büt dergisi sayı 4

48
1 Son bizimle başlar... Sayı : 4 Aylık Kültür- Online Dergisi

Upload: buet-dergisi

Post on 15-Mar-2016

252 views

Category:

Documents


4 download

DESCRIPTION

Büt Dergisi sayı 4

TRANSCRIPT

Page 1: Büt Dergisi sayı 4

1

Son bizimle başlar...

Sayı : 4 Aylık Kültür- Online Dergisi

Page 2: Büt Dergisi sayı 4

2

Bu Ay

-Spor-

26-“Cristiano Ronaldo dos San-tos Aveiro” Portekizli çelimsiz, kıvırcık saçlı çocuğun Madeira Adası’ndan, Madrid’e uzanan büyüleyici öyküsü... O çocukken sokakta “Figo” olarak gol atıyordu, şimdi ise dünyanın her yerinde, sokakta top oynayan çocuklar “Cristiano Ronaldo” ismiyle gol atıyor .

Page 3: Büt Dergisi sayı 4

3

içindekiler

-Foto Haber-

-Portre-

-Sinema-

5- Editör “4. sayımızla karşınız-dayız...”

45- Yaşamın İçinden “Şehirdeki Köy”

35- Tiyatro“Inıshmore’lu Yüzbaşı”

34-Kitap“İlişkinizde Kaçıncı Şahıssınız? / Aldatmak-AHMET AL-TAN ”

Röportajlar

14- ‘Vatan Haini Bile İlan Edildim / Niran Ünsal”

36 - Savaşın İçinden Bildiriyor: Hakan Kumuk

8-“Kültürümüzün yadsın-mazı Minibüsler” Minibüslerin kültürümüzdeki yeri yadsınmaz bir gerçek. Minibüsler deyince akla gelen elbette arabesk müziği ve derbeder şöforleri. Şimdilerde pek olmasa bile eski zamanlarda minibüsün ar-kasını kaplayan arabesk müziğin ‘baba’ları...

6- “ALFRED HİTCHCOCK VE ÜNLÜ YAPITI “PSYCHO”NUN BİLİNMEY-ENLERİ” Hemen hemen her üniversitede tez konusu olarak verilen film, dönemin ve dönemimizin kült filmleri arasına girmeyi başarmıştır. Böyle büyük bir yönetmenin şaşırılacak yönü ise, hiç “Oscar” ödülü olma-masıdır.

10- “Korkunun Zihnimizdeki Efendisi: Stephan Edwin King” Stephan Edwin King, yazdığı roman ve sena-ryolarda yıllardır bizi korkularımızla sınayan 1.93 boyunda, 90 kiloluk, çocukluğundan beri gözlük takan bu dev adamın korkularına gelince uçağa binmek, karanlık ve hemen hemen her yazarın ortak korkusu olan Alzhei- mer.

Page 4: Büt Dergisi sayı 4

4

büt dergisiAylık Kültür- Online dergisi

Editör Mustafa Doğan

Yazı işleri Emre CeylanEfe karasu

Reklam Mısra Yıldız

Grafik Tasarım Mustafa Doğan

Emre CeylanEfe KarasuEge KüçükkiperMüge GülElif CengizBüşra İlaslanHandan Aşık

Yazarlar

www.butdergisi.com

www.facebook.com/butdergisi

www.twitter.com/ButDergisi

Bize ulaşmak iç[email protected]@gmail.com

Ön ve Arka Kapak Mustafa Doğan

Tüm hakkı saklıdır. Yazılarla ilgili tüm sorumluluk yazarlara aittir.

Page 5: Büt Dergisi sayı 4

5

Editör

Merhaba sayın okuyucu. Dördüncü sayımızla yine karşınızdayız. Bu sayımızda içerik bakımından her zamanki gibi zengin bir Büt Dergisi sizleri bekliyor.

Ege Küçükkiper ‘sinema’da Alfred Hitchcock ve ünlü filmi “Psycho”yu kou aldı. Küçükkiper, Psycho’yu en ufak ayrıntısına kadar inceleyip siz değerli okurlarımız için eleştirdi. Bu eleştiriyle filmin hem eksiklerini hem de hayran bırakan yanlarını göre-ceksiniz. Eleştirdiği filmi izleyenler Küçükkiper’in eleştirileriyle tekrar izleme gereği duyacak, izlemeyenler ise zaten filmi hemen izlemek isteyecek. Müge Gül ‘portre’de ünlü korku yazarı Stephan Edwin King’ı konu aldı. Gül’ün yazısını okuduğunuzda Stephan King’in hayatı hakkında detaylı bilgiye sahip olacaksınız. Korkmaya hazır olun…

Futbol severlerin yakından tanıdığı ve hayranlıkla takip ettiği futbolcu Cristia-

no Ronaldo’yu ne kadar tanıyorsunuz? Ünlü futbolcunun kalp hastası old-uğunu biliyor muydunuz? Efe Karasu bu ay ki ‘spor’ yazısında Cristiano Ron-aldo’yu anlattı. Toplu taşımada önemli bir yeri olan minibüsler ‘Foto Haber’e bu ay konu oldu. ‘Kitap’ta Handan Aşık, Ahmet Altan’ın Aldatmak kitabını hem tanıttı hem de eleştirdi ve Emre Ceylan şehir hayatındaki şaşırtıcı köy hayatını ‘Şehirdeki Köy’ü kaleme aldı.

Bu ay pop şarkıcısı Mısra Yıldz’ın yaptığı Niran Ünsal röportajında; Ün-sal’ı bir kez daha tanıyacaksınız. Bir diğer röportajımız da savaş muhabiri Hakan Kumuk ile gerçekleştirildi. Rö-portajı Mustafa Doğan ve Emre Ceylan geçekleşitrdi. Sizleri daha fazla editör yazısıyla meşgul etmemek için fazla yazıyı uzat-madan susuyorum. Keyifli okumalar…

-Mustafa DOĞAN-

4. sayımızla karşınızdayız...

Page 6: Büt Dergisi sayı 4

6

Sinema

ALFRED HİTCHCOCK VE

ÜNLÜ YAPITI “PSYCHO”NUN BİLİNMEYENLERİ

Gerilim filmi deyince, akla ilk gelen isim kuşkusuz Alfred Hitchcock oluyor. İlk filmi “No:13”ü, 1922 yılında çeviren Hitchcock, “Kuşlar”, “Vertigo”, “Arka Pencere” gibi filmlerle başarıdan başarıya koşmuş ama asıl ününü “Psycho” yani Sapık filmiyle ka-zanmıştır. Hemen hemen her üniversitede tez konusu olarak verilen film, dönemin ve dönemimizin kült filmleri arasına girmeyi başarmıştır. Böyle büyük bir yönetmenin şaşırılacak yönü ise, hiç “Oscar” ödülü olmamasıdır. Yani akademi tarafından değil halk tarafından sevilmiştir.

Bu ön bilgilendirmeden sonra, Türkçe ismiyle “Sapık” olarak hafızalara kazınan

bir başyapıtın ortaya çıkışını, çekilişini, etkilerini ve bilinmeyenlerini hep beraber inceleyelim. Filmin seri olduğunu bilen de var, tek filmden oluştuğunu sanan da… Bilinçaltında en çok yer eden sahne ise meşhur “duş” sahnesi… Evet, Sapık bir seri… Dört filmden oluşan ve soluksuz izlenen bir seri…

Bilinmeyen 1: Sapık filmi, yazar Robert Bloch’un aynı adlı romanından uyarlanmıştır.

Baş karakterimiz Norman Bates, küçük yaşta annesini zehirleyerek öldürmüş ve hala yaşıyormuş gibi cesedini evin içerisinde

Hemen hemen her üniversitede tez konusu olarak verilen film, dönemin ve dönemimizin kült filmleri arasına girmeyi başarmıştır. Böyle büyük bir yönetmenin şaşırılacak yönü ise, hiç “Oscar” ödülü olmamasıdır. Yani akademi tarafından değil halk tarafından sevilmiştir.

-Ege KÜÇÜKKİPER-

Page 7: Büt Dergisi sayı 4

7

–annesinin kendi odasında- tutmaktadır. Annesini öldürmesinin derin üzüntüsünü yaşayan Norman, kendi kimliğinden sıyrılmış ve annesinin kıyafetlerini giyer-ek cinayet işleyen bir sapığa dönüşmüştür. Genel olarak bu eksen çevresinde olaylarını ören filmin bir diğer bilinmeyen özelliği ise;

Bilinmey-en 2: “Nor-man Bates” karakterinin ismi oluşturu-lurken baz alınan ölçüt, (Nor)mal + man şeklinde olmuştur.

Hitchcock, serinin ilk filmini 1960 sen-esinde çekmiş ve romana son derece sadık kalmıştır. İlk film siyah – beyaz olarak karşımıza çıkmış ve meşhur duş sahnesini barındırmıştır. Norman Bates karakterine ise yine o rolle ünlenen Anthony Perkins can vermiştir. Filmin sonunda 22 yıl akıl hastahanesine kapatılan Norman, ikinci filmin çekilişinden habersizdir. Çünkü;

Bilinmeyen 3: Serinin ikinci filmi-nin çekilmesi için, gerçek hayatta da 22 yıl beklenmiş ve Anthony Perkins 28 yaşından 50 yaşına gelmiştir.

Bu süreç zarfında tüm çekim mekanları (ev – motel), aksesuarlar, kostümler, seslen-direnler ve oyunculardan Anthony Perkins aynı kalmıştır. Konu olarak da özünden ayrılmıyor oluşu, filmin devamlılığını sek-

teye uğratmamış, aynı ilginin görme-sini sağlamıştır. Farklı olan tek bir şey vardır. O eksiklik, filmin can damarıdır. Evet, tahmin edeceğiniz gibi filmin efsanevi yönetmeni Hitch-cock, ne yazık ki 1980 yılında -81 yaşında- yaşa-

ma veda etmiştir. İlk filmin meşhurluğu, bilinçaltına yerleşirliği, gişe oranının yüksek olması ve en önemlisi kendisine daha da şöhret kazandırmasına karşın seri fikrini aklının ucundan bile geçirmemiştir. Sapık adlı filminin haricinde diğer çektiği tüm filmleri de tek başına birer başyapıt özelliği taşımaktadır.

Bilinmeyen 4: Hitchcock, romanın telif haklarını adını vermeden ve gizlice 9.000 dolara almıştır. Ve kitabın bütün kopyalarını piyasadan satın alarak, sonun öğrenilmemesini sağlamıştır.

Günümüzde malum, durum tam tersi yönde. Para ve şöhret ön planda olmasına rağmen çekim ve hazırlık süreçleri özensiz.

Ünlü Yönetmen ALFRED HİTCHCOCK

Page 8: Büt Dergisi sayı 4

8

İyi yönetmen olmanın yolunun, bu tarz maddi ve manevi ölçütlere asla dayandırıl-mayacağının altını usta yönetmen Hitchco-ch sayesinde bir kere daha çizmiş oldum.

Filme geri dönersek; Norman, serinin devam filminde, akıl hastanesinden çıkmış ve evine geri dönmüştür. Her şeyden, özel-likle annesinden kurtulduğunu sanmaktadır. Fakat serinin ilk filminde öldürülen kadının annesi, intikam yolunu seçmiş ve türlü oyu-nlarla Norman’ı tekrar çıktığı deliğe sok-maya karar vermiştir. Yavaş yavaş hastalıklı haline geri dönen Norman, cinayet işle-meye devam etmiş ve yıllardır annesini öldürmenin üzüntüsüyle boş yere yaşadığını anlamıştır. Çünkü öldürdüğü kişi gerçek annesi değildir! Öz annesine kavuşan Nor-man, üvey annesine hazırladığı sonu ona da hazırlamıştır. Ölüsünü gömmek yerine, yine

odasına koymuştur. Film tekrar başa dön-müş, sil baştan olmuştur…

Bilinmeyen 5: Bıçaklama yani cinay-et sahnelerinde, bir karpuza bıçak sap-lanılarak ses elde edilmiştir.

1982 yılında çekilen serinin üçüncü film-inin yönetmen koltuğunda ise, değişmez başrol oyuncusu Anthony Perkins oturmak-tadır. Bu filmde hastalığının düzelmeme sebebi ise; ilk filmde öldürdüğü kadına çok benzeyen bir kadının, Norman’ın işlettiği motelde kalıyor oluşudur. Son film ise, Norman’ın çocukluk yıllarına aittir. Aslında bütün karakteri analiz edebilmek için ge-rekli olan filmdir. Norman evlenmiş, an-nesini kafasından atabilmiş ve mutlu sona ulaşılmıştır.

“PSYCH

O” film

inin m

eşhur “duş” sahnesi…

Page 9: Büt Dergisi sayı 4

9

Çekim türü ve konusu açısından eleştire-bileceğim film, serinin üçüncü filmidir. Diğerleri kadar heyecanlı olmayıp, amatör hatta üçüncü sınıf bir video filmi kıvamında çekilmiştir. Gereksiz ve bir amaca hizmet etmeyen çok sayıda sahne bulunmaktadır. Yönetmen farkının ne kadar önemli bir ölçüt olduğu aşikardır. Ayrıca süre olarak içlerinde en kısa olanıdır. İzlenirlik açısın-dan üç seri olmasını tercih ederdim. Bir bütün olarak Sapık filmi, kesinlikle izlen-meye değer, IMDb puanı 8.6 olan, gerilim türünde verilmiş en iyi örnektir.

Filmin dikkat çekici bir diğer yönü ise müzikleridir. Sırf müzikleri için bile seyre-dilebilir. Hemen hemen sitcom tarzında bir filmdir. Sitcomdan tarzım, komedi ve plato / stüdyo oluşu değil, neredeyse bütün filmin iki mekanda geçişidir. Mekan sayısı az ol-masına rağmen izleyiciyi sıkmayan, serinin sonuna yaklaştıkça önceki filmlerle arasında bağ kuracak nesnelerin oluşu, aradan on yıllar geçmesine karşın seyircinin dikkatini ve ilgisini dağıtmamıştır. Zaten 53 yıl sonra bile bu filmden bahsetmemiz bazı gerçekleri göstermiyor mu?

Filmin ortak yönü: Hem Hitch-cock’a, hem de Anthony Perkins’e şöhret getirmiş ve isimlerinin kalıcı olmasını sağlamıştır.

Hitchcock, bütün filmlerinde olduğu gibi bu filminde de, detaylı bir storyboard çalışması yapmış, cinayet sahnelerinde bile

yalnızca birkaç damla kan göstermiştir. Çünkü kan, bir korku filmine daha çok yakışacak, gerilim filminin doğasına aykırı olacaktır. Sırf bu nedenden dolayı ilk filmini siyah – beyaz çekmiştir. Kan belli olmasın diye… Hithcock’un bir diğer özelliği ise, çektiği bütün filmlerde, birkaç saniyeliğine bile olsa kendisini göstermesidir. Bu filmde ise, 7. dakikada gözükmektedir.

Bilinmeyen 6: “Alfred Hitchcock and the Making of Psycho” adlı Stephan Rebello imzalı bir kitap basılmıştır. İlk kez romandan uyarlanan bir film, film haliyle tekrar bir romana dönüşmüştür.

[email protected]

Alfred Hithcock’un ünlü yapıtı “PSYCHO”nun film afişi

“PSYCH

O” film

inin m

eşhur “duş” sahnesi…

Page 10: Büt Dergisi sayı 4

10

Portre

Korkunun Zihnimizdeki Efendisi

Stephan Edwin King-Müge GÜL-

Page 11: Büt Dergisi sayı 4

11

Stephan Edwin King, yazdığı roman ve sen-aryolarda yıllardır bizi korkularımızla sınayan 1.93 boyunda, 90 kiloluk, çocukluğundan beri gözlük takan bu dev adamın korkularına gelince uçağa binmek, karanlık ve hemen he-men her yazarın ortak korkusu olan Alzheimer.

Maine eyaletine bağlı Portland kentinde 1947 yılının Eylül ayının 21’inde, bulutlu bir pazar günü bir şir-kette satıcı olarak çalışan Donald ve eşi Nelli Ruth King çiftinin 2.oğulları olarak dünyaya gelen bebeğe Stephan Edwin ismi verildi.

Babası o dönem oldukça mali sıkıntılar çekiyor, ailesine bakmak-ta zorlanıyordu. Birikmiş kira borcu ve faturalardan oluşan bir deste zarfla eşini ve oğullarının bırakarak ortadan kay-bolduğunda David 4, küçük Stephan ise sadece 2 yaşındaydı. Nelli Ruth bir dün-ya borç, 2 afacan erkek çocuğu ve terk edilmişlik duygusuyla nasıl başa çıka-cağını pek kestiremiyordu. Bir süreliğine çocukları kız kardeşinin yanına bıraktı. Günde 2 vardiyalı işlerde çalıştı. Gar-sonluk yaptı, bulaşık yıkadı, hatta kendi çocuklarına ayıramadığı zamanı başka çocuklara bakarak paraya çevirmeye çalıştı. Tabii bunun bir bedeli vardı, çocuklarına yeterince ilgi gösteremiyor onları yabancı dadılara emanet ediyor-du. Stephan, 4 yaşındayken bakıcısı tarafından şiddete maruz kalmış, ancak bunu yıllar sonra kendi otobiyografisini yazarken açığa çıkarmıştır.

Öğretmen olarak iş bulamadı... 1958 yılında annesi ve ağabeyi ile birlikte Durham’a taşınan King, burada okula başladı. 1966’da kolejden mezun oldu ve üniversitede İngilizce öğret-menliği okurken, çalıştığı kütüphanede tanıştığı kendisi gibi yazar olan Tabitha ile evlendi. Evliliklerinin ilk 3 yılın-da Naomi Rachel ve Joe Hill isminde

Page 12: Büt Dergisi sayı 4

12

2 çocukları oldu. Stephan için bu yıl-lar oldukça zordu. Öğretmen olarak iş bulamadığı için bir çamaşırhanede işe başlamıştı. Bir yandan çamaşır yıkıyor, bir yandan da geceleri küçük hikayeler yazıp bunları satarak ailesine bakma-ya çalışıyordu. Çamaşırhanede çalıştığı dönemde bir mesai arkadaşı çamaşırları sıkmak için kullandıkları mengeneye iki elini kaptırdı. Bu deneyim daha son-ra yazarın “Men-gene” isimli kitabı-na da esin kaynağı olmuştur. King, kısa öykülerle başladığı yazarlık hayatında “Carrie” ile sağlam bir adım attığında henüz 27 yaşın-daydı. Bu romanı için 2500 dolar avans almış ve en iyi ihtimalle 25-30 bin dolar arası bir para kazanacağını umuyordu. Çamaşırhaneden ayrılıp, öğretmenlik yapmaya başladığının 3.yılı kitabının kabul edildiğiyle ilgili aldığı telefonda bahsedilen rakam tam 400 bin dolardı. Bu da onun 200 bin dolar kazandığı anlamına geliyordu. O dö-nem için bu hayal bile edilemeyecek bir rakamdı. Bu oldukça iyi bir başlangıçtı. 1977 Şubatı’nın 21’inde çiftin 3.co-cukları Oqen Phillip dünyaya geldi. Pek çok şey King ailesi için yoluna girmeye başlamıştı. Ancak çok geçmeden aile bir kayıp verdi. Oğlu ile gurur duyan anne Nelli Ruth kanserden hayatını kaybet-

tiğinde genç sayılacak bir yaştaydı. Küçük oğlu Stephan ise annesini son kez uğurlamaya gelmeden körkütük içmiş, ona bir veda konuşması yapacak kadar bile kendine malik değildi.

Alkol ve uyuşturucu kullanmaya başladı...

İlerleyen yıllarda alkol sorunu çok daha ciddi bir hal alan King, uyuşturucu hap ve kokain kullanma-ya başladı. Sabahlara kadar içiyor, yüksek sesle müzik eşliğinde en derinlerimizde yaşadığımız korkuları satırlarla buluşturuy-ordu. 1990 yılına geldiğimizde yazar düzinelerce roman yazıp, milyonlarca dolarlık bir kazanç elde etmişti. Ancak be-

denen ve ruhen akıl almaz bir değişim ve bozukluk içindeydi. Sonunda eşi Tabitha isyan etti. Ailesini kaybetme korkusu Stephan’a önce kokain ardın-dan uyuşturucu haplar ve son olarak ta alkolü bıraktırdı. 1999 haziran ayının 19’una kadar King hayatına dair pek çok şeyi yoluna koymuş, kötü günleri geride bırakmıştı. Sabah koşuya çıktı, her şey oldukça sıradandı. Birden ne olduğunu bile an-layamadan kendini yerde buldu. Huy-suzlaşan köpeğini sakinleştirmek için gözünü yoldan ayıran bir karavan şoförü ona arkadan çarptı. Bu yazarın hayatın-

Page 13: Büt Dergisi sayı 4

13

da ilk kez onu ölümle karşı karşıya ge-tirmişti. Çocukluğunda bir arkadaşının tren altında kalmasına şahit olmasını saymasak tabii. Olay sonrası kendine gelmesi aylar bulmuştu. Olaydan son-ra eve geldiğinde sessiz ve tepkisizce oturmuş, birkaç saat sonra annesine olanları anlatabilmişti. 240 saatte tam 5 ameliyat geçiren Stephan hayata geri döndü. 5 ay boyunca özellikle ilk bir ayı son derece acılı ve sancılı bir fizyotera-pi gören yazar, doktorların dahi mucize olarak değerlendirdiği bir hızla iyileşti. Hastaneden çıkar çıkmaz ilk işi o kara-vanı satın almak oldu.

Yaşam boyu başarı ödülü aldı... 2000 yılında yazmaya geri dönerek, “Yazma Sanatı” isimli eseriyle kendine ve yazarlığına dair bir özeleştiri yap-an King, okuyucusu ile tekrar buluştu. 38 yıllık yazarlık hayatına 49 roman, 9 öykü kitabı, 11 sena-ryo ve kendi biyografis-ini sığdıran yazar, farklı kategorilerde kazandığı ödüllere 2003 yılında Na-tinal Book Awards(yaşam boyu başarı ödülü) ekley-erek onu genelde yetersiz bulan akademisyenlere kendini bir kez daha kanıtlamış oldu. Bir dönem Richard Bachman takma adıyla da yazarlık yapan King, aynı zamanda tam bir müzik tutkunu ve yerli bir Rockn Roll grubunda gitar çalıyor. Günümüzde Main Üniversitesi’nde

Amerikan edebiyatı ve yazarlık dersleri veriyor. Yazdığı roman ve senaryolarda yıl-lardır bizi korkularımızla sınayan 1.93 boyunda, 90 kiloluk, çocukluğundan beri gözlük takan bu dev adamın korku-larına gelince uçağa binmek, karan-lık ve hemen hemen her yazarın ortak korkusu olan Alzheimer. Hayatta herkes zaman denen o sayısız an döngüsüne bir şekilde iz bırakır. Kimimiz asker olur savaşır ve zaferler kazanırız. Kimimiz hayat kur-tarır, bir diğerimiz insanları eğitiriz. Bazılarımız ise kelimeleri yönetir ve onlardan yeni dünyalar ve karakterl-er yaratırız. Şüphesiz bir yazar için en anlamlı an onun dünyasına dahil old-uğunuz andır. Bu gerçek sihirdir ve Stephan King’te bunu en iyi yapanlar-dan biri. İçinizdeki korkunun kokusunu

alıp, iz süren bir gözcü. Onun görevi kaçtığınız karanlık yüzünüzle karşılaşmanız ve onu yenmeniz için bir şans yaratmaktır. O ortamı yaratır, size silahlarınızı sunar ve bekler. Geri-si tamamen sizin avuçlarınızdadır. Ya hiçbir şey olmamış gibi saklan-maya devam edersiniz ya da kendinize karşı vereceğiniz en büyük savaşı verir o arenadan

kazanan olarak ayrılırsınız. [email protected]

Page 14: Büt Dergisi sayı 4

14

Röportaj -1

‘Vatan haini ilan edildim!’

Niran Ünsal, sanatçı kimliği ile gönüllere taht kurmuş, 8 yaşından itibaren sanatla yoğrulmuş ve günümüze kadar çizgisini bozmadan gelmeyi başarabilmiş, nadir isimlerden biridir.

Kendisiyle yapmak istediğimiz söyleşi için bizi kır-madı. Evinin kapılarını bize açan, egolarından arınmış Ünsal, tüm samimiyetiyle bizi ağırladı. Onun hakkında bilmediklerimi öğrenmek için aklıma takılan bütün soruları, onu bulmuşken sordum. Keyifli bir sohbet ettik kendisiyle…

Aslında herkesin bir kendi gözünde bir de dış gözlerde farklı tanımları, farklı anlamları vardır. Kendi gözünde çok çirkin olan başkasının gözünde çok güzel olabilir ya da bu tam tersi başkasının gözünde çirkin kendi gözünde güzel olabilir… Niran Ünsal ise kendi gözünde kendisini şöyle tanıtıyor: “8 yaşında müziğe başlamış, besteci, söz yazarı aynı zamanda kurumsal bir kimliğe sahip olan bir yapım şirketi sahibiyiz. Eşimle beraber Nü prodük-siyonun iki ortağıyız. Niran Ünsal hem yapımcı, hem prodüktör, bunun yanı sıra besteci ve yorumcu kimliği olan bir müzisyendir.” İşte Ünsal kendini bu şekilde tanımlıyor.

Hep gıpta ile baktığım ünlülerin aslında bizden çok da farklı insanlar olmadığına yakından şahit oldum. Her-kesin farklı çocukluk günleri, çocukluk aşkları ve çocuk-luk arkadaşları vardır. Hepsi çocuklukta kaldı. Acaba Niran Ünsal’ın çocukluk yılları nasıldır diye merak ediyordum. Niran Ünsal çocukken nasıl hayaller kur-muştu ve bu hayalleri gerçekleştirebilmiş miydi? Kendi ağzından dinleyelim Niran Ünsal’ın çocukluk yıllarını ve hayallerini. Ünsal, “Çocukluğumda hayal kurmaya çok fırsatım olmadı. Çünkü ben çok küçük yaşlarda evin ikinci annesi olarak annem tarafından bir sorumluluk

-Mısra YILDIZ-

Page 15: Büt Dergisi sayı 4

15

bilinciyle yetiştirildim. Dolayısıyla evin temizliği, yemeği vesaire bana aitti. Çünkü 3 kardeşiz biz. En büyük abim, sonra ben, bir de kız kardeşim var. Evin ilk kız çocuğu olmam sebebiyle, annem de çalıştığı için doğal olarak evin ikinci annesi ilan edildim. Sorumluluklarım çok fazlaydı. Bir evin dönmesi için ne gerekirse o sorumlulukların bilincinde olarak yetiştim. Çocukken çok fazla hayal kuramadım.”di-yor. Çocukluğu anlaşılan sokakta evcilik oynayarak geçmemiş. He tabi çocukluktan aldığı tecrübeyle hem işi hem de evini idare etmekte zorlanmıyor.

“Çocukluklarını benden daha iyi yaşadılar.” Zor bir çocukluk dönemi geçiren Niran Ünsal’ın kendi çocukluğuyla çocuklarının çocukluğunu karşılaştırmasını istedim. Ne gibi farklar var acaba diye de merak etmiyor değildim. Sanki çocukluk yıllarını özlercesine Ünsal, bir iç çekip anlatıyor, “Dağlar kadar fark var. Onlar bir parça daha kendi çocukluklarını yaşayabilecek kıvamda bir hayat için-deler. Onlara hiçbir zaman okudukları için herhangi bir sorumluluk yüklemedim. Evin işi vesaire yani bir evin dönmesiyle ilgili olan hiçbir konuda. Yeri geli-yor yataklarını bile toplatmıyorum. Sadece okusun-lar. Onlar çocukluklarını benden daha iyi yaşadılar, yaşıyorlar.” Ünsal çocuklarının okumasına her anne baba gibi önem veriyor. Ünsal devam ediyor, “Çocukluklarımızı karşılaştırdığımda çok fazla ben-zerlikler yok. Fakat benzer huylarımız var. Genetik aktarım var öncelikle. Çocuklarım yaramaz değildir. Hiç değil hem de. Aklı başında çocuklar ve çocuk-larımdan yana hiçbir şikayetim yok. En büyüğü Hande, 21 yaşında İTÜ’de. Ama onun hiçbir döne-minde, dersin bitsin yemek yap gibi bir şey söyle-medim. Benim için önemli olan öncelikle onların okulları. Zaten ileride hayatlarını kurdukları zaman bu sorumlulukları fazlasıyla alacaklar. O yüzden şuanda gerek duymuyorum. Mesela Hande, çok gü-zel yemek yapar. Ama ne zaman yapar? Genelde tatil dönemlerinde. Evde yemek pişmesi gerekiyorsa ya ben yaparım ya da yardımcımdan isterim. Hande’nin keyfi yerindeyse ve içinden geliyorsa yemek yapar. Yani mecbur olduğu için yapma gibi bir durum söz konusu değildir.

“Çalışan her anne babanın sorunu aynı.”Demiştim ya çocukluktan aldığı tecrübeyle hem işi-ni hem evini idare etmekte zorlanmıyor diye... Ama ben yinede sormak istedim mesleği yani sanatçılığı çocuklarına vakit ayırmasını zorlaştırıyor mu? Buna da şöyle cevap veriyor Ünsal, “Yok, ben öyle düşün-müyorum. Çünkü çalışan her anne babanın sorunu aynı. Avukat olan bir anne baba için de geçerli, hastanede çalışan bir doktor -kadın ya da erkek- hiç fark etmez anne baba için de geçerli. Eğer hayat için ve yaşamak için para kazanmak gerekiyorsa ki bu böyle gerçekten istediğimiz gibi yaşamak için para kazanmak zorundayız. Dolayısıyla bu bizim işimizin gereği. Bu, iş hayatında olan herkesin ortak sorunu.” Ünsal, çocuklarıyla 24 saat zaman geçirme-kten sıkılacağını söylüyor. Bunu da çocuklarının gözünden “kendi yaşıtımı ararım” diyerek haklı bir nedene bağlıyor. “Ben şunun da doğru olmadığını düşünüyorum. Ben çocuğumla 24 saat vakit geçirsem çok mu mutlu olacak? Ben sıkılırım. Yani annemle babamla oturup 24 saat zaman geçirmekten sıkılırım çünkü kendi yaşıtımı ararım. Çocuk bilinci bunu öngörür. Her şeyin bir zamanı olmak zorun-da. Mesela çocuklar denize girmek isterse, bu ancak yaz döneminde olabilir. Belli kurallarım vardır. Çocuklarımla gerektiği kadar ilgileniyorum. Kaliteli zaman geçirmek önemli olan.”diyor Ünsal.

Yanlış anlaşılmaktan korktuğunu ifade eden Niran Ünsal, röportaja yardımcısı Şermin Hanım’la devam etmek istedi.

Konuşmamıza Ünsal’ın yardımcısı da katılmışken ona da soru sormadan geçemezdim. Acaba Şermin Hanım’ın evdeki Niran Ünsal ile ekranlarda gördüğü Niran Ünsal arasında farklılıklar görüyor mudur? Şermin hanım süper farklılık olduğunu söylüyor ve devam ediyor: “Dört dörtlük bir anne, eş, bir ark-adaş. Evde olduğu sürece eşine ve çocuklarına zaman ayırıyor. Zamanının çoğunu hafta içi evin üst katın-daki ofisinde geçiriyor.”

Aslında son zamanlar çoğu insanın yaptığı home ofis uygulamasını Niran Ünsal da yapıyor. Peki ama neden home ofis sistemini tercih etti. Bu soruma da

Page 16: Büt Dergisi sayı 4

16

şöyle cevap veriyor Niran Ünsal, “Berlin’de bir karı koca arkadaşımın, bir temizlik şirketleri olduğunu öğrendim ve onların evinde misafir kaldım. Onların yarattığı bir sistem. Hem çocuklarınızla aynı çatı altındasınız, hem evinizle ilgili herhangi bir eksiğe yetişebiliyorsunuz. Yapım, organizasyon, mena-jerlik, basın-pr hepsi aynı çatı altında. Dolayısıy-la hem zamandan, hem benzinden, hem gıdadan tasarruf ediyoruz. Her şeyi tasarruflu bir biçime dönüştürdük. Hem işçiyiz, hem patronuz.”

“Zor olan şeyleri seviyorum.” Çocukluktan beri ne kadar annelik tecrübesi olsa da yorulur insan diye düşünüyordum. Hem işçi hem patron hem anne hem eş olmak yoruyor mudur? Bunu kendisine de sorarak aslında yanlış düşündüğümü anladım. Ünsal, “Ben zor olan şeyleri seviyorum. Karakter olarak kolay iş sevmiyorum. Yemek yaparken bile. Gece yarısı eşimin canı çiğ börek istediyse, saat iki bile olsa, o enerjim var-sa, hasta değilsem, bir konserden gelmiş değilsem tabii ki oturur iki dakikada hamurumu tutarım, açar, yaparım. Çocuklarımı memnun etmek için de yapamayacağım şey yoktur. Ben her türlü fedakarlığı yapmaya hazırım.”diyor.

Ünlü isimler genelde şehrin içinde, bilindik duyulduk o güzel sahil kenarlarında ya da ilçelerde otururlar. Ama Ünsal evini şehrin dışında seçmiş. Bunun belli sebepleri olduğunu düşünüyorum. Şehrin dışında olmasının sebeplerini sorduğumda “Avrupa yakasının yeşilliği az, binalar uzun, hava kirliliği fazla. Çocuklarımı öyle bir ortamda ye-tiştirmek istemiyorum. Doğayla iç içe olmaları gerek ve temiz havaya ihtiyaçları var. Sütümüzü ineğin, yumurtamızı tavuğun altından getirtiyoruz. Benim hep hayalimdi böyle bir yerde yaşamak.”cevabını veriyor.

Bugün etrafımıza baktığımızda herkes bir san-atçı rolüne bürünmüş durumda. Televizyonda bir kere görünmüş olan bir insan bile daha sonradan kendini ünlü gibi gösterip sanatçı ilan ediyor. Bu konuda Niran Ünsal ‘‘Günümüzde Türkiye’de san-atçı denince akla maalesef herkes gelir oldu. Sadece

güzel kadın ya da güzel adam olmakla bizim ülke-mizde bir gecede şarkıcı olan, bir gecede müzisyen olan, hatta ve hatta sanatçı olan insanlar var. Sanatçı üretendir. Ama maalesef ülkemizde herkese sanatçı der olduk.” Niran Hanım sanat işini haklı bir şekilde yetenek olarak işi olarak görüyor. Bildiğim kadarıyla çocukları bu tür yeteneklere sahip. Peki çocuklarının sanatçı ya da oyunculuk ve benzeri kamera önünde olan bir meslek-te görünmesine nasıl bakıyor? Ünsal’ın görüşü “Yetenek çok önemli; fakat bu yeteneğin içi boş olursa hiçbir işe yaramaz. Ye-teneği çok küçük yaşta keşfetmek önemli, bu yeteneğin içi-ni doldurmak daha da önemli. Çocuklarımın yeteneği var. Büyük kızım öğrenci ve keman çalıyor, annemi örnek alıyor. Anneannesi gibi öğretmen olmak istiyor, kon-servatuarlara öğrenci yetiştirmek istiyor. Şeker’in resme yeteneği var. İbrahim Bey ile küçük kızımı hafız yetiştirmeyi düşünüyoruz. Aileden bir de hafız çıksın istiyoruz.’’şeklinde.

Her mesleğin kendine göre zorlukları var elbette. Birde sanatçı kimliği taşıyan insanların meslekteki zorluklarını bilmek lazım. Müzik sektörünün ne gibi zorlukları vardır diye merak ediyorsanız Niran Ünsal’ı dinleyelim. ‘‘Avantajları da dezavantajları da kendi içinde barındıran bir meslek bu. Ülkemizde çeteleşmeler var. Örnekle açıklamak istiyorum. Ben bir yapım firmasıyım. Benim aynı zamanda radyom ve televizyonum var, gazetem ve dergim de var ve bünyemde çalışan sanatçılarım var. Bu da tekelleşm-

Page 17: Büt Dergisi sayı 4

17

eye giriyor. Sadece kendi sanatçına prim veriyorsun. Televizyonun var, radyon var, gazeten var, güçlüsün ve ondan sonra da o insanlar sanatçı oluyorlar.’’

Niran Ünsal pop müziğin önemli isimlerinden kuşkusuz. Aynı zamanda ismi pop müzikte bir marka. Markalaşmak, ‘‘Çok ciddi özveri ve feda-karlığa borçluyum. Allah’ın bana bahşetmiş olduğu

yeteneklerime borçluyum. Ailem-den bana kalan en büyük miras olan genetik aktarıma borçluyum. Bir-likte yürüdüğüm eşime borçluyum. Çocuklarıma, aileme borçluyum. Hayranlarıma borçluyum.’’diyor Ünsal.

“Biz hiçbir zaman arkadaş ol-madık.” Minik Serçe Sezen Aksu ile ark-adaşlığınızın bozulduğu zamanlar vardı. Bu konuyu televizyonda birçok kez duyuldu. Bu konuyu daha fazla uzatmamak gerektiğinin farkın-dayım. Fakat bunu kendisine sora-madan da edemedim. Aldığım cevap da beni yetirince tatmin etti. Niran Ünsal, ‘‘Bu konuyla ilgili çok fazla konuşmak istemiyorum. Sonuç iti-bariyle Sezen Aksu benim arkadaşım

değil, benden çok büyük, çok sevdiğim bir san-atçı. Bu biraz özel bir konu olduğu için.. Biz hiçbir zaman arkadaş olmadık Sezen Hanım’la. Ben onun hayranıydım hala da hayranıyım.’’

Her konu hakkında onun görüşlerini merak ettiğimden her türlü soruyu sordum. Daldan dala atlamış gibi oldum ama Niran Ünsal’ı bir kez yaka-lamışken bırakmamak gerek. Dedim ya her konuda fikrini almak istiyorum. Ülkemizdeki magazini sor-dum kendisine. Niran Ünsal eskiye göre daha ılımlı bir magazin olduğu görüşünde. ‘‘Eskiye göre biraz daha ılımlı bir duruma geldi. Artık haberlerde bile magazin izler olduk. Gerektiği kadar olmalı. Gel-geç bir şey magazin. Bu işin içinde olmama rağmen çok

da umursamadığım bir şey. Magazin tabii ki olmalı. Ancak mecburi olarak gazeteyle evlere girmemeli, kişiler isterse magazin dergileri satın alarak takip etmeli. Güncel olan şeyleri artık internetten de takip eder hale geldik. O yüzden istediğiniz bilgiye, iste-diğiniz yer ve zamanda ulaşabiliyorsunuz.’’

“Vatan haini bile ilan edildim!” Benim için en önemli konulardan biri Ahmet Kaya şarkılarının seslendirmesinden sonraki süreçti. Bilindiği üzere Ünsal, vatan haini ilan edilen Ahmet Kaya’nın şarkılarını seslendirdi. Bu durum insan-lar tarafından ve sanatçılar arasında aynı tepkiyle karşılanmamıştır elbette. Bir sanatçının şarkılarını hele o Ahmet Kaya ise ülkesinden kovulmuş bir san-atçı, seslendirdiği için zorluklar yaşamıştır. Vatan haini ilan edilen bir sanatçının şarkılarını seslen-dirdiği için elbette olumsuz tepkiler de almıştır. Ama bu yaşadığı dönemi kendi ağzından duymak istedim. Ünsal, ‘‘Hem olumlu hem olumsuz tepkiler aldım. Sanatçı olmanın verdiği sorumluluklar var; ancak sıkıntılar yaşadım. Çok uzun bir zaman vatan haini bile ilan edildim! Herkes beni PKK’lı ilan etti ülkede. Konserlerim iptal edildi. Bunlar bu işin cilveleri. Ama yılmadım. Sonuç itibariyle beni bilen biliyor, bilmeyen de bilmeyiversin.’’diyor.

Her insan elinden geldiğince başkalarına yardım etmeyi ister. Özellikle de ünlü isimler çok faydalı sosyal sorumluluk projelerine imzalarını atıyor-lar. Niran Ünsal’ın da bu yönde bir projesi var. Pek dillendirmekten hoşlanamasa da ben biraz bahsed-eyim. Herhangi bir ücret almadan konserler veriyor. Ve ilk kez benimle paylaştığı, internet sayfası üzerin-den yürüteceği bir projesi var. Kendi internet say-fasında s.o.s diye bir bölüm açarak, sahne kostüm-lerini, ayakkabılarını, takılarını ve buna benzer özel aksesuarlarını haftanın bir günü niranünsal.com.tr’de satışa çıkartacak. Haftanın bir günü, dünyanın her yerinden açık artırmayla bu eşyaları satıp bur-dan gelen paraya hiç dokunmadan sosyal sorumlu-luk projelerine yatıracak. Bizim de çorbada tuzumuz olsun diye sizlere bu proje hakkında buradan bilgisi-ni vermek istedik.

Page 18: Büt Dergisi sayı 4

18

Foto Haber

Minibüslerin kültürümüzdeki yeri yadsınmaz bir gerçek. Minibüsler deyince akla gelen elbette arabesk müziği ve der-beder şöforleri. Şimdilerde pek olmasa bile eski zamanlarda minibüsün arkasını kaplayan arabesk müziğin ‘baba’ların poster-leri. Minibüsün dikiz aynasında sallanan tesbihler ve “son durak kara toprak” hayat dersi veren özlü sözleri unutmamak gerekir. Belediye otobüslerinin olmadığı yerlerde minibüsler hep hazırdır. Bir de minibüsçülerin sıcak kanlı konuşmalarını unutmayalım. Bi-zlerin en çok tercih ettiği araç olma özelliğiyle de kültürümüzde yeri hep ayrıdır. Son zamanlarda yapılan bazı çalışmalarla minibüslerin mesefaleri kısaltılarak yollardan çekilmeye zor-lanıyor. Bu ay ki sayımızda yollardan çekilmeye zorlanan toplu taşıma araçları olan minibüslerin fotoğraflarını çekip sizler için derledik…

Kültürümüzün yadsınmazı MinibüslerFotoğraflar: Mustafa DOĞAN

Page 19: Büt Dergisi sayı 4

19

Page 20: Büt Dergisi sayı 4

20

Page 21: Büt Dergisi sayı 4

21

Page 22: Büt Dergisi sayı 4

22

Page 23: Büt Dergisi sayı 4

23

Page 24: Büt Dergisi sayı 4

24

Page 25: Büt Dergisi sayı 4

25

Page 26: Büt Dergisi sayı 4

26

Spor

Dinis Aveiro ve Dolares dos Santos çiftinin 4. ve son çocuğu olan Cristiano Ronaldo dos San-tos Aveiro, 5 Şubat 1985 tarihinde Portekiz’e bağlı Madeira adasının Funchal bölgesinde dünyaya geldi. Halası ona Cristiano ismini uygun görmüştü. An-nesi ve babası ise Amerika Birleşik Devletleri 40. Başkanı Ronald Reagan’ın isminden etkilenerek oğullarının ikinci ismini ‘’Ronaldo’’ olarak belirle-diler. Cristiano’nun annesin mesleği aşçılık, babasının ise bahçıvanlıktı. Dinis Aveiro, bahçıvanlıktan kalan boş zamanlarında Santo Antonio’da amatör bir futbol takımı olan CF Andorinha’da malzemecilik görevi yapıyordu. Aynı zamanda Cristiano’nun kuzeni Nuno da Andorinha kulübünde futbol oynuyordu. Nuno’nun daveti üzerine Cristiano, babasıyla birlikte Andorinha’nın birkaç maçını izlem-eye gitti. Babasının da çabalarıyla Cristiano, henüz 6 yaşındayken Andorinha kulübü ile birlikte antrenmanlara çıkmaya başladı. 9 yaşına geldiğinde ise kulübü ona lisans çıkardı. Genç Portekizli’nin başarılarla dolu futbol kariyeri böylece başlamış oldu. Cris-tiano’nun Andorinha kulübündeki ilk an-trenörü olan Francisco Afonso, “Hızlı, teknik ve iki ayağını da harika kullanabiliyordu.

Zayıftı ama yaşıtlarına göre daha uzundu. Her zaman topu kovalardı. Doğuştan yetenekliydi ve sahaya damgasını vurmak isterdi. Oynayamadığı zamanlarda çok üzgün olurdu.” sözleriyle onun futbola başladığı ilk zamanlardaki halini özetliyordu. Andorinha kulübü başkanı Rui Santos’un paylaştığı anı ise oldukça etkileyici, “Andorinha, Camacha ile oynuyordu. O zaman için adadaki en güçlü rakibi-

ydi. İlk yarı bittiğinde Andorinha 2-0 gerideydi. İkinci yarıda Ronaldo oyuna girdi ve 2 gol attı. Maçı 3-2 kazandılar. O sa-hadayken yıldız olduğunu çok kolay anlardık. Diğer çocuklardan çok daha üst seviyede oynuyordu. Kay-betmekten nefret eder ve bu olduğunda da öfkesin-den ağlardı.” Arkadaşları ona kaybetmeye tahammül edemeyip ağladığından dolayı ‘ağlayan bebek’ ve çok çalışkan olduğundan ‘küçük arı’ lakabını tak-mıştı. Andorinha, güçsüz

Portekizli çelimsiz, kıvırcık saçlı çocuğun Madeira Adası’ndan, Madrid’e uzanan büyüleyici öyküsü... O çocukken sokakta “Figo” olarak gol atıyordu, şimdi ise dünyanın her yerinde, sokakta top oynayan çocuklar “Cristiano Ronaldo” ismiyle gol atıyor .

Cristiano Ronaldo dos Santos Aveiro-Efe KARASU-

Page 27: Büt Dergisi sayı 4

27

bir takımdı ve Cristiano, takımı ligin güçlü takım-larıyla oynayacağı maçlarda sahaya çıkmak istemi-yordu. Çünkü yenileceklerini biliyordu ve buna tahammül edemiyordu. Oğlunu çok iyi tanıyan Di-nis Aveiro, onu sahaya çıkması için ikna edebileceği sözcükleri çok doğru bir şekilde yanyana getirmişti, “Sadece zayıflar pes eder.”

Madeira’dan ayrılık vakti... Cristano’nun hayatı yavaş yavaş futbol olmaya başlamıştı. Andorinha adına yaptığı an-trenmanlar ve maçların yanı sıra sokakta da futbol oynuyordu. Aveiro ailesinin Madeira’daki evi dik bir yokuşun üzerindeydi ve o bütün gün o yokuşta tüm gücünü futbol için harcıyordu. Cristia-no’nun yetenekleri artık dile gelmeye başlamıştı. 1995 yılında Madeira’nın yerel kulüplerinden Maritimo ve Nacio-nal Madeira onunla ilgilenmeye başladı. Andorinha kulübü Cristiano için ilk transfer görüşmesini Mari-timo ile gerçekleştirdi. Küçük ayrıntılar yüzünden bu transfer suya düştü. Daha sonra o dönemde Portekiz 2. Ligi’nde mücadele eden Nacional da Madeira kulübü yapılan görüşmeler sonucunda Cristiano’yu transfer etti. Ağlayan bebek, 10 yaşında siyah beya-zlı formayı sırtına geçirdi ve takımıyla birlikte 12 yaş altı bölgesel gençler şampiyonasını kazandı. Bu Nacional da Madeira kulübünün tarihinde bir ilkti ve bu başarının mimarlarından biri de Cristiano idi. 1997 yılında Dedesi Fernao Sousa, onu Portekiz’in büyük kulüplerinden Sporting’in denemelerine katıl-ması için Lizbon’a götürdü.

Cristiano, o zamana kadar hayatında hiç uçağa binmemişti hatta hayatını sürdürdüğü Madeira adasının dışına dahi hiç çıkmamıştı. Denemel-ere katılmadan önceki gün oldukça heyecanlıydı ve gözüne uyku girmedi. Cristiano, deneme günü sahaya çıktığında Sporting takımının antrenörlerin-den Cardoso ve Osvaldo Silva, onu fiziksel olarak yetersiz buldular. Ta ki topu ayağına alıncaya kadar... Çelimsiz, kıvırcık saçlı çocuğun etkileyici mezi-

yetlerini gören antrenörler, onun özel bir yetenek olduğunu anladı ve adının yanına şu notu düştüler: “Olağanüstü bir yeteneğe ve tekniğe sahip. Özel-likle hızlanma ve topa falso vermekte çok başarılı. Topun hareket halinde ya da durgun olması farket-miyor. Birçok pozisyonda oynayabiliyor. Mental olarak da çok güçlü.” Sporting Futbol Akademisi’nin

başındaki, Luis Figo’yu keşfeden Aurelio Pereira da Cristiano’daki potansiyeli gördü ve onu ertesi gün yapılacak olan idmana dav-et etti. Portekizli yetenek avcısı ikinci idman sonrası Cristia-no’nun yeteneklerine ikna oldu ve onun yeşil beyazlı formayı sırtına geçirebilmesi, Nacional da Madeira ile Sporting Lizbon ekiplerinin anlaşmalarına bağlı kaldı. Bu transferin, kulüpler arasında mali aşamasının yanı

sıra bir başka sorun daha vardı. Öyle ki 12 yaşındaki bir çocuğun Madeira’daki ailesinin yanından ayrılıp Lizbon’a taşınması oldukça zor bir olaydı. Madeira daha mütevazi bir kent iken, oradan Lizbon’a gidip baş döndüren bu şehre adapte olmak yetişkin bir insan için bile oldukça zordu. Ama Cristiano farklı bir çocuktu ve onun özgüveni inanılmazdı. Sporting onu, o dönemde Nacional’e gönderdikleri Fran-co’nun yetiştirme bedeli olan 25 bin Euro karşılığın-da transfer etti. 12 yaşındaki bir çocuğun transferi için Sporting’e 25 bin Euro ödeten Aurelio Pereira için deli diyenler çoğunluktaydı ama bu çoğunluğun Cristiano’yu çıplak gözle hiç izlemediği belliydi.

Hayal kurdu ve iyi bir futbolcu olacağını biliyordu... Ailesini, arkadaşlarını, çocukluğunu kısacası her şeyini ona veren Madeira’dan 12 yaşında ayrıl-mak Cristiano için kolay olmadı. Lizbon’da zor zamanlar geçirdi. Yaşıtlarının sabah kalktığında yatağını toplaması gerekmiyordu ama onun ken-dine ait sorumlulukları vardı. Madeira’dan daha önce Sporting’in denemelerine gelen 15-16 yaşın-daki çocuklar ikinci antrenman sonrası evlerine dönmek isterken o Lizbon’da kalıp savaşmayı seçti

Page 28: Büt Dergisi sayı 4

28

ve Sporting’in genç oyuncularının eğitim gördüğü Alcochete futbol okuluna katıldı. Madiera özerk bir bölge olduğu için Cristiano’nun aksanı diğerlerinden hemen ayırt ediliyordu ve bazı çocuklar bu yüzden onunla dalga geçiyorlardı. Kendisiyle alay ettiği için okulda bir öğretmenine sandalye bile fırlattığı oldu. Ailesi Cristiano’nun iyi bir çocuk olduğunu biliyordu. Buna rağmen kulaklarına gelen bazı haberler on-ları endişelendirdi. Fırsat buldukça oğullarının yanına gidip ona destek oldular. 15 yaşına geldiğinde doktorlar Cristiano’ya kalp çarpıntısı tanısı koydu. Kalbindeki bu problem onu çok sevdiği fut-boldan sonsuza dek ayırabil-irdi. Annesinin onayıyla has-taneye yatırıldı ve ameliyatla kalbinde soruna yol açan bölge lazer operasyonuyla yakıldı. Taburcu edildikten birkaç gün sonra antren-manlarına kaldığı yerden devam etti. 16 yaşına geld-iğinde Sporting ile profesyonel sözleşme imzaladı. Bu onun okulunu bırakıp kendisini futbola adaması anlamına geliyordu. Sözleşmeye imza attıktan son-ra Portekiz 17 Yaş Altı Futbol Takımı’na çağırıldı. Burada ülkesi adına 9 maçta 6 gol kaydetti. Cristiano kendisiyle dalga geçen çocukların gözlerinin önünde yükselmeye devam ediyordu. O günlere dair bir anısını anlatırken şöyle diyordu, “Sporting’deyken antrenmanda yaptığım bir şey yüzünden cezaland-ırıldım. Akşamında çöpü aldım. Ve bütün çocuk-ların olduğu yerden salona kadar yürümek zo-runda kaldın. Sonra çöp kutusuna ‘Ferrari’ ismini verdim. Ne zaman ceza alsam oradan geçmek zorunda kalırdım ve çocuklar benimle dalga geçip araba sesleri çıkartarak Ferrari geçiyor diye dalga geçerlerdi. Bundan hoşlanmazdım. Benimle dalga geçenlerin bazılarıyla zaten iyi anlaşamıyordum. Bir gün onlara döndüm ve onlara gülmeye devam edin, bir gün gerçekten Ferrari’m olacak dedim.” Kendinden bu kadar emin olan bir çocuğun Sport-ing adına yaptığı şeyler hiçte şaşırtıcı değildi. 2002 yılında yeşil beyazlı forma ile Moreirense’ye karşı

çıktığı maçta 2 gol birden atan Cristiano, aynı za-manda Sporting tarihinin en genç golcüsü unvanını da almış oluyordu.

Teknik direktör Laszlo Boloni’nin, lig maçında şans verdiği genç futbolcusunun attığı gollerden

sonraki mutluluğu gözlerin-den okunuyordu. Genç yaşta şans bulmak Cristiano’nun yükselişini hızlandırdı. Attığı iki gol sonrasında Portekiz gazetelerinde manşetleri süsledi. Cristiano’nun annesi bu durumdan oldukça hoşnut-tu. Çünkü oğlu, kendisinin tuttuğu takım olan Sporting formasıyla yükseliyordu ve hayranı olduğu Luis Figo’nun izinden emin adımlarla gidi-yordu. Babası ise, oğlunun bu önemli maçın sadece özetini izleyebilmişti. Bu maç sırasın-

da Andorinha’nın da maçı olduğu için, oğlunu radyodan takip eden baba Ronaldo, “Oğlum An-dorinha’ya kiralık olarak gelirse, onu daha rahat takip edebilirim” sözleriyle oğlunun o dönemki yükselişini özetleyecekti. Cristiano, 1 sezon içinde Sporting U-16, U-17, U-18, B-takımı, ve A takımın-da oynayan ilk ve tek oyuncu oldu. 2002-2003 yılları arasında da Portekiz 20 Yaş Altı Futbol Takımı adına mücadele etti. Burada ise 5 maça çıkıp 3 gol kaydetti.

Ferguson’un elinde bir yıldız büyüyor... 2003 yılının ara transfer döneminde teknik direk-tör Laszlo Baloni, Lyon’un ünlü Fransız forvet oyu-ncusu Tony Vairelles’i transfer etmek istedi. Ancak Lizbon ekibinin bu transfer için yeterli bütçesi yoktu. Lizbon, Lyon kulübüne Tony Vairelles’in bonservisi karşılığında yetenekli genç oyuncularından Cristia-no’nun bonservisini teklif etti. Bu teklif Lyon tarafın-dan reddedilince Cristiano’nun Fransa serüveni henüz başlamadan bitti. 2003 yazında Estádio José de Alvalade’nin açılışında Sporting, Manchester United ile bir hazırlık maçı yapacaktı. Aurelio Perei-ra, bu karşılaşmadan önce Ricardo Quaresma’yı ve

Page 29: Büt Dergisi sayı 4

29

Cristiano’yu Manchester ekibine önerdi. O dönemde ikisi de yıldız adayıydı fakat Cristiano, Quaresma’nın yedeğiydi ve yetenek avcılarının gözü Quaresma’nın üzerindeydi. 6 ağustos 2003’te oynanan karşılaşmayı 3-1 Sporting kazandı. Maçtan sonra konuşulan tek şey Cristiano idi. Roy Keane başta olmak üzere tüm Manchesterlı oyuncular, Alex Ferguson’a ‘Ronal-do’yu mutlaka almalıyız’ diye baskı yaptılar. Sir, o gün kendisini etkileyen 28 numaralı formayı giyen çocuğu transfer etmeyi kafasına koymuştu. Cristia-no, bu karşılaşmadan 6 gün sonra 17.500.000 Euro karşılığında Manchester United’a transfer oldu. Bu transferle beraber Manchester United ekibinde forma giyen ilk Portekizli futbolcu oldu. Manchester United’da, Sporting’de de giydiği 28 numarayı gi-ymek istedi. Ama Alex Ferguson, onun 7 numarayı giymesini istiyordu. Bu Ferguson’un Cristiano’ya verdiği önemi gösteriyordu. Öyle ki 7 numaralı formayı ondan önce George Best, Eric Cantona, David Beckham gibi efsane futbolcular terletmişti. Bu ona ekstra motivasyon kaynağı oldu. Cristiano kırmızı formayı ilk kez 2003 yılında ligin ilk maçın-da Bolton Wanderers’ı 4-0 yendikleri maçta giydi. Kırmızı şeytanlar adına ilk golünü Portsmouth’u 3-0 yendikleri maçta frikikten kaydetti. 2003 yılında Portekiz A milli takımı adına ilk defa Kazakistan’ı 1-0 yendikleri maçta oynadı.

2003-2004 sezonunda Manchester United, ligi 3. sırada bitirmesine karşın Ronaldo’nun da gol attığı karşılaşmada Millwall’ı farklı geçip Federa-syon Kupası’nı aldı. 2004 Avrupa Şampiyonası A Grubu ilk maçında, Yunanistan’a 2-1 yenildikleri karşılaşmada 1 gol kaydetti. Çeyrek final maçında Hollanda karşısında 1 gol 1 asistle oynayarak ülkesi-ni finale taşıdı. Cristiano, Portekiz’in finalde Yunan-istan’a kaybetmesini engelleyemedi. Engel olamadığı tek şey finalde kaçan şampiyonluk değildi, ağlayan bebek gözyaşlarına hakim olamadı. Maç sonunda yeşil sahada hüngür hüngür ağlıyordu ve onu teknik direktörü Scolari teselli ediyordu. 2004-2005 yıl-ları arasında yapılan Dünya Kupası Elemeleri’nde 7 gol atarak en golcü ikinci futbolcu oldu.2005-2006 sezonunda taraftarların oylamasıyla, ilk ödülü olan FIFPro Special Young Player of the Year ödülünü

kazandı. 6 Eylül 2005 tarihinde ise çok sevdiği babasını kaybetti. 2006 Dünya Kupası’nda Portekiz Milli Takımı adına 1 gol kaydederken Portekiz çey-rek finalde İngiltere’ye elendi.

Cristiano, 2006 yılının Kasım ve Aralık ayında artarda Barclays Ayın Futbolcusu şerefine erişti. Dennis Bergkamp ve Robbie Fowler’dan sonra Pre-mier Lig tarihinde bu şerefe ulaşan 3.futbolcu oldu. 2006-2007 sezonunun sonunda takımı ile İngiltere Kupası’nı kazanırken “FIFPro Special Young Player of the Year” ödülünü de tekrar kazandı. 2006-2007 sezonunda yaptığı gibi 2007-2008 sezonunda da İngiltere’de hem yılın futbolcusu hem de yılın genç futbolcusu seçildi. Böylece 1977’de Andy Gray’den sonra bu ödüllerin ikisini de aynı sene içinde almayı başaran ilk sporcu oldu. İngiltere’de Taraftarların Oyuncusu ödülünü de kazanarak o sezonda ödülleri üçlemiş oldu. 2007 Ballon d’Or’ı Kaká’nın ardından ikinci, FIFA Dünyada Yılın Futbolcusu ödülünde Kaká ve Lionel Messi’nin ardından 3. oldu. Aynı yıl Portekiz Milli Takımı kaptanılığına getirildi. Real Madrid’in kendisiyle ilgilendiği haberlerinden sonra kendisini Manchester United tarihinde en fazla kazanan futbolcu yapan haftalık 120000 ster-linlik ve 5 senelik kontrata imza attı. Sezon sonun takımıyla beraber Premier Lig şampiyonluğunu ve FA Community Shield kupasını kazandı. 2008’de, Bolton’u 2-0 yendikleri maçta takımının iki golünü de attı ve ilk defa Manchester United’ın kaptanlığını yaptı. Attığı ikinci gol, Ronaldo’nun o sezon attığı 33. goldü. Böylece 1967–68 sezonunda attığı 32 golle George Best’e ait olan 40 senelik rekoru kırmış oldu. O sezon toplamda 41 gol atarak bu rekoru geliştirdi ve Premier Lig’de 31 gol ile gol kralı oldu. Bu süper gol serisi Cristiano’ya 2007–08 sezonu Avrupa Altın Ayak-kabı

Page 30: Büt Dergisi sayı 4

30

Ödülü’nü kazandırırken bu performans Manches-ter United’ın yeniden Premier Lig şampiyonluğuna ulaşmasını da sağlıyordu.

UEFA Şampiyonlar Ligi Finali’nde Chelsea’ye karşı Manchester United penaltıları 6-5 kazandığı maçta 1 gol atıp 1 penaltı kaçırarak maçın adamı seçildi. Johan Cruyff, yaptığı bir röportajında: “Ronaldo, Manchester United tarihindeki iki harika futbolcu George Best ve Denis Law’dan daha iyi bir futbol-cudur.” demişti. Stoke City’yi 5-0 yendikleri maçta Cristiano, Man-chester United forması altında oynadığı tüm müsabakalardaki 100. ve 101. golünü attı. Böylece Premier Lig’te-ki mücadele eden tüm takımlara gol atmış oldu. 2008 yılında Ballon d’Or ödülünü kazanarak 40 sezon sonra bu ödülü kazanan ilk Manchester United’lı futbolcu oldu. 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası’nda Portekiz adına mücadele etti ve takımı çeyrek finalde Almanya’ya elendi. 2008-2009 sezonunda FIFPro Dünya’da Yılın Oyuncusu Ödülü ve FIFA Dünya’da Yılın Oyuncu-su Ödülü’ne layık görüldü. Bu sezonda Manchester United, İngiltere Lig Kupası ve Premier Lig şampi-yonluklarını kazanırken aynı zamanda bu başarılar Cristiano’nun İngiltere’deki son zaferleriydi. Şampiy-onlar Ligi finalinde Manchester United, Barcelona’ya 2-0 kaybederken bu Cristiano’nun kırmızı şeytan-lar adına çıktığı son karşılaşma oldu. Real Madrid kendisini 94 milyon Euro karşılığında transfer eder-ek eflatun beyazlı formayı giydirdi. Sir Alex Fergu-son istemeden de olsa prensini İspanya’ya yolladı. Bu gidişi engelleyemezdi. Öyle ki dünyanın en pahalı transferi gerçekleşti.

Zirveye tırmandı, bulutlar geride kaldı... Cristiano, senede 13 milyon Euro kazanacağı, kendisini 6 yıl boyunca Real Madrid’in futbolcusu yapan sözleşmeye imza attı. Cristiano’yu karşıla-

ma töreni ise sadece özel futbolculara nasip olacak cinstendi. 80 bin kişi Cristiano’yu karşılama töre-ni için Bernabéu Stadyumu’na akın etti. Cristiano oldukça heyecanlıydı. Daha önce böyle kalabalıklar önünde futbol oynamıştı ama daha önce bir stadyum dolusu insan sırf onu görmeye gelmemişti. Binlerce insan Cristiano Ronaldo diye haykırıyordu. İspanyol ekibinin başkanı Florentino Pérez, Cristiano Ronal-do’yu anons etti. Cristiano, Bernabéu’nun çimlerinin üzerine çıktı, adına haykıran 80 bin kişinin önünde

bacakları titriyordu. Maçtan önce hazır-ladığı konuşması aklından uçuvermişti. Seyirciler arasında Madeira ve Portekiz bayrakları açanlar vardı. Cristiano hep-sinin farkındaydı. Mikrofona eğilip üçe kadar saydı ve bütün statla beraber ‘Hala Madrid’ diye bağırdı.

Cristiano için İspanya’da rüya gibi bir başlangıç olmuştu. Real Madrid’de ilk sezonunda 7 numara Raul’de olduğu için 9 numaralı formayı giydi. La Liga’da oynadığı ilk maç Deportivo La Coruña’ya karşıydı. Real Madrid’in 3-2 üstünlüğüyle biten bu karşılaşmada Ronaldo takımının 2. golünü penal-tıdan kaydetti. La Liga’da takip eden 3 maçtada gol bulmayı başaran Cristiano, Real Madrid kulübü tari-hinde çıktığı ilk 4 lig maçında da gol atmayı başaran ilk futbolcu olarak tarihe geçti. 2010 yılında evlilik dışı bir oğlu oldu. Çocuğunun adını “Cristiano Ron-aldo Jr” koydu. Başarısız geçen sezonun ardından 2010 mayıs ayında teknik direktör Manuel Pellegri-ni’nin görevine son verildi. Hemen ardından bu göreve İnter ile Şampiyonlar Ligi şampiyonluğunu kazanan Portekizli teknik direktör Jose Mourinho getirildi. Ronaldo, vatandaşı için: “Mourinho’nun ka-zandığı başarılar, nasıl bir teknik direktör olduğunu gösteriyor. Kazanma mantalitesine sahip teknik direktörleri severim. Onunla yeni başarılar kazan-mak isterim. Ben de Real Madrid’e yeni başarılar yaşamak için gelmiştim. Mourinho’yla beraber Real

Page 31: Büt Dergisi sayı 4

31

Madrid’de önemli işler yapacağımıza eminim.” diye konuşmuştu.

2010-11 sezonunun başında Raúl, Schalke 04’ e gittiğinde Ronaldo 7 numaralı formayı aldı ve müthiş bir sezon geçirdi. Bu sezonda 54 resmi maça çıkan C. Ronaldo 53 gol atmayı başardı ve Real Madrid tarihindeki bir sezonda en fazla gol atma rekorunu kırdı. Önceki rekor 49 golle efsanevi futbolcu Ferenc Puskás’a aitti. Ligde ise 34 maçta 40 gol atarak, 82 yıllık lig tarihinin bir sezonda en çok gol atan futbolcusu olmayı başardı. Attığı 40 gol ile La Liga gol kralı oldu ve 2007–08 yılında kazandığı Avrupa Altın Ayakkabı Ödülü’nü tekrar kazanmayı başardı. Cristino, 2010 Dünya Kupası’nda Portekiz adına mücadele etti. Portekiz, bu turnuvada grubun-da Brezilya’nın ardından 2. sırada son 16’ya kaldı ve çeyrek finale kalma mücadelesinde kupanın şampi-yonu İspanya’ya 1-0 kaybederek elendi. Cristiano bu turnuvada ülkesi adına sadece 1 gol kaydedebil-di. 2011 yılında Real Madrid, İspanya Kral Kupası finalinde Barcelona’ya karşı uzatmalarda Cristia-no’nun attığı golle 1-0 kazandı ve kupanın sahibi oldu. Cristiano’nun kafayla attığı bu gol taraftarlarca yılın en güzel golüydü. Attığı gol ile gelen kupa, Cristiano Ronaldo’nun Barcelona karşısındaki ilk zaferiydi. 2011-2012 sezonunda Real Madrid, sezonu 100 puanla tamamlayıp en yakın takipçisi Barcelo-na’ya 9 puan fark atarak La Liga şampiyonluğuna ulaştı. Cristiano, attığı 46 golle gol krallığı yarışını ikinci sırada tamamladı. Ayrıca bu sezonda Real Madrid Süper Kupa’nın da sahibi oldu. Barcelona ile yapılan iki müsabakanın toplam sonucu 4-4 bitme-sine rağmen deplasman golü kuralıyla Real Madrid kupaya uzandı. Cristiano Ronaldo, 2 maçta toplam 2 gol atarak kupanın kazanılmasında büyük rol oynadı.

2012 Avrupa Futbol Şampiyonası’nda attığı 3 golle ülkesinin toplam gollerinin yarısını kaydeden Cris-tiano, ülkesini yarı finale kadar taşıdı. Portekiz, yarı finalde İspanya ile 0-0 berabere kaldı. Uzatmalarda da eşitlik bozulmayınca penaltı atışlarına gidildi. Cristiano, 5. penaltıcıydı ama sıra ona gelmeden İspanya final biletini almıştı bile. 2012-2013 sezonu

oynanırken Cristiano Ronaldo, Real Madrid’de 3 sezonda da 30 golü geçen ilk futbolcu oldu. Atletic Bilbao karşısında attığı iki gol ile ligin bitmesine 7 hafta kala gol sayısını 31’e çıkardı. Şampiyonlar Ligi’nde en son Galatasaray’ı eleyip yarı finale çıktı. Cristiano Ronaldo, Madrid’de 1 gol ve İstanbul’da 2 gol atarak Galatasaray’ı yıkan isim oldu. Portekizli yıldız, Şampiyonlar Ligi’nde 11 gol ile 1. sırada yer alıyor. Cristiano, 2011 ve 2012 yıllarında FIFA Ballon d’Or ödüllerinde Lionel Messi’nin ardından 2. sırada yer alırken, 2005 yılından 2011 yılına kadar aralıksız aldığı Yılın Portekizli Oyuncusu ödülünü 2012 yılın-da da alarak istikrarını bozmadı.

Yeni Ronaldo Ronaldo’nun 46 gol La Liga gol krallığında 2. sırada olmasını başarısızlık değil de şanssızlık olarak nitelendire-biliriz. Onun Messi’yle olan rekabetini izleme şansını bulan bütün futbol severler ise kendilerini şanslı saymalı. Zira aynı dönemde iki süper yıldız kozlarını paylaşması pek rastlanan bir durum değil. Messi mi Ronaldo mu tartışması yaşanırken buna artık herhangi bir ülkenin herhangi bir şehri-nin sokaklarında tanık olabilirsiniz. Bu konu yıl-larca tartışılır ve bir sonuca bağlanamaz. El Pais’in ünlü yazarlarından Manuel Vicent şöyle tanımlar Ronaldo’yu: “Cristiano, Euclid’in teorisini ispat-lıyor: İki nokta arasındaki en kısa mesafe bir düz çizgidir. Daha da ötesi, sapma hızını ekarte ederek bitişe kadar ulaşmanız gerekir.” Messi’yi ise şu şekil-de tarif ediyordu: “Leo ise Einstein’ı tercih ediyor. İki nokta arasındaki mesafe düz değildir, sona ulaşmanın tek yolu zikzaklar çizerek ulaşmalısınız. Ronaldo tutkuyu temsil ediyor, Messi ise hayranlık uyandırıcı.” İşte bu nedenle bu iki futbolcu mod-ern futbolun en büyük iki ismi olarak gösteriliy-orlar. Ronaldo’yu keşfeden Aurelio Pereira, onun Messi’den daha iyi olduğunu şöyle ifade ediyordu: “İki ayağını ve kafasını çok iyi kullanıyor. Güçlü, hızlı, atlet ve zeki. Benim şöyle bir düşüncem de

Page 32: Büt Dergisi sayı 4

32

var; Cristiano Ronaldo ile Messi’yi yer değiştirelim. Ronaldo Barcelona’da da başarılı olur ama Messi’nin Real Madrid’de başarılı olacağı yönünde şüphelerim var.” Mourinho ise Ronaldo için: “Ne zaman benim gibi bir teknik direktörlerden birisi çıkıp ‘Benim oyuncum dünyanın en iyisi’ derse; ben de, ‘Benim oyuncum Madeira’da doğmadı, o Mars’ta doğdu. O tüm evrenin en iyisi’ derim.” şeklinde bir açıklama yapmıştı. Bir başka açıklamasında, “Ronaldo fut-bolda bir başka seviyede. O futbol tarihini yazan isimlerden birisi. Pele, Maradona ve Di Stefano gibi efsaneler arasına girmesi için kupalar kazanmaya devam etmesi gerekiyor.” diyordu.

Portekizli teknik direktör, Pele ve Maradona gibi isimlerle Ronaldo’yu aynı cümle içinde kullanarak bile oyuncusunun o seviyelere gelebileceğini ima ediyordu. Zaten Ronaldo genç yaşında, efsane-vi Brezilyalı forvet Ronaldo ile kıyaslanıyordu ve ‘Yeni Ronaldo’ olarak lanse ediliyordu. O dönemde Brezilyalı efsaneyle kendisini karşılaştırmasının imkansız olduğunu belirten Portekizli oyuncu, “Onunla kendimi kıyaslamaya cesaret bile edemem. Ronaldo bir süper star ve dünyanın en iyi oyuncu-su. Benim de en sevdiğim futbolcu” diyordu. Bazen kendisinin yakışıklı, ilgi duyulan, iyi bir futbolcu olduğunu da dile getiren Cristiano’nun bu tespitleri yanlış da sayılmaz. Portekiz’de bilinen “Fazla tevazu kibri gösterir.” deyimi ona bunları söyleme hakkını veriyor doğrusu. Arsenal Teknik Direktörü Arsene Wenger: “Ronaldo her gittiği yerde bir şeyler ka-zanan ve sezonda ortalama 50 gol atan bir oyuncu. O üst seviyede bir yıldız. Bu tarz oyuncuların egoları da çok yüksek olur. Bu oyuncular ortalama başarılar-la mutlu olamaz. Onlar dünyanın en iyisi olmak ister ve bunun da bir bedelinin olduğuna inanır.” diye konuşmuştu. Ronaldo’yu dobralığından ve egolu bulduklarından dolayı sevmeyen futbolseverler de var, fakat bu duruma onun da bir cevabı var: “Tanrı bile herkes tarafından sevilmezken, benim şansım ne ki?”

“Ronaldo ile konuştum. Artık cennete gide-bilirim” Medya üzerinde Ronaldo için mahallenin şımarık

çocuğu izlenimi yaratılığından seveni kadar sevmey-enin de olduğunu gözlemleyebiliriz. Dolayısıyla Ronaldo’ya karşı bir ön yargı söz konusu. Çalışmayı sevmez, her gece barlarda gezer genel yargısı var. Gerçek aslında bunun tam tersi. Ronaldo, antren-man sahasına görevlilerden bile önce gelir. Aslında onun başarısı çalışmasıyla doğru orantılıdır. Ba-basını alkol yüzünden kaybeden Ronaldo’nun alkol ve sigara kullanmadığı biliniyor. Aslında medyada yansıtılandan daha sakin bir hayatı var. Ailesine oldukça bağlı ve zaman bulduğunda Portekiz’e onları ziyarete gidiyor. Hatta sırf ailesiyle gezerken onlar rahat etsin diye satın aldığı bir arabası var. Her yıl kan verir ve zaman buldukça hasta çocukları ziyarete giderek onları sevindirir. Ronaldo’nun kanser hastası çocukları ziyaret etmesinin değerinin farkında olan doktorlar ona hep müteşekkir kalıyor. Ronaldo’yu görünce yüzünde güller açan çocukların bu kısa zamanlı mutluluklarının tedavilerinde önemli bir yer edindiğini biliyorlar ve iyileşmelerine yardımcı olduğunu düşünüyorlar.

Ronaldo’nun annesi 2007 yılında meme kanseri olmuştu. O, bu yüzden bu tür acıları yakından tanıyor. Onun hakkında son zamanlarda çıkan bir takım yardım haberlerini duymuşsunuzdur. Kesin kaynaklar olmadığı için buraya yazmayayım ama Portekiz Milli Takım Kaleci Antrenörü Dan Gas-par’ın kaleme aldığı şu hikaye Cristiano Ronaldo’nun nasıl bir kalbi olduğunu hakkında sizleri aydın-latacaktır, ‘’Bir kaç yıl önce, futbol akademisinde çalışan bir arkadaşım olan John Moreira’dan bir telefon aldım. Futbolcu adayı olan oğlu Brandon, dizinden bir problem yaşıyordu. O kemik kanseriydi. Ailenin oldukça zorlu bir karar vermesi gerekiyordu; Brandon’un ya ba-cağı kesilecekti, ya da kemoterapiye devam edilecek ve sonuç alınması beklenecekti. Bran-don ise tam bir futbol aşığıydı. Ve bu genç adam için hayatının geri kalanını tek bacağı olmadan geçirmek tam bir kâbustu. Aile, kemoterapiye devam etmeyi seçti. Kemoterapinin istenen sonuçları verme-

Page 33: Büt Dergisi sayı 4

33

di ve kanserin vücudun diğer yerlerine de sıçradı. Birçok futbolcu adayı gencin olduğu gibi Brando’nun da idolü Cristiano Ronaldo’ydu. O, Ronaldo’nun yeryüzündeki en iyi futbolcu olduğunu söylüyordu ve Brando’nun yatak odasının duvarları, Ronaldo fo-toğraflarıyla kaplıydı. John bana Ronaldo’yla iletişim kurarak yıldız futbolcunun hayatını yitirmek üzere olan oğlunu arayıp arayamayacağını sordu. Ona Ronaldo ile Portekiz 23 Yaş Altı Milli Takımı’nda yalnızca bir maçta çalışma fırsatı bulduğumu söyle-dim. Ronaldo’nun beni hatırlayıp hatırlamayacağını bilmiyordum ancak elimden gelenin en iyisini yap-maya kararlıydım.

Hemen Portekiz Milli Takım Teknik Direktörü Carlos Queiroz’u aradım ve Brandon’un durumunu anlattım. Carlos o günün akşamında beni aradı ve, “Her şey yolunda” dedi. Brandon’un Manchester United, Benfica ve Porto taraftarı olduğunu biliy-ordum. Birkaç isimle konuştum ve Brandon’u ara-yarak ona moral verip veremeyeceklerini sordum. Benfica’dan Jose Moreira, Porto’dan Vitor Baia ve Carlos Queiroz onu arayarak moral ve destek verdil-er. Onların hepsi özel insanlardı, ancak Brandon’un gözünde Ronaldo’nun yeri apayrıydı ve o henüz aramamıştı. Daha sonra Hartford Üniversitesi’ne geri döndüm. Okul takımının maçı vardı en geç cuma günü orada olmam gerekiyordu. Cumartesi

akşamı benim için çok keyifli geçmişti. Okul takımı maçı kazanmış ve John, Ronaldo’nun Brando’yu aradığını söylemişti. O an içim çok

rahatladı ve kendimi çok huzurlu hissettim. Daha da güzeli, Brandon’a kendisini sık sık aray-

acağını söylemiş. Telefon konuşmasında Ronaldo hafta sonunda Chelsea ile oynayacakları karşılaşma-da giyeceği formayı ve kramponu kendisine yol-layacağını söylemiş. Brandon ise bu konuşmanın ardından “Şu an dünyanın en mutlu insanı benim. Az önce idolümle konuştum buna inanamıyorum” diyerek duyduğu mutluluğu dile getirmiş. Ronaldo o günün ardından Brandon’a yazmaya ve onu aramaya devam etti. Brandon henüz 17 yaşındayken, 3 Ekim 2008 tarihinde hayatını kaybetti. Bunun ardından Ronaldo, Brandon’un evine imzalı kramponlarını ve formasını yollayarak yanına

bir not yazdı. Notta: “Gerçek şampiyon, son nef-esini verene dek savaşandır. Benim için Brandon, gerçek bir şampiyondur” yazıyordu. Daha sonra Carlos Queiroz, beni Dünya Kupası hazırlıkları için Portekiz Milli Takım teknik heyetine davet etti. Takımda 2008 FIFA Yılın Oyuncusu seçilen Ronaldo da vardı. Lizbon’daki milli kampta bir öğle yemeğinde Ronaldo ile yan yana yemek yiyorduk. Ona özel bir hikâye anlatacağımı söyledim ve birkaç dakika konuşup konuşamayacağımızı sordum. Kabul etti ve odama geçtik. Ronaldo ile görüşmemiz oldukça duygusal geçti ve onunla Brandon’un özel bir ayrıntısını paylaşmak istedim. Brandon’un gün-lüğünü masaya koyarak son sayfasını açtım. Sayfada, “Ronaldo ile konuştum. Artık cennete gidebilirim” yazıyordu”

Bu hikayenin sonu mutlu... Real Madrid’in efsanevi golcüsü Raul Gonzalez, Atletico Madrid’e transfer olacakken onun otobüs parasını karşılamak istemeyen Atletico yöneticileri yüzünden bu transfer suya düşmüştü. Daha son-ra Raul, eflatun beyaz 7 numaralı formasıyla adını efsaneler arasında yazdırdı. Benzer bir hikayede Ronaldo’nun Andorinha’dan Maritimo’ya trans-feri sırasında yaşanmıştı. Bu transfer küçük an-laşmazlıklar nedeniyle gerçekleşmedi. Daha sonra Nacional da Madeira kulübüne transfer oldu ora-dan Sporting ve Real Madrid’e uzanan serüvenin sonunda Raul’den devraldığı 7 numaralı formasıyla adını şimdiden Los Galakticos’un efsaneleri arasına yazdırmayı başardı. 7 yaşındayken hayalini kurduğu Michael Jackson’ın sahip olduğu türden bir ev şuan da kendisinin. Lizbon’da kendisiyle dalga geçen çocuklara ‘siz gülmeye devam edin benim bir gün gerçekten Ferrari’m olacak’ diye ettiği sözünü tut-tu. Küçükken iyi bir futbolcu olacağından emindi ve kendisine çok güveniyordu. Büyüdü ve o artık Maradona, Pele gibi efsanelerle kıyaslanıyor. Çok se-vdiği babası gökyüzünde, Cristiano Ronaldo ise yeşil çimlerin üzerinde babasını onurlandırmaya devam ediyor. [email protected]

Page 34: Büt Dergisi sayı 4

34

Kitap

Onunla bir kere daha buluşması, yaşadıklarını bir kaçamak olmaktan çıkaracak kendisini bir labirent gibi içine alıp bu yaşananları bir daha kolay kolay dışına çıkılamayacak bir maceraya dönüştürecekti. Bunu hissediyordu. Kaçacaksa şimdi kaçmalıydı, daha sonra çok geç olacaktı. Böyle olacağını hissettiği, hatta bildiği halde kaçmak istemiyordu. Yaşadıklarının yarattığı heyecan ve zevk kadar, hatta belki de daha çok, bundan sonra neleri nasıl yaşayacağına dair içindeki merak, kaçmasına izin vermiyordu. Diyordu yazar kitabın arkasında ki alıntıda. Ahmet Altan kadını ve kadın dünyasını anlayabilen gerek soyut gerek somut ifadel-erle bunu ortaya koyabilen bir yazardır. Denemelerini ve romanlarını okumuş biri olarak acaba Ahmet Altan bu güne kadar kaç kadın tanımış olabilir ki sorusunu defalarca kendime sorduğumu hatırlıyorum... Aldat-mak’ı okurken de aynı ustalığı tekrar sergilemiş yazar. Bir kadının iç dünyasını onu aldatmaya iten neden-leri ve kadının hayata, olaylara bakışını erkek-kadın düşünce farklılıklarını kadının erkeğinden beklentile-rini anlaşılır bir dille ortaya koymuş bu kitapta. Kitabın içeriğinden bahsederek bu ifadeleri so-mutlaştırayım sizler için. Ana karakterimiz Aydan... Bir bankada üst kademesinde çalışan başarılı hırslı çalışkan, tuttuğunu koparan güçlü ve güzel bir kadın. Eşi haluk beyin cerrahı. Başarılı bir doktor aranan bir isim fakat onun tüm başarısı ameliyat masasında, operasyonunu bitirene kadar sürüyor. Karısının da evlilikleri boyunca ameliyatlarda devleşen bir erkeğe sahip olduğunu bilmek içindeki tutkuyu taze tut-abilmesinde ki tek neden... Haluk evin içinde, yatak odasında tek düze bir erkek. Sanki önceden tahmin edilebilirmiş gibi rutin, sürprizsiz bir erkek. Karısını seven ve arzulayan bir koca. Bir de Selin adında küçük bir kız çocukları var... Aydan’ı baştan çıkartan ya da Aydan’ın baştan çıkmak istediği için seçtiği erkek

CEM. Kitabı okuyan herkes bunu mut-laka farklı yorumlayacaktır. Mimar ve zengin komşu Cem, babasının şirketin-de yönetim kurulu üyesidir. Toplantılara katılmaktan başka yaptığı tek şey önüne gelen kadınla sevişmekmiş gibi bir algı oluşuyor tüm kitap boyunca. Site sakin-leri bir mimara ihtiyaç duydukları sırada Aydan’ın aklına yakışıklı, zengin ve mimarlık eğitimi almış olan Cem gelir.

Aydan Cem’in kapısına gelir ve duştan yeni çıkmış yarı çıplak bir vaziyette kapıyı açan Cem’le ilk kez yüz yüze gelir. Kapıyı giyinmeden açan rahat tavırlı bu adamın fazla samimi tavırları kadının kafasını karıştırır. Bu aldırmaz tavırlı kendine çok güvenen adam aslında kadında adını koyamadığı bir ilginin uyanmasına neden olmuştur. Bu bir başlangıçtı. Yeni günahların, kalp yangınlarının ve kırıklıklarının, heyecanının ve de zevkin başlangıcı... İçinde uyanan bu merak Aydan’ı tekrar tekrar Cem’in kapısına sürükledi. Kadınları iyi tanıyan bir adamdı Cem… Tam bir avcı... Avının ne istediğini biliyor onu kendi ormanında özgür bırakıyordu. Av ürkmüyor o özgürlükte ken-dini rahat hissediyor hiçbir tehlike sezmiyordu ve sonrada avcının yemi oluyordu. Aydan da tıpkı bir av gibi gördüğüne kandı. Aralarında geçen diyaloglar, kelime oyunları, bilinçli ve zekice sorulmuş sorularla imalı cevaplar farklı bir ilişki içine girdiğini böyle bir adamla anlaşabildiğini görmek kendine, zekâsına ve güzelliğine olan inancını arttırdı. Özel ve özgür his-settiği bu evde adamın yatağına giderken hiç tereddüt etmedi ve bunu defalarca tekrarladı hatta kendi evinde, kendi yatağında, kocasıyla telefonda konuşurken, hatta kocası evde uyurken… Sadakatsizlik, sadık kalınmayan insanın tüm ha-yatını etkileyen aşağılık bir davranıştır. Meşru bir tarafı asla yoktur fakat bir kadının bu kadar kolayca kendini başka bir erkeğin kollarında bulmasının altında da nedenler yatmaktadır. Kadın sahiplenilmek, kıskanıl-mak değer görmek ister. Karı koca olmak bir evin içinde yaşamak ya da uzun yıllar süren birlikteliklere sahip olmak insanların birbirlerini tanımadığı, tanı-maya da çalışmadığı gerçeğini değiştirmez. Bir kadının iç dünyasını onu aldatmaya iten nedenleri, düşünce yapısını değer yargılarını öğrenmek isteyen herkesin bu kitaptan öğreneceği bir şeyler mutlaka var. Mükem-mel bir kitap olamayabilir hatta okurken midenizin bu-lanacağı zamanlarda olacaktır. Fakat farkındalığınızın artmasına mutlaka katkıda bulunacaktır. Siz aldatıl-mayacak ya da aldatmayacaksınız anlamına gelmeye-cektir bu durum. Ahmet Altan Ankara doğumlu gazeteci ve yazardır. Çok sayıda dememesi ve romanları vardır. 2002 yılında yayınlanan Aldatmak isimli romanı fazlasıyla dikkat çekmiştir. [email protected]

İLİŞKİNİZDE KAÇINCI ŞAHISSINIZ? ALDATMAK-AHMET ALTAN-Handan AŞIK-

Page 35: Büt Dergisi sayı 4

35

Tiyatro

Dünya tiyatrolar gününde seyretme fırsatı bulduğum bu şahane oyunu dergimizin aylık bir yayın olması sebebiyle ancak anlatma fırsatı buluyo-rum. Seyredeli çok zaman geçmesine rağmen etkisini üzerimden atamadığım Inıshmore’lu Yüzbaşı; kedisi kim vurduya gitmiş Deli Padraic’in kedisi Arap’ı ararken katlettiği canları anlatıyor görünürde. Terör örgütü lideri olan Deli Padraic bu hayatta en çok kedisi Arap’ı sever. Sözgelimi ‘dünyayı kurtarırken’ kedisini babasına emanet eder. Padraic’in en değer verdiği şeyin kedisi olduğunu bilen eski yoldaşları ve arkadaşları Arap’ı katlederler. Bunu yapmalarındaki temel sebep Padraic’in kendilerin-den ayrılıp başka bir terör örgütü kurmasıdır ve bu örgüt arkadaşlarının geçim-lerini sağladığı uyuşturu-cu satıcılığı işini sekteye uğratmaktadır. Kedisini babasına emanet eden ve onu öldüreninde babası olduğunu düşünen Padra-ic babasının peşine düşer. Tam kedisi için babasını öldüreceği sırada aslında katilin eski arkadaşları olduğunu öğrenir. Arkadaşlarını öldürüp terörist sevgilisi Marierad ile yeni bir terör örgütü kurmaya karar verirler. Ancak Marierad kendi kedisi Cab-bar’ın Padraic tarafından öldürüldüğünü anlayınca o da Padraic’i öldürür. O kedi o kadar çok şeyi temsil ediyor ki. Olaylar gelişirken patlayan silahların neden patladığını, öldürülenlerin neden öldürüldüğünü unutur hale geliyoruz. Tıpkı gerçeklikte olduğu gibi.

Oyunda en dikkat çeken noktalardan biride in-sanların kişisel zaaflarını siyasi ideolojiler üzerinden ortaya koymaları olmuş. Bu durum ancak bu kadar açık ve net anlatılabilirdi. Deli Padraic kedisi öldü diye önüne geleni kılıçtan geçiriyor deyim yerind-eyse. Oysaki kedisi ölmeseydi de aynı şiddeti içinde barındırıyordu. Sevgilisi Marierad özgürlükler için savaşıyor güya. Onun için eylemler kutlamalardan, partilerden farksız. Oyunda verilen en anlamlı mesa-jlardan biri de bu olmuş. Adolf Hitler ‘de zamanında

zaaflarını, otoritesini ve gücünü kullanarak gözler önüne sermemiş miydi? Ne farkı var Hitler’in, Kadd-afi’nin, Mussolini’nin Deli Padraic’ten.

Oyunun yazarı Martin Mcdonagh bu denli şid-det içeren bir oyunda espri yapabilmesi ve cidden güldürüyor olabilmesiyle hayranlığımı kazanmış durumda. Çok ağır olabilecek bu oyunu tekrar görme isteğimin uyanmasında yazarın payı büyük. Martin Mcdonagh’ın diğer eserlerine bakıldığında da aynı bünyenin çalışması olduğunu anlayabiliyorsunuz. In Bruges filmi Mcdonagh’ın tarzını anlamakta yardımcı

olacaktır.

Sahne dekoru ve kullanılan maketlere (cesetlere) gelecek olursak, fazlasıyla gerçekçiydi. Film izler gibi seyrettik bu oyu-nu tüm salon. Yönetmeni kutlamak gerek. Zaman zaman bu kadar kana dayanamaya-cağımı hissedip kaçmak istediysem de tam ortada oturmam buna engel oldu. Diyebil-

irsiniz ki kaçmak isteyecek kadar ne olabilir bu oyun-da. O zaman gidip görün derim. Kostümler sağladığı uyumla hiç gözümüzü tırmalamadı. Dekorlar kadar müzikte oyunun içine girmemize yardımcı oldu. Bu müzikler olmadan eksik kalabilirdi oyun. Ses açısın-dan rahatsız edici tek şey silah patlamalarıydı. Yersiz hiçbir patlama olmamasına karşın salon çok yor-uldu her patlama sesinde sıçramaktan. Gidecekler hazırlıklı olsun derim.

Oyunculuklara diyecek tek bir laf yok. Kimse beni bu saatten sonra Deli Patraic’in Reha Özcan, Mairead’ın Deniz Elmas, Donny’nin Cengiz Baykal olduğuna inandıramaz. Hiç biri diğerinden daha ön planda değildi sahnede. Kime başrol deseniz odur denebilir.

İstanbul Devlet Tiyatrolarının yeni sezon oyun-larından Inıshmore’lu Yüzbaşı hikayesiyle, kurgu-suyla, oyunculuklarıyla gidilmesi gerekenler listemin başını çekmekte şu an. Pişman olmazsınız, benden söylemesi. İyi seyirler. [email protected]

INISHMORE’LU YÜZBAŞI-Elif CENGİZ-

Page 36: Büt Dergisi sayı 4

36

Röportaj -2

Saraybosna’da 17 gün boyunca esir tutu-lup ağzında kalaşnikofla bekletilen, Kosova’da omuzunun köşesinden snipper geçen, Mardin’de mayın üzerinden geçerken arabasıyla havaya uçan ve uçtuğu sırada fotoğraf çeken, 1986’daki Sinagog patlamasından sonra içerideki hüzün tablosunu ilk fotoğraflayan ve çektiği fotoğraflar tüm dünya pres’lerinde yayınlanan başarılı fo-toğrafçı ve gazetecidir. Kendisi 1960 doğumlu ve bu işlerde yanında yine kendiyle aynı yaştaki kad-er arkadaşı Bengüç Özerdem bulunmakta.”böyle tanımlıyor. İnternetten hayatı hakkında bilgi edinmek için araştırmalarımıza devam ederken “1960 tarihinde Allah’ın bir lütfu olarak dünyaya gelen Hakan Kumuk, aslında agresif ve sıradışı kimliğiyle, emekli bir gazetecidir.”yazısına ulaşın-ca oradaki “agresif” kelimesini okuyunca biraz korkmadık değil hani. Nasıl biriyle karşılaşa-cağımızı merak ederken kendisine telefonla ulaştığımızda “korku” duygusunda biraz azalma yaşadık. Bu korku duygusunun yok olması ta ki yüz yüze geldiğimizde tamamen yok oldu. Bunu da burada belirtmek isterim. Buluşmak için SHE Prodüksiyon’un Maslak’ta-ki ofisine gidiyoruz. Biraz zorlansakta yeri bulduk. Kapı zilene basıp bekledikten sonra otomatik kapı açılıyor ve yukarıdan bir ses “yukarı gelin çocuk-lar” diyor. Hakan Kumuk ve SHE Prodüksiyon’un diğer ortağı olan Hakan Denker birlikte bir proje üzerinde çalışıyorlardı. Bizi samimi bir karşıla-mayla buyur ediyor. Selamlaşma faslından sonra

hakkında merak ettiklerimizi sormak ve sohbe-timize başlamak için masaya geçiyoruz.

“Savaş Muhabirliği artistlik iş değildir…” İnsanlar genelde savaş muhabirlerine duy-gusuz gözüyle bakarlar. Bunun sebebi ise orada insanlar ölürken gazetecilerin fotoğraf çekmeye çalışması olsa gerek. İlk olarak siz nasıl bakıyor-sunuz bu görüşe diye sorduk. Hakan Kumuk çok soğuk kanlı bir şekilde “Yani fazla artistik yapmanın anlamı yok. Bu işi yapıyorsan birile-rinin ölmesini bekleyeceksin. Savaş çıkmasında, çıkarsa da ona yapacak bir şey yok.”diyor. Savaşın çıkması elbette kötü fakat çoğu zaman kaçınıl-maz bir şey. Savaş muhabirliği ülkemizde pekçok kişinin yaptığı bir şey değil. Avrupa ülkelerinde bu işi yapan yüzlerce gazeteci var. Avrupa’da-ki gazeteciler bu işi meslek edinmiş ve bu işten çok iyi paralar kazanıyorlar. Acaba ülkemizde az sayıda bulunan savaş muhabirleri para ka-zanıyorlar mı? Hakan Kumuk bu konuya kendi deyimiyle çok ters. Kumuk, “Avrupa’da yapar-san karlı çıkarsın. Savaş muhabirliği Türkiye’de yapılacak iş değil. Yabancı ajanslarla çalışırsan para kazanırsın; burada çalışırsan da sadece sana gülerler. 3 gün sonra da her şekilde seni işten kovarlar. Benim başıma geldiği için tersim biraz bu konuya, sevmiyorum. Hak yeniyor burada. Fotoğrafın telif hakkı yok. Senin yerine fotoğra-flarını satarlar haberin olmaz. İlk yıllarda şimdiki kafam olsa, kimseye kuş uçurtmazdım. Nelerimiz

Savaşın içinden bildiriyor:

Hakan Kumuk İnternette Hakan Kumuk’un hayatı hakkında bilgi edinmek için kısa bir araştırma yaptığımızda popüler internet sözlüğü İnci Sözlük “Türkiye’nin sayısı az olan savaş muhabirlerinden.

-Emre CEYLAN / Mustafa DOĞAN-

Page 37: Büt Dergisi sayı 4

37

gitti nelerimiz. Duyduk ki biz dönene kadar 3 bin, 5 bin dolara fotoğrafımız satılmış, bize gelincede aferin evladım iyi iş çıkardın denirdi. Hani es-kiden patronlar gazeteciydi falandı filandı ama böyle şeyler yine oluyordu. Hak yeniyordu. Benim başıma geldiği için biliyorum.”diyor.

“Patlamada tesadüfen oradaydım. 17 kare fotoğraf çektim…” Ve bu konudaki ilk deneyimini anlatmaya başlıyor. “Mesela siz hatırlamazsınız. Şişhane’de bulunan Neve Şalom Sinagog’u 6 Eylül 1986’da ilk o zaman patlatıldı. Hiç unutmuyo-rum, oraya ilk giren de ben-im. Daha bismillah, ben içeri girdiğimde kapıdaki adam hala yaşıyordu. O bombalı saldırı da 27 kişi öldü. Bilerek değil tesadüfen oradaydım. Beyoğlu’nda sabahlamışım, alkol almışım nerede yatıp kalktığım belli değil ve üstüm-de de takım elbise var. Bir veya iki gün önce Günaydın Gazetesi Nikon FM2 makine getirtmiş Japonya’dan. Bizim maaşlarımızdan cüzi rakam-larla kesilip, kullanmak üzere bizlere dağıtıldı. Makinenin ambalajını açtım tek kare dahi basmadım. Filmi taktım ama makinenin içinde hala nem torbaları duruyor. Sabah çıktım Beyoğlu’ndan Çağaloğlun’da bulunan Günaydın Gazetesi’ne gideceğim. Geceden kalma olduğum-dan açılmak için Tepebaşı’ndan yürüyerek indim. Böyle tak, tak, tak diye bir ses duydum. Orada Sinagog olduğunu bile bilmiyorum ve kimse de bilmez. Çünkü orası büyük bir duvardır ve ufacık-ta bir tabelası vardır. Orayı bilen bilir yani çok insan bilmez. O sokağın başındayım yukarıdan aşağıya iniyorum. Baktım 100-150 metre uzak-lıkta bir adam yerde çırpınıyor. Bir adam da kaçıyor. Sabah sabah bir şey oldu sanırım ded-im kendi kendime. Birde bizim patron işle gelin her sabah, iş getirin derdi. Sabah toplantısına boş gitmemek için şunu çekip götüreyim dedim.

Aklıma da 3.sayfa haberi olur gibi geldi. Bir gittim oraya içerden bir duman çıkıyor. Bir de baktım ki kapıda Sinagog yazıyor. İçeriden pufff diye bir ses geldi. Patlamayla karışık bir ses ama kuvvetli bir patlama değil. Neyse adamın üstünden atlayıp içeri girdim. Sütlüce mezbahası yanında halt etmiş.” Hakan Kumuk bunları anlatırken sanki o anları bir daha yaşıyormuş gibi el hareketlerin-den, konuşmasının heyecanından bunlar çok rahat anlaşılıyor. Hakan Kumuk, Sinagog’a girdikten sonraki

manzarayı anlatırken tüylerimiz diken diken oluyor ve pür dikkat onu dinliyoruz. Kumuk devam ediyor Sinagog’u anlatmaya. “Bu benim ilk ağır ve uluslararası işimdir. Beni o zamana kadar staj yapmak için hastanelere, adliyel-ere gönderirlerdi. Polis telsizinden haber gelecek de 3.sayfa haberi çıkacak. İçeri bir girdim abart-mıyorum yarım bir beden kürsüde duruyor; alt tarafı yok. Bir tane-sinin üst tarafı yok, birisi de ka-loriferlere gömülmüş kızartılmış et gibi. Bir tane bacak orada tek başına zıplıyor.Üzerimde geceden kalma bir mahmurluk var. Kendi kendime Hakan dedim ne oluyor. Kafam şöyle bir dalgalandı. Ondan sonra aklıma geldi fotoğraf çek-

mek. Olayı önce bir seyrettim. Çıkarttım mak-ineyi, dedim ya daha makinenin deklanşörüne basmamışım. Makineye flaşhını taktım ve çat bir kare çekiyorum, çat bir kare daha çekiyorum bir köşeye gidiyorum çat bir karede oradan çekiyo-rum. Fotoğraf çekerken tavandan üstüme ciğer gibi bir şey düşüyor. Kürsüye bakıyorsun Papazın sadece kaburgası kalmış. Yani ortalık rezalet, içerisi leş gibi kokuyor. Böyle şok halinde fotoğraf çekiyorum. Ama nereye girsem hangi koridora gitsem bir şeylerle karşılaşıyorum. O saldırıda 27 kişi öldü. En son bir tabanca şarjörü gördüm, onu çekeyim derken omuzlarımdan biri beni kaldırıp dışarıya çıkardı.” Kumuk manzara karşısında soğukkanlılıkla fotoğrafları çekiyor. İçerideki dehşet anlarını

Savaş muhabiri Hakan Kumuk

Page 38: Büt Dergisi sayı 4

38

fotoğraflamak başka bir olay, fotoğrafları servis etmek de başka bir olay. Dışarı bir polis tarafın-dan çıkarıldıktan sonra dışarıda yerli ve yabancı 150-200 gazeteci Hakan Kumuk’un fotoğraflarını çekmiş. Kumuk Sinagog’dan çıkan ilk gazeteci olarak İtalyan 2000 Dergisi’nin kapak fotoğrafı olmuş. Fotoğfaların basım aşaması daha çileli geçmiş Kumuk adına. Kumuk adeta fotoğrafların pozlama süresinde ölmüş ölmüş dirilmiş. “Neyse, cep telefonu yok o zamanlar. Orası da avizeciler sokağı, bir avizeciye girdim. Üstüm başım kan içinde telefon açtım şefim Behiç Ağabey’e. Behiç Ağabey Tepebaşı’nda ne oluyor. B: Sen neredes-in? Tepebaşı’ndayım ağabey, neler oluyor. Telsizle polisleri dinle-dikleri için onlar bilir. Hemen dedi Sinagog’a git patlama oldu. Ağabey, ben Sinagog’un içinden çıktım zaten. Neeey dedi. Kıbırdama bir yere seni oradan aldırtacağım dedi. 3 tane araba geldi. Biri fotoğrafları aldı, biri çantayı ve biri de beni aldı. Gazeteye bir gittim ki karşım-da Rahmi Bey; Tanrı, kardeşim! Haldun Bey, Tanrı’nın Tanrı’sı. Haldun Simavi bana baktı fotoğra-fları nasıl çektin dedi. Ne cevap ver-ebilirsin ki, 17 kare fotoğraf çektim efendim dedim. Çektiklerin İnşal-lah çıkmıştır dedi. Öyle bir tehdit ki şimdi bile elim ayağım titriyor.” “O zamanlar fotoğraflara banyo yapılıyordu. İdris Bey vardı karanlık odacımız. Ben gelmeden bütün banyoyu yıkmışlar, dök-müşler taze banyo kurmuşlar yani beni hazır-da bekliyorlar. Haldun Bey, İdris Bey’e “yıka bakalım şu filmleri” dedi. Bir banyo 45 dakika sürüyor. O 45 dakikayı hayatım boyunca hiç unutmadım. Bin tane olay yaşadım ama o 45 dakika kanımın çekildiği, beynimin küçülüp burnumdan düştüğü ve elimin ayağımın çekildiği anlardı. Karanlık oda alt kattaydı bende yu-karıdan bakıyorum, Haldun Bey odanın kapısın-da durmuş “İdris kaçıncı banyo, İdris kaçıncı banyo” diyor. Filmi böyle bekliyor. Hangi patron 45 dakika filmi bekler. İndim aşağıya dedim ki İdris ağabey çıkart şunları. Hakan dedi sanırım

filmde bir şey var. Üstümden terler akmaya başladı. Film makarası çıktı. Filmi açıyorlar siyah, siyah, siyah film hep siyah geliyor. İdris ağabey dedi ki: “Hakan geçmiş olsun; film yanık, olmamış.” Bunun olmasına imkan yok. Tamam, gencim ama fotoğraflada ilgili bir şeyler biliyo-rum. 36’lık filmin 120cm boyu vardır. Meğer filmi ters takmışlar 60cm’den sonra fotoğraflar tık tık gelmeye başladı. 17 kareden sonra çıkarıp attık ya filmi onlar yanık çıkmak zorunda, filmi de ters takınca öyle geldi. O 60cm’lik yer ayrı bir zülum. Kalpten gideceğim yani. Hiç unutmam o 17 kare cam gibi çıkmıştı. Film hemen kurutmaya alındı

ve bir daha o filmi göremedim zaten. Film yürüdü gitti. Rahmi Bey dedi ki: “eline sağlık” Bende ağabey bir fotoğrafları görseydik dedim. Gazetede görürsün dedi. Biz o zamanlar bilmiyoruz, bu tip durumlarda fotoğraflar bizde var diye yabancı ajanslara haber veriliyor. Dedim ya film satıla-cak. Stern Dergisi’ne kapak oldu benim fotoğraflar. Benim fo-toğrafların 17 tanesi de koyuldu Sterne. Birde yazmışlar soğuk kanlı Türk gazeteci diye. Normal olmayan ölümle karşılaştığım ilk karelerdir bunlar. 17 kare bel-kide benim ondan sonra gelecek kariyerimi tetikledi.”diye an-latıyor.

Hakan Kumuk, 1985’ten 1990’na kadar hem fotoğraf çekmiş hem de haber yazmış. Kumuk, 1991 Birinci Körfez Savaşı’ndan sonra fotoğraf çekimlerine kendi karar vermeye başlamış. İki kere evlenip boşanmış. Kendi deyimiyle “sa-bah evden çıkıp akşam kör bir yerden telefon açarsan kadınlar seni boşar.” İki yuva yıktığına üzülmüyor çünkü işini seven bir gazeteci Hakan Kumuk. Kumuk, “Mütevazi olmaya gerek yok hareketli fotoğrafın kokusunu alırım. Bu artık yılların vermiş olduğu bir şey. Sizde de olacak. Tabi bu işte yoruldukça kavruldukça alıyorsun bu kokuyu. Merminin, taşın her neyse o şeyin peşine düşüyorsun. Ona göre açı yakalayıp iki

Page 39: Büt Dergisi sayı 4

39

taraftan da etkiyi göstermek için kadrajı oturtmak durumundasın, yorumsuz fotoğraf çekmek zorun-dasın ve ben bunu çok iyi hissederim. Sürü pisi-kolojisinden hep uzakta kalırım. Bana göre tek çalışmanın avantajları da budur. Bu yüzden ben tek çalışmayı severim.”diyor. Kendisini çok kaderci olarak tanımlıyan Ku-muk bunu da şu şekilde açıklıyor, “Bir kere çok kaderciyim ama cehaletin verdiği cesaret değil. Bir ölüm hadisesi varsa bu savaşta fotoğraf çekerken de yolda yürürken de ya da merdiven-den inerken gelebilir. Ben hayata böyle bakıyo-rum. Sonrasını düşünmüyorum. Ben ölürsem aileme çocuklarıma ne olur diye düşünmüyorum. Ben öldükten sonra bir şey düşünmek zorunda değilim ki zaten her şey bitmiştir. Benim hayat görüşüm bu.”

“Ehliyetim yok…” Adrenalin Kumuk’u dinç tuttan şey. 53 yaşında olmasına rağmen hala gondola biniyor. Bu kadar adrenalin bağımlısı biri araba kullanmayı bilmiy-or. Evet, ilginçtir Kumuk araba kullanmayı bilm-iyor. Bunu da kendisi “Mesela araba kullanmayı bilmiyorum. Bak bu çok önemlidir. Çok iş bilirim ve birçok alternatif spor yaparım; paraşütünden uçağına kadar ama araba kullanmayı bilmiyorum ve de ehliyetim yok. Mesela o işi sevmiyorum. Herkes bana gülüyor her işi biliyorsun araba kullanmayı bilmiyorsun diye. Araba kullanmak artık çatal bıçak kullanmak gibi bir şey ama hayatım boyunca direksiyon başına oturmadım. Hiç kimsede oturtamadı. Çalıştığım gazetede bir dönem istihbarat şefliği yaptım. O dönem İstan-bul Trafik Şube Müdürü Mehmet Çetiner bana hediye ehliyet göndermek istedi. Onu bile kabul etmedim.”diyor. Savaşlarda fotoğraf çekiyorsunuz ve çekerken birileri ölüyor. İnsanın ruh hali nasıl olur? O kadar insan ölürken siz fotoğraf çekmeye çalışıyorsunuz. Bu düşüncelere acaba Kumuk nasıl bakıyor. “Bunun ruh hali yok. Birileri ölecek zaten. Burada gerçekleri konuşalım fazla hüman-ist olmaya gerek yok. Kendimizi kandırmayalım. Bir savaş olmadan barış olmaz. İki kişi kavga etmeden barışma şansı yoktur. Bu kadar basit. Niye barışsın ki kavga etmiyorsa? Bu dünyanın

gerçeği. Bu Taş Devri’nden beri böyledir. İyi bir şey mi? Yine söylüyorum iyi bir şey değil. Ama bu işi yapıyorsan, bu işin içinde yer alan unsursan bu işi kabullenerek gideceksin. Ölecek, ölecek kardeşim. Hiç kimsenin ölmediği bir savaş var mı? Yaralanacak, düşecek, kalkacak ve ikiye bölünecek. Senin işin de bu pazarın içinde olan-ları çekmek. Cannes film festivaline gidip oradaki olayları da çekebilirsin. Tercih hakkı senindir, senin tarzındır. Savaşa gidip ölen insanları da çekebilirsin. Bu senin duygusuz olduğun anlamı-na gelmez ki. Bu bir iş. Bu işi birileri yapacak. Söylediğim gibi savaş muhabiriliğini öyle abart-maya gerek yok normal bir işmiş gibi algılamak lazım.”

17 günlük tutsaklık günleri… Saray Bosna Savaşı sırasında yaşadığı bir anısını anlatmaya başlıyor Kumuk, “Saray Bos-na Savaşı sırasında Selçuk diye bir arkadaşımla beraber savaş bölgesine gittik. Hırvatlar 3 gün Müslümanların yanında yer alıyor 4 gün de Sırpların yanında yer alıyorlar. Giriş kanalları sürekli değişiyor. Bir gün Hırvatlar Müslüman-larla beraber yol tutuyorlar; he diyorsun şu yoldan girerim. Hırvatlar yanar döner oldukları için ertesi gün hop Sırplarla birlikte mütarekeye giriyorlar. O yol kapanıyor başka bir tehlikeli yol açılıyor. Böyle çok saçma bir harita var. Nerede ne olacağı belli değil. Yaşar adında bir adamla tanıştık ben sizi içeri sokarım dedi. Sen kimsin dedik. Ben Amerikadan geldim dedi. Böyle du-rumlarda insanlara güveneceksin. Alternatifin ol-madığı için başka çaren yok. Bölge de çok karışık, bilmiyorsun. Biri sana götürürüm diyorsa ya Allah deyip ona güveneceksin. Artistlik yapmanın luzümü yok, güveneceksin. Güvendik adama. Onun bindirdiği otobüse bindik. Bu arada çok para harcıyoruz. Savaşta paranızın olması şart. Bizi yolda Sırplar çevirdi. Müslüman olmak suçtu o zamanlar hangi ülkeden olursan ol Müslüman olmak suç. Çünkü katliam var. 300-400bin erkek öldürüldü. Bunlar otobüste kimlik kontrolü yaparken bizim pasaportlara baktılar bize gelince inin aşağı dediler. Journalist yazıyor. İndik aşağı. Bizi alıp toprağa gömülmüş konteynerlara götürdüler. Yukarıdan görünmesin diye toprağa

Page 40: Büt Dergisi sayı 4

40

gömmüşler ve orayı karakol gibi nezarethane gibi kullanıyorlar. Bildiğin yer altı hapishanesi, punker diyorlar. Bizi gömdüler içeri duruyoruz. Her şeyimizi aldılar. Müslüman kellesi o zaman 25 bin Mark idi. Sırplar bir Müslüman kamu görevlisinin kafasını götürdükleri zaman 25 bin Mark ödül alıyorlardı ve tatile gönderiliyorlardı. Öyle bir nefret vardı. Her sabah geliyorlar ağzı-ma kalaşnikofu dayıyorlar çıt, çıt, çıt diye tetik boşluğunu alıyorlar. Dolu mu boş mu bilmiyorum ama doluysa tık dediğinde orada anıt mezarsın ve kimse de seni bulamaz. Ben bölgeye gitmeden önce olayı Sırbistan tarafından izlemek istiyoruz diye Yugoslav konsoloslugundan kağıt almıştım. Karşı taraf Müslüman diye bende Müslümanım diye niye o taraftan izleyeyim. Belki de işin doğru-su bu. Birde olayın bu tarafından bakmalıyız. Böyle bir kağıt aldım. O kağıt zaten benim şuan-da yaşamamı sağlayan şeydir. O kağıdı üzerimde buldular ve incelenmesi için Belgrad’a gönderdil-er. Belgenin Belgrad’a gidiş gelişi 17 gün sürdü. 17 gün biz o punkerin içindeydik. Elimi saçıma atıyorum böyle tutam tutam dökülüyor. Xa-nax adlı antidepresan haplardan kaç kutu içtim bilmiyorum. Normal de bir tane atarsın rahat düşünürsün ama o an rahatlatmaya vaktin yok çünkü hemen arkasından bir olay geliyor. Tak arkasından biri geliyor ağzına silah sokup tetik boşluğu alıyor. Gazetemiz ile iletişim sağlaya-madığımız için bu yaşadıklarımızdan haberleri yok. Biz orada bunları yaşarken birde şöyle bir olay oldu yeri gelmişken onuda anlatayım.”

“Artistik savaş muhabirliği yapan çok” “Artistik savaş muhabirliği yapanlar çok. Şimdi onu anlatacağım. Türkiye’den Hasan Celal Güzel başkanlığında bir grup gazeteci ark-adaşımız Saray Bosna’ya geliyorlar, sanarsınız sanki mavi tura çıkmışlar. Milliyet Gazetesi’nden gazeteciler; çelik yelekler, kafada bandanalar, botlar, kamuflaşlar giyinmiş ve suratlar boyan-mış savaşa gelmişler. Böyle bir şey yok. Bunlar bir grup yola çıkmışlar bizim haberimiz yok bizim nasıl haberimiz oldu onuda anlatacağım. Yola çıkmışlar Moslar’a gelmişler. Moslar dediğimiz yerde İstanbul’dan Adapazarı kadar mesafe yani iki saatlik yol. Bosna’nın içinde değiller. Hasan

Celal o zaman ki siyasi atmosfer içinde şov yapıyor. Saray Bosna’ya geldik diye. Nereye gel-din girsene Bosnanın içine. Türkiye gazetesinden (isim kullanılmasını istemiyor) bir arkadaş bir sipere girmiş bir Boşnak askerinin tüfeğini alıp dürbünden bakarken fotoğraf çektirmiş. Türkiye Gazetesi’nde şöyle bir manşet çıkmış “Cephede bir Sırp vurdum!” diye. Bunlar gazete arşivlerinde var girin bakın, Böyle tüfeklede fotoğrafını çek-tirmiş. Yazının devamında; işte baktım, tetiği çektim düştü diyor. Sen gazetecisin, hadi gazeteci olmasan bile sen kimsin ki o tüfeği tutacaksın. Gazetecilik böyle, bazen saçma bir iş. Yapılan yanlışa bak. İnfial yarattı bu haber. Gazeteci kınandı ama 8 sütuna manşet olmuş bir haber. Yerin altında esir durumdayız, bizden de kims-enin haberi yok. Bu gazete Sırp askerlerinin eline geçseydi neler olacağını Düşünebiliyor musun? Neyseki o kağıdın Belgrat’a gidip gelmesi sırasın-da Allah bize yardım etmiş o haber gözükmemiş. Gözükse o gün infaz edilirdik. “Bir gazeteci Sırpı nasıl mı vurdu. Bakın bizde iki gazeteciyi nasıl vurduk” derler birde kellemizi alır posta ile gönderirlerdi. Bu ne; savaşa gittim, tüfek tut-tum. Sen savaşa gittiysen senin en büyük tüfeğin elindeki makinen, kalemin, daktilondur artık her neyse. Artistik yapmanın anlamı yok. Biz bu tantanadan kurtulduk 17 gün sonra. İş anlaşıldı ve hükümetler nota çekti birbirlerine, biz serbest kaldık. Yine Zagrep’e döndük. Elimizdeki 6 tane makineye el koydular, 7 bin dolarımızı aldılar. Problem değil olayı anlattık gazeteye, gazetem-izden para ve makine istedik Zagrep’e gönderdil-er. Bu arada da Bosna’ya tekrar gireceğiz çünkü giremedik . Bu arada bu olayı öğrenince Hasan Cemal Güzel ve ekibi Zagrep’teymiş onları görm-eye gittik. Bakalım neler yapıyorlar diye. Bosna’ya gideceğimizi Hasan Cemal’e söyledik ekibininde bize katılabileceğini fakat akredit olmaları gerek-tiğini söyledik. Hasan Cemal buna sevindi ama yanındaki o bandanalı, kamuflaşlı gazeteci ekibi sevinmedi. Bize karşı tavır aldılar. Bizi orada bir dövmedikleri kaldı. Anlatmak istediğim şu ki bu iş bir gövde gösterisi işi değil. Huyun suyun, rahmetin bu mesleğe müsaittir yaparsın. Ya da sana ters gelir bu işi yapmak istemezsin; insanlık hali dönersin başka başka türlü bir muhabirlik

Page 41: Büt Dergisi sayı 4

41

yaparsın. Çok abartılacak bir iş değil. Biraz deli işi tabi ki. Üzülürsün ama çabuk toparlanırsın. Vietnam sendromu falan ben yaşamıyorum. Ben işimi yapıyorum. Ertesi gün geliyorum başka bir yere gönderiyorlar oradan da geri gönderiyorlar.” Günlerce aç kalabilirsiniz eğer savaş mu-habirliği yapmayı düşünüyorsanız. Yeri geld-iğinde tuvaletinizi üstünüze bile yapabilirsiniz. Temiz iş değil pis iş. İstediğin yemek olmaz, iste-diğin yatak olmaz en önemlisi nerede kalacağın belli olmaz. Bu şartlara kendinizi alıştırmanız ge-rek. Yerine göre 3 günlük bayat ekmeği yemelis-iniz, yerine göre de ne varsa yemeği bilmelisiniz. Her şeyden önemlisi bunlara katlanmak için işinizi sevmelisiniz.

Kaçırılan Avrasya Feribot’unun ilk görüntülerini çeken gazeteci… Hakan Kumuk’un birde Çeçenler tarafından kaçırılan Avrasya Feribotu macerası var. Burada da çok büyük işler yapıyor. Hatta diyebiliriz ki ses getiren en önemli işi bu. Çünkü almış old-uğu riskler sayesinde bu işin üstesinden geldi. Kumuk’tan bu olayı dinleyelim. “O olay, Uğur Dündar’a haber atlattığım olaydır. Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde ders oldu. Burada işin özü en çabuk en seri halde haberi ulaştırabilme-kti. O dönem 1996’de gazetecilik adına ne kadar ödül varsa bana verdiler ve hiçbirine ben müra-caat etmedim. Çalıştığım kurum, Kanal E 1996’da bu haberden 300 milyar kazandı. 6 aylık maaş ödenmiyordu onların hepsi ödendi. Kanal sonra-dan satıldı CNBC-e oldu. Ben de bir şeyler kazan-dım ama 300 milyar gibi bir şey kazanmadım. Neyse o olayı anlatayım size. Ben televizyonu hep açık bırakıp uyurum. Sabaha karşı uyandım. Saat 5:00 gibi. Gözümü açtım bir baktım televizyonda, Trabzon’dan Avrasya Feribotu Çeçenler tarafın-dan 110 yolcusuyla polisi de vurularak kaçırıldı haberi dönüyor. Haberi izleyip hemen evden çıkarak kanala gittim. Kanala bir geldim bizim gececiler 5-10 kişi hepsi uyuyor. Dedim oğlum kalkın siz nasıl uyuyorsunuz. Trabzon’da gemi kaçırıldı. Beni hiçbiri umursamadı. Ben hemen valiliğe telefon açtım. Zaten valilik kriz masasını kurmuş. Kendimi tanıttım ve geminin numarasını istedim, verdiler. Saat altı buçuk, yedi civarı

olmuştu; gemiyi aradım merhaba ben gazeteci Hakan Kumuk şöyledir böyledir dedim ama tele-fonu açan kişi şuan da konuşamayız deyip ka-pattı. Habere ilk adımı atmış oldum çünkü gem-iyle direk bağlantı kurdum. Artık haber bende. Şansım yaver gitmişti. Sabah gündüz ekibi ge-lirken ben bilinmesi gereken her şeyi biliyordum. Haber bende dedim ama öğrendim ki Uğur Dün-dar’da bir balıkçı teknesiyle feribotu takip ediy-or. Bunu öğrenince haber gitti, bu haberi ben kapamam dedim. Çünkü benim çalıştığım kurum küçük, imkanlar kısıtlı. Uğur Dündar ise Kanal D gibi büyük bir kurumda çalışıyor. O sırada genel müdürümüz Saner Ayar geldi. Ona hemen durumu söyledim. O da benim haberim var, senin burada ne işin var dedi. Ben erken işe gitmezdim ondan şaşırmış. Bu haber için geld-im dedim. Beni bir şey çağırdı sanki, öyle çıkıp gelmiştim. Onu hissedebilmek çok keyifli bir durum. Sizinde o duyguyu yaşamanızı isterim. Aslında başına ne geleceğini bilmediğin sonu-cunun nasıl olacağını bilmediğin bir duruma doğru gidiyorsun. Ama işin sonunda bir şey elde edemesen bile, meslek adına yeni bir tecrübe kazanmış olacaksın. Ben kendim Kafkasyalı old-uğumdan gemiye girebilmek için kendimi avan-tajlı hissediyordum. Genel müdürümüze gemiye girebileceğimi söyledim. O da bunu nasıl başara-cağımı merak etti. Gemiyi tekrar aradım, bu arada Muhammet Emin Tokcan ile konuşuyor-muşum ama bilmiyorum. Konuştuğum kişiye kendimi tanıttım; ismim Hakan soyadım Kumuk, Kumuk Türklerindenim, Kafkasyalıyım Dağıstan-lıyım, Abhazya Savaşı’nda bulundum. Gemiye

Page 42: Büt Dergisi sayı 4

42

gelmek istiyorum ben dedim. Karşımdaki kişide iyi tamam bakarız dedi ve kapattı. Bakarız demek bir adım daha ileriye attık demektir.” “Tabi gün içerisinde çalışanlarda kanala gelm-eye başladılar. Patron geldi. Toplantıya girdik ve ben gemiye gireceğimi bana güvenmelerini söyle-dim. Bunu nasıl yapacağımı sorunca helikopterle gemiye atlayacağım dedim. Telefonla konuşmalar planlar vesair bir günümüz böyle geçti. Konuşma-lar sırasında tabi gemideki Çeçenleri ikna etmek için Trabzonda yaraladığınız polisi verin bana, Çeçenistan’nın dünya gözünde tanınmasını isti-yorsanız ve Rusların yapmış oldukları insanlık dışı davranışları duyurmak istiyorsanız iyi bir gazeteciye ihtiyacınız var diyorum. Bu şekilde ikna ettim. Çeçenleri ikna ettim ama şimdi de he-likopteri kiralayacak parayı nereden bulacağımız meçhul. Sabaha kadar parayı toparladılar ve 5bin dolara Sancak Air’den helikopteri kiraladılar. Florya’da Sancak Air’ın helikopteriyle sabahın köründe havalandık. Helikopterdeyken bir kez daha gemiyi aradım ben geliyorum dedim. Gem-idekiler bana gelemezsin dedi. Ben helikopteri kiraladım, ilaçları aldım bana, seni almayız gem-iye diyorlar. Ben de o gemiye geleceğim ve beni alacaksınız başka şansınız yok dedim ve de tele-fonu suratlarına kapattım. Büyük bir risk aldım ama başka yapacak bir şeyim yoktu. Patronda bu iş olmazsa tüm masrafların parasını senden ala-cağım diyor artık hiç kaçışı yok gemiye girmeliy-im. Karadeniz Ereğlisi’nde yakıt ikmali yaparken Sancak Air’in diğer helikopteri de yanımıza piste indi. İçinden Uğur Dündar indi çok şaşırdım. Çünkü ben onu tekne ile gemiyi takip ettiğini bili-yordum. Üzerine can yeleği giymiş, bizimlede hiç muhattap olmuyor. Ben tekrar gemiyi aradım ve Muhammet’e ‘Tango Çarli Yirmi’ diye helikopter-in kuyruk numarasını verdim.”

“Uğur Dündar’ın helikopteri bizden önce kalktı gidiyor. Biz de hemen yakıt ikmalini tamamlayıp havalandık. Uğur Dündar önde biz arkada feribo-ta doğru gidiyoruz. Denizde de fırtına var gemiyi tam göremiyoruz hava da kötü. Bir an böyle hava açılır gibi oldu ve geminin tam altımızda old-uğunu gördük. Hemen kamaramana dedim Cenk aç kamerayı kayda başlayalım. Cenk kamerasını

çıkardı, işte şuan uluslararası sularda avrasya feribotunun üzerindeyiz gibisinden konuşmaya başladım. Biz o sırda bant çekerken karşı he-likopterin pilotundan bilgi geldi; Uğur Dündar gemiye girdi diye. Muzaffer kaptan çabuk gemiye iniyorsun dedim. Dedi inemem. Ağabey nasıl ine-mem ya, Uğur Dündar gemiye girmiş hiç şansımız yok ineceksin. Neyse biz geldik geminin üstüne o sırada bammm diye bir el silah sesi. Aşağıdan biri bağırıyor gelme gelme diye. Kapıyı açtım aşağıya doğru bir sallandım bağırdım ben Hakan Kumuk bana gel dediniz bende geldim dedim. Helikopterler aynı firmadan ve aynı renk olduğu için bun-lar Uğur Dündar’ı ben sanıp gemiye kabul etmişler. Doğal olarak-ta bana gelme diyorlar. Sonra-dan benim doğru kişi olduğumu Kumuk olduğu-mu anlayıp gemiye Kabul ettiler. Ama helikpter gemiye yanaşamıyor yükseklikte 6-7 metre. Kameramana hazırlan Cenk dedim gemiye at-lıyoruz. Kameraman demesin mi ağabey yok ben gelmiyorum. Nasıl ben gelmiyorum saçmalama oğlum haydi yürü dedim. Yok ağabey ben atlaya-mayacağım gelmiyorum ben dedi. Tek kelime dedim Cenk’e; bak bu hayatının işi haberin olsun sonra çok üzülürsün. Sana güvendim ama neyse artık dedim. Sırt çantamı aldım içinde bir tane Panasonik MS4000 kamera vardı evden çıkarken koymuştum. Açtım kapıyı önce çantayı attım bunlar çantayı tuttular, Allah’tan tuttular içinde kamera var yoksa kırılacak. Sonra sallandırdım kendimi aşağıya lappp dedi düştüm geminin üzerine. Yerden kalktım selam dedim oradakil-ere, hepsi maskeli falan. Daha başka hiçbir şey demeden çantayı aldım kamerayı çıkardım ve direk çekmeye başladım. Etrafımdakiler Allahü Ekber Allahü Ekber diye bağırıyorlar ben de

Page 43: Büt Dergisi sayı 4

43

onları ve etrafı çekiyorum. İşte Türkiye ve dün-ya basınında gözüken ve ses getiren o 3 dakika 18 saniyelik görüntüleri çektim. İçlerinden biri işin bittiyse tutuklusun dedi. Bir dakika diyerek kasedi kameranın içinden çıkarıp helikoptere alçal işareti yaptım ve kasedi helikoptere doğru fırlattım. Çok büyük bir riskti Allah’tan kase-di tuttular yoksa bütün her şey boşa gidecekti. Kasedi alıp helikopter uzaklaştı. Kasedi verdikten sonra derin bir oh çektim artık iş bitmişti. Uğur Dündar benden önce girmiş gemiye hiç umurum-da değil. Nasıl olsa ben filmi çıkardım, eleman-lara ulaştırdım onlarda kanala götürüyor. Birkaç saat sonra yayına girer kafam rahat. Beni bir kamaraya kapattılar. Birkaç saat sonra kamaraya geldiler.”

“Avrasya Feribot’unu kaçıran Çeçen militanlar tanıdık çıktı…” “Selamlaşma faslından sonra içlerinden biri bana belindeki silahı ver, el bombası var mı? diye böyle acayip tuhaf benle dalga geçer gibi sorular sordular. Hatırlıyor musun Abhazya’da mayın tarlasına düşmüştün seni oradan kim çıkarttı dediler. Şöyle bir durdum düşündüm sonra ak-lıma isim geldi Muhammet Emin Tokcan dedim, dememle birlikte herifin maskeyi çıkarması bir oldu. Baktım ki Muhammet. Ulan dedim senin Allah cezanı vermesin, söylesenize biziz diye bu-rada kabız ettiniz beni. Bilseydim siz olduğunuzu davulla zurnayla gelirdim. Bakın şimdi burada da iletişimin gücünü algılıyoruz. Ben Abhazya savaşında Sohum Cephesi’nde yanlışlıkla bir bölgeye girmişim. Meğer orası da mayın bölgesi-ymiş. Muhammet beni ensemden tutup çıkardı. 3-5 adım daha atsam belki havaya uçacağım. O olaylardan sonra ben bu adamlarla iletişimimi hiç kesmedim. Savaştan sonra kaç yıl geçmeseine ragmen bayramlarda seyranlarda mesaj atıp hal hatır sorup iletişimi kesmedim. Çünkü kimin ne zaman karşınıza çıkacağı belli olmaz. Al işte adamlar gemiyi kaçırmışlar. Onu gördükden son-ra bendeki stres bitti. Zaten kasetide verdim iyice rahatladım. Bu Uğur Dündar ne ayak arkadaş biz onu vuracağız dediler. Vursalar vururlar yani atarlar denize kimsede bulamaz. Nasıl vuruyor-sunuz eğer sesinizi duyurmak istiyorsanız dedim

oda gazeteci kanalı belli Kanal D. Böyle bir şey yapmayın saçma olur bırakın oda sizin gündeme gelmenize yardımcı olsun dedim ikna oldular. Üstümdeki telefonu her şeyimi aldılar ve çıktılar.”

“Neyse bir süre sonra beni geminin salonuna çıkardılar. Yukarıda Uğur Dündar ve ekibi Hürri-yet Gazetesi fotomuhabiri Kadir Can ile kamera-man Şenol Çalabakan kameraları kurmuş çekim yapıyorlar. Bende tek başımayım Çeçen militan-lardan birine kamerayı verip röportaj yapmaya başladım. Sonra Çeçen militanlar kameralarımızı kapatmamızı istediler. Bu arada geminin içinde hakikaten çok olağanüstü bir durum yok. Korku-lacak bir durum söz konusu ama millete kalp krizi geçirtecek bir durum da söz konusu değil. Çay içmek için bizleri geminin taverna bölümüne çıkartılar. O sırada Uğur Dündar benle hiç muha-tap bile olmuyor ben varmıyım yokmuyum umur-samıyor. Bu sırada Uğur Dündar bana baktı, Sen ne yaptın şekerim çekebildin mi bari bir şeyler dedi hiç unutmuyorum. Çektim Uğur bey, filmi de gönderdim dedim. Hadi canım dedi güldü. Allah’ın tokadı yok ya o sırada garson içeri geldi, Kaptan bütün kanallar bizim gemiyi gösteriyor her yerde biz varız dedi. Herkes şaşırdı ve he-men televizyonu açtılar atv’de haber görüntüleri dönüyor. Baktım, Uğur Dündar’a olduğu yerde donup kalmış. Ona çok şey söylenebilirdi. Onun beni takmamaz tavrı gibi bir tavır da alınabilirdi ama ben saygımdan sustum. İlk tebrik eden Kadir Can oldu. Nasıl yaptığımı sordu anlattım. Uğur Dündar’a iyi bir ders verdiğimi söyledi. Kaptan köşküne çıktığımda Uğur Dündar’ın telefonla konuştuğunu gördüm. Sanırım Ertuğrul Özkök’le konuşuyordu. Herhalde Özkök sert konuşuyordu ki yüzü şekilden şekile girip savunma yapıyor-du: “Sayın Özkök biz burada ölümle burun burunayız. Ölümün soğuk nefesini ensemizde hissediyoruz.”diyordu. Ne ölümü ağabey ya tek hissettiğimiz rüzgarın soğukluğuydu. Telefon görüşmesinden sonra Uğur Dündar yanıma geldi, bundan sonra her 16 Ocak bizim doğum günümüz olsun Hakan dedi. Vallaha benim doğum günüm 23 Temmuz Uğur Bey benim için değişen hiçbir şey yok ama sizin için ancak hatırlanacak kötü bir gün olabilir. Sonuçta işimi yapıyorum ve bundan

Page 44: Büt Dergisi sayı 4

44

sonrada işimi yapmaya devam edeceğim deyip kenare çekildim. Kanalımı aradım iyi olduğumu söyledim.” Hakan Kumuk’un çektiği Avrasya Feribot’u görüntüleri ilk olması sebebiyle Türkiye ve tüm dünya basınına satıldığından dolayı kanalına büyük bir maddi gelir ve prestij kazandırmış. Görüntülerden elde edilen parayla kanal çalışan-larının birikmiş 6 aylık maaşları ödenmiş. Tabi görüntülerin kazandırdığı prestij tek kanala değil asıl kahramanı Hakan Kumuk’unda dünya basınında çokça söz edilmesine neden olmuş. O yıl yurt içinde gazetecilik adına ne tür ödül varsa hepsi Kumuk’a verilmiş. Kumuk bu büyük işten döndükten dört gün sonra işten ayrılıyor. Ayrılma sebebi ise işe geç gittiğinden dolayı aldığı uyarı. Aldığı bu uyarıyı kabullenemeyn Kumuk işten ayrılıyor. Kumuk gazeteciliği “adi” bir meslek olarak tanımlıyor.

Tecrübeli gaze-teci Hakan Kumuk üzülerek bunların geride kaldığını söylüyor ve malesef bunları siz yaşayamacaksınız. Bun-ları hep hatıra olarak tecrübeli gazetecilerden dinleyeceksiniz diyor. Hak vermemek elde değil. Biz bu konuşmaları dinlerken tüylerimiz diken diken oluyor. Tabi kendisi de o anları anlatırken olayları bir daha yaşıyormuş gibi. Onunda tüyleri diken diken oluyor, sesi çatallaşıyor. Olayı san-ki yaşıyormuş gibi oluyoruz. Kumuk’ta o kadar heyecanlı anlatıyor ki olayları o an yaşamamak elde değil. Gazeteciliğin artık eskisi gibi ol-madığını da tekrarlıyor.

“Savaşta paranız olmak zorunda…” Savaş bölgelerine girmek oldukça zor bir durumdur. Çünkü o bölgelerde kaos ortamı yaşanmakta. Buna rağmen insanlar geçimlerini bir şekilde sağlamak zorunda. Savaş bölgelerine girmek sivil insanlar için oldukça zor hatta im-kansız. Gazeteciler oradaki yaşananları anlatmak

amacıyla bu bölgelere girebilmek için bir sürü yasal veya yasa dışı yollar denemekte. Peki o anki şartlar altında savaş bölgelerine nasıl girebiliy-orlar? Bununda cevabını Kumuk’tan dinleyelim. “Eğer yasal yollardan giremediysek aklınıza gele-bilecek her türlü kaçak yollardan giriyoruz. Savaş ticareti diye bir olay var bütün dünya bunu bili-yor. Gittiğiniz bölgenin yerel halkı para karşılığı size yardımcı oluyor. Mesela Sırbistan’da benim Sırp şoförüm vardı. Adamı dolara boğuyordum. O da beni istediğim yere götürüyordu. Herif savaş ticareti yapıyor. 5 dolarlık yere 55 dolar istiyordu ama olsun sonuçta gitmek istediğim yere götürüyordu. Savaş bölgesinde çoğu insan

evlerinin odalarını kiraya bile veriyor. Savaş bölgesinde para harcamaktan çekinmeyeceksin mecbursun işi yapmak istiyor-san paraya kıyacaksın.”diyor. Türkiye’de savaş mu-habirliğine gereken önem verilmiyor. Yabancı gazeteciler savaş bölgelerine geldiği zaman ciddi bir teçhizat kuruyorlar. Televizyoncular geldiklere yere baya ciddi reji kuruyorlar.Bunu bir örnekle açıklamak

gerekirse; CNN Saraybosna’daki savaşta Saray-bosna’daki Holidey İn Otel’in bir katını komple stüdyolaştırmışlardı. Yabancı basın çalıştıkları kurumlardan sağladıkları imkan dahilinde pro-fesyonel çalışıyor. Ülkemizde ise malesef böyle şans ve imkan yok. Bu şekilde olunca onlarla rekabet etmek bir yana dursun onların servis ettikleri yazılı ve görsel metinlere bağlı kalmak zorundasınız…

Keyifli ve bir o kadar tüylerimizi diken diken eden sohbetimizi bitirirken aslında üzülmedik değil. Eski ile yeni gazetecilik arasında ne kadar çok büyük farklar olduğunu gördük. Ne kadar üzülsek de her dönemin farklı zorlukları old-uğunu biliyoruz. Hakan Kumuk’u tanımak ve engin tecrübelerinden yararlanmak bizler için çok büyük bir keyifti. Konuştuklarımızı yazıya dökerken dahi tüylerimiz diken diken oluyordu. Umarız sizde okurken beğenirmişsinizdir…

Page 45: Büt Dergisi sayı 4

45

Yaşamanın içinden

Hayal gücümüzü zorlayıp; etrafı milyarlık lüks binalarla çevrili, çok fazla bakımlı olmamasına rağmen şirin olan, boğaz manzaralı, içinde birçok hayvan ve ağaç olan, içerisinde üç tane tek katlı küçük ev olan, yıllara meydan okumuş bir yeşil alan düşünelim. Ya da durun siz kendinizi çok faz-la zorlamayın, ben sizin hayal kurmanıza yardımcı olayım.

İstanbul’un Ulus semtini isim olarak neredeyse herkes bilir. Nerede olduğunu, nasıl bir yer old-uğunu ise ancak gidip görenler ya da başkaların-dan duyanlar bilir. İşin doğrusu güzel bir yerdir Ulus.

Ulus’ta, Ahmet Adnan Saygun Caddesi yani Portakal yokuşu üzerinde TRT Binası vardır. Arkadaşlar ile TRT’ye hocamızı ziyarete gittik. O günde İstanbul’da güneşli, açık ve sıcak bir hava var. Ziyaretten çıktıktan sonra hava güzel olduğu için portakal yokuşundan yürüyerek Or-taköy’e inme kararı aldık. Binadan çıktık, solo doğru yürümeye başladık portakal yokuşundan aşağı. Yaklaşık 400 metre sonra yol sola doğ-ru kıvrılıyor. Bizde yolun o kıvrımıyla birlikte sola döndük doğal olarak. Tam sola döndük ki sağımızda Arnavut taşlı, bayır aşağı inen boğaz manzaralı bir sokak. Garip olan ise sokaktan yu-

karı doğru; biri siyah, biri alacalı diğeri de beyaz renkli üç kuzu yavrusu ve arkalarında orta yaşta bir adam çıkması. Biz tabi hemen kuzulara doğru gitmeye başladık. Kuzular bizden kaçmak yerine aksine üstümüze gelip bize sürtünmeye, üzerime zıplamaya başladılar. Çok garipti. Bir köpekten beklenen davranışı kuzular yapıyordu. Kuzular baya evcilleşmiş anlaşılan. Hemen kuzuların yanındaki kişiyle yani Ali Bey ile tanıştık. Nerede oturduğunu, bu kuzulara nerede baktığını mer-ak ettik. Konuş-maya başladık. Kendisi hemen o sokakta sağ tarafta bu-lunan dört dönümlük arazide yaşadığını söyledi. Arnavut taşlı bir sokak, sokağın sol tarafında 1-2 milyon TL değerinde lüks binalar; sağ tarafta ise dört dönümden oluşan etrafı demir çitlerle çevrili derme çatma denecek bir arazi. Arazinin

İstanbul’da sağınıza baksanız yüksek taş yığınları, solunuza bak-sanız beton yığınlar. Artık hava alacak, yaşayacak yer kalmadı İstan-bul’da. Her yer beton yığını oldu. Acaba sonumuz ne olacak? Şimdi can sıkıcı bu durumu bir kenara bırakalım.

Şehirdeki Köy-Emre Ceylan-

Kuzular adeta evcil köpek gibi üstümüze atlıyor...

Page 46: Büt Dergisi sayı 4

46

sağ tarafında gene yüksek pahalı binalar.

Çok sıcakkanlı ve samimi bir kişi Ali Bey. Bizi hemen içeriye davet etti. Araziye girdik gözlerim-ize inanamadık. Resmen şehirde ve lüks bir semtte köy hayatı devam ediyor bu arazi içerisinde. İçerisi yemyeşil ve hayvanlarla dolu. Koyunlar, kuzular, hindiler, ördekler, kazlar, civcivler or-talıkta gezip duruyor. Her tarafta ağaçlar; akasya, ceviz, erik, dut, kiraz ve dört tanede üzüm bağı var. Yaklaşık toplamda 40’a yakın ağaç var. Arazi içerisinde üç tane tek katlı ev var.

İçeriye girdiğimiz yer arazinin en üst kısmı. Arazi aşağıya doğru eğimli bir yapıya sahip. Başınızı kaldırıp tam karşınıza baktığınızda; boğaz, köprü, kız kulesi… Manzara inanılmaz güzel. Birde böyle bir manzaranın yanında son zamanlarda görmeye muhtaç kaldığımız; yeşil bir alan ve içerisinde çeşitli hayvanlar olan bir arazi.

1918’den beri var... Bu sırada Ali Bey ile konuşmalarımız devam ediyor. Burasının 1918 yılından beri olan bir yer

olduğunu öğreniyoruz. Hikayesini ise Ali Beyden dinleyelim biraz: “Benim dedem savaş gazisi. Savaşta ayağını kaybetmiş. Yıl 1918. Mustafa Kemal Atatürk gazileri hastaneye ziyarete gelmiş. –Üzülmeyin çocuklar, biz gerekli olan bütün yardımları size yapacağız. Size boş araziler vereceğiz, demiş. Neyse fazla uzatmayalım. Kimi asker Edirne’ye, kimi Bur-sa’ya gitmiş. Dedem ve altı yedi askerde İs-tanbul’a gelmişler. Mecidiyeköy’e, Beşiktaş’a falan dağılmışlar. Dedemde buraya gelmiş. O

günden beri biz buradayız. Arazinin yarısı bizim, diğer yarısı ise bir Ermeni aileye ait. Aile 1955 yılında burayı terk edip Fransa’ya gitmiş. Burası da böyle olduğu gibi kalmış.”diyor.

Ali bey şuan burada yaşayan üçüncü kuşak. Dedesi, babası ve şuan o. Burası neredeyse yüzyıla yakın bir zamandır var. Ancak taş yığınlara, betonlara, gökdelen-lere ve daha da doğrusu insan-lara direnmiş.

Yukarıdan aşağıya doğru inmeye başladık. Arazinin sağ tarafında üç tane açık renkli tek katlı ev var. Birinde Ali Bey kalıyormuş, diğerlerinde ise kiracılar var. Biz aşağıya doğru inerken bu sırada hind-ilerde bize eşlik ediyor. Peşimizde gulu gulu gulu gulu bağıra bağıra dolaşıyorlar. Bahçenin orta kısmında sol tarafta kuyuya benzer bir su birik-intisi var. Pekte hoş bir görüntüsü yok. Açıkçası pis gözüküyor. Hemen onun yan tarafında çitlerin yanında koca koca çuvallar var. İçlerinde plastik ve kağıt-karton var. Ali Bey’in kiracılarından biri kağıt toplayıcısıymış. Açık söylemek gerekirse böyle bir yere o çuvalların görüntüsü yakışmıyor. Az daha ilerliyoruz, sağda ceviz ağacına bağlı bir keçi. Bembeyaz, uzun güzel boynuzlu. İran keçisi-ymiş. Alt tarafta ise koyunların yerleri var.

Page 47: Büt Dergisi sayı 4

47

Etrafında bu kadar lüksün olduğu bir yer, doğal olarak çevredeki herkes tarafından hoş karşılanmıyormuş. Ali bey birçok kez belediyeye şikayet edilmiş ve para cezası ödemek zorunda kalmış. Sebebi ise; görüntü kirliliği oluşturuyor-muş orası. İnsanlar balkonlarında rahat yemek yiyemiyormuş. Birde hayvanların kokusundan rahatsız oluyorlarmış. (Biz orada bulunduğumuz süre içinde hayvanların kokusundan aşırı bir rahatsızlık duymadık. Fazla bir koku yok.) İşin doğrusu, dört dörtlük bir yer değil belki orası ama öyle aşırı derecede göze batacak bir yerde değil. İnsanlar farkında mı değiller, yoksa farkına mı varmak istemiyorlar anlayamadım ama Ali Bey’in yeri çevre için tam bir oksijen kaynağı. Bir sürü ağaç var. Temiz hava, oksijen kaynağı. Oradaki hayvanlarda toprağa katkıda bulunup daha verimli

olmasını sağlıyor. Oraya koca bir bina dikilse daha mı iyi olacak acaba? Gönül isterdi ki daha derli toplu bakımlı bir yer olsun ama olan bu, buna da şükür demek lazım.

Ben ölene kadar böyle kalacak Bunca yıl bu arazinin nasıl bu halde kaldığını,

buranında taş yığını olmadığını merak ettim. Ali bey: “ Öncelikle şunu söylemeliyim. Dedem öldükten sonra burası babama kalıyor. Babam-da bana ve kardeşlerime vasiyette bulundu ben ölene kadar burası böyle kalacak diye. Bende bu yaşantıyı sevdiğim için bende kendi çocuklarıma ve yeğenlerime dedim, ben ölene kadar burası böyle kalsın diye. Şimdi bunun yanı sıra birde şöyle bir durum var. Buranın tamamı bize ait değil. Yarısı Ermeni bir aileye ait ve tapuları var. Buranın satılabilmesi için onlarında izinlerinin olması lazım. Ancak kendilerine ulaşamadık bir türlü. Burası da böyle yeşillikler içinde kaldı.”diy-

or. Zaten arazi 1960 yılında Sit alanı ilan edilmiş. Yeşilliğinden, doğasından ve tarihi bakımından Sit alanı ilan edilmiş. Yeşil alan olarak.

Ali bey geçimini balıkçılık yaparak sağlıyor-muş. Birkaç restorana sipariş üzerine balık satıyormuş. O da balıkları Kumkapı’dan aldığını söyledi. Bunun yanında ise ara sıra nakliyecilik yapıyormuş. Birde bol olduğu zaman tavuklarının yumurtalarını ve hayvanlarının sütlerini satıyor-muş. O üç sevimli kuzudan siyah renkli olanı ‘Kar-akul kuzusu’ olduğunu öğrendik. Karakul kuzu-larının önemi ise kıvırcık ve parlak bir posta sahip olmaları. Buna da “astragan” deniyor. Astragan dünya piyasalarında çok aranan ve satılan değerli bir kürktür.

Sohbet, muhabbet, yeşillik, tatlı hayvanlar der-ken manzaranın da güzelliğine dalıp gittik. Yak-laşık iki saat olmuş biz oradayız. Yavaştan kalktık ve Ali Bey’den müsaade istedik. Ayrılırken bize: “Çocuklar buraya istediğiniz zaman gelin. Sizin yerinizmiş, evinizmiş gibi davranın. Hiç utan-mayın, sıkılmayın. Canınız ne zaman isterse gelin. Gelin burada manzaraya karşı yeşilliklerin içinde piknik yapın. Geldiğinizde ben burada olmasam bile çekinmeden girin içeri” diyor. Gerçekten güzel ve ilginç bir yer burası. Yolunuz Ulus’a düşerse buraya mutlaka uğrayın. Bu arada cidden Ali Bey çok sıcak kanlı, samimi ve güler yüzlü birisi. Eğer giderseniz sizleri de en iyi şekil-de karşılar. Ve size de “daha sonra gene gelin” der… [email protected]

Page 48: Büt Dergisi sayı 4

48