadan önce Ahmed-i Velî Hazretlerinden nasihat istedi Haz-

ret de “Akşamın işini sabaha bırakma.” nasihati-ni verdi ve “Gönlümüz sizinle.” buyurdu. Ayrıca Hazret tarafından Dördüncü Murad’a bir ibrik hediye edildi. İbriğin kapağının iç bölümünde Osmanlı Türkçesi ile “Akşamın işini sabaha bı-rakma.” ibaresi yazıyordu. Böylece seferden önce dua alınmış, nazara matuf olunmuş, oldu. Dördüncü Murad abdestlerini hatıra olarak ve-rilen bu ibrikten alıyordu. Her namaz vaktinde Hazretin nasihatini hatırlıyor çalışmalarını ve istikametini yeniden gözden geçiriyor, tertip ve düzenini alıyordu.

Fetih’te Önemli Anlar

Osmanlı Ordusu, seferin yüz doksan yedinci günü olan 16 Kasım 1638’de Bağdat önlerine geldi. Bağdat Kalesi kırk gün boyunca kuşatıldı ve kahramanca çarpışmalar yapıldı. Sultan Dör-düncü Murad, genel saldırıya geçilmesine karar verdi. İmam-ı Azam türbesinin bulunduğu kısım surların dışında olduğundan daha önceden ele geçirilmişti. Padişaha öncelikle  İmam-ı Azam Hazretlerinin türbesini ziyaret etmenin iyi ola-cağı söylenince genç hükümdar ağlamaklı bir şekilde: “Bağdat şehri sapıkların pis ayaklarıy-la kirlenirken yüce İmamımızın kabrini ziyarete gitmekten hayâ ederim.” cevabını verdi.

Padişahın otağı Dicle’ye yakın bir tepenin üzerinde, İmam-ı Azam Kalesi karşısına kuruldu. Ancak Murad Han otağına girmeden her gruba bulunacağı yeri göstermek üzere asker arasına karıştı. Daha önce Hafız Ahmed Paşa Bağdat’ı, aşağı tarafındaki Karanlık Kapı’dan ve  Hüsrev Paşa ise İmam-ı Azam Kapısı tarafından kuşat-tıklarından bu mevkiler daha ziyade tahkim edilmişti. Vezir-i azam Tayyar Paşa bu durumu padişaha arz ile kuşatmanın, pek muhkem ol-madığı, kuşatmanın Ak Kapı  tarafından yapıl-masını arz eyledi. Mütalaası kabul olunarak hemen o gece asker siperler kazıp metrislere girdi. Diğer kale kapıları da kuşatıldı.

Muhasaranın 37. gününe gelindiğinde hen-dekler dolmuş kale duvarları pek çok yerden yıkılmış bulunuyordu. Genç padişah vezir-i

azamını huzuruna davet ederek;  “Hendekler doldu niçin yürüyüş edilmiyor?”  diyerek tekdir etti. Sadrazam: “Padişahım, sabrederseniz, ya-kında şehir fethedilir. Yürüyüşe zaman vardır. Acele ile askeri kırdırmayalım.”  deyince Padi-şah: “Senin namın, dilâverliğin ve şecaatin bu mudur? Tehirin manası nedir?” deyince Vezir-i azam:  “Ben canımı padişahıma feda etmişim. Tayyar kulun ölmekle bir şey olmaz. Hemen Cenab-ı Hak ihsan buyursun.” sözleriyle ertesi gün kaleye yürüyüşü başlattı.

Bütün gece Osmanlı askerlerinin gözüne uyku girmedi. Geceyi dua, niyaz ve yakarışla geçirdiler. Sabah namazını kılıp güneşin doğ-ması ile beraber  ‘Allah Allah’  sedalarıyla ya-yından fırlayan ok gibi Bağdat üzerine atıldılar. Vezirler, yeniçeri ümerası, beylerbeyi ve sancak beyleri hendeklerden çıkarak en önde kuleler üzerine gittiler. Şiddetli çarpışmalar sonucunda bazı kuleler ele geçerek bayrak dikildi.  Tayyar Paşa  da daima ilk safta olmak üzere kılıcıyla Acemlerin başlarını uçurmakta iken, alnına bir kurşun isabetiyle şehid düştü.

Sultan Murad  bunu duyunca teessür içeri-sinde kalarak: “Ah Tayyar! Bağdat gibi bin kale-ye değerdin.”  dedikten sonra vezirine rahmet ve minnetle anmıştır.

Tayyar Paşa  İmam-ı Azam türbesinde, eski-den Bağdat valisi olan pederinin ayakucuna defnolundu. Naima onun için “Said olarak yaşa-dı, şehid olarak öldü.” ifadesini kullanmaktadır. Hücumda Sultan’ın bir kumandanı başsız bir halde iki kılıç ile savaşmaktadır. Yaşlı bir kadın bu kumandanı görünce hayretle şöyle söyler, “Nasıl oluyor da başsız bir kumandan savaşı-yor?” Savaşçı bunu duyunca attan düşer ve şe-hid olur. Düştüğü yere bu savaşçı defnedilir, o yere ise “Abuseyfeyn” yani iki kılıçlı denmiştir.

Yapılan Kasr-ı Şirin Antlasması’yla Azerbay-can ve Revan Safevilerde, Bağdat Osmanlılarda kaldı. İki ülke arasında ki Zağros Dağları sınır kabul edildi. Bugünkü Türk-İran sınırı büyük ölçüde bu antlaşmayla çizilen sınırdır. Bu ant-laşmayla on dört sene on bir ay önce bir ihanet sebebiyle Safevilere geçen Bağdat, artık kesin olarak Osmanlı idaresine geçti. Sultan Dördün-

38 ŞUBAT 2014 somuncubaba 39

Page 23: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİLeylâ ile Mecnûn Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, yazımızın konusunu teşkil eden gazeli bu hikâyenin temelleri üze-rine oturtulmuştur

cü Murad bu zaferden sonra “Bağdat Fatihi” diye anıldı. Büyük Velî Somuncu Baba Hazretle-rinin torunu Ahmed-i Velî Hazretleri’nin himmet ve dualarının bereketiyle fütuhat gerçekleşmiş, tarihe altın harflerle geçmiştir. Öyle ki fütuhatla birlikte imar hareketi başlamış, pek çok İslâm büyüğünün türbesi restore yapılmıştır.

İmar/Restore

Bağdat Fatihi Sultan IV. Murad tebrikleri ka-bul ettikten sonra büyük bir gönül huzuru içeri-sinde maiyetine dönerek: “İşte şimdi mezhebi-

mizin reisi Ebu Hanife Hazretleri’ni ziyarete yüzümüz oldu.” dedikten sonra bütün mai-yetiyle birlikte Hazret-i İmam-ı Azam’ın tür-besine yüz sürdüler. Sultan IV. Murad, Safe-viler elinde çok tahrip gören Bağdat’ı imar etmek için büyük para harcadı. İmam-ı Azam Ebu Hanife  Hazretlerinin türbesi bakımsız ve perişan bir haldeydi. Padişah, atası Süley-man Han’ın yaptırdığı türbenin aynı şekilde inşasını emretti. Bütün kafes şebekesi som gümüşten yapıldı. Altın ve mücevherli yüz-lerce kandil kondu. Kapısı ve eşiği gümüş-ten yapıldı.  İmam Musa Kazım, Abdülkadir Geylanî, Şeyh Şihabüddin Sühreverdî  Haz-retleri ve diğer İslâm büyüklerinin türbele-ri de aynı güzellik ve muhteşemlikte inşa olundu. Bağdat yeniden imar edildi. İslâm Medeniyeti içerisindeki muhteşem yerini aldı.

IV. Murat’ın Bağdat’ı fethetmesi İstanbul’da coşkuyla karşılandı. Ramazan’ın onundan sonuna kadar (15 Ocak-4 Şubat 1639) kutlamalar ve şenlikler yapıldı. IV. Murat da “Fatih-i Bağdat” unvanını kazan-mıştır. Diğer taraftan Padişah sefere çıkar-ken yapılmasını emrettiği Topkapı Sarayı Sofa-i Hümayundaki iki Kasr-ı âli’de “Bağdat ve Revan Köşkleri” ismiyle tamamlanmıştır.

Günümüzden Tarihe Bir Hatıra

Günümüzde Devlet erkânı, devlet bü-yükleri Darende’mizdeki Somuncu Baba (Şeyh Hamid-i Velî) Külliyesi’ne ziyarete gel-diklerinde, Hazretin türbesini ziyaret edip,

Külliye’yi gezdiklerinde; çok farklı bir manevî hava, ayrı bir huzur, sanat, estetik ve temizliğin üst düzeyde olması buradaki fikriyatın ve ufuk derinliğinin mükemmelliği sebebiyle bu güzide mekândan ayrılmak istemiyorlar ayrı bir huzur ve huşu buluyorlar. Her şey çok güzel ve mü-kemmel, demekten kendilerini alamıyorlardı. Öyle ki, Hazretin ve evlatlarının manevî tesiri açıkça hissediliyordu. Yakın zaman dilimi içe-risinde devlet büyüklerimiz Somuncu Baba Külliyesi’ni ziyarete gelmiş çok memnun kal-

mışlardı, bu ziyaret sırasında tıpkı Ahmed-i Velî Hazretleri’nin IV. Murad’a hediye ettiği ibrik gibi bir hediyede yine Şeyh Hamid-i Velî evlatların-dan Hamit Hamidettin Efendi tarafından hediye edilmişti. Hediye edilen bu ibriğin üzerinde ise şu nasihat yazıyordu.

Abdestsiz yere basma, akşamın işini sabaha bırakma

Sizinledir dualarımız ve evlad-ı Muhammedi Mustafa

Burada tarihî bir an ve tarihten altın bir tablo yaşanıyor, burada bulunanlar da buna şahitlik ediyorlardı.

Dipnot

1. Ahmet Şimşirgil , “Ordu-yı Hûmayûn Bağdat Önlerin-de” isimli Makalesi

2. Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi, (Hz: Hakkı Dursun Yıldız), İstanbul, 1986.

3. Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, Ankara 1972.4. Hacı Mustafa Rıdvan, El-Bağdadi Tavarih-i Feth-i

Name-i Bağdad, (Tarihsiz).5. İsmail Hami Danişmend, İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolo-

jisi, İstanbul, 2011.6. Mustafa Nuri Paşa Netâyicü’l--vukuat, C.2, ( Hz: Neşet

Çağatay), Ankara 1992.7. Peçevi İbrahim Paşa, Peçevi Tarihi, C.2, (Hz: Bekir Sıtkı

Baykal), Ankara 1992.8. Resul Kesenceli, Velîler ve Hükümdarlar, Ankara 2013.9. Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, İstanbul 1970.10. h t t p : / / w w w . b a k t a b u l . n e t / t u r k - d u n y a s i - ve -

kulturu/133893-sultan-dorduncu-muradin-bagdat-seferi

40 ŞUBAT 2014 somuncubaba 41

Page 24: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİLeylâ ile Mecnûn Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, yazımızın konusunu teşkil eden gazeli bu hikâyenin temelleri üze-rine oturtulmuştur

Kulların Gözündeİtibar Kazanmak!

KÜLTÜR / Enbiya YILDIRIM*

“Bir insanın Allah katındaki değerini kullar elbette bilemez. Lâkin farz olan ibadetleri îfâsı, haramlardan kaçınması

ile diğer insanlarla olan münâsebetleri onun durumuyla ilgili bir kanâat oluşturabilir. Bu demek oluyor ki, Allah’ın emirlerini yerine getirmeden, yasaklarından kaçınmadan

Rabbin katında makbul bir kul olunamaz.”

Bir insanın Allah katındaki değerini kullar elbette bilemez. Lâkin farz olan ibadetleri îfâsı, haramlardan kaçınması ile diğer in-

sanlarla olan münâsebetleri onun durumuyla ilgili bir kanâat oluşturabilir. Bu demek oluyor ki, Allah’ın emirlerini yerine getirmeden, yasak-larından kaçınmadan Rabbin katında makbul bir kul olunamaz. Aynı şekilde, geçimsiz olan, etrafındakilerle sürekli didişen ve sevilmeyen kimse de makbul bir insan değildir. Dolayısıy-la kişinin olumsuz halleri esasında Allah katın-da da nasıl olabileceğini anlamamıza yardımcı olur.

Buradan hareketle şöyle dememiz mümkün olmaktadır: Bir insanın iyi kul olmasını belirle-yen iki temel husus vardır. Bunlardan biri ek-sik olursa, o insanın iyi bir kul olduğundan söz etmemiz mümkün olamaz. Birincisi, Allah’ın kitabında, Rasûlullah’ın sünnetinde belirlemiş olduğu ibadetleri yerine getirip haramlardan kaçınmak. İkincisi, yine bu ikisinde belirlenmiş olan ahlâkî düsturları hayata hâkim kılmak. Her iki madde de hayatta tatbîk edilsinler diye in-sandan istenmiştir. Çünkü Kur’an ve hadislerde insanın uyması istenen bu buyruklar, kulun ya-şantısını düzgün hâle getirmesi için gerekli olan hususlardır. Bunları isteyen Allah ve Rasûlü ol-duğuna göre, ahlâkla ilgili emirlere uymak iba-detlerle ilgili emirlere uymakla aynıdır. Her ikisi de Allah ve Rasûlü’nden gelmektedir. Dolayı-sıyla kişi “Ben ibadetleri yerine getirerek güzel bir kul olabilirim, insanların ne düşündüğü veya ne dediği umurumda değil.” diyemez. Unutma-mak gerekir ki, etrafımızdakiler âhirette bizim için şâhitlik yapacaklardır. Hadiste belirtildiği üzere, Müslümanların güzel gördüğü Allah ka-tında güzel, tersi de çirkin olduğundan,1 insan yaşantısını güzelleştirmek zorundadır.

Bu bir ölçü olduğuna göre, insan nefsine ye-nik düşerek, yapıp ettiklerine mâzeretler ürete-rek sürekli kendisini temize çıkarmaya çalışma-malıdır. Bunun yerine etrafındakilerin ona nasıl baktığına önem vermelidir. Hatta çevresinde-kilerin onu nasıl değerlendirdiğini, kendisinin yine kendisini nasıl değerlendirdiğinden daha fazla önemsemelidir. Çünkü sonuçta bir toplum içinde yaşamaktadır. Herkesin yanıldığını ve bir tek kendisinin hakîkati gördüğünü söylemek gerçeğin inkârı, nefsin boyunduruğuna girme-nin göstergesidir. Bu yüzden de devamlı olarak, “Efendim, ben şunu yapmak istedim, ben şunu dedim, beni yanlış anladılar.” demek yerine, et-rafında bulunan zevâtın onu nasıl gördüğünü ve söylediklerini nasıl yorumladığını önemse-melidir.

Herkesin Güvenini Kazanmak

Esasında her meselede olduğu gibi bu konuda da Hz. Peygamber (s.a.v.)’in örnekli-ğine mürâcaat etmek durumundayız. Allah Rasûlü’nün Mekke’deki hayatına baktığımızda, onu ahlâkî açıdan eleştiren tek bir kişi bulama-yız. Bir Allah’ın kulu kalkıp da “Muhammed! Sen şu ahlâksız işleri zamanında bizimle beraber yapıyordun, senin az mı yalanını yakaladık, şu şu işleri yapan sen değil miydin?” gibi suçla-malarla onu ithâm etmemiştir. Bu durum Allah Rasûlü’nün vefâtına kadar bu şekilde devam et-miştir. İnsanların ahlâkî za’fiyet olarak suçlaya-cağı bir şeyi olmamıştır. Bu yüzden de onu İslâm öncesinde “Emîn” diye vasıflandırmışlardı.

Bu durum sadece Sevgili Peygamberimiz için geçerli olan bir durum değildir. Kur’an’ın bahsettiği diğer peygamberlere baktığımızda da aynı durumu görürüz. Dolayısıyla bir yandan ibadet dünyası güzel olacak, diğer yandan da

42 ŞUBAT 2014 somuncubaba 43

Page 25: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİLeylâ ile Mecnûn Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, yazımızın konusunu teşkil eden gazeli bu hikâyenin temelleri üze-rine oturtulmuştur

insanlarla ilişkiler ahlâkî olacak. Sırtımızı dön-düğümüzde insanlar kusurlarımızı dillerine do-layıp bizi kötülemeyecek. Şahsiyetli ve vakûr bir yaşantı süreceğiz.

Nitekim Allah ve Rasûlü’nün buyrukları var: “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.”2 “Rabbimiz Allah’tır deyip sonra da dosdoğru olanlara korku yoktur ve onlar üzülmeyecektir.”3 “Mü’min erkek-ler ve mü’min kadınlar birbirlerinin velîleridirler. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, nama-zı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler ve Allah’a ve Rasûlüne itaat ederler. İşte Allah’ın kendilerine rahmet edeceği bunlardır. Şüphesiz Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.”4 “Sizin en hayırlınız, hayrı umulan ve şerrinden emin olunan kimsedir. Sizin en şerliniz ise hayrı umul-mayan ve şerrinden emin olunmayan kimsedir.”5 “Mü’min, insanların malları ve canları konusun-da kendisine güvendiği kişidir.”6

Aynı iş ortamını paylaştığımız insanlar, “Bu-nunla bir şey paylaşılmaz, yarın bizi satar.”, “Güvenilmez bir kişidir, anlattıklarımızı aramız bozulunca kullanır.”, “Konuştuklarımızı başka yerlere taşır.” gibi vesveseler taşıyorsa, bir mec-

lise girdiğimizde insanlar bizi görüp mevzuyu hemen değiştiriyorlarsa, burada bir düşünme-miz gerekir. Demek ki, bizim Müslümanlığımı-zın bir yönü tamamen çökmüş durumdadır.

Bu söylediklerimizden, “İslâmî hassasiyet-leri olmayan bir bölgede yaşayan veya çalışan bir kimsenin, kendisini sevdirmek, uyumlu ol-duğunu göstermek için haramlara bulaşabilir.” sonucu çıkmamalıdır. Birilerinin sevmesi için içki içilmez, şirin gözükmek için ibadetler terk edilmez. Lâkin insan kişilikli olmak zorunda-dır. Haramlardan kaçınarak, ibadetlerimizi de aksatmaksızın çevremizde bulunan insanlarda saygı uyandırmak zorundayız. Etrafımızdakiler, “Hem namaz kılıyor, hem de her türlü haltı yi-yor.” diyorsa, orada büyük sorun var demektir. Dine de büyük zarar verilmesi söz konusudur. Çünkü insanlar bizim üzerimizden dine saldır-mak için bir bahâne bulmuş olmaktadırlar.

Demek oluyor ki, insanın ahlâken iyi biri olabilmesi için birilerine eğilip bükülmesine, yamulup şekilden şekle girmesine gerek yok-tur. Bir duruşumuz, bir kimliğimiz olmalıdır. De-ğerlerimizden taviz verdiğimiz zaman, karşımız-

dakiler akıl yoksunu kimseler olmadıklarından, bizim bu ikircikli halimizden istifâde etmeye kalkacaklardır. İş, güven noktasına geldiğinde de, bize zerre kadar itimat etmeyeceklerdir. Çünkü gelgitleri olan, zamana ve mekâna göre konuşma ve hareket tarzı değişen, bir gün öyle bir gün böyle olan biriyle yola çıkılmayacağını herkes bilir.

Şunu unutmamak gerekir, bulunduğumuz ortamda inançlarımız birilerininkiyle örtüşme-yebilir. Hatta İslâm karşıtı kimselerle bile çalış-mak durumunda kalabiliriz. Veyahut da farklı meşreplerdeki mü’minlerle aynı ofisi payla-şabiliriz. Bizim kabullerimiz belli makamlara getirilmeyişimizin gerekçesi de olabilir. Lâkin dürüstlük ve ilkeli duruşumuz, inançlarımızı be-nimsememiş olanlarda bile bize karşı bir saygı uyandırmalıdır. Bizim için “Müslüman adamdır, bir şeyler elde etmek veya bir yerlere gelmek için değerlerinden vazgeçmez, arkadaşlarına hainlik etmez, yalaka değildir.” denmelidir.

Güvenilir Bir İnsan OlmamakÇok Büyük Bir Zillet

Esasında kullar nezdinde sözüne itimat edilen güvenilir bir insan olmamak çok büyük bir zillet durumudur. Belki yaşınız altmışa var-mıştır, ancak etrafınızdakiler mesai sonrası sizi görmek istemezler. Bir abi veya yaşını almış bir abla olarak saygı duymazlar. Sizden her zaman, farklı hesabı olan biri olarak çekinirler. Bu ne acı bir durumdur?!

Bu hal bazen meşrep milliyetçiliğinin din kardeşliğinin önüne geçmesi durumun-da da görülür. Bir insan kendi mensubu ol-duğu meşrebe odaklı olarak yaşar da dini ve Müslümanları öncelemek yerine kendi meşrebinden olanları öncelerse ve her ha-reketini oranın menfaatlerine göre şekil-lendirirse kardeşlik hukukunu her zaman çiğneyebilir. Günümüz Müslümanlarının en büyük problemlerinden birisi budur.

Farklı meşreplere mensup kişiler bir ara-ya geldiklerinde, İslâm’ın hakkı cemaatin

hakkından geride kalmaktadır. Herkes İslâm’ı yüceltmeyi değil de kendi ekolünü yükseltme-ye çabalamaktadır. Böyle olunca da kendisiyle aynı kulvarda olmayan mü’minin ayağına çelme takmak, önünü kesmek ve uygun zemini yaka-ladığında gammazlamak söz konusu olabilmek-tedir. Bu acıklı manzara, insanın artık kimseye güvenememesi gibi acı bir sonucu doğurmak-tadır. Çünkü meşrep kardeşliği artık İslâm kar-deşliğinin önüne geçmiştir. İnsan bu uğurda başkalarının hakkını hukukunu tanımamakta, kendi meşrebini yükseltmek için diğerlerini tepiklemeyi, ezip ufalamayı caiz görmektedir. Sırttan hançerlemek bu olsa gerektir.

Etrafla ilişkilerdeki za’fiyet elbette sadece işyeriyle sınırlı değildir. Kezâ sadece dindarlar arasında geçerli olan bir durum da değildir. Mi-salleri çoğaltmak mümkündür. Örneğin, dindar bir kisvesi olan veya dindar bilinen bir kişinin yaptığı ticarette müşterisini kandırdığını dü-şünün. Bu insan gece başından sabaha kadar alnını secdeden kaldırmasa Allah katında de-ğeri olmaz. Çünkü bir taraftan dünyalık uğruna başkalarına kazık atmakta, diğer taraftan sanki Allah’ın bunlardan haberi yokmuş gibi ondan af ve mağfiretini dilemektedir. Oysa namazını kıl-masını emreden ile ticarette hile yapmamasını emreden makam aynıdır. “Sakın tartıda haksız-lık etmeyin. Tartıyı doğru tutun, terazide eksiklik yapmayın.”7 “İnsanlardan alırken ölçüp tarttıkla-rında dolu dolu; onlara satmak için tarttıklarında ise noksan yapan hilekârlara yazıklar olsun. On-

44 ŞUBAT 2014 somuncubaba 45

Page 26: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİLeylâ ile Mecnûn Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, yazımızın konusunu teşkil eden gazeli bu hikâyenin temelleri üze-rine oturtulmuştur

lar  düşünmezler mi ki, kendileri büyük bir günde hesap vermek için  diriltilecekler. Öyle bir gün ki, insanlar o günde âlemlerin Rabbinin huzurunda divana duracaklar.”8

Kandırmak Hastalığı

Günümüzde çok karşılaştığımız hileli ticaret işlerine bir örnek verecek olursak: İkinci el ara-ba almak için pazara gidiyorsunuz. Arabadan da fazla anlamıyorsunuz. Bir otoyu gözünüze kestiriyorsunuz. Satıcıya bakıyorsunuz, tipi size güven veriyor. Bir kusuru var mı, diye soruyor-sunuz. Birkaç yerinde ufak tefek boyası oldu-ğunu söylüyor. Hatta arabayı bir ustaya gösteri-yorsunuz, o da kabataslak bakıyor, birkaç minik kusurunu da o söylüyor. Bunları önemsemiyor ve arabayı alıyorsunuz. Sonrasında ise tamirci-den çıkmıyorsunuz. Meğerse araba büyük bir kaza geçirmiş.

Aynı şekilde pazarlıkla bir şey alıyorsunuz. Yemin ederek “Abi maliyeti şu, inan ki şu kadara geldi.” diyerek size malı satıyor. Sonra bir başka yerde aynı ürüne çok daha ucuz fiyata rastlıyor-sunuz. Pazarcıların, tezgâhın önüne iyileri dizip poşetin içine size fark ettirmeden birkaç çürük atması da işin bir başka boyutu…

Rasûl-i Ekrem bir  yiyecek satıcısına uğrar. Elini, görünümü çok güzel olan hubûbat yığı-nına sokar. Parmaklarına ıslaklık bulaşınca, sa-tıcıya “Nedir bu yaşlık?” diye sorar. Satıcı: “Ya Rasûlallah! Yağmur yağdı da ıslandı.” der. Bunun üzerine, ıslak kısmı alta saklaması nedeniyle şöyle buyurur: ”Islak kısmı üste koysaydın da, in-sanlar görseydi ya! Bizi kandıran bizden değildir.”9

İşte size örnek bir ticaret ahlâkı: Yûnus bin Ubeyd’in kumaş dükkânında iki yüz dirhem-den dört yüz dirheme kadar farklı fiyatlarda kumaşlar satılmaktadır. Yûnus bir ara yeğeni-ni dükkânda bırakarak camiye namaza gider. Camiden dönerken elinde kumaş olan birine rastlar. Kumaş kendi dükkânında satılan mal-lardandır. Kaça aldığını sorar. Adam dört yüz dirhem verdiğini söyler. Yûnus, “Kandırılmış-sın, bu kumaş iki yüz dirhemdir. Geri git, pa-

ranın üstünü al.” der. Adam “Ama bu kumaş bizim oralarda beş yüz dirhem eder, aldan-madım.” diyecek olursa da adamla birlikte dükkâna gelir. Delikanlıya çıkışır: “Utanmadın mı, Allah’tan korkmadın mı? İki yüzlük kuma-şı nasıl olur da dört yüze verirsin?” Delikanlı “Ama razı oldu.” diyecek olunca da şunu söy-ler: “Diyelim o razı oldu. Peki, senin vicdanın buna nasıl razı oldu?”10

Bütün bu yazdıklarıma baktığımızda, insanın diyesi geliyor: “Herkes en kısa yoldan karşıdaki-nin cebini boşaltmayı hedefliyor. Sözüne ve ar-kadaşlığına güvenilecek kimse kalmamış. Yâhu biz nasıl ve nerede yaşayacağız?”

Bu sorular haklı. Böylesi bir toplumda in-sanlar arasında güven duygusu kalır mı? Veya böyle şeyleri yapan sözde dindar bir insan et-rafında dost bırakır mı? Keza bu insan Rabbi ka-tında muteber bir insan olabilir mi? Size kazığı attıktan sonra “Aman namazım geçmesin.” diye camiye koşması ne ifade eder? Bu, İslâm ahlâkı üzerine sinmeyen, kulluğu sadece namaz ve oruç zanneden hastalıklı bir din anlayışıdır.

“Ben iyi bir Müslüman mıyım?” diye aklımı-za bir soru geliyorsa, bu sorunun cevabı bizde değil etrafımızdaki insanlardadır. Uzun süredir bizleri tanıyanlar, “Kusurları olmakla beraber iyi bir insandır.” diyorsa, ibadetlerimizi de el-den geldiğince yapıyorsak, âhiret için ümitvar olabiliriz. Öyleyse zamanını kaçırmadan Kur’an ve sünnete dönme vaktidir.

Ümidiniz mi kırıldı? Kırılmasın, mü’min yeis sahibi olamaz. O her zaman ümitvârdır.

Dipnot

* Prof. Dr. Enbiya YILDIRIM1. Mustedrek, 4465.2. 11/Hûd, 1123. 46/Ahkâf, 134. 9/Tevbe, 715. Tirmizî, 21896. Tirmizî, 25517. 55/Rahmân, 8-98. 83/Mutaffifîn, 1-69. Mustedrek, 215510. İhyâ, II/79.

Dağlar, Allah dostlarının kemâle erdiği yerdirDağlar, nice bilinmezin sırrını verdiği yerdir

Dağlar, tefekkür mekânı, dağlar tezekkür mekânı Nefsimizle hesaplaşma, rûhu dinleme imkânı

Sanki gökten yere inmiş, karla bezeli ErciyesSonsuzluk atına binmiş, dağlar güzeli Erciyes

Gölgesine Tennûrî’nin postunu serdiği çınarNasîbi olan canlının suyunu içtiği pınar

Aslıhan’la Âşık Kerem senin bağrında yatıyorGüneş zirvenden doğuyor, güneş zirvenden batıyor

Anadolu’nun bağrına sultan gibi kurulmuşsunKaynayıp kaynayıp coşmuş, en sonunda durulmuşsun

Eteklerini yurt tutmuş, Seyrânî’nin memleketiNice insan, börtü böcek sende bulmuş bereketi

Yaparken câmilerini, Sinan senden ilham almışİstanbul’da, Edirne’de, Erciyes’im donup kalmış

Ondokuz’un Köroğlu’su, Avşar Boyu’nun ulu’suKoçyiğit Dadaloğlu’su, pınarlarından içmiş su

Sana hayran Karac’oğlan, sana hayran Âşık Hasan Sendedir büyülü zaman, sendedir büyülü ceylan

Bir müşfik anne gibisin, kucaklayıp emzirirsinSen her cephesiyle güzel, berceste bir şiirsin…

Bekir OĞUZBAŞARAN

Erciyes Mesnevîsi

46 ŞUBAT 2014 somuncubaba 47

Page 27: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİLeylâ ile Mecnûn Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, yazımızın konusunu teşkil eden gazeli bu hikâyenin temelleri üze-rine oturtulmuştur

“İletişim kaynakları dünyayı sömürme üzerine kurulmuş kirli, sorumsuz, ahlâksız ve kapitalist (yani her şeyi madde ve parayla ölçen) beyinlerin elindedir.”

FIKIH / Abdullah KAHRAMAN*

İletişim Ahlâkı ve Sorumluluk

Bir yönüyle evrendeki hayat iletişim üzeri-ne kuruludur. İlk iletişim de insanla başla-mıştır. Bu yüzden her varlığın bir iletişim

dili ve şekli mutlaka vardır. Varlıklar içerisinde Allah karşısındaki sorumluluk insana verildi-ği için onun kendi cinsleriyle iletişimi ayrı bir öneme sahiptir. Esasen iletişim ahlâkı da insan-lar arası iletişimle alakalı bir durumdur.

Peygamberlerin özelliklerinden biri de teblîğdir. Bu sıfatla onlar insanlarla iletişim kurarlar. Onları teblîğ gibi önemli ve ilâhî bir görevle yükümlü kılan Yüce Allah en güzel ileti-şim yollarını da göstermiştir. Her peygamberin kendi dilini konuştuğu, huyunu, suyunu, örfünü âdetini bildiği kavmin içinde peygamber olarak gönderilmesi bu iletişim için çok önemlidir.

Peygamberlerden aldıkları terbiye ve örnek-likle mü’minler de teblîğle yükümlüdürler. Onlar da teblîği en güzel yollarla gerçekleştirmek du-rumundadırlar. Bütün bunlar mü’minlere bir ile-tişim usul, ahlâk ve kültürü verir. Bu aynı zaman-da iletişim vâsıtalarını kullanma konusunda da bir sorumluluk yükler. İletişim konusunda yapı-lacak yanlışlıklar, ölçüsüzlükler, asılsız bilgilen-dirmeler ve tavırlar insanlığın dünyasını altüst

eder. Toplumun güvenliğini ve huzurunu ze-deler. İnsanları ve hatta aileleri birbirine düşürür. Bu sebeple iletişimde doğ-ruluk, samimiyet, hak ve hukuka saygı, yanlış bilgilerden kaçınma, şeffaflık, iyi niyet, doğru üslup İslâm’ın getirdiği vaz geçilmez ilkelerdir. Bu ilkeler doğrudan imana bağlıdır.

Teknoloji ve İletişim Çağında

İçinde yaşadığımız çağ teknoloji ve ileti-şim çağı olarak adlandırılmaktadır. O kadar ki, “İletişim her şeydir.” diyenler bile vardır. Çağın adının “iletişim” konulması boşuna değildir. Her şeyden önce iletişim kanalları çoğalmış ve çeşitlenmiştir. İnsanlar da sosyal ilişkilerin-de bu kanallara bağımlı hale getirilmişlerdir. Elbette huzurlu bir toplum için bu kadar ileti-şim vâsıtasına ihtiyaç yoktur. Çünkü her çıkan araç insanların özel hayatlarını zedeleyecek ve ahlâkını bozacak ciddî yan etkilere sahiptir. İletişim kaynakları dünyayı sömürme üzerine kurulmuş kirli, sorumsuz, ahlâksız ve kapitalist (yani her şeyi madde ve parayla ölçen) beyinle-rin elindedir.

Onlar için bu araçların yıktıkları yuvalar, boz-

dukları ilişkiler meydana getirdiği huzursuzluk-

lar ve sebebiyet verdikleri ahlâksızlıklar değil,

getirdiği para önemlidir. Dünyanın belli mer-

kezlerinden idare edilen bu iletişim vâsıtaları,

İslâm’ın korumak istediği beş temel esasa za-

rarını her gün artırmaktadır. Bunun için de san-

ki bunları hedef almış gözükmektedir. Bu beş

esas, dinin, malın, aklın, canın ve neslin korun-

masıdır. İletişim kanalları ve vâsıtaları bir ta-

raftan fuhşu yayarken bir taraftan da nesilleri,

değerleri ve değer yargılarını hırpalamaktadır.

Bu vâsıtaların bozucu etkileri sebebiyle insan-

lar, yirmi yaşında öğrenmeleri gerektiğini beş

yaşında öğrenmekte, yirmibeş yaşında tatması

gerekenleri, çok daha erken yaşlarda tatmakta-

dır. Bunun için de gençlerin ahlâkı bozulmak-

ta ve evlilik hayatları sağlıklı ve uzun ömürlü

olmamaktadır. Bu sebeple Kur’ân, ahlâklı ve

güzelliklere vesile olan iletişimden yana tavır

alırken bu konuda mü’minleri şu âyetleriyle

uyarmaktadır:

48 ŞUBAT 2014 somuncubaba 49

Page 28: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİLeylâ ile Mecnûn Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, yazımızın konusunu teşkil eden gazeli bu hikâyenin temelleri üze-rine oturtulmuştur

“İnananlar arasında kötü söz ve davranışın yayılmasını arzulayan kimseler için dünyada da, âhirette de acı veren bir azab vardır. (Her şeyi) Al-lah bilir; siz bilmezsiniz.”1

“Siz ey imana ermiş olanlar! Yoldan çıkmışın biri size (yalan) bir haber getirirse, muhâkemenizi kullanın; yoksa istemeden insanları incitir ve sonra yaptığınızdan pişmanlık duyarsınız.”2

“Bilmediğin şeyin ardına düşme; çünkü işitme duyusu, görme duyusu ve kalp, bunların hepsi (Hesap Günü’nde) bundan sorguya çekilecektir!”3

Âyetler kısaca, insanlar arasında kötülüğün (fuhşun ve fuhşiyyatın) yayılmasını arzulayan-ları uyararak yaptıkları bu yıkımın yanlarına kal-mayacağını ve bunun hesabını mutlaka verip cezâya çarptırılacaklarını haber vermektedir. Aynı zamanda mü’minlere de şöyle demekte-dir: Ahlâktan yoksun ve insanlık değerlerinin düşmanı olan birileri kötülük vâsıtaları ürete-bilirler, fakat siz onlara karşı dikkatli ve uyanık olun ve bu tuzaklara düşmeyin!

Haber kanallarınızı özenle ve dikkatle seçin. Zira ahlâken zaafa uğramış ve günah işlemek-ten çekinmeyen, fakat adı mü’min olanlar, yani fâsıklar değişik menfaatlerini düşünerek yalan haberler yayabilirler. Siz her duyduğunuz ha-bere kulak asmayın, kaynağını ve doğru olup olmadığını mutlaka araştırın.

Müslüman Sorumlu veBilinçli Kimsedir

Allah’ın insana verdiği kulak, göz ve kalp gibi organlar birer emânettir ve bunlar yaptıkların-dan sorumludur. Yani esasen sorumluluk bun-ların sahiplerindedir. O zaman bu emânetlerin nerelerde ve hangi maksatla kullanıldığına dik-kat edilmelidir. Müslüman sorumlu ve bilinçli kimsedir. Yaptığı her hesabın âhiret boyutunu da düşünmelidir.

Şimdi bu gözle televizyon, internet sitele-ri ve sosyal medyaya baktığımız zaman şunu görmekteyiz: Âlet icat olarak insanlığın hayatı-

nı kolaylaştıran ve pratik faydaları bulunan bu iletişim kanallarının maalesef ciddî olumsuz yan etkileri de var. İslâm hukukçuları mefsedet (kötülük) ve maslahat (kamu yararı)ı değerlen-dirirken şöyle söylerler: Kâinatta tam anlamıyla maslahat ve tam anlamıyla mefsedet yoktur. Maslahat taşıyan her şeyde mutlaka mefsedet de vardır. Mefsedet taşıyan şeylerde de bazı maslahatlar bulunabilir. Fakat bir şeyin mef-sedet, kötü, çirkin ve şerli veya maslahat, iyi, güzel ve hayırlı olması baskın olan niteliğine göredir. İyi tarafı baskın olana iyi, kötü tarafı baskın olana da kötü denilir. Emredilme ve ya-saklanma da buna göre yapılır. Nitekim Kur’ân içki ve kumarı haram kılarken bunların insan-lara bazı yararları olduğunu ifade eder. Ancak zararlarının faydalarından çok olması sebebiy-le yasaklandıklarını beyan etmektedir.4

İletişim araçlarının yararları yanında bir ta-kım zararlarının olduğunu kimse inkâr edemez.

Televizyon yalan bir haberi, ahlâk dışı (müsteh-çen) yayınları anında görüntüye vererek insan-ların olaylara bakışını etkilemekte ve kanaatle-rini değiştirmektedir. Yapılan maksatlı filmler aileleri ve çocukları olumsuz yönde etkilemek-te ve ailenin veremediğini bu filmler sinsice vermektedir. Meselâ, kadın erkek ilişkilerinde İslâm’ın öğrettiği ve titizlikle üzerinde durduğu ilâhî ölçüler bazı filmlerle değersiz hale getiril-mektedir. Bağımlılık yapan bazı programlar ise özentiyi artırarak yuvaları dağıtmaktadır.

Tehlikeli Roller Oynamak

İnternet, facebook gibi iletişim araçları, öl-çülü ve ahlâk kuralları çerçevesinde kullanıla-bildiği zaman hızlı bilgi için çok güzel imkânlar sağlamaktadırlar. Fakat genel kullanıcı kitlesine ve amaçlarına bakıldığı zaman daha çok meş-ru olmayan işlere âlet edildiği görülmektedir. Her türlü bilginin içine doldurulduğu internet, kötü alışkanlıkların kazanılmasında ve artırıl-

masında son derece tehlikeli roller oynamak-tadır. Hemen her insanın elinde bulunan cep telefonlarıyla da girilen internet sebebiyle aile içi iletişimin koptuğundan şikâyet etmeyen yok gibidir. Çünkü bu âletler başkasıyla iletişim için kullanılmaktadır. İnternette girilen bazı siteler sebebiyle ailelerini ihmal eden ve ahlâksızlık batağına saplananların sayısı gittikçe artmak-tadır. Bu sorumsuz internet kullanımı sebebiy-le aynı odada oturan bazı aile fertleri, cismen yan yana olsalar da duygu ve zihin olarak evin dışındadırlar. Kimse birbiriyle ilgilenmemekte, herkes elindeki cep telefonunda sörf yapmak-tadır.

Özellikle facebook, insanların özel hayat hassasiyetini yıkmakta ve çok çirkin ilişkilere sebebiyet vermektedirler. O kadar ki, bazı in-sanların bu adreslerde neredeyse paylaşmadık hiç bir şeyleri kalmamaktadır. Birbirini tanı-mayan ve tanımaları da gerekmeyen kadın ve erkekler masum gibi görünen bir taleple arka-daş olmaktadırlar. İnsanların hepsi ahlâken ve aklen aynı olumlu seviyede olmadığı için bu arkadaşlıklar zaman zaman fizikî ortamlara da taşınmaktadır. Buralarda tanışanların bir kısmı yüz yüze de görüşmeler gerçekleştirip nice tu-zaklara düşmektedirler.

Bu iletişim araçlarıyla ilgili toptan mefsedet ve maslahat değerlendirmesi yapılamaz. Çün-kü bu oranlar kişilere göre değişebilmektedir. Buna göre her Müslüman yukarıda verilen ölçü-ler ışığında kendi değerlendirmesini yaparak şu sonuca varabilir: Kullandığım bu iletişim araçla-rı, şâyet benim dinime, aklıma, malıma, neslime ve sağlığıma bâriz bir şekilde zarar veriyorsa benim için zararlıdır. Bu şekilde benim bunları kullanmam dinen câiz değildir. Kullandığım ka-darıyla da günaha girmekteyim.

Dipnot

* Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN1. 24/Nûr, 19.2. 49/Hucurât, 6.3. 17/İsrâ, 36.4. 2/Bakara, 219.

50 ŞUBAT 2014 somuncubaba 51

Page 29: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİLeylâ ile Mecnûn Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, yazımızın konusunu teşkil eden gazeli bu hikâyenin temelleri üze-rine oturtulmuştur

TARİH / İsmail ÇOLAK

Osmanlı BarışınınOrtadoğu’daki Anlamı

Ortadoğu, Osmanlı sonrasında büyük bir siyasî anafora kapıldı ve huzur ve istik-rarın sigortası, “Osmanlı Barışı” tarihe

karıştı. Artık Osmanlı Sancağı altındaki asude yıllar tarih yapraklarında kaldı ve özlemle yâd edilen tatlı bir hatıra oldu. Yaklaşık bir asırdır İslâm âleminde tarih benzer biçimde tekrar etmektedir. Başta Irak, Mısır, Suriye, Libya ve Gazze olmak üzere tüm bölgede, 20. yüzyılın başındaki Osmanlı’yı paylaşım kavgasından kalan eski meselelerin izdüşümleri ve birbirini andıran kısır döngüler yaşanmaktadır. Ortado-ğu, emperyalizm ve Siyonizm’in ortak mahsulü olan bu fasit daireden yakasını sıyırabilmek için sancılı bir süreç yaşamaya devam etmektedir.

İslâm Dünyası’nın bağrında ve mukad-des mekânlarda tezahür eden müessif olaylar, Osmanlı’nın bölgede dört asır boyunca tesis ettiği kalıcı barışın ne anlam ifade ettiğini bugün daha iyi anlatmaktadır. Topyekûn Ortadoğu, İslâm’ın-Osmanlı’nın huzur, merhamet ve barış yüklü ik-limini büyük bir hasret ve inkisarla aramaktadır. Dolayısıyla Devlet-i Âli İslâm’ın bu coğrafyada sağladığı, özünü İslâm’dan ve İslâmî tecrübeler-den alan barış modelini ve birlikte yaşama tecrü-besini tetkik etmek daha da önem arz etmektedir.

Barışa Osmanlı Modeli

Ortadoğu’nun yeniden barış ve istikrara kavuşması için İslâm-Osmanlı modeli yegâne

numunedir. Başta İngiliz tarihçi Toynbee ol-mak üzere pek çok yerli ve yabancı otorite bile, Eflatun’un “İdeal Devlet” modeline hâlihazırda en layık devlet olarak Osmanlı’yı göstermekte-dir. Tarihçi Jason Goodwin, New York Times’taki 1999 yılı Ağustos ayındaki “Osmanlı’dan Öğre-neceklerimiz” başlıklı yazısında, Osmanlı’nın, Ortadoğu’da; din, dil ve etnik farklılıkların fazla olmasına rağmen hiçbir zaman kısıtlamaya git-meyerek istikrar ve düzeni sağladığına dikkat çekmiştir.

Günümüzde Filistin meselesinin, üç İlahî dinin merkezi Kudüs’te varılacak nihaî bir sulh ile nihayete ereceği artık tüm mahfillerce kabul edilmektedir. 2-3 Nisan 2009 tarihleri arasında İstanbul’da gerçekleştirilen “Dinler arası Barış Ortadoğu ve Kuzey Afrika Konseyi Toplantısı” sonunda yayımlanan barış bildirisinde geçen şu tespit, bu hakikati teyit eden delillerden bi-risidir: “Kudüs’ün statüsünün mukaddes bir şe-hir olarak korunması ve tüm inanç sahiplerinin özellikle de mukaddes topraklarda yaşayanla-rın erişimine açılması.”

Bu yüzden Kudüs’te adaletli bir idare için model arayışlarının odak noktasında en fazla da Osmanlı bulunmakta; yönetim şeklinin ve müsamahakâr anlayışının tatbik edilmesi lüzu-mu son yıllarda çeşitli kesimlerce yüksek sesle dile getirilmektedir. Zira Osmanlı dönemi, bü-tün din mensuplarının, Kudüs ve Ortadoğu’da

52 ŞUBAT 2014 somuncubaba 53

Page 30: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİLeylâ ile Mecnûn Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, yazımızın konusunu teşkil eden gazeli bu hikâyenin temelleri üze-rine oturtulmuştur

barış ve sükûnu teneffüs ettikleri ideal dö-nemlerden biri olmuş; Müslümanların Mescid-i Aksa’sı, Hıristiyanların Kutsal Doğum Kilisesi ve Yahudilerin Ağlama Duvarı, yüzyıllar boyunca Osmanlı’nın/İslâm’ın kuşatıcı ve hoşgörülü ikli-minde aynı özgür havayı solumuştur.

Son zamanlarda Avrupa-ABD basınında, Osmanlı’nın ideal model olduğu tezi iyice yay-gınlaşır ve tartışılır hâle gelmeye başlamıştır. Siyaset bilimiyle ilgili yayınlanan kitaplarda çok kültürlülük bahsi açıldığında, Osmanlı modeline geniş bir bölüm ayırmak artık moda olmuştur. Dünyanın en saygın dergilerinden NPQ’nun Türkiye baskısında, London School of Economics’te Avrupa düşüncesi profesörü olan John Gray’le yapılan röportajda, Endülüs Eme-vileri ve Osmanlıların hoşgörülü yaklaşımları günümüz dünyası için yol gösterici olabileceği savunulmuştur.

İngiliz The Guardian gazetesindeki bir de-ğerlendirmede, 1990’lı yıllardan beridir zuhur eden menfi gelişmeler akabinde, diğer bölgele-rin yanı sıra Ortadoğu’da da Osmanlı’nın hoşgö-rülü, âdil ve insancıl yönetiminin mumla aran-dığı şöyle ifade edilmiştir: “İmparatorluğun çö-küşünün olumsuz sonuçları her zamankinden daha yoğun hissediliyor.” Filistinli Hıristiyan şarkiyatçı Edward Said ise, İsrail’deki Ha’aretz gazetesine verdiği mülakatta, daimî barışın ad-resi olarak “Osmanlı Millet Sistemi”ni göstermiş ve “Arap dünyasında diğer azınlıklar nasıl ya-

şayabiliyorsa, bir Yahudi azınlığın yaşaması da mümkündür. Bu, Osmanlı Devleti altında gayet iyi işlemiştir. Onların sistemi, şu an sahip oldu-ğumuzdan çok daha insancıl gözükmektedir.” demiştir. Will Kymlicka’nın dilimize çevrilen ve aslı Oxford Üniversitesi Yayınları tarafından ba-sılan “Çok Kültürlü Yurttaşlık” adlı kitabında da Osmanlı Millet Sistemi’nin modern dünyadaki çok kültürlülük uygulamalarının önemli bir se-lefi ve azınlık hakları için bir model vazifesi gör-düğü vurgulanmaktadır.

İngiltere’nin en itibarlı gazetelerinden The Guardian’ın köşe yazarı Madeleine Bunting ise, Osmanlı’nın Hıristiyan ve Musevîlere yüzyıl-larca hoşgörülü davrandığını hatırlatarak, Batı dünyasında yükselişe geçen İslâm düşmanlığı-nın ve günümüzde yaşanan kültürel birliktelik problemlerinin çözümünde Osmanlı modelinin iyi bir örnek ve ilham kaynağı olabileceğini şöy-le ortaya koymuştur: “Sevgi ve hoşgörüyle bir-likte yaşamak için yeni bir metoda ihtiyaç var. Osmanlı’dan aldığımız ilhamı bu alanda yeni bir yol bulmak için kullanabiliriz.” Daha da ilginci, Samuel Huntington dâhi, 1997’de Ankara’da-ki bir konferansında iddia ettiği medeniyetler çatışması tezinin bölgede Osmanlı benzeri bir yapının kurulması durumunda ortadan kalkaca-ğını kabul etmiştir.

Bunlara ilaveten Osmanlı modelinin, Ara-lık 2004’te BM’de düzenlenen bir seminerde gündeme gelmesi ve örnek gösterilmesi de

dünya kamuoyunun dikkatinden kaçmamış-tır. Söz konusu seminerde İranlı ünlü düşünür Prof. Seyyid Hüseyin Nasr, Osmanlı’nın dinî azınlıklara gösterdiği hoşgörünün bugün bile model alınabilecek düzeyde olduğunu söyle-miştir. Nisan 2005’te Cezayir Cumhurbaşkanı Abdülaziz Buteflika, ülkesini ziyaret eden Tür-kiye Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’e, “Osmanlı İmparatorluğu’nu oluşturan ülkeler arasında İn-giliz Milletler Topluluğu (The Commonwealth) benzeri bir teşkilat kuralım.” teklifinde bulun-muştur. Osmanlı’nın, barış ve huzur dolu döne-mini hasretle aradıklarını ve eski coğrafyalarda çözümün anahtarının Türkiye olduğunu, isterse düzen ve istikrarı yeniden tesis edebileceğini belirtmiştir.

ABD’nin ünlü savaş ve strateji dergisi Arm-chair General’in Nisan 2010 sayısında, stratejist Ralph Peters tarafından kaleme alınan kapak dosyasında ise Osmanlı, üç kıtaya hâkim olan süper güç olarak tanımlanmış; yıkılışının bugün hâlâ krize yol açtığına ve onsuz Ortadoğu’ya barışın gelme şansının bulunmadığına şöyle işaret edilmiştir: “Osmanlı, barışı oluşturma-yı ve onu devam ettirmeyi başardı. İngiliz ve Fransızlar kendi çıkarları dışında hiçbir şey dü-şünmedi. İki ülke, birlikte yaşamak isteyen top-lumları ayrı yaşamaya, ayrı yaşamak isteyenleri birlikte yaşamaya zorladı. Osmanlı’nın yıkılışı, hükmettiği her yerde dengenin bozulmasına neden oldu ve belki de dengeyi yeniden kur-mak yüzyıllar alabilir.”

Yeniden Osmanlı Barışı

Ortadoğu’da cereyan eden olaylar en çok da Türkiye’yi alakadar etmektedir. Osmanlı çapında politikalar geliştirmeye ve tarihî misyonunu eda etmeye zorlamaktadır. Türkiye, tarihî, coğrafî ve stratejik zorunluluklardan ve Ortadoğu’ya köprü pozisyonundan ötürü bölgede denge unsuru ol-maya mecburdur. Bilhassa Ahmet Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanlığı’na geldiği Mayıs 2009’dan itibaren Türkiye’nin Ortadoğu’da sergilediği ak-tif siyaset çerçevesinde ortaya koyduğu barışçı girişimler ve arabuluculuk çabaları dikkat çek-

miş; İslâm ve Batı Dünyası’nda, Türkiye’nin ye-niden Osmanlı’nın rolüne soyunduğu ve İslâm âleminin liderliğine oynamaya çalıştığı yorum-larına yol açmıştır. Ardından da uluslararası ca-miada şu soru sıkça sorulur olmuştur: “Bölgede, Osmanlı ruhu yeniden mi canlanıyor?”

Amerika’da çıkan aylık haber dergisi Fore-ign Policy’nin Mayıs 2009 sayısında yayımla-nan “Osmanlı Devleti’nin Dirilişi” başlıklı ma-kalede, Türkiye’nin özellikle komşuları ve Orta Doğu ülkeleri ile geliştirdiği barışçı ilişkilere temas edilerek şu soru yöneltilmiştir: “Osmanlı Devleti tekrar mı diriliyor?” Almanya’da çıkan siyasî dergilerden Der Spiegel’de yayımla-nan “Osmanlı’nın Dönüşü” başlıklı yazıda da, Türkiye’nin geliştirdiği sıcak ve müspet temas-larla bölgesinde Osmanlı gibi önemli bir güç haline gelmeye başladığı vurgulanmıştır.

Bu çerçevede Huntington’un bile Türkiye’yi, İslâm dünyasına liderlik etmek için “en iyi konu-ma sahip ülke” olarak görmesi, ciddiye alınması gereken bir tespittir. “Türkiye, İslâm dünyasına liderlik etmede, Müslüman ülkelerin yanı sıra Müslümanlar ile Müslüman olmayan ülkeler arasındaki çatışmalarda arabulucu olmada üst düzey yapıcı ve sorumlu rol üstlenecek en iyi pozisyona sahip ülkedir.”

Hulâsa, Osmanlı’yı meydana getiren ve yüz-yıllar boyunca ayakta tutan sebepler sanki gü-nümüzde, en azından eski Osmanlı coğrafyala-rında yeniden vuku bulmakta, insanlık; dünyanın dengesini bozan, barış ve istikrarını tehdit eden savaşlar, askeri müdahaleler, zulüm ve katliam-lar devam ettikçe, adı ne olursa olsun Osmanlı benzeri bir devlete veya düzene ihtiyaç duy-maktadır. Yeryüzünde süre giden bunalım ve ka-rışıklıklardan yılan insanlık, onun yokluğundan duyduğu feryat ve intizarla, gayri ihtiyari şekil-de “Osmanlı Ruhu”nu adeta geri çağırmaktadır. Özünde İslâm’ın insanlığa vaat ettiği âlemşümul sulh ve selameti mükemmelen temsil ve tatbik eden Osmanlı benzeri bir nizam, Ortadoğu’nun on yıllardır hasretini çektiği huzur ve istikrarın yegâne reçetesi olacaktır.

54 ŞUBAT 2014 somuncubaba 55

Page 31: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİLeylâ ile Mecnûn Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, yazımızın konusunu teşkil eden gazeli bu hikâyenin temelleri üze-rine oturtulmuştur

KÜLTÜR / Fatih ÇINAR

Mecazî Aşktanİlâhî Aşka

Sevginin, insanı tam olarak hükmü altına alması ve muhabbetin en üst derecesi olarak tarif edilen aşk, sûfîlerce ulaşılması

istenilen en üst hedef ve sevginin en mükem-mel şekli olarak kabul edilmiştir.1 Karşı cinse olan aşkı ‘mecazî aşk’ olarak değerlendiren sûfîler, ömürlerini, maddî-manevî her türlü en-geli aşarak gerçek aşk olarak gördükleri ‘ilahî aşk’a yani ‘Allah aşkı’na ulaşabilmek harcamış-lardır. Aşk gayreti ile adı neredeyse birlikte anı-lan Yunus’un (ö.720/1320)

Âşık kişi miskin gerekYol içinde teslim gerekKim ne derse boyun bura Çare yok gönül yıkmaya

dizelerinde dile getirdiği gibi sûfîlere göre ger-çek aşk, Allah’tan başka her şeyden yüz çevir-mek, Hakk’ın her türlü takdirine rıza göstermek, kimseyi incitmemek ve gönül yıkmamaktır. Sûfîler genelde aşkı tarif etmek yerine onun ancak tecrübe edilebilecek bir hâl olduğu ko-nusu üzerinde durmuşlardır. Aşk çağlayanı Hz. Mevlânâ (ö.672/1273);

Âşığın hastalığı bütün hastalıklardan ayrıdırAşk, Huda sırlarının usturlabıdır

“Sûfîlere göre aşk, öyle tesirli bir şeydir ki aşk deryasına dalan vahdet-i vücudun hakikatine erer. Bu durumda da maşuk, âşıkla aralarındaki perdeleri kaldırır.”

sözleri ile bu hakikati latif bir şekilde dile getir-miştir. Büyük sûfînin bu sözlerini Ya’kûb-ı Çerhî (ö.851/1447) şöyle şerh etmiştir: “Aşk gerek ha-kiki, gerekse mecazî olsun insana rehber konu-mundadır. Aşk öyle bir sırdır ki onu açıklamak, anlatmak için ne söylesem aşka tutulduğumda o sözlerden utanırım. Dil sırları aydınlatıcıdır. Ancak dile gelmeyen aşk ondan daha aydındır. Kalem aşk bahsine geldiğinde çatlar, aciz kalır. Akıl bu gülün tarifinde aciz kalır. Aşk ve âşıklığı yine aşkın kendisi tarif eder.”2

Âşık ve Maşuk Arasında

XVII. yüzyılın önde gelen sûfîlerinden Ab-dülehad Nûrî-i Sivasî (ö. 1060/1650) ise aşkın tarifi konusunda insanların çaresizliklerini şu ifadeleriyle dile getirmiştir:

Işk vasfında zabân-ı urefâ lâl olduGitdi anlanmadı tarif-i mahiyet-i ışkCins ü faslı bilinüp câmi’ ü mânî’ olamazVasfa gelmez hele keyfiyyet ü kemmiyyet ü ışk.3

Sûfîler aşk karşısındaki bu çaresizliklerine rağmen aşk-âşık ve maşuk arasında dile getir-dikleri bazı benzetmelerle zaman zaman aşkı tarif etmeye de çalışmışlardır. Örneğin, Karabaş Velî (ö.1097/1686) aşkın bu üç boyutu ile ilgili şu benzetmesi ile aşkı tanımlamaya çalışmış-tır: “Muhabbet, âşık ile maşuk arasında öyle bir haldir ki ateş ile odun arasında olan hararet gi-bidir. Bu öyle bir hararettir ki odunu cezbeder. Aynı şekilde muhabbet muhipten mahbuba meyledip umumi iyilikler zincirini boynuna ta-kıp gece ve gündüz çeker. Ateşin harareti oduna tesir etmeyince odun yanmadığı gibi muhabbet muhibbin kalbinden çıkan böyle bir şeydir.”4

Sûfîler, âşığı sevgisini Hak’tan başka hiçbir şeye/kimseye tahsis etmeyen kimse olarak kabul ederken zâhidi ilahî aşkın yanında gön-lünü başka sevgilere de açabilen kimse olarak benimserler. Bu yönüyle âşık, zâhitten binlerce fersah mesafe önde kabul edilmiştir.

Maşuka vasıl ola mı bin yıl yilerse de Tâ olmayınca zahide bir reh-i nümâ-yı ışk5

56 ŞUBAT 2014 somuncubaba 57

Page 32: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİLeylâ ile Mecnûn Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, yazımızın konusunu teşkil eden gazeli bu hikâyenin temelleri üze-rine oturtulmuştur

na dikkat çekerek şu tespitlerde bulunmuştur: “Sevgi, makamların gaye-i kusvası, derecelerin zirvesidir. Muhabbetten sonra gelen şevk, üns, rıza ve benzeri bütün makamlar onun semere-leri ve tâbileridir. Tevbe, sabır, zühd gibi ondan önce gelen makamlar ise sevginin öncülleri-dir.”9 Hâris el-Muhasibî (ö.243/857) ise sev-ginin tezahürleri üzerinde durarak konunun önemini dile getirmeye çalışmıştır: “Sevgi, bü-tün varlığınla bir şeye yönelmendir. Sonra onu nefsine, ruhuna ve malına tercih etmendir. Gizli ve aşikâr sevgiye uygun davranmandır.”10 Yah-ya b. Muaz er-Razî (ö.258/872) ise “Sevgi/aşk iddiasında bulunduğu halde Allah’ın hududu-nu muhafaza etmeyen sadık değildir.” sözü ile Muhasibî’nin bu tespitlerini teyit etmiştir.

Netice itibariyle ifade etmemiz gerekirse ila-hi aşk/sevgi sûfîyi/kişiyi mütevazı yapar, kalbine kendini beğenme/kibir ve riya girmesini önler. Aşk, sûfînin/kişinin ibadetlerini ihlâs ve sada-katle yerine getirmesine vesile olur. Sûfî, aşk ile Allah’ı kendi nefsine tercih eder. Kalbini kapla-yan Allah sevgisi/aşkı nedeniyle sûfî O’nun ese-ri ve mazharı olan her şeyi sever. Allah aşkı ile daima O’nu tefekkür eden sûfî, bütün varlığıyla sevdiğinde fani olur. Bu fena hali neticesinde sûfî, akıl ve nazarla ulaşılamayacağını belirttiği Allah’ın bilgisine/marifete ulaşır.11

Bugün bizlere düşen görev mecazî aşklarla dolu gönüllerimizi ilahî aşkın emrine amade kılmak ve maddî-manevî hayatımızda vesile olacağı büyük dönüşüme şahitlik etmeye ça-lışmak olmalıdır. Çalışmamızı aşka kanat açan pervanelerin öncülerinden Âşık Yunus ve onun

sıkı takipçilerinden birisi olan Abdülehad Nûrî-i Sivasî’nin ilahî aşkı dile getirdikleri şu dizelerle sonlandırmak istiyoruz:

Ne zaman anarsam seni

Kararım kalmaz Allahım

Senden gayrı gözüm yaşı

Kimseler silmez Allah’ım

Sensin ismi Bâkî olan

Sensin dillerde okunan

Senin aşkına dokunan

Kendini bilmez Allah’ım

Âşık Yunus seni ister

Lutfeyle cemalin göster

Cemalin gören âşıklar

Ebedi ölmez Allah’ım (Âşık Yunus)

Yanmaktan usanmazam Mevlâ’m,

Pervane miyem bilmem âh,

Hiç sonunu saymazam Mevlâ’m,

Divâne miyem bilmem âh.

Dilhâne harab oldu Mevlâ’m,

Yıkıldı turâb oldu âh,

Her cânibi bâb oldu Mevlâ’m,

Virâne miyem bilmem âh.

(Abdülehad Nûrî-i Sivasî)

Bu kıvamı yakalayan âşık ile maşuk birbi-

rine bakan iki aynaya benzetilmiştir. Sûfîlere

göre aşk, öyle tesirli bir şeydir ki aşk derya-

sına dalan vahdet-i vücudun hakikatine erer.

Bu durumda da maşuk, âşıkla aralarındaki

perdeleri kaldırır.6 Sûfîlere göre nefsin bitmek

tükenmek bilmeyen kötü arzuları ilahî aşkın

ateşiyle yok olur. Dolayısıyla âşık, maşukun

hali ile hâllenir ve fenânıın mertebeleri olan

‘ayne’l-yakîn’ ve ‘hakke’l-yakîn’e ulaşır. Sûfî,

bu hallerin tesiri ile hâl ve kâl olarak sevdiği-

nin bütün güzelliklerine ulaşır. Sûfîler, âşığın

âşık olduğunu iddia edip sevdiğinin hali ile

hâllenmemesi durumunda âşığı, sevgi iddia-

sında olup bu iddiasını ispatlayamayan kimse

durumuna düşmüş olması nedeniyle eleştir-

mişlerdir:

İlah’a isyan ediyor ve onu sevdiğini iddia

ediyorsun

Ömrüme yemin olsun ki bu işlerin en

benzersizidir

Eğer sevgin doğru olsaydı O’na itaat ederdin

Çünkü seven sevdiğinin itaatçisidir.7

İlahî Aşka Ulaşmanın Yolları veTasavvufî Ahlakta İlahî Sevginin Yeri

Sûfîler, genel olarak ‘Allah aşkı’na ulaşma-nın iki yolu üzerinde durmuşlardır. Bunlardan ilki riyazet ve mücahede ile nefsin başka şey-lere meyil ve arzularını azaltarak gönülden Al-lah sevgisinden başka her şeyi çıkarmaktır. “Bir gönülde iki aslanın yatmayacağını” ifade eden sûfîlere göre Allah sevgisinin kalpte kök salma-sına mani olan en büyük engel dünya sevgisi-dir. Bu yüzden sûfîler ana hedefleri olan Allah aşkına ulaşmalarının önündeki en büyük engel olarak gördükleri dünya sevgisine ciddi bir mu-halefet anlayışı geliştirmişlerdir. Sûfîlere göre Allah aşkına kişiyi ulaştıracak ikinci yol ibadet ve taat ile marifeti artırmaktır. Onlara göre farz-lar ve özellikle nafile ibadetler kalbin tamamıy-la marifet duygusu ile dolmasına vesile olmak-tadır ve marifet hissi de netice itibariyle kişiyi ilahî aşka ulaştırmaktadır.8

İlahî sevginin/aşkın ahlâka yansıması konu-sunda İmam Gazalî (ö.505/1111), aşkın/sevgi-nin diğer makamlar içerisindeki özel konumu-

Dipnot1. Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Kabalcı

Yay., İstanbul 2001, s.50; Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Anka Yay., İstanbul 2005, s.65.

2. Ya’kûb-ı Çerhî, Neynâme, Hazırlayan: Halilullah Halili, Tahran 1375, s.169-170.

3. Abdülehad Nûrî-i Sivasî, Divan, Süleymaniye Kütüpha-nesi, Mihrişah Bölümü, nr.159, vr.3a.

4. Karabaş Velî, Risâle-i Tarikatnâme, Fatih Millet Kütüp-hanesi (Ali Emiri-Şer’iyye Bölümü) nr.1181, vr.35b.

5. Nûrî-i Sivasî, Divan, vr.44b. 6. Schimmel Annemaria, Ben Rüzgar Sen Ateş, Çeviren: Se-

nail Özkan, Ötüken Yay., İstanbul 1999, s.196. 7. Muhammed Gazalî, İslam’ın Manevî Boyutu, Şura Yay.,

İstanbul 1990, s.260. 8. Hasan Kamil Yılmaz, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikat-

lar, Ensar Yay., İstanbul 2011, s.209-210. 9. Gazali, İhya u Ulûmi’d-dîn, c.IV, s.280. 10. Ebu’l-Alâ Afifi, Tasavvuf: İslam’da Manevî Hayat, Türkçe-

si: Ekrem Demirli-Abdullah Kartal, İstanbul 1999, s.208. 11. Afifi, Tasavvuf, s.207.211.

58 ŞUBAT 2014 somuncubaba 59

Page 33: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİLeylâ ile Mecnûn Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, yazımızın konusunu teşkil eden gazeli bu hikâyenin temelleri üze-rine oturtulmuştur

SÛFİ YAKLAŞIM / Ali SEYYAR*

Hizmette Şefkat veMerhamet İlkesi

Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de insanlara birçok nimet verdiğini ve kullarına karşı çok şefkatli ve merhametli davrandığını ha-

tırlatarak, özellikle mânevî sosyal hizmetler alanında çalışan elemanlara şefkatli ve merha-metli olmalarını tavsiye etmektedir. Şefkat, yar-dıma ve desteğe muhtaç olan birisini tanımada, anlamada ve onu sevmede bize yardımcı olan bir içsel duygudur. Yüksek derecede bir şef-katin tezâhürü olan merhamet ise başkasının güçsüzlük, sıkıntı ve derdine ilgi duyma, onun durumuna acıma, ona gönülden yardımcı ve destekçi olma duygusudur.

Sosyal tasavvufun özündeki şefkat ve merha-met anlayışı, tamamen Kur’ân-ı Kerîm’in ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’in öğütlerine dayanmaktadır.

Bir keresinde sahâbîlerine şöyle bir öğüt ver-miştir Hz. Muhammed (s.a.v.): “Birbirinize merha-met etmedikçe gerçekten iman etmiş olamazsınız. İman etmedikçe de Cennet’e giremezsiniz.” Bu-nun üzerine sahâbîler, birbirlerine bakarak, gö-nül huzûruyla şöyle dediler: “Çok şükür, her bi-rimiz diğerimize merhametlidir.” Hz. Peygamber (s.a.v.), bu cevabı yeterli görmedi ve merhamet duygusuna şu sözleriyle daha geniş bir açılım getirdi: “Hayır sözünü ettiğim birinizin arkadaşı-na merhamet etmesi değildir. Genel olarak bütün insanlara merhametli olmaktır.”

Böylece Hz. Muhammed (s.a.v.), dinî kardeş-lik ekseninde sadece aynı inanca sahip olan insanlara yönelik merhamet duygusunu yeterli görmeyerek, dünyevî kardeşlik duygusunu da geliştirmek maksadıyla merhameti dalga dalga bütün insanları içine alacak bir şekilde yaygın-laştırmıştır. İslâm Peygamberi (s.a.v.), ümmetinin

her ferdinden sadece insanlara değil her canlıya karşı şefkat ve merhamet

beslemesini isteyerek şöyle buyurmuştur: “Siz yeryüzündekilerine merhamet edin ki, göktekiler (melekler) de size merhamet etsin.”

Bu doğrultuda hareket eden sûfîler, şef-kat ve merhamet duygularını en üst seviye-ye çıkarmışlardır. Nasıl ki İslâm Peygamberi (s.a.v.), kendine iman etmiş olan dostlarının sıkıntıya düşmeleri karşısında üzülmüş ve bu durum ona çok ağır gelmiş ise mürşidler de tıpkı örnek aldıkları Hz. Peygamber (s.a.v.) gibi müridlerine ve diğer insanlara gönülden yaklaşmışlardır.

Sûfîler, “Şefkat ve merhamette güneş gibi olmak” benzetmesini bir sosyal hizmet ilke-si olarak benimsemişlerdir. Sûfîler, aldıkları terbiye eğitimi sonucunda sorunlu kişilerin sadece düşünce dünyalarını değil, ruh halleri ile ilgili hislerini, kaygılarını ve beklentilerini de iyi anlayan mânevî rehberlerdir. Mânevî danışmanlık ve telkin hizmetlerinde öncü olan sûfîler, sosyal hizmetlere ihtiyaç duyan kişilere empati ile yaklaşıp onlara en güzel davranış kalıplarını geliştirmişlerdir.

İbn Fâriz, sûfîleri tarif ederken bir beytinde şunları dile getirir: “Bizde sevgi yolundaki ne-sep ve yakınlık, ana ve babadan gelen ne-septen daha fazladır.” Dolayısıyla sûfîlerin ruh-larındaki sevgi boyutu, hem evrensel, hem de akrabâlık ilişkilerinin ötesinde daha yo-ğun ve derindir. Bu sevgi, aslında ilahî aşka dayanan şefkat ve merhametin ta kendisidir.

Mânevî zenginlikle hissedilen ve yaşatı-labilen bu sevgi sayesinde sûfîler, sorunlu ve kırılgan olarak ifade ettiğimiz toplumun değişik kesimlerine karşı daha etkili ola-bilmişlerdir. Toplumsal sevgi halkası, aslında “muhabetullah” denilen Al-lah sevgisiyle ortaya çıkmaktadır. Sûfîler, Allah sevgisi ve kor-kusu ile her şeye ve

“Hayır sözünü ettiğim birinizin

arkadaşına merhamet

etmesi değildir. Genel olarak

bütün insanlara merhametli olmaktır.”

60 ŞUBAT 2014 somuncubaba 61

Page 34: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİLeylâ ile Mecnûn Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, yazımızın konusunu teşkil eden gazeli bu hikâyenin temelleri üze-rine oturtulmuştur

her mahlûkata muhabbet ve şefkat gözüyle

bakmışlardır. Onun için müttakî vasfını taşıyan,

yani Allah’tan sakınan her insan, Allah tarafın-

dan da sevilir. Çünkü “Allah, müttakî kullarını

sever.”

Sûfîler, takvâ derecelerine göre, gerektiğin-

de Allah rızasını kazanmak maksadıyla başka-

ları için mallarını ve canlarını feda edebilirler.

Nitekim Hz. Muhammed (s.a.v.) şöyle buyur-

maktadır: “Allah, irşâd buyurmuşlardır ki: Benim

muhabbet (sevgi) gösterdiğim zümre, başkala-

rına da muhabbet gösterir. Benim muhabbetim

için başkalarına yardım ederler. Benim muhab-

betim yolunda başkaları için kendi can ve malla-

rını vakfederler.”

Hz. Mevlânâ da şefkat ve merhametin özü

olan muhabbet duygusunu aşk ile tarif etmiş ve

aşkın sosyal sünnetin bir parçası olduğunu şu

şekilde açıklamıştır: “Peygamberimizin yolu, izi

aşktır. Biz aşk çocuklarıyız. Aşk, bizim anamızdır.”

Hz. Ebu Bekir Kettanî’nin Yaklaşımı

Herkesi eşit derecede sevebilmek ve gerek-tiği gibi şefkat besleyebilmek, bazı durumlarda sûfîlerin nefsine bile ağır gelmiştir. Bu duruma düşmüş bir sûfînin nefis terbiyesine yönelik sosyal ve mânevî boyutlu hamleler atması ge-rekmektedir. Velîlikte makam sahibi olmasına karşılık sohbetine katılan bir kişiye karşı içinde duyduğu soğukluğu hisseden ve bunu açıkça itiraf eden Ebu Bekir Kettanî, bakın bu rahatsız-lıktan (sevgi yoksunluğundan) kurtulmak için hangi çârelere müracaat etmiştir: “Biri benim sohbetime geliyor, ama onun sohbetimde bu-lunması bana gayet ağır geliyordu. ‘Hediyele-şiniz, sevişirsiniz.’ hadîs-i şerîfine uyarak ona hediye verdimse de bu ağırlık (sevgi eksikliği) yok olmadı. Nihayet bu zatı evime götürdüm ve ‘Ayağını yanağıma bas.’ dedim, ama o basma-dı, ısrar ederek ayağını bastırttım. O ağırlık yok olup gönlüme sevgi yerleşene kadar ayağını üzerimden kaldırtmadım.”

Bir insanı dahi lâyıkıyla sevememeği önemli bir mânevî kusur olarak gören sûfîler, bu hâlden kurtulmanın her çeşit yolunu aramışlar ve gö-nül dünyalarında olması gereken küllî sevginin muhafazasına yönelik tedbirlere başvurmuşlar-dır. Bu örneklerden aşk derecesinde kapsamlı ve eksiksiz bir sevgi, şefkat ve merhamet anla-yışı olmadan sosyal hizmetlerin de icra edile-meyeceğini anlamamız mümkündür.

Hz. Mevlânâ Nizameddin Hâmûs’un Yaklaşımı

Merhametlilerin en büyüğü olan Allah, kullarından da merhametli olmalarını ister. Allah’ın yarattıklarına merhamet etme konu-sunda sûfîler en örnek insanlardır. Velîlerin de-rin merhameti bazen öyle boyutlara ulaşır ki, o boyutlarda zulüm gören, derdi olan, çile çeken veya hasta olanların sıkıntılı ruh hallerini aynen veya daha fazlasıyla iç dünyalarında yaşayabi-lirler.

Buhârâ’da yetişen büyük velîlerden Hz. Mevlânâ Nizameddin Hâmûs da Allah’ın ya-rattığı bütün muhtaç ve âciz mahlûkata içten merhamet besleyen ve bunun ıstırabına ya-şayan bir mânevî rehber idi. Bir gün Mevlânâ

Nizameddin Hazretleri, Taşkent’te misafir iken sıtma titremesine benzer şiddetli bir hastalığa yakalandı. Onu ısıtmak maksadıyla kaldığı yer-de ateş yakmışlardı. Bununla kalmayıp üzerine birkaç kaftan giydirmişlerdi. Buna rağmen şeyh efendi, o kadar şiddetli titriyordu ki, dişleri birbirine çarpıyordu. Müridleri, onu bu hâlde görünce çok üzüldüler ve endişeye kapıldılar. Bir müddet sonra Şeyh Mevlânâ Nizameddin ile sıkı irtibatı olan ve değirmene un öğütmeye giden bir müridi, sırılsıklam ıslanmış bir kaftan içinde titreyerek içeri girdi. Meğer o kişi, o soğuk günde değirmenin su kanalına düşmüş ve ken-dini çok üşütmüştü. Şeyh Mevlânâ Nizâmeddin, onu görür görmez feryat içinde, “Beni bırakın, çabuk onu ısıtın! Çünkü benim çektiğim elem onun acısıdır, bana sirâyet etmiştir.” diye emir verdi. Hemen müridin ıslak kaftanı çıkarılıp yenisi giydirildi. Mürid ısınınca Şeyh Mevlânâ Nizâmeddin’in de titremesi geçti. Ardından ra-hatladı ve sohbet etmeye başladı.

Dipnot

* Prof. Dr. Ali SEYYAR1. Attâr, Feridüddîn; Evliya Tezkireleri; (Terc.: Süleyman

Uludağ); Kabalcı Yayınevi; İstanbul; 2007; s. 520. 2. Bursalı, Mustafa Necati; Kâdiriyye Yolunun Başbuğ

Velileri-İstanbul ve Anadolu Erenleri; Çelik Yayınevi; İstanbul; t.y; ss. 160-161.

3. Attar; 2007; ss. 66-68.

62 ŞUBAT 2014 somuncubaba 63

Page 35: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİLeylâ ile Mecnûn Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, yazımızın konusunu teşkil eden gazeli bu hikâyenin temelleri üze-rine oturtulmuştur

PSİKOLOJİ / İbrahim BALCIOĞLU*

İnternet Kullanımı veGetirip Götürdükleri

İçinde bulunduğumuz bilgi ve iletişim çağı-nın lokomotifi olan internet, bir yandan her geçen gün hayatımıza yeni kolaylıklar sağla-

makta bir yandan da farkında olmadığımız kimi tehlikeleri beraberinde getirmektedir.

Son yıllarda internet üzerinden işlenen suçlar hakkında yapılan araştırmalar daha çok pornografi, terör, dolandırıcılık gibi alanlar ön plana çıkarken, hemen her yaş aralığından in-ternet kullanıcısının üye olduğu sosyal ağlarda meydana gelebilecek suçların da araştırılması kaçınılmaz hale gelmektedir.

Sosyal ağlar, internet kullanıcılarının ortak bir ilişki, ilgi içinde gruplanması sonucu oluşan ağlardır. Bu ağlar sosyal web sitelerinin gelişi-mine paralel olarak oluşmuş ve insanların kendi içeriklerini oluşturmaları temeline dayanmak-tadır. İnternet kullanıcılarının kişisel verilerini saklamaları için oluşturulan profiller oluşturma, işlenme ve uygulama açısından farklı alanlarda kullanılmaktadır.

İnternetteki facebook’un işlevi şöyle özet-lenmektedirler: “Facebook tanıdıklarınla ileti-şim kurmanı ve hayatında olup bitenleri pay-laşmanı sağlar.”

Sosyal ağ kullanıcılarına ait bilgiler şöyle-dir: Ülkemizde Facebook kullanıcısı 23 milyon

kişidir. Bu rakam ABD, İngiltere ve Kanada’dan sonra dördüncü sıradadır dünyada.

Facebook kullanıcıları kendi ortaya koyduk-ları profillerinde yaşları, cinsiyetleri, medeni durumları, eğitim durumları gibi genel demogra-fik bilgilerinin yanı sıra kişisel beğeni, tutum ve davranışlarını sözel ve görsel olarak paylaşmak-tadırlar. Kullanıcıların bir kısmı özel bilgilerini kı-sıtlar, bir kısmı gizlemeye ihtiyaç duymazlar.

Son yıllarda bir husus dikkati çeker. O da sosyal ağı kullananlar arasında bir suçun mağ-duru veya faili olanlar medyada yer almaktadır. Gazetelerde yer alan suçlar arasında dolandı-rıcılık, cinsel istismar, stalking, hakaret göze çarpmaktadır.

Suç tanımı şöyledir: Suç, ceza kanununun ihlali yönündeki savunma veya mazeret olmak-sızın yapılan ve devlet tarafından ağır veya ha-fif suç olarak cezalandırılan kasıtlı bir hareket-tir. Suç tipi, suçlular ve ortaya çıkma nedenleri kriminolojinin temel çalışma konuları olarak sıralanmaktadır.

Kriminoloji, gerçek yaşamdaki fiili bir olay (örnek) olarak, suçun bilimidir; deneysel ve gerçek bir bilimdir. Kısaca kriminoloji gerçekler bilimidir.

“Özellikle internet kullanımı iç ve dış dünyamızı kuşatmıştır. Gençlerin daha çok kullanıp izlediği internet ağı, problemleri

de beraberinde getirmiştir. Bu problemlerin başında bedensel ve psikolojik rahatsızlıklar gelmektedir.”

64 ŞUBAT 2014 somuncubaba 65

Page 36: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİLeylâ ile Mecnûn Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, yazımızın konusunu teşkil eden gazeli bu hikâyenin temelleri üze-rine oturtulmuştur

eklendiği görülmekte, kolayca ve genel bir tas-nifin yapılmasının giderek imkânsız hale geldi-ği anlaşılmaktadır. Buna rağmen siber suçları üç grupta tasnif edilir:

a. Devlet ve kamu düzenine karşı işlenen siber suçlar,

b. Mal varlığına karşı işlenen siber suçlar,

c. Kişilere karşı işlenen siber suçlar,

Devlet ve kamu düzenine karşı işlenen siber suçlardan söz edildiğinde akla terörist grup-ların eylemleri gelmektedir. Özellikle birçok ülkede örgütlenen terörist gruplar ve sınırlar ötesi uyuşturucu, silah ve insan ticareti yapan organize suç örgütleri, fonlarını internet üzerin-den transfer edebilmektedir.

Günümüzde mal varlığına yönelik siber suç-lar yoğunlukla işlenmektedir. İnternet üzerin-den bankacılık işlemleri yapılabilmektedir. Bu imkânın kötüye kullanılması dolandırıcılık su-çunda artışa yol açmaktadır. Ulusal ve uluslara-rası düzeyde bu tip suçlar çoğalmaktadır.

Son olarak kişilere karşı işlenen suçların art-tığı dikkati çekmektedir. Kişisel bilgi güvenliği ve mahremiyetin özellikle ihlal edildiği pek çok olgu günümüzde mevcuttur. Çeşitli ağlar vası-tasıyla kişiler birbirine hakaret etmekte, tacizde bulunmaktadırlar.

Kişilere ait veriler arasında kişinin ticarî ya da meslek sırları, özel hayatına ait bilgiler orta-ya çıkarılmaktadır. Kötü niyetli kişiler özel bilgi-leri kötü niyetle kullanmaktadırlar.

Kişiye karşı işlenen siber suçlarda, sosyal ağlarda sık rastlanan olgu şudur: Gerçek kişiler adına ya da hayali kişiler ortaya çıkararak sahte hesaplar açmak suretiyle menfaat sağlamak ya da zarar vermektir.

Kredi kartı numara oluşturucu programlar gibi araçlar kullanılarak elde edilecek gerçek bilgilerin, hayali bilgilerin, meydana getirilme-sinde kullanılmasıyla menfaat sağlanılmakta ve zarar verilmektedir.

Psikolojik Zararları

Taciz internet üzerinden doğrudan kişiye karşı işlenen bir suçtur. Stalking (takipçi-taciz-lik) mağdurun korku, fiziksel ya da psikolojik zarar ya da duygusal stresi deneyimlediği tek-rarlayan taciz davranışıdır. Stalking (takipçi-ta-cizlik) çalışma alanı olarak pek çok disiplinin konusu olması dolayısıyla yirmiden fazla tipo-lojisinin literatürde çalışıldığı görülmektedir.

“Bir Siber Suç Teorisi Geliştirmek” adlı ma-kalesinde Jaishankar “Boşluk Geçiş Teorisi”ni yayınlar. Bu makalede Jaishankar siber uzayda meydana gelen suçların sebeplerini araştırıyor. “Boşluk Geçiş Teorisi”nde Jaishankar rahatsız edici ya da sıradan davranışlarını fiziksel or-tamdan sanal ortama taşıyanların davranış ka-lıplarını ortaya koymaktadır.

İnternet’in bireysel kullanımının yaygınlaş-ması ile günümüz insanının bilgisayar başında geçirdiği zamanın arttığı, buna bağlı olarak da çevrim içi olmakla olmamak arasındaki derin farkın giderek ortadan kalktığı görülmektedir.

Güvenli olmayan internet eğitimi doğru ve ehil ellerce kullanılmadığı takdirde tehlike göstermektedir. Çocukları ve gençlerimizi ko-rumak için internete ve kullanımına çekidüzen verilmelidir. Ebeveynler çocuklarının bilgisa-yarı nasıl kullandığını öğrenmelidirler.

Sonuç: “Teknoloji kuşaklar arasındaki farkı ve çatışmayı arttırmaktadır.”

Kriminoloji, deneysel disiplinler arası bir bi-limdir. O, suçun işlenmesi ve engellenmesi gibi, suçluya davranışla ilgili olarak ortaya çıkan, in-sani ve toplumsal alandaki durumla ilgilenir.

Bilişim Suçlarında Ciddi Artış

Günümüzde hayatımızın vazgeçilmezi olan bilgisayar ve bilgi teknolojilerinin kullanımın-dan kaynaklanan olumsuz davranışların da kri-minolojinin çalışma konularından biri olduğu gerçektir. Öyle ki, son birkaç yıldır bilgisayar tek-nolojisinde yaşanan gelişmeler ve internet kul-lanımının hızla yaygınlaşması sonucunda bilişim suçlarında ciddi bir artış gözlemlenmektedir.

Bilişim bilgisayardan da yararlanmak sure-tiyle bilginin saklanması, iletilmesi ve işlenerek kullanılır hale gelmesini konu alan akademik ve meslekî disipline verilen addır.

Siber suçların işlenmesi sırasında en çok kullanılan alet internettir. Klasik suç işleme yöntemleri internetin sağladığı imkânlar yü-zünden değiştiği ve eskisinden daha kolay bir hale geldiği görülmektedir.

İnternet, İngilizce “kendi aralarında bağlan-tılı ağlar” anlamına gelen “İnterconnected Net-works” teriminin kısaltmasıdır. Dünyayı saran ve merkezi olmayan ağlardan oluşan bir ağ sistemi-dir. Türkçe’de genel ağ, yaygın ağ, özüt bağ gibi karşılıklar önerilmekteyse de, internet sözcüğü epey yaygınlaşmış ve dilimize girmiş durumdadır.

Günümüzde internet kullanımı çok yaygın-laşmış ve internet yaşamımızın her alanına

girmiştir. İnternetin karmaşık yapısı ve kullanı-mının bu kadar yaygınlaşması beraberinde bir-takım ciddi problemler getirmiş ve internetin kötü amaçlarla kullanılması sonucunda da “bili-şim suçları” olarak adlandırılan yeni suç türleri ortaya çıkmıştır.

Siber uzay ve internet kavramları eş anlamlı kullanmalarına rağmen gerçekte öyle değildir-ler. “Siber uzay kavramı sadece interneti değil, intranet ve benzer diğer ağ (network) sistemle-rini de kapsayan bir üst kavramdır. Yani intra-net ortamında bir suç işlenirse, söz konusu suç siber uzayda işlenmiş bir suçtur fakat bu suç internet suçu değildir. Bu sebeple siber suç in-ternet suçunu da kapsayan bir kavramdır. Daha açık bir ifadeyle her internet suçu bir siber suç-tur fakat her siber suç internet suçu değildir.” Özellikle belirtmek gerekir ki kullanım yaygınlı-ğı dolayısı ile siber suçların büyük bir bölümü, internet aracılığı ile işlenmektedir.

Özetlemek gerekirse; siber suç, bilgisayar veya bilgisayar ağlarının, siber uzayda yapılan yasadışı bir davranışın amacı ve aracı veya her ikisi olarak kullanılmasıdır. Diğer bir deyişle, Herhangi bir suçun elektronik ortam içinde iş-lenebilme imkânı bulunuyor ve bu ortam içeri-sinde gerçekleştirilen fiil genel olarak hukuka aykırı veya suç olarak tanımlanabiliyorsa bu suçları “siber suçlar” olarak tanımlayabiliriz.

Siber suçlar zincirine; teknolojinin ilerleme-si ve internet kullanıcılarının sayısının artması-na paralel olarak her geçen gün yeni bir suçun Dipnot

* Prof. Dr. İbrahim BALCIOĞLU

66 ŞUBAT 2014 somuncubaba 67

Page 37: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİLeylâ ile Mecnûn Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, yazımızın konusunu teşkil eden gazeli bu hikâyenin temelleri üze-rine oturtulmuştur

Gülşen-i Mülûk 16, asır şair, nâsir ve dü-şünce adamı Pîr Mehmed Za’îfî’nin bir siyasetnamesidir. Eseri Vedat Ali Tok,

inceleme, sadeleştirme, transkripsiyonlu me-tin ve orijinal metin olmak üzere dört bölüm hâlinde hazırlamak suretiyle günümüz okuyu-sunun istifadesine sunmuş. Sunuş kısmında ya-zar şöyle diyor: “Eser, 16 asırda yazılmasına rağ-men günümüzün yöneticilerine de ışık tutacak bir özelliğe sahip, bu yüzden hangi kademede olursa olsun yönetim durumundaki insanların hiç olmazsa sadeleştirilmiş metinden Gülşen-i Mülûk’u okumalarını tavsiye ederiz.”

Kitabın sayfalarını araladığımız zaman gerçekten de Gülşen-i Mülûk’un sadece 16. asır insanına değil günümüz insanına da hitap edebilen nitelikler taşıdığına şahit oluyoruz. Kitaptan bazı bölümleri siyasetname okurları için paylaşmak yerinde olur. Biz, metnin sadeleşti-rilmiş bölümünden alıntı yapalım:

İşi Ehline Vermeli

Önemli işleri küçüklere vermek büyüklük değildir. Bunun gibi önem-siz işleri büyük insanlara vermek de himmetsizliktir.

Buzurcmihr’e sordular: “İçlerinde senin gibi bilgili, filozof ve kudretli bilginler var iken Sâsân devletinin yıkılışı ve göçleri niçin şart oldu?”

Buzurcmihr’in cevabı şu oldu: “Sakın önem-li işleri küçüklere buyurmayın, çünkü tilki asla kavga kurdu olamaz. Güvercin, gagasını ve pen-çesini tunçtan yapsa bile şahin gibi savaşamaz. Ot yaprağında gül rengi bulunmaz, yıldızda Gü-neş kadar parlaklık olur mu?”

Adalet ve Zulüm

“Bir asırda iki padişah vardı. Bunların ikisi de zengindi ve süslü çadırları, bağları, bostanları ve çok askerleri vardı. Biri âdil yönetmekle süslen-miş, diğeri zulümle, adaletsizlikle tanınmışlardı. Aralarında zıtlık olması sebebiyle birbirlerinden uzaklaşmışlardı. Bu zıtlıklarına rağmen arala-rında kavga ve savaşları yoktu. Bir zaman sonra âdil padişahın günbegün memleketinin işlerin-de yıkılma ve yok olma belirtileri görünmeye, memleketin mamur yerleri ve zengin hazineleri eksilmeye başladı. Memleket halkı bölük bölük, o zalim padişahın memleketine gitmeye başla-dılar. Âdil padişah bunların adalet mülkünden

firar edip zulüm diyarına gitme işine neyin sebep olduğu-nu bilemediğinden hay-rete düşmüştü. Kendine bağlı olan bir elçiyi gizlice zalim padişaha gönder-di ve durumu öğrenmek istedi. Zalim padişah bu durumu padişahın adamı-na şöyle izah etti: Senin padişahın sadece kendisi adaletlidir ve yönetiminin adaletle yönetildiğini bil-mekte ustadır. Ama padi-şahın güvendiği adamlar ve vekiller cefa ve siteme alışmış, zulüm sanatında üstatlardır. Bir tek adalet

bu kadar zulme ne kadar dayanabilir? Böyle olunca elbette memleket batmaya yüz tutacaktır. Ama yalnız benim zulmüm halka ıztı-rap vermez ve memleket batırmaz. Çünkü beni canından çok seven dostlarım ve sanatkâr yö-neticilerimin insaf ve adaletle çalışmaları had-dinden fazladır. Onun için talihim yüksektir.

KİTAP / Muharrem AKIN

Hükümdarlar BahçesiBunca yardımcım ve göz önündeki emir ve ve-zirlerimin adaletlerine oranla benim zulmüm gökyüzündeki güneşte zerre ve okyanuslarda-ki damla kadardır.”

Kitapta buna benzer konular ilginç hikâ-yelerle süslenmiş. İlgi ile okunacağını düşün-düğümüz eser, Türkiye Yazarlar Birliğinin ve Eskader’in yayıncılık ödülüne layık gördüğü bir yayınevinden, BüyüyenayYayınevinden çıkmış.

Kitabın arka kapak yazısında eser hak-kında şöyle deniyor: Büyüyenay kitaplı-ğı siyasetnâme serisinin altıncı eseri olan Gülşen-i Mülûk-Hükümdarlar Bahçesi 16. yüzyıla ait klasik bir metin. Devrinin yönetici-lerine öğüt veren, yapılacak işlerde ve insan-lara hizmet etmede tutulacak yolları gösteren eser, bugünün yöneticisine de aynı güncellik-te seslenmekte. Hatta rahatlıkla söylenebilir ki, bugün her kademeden yöneticinin, eserin dile getirdiği ilkelere, her zamankinden daha çok ihtiyacı var. Çünkü çağdaş yönetimler si-yaseti, maddi hizmetlerin gerçekleştirilmesi ve bu hizmetlere eşlik edecek teknik dona-nımın sağlanmasına indirgemiş durumdalar. Oysa siyasetin, ne türden olursa olsun bütün uygulamaları, ahlâkın o yüksek ateşinde ol-gunlaşarak bir değere ve erdeme dönüşebilir. Bu da yöneticilerin son derece duyarlı ve dai-ma dingin bir bilinçle ve bunu ideal olarak be-nimsemeleriyle mümkün. Bu yüzden siyasetin temelinde yer alması gereken temel fikir, bü-tün eylemlerine yön vermesi gereken hareket ettirici ilke, kötülüğü önlemek, doğruluk ve iyiliği yaygınlaştırmak olmalıdır. Hükümdarlar Bahçesi, unutulan bu temel ilkeyi gündeme getiriyor ve ısrarla söylüyor: Asıl iktidar, göğ-sün merkezi yani gönüldür.

Gülşen-i Mülûk (Hükümdarlar Bahçesi)İnceleme, Günümüz Türkçesi, MetinTıpkıbasımPîr Mehmed Za’ifîHazırlayan: Vedat Ali TokSayfa Sayısı: 200Büyüyenay Yayınları, İstanbul, 2013

RubaîlerMevlânâ Celaleddin-i RûmiSufi KitapTel: 0212 511 24 24

Bir Vaizenin OkumalarıFatma BayramKaknüs YayınlarıTel: 0216 341 08 65

Doğruluk KitabıEbû Saîd HarrâzHayykitapTel: 0212 352 00 50

Akasyanın ÂhıM. Bayram ÇelikAkçağ YayıneviTel: 0312 432 17 98

Kayı V - Kudret ve Azamet YıllarıProf. Dr. Ahmet ŞimşirgilTimaş YayınlarıTel: 0212 551 24 24

KİTAPLIK

68 ŞUBAT 2014 somuncubaba 69

Page 38: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİLeylâ ile Mecnûn Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, yazımızın konusunu teşkil eden gazeli bu hikâyenin temelleri üze-rine oturtulmuştur

EĞİTİM / M. Emin KARABACAK

Oyunun Kalp ve Zekâya Faydaları

Çocuklar, yaratılışları gereği oyun oyna-maya meyillidirler. Uyku ve beslenmenin dışındaki zamanlarının büyük bölümünü

de oyun oynayarak geçirirler. Çocukluk döne-minin en önemli özelliği oyun oynamaktır. Ço-cukların fiziksel gelişimleri için beslenme ne kadar önemli ise ruhsal gelişimleri için de oyun o kadar önemlidir. Çocuklar için vazgeçilmezler arasında olan oyun, her yaş çocuk için gerek-lidir. Çocuğun kendini tanımasından tutun da toplumun değerlerine kadar her şeyi oyunla öğrenirler.

İmamı Gazali; çocukların oyun oynamala-rına müsaade edilmesi gerektiğini söyleyerek sürekli ders çalışan çocuğun; “kalbinin ölüp, zekâsının söneceğini” belirtmektedir.

İbni Sina ise çocuklardaki oyunun gereklili-ğini şu cümlelerle ifade etmektedir: “İki-altı yaş döneminde çocuğun oyun ihtiyacı çoğalır. Bu dönemde çocukların istekleri dikkate alınmalı arzuları yerine getirilmelidir. Çocuk yaşlarda oyun zaruridir. Ancak on dört yaşından sonra azaltılması gerekir.” Burada konuyla ilgili bir Kur’an Kursu öğretmeninin hatırasını paylaş-mak yerinde olacaktır.

“Güneydoğu Anadolu’nun şirin bir köyünde Kur’an Kursu öğretmenliği yapıyordum. Öğle ye-meğimi yiyip namazımı kıldıktan sonra hava da güzel olduğu için bahçeye çıktım. Kursumuz nor-mal eğitim yaptığından öğle tatili de bir buçuk saatti. Dersin başlamasına yarım saat olmasına rağmen bizim kızların hızlı hızlı kursa gelmekte olduklarını gördüm. Yanıma yaklaşıp selamdan sonra bu telaşınız nedir dedim? Hocam; ‘Nama-zımızı kılamadık.’ dediler. Nedenini sorduğumda çocuklar; ‘Geç kaldığımız için.’ dediler.

Saatime baktım dersin başlamasına yarım saat vardı. Kızlara yeteri kadar vaktiniz vardı, evde na-mazı kılıp gelebilirdiniz dedim. Arkasından önce namazı kılın sonra oyun oynayın, böyle yaparsa-nız cennette daha çok oynarsınız demiştim.

Aradan zaman geçti. Çocuklarla hoş beş ederken bir öğrencimiz, artık namazlarımızı kı-

lıyoruz hocam dedi. Hayırdır kızlar dedim. Aynı mahallede oturan kızlar, hocam siz bize bir zamanlar; “Kursta beş dakika az oynayın, cen-nette çok oynayın.’ demiştiniz ya. Çocukların bu düşüncelerinden dolayı hem duygulandım hem de onlarla gurur duydum. Tabi ki onları tebrik etmeyi unutmadım.”

Anne-Baba ile Oyun OynamanınFaydaları

Çocuklar, oyuncaklarıyla ve arkadaşlarıyla oynadıkları gibi anne babalarıyla da oynamak isterler. Bu isteklerinin temelinde ilgi ve sevgi ihtiyacının yattığı bir gerçektir.

Anne babasıyla oynayabilen çocuklar, onların yanındaki değerinin farkına varırlar. Yine çocuk-lar, anne babalarıyla oyun oynarken aradaki me-safenin kalkmasıyla onları daha iyi tanımakta ve kendisinin sevildiği kanısına varmaktadırlar.

Hz. Ali (r.a.) Efendimizin: “Çocuklarınızla yedi yaşına kadar oynayın, on beş yaşına kadar onlar-la arkadaş olun, on beş yaşından sonra da onlarla istişare edin.” sözü çocukların oyunlarını; sadece oyuncaklarla ve arkadaşlarıyla değil anne baba-larıyla da oynayabileceklerini ifade etmektedir.

Peygamber Efendimizin (s.a.v.), torunları Hz. Hasan-Hz. Hüseyin ve diğer çocuklarla çokça

70 ŞUBAT 2014 somuncubaba 71

Page 39: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİLeylâ ile Mecnûn Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, yazımızın konusunu teşkil eden gazeli bu hikâyenin temelleri üze-rine oturtulmuştur

oyunlar oynadığı görülmüştür. Bunun içindir ki Peygamber Efendimiz (s.a.v.) biz ümmetine: “Çocuğu olan onunla çocuklaşsın.” buyurarak çocukla oynamayı tavsiye eder. Kendisi de to-runlarıyla oynayarak, anne babalara en güzel şekilde model olmuştur.

İbn-i Sina’nın on üç-on dört yaşlarında oyun oynarken, oyun oynamasının doğru olmadığını söyleyen birine verdiği cevap, çocuklarda oyu-nun ne kadar gerekli olduğunu anlatmaktadır:

“Her dönemin bir gereği vardır. Çocukluk döneminin de gereği oyundur.”

Atalarımızın “Oynamayan tay at olmaz.” sözü, çocuklardaki oyunun gerekliliğini ve kişi-lik gelişimleri açısından ne kadar önemli oldu-ğunu çok güzel anlatmaktadır.

Çocukların deneme yanılma yöntemiyle öğ-rendiğini bilmeyenimiz yoktur. Deneme yanıl-ma yöntemini uyguladıkları en uygun ortamın da oyunlar olduğu bir gerçektir.

Çocuklar oyun oynayarak kendi yetenekleri-nin farkına varabildikleri gibi diğer arkadaşları-nın da yeteneklerinin farkına varabilirler.

Çocuklar oyun oynarken sadece eğlenmez-ler. Eğlenmekle beraber kişisel ve toplumsal birçok şeyi de öğrenirler.

Oyunun Çocukların KişiselGelişimine Faydaları

1. Çocukların kendilerine güvenmelerini sağlar.

2. Çocukların benlik saygılarını yükseltmesini sağlar.

3. Çocukların sorumluluk duygularını geliş-mesini sağlar.

4. Çocukların özgüven kazanmalarını sağlar.

5. Çocukların yeteneklerinin farkına varmala-rını sağlar.

6. Çocukların deneme yanılma yöntemini uy-gulayabilecekleri ortamlar sağlar.

7. Çocukların dil gelişimlerine katkı sağlar.

8. Çocukların zihinsel gelişimlerine katkı sağ-

lar.

9. Çocukların fazla enerjisini atmalarını sağlar.

10. Çocukların kendilerine uygun bir model

bulmalarını sağlar.

11. Çocukların oyunlarda mantık yürütmeleri-

ne ve sebep sonuç ilişkisi kurmalarına katkı

sağlar.

12. Çocukların toplum içinde kendilerini nasıl

ifade edeceklerini öğrenmelerini sağlar.

13. Çocukların kendi sınırlarını öğrenmelerini

sağlar.

Oyunun Çocuğun SosyalGelişimine Faydaları

1. Toplum içindeki yerlerini öğrenmelerini sağlar.

2. Toplum kurallarını öğrenmelerini sağlar.

3. İnsanlarla sağlıklı ilişkilerin nasıl kurulaca-

ğını öğrenmelerini sağlar.

4. İletişim kurma yollarını öğrenmelerini sağlar.

5. Sevme ve sevilme duygularının etkilerini

öğrenmelerini sağlar.

6. Fedakârlığın ve yardımlaşmanın öneminin

kavramalarını sağlar.

7. Çevresini keşfetmelerini ve yeni bilgiler öğ-

renmelerini sağlar.

8. Oyunbozanlığın toplum tarafından nasıl dışlanabileceğini öğrenmelerini sağlar.

9. Anne babalar tarafından daha iyi tanınma-larını sağlar.

10. Sağlıklı ilişkilerin nasıl kurulacağını öğren-melerini sağlar.

11. Uygunsuz davranışlara nasıl tepki verilece-ğini öğrenmelerini sağlar.

12. Evde öğrendikleri doğruların ve yanlışların test etmelerini sağlar.

13. Toplum içinde güçlü ve zayıf yönlerini öğ-renmelerini sağlar.

14. Birbirlerinin haklarına nasıl saygı gösteril-mesi gerektiğini öğrenmelerini sağlar.

Çocukların Oyunlarında DikkatEdilmesi Gerekenler

1. Çocuklara oyun oynayacak alan ve imkânlar sunulmalı.

2. Anne babalar, çocuklarına kendileriyle oy-nama fırsatı vermeli. Anne babalarıyla oy-

nayan çocukların, diğer çocuklardan kendi-lerini daha farklı hissettikleri unutulmamalı.

3. Çocuklar, bireysel oyunlar yerine akranla-rıyla oynamaya teşvik edilmeli.

4. Oyunlarının olumsuz örnek teşkil edecek şekilde olmamasına dikkat edilmeli.

5. Çocukların, ahlak ve davranışlarını bozacak olumsuz arkadaş çevresinden uzak tutulmalı.

6. Çocukların kimlerle arkadaşlık ettiklerine, kimlerle oynadıklarına dikkat edilmeli.

7. Çocukların arkadaşlarından öğrendikleri olumsuz söz ve davranışlar evde pekiştiril-memeli.

Sonuç olarak oyun; İmam-ı Gazali Hazret-lerinin dediği gibi çocuğun, “kalbinin ölmesi ve zekâsının sönmesinin” önüne geçecektir. Atalarımız; “İşleyen demir pas tutmaz.” sözü ile anlattıkları gibi oyun çocuğun zihninin faal olmasını sağlar. Yine atalarımızın; “Oynamayan tay at olmaz.” sözü ile oyun, çocuğun sağlıklı bir kişilik geliştirmesini sağlayacaktır.

72 ŞUBAT 2014 somuncubaba 73

Page 40: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİLeylâ ile Mecnûn Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, yazımızın konusunu teşkil eden gazeli bu hikâyenin temelleri üze-rine oturtulmuştur

(Ey Fuzûlî, irfan rütbesini/yüksekliğini iste. Kıymetli zamanlarının sana vereceği mahsulü cahillik ile harcama.)

Ey Fuzûlî taleb-i rütbe-i irfân eyleCehl ile hâsıl-ı evkat-ı şerîf etme telef

Fuzûlî

EDEBİYAT / Vedat ALİ TOK

İrfan Rütbesi

Fuzûlî, yukarıdaki beyitte birbiriyle çok ya-kından alakalı üç husus üzerinde duruyor.

1. İrfan rütbesini talep etmek,

2. Cehaletten uzak durmak,

3. Zamanı iyi değerlendirmek (zamanı boş yere harcamamak).

İrfan kelimesinin anlamı bir şeyi bilmek de-mektir, kültür demektir. İrfan, kuru bilgiler yığını

değildir. Yalnız eğitim ve öğretimle elde edileme-yen; gerçeği, sezerek idrak etme gücü demektir ir-fan. İnsanı yücelten; ona asıl kimliğini kazandıran bir özelliktir. İrfan sahibi olanlara ârif denir.

Burada âriflik ile âlimlik; irfan ile ilim kav-ramları üzerinde durmak gerekiyor. Âlim bilgi-li, bilen insandır. Ârifin bilgisi ise salt ilimden oluşmuyor. Onun bilgisinde aynı zamanda hikmet vardır. Bilgi kaynakları da farklı olabi-lir. Âlim dış dünyadaki bilgileri araştırırken,

ârif bütün kâinatı ve bu arada en çok da kendi içindeki evreni kurcalar, kendi iç dünyasından bütün âlemi anlamaya çalışır. Yani ârif; kendini, nefsini bilmeden dış dünyanın anlaşılacağı ve dış dünya hakkında kanaat sahibi olunabilece-ğine inanmaz. Buna göre ilim ve irfan birbirine yakın görünse de farklı mecralardan beslenir; farklı mecralara akar.

Ârifliğin, kendisi bir rütbedir, pâyedir. Hâlbuki âlim, âlim olana kadar birçok basa-makları çıkmak zorundadır. İrfanda aşk vardır, tevazuu vardır, hoşgörü vardır. İlim ise bu tür mefhumlara biraz soğuk bakar, bünyesinde böyle şeyleri barındırmak istemez; çünkü onda sadece bilgi vardır. İlimde bilginin doğruluğu esastır. Fuzûlî, bir şiirinde;

Aşk imiş her ne var âlemde İlm bir kıyl ü kâl imiş ancak

derken irfanı, ilme tercih ediyor. Fakat insanda ilim ve irfanın bir arada bulunması ideal tipi oluş-turur. İkisinden birinin eksik olması tek kanatlı ku-şun uçma çabasına benzer. Âlim irfanı, bilgisiyle amel etmekle, kibirden sakınmakla, bilginin hik-metini de öğrenmekle kazanabilir. Ârifin de ilimi talep etmekle bulacağından şüphe yok. Çünkü Allahu Teâlâ ilmi, talep edene vermektedir.

Gerek âlim, gerekse ârif insanın iki dünyası için lüzumlu olan öğrenme, bilgisini geliştirme ve onu kendi hayatında ve insanlığın hizmetin-de kullanma çabası ile doludur. Bunların iste-medikleri şey cehalettir. Düşmanları cehalettir. Cehaletle mücadele içindedirler. Herkes âlim, herkes ârif olacak diye bir şart yoktur elbette. Zaten bu, yaratılışın tabiatına da uygun değil-dir; fakat her insan yeteneği kadar, zekâsı kadar ilim öğrenmekle mükelleftir.

Geçmişte bilgi hâline dönmüş düşünceler var. Çağımızsa bilgi çağı diye nitelendiriliyor. Peki, bu kadar ilmi nasıl öğreneceğiz? Cahil mi kalıyoruz bu durumda? Zaman zaman hepimiz böyle endişelere kapılırız. Elbette âlim olmak için her şeyi bilmek gerekmiyor. Çok ilim var; ama bunların hangisi faydalı, hangisi zararlı?

Bunları akıl süzgecinden geçirmek gerekiyor. Peygamber Efendimiz: “Faydasız ilimden Allah’a sığınırım.” buyuruyor. İlmin payanı yoktur; an-cak insana faydalı olanı öğrenmekle iktifa et-mek; cehaletten olduğu gibi, zararlı ilimden de uzak durmak gerekiyor.

Âlimin ya da ârifin cehaletten uzak durması demek cahil insanlara tepeden bakması, onları küçük görmesi anlamını taşımaz. Çünkü onlar, toplumun birer meşalesi durumundadır. Dola-yısıyla cahilleri aydınlatmakla mükelleftir. Bu-rada cehaletten uzak durmak, insanın bilgisini saklaması, kendi kabuğu içine gizlenmesi anla-mında değildir. Zaten bilgisini saklayan insan hoş görülmemiştir.

Mezhep imamlarından İmam Şafi de ilmin kimlere öğretilmesi, kimlere öğretilmemesi hu-susuna işaret ediyor: “Kendini bilmezlere ilim öğreten, ilmin hakkını zayi etmiş olur. Lâyık olandan ilmi esirgeyen de zulmetmiş olur.”

Demek ki, cehaletten uzak durmanın mana-sını iyi anlamak gerekiyor. Cahil insanlara bilgi öğretmek için onların arasında bulunmak fazi-letli bir iştir, ancak onların arasında onlar gibi davranmak ve malayani ile uğraşmak yanlıştır.

İnsan ömrü sınırlıdır. Bu yüzden bir saniyenin bile büyük önemi vardır. O halde insan için boş vakit diye bir şey söz konusu olamaz. Fuzûlî’nin bize tavsiye ettiği şey şudur: Vaktini cehaletle geçirme. Çünkü insan beşikten mezara kadar ilim öğrenmekle mükelleftir. İlim öğrenmek de sade-ce kitaptan, ansiklopediden, internetten… yani illâ bilindik bir kaynaktan olmaz. Hayatın kendi-si, dünyanın kendisi, baktığımız, gördüğümüz her şey ilim için birer kaynaktır; bunlardaki hikmeti görebilmek gerekir. Bunun için de tefekkür şarttır.

Beyitte Fuzûlî, irfan rütbesini iste; kıymetli zamanlarının sana vereceği mahsulü cahillik ile harcama, diyerek yaşadığı çağın şuurunu da yansıtmak suretiyle kendi nefsine hitap ediyor; ama bu hitap 16. yüzyıldan günümüze kadar tazeliğini ve güncelliğini yitirmemiş, modern çağın insanını sarsan güzel bir tavsiyedir.

74 ŞUBAT 2014 somuncubaba 75

Page 41: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİLeylâ ile Mecnûn Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, yazımızın konusunu teşkil eden gazeli bu hikâyenin temelleri üze-rine oturtulmuştur

ÖRNEK HAYAT / Yusuf HALICI

Kütahya Velîleri

Kalburcu Şeyhi (Ahmed Dede)

Osmanlı padişahı Kanuni Sultan Süley-man devri âlim ve velîlerindendir. Her ne kadar halk arasında Kalburcu Şeyhi

adıyla bilinse de Mihmandâr, Çavdarlı ve Çav-darlı Şeyhi olarak da bilinirdi.

İlk tahsilini Kütahya’da Kütahyalı âlimlerinden aldı. Sonra Şeyh Sinân Karamânî’nin hizmetin-de bulundu. En fazla manevî hâl ve makamla-ra Abdüllatîf Efendinin sohbetlerinde kavuştu. Maddî olarak çok zengindi. Bu hususta şöyle bir hadise anlatılır:

Henüz talebeyken, arkadaşlarıyla derse gi-dip gelirlerdi. Bir gün derse gittiklerinde, iki arkadaşıyla beraber her biri, gönüllerinden geçenlerin hâsıl olması için hocalarından dua istediler. Hocaları da bunları dua etti. Hoca-larının duası bereketiyle, o talebelerden biri padişahın ordusunda komutan, biri de ilim ehli âlim bir kimse oldu. Ahmed Dede ise; çok mal ve mülke kavuştu, zengin oldu.

Ahmed Dede, İstanbul’a giderek büyük âlim ve evliya Kütahyalı Merkez Efendinin hizmetinde bulundu. Merkez Efendiden aldığı icazetle insanlara İslâm’ın güzelliklerini, Pey-gamber Efendimizin nurlu yolunu öğretmek için memleketine döndü. Kütahya’ya geldikten sonra yaptırdığı zaviyesinde insanların dünya ve ahiret mutluluğuna kavuşmalarının yollarını gösterdi.

Ahmed Dede, hocasının duası bereketiyle kavuştuğu zenginliği sebebiyle gece gündüz zaviyesinde sofrası açık olurdu. Gelene geçe-ne yemek yedirir, açları doyururdu. Hatta gelen

misafirlere zaviyeden ayrılırken birer çörek verir, onlar da bunu yol azığı yapar-lardı. Geçimini çiftçilikle temin eder kimsenin hediye, maaş ve sadaka gibi şeylerini kabul et-mezdi.

Bir kerameti olarak tarlaya ektiği buğday ve çavdarlar, normal tohumdan olmasına rağmen, çok güzel ve benzersiz olurdu. Mahsulü kaldır-dıktan sonra ambara koyar, kapısını kapatırdı. İhtiyaç durumunda da ambarın altına konulan oluktan alırlardı. Ambara konan mahsulün ta-mamen tükendiği hiç görülmedi, bunun içinde hiçbir zaman zahire sıkıntısı çekilmedi.

Osmanlı sultanı İkinci Selim şehzâdeyken, Ahmed Dede’yi ziyaret etmiş ve zaviyesi yakı-nında bir mescit yaptırmıştır. Ömrü insanlara hem maddî hem manevî hizmetle geçiren Kal-burcu Şeyhi Ahmed Dede 1570 yılında mem-

leketi Kütahya’da vefat etti.

Gaybî Sun’ullah

Osmanlı mutasavvıf ve şairlerindendir. Söz-leriyle, gönüllere seslenen ve erdiği sırlardan bazılarını kulaklara fısıldayıveren bir şahsiyettir.

Hayatı hakkında detaylı bilgi bulunmamak-ta birlikte 1615 yılında Kütahya’da doğduğu ve 1663 yılında da yine Kütahya’da vefat et-tiği bilinmektedir. Sun’ullah Efendi, Kalburcu Şeyhi Ahmed Efendi’nin torunudur. İlk tahsili-ni ve tarikat terbiyesini ailesinden aldı. Daha sonra İstanbul’a gidip Aksaray’da bulunan Me-lami şeyhlerinden İbrahim Efendi’ye bağlandı. Şeyhinin vefatına kadar yaklaşık altı yıl onun sohbet dairesinde bulundu, fikirler ile bes-lendi. Gaybî, 1655’te şeyhinin ölümü üzerine

Kütahya’ya döndü. Kentin dışında kurdu-

ğu zaviyede yaşamının sonu-na kadar irşat görevini sürdürdü.

Sun’ullah Efendi şeyhinin fikirle-rini en iyi bilen ve benimseyen halifesi

olmuştur. Öyle ki, şeyhinin söylediklerinin hafızasından silineceğinden korkarak “İlim bir avdır, yazmak onu bağlamaktır.” sözü uyarınca eksik ve fazla olmamasına özene-rek kaydetmiştir. İbrahim Efendi’nin ahval ve sözlerini topladığı ve Sohbetname adını ver-diği eseri, Melamilerin akide ve görüşlerini de dile getirdiği için oldukça önemlidir.

Şeyhini hakkıyla temsil etmiş bir şahsiyet olan Gaybî Sun’ullah Efendi, şeyhinin tarikat silsilesi ile Melami itikadını ayrıca Biatname adlı risalesinde de özetlemektedir. Sun’ullah Efendi şiirlerinde de Melamilik’in temellerini açıklamaya çalışmıştır. Aruz ve hece ölçüleri-nin ikisini de kullandıysa da, gerçek kişiliğini gösteren şiirleri heceyle olanlarıdır. Şiirlerin-de Arapça ve Farsça sözcüklere yer verme-meye çalışmıştır. Gaybî şiirlerini topladığı düzenli bir Divan’ı vardır.

Gaybî Sun’ulah Efendinin, bunların ya-nında Melamilik’in sohbet ve muhabbete dayandığını, başka tarikatlarda bulunan zikr, riyazet, devran gibi törelerden bağımsız ol-duğunu açıkladığı Ruhü’l-Hakika/Gerçeğin Özü ve Allah’a yönelmenin sevgi ile oluşa-cağını, bunun da insanı sevmekten başka bir şey olmadığını, vahdete varmayan zik-rin boş olduğunu anlattığı Tarîkü’l-Hakkfi’t-Teveccühi’l-Mutlak/Hakk’a Yönelmede Doğ-

ru Yol adlı eserleri vardır.

Muhyiddîn Muhammed

Büyük âlim ve velilerdendir. İsmi Mu-hammed bin Abdullah, lakabı Muhyiddîn’dir. Âlimler arasında Mehmed Bey olarak tanı-nırdı.

Muhammed bin Ab-dullah önceleri Sultan İkinci Bayezid Han’ın kumandanlarından-dı. Fakat ilme ve tasavvufa karşı olan istek ve arzusu onu komutanlığı bırakıp ilme sevk etti. Bir taraftan âlimlerin derslerine devam ederken diğer taraftan Muzafferuddîn Acemî ve Fenârî Muhyiddîn Çelebi gibi devrin meş-hur velilerin sohbetlerine katıldı. Bir müddet de Ahmed ibni Kemâl Paşa’nın sohbetlerin-de bulundu.

Muhammed bin Abdullah müderris ola-rak ilk göreve Mustafa Paşa Medresesi’nde başladı. İstanbul’da diğer bazı medreselerde de müderrislik yaptıktan sonra, Edirne’deki Üç şerefeli medreselerin birinde vazife aldı. Kanuni Sultan Süleyman, onu, önce Bursa’da Sultan sonra Edirne’de Sultan Bayezid Han medreselerine müderris tayin etti. Sonrada Şam kadılığı kendisine verildi. Şam’daki gö-revi sırasında adaletli tutumları nedeniyle Şam halkı tarafından çok sevildi.

Muhammed bin Abdullah daha değişik bir vazife verilmek üzere Şam’daki vazife-sinden alınıp İstanbul’a getirildi. İstanbul’a gelince rahatsızlandı. Hastalığı sırasında kendisine Mısır kadılığı verildi. Mevsim kış olup, rahatsızlığı da tam geçmeden vazifesi-nin ehemmiyeti icabı meşakkatli ve sıkıntılı bir şekilde Mısır’a gitmek üzere karadan yola çıktı. Kütahya’ya geldiği zaman hastalığı arttı ve 1543 yılında orada vefat etti.

Muhammed bin Abdullah, çok cömert ve yumuşak huylu idi. Fakat vakarını, heybetini kaybetmezdi. Kendisi çok sevilir ve sayılırdı. Çok kitabı vardı, kitap okumağa çok merak-lı ve düşkündü. Hatta bazı kitaplara ta’likler, ilâveler yazdı. Hesap, hendese (mühendislik) gibi ilimlerde de ihtisas ve maharet sahibiydi.

76 ŞUBAT 2014 somuncubaba 77

Page 42: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİLeylâ ile Mecnûn Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, yazımızın konusunu teşkil eden gazeli bu hikâyenin temelleri üze-rine oturtulmuştur

EĞİTİM / Serkan KAMIŞLI

Dikkat EvdeKayıt Cihazı Var! Peki, Çocuğumla Nasıl İletişim

Kurmalıyım?

Öncelikle onların her şeyin farkında olan birer bireyler olduğunu unutmamamız gerekir. Çocuğunuzun değeri aile içindeki değeri kadar-dır. Çocuğunuza şiddet uygular ve başkalarının yanında onları küçük düşürücü davranışlarda bulunursanız, sizin vermediğiniz değeri baş-kasından bekleyemezsiniz. Bu şekilde yetişen çocukta özgüven eksikliğinin yüksek seviyeler-de olabileceği gibi hırçın tavırlarının da olması kaçınılmaz olabilir.

Çocuklarınızla iletişim halindeyken;

1. Fikirlerini dikkate aldığınızı konuşmalarınız, davranışlarınız, beden dilinizle onlara his-settirin. Çocuklar önemsemiyor görünse de onlar birer beden dili uzmanıdır.

2. Çocuklarınızın saygılı bireyler olmasını isti-yorsanız, önce onlara saygılı olun. Eşinize, arkadaşınıza, yakınlarınıza nasıl davranırsa-nız çocuklarınız da o şekilde davranacaktır.

3. Çocuklarınızın bir yeteneğini sergilediğinde büyük bir hayranlıkla karşılayınız ve takdir ediniz. Takdir edilen hareketler tekrarlaya-caktır. Ve ileride takdir etmesini öğrenecek-lerdir.

4. Çocuklarınızın seçim yapmalarına izin verin. Hatta bazı seçimlerinin sonuçlarına katlan-malarına da müsaade edin.

5. Çocuklarınızın bir başkasıyla asla kıyaslama-yınız. Unutmayın ki her çocuk özeldir.

Evlerimizin neşesi, geleceğimizin teminat-ları, birbirinden güzel küçük varlıklar ba-zen öyle bir davranış sergileyip, öyle bir

söz söylerler ki şaşırıp kalırız.

Kimi zaman bu sözler ve davranışlar bizi te-bessüm ettirse de, kimi zaman da kızmamıza sebep olabiliyor. Peki, çocuklar bunları nereden öğreniyor, neden bu davranışları sergiliyor?

Dikkat Çocuğunuz Sizi Modelliyor…

Bu birbirinden zeki küçük varlıklar, hayatı modelleyerek öğrenen birer kayıt ustalarıdır. Yürümeyi, konuşmayı, oturmayı hep modelle-yerek öğrenirler. Bu yüzdedir ki çocuklarımızın herhangi bir davranışını onaylamıyorsak, soru-nun kaynağını çocukta değil kendimizde arama-lıyız.

Elbette ki çocuğumuz gün içerisinde okulda, sokakta, teyze, hala, amca, anneanne, dede gibi diğer aile bireyleri ile etkileşim içinde olsa da rol model olarak anne babayı alırlar. Aile için-de huzursuzluk ve özellikle şiddetin olduğu ortamda yetişen çocuklar incelendiğinde, ileti-şim problemlerin, sorunlarını yüksek sesle veya kaba kuvvet ile halleden çocuklar olduğu direk göze çarpmaktadır. Çocuklarınızın nasıl birer bi-rey olmasını istiyorsanız, onlara öyle davranınız.

“Birbirinden zeki küçük varlıklar, hayatı modelleyerek öğrenen birer kayıt ustalarıdır. Yürümeyi, konuşmayı, oturmayı hep

modelleyerek öğrenirler. Bu yüzdedir ki çocuklarımızın herhangi bir davranışını onaylamıyorsak, sorunun kaynağını çocukta değil

kendimizde aramalıyız.”

78 ŞUBAT 2014 somuncubaba 79

Page 43: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİLeylâ ile Mecnûn Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, yazımızın konusunu teşkil eden gazeli bu hikâyenin temelleri üze-rine oturtulmuştur

AİLE / Sefa SAYGILI*

EvlilikteMutluluğuYakalamak

Mesleğim icabı evli çiftleri dinler, prob-lemlerine çözüm yolu bulmaya çalışı-rım. Mutsuz evlilik felaket, mutlu evlilik

ise tam anlamıyla bir nimettir.

Mutsuz evlilik felâkettir, çünkü aile, erkeği de kadını da dış dünyanın zorluk ve tehlikele-rine karşı koruyan bir zırhtır. İşte bu zırh delin-mişse veya çürükse, hatta bazen olduğu gibi çiftler için tehlikelerden koruma yerine kendisi bir tehlike kaynağı ise ne kadar zor bir durum-dur! Özellikle dış streslerin arttığı, rekabetin vazgeçilmez hale geldiği, insanların birbirine daha acımasız davrandığı günümüzde ailenin fertlerinin birbirine bağlılık ve dayanışma gös-termesinin önemi daha da artmıştır.

Konuyu bir de çocuklar açısından ele alırsak, çocukların sağlıklı ve dengeli gelişmeleri için aile ortamı şarttır. Ailede geçimsizlik varsa, en büyük zararı çocuklar görecektir.

Tabii hep geçimsiz çiftleri değerlendirmek yetmez. Mutlu ve uyumlu evlilikleri olan ve çevrelerine sevgi, saygı dağıtan birçok karıko-cayı da dinledim, mutluluklarının sırrına erme-ye çalıştım. Karşılıklı fedakârca hareket eden, birbirlerine mutluluk veren çiftleri incelediğim-de şu temel birliktelikleri tespit ettim:

• Eşler birbirlerini oldukları gibi kabul eder-ler. Uzun yıllar evli olan ve evliliklerinden çok memnun olan kişiler, eşlerini iyi veya kötü yön-leriyle değil, nasılsa öyle kabullenmişlerdi. Eş-lerinin iyi yönlerini öne çıkarır, kötü yönlerini görmezlikten gelir veya önemsemezlerdi. Onla-

rı değiştirmek yerine kendilerini değiştirmeye çalışırlardı.

Aysel Hanım’ın ailesi bunlardan biriydi. “Ön-celeri var olan kocamın kahvehane alışkanlığı beni çok üzüyordu. Onu dışlamadım, reddet-medim. Aksine üzerine daha çok düştüm, gü-zel yemekler yaptım. Güler yüzle karşıladım. Sonunda onu evimize bağladım. İşte 30 yıllık mutlu evliliğimizin sırrı.” demişti.

Bir başka hanım şöyle ifade etmişti: “Koca-mın kusurlarını ve tuhaflıklarını görünce gö-zümü yarı kapatırım. Tabi iyi yönlerine ve her türlü şefkat ve sevgi gösterisine ise gözlerimi tam açarım.”

• Eşler birbirleriyle dost ve arkadaştır. Olduk-ça uyumlu, beraber yürüyen bir evlilik kuracak-ların üzerinde duracakları en önemli faktörler-den birisi, birbirlerinin en iyi dostu ve arkadaşı olmalarıdır. En mutlu ve en sağlam beraber-liklerde, eşler hem sevgili ve ortaktır, hem de iyi bir dostturlar. Gerçekten karşılıklı sevgi ve saygıya dayanan evliliklerde arkadaşlıklar de-rinleşir ve çiftler sadece ruhî olarak değil fizikî olarak da birbirlerine benzemeye başlarlar.

Bunun için eşlerin birbirlerine daha çok za-man ayırmaları gerekir. Hakikaten derinlikli ve kalıcı bir arkadaşlık kurulabilir ve eşler birbirle-rinin “en yakın dostu” olabilir.

Beraber vakit geçirmek sadece evde olma-malıdır. Birlikte tatile gitmek, seyahatlere çık-mak, piknik yapmak, ziyaretlerde bulunmak önemli fırsatlardır.

“En mutlu ve en sağlam beraberliklerde, eşler hem sevgili ve ortaktır, hem de iyi bir dostturlar. Gerçekten karşılıklı sevgi ve saygıya dayanan evliliklerde arkadaşlıklar derinleşir ve çiftler sadece ruhî olarak değil fizikî olarak da birbirlerine

benzemeye başlarlar.”

80 ŞUBAT 2014 somuncubaba 81

Page 44: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİLeylâ ile Mecnûn Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, yazımızın konusunu teşkil eden gazeli bu hikâyenin temelleri üze-rine oturtulmuştur

• Eşler birbirlerine moral verir, hep destek-lerler. Mutlu çiftler birbirlerini her fırsatta teş-vik ederler. Özellikle sıkıntılı günlerde hep bir-birlerinin yanındadırlar.

Ahmet Bey başarılı görülmediği için, işinden çıkarılmıştı. Birden işsiz duruma gelen Ahmet Bey çıkmaza girmiş, tam anlamıyla depresif tab-loya bürünmüştü. Kendisine güveni kaybolmuş, yetersiz fikirleri zihnine hâkim olmuştu. Bu yüz-den muayeneye getirilmişti. Karşıma oturdu-ğunda yanındaki hanımı atılmış ve “Doktor Bey, evet beyim Ahmet şu an bunalımda. Fakat ben onun işinde başarısız olduğuna inanmıyorum. Patronu onu gerektiği gibi değerlendiremedi. O her işte başarılı olur ve ekmeğini çıkarır. Ahmet Bey’e güvenim tam. Yersiz endişeye kapılıyor.” demişti.

Eşinin bu desteği ve yakınlığı Ahmet Bey’in iyileşmesinde ilaçlardan daha çok yardımcı oldu. Sonunda düzeldi ve başka bir işe girdi. Yeni işinde çok başarılı oldu.

• Mutlu çiftler birbirleriyle iletişim sırasında kibardır, saygı ve sevgi doludur. Sanki sekre-teriyle veya bir yabancıyla konuşuyormuş gibi

kibar, nazik ve düşüncelidirler. Konuşurlarken birbirleriyle zıtlaşmaktan kaçınırlar. Biri bir fık-raya güldüğünde, diğeri “Hiç komik değil” de-mez. Birbirlerinin her konuda aynı fikirde ola-mayacağını bilir ve bu durumu kabullenerek tartışmaktan kaçınırlar. Aksine “Bu değişik bir bakış açısı” “Gerçekten ilginç şeyler söylüyor-sun” diyerek konuyu geçiştirirler. Birbirlerinin ayrılıklarını değil, birlikteliklerini ön plana çıka-rırlar. Veya farklı düşündükleri konu geldiğinde, mevzuyu değiştirirler.

• Yine uyumlu çiftler çocuk eğitiminde birlikte hareket eder, birbiriyle çelişkiye düş-mekten kaçınırlar. Disiplin konusunda tutarlı hareket ederler. Her ikisinin de uyacağı kural-lar vardır. Önemli bir konuda çocuklara “Anne-nize veya babanıza soracağım, ona göre karar vereceğim.” derler. Birbirlerinin yaptıklarını küçümsemezler. Çocuklar babalarından bir şey istediğinde baba, anneye dönüp “Sen ne diyorsun?” diye sorar. Bu şekilde, çocuklar ba-balarının annelerine değer verdiğini, kararları beraber aldıklarını anlar. Ayrıca, anneleri de kocasının kendisine gösterdiği kıymeti hisse-der, özgüveni artar.

• Mutlu eşler birbirlerini üzen davranışlardan kaçınırlar. Meselâ, kadın fazla konuşuyor, de-vamlı isteklerde bulunuyor ve dırdırıyla kocasını rahatsız ediyorsa bu evliliğin mutlu olması zor-dur. İşte bu gibi uygunsuz hareketlerden kaçın-mak gerekir. Mutlu çiftler buna dikkat ederler.

Eşiyle ömür boyu sevgi ve saygı dolu yaşa-mak isteyenler şu noktaları göz önüne alırlar:

• Eşine sevgi, anlayış ve saygıda kusur etme-meye çalışırlar.

• Ayrılıklarda uzlaşmaya isteklidirler ve eşinin ihtiyaçlarını karşılamaya hazırdırlar.

• Birbirlerinin fedakârlıklarına minnettardırlar ve duydukları güvene sadık kalırlar.

Aile fertleri birbirlerinden ne bekler?

• Yemeği ailece birlikte yemek

• Seslenildiği zaman yataktan kalkmak

• Temizliğe riayet etmek

• Yemek yerken ağzını şapırdatmamak, önün-den ve yavaş yemek

• Sofradan aniden değil, izinle kalkmak

• Saygılı bir iletişim içinde olmak

• Başkalarının eşyalarına saygılı ve özenli davranmak, izin istemeden kullanmamak

• Tuvaleti ve lavaboyu temiz bırakmak

• Bağırarak değil kabul edilir bir ses tonuyla konuşmak

• Makul isteklere olumlu karşılık vermek

• Sinirli ve öfkeliyken yalnız kalmayı tercih etmek

• Tehlikeli ve incitici şakalar yapmamak

• Ortak kullanılan odaları ve kendine ait odayı düzenli ve temiz tutmak

• Ev işleriyle ilgili sorumlulukları adil paylaş-mak, üstüne düşen görevi yapmak

• Farklılıkları sakin ve karşısındakine değer vererek tartışmak

• Kandilleri, bayramları kutlamak, ufak hedi-yeler almak.

Dipnot

* Prof. Dr. Sefa SAYGILI

82 ŞUBAT 2014 somuncubaba 83

Page 45: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİLeylâ ile Mecnûn Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, yazımızın konusunu teşkil eden gazeli bu hikâyenin temelleri üze-rine oturtulmuştur

AİLE / Mukadder Arif YÜKSEL

Hayatımızda Sevgi Önceliği

İnsanın sevgi önceliği, değer yargılarına göre sıralanır. En çok önemsenen ve değer verilen her ne ise, en çok sevilen de odur. Bir Müslü-

manın sevdikleri önem ve öncelik sırasına göre şöyledir:

a. Allah sevgisi,

b. Peygamber sevgisi,

c. Ebeveyn sevgisi,

d. Eş sevgisi,

e. Evlat sevgisi,

f. Arkadaş ve dost sevgisi,

g. Müslüman kardeşlere sevgi,

h. Meşru ve güzel görüntülere olan ilgi alaka.

İçindeki sevgi sistemini düzenli çalıştıranlar, sevmeyi beceren ve sevilmeyi hak eden kimse-lerdir. Bu sevgi kaynaklarından birini diğerine tercih etmek söz konusu değildir. Her birinin yeri, değeri ve insanın her birine olan ihtiyacı farklıdır.

Allah Sevgisi: İnsan Rabbini varlık sebebi ol-duğu için sever, sevmelidir. Allah’ın güzel isim-lerinden biri de el-Vedud’dur. O, çok sever ve çok sevilir. Allah, Peygamberimiz (s.a.v.)’e Habi-bim (Sevgilim) demiştir. En değerli ve en Yüce olan Allah, Müslümanın sevgi önceliğinde de ilk sırada yer alır.

Peygamber Sevgisi: Müslüman, Peygamberi-ni en büyük lideri ve rehberi olduğu için sever. Allah’ın Habibi (Sevgilisi) olan bir zat kullarının da sevgilisi olmalıdır. Peygamber, ümmeti için kendi nefsinden daha önceliklidir. (Bkz. 33/6) Arkadaşları (ashabı) ve daha sonra gelen Müs-

lümanlar onu herkesten çok sevmişlerdir. Müs-lümanlar, Peygamberine olan sevgisini, sünne-tine tabi olarak ve ona sık sık salâvat getirerek izhar ederler.

Anne-Baba Sevgisi: Anne ile evlat arasında rahmanî bir bağ vardır. Anne evladını şartsız ve karşılıksız sever. Anne evlat sevgisinin bir açık-laması yoktur. Evladıdır sever, o kadar. Çünkü çocuk annenin, sadece bünyesinin değil yüre-ğinin de bir parçasıdır.

Analık duygusunda, ilahi vasıflar vardır. Anne, bir mürebbi (terbiye edici) olarak çocu-ğunu eğitir. Mürebbi kelimesi, Rab kelimesi ile aynı kökten türemiştir.

Güçsüz ve çaresiz bir çocuk için annenin sevgi dolu kucağı güvenli bir sığınak, güç ve cesareti öğreten baba sevgisi ise sağlam bir dayanaktır. Allah’ın, eseri olması hasebiyle ku-lunu sevmesi anne sevgisi gibi şartsız, kulunun amelini sevmesi hakkaniyet gereği baba sevgisi gibi şartlıdır.

Eşler Arası Sevgi: Eşler arasındaki sadece iki kişiye özel sevgi; huzur, sükûn ve mutluluk kay-nağı olması bakımından Yüce Yaratıcının varlı-ğının bir delilidir. (Bkz. 30/Rum, 30) Eş sevgisi, nefsanî arzu değildir. Nefsanî arzu, Allah’ın nes-lin çoğalması için yarattığı fıtri bir duygudur. Eş sevgisi, eşlerin, anı, mekânı ve hayatı paylaşır-ken hâsıl olan ferahlıktır ve romantizmdir. Eş-ten başka hiç kimsenin eş sevgisine olan ihti-yacı karşılaması mümkün değildir. Bir bütünün iki eşit parçası gibi olan eşleri ancak samimi bir sevgi bütünleştirebilir ve sevgiyle bütünleşen hayat gerçek anlamına kavuşur, gözümüz ve gönlümüz helalinden doyuma ulaşır.

“İçindeki sevgi sistemini düzenli çalıştıranlar, sevmeyi beceren ve sevilmeyi hak eden kimselerdir. Bu sevgi

kaynaklarından birini diğerine tercih etmek söz konusu değildir. Her birinin yeri, değeri ve insanın her birine olan

ihtiyacı farklıdır.”

84 ŞUBAT 2014 somuncubaba 85

Page 46: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİLeylâ ile Mecnûn Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, yazımızın konusunu teşkil eden gazeli bu hikâyenin temelleri üze-rine oturtulmuştur

Evlat Sevgisi: Sevgi, vererek mutlu olmak-sa eğer (şefkat), bunun en somut örneği evlat sevgisinde ortaya çıkar. Evladımıza kanımızı, malımızı, emeğimizi ve geleceğimizi veririz. Baş-kalarına verirken acıtan verme duygusu, evlada verirken mutluluğa dönüşür. Onlar bize insan düzleminde büyük olmamıza ve ilahi bir meslek olan mürebbiliği (terbiye edicilik) ifa etmemize imkân verirler. Onları dünyaya biz davet ediyo-

ruz. Biz, doğumlarından sonra onların isimlerini yaşatıyoruz, onlarsa ölümümüzden sonra bizim ismimizi yaşatıyorlar. Ölümsüzleşenler ya da ölümsüz eserler bırakanlar, hamuruna sevgi ma-yası katılarak yoğrulan çocuklar arasından çıkı-yor. Onların sevgisi, bizim umutlarımızı besliyor, bizim sevgimiz ise onların güç ve yeteneklerini.

Arkadaş ve Dost Sevgisi: Dostlarımız da sosyal çevremizin doğal ve zaruri unsurlarıdır. Dostlarını göz ardı etmiş olanın asosyal hayatı ne kadar mutlu ve renkli olabilir ki? Dostlarımı-zın sevgi ve desteğiyle motive oluruz. Başarı-larımız, dostlarımızın destek ve takdirleriyle taçlanır. Dostlarımızla neşemize neşe katar, üzüntülerimizi hafifletiriz. Dostlarımızın sevgisi güven, tecrübesi rehber, sohbeti gıda, ikazı ilaç hükmündedir.

Şair şöyle diyor:

Âlemde çün mehabbet imiş akreb-neseb İhvâna bundan gayrı olur mu aceb neseb

(Âlemde en yakın bağ muhabbet bağı imiş/Dostlar için bundan başka nesebe ne gerek var.)

Müslüman Kardeşlere Sevgi: Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Müslümanlar birbiri-ni Allah için severle, dinî ve ahlakî bir gerekçe olmadığı sürece birbirlerine buğz etmezler. Zira Müslümanlar arasında inanç, ibadet değer yargıları, idealar vd. birçok ortak değer vardır. Ümmet-i Muhammedi, birbirine karşılıksız sev-gi ile bağlanmış mü’minler topluluğu teşkil eder. Birbirini Allah için sevenleri Allah da se-ver ve günahlarını bağışlar.

Meşru ve Güzel Olana İlgi ve Alaka: Sevmek, fıtri bir duygudur, insanın tabiatında, gözü ve gönlü okşayan güzel görüntülere karşı daima bir ilgi ve alaka vardır. İnsanlar oksijen deposu yeşil ormanları, deniz ve göl manzaralı yerleri seveler. İnsanın içinde küçük bir çocuklara hat-ta hayvan yavrularına şefkatle karışık bir sevgi oluşur. İki farklı cins (kadın-erkek) arasında sev-

ginin, meşru ölçüler dâhilinde kalmaması İslâm ahlakının esasıdır.

Sevgiyle insan, değerli olduğunu hisseder. Hayat, sevgiyle anlam kazanır. Sevgi, hayatın itici gücüdür. Sevgi, kişinin hayata bakışını, ha-yat tarzını ve kişilik yapısını etkiler ve geleceği-ne yön verir. Bu bakımdan yukarıda maddeler halinde sıraladığımız sevgi önceliği büyük bir önemi haizdir.

86 ŞUBAT 2014 somuncubaba 87

Page 47: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİLeylâ ile Mecnûn Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, yazımızın konusunu teşkil eden gazeli bu hikâyenin temelleri üze-rine oturtulmuştur

Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.

Visan İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad.

No: 71 44700 Darende MalatyaTel: (422) 615 15 00

Faks: (422) 615 28 79 [email protected] www.somuncubaba.net

2014 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.

Onların da abone olmasını sağlayın.

Çocuk ekiyle birlikte yıllık abone bedeli

85

2014 Yılı

Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068Ziraat Bankası TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01

Vakıf Bank TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58Bankasya TR 3900 2080 0032 0188 5847 0001

Akbank TR 7300 0460 0060 8880 0019 0311Teb TR 5900 0320 0000 0000 0651 5222

Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız.

(0422) 615 15 54444 36 61ABONE İLETİŞİM HATTI

Adı / Soyadı:

Kurum Adı:

Ünvan:

Dergi Teslim Adresi:

Posta Kodu: Şehir

Telefon:

Faks:

E-posta:

Vergi Dairesi: Vergi No:

Abone Başlangıç Tarihi: İmza:

Faturayı adıma kesiniz

Faturayı şirket adına kesiniz

Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.

Türkiye : 85 Avrupa : 72 Euro ABD: 102 USD

Page 48: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİLeylâ ile Mecnûn Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, yazımızın konusunu teşkil eden gazeli bu hikâyenin temelleri üze-rine oturtulmuştur

DÎVÂN VE MEKTÛBAT’TAN

SEÇME İLAHİLER

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi’nin dîvân’ı vediğer eserleri okundukça, temelini attığı, şimdibir vakıf medeniyeti olarak inşâ edilen eserleritemâşa edildikçe, onun ismi çağlardan çağlaraaktarılacaktır. Örnek ve önder bir insan olarakher zaman gönüllerde yaşayacaktır.

ÇIKTI

online sipariş ve satışwww.nasihatyayinlari.com

311 İlahi - 333 Sayfa

Page 49: AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİLeylâ ile Mecnûn Hulûsi Efendi (k.s.)’nin, yazımızın konusunu teşkil eden gazeli bu hikâyenin temelleri üze-rine oturtulmuştur

160

AY

LIK İLİM

LTÜR

VE ED

EBİY

AT D

ERG

İSİ

www.somuncubaba.net

Dergisi Hediyesi...

AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 20 • SAYI: 160 • ŞUBAT 2014 • Fiyatı: 8 TL

00

16

0

Toprağın, Ateşin veSuyun Diyarı: KütahyaKütahya deyince akla çini gelir...

İletişim Ahlâkı ve SorumlulukKullandığım iletişim araçları, şâyet benim dinime zarar veriyorsa zararlıdır.