beyazıt akman · el pucarra te-pesi’nden arkasında bıraktığı rengârenk vadideki şehre...

21
Beyazıt Akman

Upload: others

Post on 23-Apr-2020

5 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

Page 1: Beyazıt Akman · El Pucarra Te-pesi’nden arkasında bıraktığı rengârenk vadideki şehre baktı. Aklından geçen o heybetli ismi şimdi ağzına alsa, dili, damağı ve dudakları

Beyazıt Akman

Page 2: Beyazıt Akman · El Pucarra Te-pesi’nden arkasında bıraktığı rengârenk vadideki şehre baktı. Aklından geçen o heybetli ismi şimdi ağzına alsa, dili, damağı ve dudakları
Page 3: Beyazıt Akman · El Pucarra Te-pesi’nden arkasında bıraktığı rengârenk vadideki şehre baktı. Aklından geçen o heybetli ismi şimdi ağzına alsa, dili, damağı ve dudakları

5

Mavi Marmara’da hayatını kaybedensekiz Türk ve bir Amerikan vatandaşınınanısına…

Page 4: Beyazıt Akman · El Pucarra Te-pesi’nden arkasında bıraktığı rengârenk vadideki şehre baktı. Aklından geçen o heybetli ismi şimdi ağzına alsa, dili, damağı ve dudakları

6

Page 5: Beyazıt Akman · El Pucarra Te-pesi’nden arkasında bıraktığı rengârenk vadideki şehre baktı. Aklından geçen o heybetli ismi şimdi ağzına alsa, dili, damağı ve dudakları

7

Page 6: Beyazıt Akman · El Pucarra Te-pesi’nden arkasında bıraktığı rengârenk vadideki şehre baktı. Aklından geçen o heybetli ismi şimdi ağzına alsa, dili, damağı ve dudakları

8

Page 7: Beyazıt Akman · El Pucarra Te-pesi’nden arkasında bıraktığı rengârenk vadideki şehre baktı. Aklından geçen o heybetli ismi şimdi ağzına alsa, dili, damağı ve dudakları

9

İçlerinde zulmedenleri hariç olmak üzere, Kitap Ehliyle en güzel olan bir tarzın dışında mücadele etmeyin.

Ve deyin ki: “Bize ve size indirilene iman ettik; bizim ilahımız da, sizin ilahınız da birdir ve biz

O’na teslim olmuşuz.” (Ankebut Suresi, 46)

Gerçek şu ki, iman edenlerle Yahudiler, Sabiîler ve Hıristiyanlardan Allah’a,

ahiret gününe inanan ve salih amellerde bulunanlar; onlar için korku yoktur, onlar mahzun da olmayacaklardır.

(Maide Suresi, 69)

Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan

ve onlara adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah, adalet yapanları sever.

(Mümtehine Suresi, 8)

Denizlerde yüce dağlar gibi gemilerin yürümesi de O’nun kudretinin delillerindendir.

(Şura Suresi, 32)

O, karanlığı delen yıldızdır. (Tarık Suresi, 3)

Page 8: Beyazıt Akman · El Pucarra Te-pesi’nden arkasında bıraktığı rengârenk vadideki şehre baktı. Aklından geçen o heybetli ismi şimdi ağzına alsa, dili, damağı ve dudakları

10

Page 9: Beyazıt Akman · El Pucarra Te-pesi’nden arkasında bıraktığı rengârenk vadideki şehre baktı. Aklından geçen o heybetli ismi şimdi ağzına alsa, dili, damağı ve dudakları

11

GİRİŞ

Alef

Page 10: Beyazıt Akman · El Pucarra Te-pesi’nden arkasında bıraktığı rengârenk vadideki şehre baktı. Aklından geçen o heybetli ismi şimdi ağzına alsa, dili, damağı ve dudakları

12

Page 11: Beyazıt Akman · El Pucarra Te-pesi’nden arkasında bıraktığı rengârenk vadideki şehre baktı. Aklından geçen o heybetli ismi şimdi ağzına alsa, dili, damağı ve dudakları

13

Reconquista, Granada, 2 Ocak 1492

Tarık bin Ziyad. Boabdil el Chico, atının üstünden arkasına bakar-ken sekiz asır öncesini düşünüyordu. El Pucarra Te-

pesi’nden arkasında bıraktığı rengârenk vadideki şehre baktı. Aklından geçen o heybetli ismi şimdi ağzına alsa, dili, damağı ve dudakları tutuşuverecek, dişleri eriyecek diye korktu. Ya-nında annesi, vezirleri ve birkaç parça askerden mürekkep maiyeti öyle cılızdı ki, bir kraldan ziyade tahta kılıcıyla yel değirmenlerine hücum eden Don Kişot’a benziyordu. Sabah saatlerine kadar bir sultandı; Granada’nın emiri, İslam’ın ha-lifesi, Endülüs’ün tek Müslüman hâkimiydi. Şimdi ise kafa-sındaki beyaz sarığı bir mezar taşı kadar ağırdı ve bulunduğu tepede esen rüzgârın havalandırdığı kırmızı pelerini, onun için artık kefenden farksızdı.

“Ağlama!” diye söylendi annesi. Boabdil hıçkırıyordu. Gözleri az önce anahtarlarını kendi

elleriyle teslim ettiği El Hamra’nın duvarları kadar kırmızıy-dı.

İnsan ölmek üzereyken tüm hayatının gözünün önünden akıp geçtiğini emrinde çalışan onlarca komutanından defalar-ca dinlemişti. Ama bugün o kendi hayatını değil, Endülüs’ün sekiz yüz yıllık tarihini hatırlıyordu. Sekiz asrın birikimi, yüzyıllarca bu topraklarda yaşamış milyonlarca Müslüman, Hıristiyan ve Yahudinin birbirine karışan sesleri ve onlarca

Page 12: Beyazıt Akman · El Pucarra Te-pesi’nden arkasında bıraktığı rengârenk vadideki şehre baktı. Aklından geçen o heybetli ismi şimdi ağzına alsa, dili, damağı ve dudakları

14

halifenin ruhu şimdi onun bedeninde, sanki ondan hesap soruyordu.

Tarık bin Ziyad’ın yedi bin kişiyle 711 yılında yüz binlik bir orduyu alt etmesini hatırladı; başı döndü. Yarı efsane, yarı gerçek, onlarca çeşidini duyduğu hikâyeler geldi aklına. Dö-nemin İspanya hükümdarı, Vizigotlu Kral Rodrique, Tarık’a karşı kendinden öyle emindi ki ordunun yanında yüzlerce katır getirmişti. Kazanacağına kesin gözüyle baktığı savaşın ardından Müslüman askerlerini bu katırlara bindirecek, şehir şehir dolaştırıp kendine yeni bir eğlence yaratacaktı. Hâlbuki savaş meydanında Tarık ve askerleri öyle bir cenge tutuşmuş-tu ki Vizigotlar günlerce bulutlardan yere asker yağdığına yemin eder olmuşlardı. On binlerce askeriyle birlikte kralın ölümüyle başsız kalan İspanya topraklarında Tarık katırların değil, dörtnala koşan atların üstünde teker teker Granada, Seville, Kurtuba ve Toledo’yu almış, Fransızlarla sınır oluş-turan Pirene Dağları’na kadar yüzlerce kilometre, bir şimşek gibi ilerlemişti.

Tarık, yedi bin kişiyle Batı Avrupa’da sekiz asır sürecek bir egemenlik başlatmıştı. Adının vuruşlu bir yıldız, bir ışık anlamına gelmesi ne kadar da doğruydu!

Boabdil şimdi üstünde oturduğunun yağız bir Arap atı de-ğil, Kral Rodrique’in katırlarından biri olduğunu düşündü. Adı da, lakabı da şimdi ağzına alamadığı komutanın vakur ismine tezattı. Her zaman iğreti bulmuştu kendisine Boabdil denmesini. İsminin gerçek halini, İspanyolların bir türlü dil-lerinin dönmediği, Ebu Abdullah On İkinci Muhammed adını sanki hiç hak etmemişti. O, Boabdil el Chico’ydu; yani Küçük EbuAbdul. Uzun, şatafatlı ismi tarih kitaplarında duracaktı sadece, hiç kimse ona şimdi mirasını ayaklar altına aldığı pey-gamberin ismiyle seslenmemişti, seslenmeyecekti.

Güneş ışıklarının altında ışıl ışıl parlayan Granada’nın kır-mızı çatılarına baktı. Etrafındaki maiyeti de hüzünle manza-rayı izliyorlardı. Katedraller, sinagoglar ve camilerin maden çatılarının parıltısı Boabdil’in öyle gözünü alıyordu ki, sanki

Page 13: Beyazıt Akman · El Pucarra Te-pesi’nden arkasında bıraktığı rengârenk vadideki şehre baktı. Aklından geçen o heybetli ismi şimdi ağzına alsa, dili, damağı ve dudakları

15

binalar bile artık onun gözlerine görünmek istemiyorlardı. Minarelerden kendi cenazesinin salasını işitiyor, kiliselerden ölüm çanları kulaklarında yankılanıyordu. Hahambaşıları onu çoktan gömmüşlerdi.

Boabdil’in kaybettiği sadece bir şehir değil, insanlık na-mına güzel olan her şeydi. Granada’nın ışıltısını izledikçe, yitirdiği aşkının hüznünü taşıyan bir maşuk gibi iç çekti Bo-abdil. Sevgilisinden ayrılmadan önce son bir kez ona bakan bir genç gibi uzun uzun şehri izledi.

İçinden şırıl şırıl ırmakların aktığı, ne çok sıcak, ne çok so-ğuk, tam kararında gölgeliklerin olduğu rengârenk bahçeleri-ni görür gibi oldu Endülüs’ün. Sahra’nın kızgın çöllerinden, Afrika’nın kuru topraklarından gelen Müslümanlar yağmu-ru ve yeşili, rahmeti ve bereketi bulmuşlardı bu topraklarda. Kuvvetli akan nehirler, bereketli ovalar, her çeşit bitkinin ye-tiştiği dağlar Arapların, Berberilerin, Ashab-ı Kiram’ın ve bil cümle Müslümanların en değerli hazineleri olmuştu.

Güzel kokulu rüzgârların ehl-i kitabın yüzlerini okşadığı, yeryüzünün Firdevs’iydi Endülüs.

Şimdi yitik bir cennetti. Nehirleri gümüş, toprağı misk, bahçeleri ipek, çakıl taşları inciydi.

Savaş ve raks, müzik ve ilim burada buluşmuştu.Sanat âşıklarının Kâbe’si Kurtuba Camii belirdi Boab-

dil’in gözlerinde. Mimarisi ebedi, sütunları sayısızdı. Melek-ler sanki onun yüksek minarelerinde tecelli etmiş, peygam-berler onun mabetlerinde buluşmuştu sekiz asır. İbrahimler, Musalar, İsalar ve Muhammedler orada sohbet meclislerine katılmıştı.

Endülüs’ün şarapları tertemiz, kılıçları çok keskindi.Hiçbir gözün görmediği, hiçbir dilin tatmadığı, hiçbir

canlının dokunmadığı meyveler, nar ve portakal ağaçları, üzüm bağları ve bunları imkânlı kılan zirai ilmin doruğuydu yitip giden.

Nostalji sanki Endülüs için doğmuş, romantizm burası için ortaya çıkmıştı. Aşklarının peşindeki şövalyeler burada

Page 14: Beyazıt Akman · El Pucarra Te-pesi’nden arkasında bıraktığı rengârenk vadideki şehre baktı. Aklından geçen o heybetli ismi şimdi ağzına alsa, dili, damağı ve dudakları

16

yetişmiş, prensesler kur yapmayı burada öğrenmişti. El Cid efsanesi burada doğacak, Cervantes bu toprakların hikâyele-riyle yeni bir edebiyat yaratacaktı.

Güneş Toledo’da doğar, Kurtuba’da batardı. Sokak lambaları, yel değirmenleri ve çiçek dizili yollar

Endülüs’te icat edilmiş, kâğıt ve kaleme burada gerçek hakkı verilmişti.

Tüm Avrupa’da papazlar vaftiz töreni için gerekli duayı bile okuyamazken, Endülüs’ün Müslüman köylüleri oku-ma-yazma bilir, Yahudi tüccarları matematik öğrenir, Hıris-tiyan sanatçıları şiir yazarlardı.

İbn Rüşd, Boabdil’in şimdi gözleriyle süzdüğü binalarda Aristo’yu yorumlamıştı. İbn Arabî, bu topraklarda kalpleri fethetmiş, Maimonides Tevrat’ı burada öğrenmişti.

Sadece İslam’ın değil, tüm insanlığın ortak mirasıydı yitip giden.

“Üzülmeyin, sultanım,” dedi Boabdil’in hemen yanın-daki veziri Yusuf bin Ebu Kumaşa, onu teselli etmeye çalışan son bir çabayla. “Büyük yenilgiler de büyük zaferler kadar önemlidir. Yeter ki, insan vakarı elden bırakmasın.”

“Benimkine eşdeğer yenilgi mi var?!” diye cevapladı Bo-abdil içini çekerek.

Üstelik vezirinin onu teselliye çalıştığını pekâlâ biliyordu. Zira, birkaç saat önce ne vakarı ne de gururu kalmıştı. Şehrin anahtarlarını Kastilya ve Aragon Kral ve Kraliçesi Ferdinand ve İzabella’ya onların eteklerini öperek, önlerinde eğilerek teslim etmemiş miydi?

Her şey iki buçuk asır önce, Papa’nın İspanya’yı Haçlılara muhtaç topraklar olarak ilan etmesi ve ardından Kastilya-Le-on Kralı III. Fernando’nun Müslüman hâkimiyetindeki şe-hirlere savaş açmasıyla başlamıştı. Tarık bin Ziyad’ın yirmi beş yılda hâkim olduğu İspanya yarımadasını Haçlıların geri alması tam iki buçuk asır sürmüştü.

Fakat son ana kadar Granada Emirliği’nin düşmesini kim-se beklemiyordu. Ülkenin geri kalanından kuzeydeki dağla-

Page 15: Beyazıt Akman · El Pucarra Te-pesi’nden arkasında bıraktığı rengârenk vadideki şehre baktı. Aklından geçen o heybetli ismi şimdi ağzına alsa, dili, damağı ve dudakları

17

rın da etkisiyle korunaklı kalmayı başarmıştı Granada. Son asırlardaki diğer Müslüman emirleri gibi, Boabdil de Hıris-tiyan kral ve kraliçeleriyle türlü işbirliklerine girişmiş, kimi zaman vergilerle, kimi zaman oğullarını ve kızlarını fidye olarak vererek yakasını kurtarabilmişti. O, iki kere Hıristi-yanların tutsağı olmuş, iki kere onların ellerinden kurtul-muştu.

Ne var ki son sekiz aylık kuşatma sadece Boabdil’in değil, Granada ve Endülüs İslam Medeniyeti’nin de sonu olmuştu.

Her gün taşan bir sel gibi gelmişti. Hıristiyan orduları. Bir çekirge sürüsü gibi abanmışlardı Granada’ya. Süvarileri gitgide artmıştı, kuzeyden mühimmat ve erzak takviyeleri yapılmıştı.

Kastilya Kraliçesi İzabella ve Aragon Kralı Ferdinand ev-lilikleriyle bütünleşen Hıristiyan İspanya Birliği’ni Grana-da’yla tamamlamaya ant içmişlerdi. Az sonra El Hamra’nın içinde yeryüzünün en büyük vahşetlerinden birini başlatmak üzereydiler.

Boabdil, “Keşke biraz daha askerimiz olsaydı, biraz daha mühimmatımız,” dedi. “Keşke!”

“Asker sayısı, takvanın eksikliğini kapatamaz!” Azarlar gibi konuşmuştu annesi yine.Haklı, diye düşündü Boabdil. Tarık bire karşı on kişiyle

girdiği savaşla bu toprakları kazanmamış mıydı? Granada’nın eski emirinin gözünden bir damla yaş daha

yere düştü.“Erkek gibi savaşamadığın için şimdi karı gibi ağlıyor-

sun!” dedi annesi.Boabdil içini çekti, şehre arkasını döndü ve atını ileri doğ-

ru sürdü. Maiyetiyle birlikte dağın yamacından kıyıya doğru ilerlemeye devam etti. Kuzey Afrika’ya dönmek üzere bindi-ği gemilerde dahi Tarık’ı hatırlayacak, sanki onun sekiz asır önce askerleri geri dönemesin diye yaktırdığı gemilerle ken-disinin kaçtığını hissedecek, hayıflanacaktı.

Page 16: Beyazıt Akman · El Pucarra Te-pesi’nden arkasında bıraktığı rengârenk vadideki şehre baktı. Aklından geçen o heybetli ismi şimdi ağzına alsa, dili, damağı ve dudakları

18

On yıllar sonra sefalet içinde ölecek, çocukları ve torun-ları dilenci olarak yaşayacak Boabdil’den geriye son bir kez Granada’yı izlediği, Cebel-i Tarık’ın öbür ucundaki bu dağın adı kalacaktı.

Puerto del Suspiro del Moro; Mağribli’nin Son İç Çekişi.

Page 17: Beyazıt Akman · El Pucarra Te-pesi’nden arkasında bıraktığı rengârenk vadideki şehre baktı. Aklından geçen o heybetli ismi şimdi ağzına alsa, dili, damağı ve dudakları

19

Auto da fe, Malaga, 3 Ağustos 1492

Mahkûm, içini çekerek elindeki urgana baktı. Mürekkepli parmaklarının arasındaki urganda tek bir düğüm bile yoktu.

Kuşbakışı bakıldığında İspanya’nın güneybatı ucundaki rıhtım şehri Malaga’nın Plaza Meydanı tam anlamıyla bir ti-yatro sahnesini andırıyordu. Sabahın erken saatleri olmasına rağmen ülkenin en büyük limanının hemen yanındaki mey-dan iyice kalabalıklaşmış, halk, önlerinde yükselen sahnedeki törenin başlamasını bekliyordu. Engizisyon rahiplerinin ci-var kasaba ve köylerdeki halkı da buraya taşımasıyla kalabalık binlerce kişiyi bulmuştu.

Meydanı çevreleyen binalardaki ahali pencerelerine da-yanmış, merakla ve dehşet içinde olacakları bekliyorlardı. Bazı çocuklar evlerin çatılarına ve ağaçların dallarına çıkıp yerlerini almışlardı.

Platformun üstünde beliren ve töreni organize eden Kar-dinal Ximenes de Cisneros kalabalığı görünce yüzünde sin-si bir gülümseme belirdi. Ne de olsa Auto da fe, yani inanç gösterisi’nin asıl amacı sapkınları cezalandırmanın yanında, kalabalıkların kalbine Kilise’nin gücünü ve Yüce İsa’nın kor-kusunu aşılamaktı.

Paseo del Parque Caddesi’nin ağzından itibaren başlayan alanın kuzeyindeki platform o kadar yüksekti ki arkasına al-dığı binaların duvarlarını neredeyse tamamen kaplıyordu. Yüksekliği on beş metreyi bulan bu iskele, halkın şaşkın ba-kışları altında, insanı rahatsız eden çekiç, tokmak ve testere

Page 18: Beyazıt Akman · El Pucarra Te-pesi’nden arkasında bıraktığı rengârenk vadideki şehre baktı. Aklından geçen o heybetli ismi şimdi ağzına alsa, dili, damağı ve dudakları

20

gürültüsünün karmaşasında önceki gün inşa edilmişti. Ke-narlarından merdivenlerle çıkılan sahnenin merkezinde iki büyük taht, bunların arkasında ve yanlarında sıra sıra sandal-yeler bulunuyordu. Tahtlar Kraliçe İzabella ve Baş Engizitor Torquemada; diğer sandalyeler ise kardinaller, üst düzey yö-neticiler ve önde gelen papazlar içindi.

Bu platformun hemen önünde, onun yarısı kadar yüksek-likle ve çok daha dar bir alanı kaplayan iskelenin üstünde ise bir düzine kadar, birer karış kalınlığında, ikişer metre yük-sekliğinde kazıklar yükseliyordu. Her iki platform da Krali-yet ve Engizisyon muhafızlarınca çepeçevre sarılmıştı.

İnsanı sağır eden sessizlik kös, davul, trampet ve flüt ses-leriyle bozuldu. Justitia et Misericordia yazılı Engizisyon bay-rağının dalgalanmasıyla birlikte önce papazlar belirdi. Yüz-lerini de kaplayan, kafalarındaki sivri uçlu beyaz capiroteleri ile olduklarından çok daha uzun görünen ve ayaklarını örten cüppelerinin etkisiyle yürümekten çok uçuyor gibi hareket eden papazlar sanki birer hayaletti. Kalabalık ile sahne arasın-daki boşluğu, ağır ağır ilerleyen dev bir yılanmışçasına kap-layan alay Auto da fe’nin artık başlamak üzere olduğunu işa-ret ediyordu. Bandoyu, her biri bir keşiş tarafından taşınan, kolları kara bezlerle kaplı üç devasa haç takip ediyor, onların ardından da elleri önden bağlı suçlular yürüyordu.

Açlıktan, işkenceden ve kim bilir daha hangi sıkıntılar-dan dolayı pek rahatsız ve sıkıntılı görünen bu sapkınların çoğu günlerdir, haftalardır, bazıları aylardır karanlık zin-danlarda bekletildikleri için günışığında gözlerini açmaya zorlanıyor gibiydiler. Mahkûm olduklarını gösteren siyah çuval bezi cüppelerinin üzerine sapıklıklarının kanıtlandı-ğını işaret eden, utanç simgesi sarı senbenitolar geçirilmişti. Bu sarı bezlerin üstüne kırmızıyla, bir çarpı şeklindeki Aziz Andrews haçları çizilmişti. Ellerinde kimi mum, kimi de az sonra boyunlarına geçirilecek urganları taşıyorlardı. İplerin bazılarında bir, bazılarında iki düğüm varken, kimilerinde de hiç düğüm olmadığı göze çarpıyordu. Kazıklardan bir tanesi-

Page 19: Beyazıt Akman · El Pucarra Te-pesi’nden arkasında bıraktığı rengârenk vadideki şehre baktı. Aklından geçen o heybetli ismi şimdi ağzına alsa, dili, damağı ve dudakları

21

nin önünde ise yarısı kemik, yarısı çürümüş etten oluşan bir ceset duruyordu.

Sadece gözleri delik siyah başlıklar giyen cellâtlar, sapkın-ların sırtlarını öndeki platformdan yükselen kazıklara dayadı-lar ve ayak bileklerinden kazığa bağladılar. Sonra ellerindeki urganları alarak boyunlarını da sıkıca sabitlediler. Cellâdın şimdi boynunu bağladığı adamın urganında üç düğüm vardı; bu, onun üç yüz kırbaç yiyeceğini gösteriyordu. Hiç düğüm olmayanlar ise bu kırbacı tadamayacak şanssızlardı.

Engizisyon kâtipleri, rahipler, papazlar ve kardinallerin arkadaki daha büyük iskelede yerlerini almalarının ardın-dan son olarak Baş Engizitor Torquemada ve Kraliçe İzabella merkezdeki tahtlara oturdular. Kral Ferdinand, her zamanki gibi Auto da fe törenlerini izleyemeyecek kadar hassas oldu-ğunu söylemiş ve kraliçeye bir bahane uydurarak ortalıktan kaybolmuştu.

Kardinal Ximenes tahttakileri selamladıktan sonra sap-kınların suçlarını yüzüne vuran, Yüce İsa’nın öğretilerinden, Kutsal Kilise’nin yolundan şaşmanın sonuçlarını anlatan hiddetli bir açılış konuşması yaptı. Bu dünyalarını heba eden günahkârların ebediyetlerini kurtarmaları, ruhlarının huzura kavuşması için Auto da fe’nin gerekliliğinden ve bunun Tan-rı’nın kullarına bir armağanı olduğundan bahsetti. İncil’den Latince alıntılarla bezediği konuşmasına bazı azizlerin sözle-riyle son verdi.

Ve cellâtlara işaret ederek töreni başlattı.Kenardaki kısımda kendisine yer ayrılan bir kâtip, törenin

başlamasıyla birlikte sapkınların suçlarını okuyan Kardinal Ximenes’in söylediklerini ve törenin kaydını yıllardır alıştığı üzere net bir şekilde önündeki sayfalara geçiriyordu. Elin-deki tüy kalemi mürekkebe bandırarak yazmaya devam etti:

“Juan Frances, demirci, Fransa’nın San Mauber yerlisi, Ronda’da yaşıyor. Bazı azizlerin varlığını inkâr etti. Auto’ya gömleksiz, elinde bir mum ve bir iple geldi. İki yüz kırbaç vuruldu.

Page 20: Beyazıt Akman · El Pucarra Te-pesi’nden arkasında bıraktığı rengârenk vadideki şehre baktı. Aklından geçen o heybetli ismi şimdi ağzına alsa, dili, damağı ve dudakları

22

“Rebeco Sanchez, Malaga’nın yerlisi. Evlenmenin, ma-nastır ve kilisenin bekâr yaşam tarzından çok daha iyi oldu-ğunu iddia etti. Söylediklerinin Katolik Kilisesi öğretilerine ters olduğu söylendiğinde yine ısrar etti. Auto’ya bir mum ile geldi. Kırk duka altın ödemeyi kabul etti. Malaga şehrinden beş yıl sürgün edildi.

“Juan Tremino, Almagro yerlisi, Granada’da yaşıyor. En-gizisyon rahibi olduğunu iddia ederek insanlar hakkında bil-gi topladı. Auto’ya bir mum ve iple geldi. Altı yıl boyunca İspanyol kaptanların emrinde olmak üzere küreğe çarptırıldı.

“Pedro Navarro, Granada’nın yerlisi, tüccar. Gizli Mu-hammedcilerden olduğu kanıtlandı. Mezardan cesedi çıkar-tıldı Auto’da yakıldı.”

Kâtip bu satırları yazarken, Bernardus Comensis’in öğ-retilerini hatırlıyordu. Mortui hæretici possunt excommunicari et possunt hæritici accusari post mortem . . . et hoc usque ad quadraginta annos.

Ruhlarının kurtulması için sapkınlar, öldükten sonra bile olsa ya-kılmalıdırlar.

Kardinal Ximenes sonraki mahkûmun cezasını okurken, pek kimse anlamasa da İncil’den suçun cezasını gösteren ayeti de okuyordu. Latince cümleler, işkencelerine devam edilenlerin çığlıkları arasında iyice anlaşılmaz, garip bir dile dönüşüyordu:

“Si quis in me non manserit mittetur foras sicut palmes et aruit et colligent eos et in ignem mittunt et ardent.”

“Bir kimse bende kalmazsa, çubuk gibi dışarı atılır ve kurur. Böylelerini toplar, ateşe atıp yakarlar.”

Engizisyon kâtibi, sıradaki sapkının suçunu ve cezası-nı yazacakken tereddüt etti. Yakılmasına karar verilen ada-mın parmaklarının ucundaki mürekkebi, onunla arasında on metre kadar mesafe olmasına rağmen rahatlıkla seçebi-liyordu. Diğerlerinin aksine bu sapkın, ayaklarının altındaki çalılar tutuşturulurken bile en ufak bir acı ifadesi göstermi-yordu. Kafasını kazığa dayamış, sanki etraftaki başka hiç kim-

Page 21: Beyazıt Akman · El Pucarra Te-pesi’nden arkasında bıraktığı rengârenk vadideki şehre baktı. Aklından geçen o heybetli ismi şimdi ağzına alsa, dili, damağı ve dudakları

23

senin göremediği bir dünyayı görüyor, karşısına açılmış bir pencereden o güzel dünyayı izliyordu.

Kâtip, daha bu sabah, bu adamın Engizisyon sorgulaması-nı da yine kendisi kaydetmişti. Bakışlarını sanki büyülenmiş gibi, adamın parmaklarındaki mürekkep lekesinden bir türlü alamıyordu. Yazmayı unutmuştu sanki. Adam yanmaya baş-ladığında parmaklarındaki mavi mürekkebin onun kırmızı kanıyla karışıp karışmayacağını düşündü.

Sırada, yakılacak üç kişi daha vardı.