Çizgi 2012-2013.1

28
Özel Alman Lisesi Deutsche Schule Istanbul Öğrenci Dergisi Schülerzeitung www.ds-istanbul.de 23-2013

Upload: can-kamali

Post on 12-Aug-2015

129 views

Category:

Documents


1 download

TRANSCRIPT

Özel Alman Lisesi Deutsche Schule Istanbul

Öğrenci DergisiSchülerzeitungwww.ds-istanbul.de23-2013

2

Verleger / Yayımlayan:

Deutsche Schule İstanbul /Özel Alman LisesiŞahkulu Bostan Sok. 20 Beyoğlu34420 İstanbul

Eigentümer / SahibiRichard R. Reinhold

Verantwortliche Schriftführerin /Sorumlu Yazı İşleri Müdürü:Gülşen Başaran

Druck / Baskı:Özdil BasımeviGalipdede Cad. 77 Beyoğlu 34420 İstanbulTel: 0212 251 83 13

Baskı Tarihi Datum des Drucks:2012

Medienart / Yayın Türü:Yerel Süreli

Verantwortliche Lehrer / Sorumlu Öğretmenler:Gülşen BaşaranJörg Dittberner

Redaktionsmanagerin / Kol Başkanı:Can Kamalı

Kapak Fotoğrafı / Umschlagbild:Oktay Turan

Yardımları için, / Für ihre Hilfe bedanken wir uns bei,

Herr Richter,Özdil Basımevi,Ali Balkış,Demre Delipınar,Zeynep Demirkol,

Özel Alman Lisesi İdaresi ve Denetim Kurulu’na

teşekkür ederiz.

EditorialYazan/Autor: Can Kamalı 10B Çeviren/Übersetzer: Can Kamalı 10B

Merhaba!

Herkese yoğun geçen bir dönemin ardından, Çizgi ekibi olarak birikmiş bütün iyi dileklerimizi iletiyoruz: İyi seneler, iyi çalışmalar, iyi tatiller...

Bu dergimizde, Çizgi’de birçok yeni yüz görecek okurlarımız... Belirli aralıklar yaşadığımız bir durum, tüm yazarlarımızın değişmesi. Hepsine “Hoşgeldiniz!” ve “İyi Çalışmalar!” diyoruz...

Öte yandan, ekibimizden ayrılan değerli hocamız Diğdem Tosun’a ise önce kendi adıma sonra da Çizgi adına teşekkür ediyor ve selamlarımızı iletiyoruz. Bu vasıtayla aramıza katılan öğretmenlerimiz Gülşen Başaran ve Jörg Dittberner’e, aramıza katılmayı kabul ettikleri için minnettar olduğumuzu iletiyoruz.

Bu sayı için özenle seçtiğimiz konuların, okurlarımızın beğenilerini kazanacağını umuyoruz. Bir yandan, benzer zamanda gerçekleşen Berlin ve Münih MUN konferanslarından, bir yandan da Müzik ve Matematik’in ilişkisinden bahsedecek yazarlarımız. Öğretmenlerimiz de, bu sayıda desteklerini bizlerden esirgemediler; Erdem Seçmen, Sunay Akın’ın okulumuza ziyaretini; Herr Dittberner, okulumuzdaki yeni müfredatı ve renk algımızın en ilginç yanlarını; Herr Hannemann ise “Alman”ın “Türk” ile buluşmasını anlattı...

Son olarak; beğeneceğinizi düşündüğümüz birçok yazı ve şiirin yanında sevgili Oktay’ın “Tanıdık Yabancılar” adlı sergisinden bir kesit de bulabileceksiniz.

Çevirdiğiniz her sayfa için teşekkürler, iyi okumalar!

Hallo!

Wir, das Çizgi Team, übermitteln alle nach einem intensiven Semester akkumulierten guten Wünsche: Frohe Weihnachten, ein gutes Neujahr und schöne Semesterferien, …

In dieser Ausgabe werden unsere Leser und Leserinnen neue Gesichter treffen, was man in der Schule immer wieder periodisch erlebt. Ein herzliches Willkommen für alle neuen Gesichter …

Andererseits bedanke ich mich und bedanken wir uns als Çizgi bei unserer ehrenwerten Lehrerin, Diğdem Tosun. Und wir sind auch unseren neuen Lehrern Gülşen Başaran und Jörg Dittberner verbunden, dass sie akzeptiert haben, mit uns zu arbeiten.

Wir alle hoffen, dass die Themen, die wir sorgsam ausgewählt haben, unseren Leserinnen und Lesern gefallen. Einerseits werden unsere Autoren von den MUN-Konferenzen in München und Berlin, andererseits von der Beziehung zwischen Musik und Mathematik erzählen. Liebe Fachlehrer haben unser Ersuchen nicht abgelehnt und uns mit ihren Texten unterstützt. Erdem Seçmen hat über den Besuch von Sunay Akın, Herr Dittberner über die neuen Lehrpläne und das Farbsehen, und Herr Hannemann über ein Treffen zwischen Schwabe und Türke geschrieben, …

Schließlich werden Sie, lieber Leser, liebe Leserin, neben den verblüffenden Texten und Gedichten auch einen Teil aus der Ausstellung „Familiar Strangers“ von Oktay Turan finden.

Vielen Dank im Voraus, dass Sie umblättern!

3

VapurYazan/Autor: Sezen Deniz Tokadam

Tüyleri ıslandığı içinuçamayanbir kuş gibihissedişimbitti.Aitolduğumyeregeldim.“Hayatnekadargüzel?”diyesorsalardınasılanlatırımacaba? Hayat, her gün gök kuşağı çıkıyormuş dainsanlar buna her gün ayrı ayrı seviniyormuş gibigüzel. Şu kocaman hiç bitmeyen denizin üstündentek boynuzlu at sürüleri uçmuş da ben de bunugörmüşümgibigüzel,martılarkadargüzel.Vapurdakiherkese sarılıp “İyi ki varsın!” demek istiyorum.Gerçekten de iyi ki varlar çünkü. Onlar olmasa nekadar yalnız olurdum,martılara rağmen... Çok, çokyalnızolurdum.Amadeğilim. Keşke şu yolculuk hiç bitmese... Her güzelşeyinbir sonu var, bitecek.Olsun. Tadını çıkartmaklazım...Herkesmimutlubanamıöylegeliyor?Şehrintelaşınakendinikaptırıptrafiktebirbirineküfüreden,asansörde birbirlerinden rahatsız olan her gün ensuratsız suratlarıyla koşturan bu insanlar o kadargüzel ki şu an hepsini teker teker çok sevmeliyim.Onlaraslabenimgibimutluolmayacaklar.Martılarınçığlıkları, denizin üzerindeki beyaz köpükler hiçböyle etkilemeyecek onları; biliyorum ama şu ançok mutsuz gözlerini elindeki ekonomi dergisinekilitlemişadamıbilegünbatımındakişeftalirengindegörmekvemutluolmakgüzel.Çünkübi’kerecikolsunüzersemkendimişeftalirengiiyiceaçılıpşeffaflaşacakveonuaslagülümserkenhayaledemeyeceğim.Amagülümsemekona yakışırdı. Yanımdaoturan lacivertgözlükadınada...Çünküdişleriçokgüzel,gözleride.Ama hiçbir şey vapurlar kadar güzel değil. Sıradanbirtaşıtdeğilkivapur.Kocamanbirmartı...Martılar

beyaz, gagaları sarı; vapurlar da sarı beyaz. Tümmartılar ve tüm vapurlar arkadaş. İnsan olsalardıbenimonlarısevdiğimgibiseverlermiydibeni?Belkiçok yakın arkadaş olurduk, resimler yapar, şarkılarsöylerdik. Herkes yolculuktan memnun gözüküyor.Olmalılar. Sevinecek çok şey var. Vapurabinmeseydim, rüzgâr saçlarımın arasından koştururgibigeçmeseydi,hiçmartısesiduymasaydımbugünnasılbaşlardıacaba?Bukadargüzelolmazdı.Bugün

nasıl devam ederse etsin, annesinin kucağındagülümseyen, martılar ona yaklaşınca tombulparmaklı minik ellerini çarpan bebeğin gamzelerikadar güzel olamaz ama hayat bugün daha güzel.Daha da güzel olması mümkünmüş gibi... İnsanlardahadagüzel.Dalgalardan,köpüklerden,rüzgârdan,martılardan, şarkılardan, güzel resimlerden, güzelbinalardan, ağaçlardan, çiçeklerden, yeni biçilmişçimkokusundanbilegüzeller.İstanbuldaçokgüzel...Kadıköy’evarıpvapurdaninmekbirazüzücüokadar.

KaranlıK Yazan/Autor: Şafak Şimsek

Bir yolda yürüyorum, her yer karanlık,

Üstümde bir yük var, kaldıramıyorum artık.

Her şeyin bitmesini istiyorum, uyumak istiyorum,

Bir yolda yürüyorum, her yer karanlık.

4

DÖRT ELEMENT’TEN Yazan/Autor: Cansu Yersal

“...Kendimiz olabilmek için yalnız olmaken iyisi değilmi? Süresiz bir yalnızlıktanbahsetmiyorum;ancak kanaatimce zaman zaman yalnızlığa ihtiyacımız var. Herkesin mutluluğu için kendimiziyok sayamayız, harap edemeyiz. Bu bilinç düzyine bir daha gelebileceğimiz ne malum? Yanikaçkezyaşayacağımızdannasıleminolabiliriz?Kesinolanbir şeyvarsa;odabu, tekvebiricikhayatımız. Bu nedenden ötürü makineleşmiş; insana insan olduğunu değil de tam tersinebir vida olduğunu hatırlatan “modern” (!) yaşamdan kaçış denemeleri soylu değil de, nedir!

Bu karanlık böyle iyi aferin Tanrı’ya Herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorumHırsızlar polisler açlar toklar uyusun Herkes uyusun bir seni uyutmam bir de ben uyumamHerkes yokken biz oluruz biz uyumayalım

TurgutUyar

Haklıdeğilmişair?Herkesyokkenbiz“gerçek”bizoluruz.

...”Dünyanın En Güçlü Kİşİsİ

Yazan/Autor: Banu Tepeler

“Değil büyük insanlar, toplumda çok az, sürüdenayrılan, yani söyleyecek çok küçük de olsa birşeyi bile olan insanların tümü, yaradılışları gereğikesinlikle birer suçlu olmak zorundadır. Yoksasürüdenayrılmalarıgüçolur.”Bireyolmak,herhangibirotoriteyebiatetmeden,kendi kararlarını kendi verebilmektir. İnsan içinkuşkusuz en zor olan şey karar vermek ve verdiğikararların sorumluluğunu üstlenmektir; ancak“birey olmak, toplumdan kendini yalıtmak değil,bütünün içinde kendi gibi bulunabilmektir. İnsanbireysel varlık olduğu kadar toplumsal varlıktır.Toplumun gelişmesi, gerçek bilinçli bireylerdenoluşması ile olanaklıdır. (2).” Buna karşın toplum,yapısı gereği yeni fikirlere açık değildir. Çarklarınkusursuzca ilerleyebilmesi için insanların sürüyeait olmaları, düzenin akışını bozacak fikir vegörüşlere sahip olmamaları gerekir. Bundan yolaçıkaraktoplumunmuhafazakârbiryapısıolduğunusöylemekmümkün.Eramus’unsöylediğigibi“İnsan,insan olarak doğmaz, oluşturulur.” İnsan toplumiçerisinde varlığının farkına varır ve toplumuniçerisinde varlığını sürdürebilir. Birey olmayıbaşarabilmişinsanlar,sisteminhemiçerisindehemdedışarısındabulunanlardır.Butip insanlar toplumundayattığıgörüşlerekarşı

çıkarlar. Tarihten de bilindiği üzere muhafazâkartopluma gelen yeni fikir, ancak çok az bir taraftarbulabilir. Kendilerini bildiklerinden beri toplumunkapalı yapısına sıkışıp kalan sıradan insanlar,yeni gelen fikire karşı çıkarlar, çünkü sistemieleştirebilmek, ona karşı çıkabilmek onlarınbilmediği, yapmaya cesaret edemedikleri büyükihtimalle de hiç akıllarında olmayan bir şeydir.Sıradan insanlar, sürü içerisinde insan olmuş vekurallarakörükörünebağlanmışlardır.Şimdikalkıpda böyle insanlara daha önceden sorgulamayacesaretedemedikleribirkonuhakkındafikirbeyânettiğinizde alacağınız cevabın olumsuz olacağınıtahminetmekçokzorolmasagerek.İkincetipinsanlar,yaniyenibirfikirsöyleyebilmekisteğiyle doğmuş insanlar, sıradan insanlarıntepkisini çekerler hatta suçlu olarak anılırlar vedışlanırlar.Zatensürününiçerisindekalıp,onlardanfarklıolabilmelerine imkanyoktur.Yenifikirler içintoplumun dayattıklarına karşı çıkmak, sorgulamakgereklidir.Sabahdokuzakşamaltımesaiyapanbirmemurunsistemieleştirmesi,karşıçıkabilmesizordur;çünküoyaşadığıhayatıniçindevarolabilmiştir,dayatılanlarıkabuletmişvesorgulamakaklınabilegelmemiştir.Yenibirşeylersöyleyebilmeniziçin,önceliklebirey

olabilmelisiniz, sürüden ayrılmalısınız. Sürü, sizinyenifikirinizeaçıkolmayacaktır,büyükolasılıkla,siziötekileştirecektir.Sizonungözünde“kutsal”toplumkurallarınıbozmaya, sarsmaya çalıştığınızdan suçluolacaksınız.“İnsanlarbasitveüstünolarakikiyeayrılırlar.Basitolanlar,yalnızcainsancinsiniüretmeyeyarayanlardır,diğerleri de yeni bir şey söyleyebilmek isteğiyledoğmuş, üstün insanlardır. Toplummuhafazakârlıkgöreviniyerinegetirmekiçinçokkezbuinsanlarıasıpkesiyoryadahertürlühareketimkanındanmahrumediyor.İlkbölümşimdininadamıyken,ikincibölümhepgeleceğinadamıdır.Birincilerdünyayıkorurvenüfusuçoğaltırlar. İkincilerseonuhareketettirirveasılamacınadoğrugötürürler.(3)” (1)HenrikIbsen(2)YükselBerk,Bireyolabilmek,11Eylül2008(3)Dostoyevski,SuçveCeza,İletişimyayınları

5

sunay aKın’la Bİraz EDEBİyat, Bİraz tarİh KonuştuK

Yazan/Autor: Erdem Seçmen

Dostoyevski, Gogol’un Rus edebiyatınınufkunu değiştiren özelliği için şöyle demiş: “Bizhepimiz Gogol’un Palto’sundan çıktık.” Bizimedebiyatımızda da, edebi deneme yazmayasevdalananların hepsinin ustası Salah Birsel’dirdesekhiçyanlışolmaz.Onunüslubu,dilyaklaşımı,ustayıbirköşetaşıyaparedebiyatımızda.Sunay Akın da, şiirle başlayan edebiyatyolculuğunudenemeilesürdürenbirkalem.SalahUsta’nın başlattığı tarih kaynaklı denemelerleSalahBirsel’inbıraktığıyerdenSalahBeyTarihi’nezeyl yapmayı sürdürüyor. Kalemi kadarsohbetinindetadıdamağımızda,dimağımızdakalan türden bir yazarımız. Sunay Akın’lasöyleştik hiç de aklımıza gelmeyen bir sürükonunun kıyısından kenarından dolanarak.Doğrusu ya, tarih denilen o kocaman tozlukitabıniçindemeğernegüzelsayfalarvarmışgörmediğimiz, bunu anladık. Meğer nekadar insan kokarmış tarih; askeri ve siyasimeselelerin arkasına baktığınızda. AğzınızasağlıkSunayAkın.Yazarolmasınınyanında,müzeciliğe,özelliklede çocukların henüz kirletilmemiş o saf

dünyasına vedolaylı olarakdabiz yetişliklerin kirlenmişdünyamızda çocukluğumuzun o saf yıllarına dönüpdüşünmemizi sağlayan oyuncak müzesine gönül vermişbir edebiyat insanı.Dünyanın her yöresinden toplanmışoyuncaklarlaoluşturduğuOyuncakMüzesi;haniçocukkenbizeyarenlikedipdesonrabirköşeyeattığımız,amayıllarsonrabizimyaşamımızınbirkaydıolarakkarşımızaçıkanşu Kırdığımız Oyuncak’lar var ya, onlardan oluşmuş birmüze.Heroyuncakta, bir anı, bir yaşamparçası taşıyanbir müze kurmak olsa olsa bir denemecinin, bir yazınadamınınfikriolabilirdi.ÇokyaşaSunayAkın.

Arama - Kurtarma konularındaki bilgi birikimi ve afet sonrasında müdahale alanındaki deneyimleriyle AKUT ve Özel Alman Lisesi arasında değerli Coğrafya öğretmenimiz Dilek Bayraktar öncülüğünde karşılıklı işbirliği ve dayanışmanın temel alındığı bir platform oluşturdu. Bu uzun vadeli çalışma, bir afet anında daha fazla hayatı kurtarmak için, afet öncesi eğitimi

ve gençleri bilinçlendirmeyi hedeflemekte.13 Aralık 2012, Perşembe günü AKUT Yönetim Kurulu Başkanı Nasuh Mahruki ve AKUT üyesi Ali Rıza Şahin ile Alman Lisesi Türk Müdürü Gülseren Aslan

arasında imzalanmıştır.

aKut ilE alman lisEsi arasınDa ProtoKol İmzalanıyor

6

NEUE LEHRPLÄNE AN DER DSI?! Yazan/Autor: Jörg DittbernerÇeviren/Übersetzer: Can Kamalı

IneinigenFächern,aufjedenFallinBiologie,habt Ihr bestimmt bemerkt, dass sich einiges imUnterricht ändert: Die Themen, die Bücher derjetzigen Klassen sind nichtmehr die gleichenwienochvorwenigenJahren.DerProzess,derhierläuft,nennt sich Pädagogisches Qualitätsmanagement undsolldieSchuleunddasLernenbessermachen,damit IhrbesseraufsStudium,aufdenBerufunddasLebenansichvorbereitetwerdet. Es begannmit demQualitätsrahmen für Deutsche Auslandsschule2006,indemverbindlichfestgelegtwurde,waseineDeutscheAuslandsschulefür ihre Schülerinnen und Schüler leisten muss.Hierwirdz.B.festgelegt,wasinderGestaltungdesUnterrichts wichtig ist (selbstständiges Arbeitenund Arbeiten in Gruppen, kluge Benutzung desComputers,…) undwasdie Schule außerhalb desUnterrichts leisten muss (z. B. Beteiligung vonSchülerInnenundElternandenEntscheidungenzurSchulentwicklung, Angebote zur Entwicklung derPersönlichkeit vonSchülernundSchülerinnen,…).Dazuwurdenschon2004auchBildungsstandards für die 10. Klasse (http://www.kmk.org/bildung-schule/qualitaetssicherung-in-schulen/bildungsstandards/dokumente.html) aufgestellt(wasmusseineSchülerin,einSchüleramEndederzehntenKlasse in jedemFachkönnen).Dannkamein neues Kerncurriculum für die Oberstufe (einCurriculum legt fest, welche Themen unterrichtetwerden;einKerncurriculumlegtnurdiewichtigstenThemenfestundjedeSchuleergänztdanndas,wasfürihreSchülerundSchülerinnenauchnochwichtigist)undjetztwerdenalleLehrplänederdeutschenFächerinderSchuleneuundindividuellfürunsereSchule ausgearbeitet (die Materialien dafürstehen für alle sichtbar im Internet: http://www.kmk.org/bildung-schule/ auslandsschulwesen/kerncurriculum.html) Die jetzigen 11. Klassenhaben deshalb teilweise andere Themen undvielleicht auch andere Unterrichtsmethoden alsdie letzten11’er– siewerdendieersten sein,die

nachdemneuenKerncurriculumeingemeinsamesRegionalabitur mit Schulen in Abu Dhabi, DubaiundTeheranschreibenwerden(nichtnurmitdemIstanbul Lisesi zusammen wie bisher). Bei denunteren Klassen haben einzelne Fächer, wie dieBiologie,schonausprobiert,wiemandenUnterrichtindenunterenKlassenändernkann,damiterzumKerncurriculumpasst.DiesesJahrmüssendiesalledeutschenFächerfürdieKlassen9und10tun,d.h.dass die Lehrer und Lehrerinnen bis Ende Januarviele Stunden zusammensitzen werden, um denbesten Lehrplan für unsere Schule zu erarbeiten(mankannjanichteinfachwiebishereinenfertigenPlankopieren!). Dabei geht es nicht einfach nur um dieThemenundBücher,sondernumdiegesamteIdeedes Lernens in der Schule – es soll nochwenigerauswendiggelerntwerdenundvielmehrmethodischgelerntwerden(wiefinde ichgute Informationen;wiebearbeiteichdieInformationen,sodassichsieselbstständig/ alleine verstehe; wie präsentiereich die verstandenen Informationen). Dies heißtkompetenzorientierter Unterricht(eineKompetenzist die Mischung aus Können und Wollen – alsohier: selbstständig Informationen sammeln undverstehen und präsentieren können und wollen)und bereitet Euch darauf vor,wie Ihr im Studiumund Beruf lernen werdet. Es wird Euer Lebenlang darum gehen, schnell gute Informationen zuverarbeiten,auchinEuremLebenalsStaatsbürgeroder nur in Eurer Freizeit. DieserWechsel in derPädagogik ist ganz toll und basiert auch auf denneuesten Erkenntnissen der Neurologie, aber ihnWirklichkeit werden zu lassen, ist sehr schwierig.In der Biologie experimentieren wir schon seit4 Jahren damit und, wie die meisten von Euchwissen,ändernständigetwas,umesnochbesserzumachen.Sieschreiben:„ImFokusstehendeshalbdieKompetenzorientierungbeiderGestaltungderLehr-LernprozessesowiebinnendifferenziertesArbeitenin heterogenen Lerngruppen und entsprechende

Fördermaßnahmen“(aus: DeutscheSchulen – Strategieund Struktur. ZfA2012). Die letztenbeiden Punkte sindauch ganz wichtig,da es in Zukunftnoch mehr darumgehensoll,dassjederund jede so lernenkann, wie es für ihnund sie richtig ist –mal schneller, mallangsamer,mitmehrSprachhilfen oderinhaltlichen Tipps,

…! Das Ziel ist, dass alle erfolgreich sind und dieLehrerinnen und Lehrer werden viel dazu lernen,überlegen und ausprobieren müssen, bis wir dasgeschaffthaben(„binnendifferenzieren“heißt,dassineinerKlasse–binnenheißtinnen–verschiedene Materialien und Methoden zum gleichen Themaangebotenwerdenundsojedeundjederindividuellrichtiglernenkann). Aber das PädagogischeQualitätsmanagement ist noch mehr als derUnterricht, die ganze Schule soll ein schönererOrt zum Lernen und Leben werden. Dafür solles auch mehr Angebote für SchülerInnen mitLernschwierigkeiten(s.o.:Fördermaßnahmen)oderAngebote für außerunterrichtliche AktivitätenwieTheater und Musik geben. Die Schule soll auchmehr „datengestützt“ planen, d.h. öfter fragen,wie es SchülerInnen, Elternund LehrerInnen gehtundwassiesichwünschen,unddanngemeinsamüberlegen,wiewiretwasverbessernkönnen.MannenntesdenQualitätszyklus(Ist-Zustanderfassen–planen–beschließen–erproben–kontrollieren–neuplanen–…).ZudiesemZyklusgehörteauchdieBLI (Bund-Länder-Inspektion) im Herbst 2009,bei der Inspektoren aus Deutschland kamen undunsere Schule 4 Tage lang genau untersuchtenund uns viele Tipps für Verbesserungen gaben.Die nächste BLI-Runde für die DeutschenAuslandsschulen(mehrals140gibtes)beginntimSchuljahr 2013-14 (letztes Mal waren wir in derzweitenGruppevonbesuchtenSchulen,daswürdejetzt das Schuljahr 2014-15 bedeuten). Diesmalwird es schwieriger werden, gut abzuschneiden:„Da die Schulen seit einer Dekade Prozesse desPädagogischen Qualitätsmanagements erfolgreichdurchlaufen haben, muss in einem zweitenInspektionszyklus der höhere EntwicklungsstandderSchulenberücksichtigtwerden“(aus:DeutscheSchulen – Strategie und Struktur. ZfA 2012). Eswird auch gestaffelte Zertifikate geben (also soetwaswieNoten).entscheidendist,dassalleinderSchulgemeinschaftdaranmitarbeitenkönnen undsollen. Ihr könnt also dabei mithelfen, dass EuerUnterrichtundEureSchulebesserwerden,damitIhrbesseraufdieUniversitätunddasLebenvorbereitetwerdet! So wird es zum Beispiel Fragebögen zudem geben, was gut oder nicht so gut an derSchule läuft (s.o.: „Stärken-Schwächen-Analyse“)und Arbeitsgruppen, die Wege zur Verbesserungsuchenwerden.Bitte,helftdaEuren LehrernundLehrerinnen, die sehr viel dafür arbeitenmüssen,dasswiralleguteIdeensammelnkönnen.

7

alman lİsEsİ’nDE yEnİ müfrEDat

Bazı derslerde, tabi ki Biyoloji’de de, farkettiğiniz gibi bazı değişikliklere gidildi: Şimdikisınıfların konuları ve kitapları artık geçtiğimizsenelerdeki gibi değil. Burada devam eden süreç“Pedagojik Kalite Yönetimi” olarak adlandırılıyorve okulla birlikte öğrenmeyi de iyileştirmesiamaçlanıyor. Bu şekilde öğrenciler üniversiteye,gelecekte seçecekleri mesleklere ve hayatahazırlanmışoluyorlar. Her şeyAlmanya’nınyurtdışındakiokullariçin2006yılındabelirlemişolduğuvebuokullarınöğrencileriiçinnelerizorunluolarakyerinegetirmesigerektiğininbelirtildiğiKaliteStandartlarıilebaşladı.Burada örneğin; dersin yapısında nelerin önemliolduğu (bireysel ve grupla çalışma, bilgisayarlarınbilinçli kullanımı…) ve okulun ne tür ders dışıetkinlikleriöğrencileresağlayabilmesigerektiği(okulgelişiminde alınan kararlarda öğrenci ve velilerinkatılımı, öğrencilerin kişiliklerini geliştirebilmeleriiçin fırsatlar…) kararlaştırıldı. Bunun için 2004yılındazatenonuncusınıflariçineğitimstandartlarıbelirlenmişti(öğrencininonuncusınıfsonundaherderste hangi kazanımları edinmiş olması gerektiğigibi…). Daha sonra üst sınıflara (Oberstufe) yenibir “esas müfredat” geldi. Müfredat derste hangikonuların işleneceğini düzenler; esasmüfredat isesadeceönemlikonularıbelirleyerek,gerikalanıherokulun,öğrencisiiçingerekliveönemliolanıkendibelirlemesinitemelalır.ŞuandaiseAlmancaişlenentümderslerineğitimprogramlarıyeniveokulumuziçin özel olarak geliştirilmiş durumda. Bu nedenleşimdiki on birinci sınıflar geçen seneki on birincisınıflaragörekısmendahafarklıkonularıfarklıdersmetotlarıilegörüyorlar.Aynızamandabusenekionbirinci sınıflaryeniesasmüfredatagöreAbuDabi,DubaiveTahran’dakiAlmanokullarıileortakbölgeselAbitur sınavına girecek ilk dönem olacak, yani buseneAlmanLisesiöğrencileriyalnızcaİstanbulLisesiilebirliktedeğilaynızamandadahaöncesaydığımızokullar ile birlikte ortak bir Abitur sınavınagirecekler.Altsınıflarda,farklıdersöğretmenleri,busınıflarda işlenilenlerin yeni gelen esasmüfredatauyum sağlayabilmeleri için nasıl değiştirilmelerigerektiğini çoktan denemiş bulunuyorlar. Bu yılbütündokuzveonuncusınıflarınAlmancadersleriiçinaynıuygulamagerçekleştirilecek;budademekoluyor ki öğretmenler Ocak ayının sonuna kadarokulumuz içineniyieğitimprogramınıoluşturmakiçin saatlerce masa başında toplantılar yapacakve tartışacak. (Daha önceki gibi hazır planlarıkopyalamakolmaz!) Bu durumda söz konusu olan yalnızcakitaplar ve konular değil; aynı zamanda okuldagerçekleşen öğrenme faaliyetinin bütününkapsayan değişiklikler de bu olayın bir parçası.Yani daha az bilgi ezberlemeli ve daha çokmetotdestekliöğrenmeli:Kalitelibilgiyinasılbulabilirim?Bilgiyi kendi başıma anlayabilecek şekilde nasıl

işleyebilirim? Anladıklarımı nasıl sunabilirim?...Buna yetkinlik odaklı(?) ders deniyor. Yetkinlikyapabilme ve istemenin bir karışımı ve buradakianlamı da tek başına bilgi toplayabilme bunlarıanlayabilme ile sunabilme ve bunları yapmayıisteme… Bu ders tipinin amacı da yine sizleriüniversiteye ve iş hayatına daha iyi hazırlamak.Çünkü bütün hayatınız kısa bir sürede kalitelibilgiye ulaşmak ve bunu işlemek üzerine olacak,yalnızca iş hayatında değil aynı zamanda birvatandaş olarak ve boş zamanlarını değerlendirenbir birey olarak da… Pedagojideki bu değişimaslındaçokmantıklıgörünüyorvenörolojidekiyenigelişmelere dayanıyor, asıl sorun ise bunu gerçekhayata geçirmek... Dört yıldır biyoloji derslerindebununüzerindedeneyleryapıyoruzve çoğunuzunda fark edebileceği gibi daha iyiye ulaşmak içinbir şeyler sürekli değişiyor. Diğer bir taraftan isemakamlar tarafından belirlenen kriterlere göre,herkesin kendine en uygun yöntemle öğrenmesi(kiminindahayavaşkimindahahızlı;kimininiçeriğekiminin de dil konusunda yardım alarak...) büyükönem taşıyor. Amaç; herkesin başarılı olması veöğretmenlerin bu konuda daha fazla düşünmesi,yeni yöntemler denemesibu süreci hızlandıracak…Bu çerçevede aynı konuyafarklıyöntemvemateryallerile yaklaşmak, herkesinbireyselolaraköğrenmesinikolaylaştıracak. Fakat kaliteyönetimi yalnızca derslerinişlenişi ile ilgili değil. Aynızamanda tüm okulun,yaşamaya ve bir şeyleröğrenmeye uygun biryer olması öngörülüyor.Bu nedenle öğrenmedegüçlük çekenlere ve okuldışı etkinliklere (tiyatrove müzik gibi...) yöneliktavsiye ve fırsatlara yerverilmesi öneriliyor.Okulun,planlamayaparkenverileredahasıkdayanarakhareket etmesi; yaniöğrencilere, velilere veöğretmenlere durumunnasıl gittiğini, dilek veyaisteklerininolupolmadığınıdaha sık sorması arzuedilimekte. Devamındada herkesin ortak olarakbazı şeylerin nasıldüzeltilebileceğine dairdüşünmesi öngörülüyor.Bu“kalitedöngüsü”olarak

adlandırılıyor; var olanı inceleme, planlama, kararverme,deneme,kontroletme,yenidenplanlama…Bu döngüyle ilişkili olarak 2009 sonbaharındaokulumuza Almanya’dan görevliler gelmiş, dörtgün boyunca okulumuzu denetlemiş ve neleridüzeltebileceğimizedairipuçlarıvermişbulunmakta.Bir sonraki denetleme 2013-2014 eğitim yılındabaşlayacak ve denetleme grubu okulumuzu 2014-2015yılındaziyaretedecek.Buseferbirazdahazorolacak;çünküdahaönceziyaretedilenokullarınbirsonraki ziyaretlerdebiradımdaha ilerideolmalarıbekleniyor. Denetleme sonucunda aynı şekilde birsertifikadaverilecek. Asıl önemli olan okulda bulunanherkesin bu sürece katılabilmelisi, katılmasıdır. Budemekoluyorkisizdedersleriveokuludahaiyibirhalegetirmekvebuşekildedeüniversite-işhayatınadaha iyi hazırlanmış olmak için, bu süreçte yeralabilirsiniz.Bukonuda;okulda iyivekötüolanlarıtespitetmekiçinöğrencilereanketlerdeyapılacak...

8

schwaBE trıfft türKE – DıE EınrEısE

Yazan/Autor: Matthias Hannemann

Irgendwann ist es klar und du weißt, dass du gehen wirst. Dann wird die Information auch flugs unter die Leute gebracht, um ja auch von allen die Bestätigung zu kriegen, wie toll das wird und - hoppla! - da teilt sich doch dein Umfeld in zwei Fraktionen:Die einen denken so, wie du, dass alles wahnsinnig schön und spannend wird und andere lassen in ihren skeptischen Kommentaren die unterschwellige Botschaft mitschwingen, das alles sei – vor allem mit Kindern - im Grunde unverantwortlich ist. Und Istanbul ist ja nun ganz weit weg und außer Kopftuchfrauen und Moscheen gibt’s da doch nix ...Ich mache denen keinen Vorwurf, da sie es nicht besser wissen konnten. Ich hab‘s ja auch nicht gewusst. Meine These ist, dass keiner in Deutschland etwas über Istanbul weiß - wenn, dann hält einer sein aus Alemanya

exportiertes Türkeibild zusammen mit seinem in Istanbul erworbenes Touristenwissen für die Realität. Allein die Sprache ist wohl den wenigsten Deutschen im Ohr. Könnte eigentlich schon sein, aber man bleibt ja lieber unter sich.Unvergessen der letzte Elternsprechtag im Schwabenland: Der in akzentfreiem Deutsch vorgetragene Kommentar eines türkischen Elternpaares bezüglich meinen Istanbul-Plänen lautete: „Sie werden sehen, die türkische Sprache ist ganz einfach - anders als die deutsche Sprache. Sie werden sie ganz schnell lernen.“ Rückblickend sage ich dazu nur „kolay gelsin“.Auch der Sprachkurs in CD-Format aus der lokalen Bücherei hinterließ mehr Verwirrung in meinem Hirn, als mir lieb war. Schnell war klar, dass auch das Erreichen eines

kindlichen Sprachniveaus (bir, iki ,....) nicht im Vorbeigehen zu erzielen war. Der Sprachkurs an der Volkshochschule schließlich zeigte mir vor allem, dass mein auf indogermanische Sprachstrukturen geeichtes Sprachzentrum sich ungern unterdrücken lassen will: Beharrlich wählte es für die Verneinung ein „no“ und nur durch äußerste Reduktion der Sprechgeschwindigkeit konnte ich es überlisten. Auch das Pärchen „yes - evet“ war lange ein Klassiker.Ausgestattet mit ein paar Sprachfetzen, die sich in spontanen „Konversationen“ gänzlich auflösen konnten, aber mit viel Euphorie starteten Rita und ich via Fähre mit vollgepacktem Auto nach Istanbul und betraten in Cesme türkischen Boden. Schon nach ein paar Stunden ging meine erste Konversation mit einem Türken in die Hose.

9

Hier die Szene(Tankstelle Nähe Susurluk in der anatolische Pampa, 38° C Außentemperatur):Tankwart (schon 14?): „dizel?“Fahrer (schüttelt Kopf): „… äh ..., no!(Tankwart betankt Fahrzeug, Fahrer zahlt, Auto fährt weg)

Tja, eigentlich könnte man meinen, alle Infos seien in dem Gespräch zwischen Sender und Empfänger hin und hergegangen. War aber nicht so.Dafür bescherte uns die Fehlbetankung den eindrücklichsten Tag unserer Istanbuler Zeit: Nachdem das Auto wenig später nicht mehr weiterfahren wollte und meine Mechanikerfähigkeiten sehr begrenzt sind, standen wir in der flirrenden Hitze umgeben von braungebranntem Niemandsland. Zeit, um die Situation richtig zu erfassen, blieb nicht, da innerhalb weniger Minuten eine Kaskade von Hilfsleistungen einsetzte, die so in Deutschland nicht vorstellbar ist. Konversation fand hauptsächlich mit Gesten, Körpersprache und Intuition statt.Hier der ungefähre Verlauf: Ein Bauer auf einem Traktor stoppt und bietet an, seinen Freund anzurufen. Während der Wartezeit tranken wir den ersten cay. Der Freund kam mit Werkzeug und Ersatzbatterie und roch alsbald buchstäblich den Braten: „Dizel!“ Schließlich schleppte er uns Richtung Tankstelle ab, um die Fehlbetankung anzumahnen. Ohne Bremskraftverstärker kam es in der hügeligen Landschaft zu spannenden Momenten und mehrmals riss das Abschleppseil. Fertig mit den Nerven und ohne einen Tankbeleg( nehm ich nie mit ...) teilten wir Selahattin (so

heißt unser Helfer) schließlich mit, dass wir zu seiner Werkstatt wollten. Dort sollte der Diesel abgepumpt werden.So landeten wir in einer völlig abgef...ten Hinterhofwerkstatt, in der mit einem Schlauch unser Tank (war wie im Film) von Selahattin und seinen verdreckten Gesellen geleert wurde. Der Diesel, der in den Mund gelangte, wurde ausgespuckt, und da gerade Ramadan war, spülte auch keiner den Mund aus. Uns hingegen wurde ständig Wasser angeboten. Die ganze Aktion zog sich in die Länge und zwischenzeitlich keimte Hoffnung auf, da der Diesel aus dem Tank war und nun frisches Benzin drin. Nach kurzem Aufheulen erstarb das Motorengeräusch aber wieder und so zeichnete sich ab, dass wir nicht wie geplant nach Istanbul gelangen würden. Nachdem die Sonne langsam unterging und uns mitgeteilt wurde, dass jetzt Essenzeit sei, sah Selahattin uns unsere Ratlosigkeit an. So nahm er uns kurzerhand mit zu sich und seiner Familie. Das Auto und unser Gepäck verblieben an Ort und Stelle.Wir waren natürlich komplett durchgeschwitzt, und so bot man uns nach dem Duschen neue Kleidung an: Rita bekam Kleidung der schon etwas älteren Tochter, ich durfte ein Sportoutfit des Sohnes tragen.Dann erlebten wir, wie hungrige Männer und Frauen den Ramadan brechen. Es wurde darauf geachtet, dass unsere Teller nie leer waren und ein Ende war schwer zu finden ...Den restlichen Abend verbrachten wir mit dem Organisieren eines großen Taxis für unseren Transfer nach Istanbul und mit skurrilen Konversationen, da die Übersetzungen

mit einem Wörterbuch, das beim Buchstaben M endete, bestritten wurde.Am nächsten Morgen lagen wir auf der Wohnzimmercouch, die uns als Nachtlager diente und wurde von den Ramadantrommlern (die wir ja noch nicht kannten) geweckt.Zeitig war der Frühstückstisch dann für uns gedeckt und wir durften unter den neugierigen Augen von Herr und Frau Mechaniker unser Essen zu uns nehmen – stets verbunden mit der Aufforderung, dies und jenes auch noch zu probieren.Kurz darauf standen wir dann frisch gestärkt mit S. vor dessen Werkstatt und beluden unter tatkräftiger Hilfe unserer Mechaniker-Crew das gelbe Duplotaxi. Da unser Dachgepäckträger zu schmal für das Taxidach war, wurde uns zum ersten Mal die türkische Improvisationslust demonstriert. Unter Zuhilfenahme von Holzlatten und Draht wurde der Träger fixiert und darauf dann eine große Dachbox, ein Kinderfahrrad sowie zwei Surfbretter samt Masten und Gabelbäumen. Ja, beim Tanken in Susurluk wurden wir von den Türken bestaunt, wie sonst die Türken in Deutschland.Am nächsten Tag fuhren Rita und ich dann mit einem Taxi zum Möbelkauf, um das leerstehende Haus für unsere Kinder einzurichten. Aber das ist eine andere Geschichte ...

Einen Monat später fuhr uns Selahattin das reparierte Auto nach Istanbul und brachte neben seiner Großfamilie auch einen Geschenkkorb mit Spezialitäten seiner Region mit.

10

A handful students from the Deutsche Schule Istanbul were very excited when we entered the airplane to Munich on November 12 for the MUNOM conference . We had worked and researched a lot for this conference and were all ready for it. Half of us , including me, were going to be the delegation of Portugal while the other half were going to represent Syria. I, like most of the others, were also kind of nervous since it was going to be our very first conference . Our hotel was pretty good (they gave us free wifi passwords ). Nine girls split into two rooms and four boys shared a room . The next day was the first day of the conference , with our fancy outfits we went directly to the European Patent Office after breakfast . It was a really big and important-looking building which made all of us feel like real delegates of the United Nations.

After the group photo we went inside and got our badges . The opening ceremony was a little bit boring for me because of the endless speechs from different members of the school or company which organized MUNOM 2012 . Afterwards we found the

chairs of our committees and the conference began! For the first day the only thing we were doing was lobbying , which was talking and brainstorming about the topics we had with the other delegates of our committee and writing suitable resolutions together. It was really fun but also very serious and hard since we were tyring to find real solutions for real problems. After we had some resolutions in our hands the debates began (for me the fun part!) We had some good and some bad resolutions to debate and the debate was really exciting. As the committee we chose the

best resolutions together for the big debate . The last day of the conference was for the last, final debate with all committees together. We were in the European Patent Office again (except for the first and the

munOm 2012 Yazan/Autorin: Asya Orhan

11

last day we were in the European School Munich). It was also very exciting but not as fun as the debates in the committee, since this was more serious . ( The debates in the committee was half-serious , for example we had amendments like ; “We should turn

DPR Korea into a big theme park and change it’s name into Disco Party Republic of Korea so they won’t have to change their signs since the abbreviation remains the same.” )As a summary, I can say that It was a really great experince and I had a lot of fun. I met

new people and made new friends. Oh , and the party ! How could I forgot about the party ?! At the end of all these debates and discussions we had a big party that was worth all the hard work we put into! It was really fun!

12

tanıDıK yaBancılar

famılıar stranGErs

“Public House” lar (toplum evi) kısaca publar, her İngilizin günlük rutinine yer etmiş, mahallenin tüm evlerinin dışarıdaki ortak odalarıdır. Bir yabancı olarak mahallenin evlerine çat kapı girmek ne kadar zorsa, bu ortak odalara girmek o kadar kolaydır. Nitekim tüm bunların farkında olmak size evin içinde dolaştığınız hissini verir. Aslında tüm hikaye Oxford’a vardığım ilk gün açlığımı gidermek için dışarıda herhangi bir yere yürürken duyduğum gitar sesinin geldiği kapıdan içeri girmemle başladı. Akabinde kendimi

üç yerel müzisyen ve bir şair arkadaşın haftada bir düzenledikleri sanatsal paylaşım gününde buldum. Etrafıma baktığımda bir pubda olduğumu ve benim gibi bir çok insanın bu paylaşıma ortak olduğunu fark ettim. Müzisyenlerin müziğine fotoğraf makinemin perdesinin çıkardığı sesle katkıda bulunduğum o ilk günden , önümdeki üç hafta boyunca o ses hiç kesilmedi. Böylece publar benim de rutinime girmiş oldu.

Koca bir şehrin dar sokaklarındaki bu küçük odaların içinde oyalanan her insan adeta bir kitap gibi uzaktan okunabiliyor. Nasıl bir kitaptaki yazarın cümlelerini karalayıp, kendinizinkileri yazmıyorsanız, fotoğraflardaki bu insanlara da kendi cümlelerimi atfetmedim. Fotoğrafta yaratıcılığa inanmıyorum. Gerçeği yaratamazsınız, tanıklık edebilirsiniz. O insanların kitaplarından okuduğum bir cümleyi kendime not ettim fotoğraflayarak. Böylece o yabancılar birer tanıdık yabancılara dönüştüler.

Public House’s, also rephrased and popularly referred as pubs, are indispensable factors of the English routine. In contrast to peoples private properties, these common houses of the neighborhood are totally welcoming strangers. This makes people feel as if they are walking inside someone’s house. Actually, the story began at the very first day in Oxford by being distracted by a guitar sound coming from a house. All of a sudden, having

my hunger replaced with curiosity, I was in the middle of a weekly event given by three local musicians and a poet. Realizing the place I was in is a pub, I found myself accompanying the rhythm of guitars with my camera equipment and sharing the joy of the crowd in the same place. This participation lasted for the last three weeks of my trip at Oxford. This way, pubs became my routine too.

These small rooms crawled inside the narrow streets of a massive town, harbor variety of people inside. Just like a book, all these people can be read and because a book should not be edited by the reader, I avoided including my personal opinion on them. I don’t believe creativity in photography. Truth cannot be created, it can only be witnessed. All I did was to note what I saw and suddenly, those pub people became my familiar strangers.

Yazan/Autor: Oktay TuranÇeviren/Übersetzer: Oktay Turan

13

14

nerdeyse Kar başlar.Birini düşünür giBi oluruz. biliyOrumEllErin de üşür. biliyOrum amaısıtaBilirsin onları. o ateşte.hazırsın da. biliyorum. ama sana Bir boyun atKısı gereK. Kış geldı.

turGut uyar

15

16

17

BunDanDır KİYazan/Autor: Begüm Kaş

Barış varsa

hava güzel

çiçekler

hayvanlar

insanlar güzel.

Bundandır ki

bu sonbahar

soğuk

kar.

Soğuk bir kış günündeKarlar dökülüyor gökyüzündenBir poğaça kokusu geliyor sağ taraftanBir adamın kırmızı camekanından

Gidip alıyorum bir zeytinliBaşlıyorum yemeye o şaheseriBirden karlar duruyor güneş açıyorBir ilkbahar günü gibi

Ortasındaki zeytinine ulaşıncaBirden hava ısınıyor, çiçekler açıyorÇocuklar oynuyorBir yaz günü gibi

Ortasındaki zeytini bitti poğaçanınYapraklar dökülüyor bir bir

Bir sonbahar günü gibiO zaman anlıyorum kışın geleceğini

Son lokmayı atınca ağzımaBir soğuk rüzgar vuruyor suratıma

Karaca Turhan der ki bu poğaçaHayat içinde hayat yaşatır insana

Poğaça’ya güzelleme

18

Das Etwas anDErE DEutsch: “schwıızEr Dütsch”!Yazan/Autor: Ekin Ilseven

Grüezi wohl zäme! Ich bin seit zwei Jahren ein Student an der ETH Zürich und ich werde euch von einem der eigenartigen Aspekte des Lebens in der Schweiz aus meiner Perspektive erzählen, und zwar von der Sprache: Schweizer-Deutsch. Es waren meine ersten Tage in Zürich. Wir waren drei Kollegen in einem Supermarkt und die Frau an der Kasse wollte einen “Uuswiis” sehen. Nach noch zwei Versuchen habe ich endlich verstanden, was sie meinte: Ausweis! Diesen Moment, in dem ich Schweizer Deutsch kennenlernte und von ihm erschrocken wurde, werde ich nie vergessen. Für lange Zeit konnte ich mich daran nicht gewöhnen. Dies war kein Dialekt von Deutsch, sondern eine andere Sprache mit eigenem Wortschatz, eigener Grammatik und mit eigener Aussprache und das war nur der Anfang. Später habe ich erfahren, dass jede Region, sogar einige Städte, ein eigenes Schweizer Deutsch hat. Aufgrund dieser Unterschiede kann man von keiner Struktur des Schweizer Deutschen sprechen. Was ich von meinen Kollegen gehört habe, ist, dass die Versuche, ein strukturiertes, einziges Schweizer Deutsch zu bauen, misslungen sind. Einige charakteristische Eigenschaften sind aber klar: Bei der Aussprache erkennt man viele Einflüsse von Mittelhochdeutsch (die mittelalterliche deutsche Sprache) und die Grammatik basiert auf der alemannischen (eine alte

germanische Sprache, heute ein süddeutscher Dialekt). Heute habe ich weniger Probleme mit Schweizer-Deutsch und es klingt mit Zeit immer besser. Damit ihr auch ein bisschen sehen könnt, was Schweizer-Deutsch ist, ist unten der erste Absatz übersetzt in zwei verschiedene Schweizer-Deutsch-Typen (mit der Hilfe meiner Schweizer Kollegen): Grüezi wohl zäme! (1) “Ich bi sit zwei Jahr Student a de ETH Züri und ich wird eu vom ene eigenartige Aspekt vom Lebe i de Schwiiz us minere Perspektive verzelle,

und zwar vo de Sprach: Schwiizerdütsch.” (2) “I bi sit zwoi Johr Student ar ETH Züri u i wird üch vomne eigenartige Aspekt vom Lebe ir Schwiiz us minere Perspektive verzelle, u zwar vo dr Sprach: Schwiizerdütsch.”

unı-ausfluG

Spätestens seit Beginn dieses Schuljahres machen sich die 12. Klässler und teilweise auch schon die 11. Klässler Gedanken darüber, wie es nach der Schule weitergehen soll. Bei den vielen Möglichkeiten, die es allein in Deutschland gibt, keine leichte Entscheidung! Um uns dabei zu helfen haben wir im Oktober die Möglichkeit bekommen, mit Herrn Loitsch an einem Ausflug zur Bogazici Universität teilzunehmen. Dort haben sich die staatlichen Universitäten Baden Württembergs vorgestellt. Vertreter jeder Universität haben circa halbstündige Vorträge gehalten, in dem uns das Wichtigste über die jeweilige Uni, die dort angebotenen Fächer und ihre Lage erklärt wurde. Besonders gut besucht waren natürlich die Vorträge über Heidelberg und Freiburg, aber wer Interesse hatte,

konnte auch viel über weniger bekannte Unis, wie zum Beispiel die in Tübingen oder Konstanz erfahren. Alle Vertreter hatten kleine Stände aufgebaut, wo man Broschüren, Stifte, Hefte und vieles mehr erhalten konnte, alles von den Unis gesponsert. An diesen Ständen konnte man auch eventuell offen gebliebene Fragen klären und somit alles erfahren, was für einen persönlich besonders wichtig ist.Da wir hier in Istanbul leider nicht, an Veranstaltungen wie dem „Tag der offenen Tür“ der Unis in Deutschland teilnehmen können, war dieser Ausflug für uns alle sehr wichtig und wir haben jetzt eine viel bessere Vorstellung davon, welche Möglichkeiten sich nach unserem Abitur an deutschen Universitäten bieten!

Yazan/Autor: Kira Schauer

19

Yazan/Autorin: Eda Elif Inan Rabia Solmazer Ceren Sultan Esen

Heyecanla otobüsümüzün kalkmasını bekliyoruz. Beklerken gezide yaşayacaklarımızı hayal ediyoruz ve en sonunda otobüsümüz kalkıyor. Rehberimizin anlattığı ilginç bilgiler uzun otobüs yolculuğunun göz açıp kapayıncaya kadar geçmesini sağlıyor. Ankara’daki otelimize varınca odaya yerleşip yemeğe iniyoruz. Odaya çıktığımızda yol yorgunluğundan hemencecik uykuya dalıyoruz. Sabah olunca Anıtkabir’de olacak olan resmi tören için hazırlanıyoruz. Otobüse binip Anıtkabir’e doğru yola çıkıyoruz ve Aslanlı Yol’un başında iniyoruz. Tören alanına varıyoruz. Fakat 15 dakika önce geldiğimiz için rehberimiz bizi Anıtkabir ile ilgili bilgilendiriliyor. Konuşması bittikten sonra tören alanından askerlerle birlikte Anıtkabir’in içine giriyoruz ve Atamız’ın huzurunda saygı duruşunda bulunuyoruz. Bir çiçek çelengi bırakıyoruz. Törenin devamında okul müdürümüz anı defterini imzalıyor ve deftere yazdığı yazıyı okuyor. Bazılarımız duygulanıp ağlıyor. Okul müdürümüz yazdığı yazıyı okumayı bitirince Anıtkabir Müzesini geziyoruz. Savaş yıllarına sanki geri dönüyoruz müzeyı gezerken. Anıtkabir’i gezmeyi bitirdikten

sonra otobüse binip otele gidiyoruz. Hemen toparlanıp üstümüzü değiştiriyoruz. Otobüse binip 1. ve 2. Meclis’e gitmek üzere yola çıkıyoruz. Meclisleri gezdikten sonra Ankara Kalesi’ne doğru yola çıkyoruz ve Ankara Kalesi’ne geldiğimizde herkes çok aç olduğu için yemek yiyeceğimiz yere yürüyoruz. Fakat Ankara’nın her yeri onarımda olduğu için yürümek biraz zor oluyor. Restauranta vardığımızda herkes hemen yer kapıp yemek yeme derdine

düşüyor. Yemekten sonra herkesin karnı şiş bir halde Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ne doğru yürüyoruz. Müzeye vardığımızda müzenin tamiratta olduğunu öğreniyoruz ve bu nedenden müzedeki bütün eserleri göremiyoruz ama görüğümüz kısmı bile bize yetiyor. Şu an yaşadığımız t o p r a k l a r d a yaşamış olan diğer medeniyetlere ait eserleri görmek bizi d u y g u l a n d ı r ı y o r . Geziye Beypazarı’nda devam ediyoruz. Beypazarı’na akşam üstü varıyoruz ve Hıdırlık Tepesi’ne günbatımını izlemeye gidiyoruz. Ancak burada birkaç fotoğraf çekebilecek kadar duruyoruz, çünkü hava kararıyor ve bizim otele gitmemiz gerekiyor. 10 dakika sonra otelin olduğu bölgeye varıyoruz ve orda olan bir gümüşçü dükkânına uğruyoruz. Herkes

çeşit çeşit takılar alıyor. Alışverişimiz bittikten sonra otele doğru yürüyoruz. Çünkü otele hemen eştalarımızı yerleştirip Bağ Evi’ndeki yemeğe y e t i ş m e m i z gerekiyor. Bağ Evi’ne geldiğimizde bizi yöresel şarkılar ve danslarla k a r ş ı l ı y o r l a r . Hatta yaptıkları gösterilere bizi bile katıyorlar. Sonra

da halay çekiyoruz. Hatta halay çekecek yer kalmadığı için masaların arasına girip halay çekiyoruz. Veli hoca da bize şarkılar söylüyor, biz de ona eşlik ediyoruz. Yorgun argın otelimize geldiğimizde hemencecik kendimizi yatağa atıyoruz ve uyuyakalıyoruz. Sabah çok geç olmadan otelden çıkıyoruz. Beypazarı’nı geziyoruz. Eskiden mektep olan bir binayı ve camiiyi geziyoruz. Camiiden sonra da bize serbest vakit veriliyor. Biz de bu süre zarfında “Yaşayan Müze”yi geziyoruz. İçeride isteyen kurşun döktürebiliyor, isteyen ebru ve baskı yapabiliyor, isteyen de Hacivat ve Karagöz izleyebiliyor. Müzeden artan zamanı takı, baklava ve havuç suyu alarak geçiriyoruz. Sonra da herkes otobüse biniyor ve İstanbul’a doğru yola koyuluyoruz ama herkes acıktığı için Beypazarı yakınlarında bir yerde ögle yemeği yiyoruz. Yemek yediğimiz

yerden merdivenlerle dağa çıkınca bütün ağaçları ve dağları görebiliyoruz ve bir süre manzaraya baktıktan sonra otobüse gidiyoruz fakat otobüse binmeden önce otobüsün önünde hemen bir grup fotoğraf çektiriyoruz ve otobüse biniyoruz. Biraz yol aldıktan sonra yol üzerindeki Nazlıhan Kuş Cenneti’ne uğruyoruz. Fakat mevsimden dolayı hiç kuş göremiyoruz. Olsun, kuşlar olmasa bile manzara yine de çok güzel. Hele hele arkadaki dağın renkleri bir harika, dağ kırmızı ve yeşilin tonlarından oluşuyor. Artık yolumuza hiç ara vermeden devam ediyoruz. Ne de olsa yarın pazartesi, okul var!

anKara GEzİsİ

20

müzİK VE matEmatİKYazan/Autorin: Umay Tuğcu Çeviren/Übersetzerin: Umay Tuğcu

“Müzik yaşamımızın önemli bir parçası, ruhumuzun gıdası, hatta kendimizi ifade etmenin bir yolu.” [1]Müzik ve matematik arasındaki ilişkinin anlaşılabilmesi için önce beynimize inilmeli; müziğin nasıl algılandığı, beynimizi nasıl etkilediği ve ilkel çağlardaki insanların müziği nasıl icat ettikleri öğrenilmelidir.Müziğin beyin tarafından nasıl algılandığı, insanları nasıl etkilediği ve matematikle olan ilişkisi son yıllarda nöroloji (sinirbilim), bilişsel bilimler, psikoloji, sosyoloji, antropoloji, dilbilim ve matematik gibi birçok dal ve mesleğin ilgisini çeken bir konu.

• “Müzik, nedensiz bir şekilde insanı harekete geçirmede etkilidir, matematik ise nedensiz bir şekilde doğayı harekete geçirmede etkilidir.” (Winkel, 2000: 5)• “Müzik, iki bin yıl öncesinde matematiksel bir bilim olarak ele alınmıştır. Hatta yakın zamanlarda bile Ozanam, Saverien ve Hutton’un matematik sözlüklerinde müzik ile ilgili makaleler vardır. Bu yüzden matematikçilerin müzik ile ilgili yazmaları şaşırtıcı gelmemelidir” (Archibald,1923: 2).

müzığın KöKenıGünümüzde müzik daha çok eğlence yönüyle öne çıkıyor; fakat araştırmalar, müziğin çıkış amacının eğlence değil, iletişim kurmak olduğunu söylüyor. Nasıl mı? Okumaya devam edin… Arkeolog Steve Mithin “The Singing Neanderthals: The Origin of Language, Mind and Body” (Şarkı Söyleyen Mağara Adamları: Dil, Zihin ve Vücudun Kökeni) adlı kitabında insanın atalarının, müziği dil gelişimiyle beraber kullanmaya başladığından ve müziğin vücut dili ile birlikte bir kendini ifade etme biçimi olarak geliştiğinden bahsediyor. Yapılan araştırmalara göre ilkel müzik yani melodili konuşma, ilkel insanların duygu ve düşünce aktarımlarının kapısını açmıştır. Evrimsel nörobiyolog Mark Changizi ilginç bir varsayımda bulunuyor. Müzik, insanoğlunun milyonlarca yıl içerisinde kazandığı iletişim becerilerinin bir kısmıdır. Müzik duyduğumuzda içimizin kıpır kıpır olmasının nedeninin ise müziğin vücudumuzun ya da bazı fiziksel nesnelerin hareketi sonucunda ortaya çıkması ve bunun da bir şekilde beynimize kazınmış olması olduğunu söylüyor. İnsan beyni işitsel uyarılara karşı çok duyarlıdır. Öyle ki, görsel hiçbir iletişim olmasa bile duygu ya da hareket dinleyiciye iletilebilir. Bu da insanlığın iki milyon yıllık geçmişinde, müziksel iletişimin beynimizin derinliklerine yer ettiği anlamına geliyor. Chanzigi’ye göre müzikal sesler, içerdikleri

bazı temel özellikler sayesinde ilkel insanlar için önemli bilgiler içermekteydi. Changizi, bu özellikleri sesin yüksekliği, perdesi (yani frekansı), temposu ve ritmi olarak sınıflandırıyor.Fakat müziğin kökeniyle ilgili yaklaşımlardan en çok kabul gören, müziğin annelik içgüdüsüyle ortaya çıktığıdır. Avusturyalı müzikoloji profesörü Richard Parncutt’a göre müzik, annenin bebeğiyle ya da küçük çocuğuyla iletişimde kullandığı melodili seslerin ya da “bebek dili”nin gelişimiyle doğmuştur. Parncutt’a göre yeni doğan bebeklerin yaşamını sürdürebilmesi için anne ile bebek arasında güçlü bir bağ oluşması gerekiyordu. İlkel müzik ise bu bağı geliştirmenin ve sürdürmenin etkili bir aracıydı.

notaların matematıKsel İfadesıGerek insan sesi gerekse müzik notaları, matematiksel olarak ifade edilebilir. Kısa bir süre için incelendiğinde her nota veya her ses sabit bir frekanstaki bir sinyaldir. Piyanonun bir tuşuna basıldığında veya gitarın bir teline vurulduğunda o tele karşılık gelen notanın frekansında bir ses dalgası oluşur.Bu sinyal bir sinüs fonksiyonu ile gösterilebilir. Örneğin akort için sıklıkla kullanılan A-440 (“la” notası) 440 Hz frekansındaki bir sinyaldir. Dolayısıyla şeklinde ifade edilebilir. Diğer notalar da benzer şekilde, sadece frekans değiştirilerek gösterilebilir. Bu yöntem, müzik notalarından öte, doğadaki her türlü karmaşık (çok bileşenli) sesin matematiksel olarak gösterilmesini sağlar.Notaların, seslerin, dolayısıyla müziğin, belli frekanslardaki sinyallerin birleşimi olarak ifade edilmesi herhangi bir sesin bilgisayar ortamında sentezlenebilmesini, yani üretilebilmesini, sağlar. Müzik çalarımız, bilgisayarımızdaki müzik, elektronik piyano veya gitar bu prensiplere göre çalışır.Müziğin matematiksel olarak ifade edilebilmesi bambaşka bir alanın yaratılmasını da sağlamıştır: Bilgisayar destekli müzik. Bilgisayar teknolojisinin gelişmesi ve yapay zeka çalışmaları ile artık bilgisayarlar aracılığıyla da beste yapılabiliyor. Bestekarların çalışmalarında bilgisayar desteği almalarının yanı sıra tümüyle bilgisayar tarafından bestelenen eserler de mevcut.

Müzik dünyasında matematiğin yer bulduğu alanlardan bir diğeri ise; sesin yayılmasının modellenmesi. Bu sayede yenilikçi ses sistemlerinin tasarımının yanı sıra bir konser salonundaki hoparlörlerin nereye yerleştirilebileceği veya yemekhane, açık ofis gibi alanlarda gürültüyü bastıracak şekilde ses yayınlarının yapılması gibi yöntemler de bugün kullanılmaktadır.Müzik ile matematik arasındaki ilişki aslında eski Yunan uygarlığı dönemine kadar uzanıyor. Pythagoras okulunda müzik; aritmetik, geometri ve astronomi ile birlikte matematiğin 4 ana dalından biri olarak kabul görmüş. Pythagoras 12 birimlik bir teli 6, 8, 9 ve 12 birimlik uzunluklarda (sırasıyla 1/2, 2/3, 3/4 ve 1 oranlarında) kullanarak “tetrakord”u elde etmiş. Sonuç olarak Do, Re, Mi, Fa, Sol, La , Si, Do sesleri sırasıyla 1, 8/9, 64/81, 3/4, 2/3, 16/27, 128/243 ve 1/2 oranları ile ifade edilir. Günümüzde bu sistemin biraz değiştirilmiş hali kullanılmaktadır.

Sonuç olarak müzik ve matematik iç içe geçmiş kavramlar olarak hayatımıza büyük etkide bulunmaktalar. Müzikteki tını ve uyum aslında matematiksel bir gerçekliğe dayanmakta. Müziğin hoşumuza gitmesinin nedeni de büyük olasılıkla bu oransal uyumun beynimizde yarattığı algı. Bizler için birbirinden son derece farklı iki ders olarak görünen bu kavramların arasındaki güçlü ilişki insanı şaşırtıyor.

[1] Bilim ve Teknik, 539. Sayı, sy: 19, Ekim 2012

KAYNAKÇA:Bilim ve Teknik, 539. Sayı, sy: 19-25, Ekim 2012J. H. McClellan, R. W. Schafer, M. A. Yoder, Signal Processing First, Pearson Education Inc., 2003Winkel. R.(2000). Mathematics and Music. Institut fur Reine und Angewandte Mathematik . November 21th, 2000http://www.iram.rwth-aachen.de/~winkel/papers/19.pdf (10.12.2002).http://www.nesebuzol.com/egitim/sayfa.php?linkid=matematikvemuzik http://matematikvenota.blogcu.com/muzigin-temelindeki-matematik/1899394

21

musıK unD mathEmatıK

„Musik spielt eine wichtige Rolle in unserem Leben.”Um die Beziehung zwischen Musik und Mathematik zu verstehen, muss man das Gehirn genau un¬tersuchen und lernen, wie Musik erkannt wird, wie die Musik unser Gehirn „verzaubert“ und wie Menschen in früheren Zeiten die Musik erfunden haben.Wie Musik vom Gehirn erkannt wird, wie sie die Menschen „verzaubert“ und die Beziehung mit der Mathematik sind sehr interessante Themen für Fächer wie Biologie/ Neurologie, Informatik, Psy¬chologie, Soziologie, Anthropologie, Sprachwissenschaft und Mathematik.„Die Musik ist wirksam, um den Menschen zu bewegen, aber die Mathematik ist wirksam, um die Natur zu bewegen.“ (Winkel, 2000: 5)„Vor zwei tausend Jahren war Musik eine mathematische Wissenschaft. Sogar vor nicht langer Zeit, bei Ozanam, Saverien und Huttons gab es in mathematischen Wörterbüchern Artikel über Musik. Deshalb sind Aufsätze der Mathematiker über Musik nicht erstaunlich.“ (Archibald,1923: 2)

DıE hErKunft DEr musıKHeute ist Musik vor allem bei der Unterhaltung wirksam, aber die Studien zeigen uns, dass es nicht immer so war, sondern ursprünglich die Musik dazu diente, zu kommunizieren.In dem Buch des Archäologen Steve Mith, „The Singing Neanderthals: The Origin of Language, Mind and Body” (Die singenden Neanderthaler: Die Herkunft der Sprache, des Geistes und des Körpers), wird erzählt, wie die frühen Menschen die Musik mit der Sprache zusammen zu benutzen anfingen und begannen Musik mit Sprache (= Gesang, Lieder) für ihr Leben zu gebrauchen.Die Studien zeigen uns, die primitive Musik, das heißt das melodische Gespräch, machte die Tür zu der Übertragung des Gefühls und der Gedanken auf. Der Evolutionsneurologe Mark Chan-gizi nimmt an, dass Menschen mit der Musik ein weiteres Stück Kommunikationsgeschick gewon¬nen haben.Man wird glücklich durch die Musik aus

der Bewegung unseres Körpers oder einiger physikalischer Objekte (= Musikinstrumente) und dies hat sich in unsere Gehirne eingeprägt. Das Gehirn des Menschen ist sensibel für Stimmen und Geräusche. Deshalb, wenn es keinen visuellen Eindruck gibt, kann man die Gefühle und die Gedanken übertragen und das bedeutet, die Musik steckt in unserem Gehirn. Changizi denkt, dass musikalische Geräusche für primitive Menschen wichtige Informationen enthielten. Er klassifiziert die Eigenschaften über die Lautstärke, die Frequenz, das Tempo und den Rhythmus.Aber nach der akzeptabelsten Theorie ist Musik mit der mütterlichen Fürsorge aufgetaucht. Der österreichische Musikwissenschaftler Professor Richard Parncutt denkt, dass die musikalischen Stimmen genauso wie die „Baby-Sprache“ aus der Sprache der Mutter mit ihrem Baby oder Klein¬kind entstanden sind. Zwischen der Mutter und dem Baby musste ein starkes Band sein. Primitive Musik war gut, um dieses Band wachsen und dauerhaft werden zu lassen.

DıE mathEmatıschEn aussaGEn DEr nOtEnDie Töne des Menschen und der Musiknoten können in mathematischen Aussagen wiedergegeben werden. Nach einer kurzen Beobachtung kann man schon sagen, dass jede Note oder jeder Ton ein Schallsignal in einer bestimmten Frequenz ist. Wird eine Taste des Klaviers gedrückt oder eine Saite gespielt, dann entstehen Schallwellen in der Frequenz, die für diesen Ton typisch ist. Dieses Signal kann mit einer Funktion dargestellt werden. Zum Beispiel: „A – 440“, das meistens beim Stimmen eines Instruments benutzt wird („Kammerton A“), ist ein Signal mit der Frequenz 440 Hz. Diese Beziehung wird mit dieser Funktion gezeigt: s (t) = A ⋅ sin (2 ⋅π⋅ 440⋅ t).Die anderen Noten werden mit der gleichen Funktion, aber verschiedenen Frequenzwerten gefun¬den. Diese

Methode kann jede komplizierte Stimme, jedes Geräusch in der Natur mathematisch darstellen. Mit Hilfe davon, dass die Noten, Töne und die Musik als verschiedene Signale mit ver¬schiedenen Frequenzen ausgedrückt werden, können jetzt die

Computer Töne herstellen. Unser Music Player, die Musik in unserem Computer, ein elektronisches Klavier oder eine virtuelle Gitarre arbeiten so.Die mathematische Erklärung der Musik schafft ein neues Thema: Computerunterstützte Musik. Mit der Entwicklung der Informatik und den Untersuchungen zur künstlichen Intelligenz wird heute im Computer komponiert. Sowohl helfen die Computer den Komponisten bei der Arbeit, als auch werden einige Lieder nur im Computer produziert.

Ein anderes Thema, wo Musik und Mathematik wieder zusammenkommen, ist das Modell der räumlichen Ausbreitung der Töne. Auf diese Weise, neben der Entwicklung neuer Beschallungs-systeme, man kann den Ort, wo man die Lautsprecher in verschiedenen Räumen hinstellen muss, vorhersagen.Die Beziehung zwischen Musik und Mathematik fängt mit der ältesten griechischen Zivilisation an. In der Schule des Pythagoras war die Musik ein Teil der Mathematik wie die Arithmetik, die Geo¬metrie und die Astronomie. Pythagoras hat den “Tetrakord” erhalten, als er 12 Einheiten Draht in 6, 8, 9 und 12 (1/2, 2/3, 3/4 und 1) geteilt hatte. Schließlich haben die Noten C, D, E, F, G, A, B und C den Betrag 1, 8/9, 64/81, 3/4, 2/3, 16/27, 128/243 und 1/2. Heute verwendet man aller¬dings eine etwas verschiedene Proportion.Zusammenfassend lässt sich sagen, dass Musik und Mathematik sehr wirksam in unserem Leben sind. Der Tonfall und die Harmonie der Musik hängen mit der Mathematik zusammen. Der Grund, warum wir Musik lieben, ist wahrscheinlich die Wahrnehmung der proportionierten Harmonie in unserem Gehirn. Die Beziehung zwischen den Fächern, die sehr unterschiedlich und voneinander getrennt aussehen, erstaunt und lässt einen darüber weiter nachdenken.

22

Das farBsEhEnYazan/Autor: Jörg DittbernerÇeviren/Übersetzer: Burak Akdere

Menschen gehören zu den wenigen Säugetieren, die viele Farben sehen können. Wir empfinden dies als so selbstverständlich, dass wir vergessen, wie unterschiedlich die Wahrneh¬mung der meisten Tiere um uns herum ist.Wenn wir ein Hund wären, würden wir zwar die Welt weit weniger farbig sehen (der Hund ist farbenblind), aber unser Geruchssinn würde uns die Welt gleich mit dem Geschehen der letzten Tage (!) zeigen. Ein Raum hätte weniger Farbe, aber den Geruch der Personen, die in den letzten Tagen darin waren und Informationen über ihre Aktivitäten. Wir würden am Mon¬tagmorgen wissen, ob ein Kurs vom Goethe-Institut im Klassenraum Deutsch lernte und wer ein Käsebrot oder einen Apfel zum Unterricht mitbrachte. Als Menschen brauchen wir die Sprache, um etwas über die Vergangenheit zu erfahren – und lieben es zu klatschen, wer denn gestern seine Schokolade heimlich im Bio-Unterricht aß – als Hund wäre die (nähere) Vergangenheit uns immer präsent!Oder wenn wir ein Schmetterling wären, dann hätten wir fünf Farbrezeptoren (Menschen haben drei – für Rot, Grün und Blau) und würden viel mehr Farben, darunter auch Ultraviolett sehen. Wir würde dann auf vielen für Menschen einfarbigen Blüten spezielle Muster sehen, die wie Hinweispfeile oder Markierungslinien zur Quelle des Nektars zeigen (man nennt sie „Saftmale“).

Als Heuschreckenkrebs würde wir sogar verschiedene Töne des Ultravioletten sehen (er hat die meisten Farbrezeptoren im Tierreich, aber man weiß nicht, warum, da das Meerwasser die meisten Farben verschluckt) und als Schlange Infrarot (Wärmestrahlung, bis zu 0,5°C Temperaturunterschied – wie eine Wärmebildkamera). Als Rotkehlchen hätten wir außerdem in unserem Sehfeld eine Magnetmarkierung wie ein Kompassnadel (man weiß nicht, wie dies

aussieht, aber viele Vögel haben Magnetkristalle in der Retina) und als Biene würden wir die Richtung der Sonne auch durch die Wolken an der Polarisation des Lichtes sehen (außerdem bestände dann der Film im Kino aus Einzelbildern, weil unser Bewegungs¬sehen so viel besser wäre, dass wir nicht eine kontinuierliche Bewegung sehen würden).Aber selbst die Menschen sehen nicht alle gleich. Neben denjenigen mit Farbenblindheit (meist Männer) hat man in den letzten Jahren viele Menschen (meist Frauen, die Gene für die Farbrezeptoren der Retina werden auf dem X-Chromosom vererbt) mit vier Farbrezeptoren (mit einem zusätzlichen Gelb-Rezeptor) gefunden. Normalerweise berechnet die Retina (sie ist bereits Teil des Gehirns!) die Farbe Gelb, aber diese Menschen rechnen mit vier Ein¬gangsdatensätzen (wie viel Rot, Grün, … ist im Licht) und müssen deshalb alle Farben ge¬nauer unterscheiden können. Interessanterweise würden sie aber die gleiche Farbe als „ty¬pisch rot“, „typisch blau“, etc. bezeichnen, denn das lernen wir kulturell, von unseren Eltern, ... – selbst Farbenblinde habe da keine Probleme. Nur wenn die Menschen die Unterschied¬lichkeit verschiedener Rottöne, Gelbtöne, … benennen sollen, dann fällt plötzlich auf, dass einige dies schlecht und andere es viel genauer können. Dabei hat man aber sogar festge¬stellt, dass „Normalfarbsichtige“ jeweils eine individuelle Verteilung von Blau-, Rot- und Grün¬rezeptoren haben – für jeden von uns ist also eine Rose etwas anders rot! In jeder Zelle der Retina entscheidet sich nach noch unbekannten Regeln oder vielleicht auch zufällig, welches

Pigment eingebaut wird und welche Wellenlänge des Lichtes der Rezeptor deshalb wahr¬nimmt (das Pigment wird vom Licht in zwei Teile zerlegt und das löst das elektrische Signal aus, mit dem die Nervenzellen in der Retina dann rechnen – Signal = 1, kein Signal = 0).

Und im Gehirn geht das Rechnen mit den Daten der Retina (nicht mit dem realen Lichteindruck!) dann weiter. Hier werden Helligkeiten und Kontraste, von den HellDunkelzellen (Stäbchen genannt) gesendet, zu den Farben hinzugezählt und das alles mit den Erfahrun¬gen verglichen

(dabei entstehen verschiedene „optische Täuschungen“, weil wir unseren Erfahrungen mehr glauben als den Daten der Retina). Dabei konstruieren wir dann unseren Eindruck von der Wirklichkeit (sehen räumliche Tiefe oder gar Bewegung, wo beides nicht ist), nie sehen wir die Realität! Das kann man beweisen, da wir z. B. eine Farbe sehen, die es physikalisch gar nicht gibt: Magenta, die Farbe, die nach unserem Empfinden den Farb¬kreis zwischen Violett und Rot schließt (am Regenbogen sehen wir eigentlich, dass die Far¬ben des Lichtes keinen Kreis ergeben, sondern von Rot bis Violett gehen).

Der Philosoph Descartes verglich unsere Wahrnehmung mit einem inneren Theater – wir sehen nicht die äußere Welt, sondern das, was unser Gehirn unserem Bewusstsein, dem Ich vorspielt! In Bezug auf das Farbsehen ist es bestimmt so, wie auch der Vergleich mit den Tieren zeigt, denn wer will entscheiden, wie die Blume real ist – farblos wie für den Hund oder mit Saft¬malen wie für den Schmetterling oder einfarbig mitteldottergelb wie für die Frau mit vier Farb¬rezeptoren oder doch bloß einfach gelb wie für mich? Ein Physiker könnte jetzt noch über die Frage diskutieren, ob das von der Blüte ausgehende Licht ein Teilchen (Photon) oder eine elektromagnetische Welle ist, aber das zeigt nur noch mehr, dass wir nicht wissen können, was die Realität ist!

23

rEnK alGısı

İnsanlar birçok renk görebilen sayılı memelilerdendir. Biz bunu o kadar normal karşılıyoruz ki, etrafımızdaki çoğu canlının bizden çok farklı bir görüş algısına sahip olduğunu unutuyoruz.Eğer bir köpek olsaydık, dünyayı çok daha az renkli görürdük (köpekler renk körüdür), ama koklama duyumuz bize dünyayı son günlerde yaşananlar da dahil olmak üzere(!) gösterebilirdi. Örneğin bir oda daha az renkli olurdu ama içinde son günlerde orada olan insanların kokuları ve ne yaptıklarına dair bilgiler bulunurdu. Pazartesi sabahı, Goethe Enstitüsü’nde anlatılan derste almanca öğrenilip öğrenilmediği ve kimin derse peynirli sandviç veya elma getirdiği anlaşılırdı. Biz insan olarak geçmişte yaşananlar hakkında bilgi sahibi olmak için konuşmaya ihtiyaç duyarız – ve dün biyoloji dersinde kimin gizlice çikolata yediği hakkında dedikodu yapmak hoşumuza gider - köpek olarak ise geçmiş (yakın geçmiş) bizim için her daim şimdiki zamandır!Ya da bir kelebek olsaydık, beş tane renk almaçımız olurdu (İnsanlarda üç tane bulunur – kırmızı, yeşil ve mavi için) ve morötesi de dâhil olmak üzere fazladan bir çok renk görebilirdik. O zaman insanlar için tek renk olarak görülen çiçeklerin ok yada çizgi şeklindeki çiçek nektarını işaret eden özel motiflerini de görebilirdik.

Mantis karidesi olarak morötesi ışınların bile farklı tonlarını (mantis karidesleri hayvanlar aleminde en fazla renk almaçına sahip olan canlılardır ama nedeni bilinmez, çünkü renklerin çoğunun yutulduğu

deniz suyunda yaşarlar) ve yılan olarak kızılötesi ışınları (Termal radyasyon, 0,5°C’ ye kadar olan ısı farklılıkları – tıpkı bir termal fotoğraf makinası gibi) görebiliriz. Kızılgerdan (bir kuş türü) olarak görüş alanımızda ayriyetten pusula ibresine benzeyen manyetik işaretleyici bulunur (bu işaretleyicinin nasıl göründüğü bilinmez ama bir çok kuşun retinasında manyetik kristaller bulunur) ve arı olarak güneşin yönünü bulutlardaki ışık kutuplaşması üzerinden bulabiliriz. (Bunun dışında sinemada izlediğimiz film sadece hareketsiz resimlerden oluşurdu çünkü hareket görüşümüz o kadar gelişmiş olurdu ki devam eden bir hareket görmemiz imkansız olurdu)

Ama insanların hepsi de aynı şekilde görmez. Renk körlerinin (genellikle erkek olurlar) yanı sıra son yıllarda dört tane renk almacına sahip (ilave bir sarı renk almacı ile) bir çok insan bulunmuştur. (Çoğunlukla bayandır, retinadaki renk almaçlarına ait genler X kromozomunda bulunur) Normalde Retina (aynı zamanda beynin bir parçasıdır) sarı rengi hesaplayabilir, ama bu insanlar gördükleri rengi dört tane veri seti ile hesapladıkları için (Işığın içinde ne oranda kırmızı, ne oranda yeşil... var) renkleri daha belirgin olarak ayırt edebilirler. İlginç bir şekilde aynı rengi “tipik kırmızı”, “tipik mavi” vb. diye ifade ederler, çünkü bu anne ve babadan öğrenilmiş kültürel bir olgudur... – renk körleri bile bu konuda sıkıntı yaşamazlar. Sadece farklı sarı tonları, farklı kırmızı tonları, ... ayırt etmek gerektiği zaman bazılarının pek iyi beceremediği,

bazılarının ise tam olarak ayırt edebildiği ortaya çıkar. Buradan anlaşılır ki normal renk görüşünde mavi, kırmızı ve yeşil almaçlar birbirinden bağımsız bir dağılıma sahiptir – yani hepimiz için pembe rengi aslında başka bir kırmızıdır! Retinadakı her hücrede bilinmeyen kurallar sonrası ya da belki de rastgele hangi pigmentin oluşturulucağına ve ışığın hangi dalga boyunun renk almaçları tarafından algılanılacağına karar verilir. (Pigment ışık tarafından iki parçaya ayrılır ve elektrik sinyali olarak çözümlenir, sonrasında ise Retinadaki sinir hücreleri tarafından hesaplanır – Sinyal var = 1, Sinyal yok = 0)

Beyinde ise retina verileri yardımı ile hesaplama devam eder. Burada parlaklık ve kontrast bilgileri aydınlık-karanlık hücreleri tarafından yollanır, bu veriler renklere eklenir ve hepsi beraber deneyimlerimizle karşılaştırılır(burada farklı “göz yanılsamaları” meydana gelir çünkü kendi deneyimlerimize retina verilerinden daha çok güveniriz). Sonrasında kendi gerçeklik algımızı oluşturmaya başlarız (aslında ikisi de olmamasına rağmen, mekansal derinlik veya hareket varmış gibi görürüz) , ama hiç bir şekilde gerçeği görmeyiz! Bu kolaylıkla kanıtlanabilir, örneğin fiziksel olarak var olmayan bir renk : Magenta, bizim tahminimize göre renk çemberinde mor ve kırmızı arasında yer alır. (Gökkuşağında görüldüğü üzere, ışığın renkleri aslında bir çember oluşturmaz, ancak kırmızıdan mora doğru gider)

Filozof Descartes insan algısını bir iç tiyatro ile kıyaslamıştır – biz dışarıdaki dünyayı görmüyoruz, sadece içinde bizim rol aldığımız kendi bilincimizi görüyoruz! Renk görüşü göz önüne alındığında bu

kesinlikle doğru, hayvanların karşılaştırılmasında da görüldüğü gibi, çünkü bir çiçeğin gerçekte nasıl göründüğüne kim karar veriyor – köpeğin gördüğü gibi renksiz, kelebeğin gördüğü gibi motifli, dört renk almaçlı kadının gördüğü gibi orta tonlu altın sarısı veya benim gördüğüm gibi çıplak sarı mı? Şimdi bir fizikçi, çiçekten gelen ışığın bir parçacık (Foton) mı yoksa elektromanyetik bir dalga mı olduğu sorusu üzerine tartışmayı sürdürebilir, ama bu bize tek bir şey gösteriyor ki, gerçekliğin ne olduğunu hiç bir zaman bilemeyiz!

24

BErmun 2012 Yazan/Autorin: İrem Özekin

The Model United Nations club is a place to discuss up to date issues going on all around the world. Even though some preparations -such as research about countries- are needed, debating all these issues is the best part of the MUN club. To debate with many people from different places, we went to the BERMUN Conference in November 2012 which took place in Berlin as the delegation of UK. After coming to school with our luggage, we left early to catch out flight. Being a group of only 12 students accompanied by Mr Scheeder and Ms Demirkaya was an advantage, because we were able to move around easily. After our arrival in Berlin, we had dinner as a group. The next day was the first day of the conference and after our registration at the John F. Kennedy School, we went to Friedrich-Ebert-Oberschule where the opening ceremony lasted all day long. During the opening ceremony many guest speakers made speeches about the subject of the conference; which happened to be media. On the second day, everyone went to their own committees back in

John F. Kennedy School. On this day, we mainly did lobbying; which was getting to know people, talking to your possible ally countries and preparing a resolution to discuss later on. With the occasional

cookie breaks and a quick lunch, the day was over before we even knew it. The third day of the conference was for discussion, where committees presented resolutions and decided whether they should pass or not. Since many students from different countries came to the conference, it was decided to end to conference early on this day to give foreign students –such as ourselves- a chance to explore Berlin! We used this opportunity to go shopping and sightseeing, as well as taking many photos. On the last day we continued discussing more resolutions. At the end, as the Political Committee, we had some free time on our hands and decided to have a mock debate; a debate about an informal topic. We chose to discuss the question “Which one is better; Gandalf or Dumbledore?” It was a win on Dumbledore’s side. After that, everyone went to Berlin Brandenburg International School where the closing ceremony took place. Chairs of each committee briefly explained what they had done and after more speeches, the press team surprised everyone by making a video summary of the

25

whole conference in the form of a Gangnam Style parody. When the closing ceremony was over; we all went back to our hostel to get ready for the official party. The party took place in a club which was reserved just for the students from the conference! It was a nice way of having one final blast as well as saying goodbye to everyone. The next morning, we packed our stuff and came back home. It was undeniably a wonderful conference for all of us; including those who attended the Youth Assembly and the Special Conference. We made new friends, got to know people from places we could never imagine; made memories that will never be forgotten. We may have gone to Berlin

to be more aware of global issues; but we certainly came back with much more than simple information. It was extremely fun and I encourage everyone joining the MUN club and attending a conference to experience this joy!

26

nE OKuyalım?Kitabınadı:Tante Rosa Yazar:Sevgi SoysalKitaptantadımlıkcümle:“…senarzularınagemvuramayangünahkârbirkızsın,”dedi,“içiniöldürmeyibilmiyorsun...”“Beniçimiöldüremem,”dediRosa,“çünküiçimprensestir.” Kitabınadı:Ölmeye Yatmak

Yazar:Adalet AğaoğluKitaptantadımlıkcümle:

“Ertürk,builksuçundanötürübağışlanınca,birdahabilmedensuçişlememeyideöğrendi.“Oku!”diyeverdiklerindengayrihiçbirşeyokumamayı,“Düşün!”dedikleridışındahiçbirşeydüşünmeyi…

Tehlikevaktindeönlenmiştiişte.” Kitabınadı:Körleşme

Yazarı:Elias CanettiKitapüçbölümdenoluşmaktadır,birincibölümünadıvekonusuşöyle;Dünyasız Bir Kafa : Evinden dışarı adım atmayan,kitaplarıvebilimiileyaşayanKien’ineviçindekihayatınıanlatan bu bölümde, onun hizmetçisi Therese’ye,kitaplarına gösterdiğine inandığı yakın ilgiden dolayıyakınlaşması ve onunla evlenmesi anlatılır. Bölümeverilen isimden anlaşılacağı gibi, Kien kafasındaoluşturduğu, dış dünyadan tamemen bağımsız içdünyasındayaşar.Bubölümde,bu‘dünyasızkafa’tümaçıklığıylaortayaserilir.

Kitabınadı:Büyük SaatŞairi:Turgut Uyar

Tadımlıkdizeler:“Seninbuellerindenevarbilmiyorumgöğebakalım

TuttukçagüçleniyorumkalabalıkoluyorumBusenineskizamangözlerinyalnızağaçlargibi

SenialdımbusunturluyeregetirdimSayısızpencerenvardıbirbirkapattım

BanadönesindiyebirbirkapattımŞimdibirotobüsgelirbinergideriz

Dönmeyeceğimizbiryerbeğenbaşkatürlüsügüç”

Kitabınadı:TAŞ-KAĞIT-MAKASYazarı:Ayfer TunçKitaptantadımlıkcümleler:“-Bu,anlatacakkimsesikalmamışolanınhikayesi,yanibenim.Eskidenvardıyokettim................-Banaanlatıyorsunama,dedim,demekkihalaanlatacakbirivar.-Birümitişte,dedi,boş.Amaümit.“

Kitabınadı:Sevda SözleriŞairi:Cemal Süreya

Tadımlıkdizeler:“İkiçaysöylemiştikorda,biriaçık

Keşkeyalnızbununiçinsevseydimseni”

“Çizgi”öneriyor...

DuDEn BasıswıssEn schulE BıOlOGıE Der Bio-Duden ist ein sehrinteressantes Schulbuch, NachschlagewerkundeingutesMittelzumLernenvonBiologie. Er bietet viele Vorteile, vor allem aber sind die Texte des Dudens gut verständlich, obwohl in dem Buch viele Fachwörter und Fremdwörter benutzt werden. Doch dieses Problem löst der Duden, wie die meisten Mitglieder seiner Familie, mit Begriffs-Erklärungen. Ganz neue Begriffe, die auch relevant für das Thema sind, bekommen einen großen Definitions-Kasten. Ältere Begriffe kommen an den Rand der Seite, wo kurz das Wort erklärt wird und noch eine Zusatz-Informationen aus dem alltäglichen Leben oder einfach ein interessanter Fakt erwähnt wird. Diese Rand- Begriffs- Erklärungen sollten aber nicht mit den Rand-Infos verwechselt werden. Diese sind sehr interessante Informationen, die über das Thema handeln oder etwas ganz kurz und simpel erklären. Wenn das Thema jedoch zu kompliziert ist, gibt es Bilder, Tabellen und auch leicht

verständliche Schemas, die Alles einfach und visuell verständlich machen. Ein noch weiterer angenehmer Nebeneffekt des Bio-Duden ist die Lern CD, welche die Inhalte auch in multimedialer Form zur Verfügung stellt. Die CD erklärt in einfacher Art und Weise die Themen, Begriffe, Abläufe und vieles andere. Es gibt auch noch die Möglichkeit im Internet auf die Inhalte der CD zuzugreifen und zugleich kann man auf sein Handy spickzettelartig Wissen aufbereiten und jederzeit abrufen. Ein weiterer positiver Aspekt ist die Größe des Buches. Es ist nicht so schwer wie die meisten Bio-Bücher, relativ klein und handlich. Es kann bequem in die Tasche gesteckt sowie bequem gehalten werden, ohne das Gefühl zu haben, eine komplette Welt Chronik in der Hand zu halten. Ich würde euch empfehlen, den Bio-Duden zu besorgen, um mit ihm für Klassenarbeiten zu lernen oder einfach nur zum Nachschlagen.

Yazan/Autor: Felix Spehl

27