Çürük düş
DESCRIPTION
Ozancan Demirışık'tan kötülüğün damgasını vurduğu bir karanlık masalTRANSCRIPT
ÇÜRÜK DÜŞ
OZANCAN DEMĐRIŞIK
YAZAR
Ozancan Demirışık
KAPAK TASARIMI
Gökcan Şahin
YAYIN TARĐHĐ
Ağustos 2010
Bu e-kitap, Buzul Dünya Yayınları tarafından www.buzuldunya.com
adresinde yayınlanmıştır. Tanıtıcı kısa yazılar dışında izin alınmadan
kopyalanamaz, çoğaltılamaz ve paylaşılamaz.
Bu öykü sert ve sert olduğu kadar da ahlâksızdır.
Rahatsız olacaksanız uzak durun.
Olmayacaksanız, buyurun gelin; başımın üstünde yeriniz var…
AÇILIŞ
SOMUT KÂBUS
Oyunu oynayan Tanrı, bizlerse dama taşı!
işin doğrusu bu, gerisi laf-ı güzaf
Onun için dünya dama tahtası, bizler birer oyuncak
bıkar sonunda, salıverir hiçliğin kuyusuna!
Ömer Hayyam
Ozancan Demirışık
5
Kasvetli bir uykudan uyandığımda, kendimi bir karabasanın tam
ortasında buldum. Aslında bunun bir karabasan olduğunu bile fark
etmemeliydim ama her nasılsa, geniş bir yatağın içinde, güzel bir kadınının
kollarında olduğum halde, bir şeylerin ters gideceği bundan daha açık
olamazdı. Belki kadındandı, belki yatağın öbür ucunda bu kadını becermekte
olan iriyarı adamdan… Kadını henüz göremesem de, zevk dolu çığlıklarını
işitebiliyor ve şehvetli okşamalarını göğsümde hissedebiliyordum. Olduğum
yerde yatıp narin parmakların becerikli dokunuşlarından zevk almam
gerekirken, vaktimi nerede olduğumu merak etmek ve her şeyin
mahvolacağını düşünmekle geçiriyordum. Neden sonra, gözlerim kadının
saçlarına takıldı. Kızıldılar. Kan kızılı. Cehennem kızılı. Alev kızılı…
Tanıdık geliyorlardı. Ürkütüyorlardı beni. Bir deja vu hissi zihnimi
kavuruyordu. Gözlerimi yumup çığlık çığlığa kaçmayı arzuluyordum, sırf o
saçlardan ve o saçların sahibinden uzaklaşabilmek için. Sırf bu ‘somut’
kâbustan kurtulup bombok hayatımı sürdürebilmek için.
“Alev,” diye mırıldandım. “Alev kızılı.”
“Efendim sevgilim?” dedi kadın. “Ne dedin?”
Ağzımı zar zor araladım ve, “Hiçbir şey,” diye yanıtladım. “Hiçbir şey
söylemedim.”
Dile getirdiğim bu beş kelime, beni yeni bir hayrete sürüklemekten
başka hiçbir işe yaramadı. Ses, benim sesim değildi; ben, ben değildim.
Ellerimi kaldırdım ve gözüme yaklaştırdım. O küt başparmağı, uzun işaret
parmağını ve zıtlıklardan güzellik yaratmak istercesine kısacık olan -ama bu
şekilsiz eli daha da çirkin kılmaktan başka hiçbir işe yaramayan- serçe
parmağını süzdüm.
Çürük Düş
6
Bir başkasının bedenindeyim ama zihin, benim zihnimdi. Kendim gibi
hissediyordum ama kendim değildim.
Okşayışları ciddi bir sürat kazanan kadın, bana dönüp üzerime çıktı.
Vücudu, hakkında sayfalarca şiir yazılmaya layık olacak kadar güzeldi ama
değil saçlarına, suratına bile bakmak midemi bulandırıyordu. Hayır, çirkin
falan değildi; aksine, otuz senelik yaşamım boyunca rastladığım en
mükemmel surattı.
Ekşi Sözlük’te okuduğum bir geyik geldi aklıma: “Tanrım, niye Adriana
Lima’yı Photoshop’ta, beniyse Paint’te çizdin?”
Bu kadın ilk gruba giriyordu. Tanrı internete girip Photoshop’un son
sürümünü -CS kaçsa artık- indirmiş ve açıp günlerce uğraşarak onu yaratmıştı
sanki.
Kadın hakkında düşünmeyi bir kenara bıraktım. Kadının ‘yaptıkları’
hakkında düşünmeye geri döndüm. Üzerime çıktığına ve benden gayet
ahlaksız beklentileri olduğuna göre, çam yarması onunla işini bitirmişti.
Başımı kaldırıp soluma baktım ve vücudu kıldan ibaret olan bu orangutan
kılıklı insan bozuntusunun terden ve sarf ettiği gayretten kıpkırmızı olmuş
halde, öylece uzanmakta olduğunu gördüm.
Eh, evet, belli ki işini bitirmişti.
Kadın beni deli gibi korkutsa ve fena halde midemi bulandırsa bile,
vücudumun kontrolü ‘tamamen’ bende değildi. Aletim ereksiyon halindeydi
ve onu sakinleştirmek mümkün olacak gibi görünmüyordu. Kadının
beklentilerine karşılık vermekten başka bir çarem yoktu. Aletimi onun dar,
ıslak ve tahrik edici vajinasına sokarken, Cehennem’e hoş geldim, diye
düşündüm.
Ozancan Demirışık
7
Her şeyin neden bu kadar tuhaf ama aynı zamanda neden bu kadar
tanıdık olduğunu merak ediyordum. Eşi benzerine tanık olmadığım bir
acayiplik söz konusuydu. Daha önce bu anı yaşamış olamazdım. Bir rüyada
olmadığımı biliyordum. Her nasılsa, bundan emindim. Evet, rüyalar ve
karabasanlar da son derece tekinsiz ve belirsizlerdir ama yaşadığım şeyler
gerçek hayat kadar gerçek ve de gerçek olamayacak kadar sıra dışıydı.
Somut kâbusun -veya zaten kâbus olmayan kâbusun- gidişatını
değiştiren olay, o sıralar vuku buldu. Ben aletimi o ıslak cennetten çıkarır ve
derin bir nefes verirken, odanın kapısı tekmelenerek açıldı ve görece genç bir
adam saf öfkeyle yoğrulmuş bir surat ifadesiyle içeri daldı.
Kendimi aynaya bakıyormuş gibi hissettim. Çünkü o adam, bendim.
Ve hatırladım. Her şeyi hatırladım. Bundan sonra neler olacağını adım
gibi biliyordum. Ben, Burç Dinç, hepsini daha evvel yaşamıştım.
‘Ben’ ortalığı tekmeledi, ölüp ölmeyeceklerine bile aldırmadan
adamları bir güzel patakladı ve evden dışarı çıkardı. Pataklananlardan biri
doğal olarak bendim ve acıyı her zerresine dek duyumsadım. Eh, zevk
alabiliyorsam acıyı da yaşamam pekâlâ mümkündü; yani bu gelişmeye pek
şaşırmadım. Kendi kendimden yediğim tekmeler ve yumruklar vücudumun
çeşitli noktalarına inerken, ne bağırdım, ne inledim, ne de ağladım…
Bundan sonrasını ‘yeniden’ yaşayamayacaktım. Ama buna gerek de
yoktu. Neler olduğunu saniyesi saniyesine anımsıyordum. Duvarları kızıla
boyalı o felaket yatak odasına dönecek ve o felaket kadını saçlarından tutup
yataktan kaldıracaktım. Yüzüne bakacak, ağzımdan salyalar saçarak
haykıracaktım: “Kendi evimde… Yüzüne bile bakılmayacak ‘iki’ tane erkekle…
Benim yatağımda… Güpegündüz…”
Çürük Düş
8
Bana ‘hayal kırıklığıyla’ bakacaktı. Sanki hayatının hatasını yapan o
değil de bendim. Gözlerine bakınca, aşağılık kelimesiyle tanımlanamayacak
kadar aşağılık bir şey yapmadığını zannederdiniz.
“Senden iğreniyorum!” diye devam edecektim haykırmaya. “Đnsan bile
değilsin. Ucubesin! Canavarsın! Bugüne kadar sana katlandım. Seni sevdiğimi
sanıyordum çünkü; yaptığın her kötülüğü de bu yüzden sineye çektim. Ama
artık çizmeyi aştın. Artık dananın kuyruğu koptu!”
***
Benim adım Burç Dinç. Đlginç bir ismim var, biliyorum. Bir yandan
rahatsız edici, bir yandan da sevimli bir kafiyeye sahip. Ama ben bu isme
alışalı ve onu umursamayı bırakalı çok oldu. Anlatacak daha ilginç şeylerim
var. Çok, çok daha ilginç şeyler…
Size düşlerimin ne zaman çürüdüğünü anlatacağım.
Keşke çürüyen yalnızca rüyalarım olsaydı. Keşke rüyalarımın her biri,
biraz önce okuduğunuz gibi ‘somut kâbus’lara dönüşseydi. Bu nasıl bir dilek
diyebilirsiniz, ben de size hak veririm; ama emin olun, yaşadıklarım biraz önce
tanık olduklarınızın yüzlerce kat kötüsü.
Düş ve rüyaları birbirinden ayıran, bambaşka şeyler oldukları
kanısındaki pek fazla insan vardır ve bu fikri üretmek için kasvetli bir filozof
olmak da gerekmez. Benim yalnızca gecelerim değil, gündüzlerim de
mahvolmuştu, çünkü yaşayan her insan yalnızca geceleri rüya görürken; öyle
ya da böyle, her dakika düş kurardı. Farkına varsa da, varmasa da.
Ozancan Demirışık
9
Yaşamım yani gecelerim ve gündüzlerim hakkında öyle bir yıkım söz
konusu ki, anlatmak için kelimeleri birbiri ardına sıralayacak, ter dökecek,
beyaz sayfaları siyah şekillerle dolduracağım.
Genelde kasvetli, bazense eğlenceli hikâyeme, bir iş görüşmesine
gittiğim günle başlamak niyetindeyim. Zaman sırasına uymayacağım. Aklınızı
da sık sık karıştıracağım. Baştan sizi uyarmıştım; pek huyum olmadığı halde,
örnek bir nezaket gösteriyor, yani sizi bir kez daha uyarıyorum. Zoru
sevmiyorsanız, bu sert yolculukta beni takip etmeyin.
Eh, bu kadarı yeterli. Kalemimden dökülecek çok fazla kelime var.
Dolma kalemin mürekkepleri arasında, küçük kurtçuklar misali kıpırdanıyor,
‘beni beyazlıkla buluştur’ dercesine çığlık atıyorlar. Gelseniz de gelmeseniz
de, ben anlatmaya başlıyorum.
Gazam mübarek olsun.
BĐRĐNCĐ BÖLÜM
GÜNEŞ GÖREN CESET
Keşke biriyle tanışsam... Ama bunun olma şansı çok düşük.
Tanımadığım bir kadınla göz kontağına giremediğim düşünülürse.
Belki de tekrar Naomi’yle çıkmaya başlamalıyım. Tatlı biriydi. Tatlı
iyidir. Beni seviyordu. Neden bana azıcık ilgi gösteren her kadına âşık
olmak zorundayım?
Eternal Sunshine of the Spotless Mind - Charlie Kaufman
Ozancan Demirışık
11
“Madem ölüm döşeğindesin,” derdi dedem, “ölmek için ne
bekliyorsun?”
Başına korkunç bir şey geldiğinde, onu savuşturmak için çok daha
korkuncuyla yüzleşmen gerektiğini düşünürdü. Böylece önceki büsbütün
aklından çıkacaktı. Bu örneği çeşitli mizahçılar dergilerde veya televizyon
dizilerinde gırgır yönleriyle işlediler (Umut Sarıkaya’nın ‘montla sıç’
karikatürünü hatırlayın veya bulup okuyun, ne demek istediğimi daha iyi
anlarsınız) ama hiçbiri dedem kadar etkili bir izlenim yaratamadı bende.
Zaten amaçları da bu değildi.
‘Saçmalıyorsun. Başındaki belaya bir yenisini eklemekten başka ne işe
yarayacak bu?’ diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Size hak veriyorum
vermesine, ama bir şeyi de hatırlatmak istiyorum: Bu yöntemi ancak ‘sahiden’
çaresiz, ‘sahiden’ tükenmiş, ‘sahiden’ yolun sonunda olduğunuzu fark
ettiğiniz vakit uygulayabilirsiniz. Kanınızdaki zehir vücudunuza öylesine
yayılmış; ruhunuzu, yüreğinizi ve yaşamınızı öylesine yakıp yıkmıştır ki, başka
her şeye kucak açarsınız. Ne kadar kötü olursa olsun. Yeter ki o zehirden
kurtulun.
Dedemin verdiği örnek bunun en uç noktasıydı ve gayet karamsardı,
evet, ama bugün bile hatırladığıma ve uygulamaya karar verdiğime göre, bir
o kadar da etkili ve ‘kulağa küpe’ydi.
Alevler beni benden alıp benliğimi kavurunca, düşlerim çürüyünce,
yalnızca geceleri değil gündüzleri bile bir tür ölümle yüzleşip bir ‘güneş
gören ceset’ haline geldiğimde, dedemin bu muğlâk tavsiyesini dikkate
alarak elzem bir karara vardım: Đş görüşmesine gidecektim.
Çürük Düş
12
Henüz bir iş görüşmesiyle yüzleşmeyenlere veya yüzleştikleri halde
talihleri yaver gidenlere, bunun ne menem bir Cehennem olduğunu hayatta
anlatamam. Dakikalar, saatler, günler hatta haftalarca gazeteleri tararsınız.
Birbirinden büsbütün farklı pek çok anlamsız ilânı işaretler ve bilgi almak için
abuk subuk telefon numaralarını çevirip abuk subuk insanlarla görüşürsünüz.
Bazılarının ağızlarını bıçak açmaz, bazılarıysa yüzlerce söz sarf ederler ama
ağızlarından ‘anlamlı’ tek şey çıkmaz.
Nihayet bir adres edinir, yola çıkar, bitmek bilmeyecek gibi görünen
sokakları ya yürüyerek ya otomobille ya da toplu taşıma araçlarıyla aşar, hiç
bulamayacağınızı sandığınız iş hanını veya müstakil iş yerini eninde sonunda
bulur, asık suratlı veya sinir bozucu derecede güleç bir sekreterle boğuşur,
şanslıysanız o Allah’ın belası formlardan bir tanesini edinir, genelde
mürekkep içermeyen ama arada bir de olsa yazanlarına rastlanan o tuhaf
tükenmez kalemlerden birini alıp bir sandalyeye çöker ve formu dizinize
dayar, orada çalışmaya başlasanız bile -gerçi bu oldukça minik bir ihtimaldir
ve siz muhtemelen zamanınızı beyhude yere harcamaktasınızdır- hiçbir işe
yaramayacak gereksiz ve can sıkıcı sorular bütününü sabırla yanıtlar, sonunda
formu sekretere teslim edip çağrılmayı veya görüşme için bir tarih
belirlenmesini beklemeye başlar, azıcık talihe sahipseniz yaklaşık otuz ila
altmış dakika sonra çağrılır, boğucu bir ofise girip -aynı sekreter gibi ama
ondan çok daha gerginlik yaratan- asık suratlı veya gereğinden fazla coşkulu
bir müdürle ya da oradaki herhangi bir yetkili pozisyondaki insanla
görüşmenize başlarsınız.
Ben her seferinde bunu veya buna benzer eziyet seanslarını yaşadım.
‘Đş’ kavramına değil ama işsizliğe ve iş görüşmesi denen uğraşa hiç
Ozancan Demirışık
13
sönmeyecek bir nefret besleyerek o soğuk taş binalardan kendimi dışarı
attım. Bir tanıdıkla, bir referansla falan olmadığı sürece bu ruh boğucu iş
görüşmelerine bir daha adım atmayacağıma dair and içtim. Lakin şimdi, bir
nebze bilinçli sayılabilecek bir ruh haliyle, bu sözümü bozuyor ve bir iş
görüşmesine gidiyorum. Web tasarımı konusunda bir hayli iyiyimdir ve bir
şirkete bağlı olarak çok sayıda web sitesi dizayn edeceğim bir işe
başlayabilmek umuduyla ‘mülakat’a gireceğim.
Bakalım neler olacak? Ben de sizin kadar merak ediyorum… desem de
inanmayın. Ucuz numaralar bunlar. Merak ettiğim falan yok. Yaşadığım
şeyleri gerçeklere bağlı kalarak anlatıyorum ve neler olacağını kelimesi
kelimesine değilse bile ‘olayı olayına’ biliyorum.
Çürük düşlerimden birine tanık olacağınız Kara Kedi Đş Hanı’na -
biliyorum tuhaf bir ismi var ama bu öykü zaten tuhaflıklarla dolu- buyurun.
***
“Vay anasını sayın seyirciler,” dedim. “Burası ne böyle? Hastaneden
hallice.”
Beni müdür ‘hanım’ın odasına götürmekte olan sekreter, “Efendim?”
dedi yüzünde alık balık ifadesiyle. “Duyamadım.”
Gülümsedim. “Duyman gereken bir şey söylemedim tatlım, sıkma
canını.”
Başını sallayıp önüne döndü ve birbiri ardına attığı hızlı ve kıvrak
adımlarını aynı tempo ve aynı zarafetle sürdürmeye koyuldu. Alıcı gözle bir
Çürük Düş
14
baktım da, güzel yürümesine rağmen pek gideri yoktu. Aptalın teki olduğu
belliydi ve yürüyüşünden gayrı olumlu noktasını göremiyordum. Üstelik
bütün giysileri bembeyazdı! Ne bir aksesuar, ne başka bir şey. Bembeyaz!
Zihnimi sekreterden uzaklaştırıp, aşmakta olduğumuz koridorun
bembeyaz duvarlarına, bembeyaz tavanına, bembeyaz zeminine hayret dolu
gözlerle baktım. Birileri bu durumdan keyif alıyor mu sahiden? Tamam, beyaz
güzel ve kimi zaman iç açıcı bir renktir, ama bu kadarı da fazla. Hastanelerde
bile mavi, kırmızı, hatta yeri geldiğinde yeşil tonlar beyaza kardeşlik eder be!
Sekreter beni, kapısında kör göze parmak bir boyutta MÜDÜR -ne bir
isim ne başka bir şey: Yalnızca MÜDÜR- yazan odanın kapısına kadar götürdü
ve sonra o şaşkın gülümsemesiyle teşekkür edip uzaklaştı.
Gergin bir tavırla kapıyı tıklattım. (Beni tanımanız için söyleyeyim:
Çoğu insanın aksine, gergin zamanlarımda hazırcevap olurum; keyifliysem
suskunumdur).
“Buyurun?” dedi içeriden bir ses. Ben de derin bir nefes alıp kapıyı
iyice araladım ve odaya girdim. Korktuğumun başıma geldiğini kavramam
pek uzun sürmedi: Bu kadın da aynı sekreter gibi beyazlara bürünmüştü.
“Baştan ayağa beyaz giyinmek moda oldu da ben mi kaçırdım?” diye
sordum. “Hâlbuki Fashion TV’yi falan sıklıkla takip ederim. Amacımın moda
hakkında bilgilenmek olduğunu söyleyemem gerçi. Ama haticeye değil
neticeye bakmak lazım, değil mi?”
Bir kaşını kaldırdı kadın (zaten çirkindi ve bunu yapınca iyice çirkin
oluyordu). “Anlamadım?”
Ozancan Demirışık
15
“Yok bir şey hanımefendi,” diye mırıldandım. “Đş görüşmesi için geldim.
Formmuş şuymuş buymuş hepsini hallettim, sekreter bayan yeterli olduğunu
söyledi; başka bir formalite gerekirse kusabilirim, şimdiden uyarayım.”
Yapmacık bir gülümseme yerleşti kadının yüzüne. “Benan doğru
söylemiş. Başka hiçbir şeye gerek yok. Yalnızca konuşacağız. Buyurun,
oturun.”
Sekreterin isimden de kaybettiğini düşünerek (o ne öyle, töre
dizilerinden fırlamış kaytan bıyıklı ağa isimleri gibi. Gerçi bu öyküyü
okuyanlardan birinin veya birkaçının adı Benan çıkarsa, sanırım fena bir dayak
yiyeceğim ve dişi olmaları dolayısıyla elimi kaldırıp karşılık bile
veremeyeceğim; orası ayrı) oturdum. Ellerimi dizimde birleştirip beklemeye
koyuldum.
“Adım Işılay Işıl,” dedi kadın ve elini uzattı. “Memnun oldum.”
Uzatılan eli sıkıp bıraktıktan sonra, “Ben de Burç Dinç,” dedim.
“Arkadaşlarım beni Burç diye çağırırlar. Neden öyle çağırdıklarına şaşmamalı.
Ne de olsa ismim.”
Kadın bu soğuk espriye bir tebessümle karşılık vermeye zahmet
etmedi. Ne yalan söyleyeyim, ben olsam ben de etmezdim.
Birkaç yaratıcılıktan uzak soru sorduktan ve ben de elimden geldiğince
cevapladıktan, hatta birtakım alaycı sözlerle kadını afallattıktan sonra, en
klişelerinden birini, Bir Đş Görüşmesi Klasiği’ni yöneltti Işılay Hanım: “On yıl
sonra kendinizi nerede görüyorsunuz?”
Öksürdüm. “Burası hariç herhangi bir yerde.”
Đşte bu cevabı hiç ama hiç beklemiyordu. ‘Nasıl’ veya ‘Efendim’ gibi
merak dolu, teşvik edici bir cümle bile sarf etmedi.
Çürük Düş
16
“Burayı tasarlayan mimar hastane olarak kullanacağınızı zannetmiş
galiba,” dedim etrafa bakınarak. “Kırmızıdan sonra beyaz renkten de nefret
edeceğimi düşünmezdim ama başardınız.”
Đşte kırılma noktası tam burasıydı.
Işılay Işıl’ın yüzündeki ‘çattık’ ifadesi kayboluverdi. Gözlerine sinsi,
ışıltılı, ne yaptığını bilen birinin bakışları yerleşti. Elini masasındaki
çekmecelerden birine uzatıp onu açarken, “Beyaz derken?” dedi. “Yanlışınız
var.” Aynı benim gibi çevresini süzdü. “Burada beyaz falan göremiyorum.”
Kadının çekmeceden devasa bir çekiç çıkardığına tanık oldum. Ama
buna anlam veremedim tabii. Dudaklarımdan dökülen soruya da engel
olamadım: “E bu da beyaz?”
“Yok artık,” dedi Işılay Hanım, o rahatsız edici ‘kendine güven’i
muhafaza ederek. “Kafanız mı iyi sizin?” Ve ayağa kalkıp; savaş çekicine
benzeyen, oval, otuz santimlik çekici, Benan’ınkine benzeyen şapşal
bakışlarım eşliğinde duvara geçirdi.
Ben çatlayıp dökülmesini veya en olmadı boyasının soyulmasını
beklerken, duvardan kan akmaya başladı.
Kan! Kızıl!
Duvar kanıyordu. Kanla kızıla boyanıyordu.
Đster istemez bir çığlık koyuverdim ve sandalyemi geriye ittirip apar
topar ayaklandım. Çürüyen düşlerimden biri ne yapıp etmiş, iş görüşmeme
sızıp onu da mahvetmeyi başarmıştı. Şu ana kadar birtakım gariplikler hariç
sıradan seyrini sürdüren günüm, çürük bir gündüz düşüne tanık olmaktaydı.
Kadının siyah saçları arasında koyu kızıl kan damlaları peyda oluverdi.
Duvar kızıla boyanırken ve ben bunu durdurmak için hiçbir şey yapamazken;
Ozancan Demirışık
17
kadının saçlarından da duvardakiyle aynı tonda kan damlaları yere şıp şıp
damlıyordu. Đrrite edici bir manzaraydı, bilhassa benim gibi ‘sütten dili yanan’
bir insan evladı için… Ama kadın buna aldırmadı, hatta ağzını sonuna kadar
açıp; ‘kötü adam’ kahkahası diye adlandırdığımız, normalde kulağa komik
gelmesi gereken ama şu anki durumumda beni ölümüne ürküten o pes
kahkahayı attı.
Bir yanım gitmemi, bir yanım kalmamı söylüyordu. Kendime,
hareketlerime, hatta düşüncelerime hâkim olmakta zorluk çekiyordum. Ama
sonunda, kalmayı seçtim. Odadan çıkmam bir şeyi değiştirmeyecekti, çünkü
çürük bir düşün gittiğim her yere benimle beraber geleceğini biliyordum.
Kapıyı açıp çıkmak kolaydı, ama ya sonrası? Belki de bundan çok daha dehşet
verici şeylerle yüz yüze gelecektim.
Klişe tabirle, en iyisi kalmak ve savaşmaktı…
Saçlarından akan son kan damlası beyaz zemini boyladığında, Işılay
Işıl’ın saçları da artık dakikalar evvel olduğu gibi simsiyah değil, kıpkızıldı.
Bana Alev’i hatırlatıyor ve fena halde ürkmeme sebep oluyordu.
Kararı ansızın verdim ve bunu uygulamak amacıyla ileri atılıp, çekici
kapmak yönünde beyhude bir çaba gösterdim. Kadın göğsüme tekmeyi
gömünce, geriye savrulup yere yapıştım. ‘Acele işe şeytan karışır’, ‘öfkeyle
kalkan zararla oturur’, ‘akılsız başın cezasını ayaklar çeker’ gibi güzide
atasözlerimiz canlanmış zihnimde dolaşıyor, ‘dersini aldın mı akıllım’ diye
nispet yapıyorlardı sanki. Umursamadım, çünkü bilinçli düşünüp eylem planı
hazırlayacak halde değildim. Zar zor soluyarak süründüm ve aklıma gelen ilk
şeyi yaptım: Kadının bacağını ısırmak.
Çürük Düş
18
Dişlerim öylesine keskindi ve çenemi bacağına öyle bir sertlikte
gömmüştüm ki, kadın acı dolu tiz bir çığlık attı ve kontrolünü yitirdi. Bunu
fırsat bilip ha gayret ayağa kalktım ve nihayet amacıma ulaştım: Çekiç
ellerimin arasındaydı. Güç bendeydi artık. (Ne yalan söyleyeyim, o an kendimi
He-Man gibi hissettim. Neşeli bir ruh halinde olsam çekici havaya kaldırıp
‘Güç bende artık!’ diye gürleyebilirdim.)
Işılay’ın bana saldırmasına fırsat bile vermedim. Çekici kafasına sertçe
geçirdim ve bir kereyle de yetinmedim. “Vur Allah vur!” diye kendimi teşvik
edip, kolumu kaldırdım indirdim, kaldırdım indirdim… Her hamlemde içimin
yağları eriyor, beynim aydınlığa kavuşuyordu adeta. Kadının ‘beyni’ dağılıp
kafatası ezik büzük hale gelince, yani öldüğünden emin olunca, çekici fırlatıp
gözlerimi yumdum.
Bitmiş miydi? Eh, en azından bu aşama bitmişti. Ağlamamak hatta
kendimi camdan atmamak için büyük bir çaba göstererek odayı terk ettim.
Kendimi eve zor attım. Yolda, sokakta yürürken korkudan kalbim küt küt
atıyordu, yüzüm morarmıştı, zorbelâ nefes alıyordum. Anahtarı titreyen
ellerimle kilide sokup çevirdim, içeri adım attım. Odama koştum.
Yatağa girdim, yorganı üzerime çektim. Belki şaşırtıcı gelecek, ama
olanca gerginliğime karşın çabucak uyudum.
Bu kasvetli uykudan uyandığımda, kendimi bir karabasanın tam
ortasında buldum. Aslında bunun bir karabasan olduğunu bile fark
etmemeliydim ama her nasılsa, geniş bir yatağın içinde, güzel bir kadınının
kollarında olduğum halde, bir şeylerin ters gideceği bundan daha açık
olamazdı. Belki kadındandı, belki yatağın öbür ucunda bu kadını becermekte
olan iriyarı adamdan… Kadını henüz göremesem de, zevk dolu çığlıklarını
Ozancan Demirışık
19
işitebiliyor ve şehvetli okşamalarını göğsümde hissedebiliyordum. Olduğum
yerde yatıyor ve kadının narin parmaklarının becerikli dokunuşlarından zevk
almam gerekirken, vaktimi nerede olduğumu merak etmek ve her şeyin
mahvolacağını düşünmekle geçiriyordum. Neden sonra, gözlerim kadının
saçlarına takıldı. Kızıldılar. Kan kızılı. Cehennem kızılı. Alev kızılı…
MAZĐYE DAĐR
YAN MASADAKĐ FISTIK
Bazı aşklar vardır, içinde kahkahaların
çınlamasından ziyade gözyaşlarının çağlaması
daha uygun düşer. Onu gördüğüm ilk anda
biliyordum ki bizimkisi, eğer bir aşkımız
olacaksa, böylesine yazgılıdır. Ve kim bu sevdaya
yakışacak sözcükleri kalbimin sahibinden daha iyi
bilebilir? “Seni çok üzerim ben.”
Bir şeyler söyleyecek oldum, ama o
parmaklarını dudaklarıma götürerek beni
susturdu. Ve sonra aşkım, göz bebeklerinde iki
dolunay, lanetini ıslak bir öpücükle mühürlerken,
gökyüzündeki metropol ışıklarının gizleyemediği
bir yıldız kaydı. O zaman ben de hayatım
boyunca ruhumu esir edecek yeminimi diledim:
“Ölümüm elinden olsun.”
Gizliajans - Alper Canıgüz
Ozancan Demirışık
21
Pembe ve Lacivert
“Bir çay daha alır mısınız hanımefendi?”
“Hayır, teşekkürler. (Garson uzaklaştığında) Neden Burç? Yanlış bir
şey mi yaptım? Başka bir kadın mı var yoksa?”
“Neden mi? Bunu ciddi ciddi sormuyorsun değil mi?”
“Niye ciddi olmasın?”
“Ohoo. Al bir de buradan yak.”
“Ne saçmalıyorsun sen ya? Neyden yakayım?”
“Neyden olacak Simge… Sence bu ilişki yürüyor mu? Sayende sokağa
çıkarken kendimi gözbağı takmak zorunda hissediyorum yahu! Her an bir
kıskançlık, her an ‘neredesin’, her an ‘ne yapıyorsun’. Tamam, haset bir yere
kadar ilişkiyi renklendirir ama… Bu kadarı da fazla. 3G devrimini senin kadar
coşkuyla kutlayan kimseyi tanımıyorum mesela.”
“Abartma Burç! Hep bire bin katmak zorundasın, yoksa olmaz… Đlişki
asıl bu yüzden yürümüyordu.”
“Yalan mı? Ben son ses maç seyrederken, 3G haberini duyunca öyle
bir çığlık attın ki; ne ‘tek kişilik yurttan sesler korosu’ misali bol küfürlü
tezahüratlarım bastırdı, ne televizyonun gümbürtüsü. ‘Hayırdır piyangoyu
mu tutturduk?’ diye sorunca da şaka gibi cevap: ‘Görüntülü telefon
çıkıyormuş hayatım. Artık bütün gün seni görebileceğim.’ Ben neden bu
kadar sevindiğini anlamadım mı sanıyorsun? Yirmi dört saat beni kolaçan
edebileceğin için!”
“Ya ne demezsin… Benim işim gücüm yok da bütün gün seni merak
edeceğim.”
Çürük Düş
22
“Madem işin var, neden tek bir günde -dikkatini çekiyorum, bir
günde yirmi dört saat var ve biz bunun sekiz-dokuz saatinde mışıl mışıl
uyuyoruz- cep telefonumun mesaj kutusu doluyor? Gece hepsini siliyorum,
bir dahaki gece ister istemez yine siliyorum. Bana ‘neredesin aşkım,
n’apıyorsun aşkım’ ve benzeri mesajlar ata ata dünyanın en hızlı SMS yazan
insanı haline geldin de haberin yok.”
“Sen uçmuşsun Burç. Vallahi uçmuşsun.”
“Sayende canım.”
“Bana ‘canım’ falan deme yılışık!”
“Merak etme, birkaç dakika sonra ‘Sayın Simge Hanım’ diye
uğurlayacağım seni. Uzatmaları oynuyoruz.”
“Sen ciddisin yani? Kıskancım diye beni terk edeceksin?
Đnanamıyorum ya… Buğçe demişti. O Burç’tan hayır gelmez demişti. Salak
kafam! Niye dinlemediysem onu.”
“Al bir de buradan yak.”
“Yaka yaka bir hal oldun. Yine ne yumurtlayacaksın acaba, çok merak
ediyorum!”
“Buğçe’yi yumurtlayacağım tatlım. Buğçe Tuğçe’yi! Bu kızdan bir
hayır gelmeyeceği daha isminden belli. O isim-soy isim bende olsa sokağa
çıkamam be! Ama hanımefendi bu yetmiyormuş gibi; günaşırı seni
dolduruyor, o zehirli diliyle senin aklına sapan saçma fikirler sokuyor.
Bilmem farkında mısın ama ettiğimiz kavgaların yüzde doksanı Sevgili
Buğçe Tuğçe’den kaynaklanıyor. En şiddetlilerinde bu oran yüzde iki yüzü
bulur!”
“Evet… Kendi hatalarımızı başkalarına yükleme aşamasına geldik.
Bakalım başka kim suçlu olacak... Đstersen arkadaşlarımın ve akrabalarımın
isimlerini birer birer say, hataları neymiş söyle de aydınlanayım.”
Ozancan Demirışık
23
“Yo, hiç alakası yok bebeğim. Hatalı olanın aslında kim olduğunu
söyleyeyim mi? Sen. Tamamen sen. Beraber olduğumuz için etrafımdaki
kızlara göz bile değdirmedim… Her türlü ince hareketi, her türlü
romantikliği; bana yakışmadığını düşündüğüm halde, sırf seni mutlu
edebilmek, yüzüne bir tebessüm kondurabilmek için yaptım. Sen gereksiz
yere bağırıp çağırdığında, ağladığında, hatta bir keresinde öfkeye kapılıp
bana tokat atmaya kalktığında bile alttan aldım. Başkalarına kızıp veya
başkaları tarafından doldurulup bana çattığında müthiş bir sabır örneği
gösterip, değil karşılık vermek, seni teselli ettim. Ve en önemlisi, seni
sevdim. Kayıtsız şartsız, ‘sahiden’ sevdim. Ama zaman geçtikçe buna
değmediğini kanıtladın. Böyle değer verilecek biri olmadığını gösterdin.
Neden mi? Çünkü yaptığım her şeye rağmen, tuhaf davranışlarınla, gereksiz
yere başlattığın kavgalarla, yangına körükle gitmelerinle, bitmek bilmez
kıskançlıklarınla bu ilişkiyi bir zindana çevirdin. Ve biliyor musun… Eğer bir
zindandaysan ve kaçmak için fırsatın varsa, kaçacaksın. Öyle bir zaman gelir
ki, zindanı istediğin kadar temizle, güzel kokulara boğ, dilediğince çiçekle
doldur, fark etmez. Orası yine zindan ve sen yine orada bir mahkûmsun.
Sadece bir mahkûm.”
“Son sözlerin bunlar mı?...”
“Bunlar.”
Gözyaşları.
“Ağlama. Sakın ağlama. Böyle olması gerekiyordu. Sen de biliyorsun.
Birbirimizi kandırmayalım.”
Derin derin alınan nefesler.
“Başka birini bulursun. Belki onu sahiden seversin. Bende olduğu gibi,
yalnızca ‘sevgilim var’ diyebilmek veya 14 Şubat’ı yalnız geçirmemek için
sürdürmezsin beraberliği.”
Çürük Düş
24
Yine-yeni-yeniden gözyaşları.
“Galiba uzatmalar da sona erdi Sayın Simge Hanım. Gitme vakti.”
“Ben gidiyorum. Sen… sen zahmet etme.”
Masadan uzaklaşan minik adımlar. Terk eden sevgiliye son bir buğulu
bakış.
Masadaki çay fincanından alınan son bir yudum. Buğulu bakışa
verilen buruk karşılık ve sonra yere indirilen gözler.
Bitti, diye düşünmek…
Bitti, diye düşünmek…
Lokantanın yavaşça aralanan kapısı ve açık havaya atılan adımlar.
Bir son ve bir başlangıç.
ESKĐden YENĐye.
***
Günler hatta haftalardır üzerinde çalıştığım ‘ayrılma’ seansı,
düşündüğüm kadar basit ve bir o kadar zor olmuştu. Ama bitmişti artık.
Hayatının sınavına girip, kötü geçtiği halde yalnızca o stresten kurtulduğu için
kendini huzurlu hisseden öğrenciler gibiydim. Bileğimi sarmış kelepçelerin
anahtarını, kallavi fakat içerdiği amaç dolayısıyla keyifli bir mücadele sonucu
bulup, özgürlüğüme kavuşmuştum.
Zindan ve o zindanın bekçisi artık benden ıraktı.
Aşk konusunda her zamanki gibi yine şansım yaver gitmemiş ve
heyecan verici olması gereken bir ilişki bu hale gelip böyle sona ermişti.
Ozancan Demirışık
25
Gerçek hayata dönmek için, kafedeki diğer insanlara bir baktım.
Gözlerim; bana sırtı dönük halde oturan, yüzünü göremediğim kızıl saçlı
kadına kaydı. Đçeri ilk girdiğimde, karşısında oturan genç bir adamın hızla
çekip gittiğini görmüştüm. Đçimden bir ses, bu kadın da bir terk eden, diye
fısıldamıştı ve bu yüzden kendimi ona yakın hissediyordum.
Tüm bunların yanı sıra, nedenini bilmesem de kadına karşı bir türlü
bastıramadığım bir merakla kıvranmaktaydım. Merak kediyi öldürür derler ya,
sahiden de öyle. Beni de hayatım boyunca karşı koyamadığım ve şimdi de
besbelli koyamayacağım merakım öldürdü. O anda çıkıp gitsem, kıyametim
olacak bu insandan uzaklaşırdım. Kırık bir kalbin acısı hariç hiçbir derdim
olmadan devinip dururdum…
Ama olmadı. Yüzünü görebilmek için, gerekirse o kadın kalkıp gidene
kadar beklemeye karar verdim. Belki de manyaklığım tutar, o kalkınca ben de
kalkardım ve her nereye gidiyorsa takip ederdim. Ne de olsa merak, kural
tanımayan bir çılgınlık halidir.
Bir çay söyledim, geldi, ağır ağır yudumladım. Gözüm belli aralıklarla
yan masaya, kadının kızıl saçlarına kayıyordu.
Sanki hissetmiş gibi, bir anda döndü, bana bir bakış attı ve birkaç
saniye geçmeden başını çevirip eski pozisyonuna döndü ‘O’.
Ama ben felç olmuş gibi, öylece kalakaldım. Kımıldamak istedim,
yapamadım. Bir şeyler söylemek istedim, olmadı. Cevapsız sorular zihnime
doluştu.
Bu bir rüya mıydı?
Bu kadar güzel bir yüz gerçek olabilir miydi?
Çürük Düş
26
Tek bir bakış insanın tüylerini diken diken edip, gerçek hayatla olan
son bağlarını da koparabilir miydi?
Đlk görüşte aşk diye bir şey var mıydı?
Ve severek takip ettiğim bir roman yazarının dediği gibi, acaba aşk
soruya muhtaç bir cevap mıydı veya her şeyin bittiği anın, ölümün provası
mıydı?
Kendi mezarını kazmak mıydı aşk? O mezara bile bile gömülüp,
canlıyken ölmek miydi?
Böyle yüzlerce sual yalnızca birkaç saniye içinde gözlerimin, beynimin
ve kalbimin önünde uçuştu. Hiçbiri cevap bulmadı. Bulamadı.
Derken, başımı kaldırdım ve çay fincanım ağzına kadar dolu olduğu
halde, garsonu karşımda buldum. Elinde yarısı içilmiş bir viski şişesi vardı. Bir
peçeteye sarılmıştı.
Garson hiçbir şey söylemeden bunları masama bıraktı ve muzip bir
tavırla göz kırparak uzaklaştı.
Viskiyi incelesem de herhangi bir ilginçlik sezemedim; bu sefer
peçeteyi alıp ona bir göz attım ve üzerine kırmızı bir rujla bir şeyler yazıldığını
gördüm. Rahatça okuyabilmek için peçeteyi iyice açtım ve gözlerimi üzerine
diktim:
“BU İKRAM YAN MASADAKİ FISTIKTAN. EĞER MASASINA
GİTMEK VE ONUNLA TANIŞMAK İSTİYORSAN, FONDİP YAPMAK
ZORUNDASIN.
İMZA: İLHAM (VE CESARET) PERİSİ.”
Ozancan Demirışık
27
Hayatımda bu kadar heyecanlandığımı, kalbimin böylesine sertçe ve
buna tezat oluştururcasına ‘pır pır’ attığını hatırlamıyorum. Nefesimin sözün
tam anlamıyla kesildiğini, ellerimin yaşlı insanlar gibi titrediğini, ikinci kez
peçeteye göz attığımda disleksiye yakalanmış gibi okuma zorluğu çektiğimi…
Ve gözümün bu kadar karardığını da hatırlamıyorum.
Yarım şişe değil tüm şişe söz konusu olsa bile o viskiyi fondip
yapardım.
Sonra ne olurdu bilinmez, ama muhakkak yapardım.
Dönüp yan masaya bakmaktan dahi ürkerek şişeyi aldım, ‘benden
günah gitti’ dercesine iç çektim ve viskiyi kafaya diktim, bitirdim. Anında
çarptı ve beni etkisine aldı ama aynı zamanda inanılmaz muazzamlıkta bir
cesaret bütün bedenimi sarıp sarmalayıverdi.
Kalktım. Artık tamamıyla bana dönmüş olan kadına doğru yürüyüp,
onun hem afallamış hem tebessüm eden yüz ifadesi eşliğinde masaya
oturdum ve dudaklarına yapıştım.
Uzun, heyecan verici, tatmin edici ve bol miktarda ‘hızlı başlangıç’
manasına gelen bu öpüşmenin sonunda, nihayet (maalesef mi demeliyim
yoksa?) dudaklarımız ayrıldı.
“Adım Burç,” diye fısıldadım. “Burç Dinç. Kiminle öpüştüm acaba?”
Kulağıma müzik gibi gelen şuh bir kahkaha attı.
“Alev,” dedi. “Alev Ateş.”
Ve hayatım daha o saniyeden itibaren, mühürlendi.
Benim için yeni bir aşk başladı. Belki de ilk aşk. Çünkü öncekileri
‘sevgi’ye indirgeyecek kadar büyük ve tutkuluydu. ‘Efsanevi’ydi belki.
Çürük Düş
28
(Masalvari değil, efsanevi diyorum – her efsane mutlu bir finale sahip değildir,
hatırlatırım.)
Sonunun ne denli kötü biteceğini, ne gibi yıkımlara yol açacağını
henüz bilmiyordum. Sizin şimdiden okuyup gördüğünüz çoğu şeyden
bihaberdim. ‘Yoksa en başında kafeyi terk ederdim – ya da viski şişesini yere
atıp parçalar ve Alev’in yüzüne tükürüp çeker giderdim,’ diyeceğimi
sanıyorsanız, hatalısınız ve aşkın gücünü küçümsüyorsunuz. Aşk zaman
zaman köpekliktir ama her halükarda, güçlüdür. Dünyadaki diğer her şeyden
güçlü.
Her ne olursa olsun, her ne bilirsem bileyim; o müthiş güzelliğe, o
efsunlu kadına kapılır giderdim. Bile bile lades derdim. Yaşamımı bitmek
bilmeyecek bir lanete sürüklerdim.
Kendi ellerimle kendimi yok ederdim.
ĐKĐNCĐ BÖLÜM
KAN MÜHRÜ
Küresel kötülük sisteminin bir parçası
olduğumuz için otomatikman suçluyuz.
Sistemleştirilmiş ihlale angaje olmuş
vaziyetteyiz. Korku düzenine itaat ettiğimiz
için rehine, bu yolla düzenin ömrüne ömür
kattığımız için de teröristiz. Düşünmüyoruz,
çünkü deliyiz. Ve özgürlükten kaçıyoruz.
Hapishanede idman yapan mahkûmlarız.
Korkma Ben Varım – Murat Menteş
Çürük Düş
30
Yaşa dediler, yapamadım. Öldür dediler, yapamadım. O zaman öl
dediler, yapamadım. Yine yapamadım.
Beni öldürdüler, hâlâ yaşıyorum. Beni katlettiler, hâlâ soluyorum.
Söyleyin bana, ben neyim? Söyleyin bana, ben kimim?
Ruhumu çaldılar… Dilimi süpürdüler… Yüreğimi tarumar ettiler... Ben
hâlâ yaşıyorum. Ben hâlâ soluyorum.
Söyleyin bana, ben kimim? Söyleyin bana, ben neyim?
***
Ailenin yegâne erkek çocuğuysanız ve sizinle pek az yaş farkı olan bir
kız kardeşe sahipseniz, bunun ne kadar zor bir ilişki olduğunu iyi bilirsiniz.
Erkekler arasındaki kardeşlik duygusu doğuştandır: Kan bağı olmasa bile,
daima birbirimizi kollama içgüdüsü içindeyizdir ve en sıkı dostlarımıza
‘kardeşim’ diye hitap edecek kadar güvenebilmeyi derinden arzularız. Savaş
alanındaki askerlerin yürek ve ülkü bağını açıklamak için ‘silah kardeşliği’ diye
bir terim dahi üretilmiştir.
Hal böyleyken, erkekseniz ve kardeşiniz de sizinle aynı cinsiyete
mensupsa, kurallar baştan bellidir. Eğer ağabeyinizse, sizi ömür boyu koruyup
kollayacaktır; eğer küçük kardeşinizse bu görev sizin için geçerli olacaktır.
Başı belaya girdiğinde, yersiz bir hareket yaptığında, bir batağa
saplandığında; onu beladan kurtaracak, yaptığı hareketin sonuçlarını makul
hale getirecek ve saplandığı bataktan çekip çıkaracak olan sizsiniz… Kalbi
kırıldığında, maçoluğu bir kenara bırakıp onu teselli edecek olan da. Tabii sık
Ozancan Demirışık
31
sık didişmeyi, hafif veya ağır kavgalar etmeyi yani kardeşliğin gereklerini
yerine getirmeyi ihmal etmeden.
Ama eğer bir kız kardeşiniz varsa, durum büsbütün farklıdır. Söz
konusu şahıs ablanızsa sorun yok, sizden bir hayli küçükse gene no problem.
Fakat yaşlarınız birbirine yakınsa eğer, neredeyse yaşıtsanız, muazzam bir
müşkülât sizi bekliyor demektir. Ona bir arkadaş gibi davranamazsınız (sevgili
gibi de davranmayacağınızı söylememe gerek bile yok – enseste girer ulan!).
Kan bağınız işi basitleştireceğine zorlaştırır. Cinsiyet ayrımınız, muhabbet
ederken bile tuhaf hissetmenize yol açar. Öfkeye kapılınca ağzına bir tane
çakamazsınız mesela… Derler ya hep: Kızlara el kalkmaz! (Ama ayak kalkar…
Of. Korkunç bir espriydi. Gerçi beni tanımışsınızdır artık. Ciddiyetin hâkim
olduğu anlarda gereksiz ve zamansız bir espriyle ortamı renklendirmeye
çalışmak gibi saçma sapan bir huyum var. Gerçi birazdan öyle kötü bir anımı
anlatacağım ki, espri yapacak halim bile kalmayacak. Ama o zamana kadar
geçireceğim son ‘geyik’ dakikaları verimli kullanmam lazım.)
Hele biraz büyüyüp ergenliğe girdiğinizde… Bırr. O dönemi hatırlamak
bile istemiyorum. (Evet, benim de bir kız kardeşim var. Bunca lafı niye sayıp
döktüm sanıyorsunuz? Manyak mıyım da, kız kardeşim olmadığı halde erkek
çocukların kız kardeşleriyle ilişkilerini anlatayım? Psikolog değilim ya!)
Hatun peşinde koşar ve milletin kız kardeşini ‘götürmek’ için
uğraşırken, kendi bacım Peri Dinç’i benim gibilerden korumaya çalışıyordum.
Benim gibiler dediğime bakmayın: Hem aşk hem cinsellik peşinde koşan,
ikisinden birini edinince rahat edemeyen, illa ikisini de isteyen aç gözlü ve
aptal genç erkekler işte… Ama düşünsenize! Ne yaman bir çelişki.
Çürük Düş
32
Ancak olgun bir yaşa ulaştığınızda, mantıklı bireylere dönüştüğünüzde,
gençliğin toylukları ve absürt çekincelerinden sıyrıldığınızda, kız kardeşinizle
aranızda sağlıklı bir ilişki kurulur. (Evvelki de sağlıksız değildir ama bir hayli
rahatsız edicidir.)
Peri’yle benim için de aynen bu geçerliydi.
Göz korkutucu bir süratle başlayıp biten ve ardında mutluluklar kadar
hayal kırıklıkları da bırakan uzun seneler sonunda, birbirine saygı duyan ve
güven besleyen kardeşler haline geldik. Geç bile kalsak, en önemli meselede
muvaffak olmuştuk: Sıkı birer dost olma.
Çünkü şunu bilir şunu söylerim: Kan bağı abartıldığı kadar elzem
değildir. (Yoksa kardeş katli diye bir kavram olur muydu? Anne babasını
doğrayan manyaklar aramızda yaşar mıydı? Birbirini -mecazî anlamda
söylüyorum- sırtından bıçaklayan şerefsizler bu dünya üzerinde barınabilir
miydi?)
Mühim olan güvendir, dostluktur. Ve saygıdır…
Düşlerim teker teker çürüyene, somut bir kâbusun içine hapsolana
dek, Peri’yle aramda düzgün bir iletişim vardı. Çok sık görüşmüyor olabilirdik
ama uzak da kalmıyorduk. Birbirimize pek çok yardımda bulunuyorduk.
Ben bir gün her şeyi berbat ettim.
Beni gerçek hayattan koparan, canlı değil ölü olduğumu hissettiren,
bir cesetten farksız olduğuma ilk kez kayıtsız şartsız inanmama sebep olan
şeyi; hayatımın hatasını yaptım.
Bunu anlatmanın ne kadar zor olduğunu bilemezsiniz. Yaşadıklarımı
kaleme aldığım, bazen mizahi çoğunlukla kasvetli bu öykünün en yaralayıcı
kısmı olacak belki de.
Ozancan Demirışık
33
***
Her şey sıradan bir manzarayla başlar.
Terk edilmiş, kalbi kırık bir kız (Simge Đmge), eski mi yeni mi belli
olmayan sevgilisinin (Burç Dinç) candan ve anlayışlı kız kardeşine (Peri Dinç)
gitmekte bulur çareyi. Onunla konuştuğunda başındaki tuhaf dertlere bir
çözüm bulabileceğini düşünür, ya da öyle umar.
Sıradanlık burada bozulur. Kırmızı bir çizgi, sıra dışılığın sınırını ortaya
koyar. Simge’nin anlattıkları her gün rastlanan şeyler değildir çünkü. Ve
Peri’nin erkek kardeşinden (aradaki bir yaş dikkate alınırsa ‘abisinden’) bir
hesap sorması gerekmektedir. Aşka âşık Burç Dinç’ten beklenmeyecek bir
husus mevcuttur.
“Tamam canım, ben halledeceğim. Sen gönlünü ferah tut,” der
Simge’ye. Ve kardeşine bir ziyarette bulunmak için hazırlanmaya başlar.
Evinden çıkar, evime gelir.
Burası benim devreye girdiğim kısımdır. Kötülük denen ezelî çukurdan
miras kalmış kan mührüyle ruhuma damgalanan, bizzat kendime duyduğum
‘alevli’ nefretin başlangıcıdır.
Bir anlamda öldüğüm gündür. Burç Dinç’in sonudur.
Okuyun ve görün.
Çürük Düş
34
***
Kapı çalınca, “Duydun zilin sesini. Yarış başlıyor,” diye mırıldandım ve
büyük bir süratle koşarak; dayanıksız, hırsızlara mahal vermek amacıyla
üretilmiş gibi duran ahşap kapıyı açtım.
Böyle müşkül bir vaziyette bile nasıl bu kadar eğlenebildiğimi
sorarsanız, “Eh, bu da benim savunma mekanizmam. Yoksa şimdiye kadar
kafayı yemiştim,” diye yanıtlarım. Bu yanıt sizi tatmin etmezse de, “Seni
ilgilendirmeyen işlere burnunu sokmasan iyi edersin canım. Tak sepeti
koluna, herkes kendi yoluna,” diye sürdürürüm (daha doğrusu sonlandırırım)
muhabbeti. Hâlbuki kod adı ‘hayatımın hatası’ olan şeyi çok değil yalnızca
birkaç dakika sonra yapacağımı bilsem, ne eğlenmesi, ne keyfi, ne geyiği…
Direkt intihar ederdim.
“Vay, pasaklı perim,” dedim, kapı eşiğinde neye yoracağımı
bilemediğim bir yüz ifadesiyle dikilmekte olan Peri Dinç’e. ‘Pasaklı peri’ ona
taktığım lakaptı. Daha önce Limon Ağacı adlı bir televizyon dizisinde
kullanılmıştı. Ben de durur muyum? Hemen ödünç (ç)aldım tabii. “Hangi
rüzgâr attı seni buraya?”
“Simge rüzgârı,” dedi. Öfkeli falan değildi ama gülmüyordu da. Benim
neşeli, tebessümü gündüz vakti bile ışıltı saçan kız kardeşim neden böyle
davranıyordu? Bir şey mi yapmıştım?
Durakladım bir an. ‘Simge rüzgârı’ demişti. Simge’ye bir şey
yapmamıştım ki; aksine onun yüzünden bana bir şeyler olmuştu. Bir düşümün
Ozancan Demirışık
35
çürümesine dolaylı yoldan hatta belki de doğrudan sebep olan, bizzat o
‘hanımefendi’ydi. Ayrıldıktan sonra dahi başıma bela olmayı sürdürmüştü –
gerçi bu belayı başıma ben sarmıştım.
“Simge’ye ne yapmışım ben sevgili kardeşim?” dedim buruk bir
tebessüm eşliğinde.
O anda, dananın kuyruğunun kopacağına dair romanesk bir sezgi
yüreğimi ele geçirdi. Boğulur gibi hissettim. Kaçıp gitmek istedim. Tek bir
kelime daha etmeden, koşarak evi terk etmek…
Keşke öyle yapsaydım. Keşke bu konuşmaya devam etmek gibi bir
gaflette bulunmasaydım. Hayatıma sızan kara deliklerden birini, daha
meydana gelmeden yok edebilseydim.
Ama olmadı. O kadar güçlü değildim. Akışa kendimi kaptırmakla,
rüzgârın beni taşıdığı kıyıya demir atmakla yetindim.
“Kızı rezil etmişsin,” dedi Peri.
“Rezil derken?” Bu soruda içtendim. Hatırladığım kadarıyla -ki gayet iyi
hatırladığım yönünde sizi temin ederim- ortada bir rezalet varsa, bu benim
başıma gelmişti.
“Önce ufak tefek mazeretler öne sürerek kızı terk ediyorsun, sonra bir
gün gidip türlü şebeklikler yaparak kendini affettiriyorsun. Bu da yetmezmiş
gibi, kıza iyi davranıp her şeyi unutturacağına, yataktayken bir anda çığlıklar
atarak çekip gidiyorsun. Kız nasıl küçük düşmüş, gece boyu nasıl ağlamış,
neler çekmiş biliyor musun? Buna rağmen günlerce seni aramış ama
ulaşamamış. Evine geldiğinde kapıyı açmamışsın. Bir kere terk etmen yetmez
miydi? Anlamıyorum, kıza bir kinin var da oyun mu oynuyorsun? Bir tür
Çürük Düş
36
intikam mı alıyorsun? Bunların hiçbirini senden beklemezdim Burç. Neler
oluyor?”
‘Neler oluyor?’un cevabını siz okuyucular gayet iyi biliyorsunuz.
Ben bu soruyu ‘Neler oldu?’ya dönüştürüp, sizi o geceye götürecek ve
Simge’yle aramda ‘yatakta’ neler geçtiğini kısaca anlatacağım.
***
Simge’yi ve soyadı Đmge’yi şu ana dek yalnızca birkaç kere işittiniz.
Đsmine aşinasınız tabii, ama sizin için çok da bir şey ifade etmiyor.
Zihninizdeki yerini ‘pembe’ rengine borçlu olduğu bir hakikat. Zaten her ne
olursa olsun, hikâyemizde bir araçtan ibaret kalacak.
En son Simge’yi -kendimce gayet haklı sebeplerle- terk etmiştim ve bu
ne yazık ki Alev’le tanışmama vesile olmuştu. Sonsuz gibi görünen lanet
üzerime çöktüğümde, tüm bu somut kâbusun Simge’yi terk ettiğim gün
başladığını fark ettim. Belki de yaşadıklarımın bununla bir ilgisi vardı. Belki de
ona geri dönmek bir şeyleri değiştirebilir, iyileştirebilirdi. Üstelik düş
çürüklerinin yıkıcı etkilerinden daha ucuz kurtulabilmek için bir ilişkiye
dalmam gerekiyordu ve eski bir sevgiliyi tekrar ayartmak, yenisini
tavlamaktan daha kolaydı.
Ben de, aynı Peri’nin dediği gibi, türlü şebeklikler yaparak -bu konuda
ayrıntıya girmek istemiyorum, mazur görün beni dostlar- kendimi affettirdim.
Ve bir gün, eski samimiyetimiz mevcut olmadığı için renksiz geçen
gündüz gezimiz, gece eğlencesine dönüştü: Önce eve, sonra yatağa taşındı.
Ozancan Demirışık
37
Bahsi geçen rezaletin fitili de böylece ateşlendi.
Haz dolu bir sevişme olmasını umduğum ‘yatak faslı’nın bir kâbusa
dönüşeceğini ve üzerinden haftalar geçtikten sonra bile cefasını çekeceğimi
bilmiyordum tabii.
Ne mi oldu?
Aynen şunlar:
Ön sevişmeyle yeterince vakit harcadığımıza kanaat getirince, toptan
soyunup asıl kısma geçtik (bu bende daima, filmin sıkıcı girişini atlattıktan
sonra en heyecanlı ve çarpıcı sahneyi izleme hissi uyandırır – gerisi
teferruattır: Kış uykusuna hazırlanan bir ayının, o devasa uykudan önceki
birkaç saatlik ‘şekerleme’leri misali… Teşbihin derinine inersek, ayıya da
bunlar sabırsızlıkla beklediği bir bal ziyafeti öncesi ağzına attığı ‘atıştırmalar’
gibi gelecektir diyebiliriz. Uzun lafın kısası, ön sevişme saçmalıktır. [Evet, tipik
bir Türk erkeğiyim. Şüpheniz mi vardı?] Nokta).
Simge Đmge’yle vücutlarımız birleşirken, yüreğimin havada kaldığını
hissettim. Onu bizzat terk etmiş ve ‘oyalanmam gerektiği’ için yeniden elde
etme kararına varmıştım – bunun bir şeyleri değiştirebileceği, üzerime
çöreklenen ‘alevli’ lanetten kurtulmamı sağlayacağı yönündeki minik umudu
saymazsak tabii. (Evet, bencilce bir düşünce ama arada sırada kendimi
düşünmem gerekiyor, değil mi? Yanan bir helikopterin içinde kalan ve berbat
bir kâbusun tam ortasına paraşütle atlayan benim. Etkilerini bertaraf etmek
gibi bir zorunluluğa sahibim). Dolayısıyla, ortama uyum sağlayamadığımı
hissettiren bazı şeyler mevcuttu.
Çürük Düş
38
Ön sevişmeden nefret etsem bile, ‘ana yemeği’ kutsal görenlerdenim.
Bir dostum, kadın vücudunun saygı duyulması gereken bir mabet olduğunu
düşünürdü. Belki ben de olaya öyle bakıyorumdur.
Her yönüyle müthiş bir ‘büyük resim’ oluşturan parçalar bütünü… Ve
bu bütünün en önemli parçası ‘aşk’. O olmadan beden yetersiz kalır.
Duyguların somutluğuna inanırım ben. Tutku ve aşkın yoktan var
olabileceğini düşünen ama bunu belli etmeyenlerdenim. Aşk olmadan
sevişmenin hiçbir tat vermeyeceği konusunda kesin idealara sahibim.
Fakat o an, üzerime çullanan lanetten biraz olsun uzaklaşabilme
fırsatının hatırına, duygusuz bir sevişmenin esiriydim.
Ve her şey daha da kötü olacaktı.
Bir anda; üzerinde bulunduğum kadın yani Simge Đmge, bir ucubeye
dönüşecekti: Altımda inlerken ten rengi tuhaflaşacak, giderek yeşile çalacaktı.
Derisi pütürlenecek, saçları balçık misali cıvık bir hal alacak, suratının şekli
‘evlerden ırak’ dedirtecek kadar bozuma uğrayacak, inlemeleri de yerini ürkü
dolu çığlıklara bırakacaktı… Ben ne olduğunu anlamadan, o güzel, o zarif, o
çıtı pıtı kadın, bir canavara dönüşecekti.
Sinema salonlarına özgü o eşsiz karanlıkta bir korku filmi izleyen genç
kızları örnek alır gibi, tiz çığlıklar atacaktım. Değil sevişmek, o kadına
herhangi biçimde temas edemeyecek kadar iğrenecektim: Eskiden Simge
diye bilinen, şimdiyse ne idüğü belirsiz bir varlıktan ibaret olan ‘şey’den
uzaklaşacak, gözlerimi ovalayıp manzaraya bir bakış daha atacak, hiçbir işe
yaramadığını anlayınca; üstüne üstlük korku denen o ruh boğucu duygu
zihnimi işgal edince, çekip gidecektim… Koşa koşa. Arkama bile bakmadan.
Siz biliyorsunuz ki, bu anlattıklarım dibine kadar gerçek.
Ozancan Demirışık
39
Ama yine biliyorsunuz ki, kardeşim Peri’ye tek bir kelimesini bile
söyleyemem.
Bu duruma uydurulacak mantıklı bir yalan da mevcut değil.
Belli ki Simge hiçbir şeyin farkına varamadı. Gerçekleri göremedi. Daha
doğrusu, olaya benim gözümle bakamadı. Ben Simge’yi bir canavar olarak
görürken, yani düş çürüklerimin etkisindeyken, onun açısından hayatın ve
‘yatak faslı’nın sıradan seyri devam ediyordu.
Ama ne yapabilirdim ki? Hisleri incinmesin diye bir canavarla mı
sevişecektim?
***
Peri yüzüme derin bir hayal kırıklığı eşliğinde bakmaktaydı. Ve bu,
yüreğimi tasavvur edemeyeceğiniz kadar yaralıyordu. Kız kardeşimin beni bir
‘umutsuz vaka’ olarak görmesine alışık değildim, ama birazdan neler
söyleyeceğini düşünürsek, gayet de öyle görüyordu.
Belki de dananın kuyruğu burada koptu. Belki de hayatımın hatasını
yapmama sebebiyet verecek şartlar bu andan itibaren hazırlanmaya başlandı.
Peri dedi ki: “Artık sana ulaşamıyorum Burç. Hiçbirimiz ulaşamıyoruz.
Ne annemiz, ne babamız, ne sevgilin, ne arkadaşların, dostların… Büsbütün
bambaşka bir insan oldun. Đçine kapanmakla kalmadın, çevrendekileri
üzmeye, onlara haksız yere kötü davranmaya da başladın. Nelere yol açtığını
veya açacağını umursamıyorsun bile! Sanki özellikle herkes tarafından ‘kötü’
diye bilinmek istiyorsun, ‘Sen kötüsün, senden nefret ediyorum’ dememizi
Çürük Düş
40
bekliyorsun. Sevilmekten korkuyor gibisin. Bilmediğimiz bir şey mi yaşadın?
Anlat… Anlat ki sana yardım edelim. Yalnızlık paylaşılamaz ama paylaşarak o
yalnızlığı huzura dönüştürebiliriz.”
‘Belki’ demiştim, ama artık eminim.
Geçmişi sisli-puslu bir merceğin ardından değil, gıcır gıcır bir
mikroskop üzerinden görüyorum. Yaşarken fark etmediklerimin ayırtına şimdi
varıyor, o vakit görmediklerime gayet berrak bakışlar atıyorum.
Kardeşim Peri’nin anlamlı ve yardımsever sözlerine karşı zihnim bir
süzgeç edinmişti sanki. Đşine gelenleri ayıklayıp gerisini yok eden bir süzgeç.
Yalnızca ‘sen kötüsün, senden nefret ediyorum’ kısmını işitiyordum. Yalnızca
bu cümleler yankılanıyordu kulaklarımda.
‘Sen kötüsün…
Kötü…
Senden nefret ediyorum…
Nefret…’
Kötülük. Nefret.
Ötekiyle paralel olarak, bir başka çürük düş daha açığa çıktı. Öz
kardeşimin bana bu duyguları beslediğini düşündüğümden, ‘kötülük’ ve
‘nefret’i somutlaştırmak için yeterince hak kazandığıma kanaat getirdim.
Siyah, simsiyah bir bağ gözlerimi sarmıştı sanki: Hiçbir şey göremiyor, zihnimi
mantıkla çalıştıramıyor, kendi hareketlerimi yönetemiyordum. Filmlerde
cinler, şeytanlar tarafından ele geçirilen veya kötü robotların esiri olan
insanlar misali... Ama bu daha kötüydü: Her şeyi kendim yapsam dahi,
kontrolümü apaçık biçimde kaybetmiştim. Bilinçli bir kontrol yitimi kadar
kötüsü yoktur, emin olun.
Ozancan Demirışık
41
Kalktım. “Demek öyle ‘pasaklı perim’,” dedim. “Demek ben kötüyüm.
Demek beni sevgin ve merhametinle teselli edeceğine, nefret etmekle
yetiniyorsun. O zaman, sonuçlarına katlanırsın. Ölmekten beter olursun.”
Gerisini hatırlamıyorum. Hatırlamak da istemiyorum.
Ama ‘biliyorum’. Ve size anlatacağım. Yüreğimi yaralasa da, boğazıma
yakıcı bir yumru yerleştirse de, zihnimi yakıp yıksa da, anlatacağım…
Bir dahaki gün Peri, benim evimde, öldüresiye dövülmüş ve tecavüz
edilmiş halde bulundu. Hemen hastaneye kaldırıldı, yoğun bakıma alındı.
Hayati tehlikeyi çabucak atlattı ama yaşadığı şeylerin fiziksel ve psikolojik
izlerini daima taşıyacaktı.
Çok geçmeden, hastanede bir odaya alındı. Annesi ve babasının,
“Bunu kim yaptı?” diye sorması üzerine, “Burç değildi o,” dedi inatla. “Abim
öyle bir şey yapmaz. Sanki başka biriydi.”
Ağzını bir daha bıçak açmadı. O ‘sanki’ye rağmen, anne Perihan Dinç
ve baba Tunç Dinç, ‘bu’nun sorumlusunun biricik oğulları olduğunu
öğrenmediler. Zaten öğrenseler, evlatlıktan reddetmekle kalmaz, bulup hesap
sormaya çalışırlardı.
Oğullarının nereye kaybolduğundan bihaberdiler. Vakanın vuku
bulduğu mekânı dikkate alarak, kızlarına bu pisliği yapan şerefsizin Burç’a da
bir zarar verdiğini, belki de onu öldürdüğünü zannederek psikolojik yönden
çöküntüye uğradılar. Yakında bir otel odasında, ‘olağanüstü’ oranda derin bir
uykuya dalmış halde bulunacağı hakkında hiçbir fikirleri yoktu.
***
Çürük Düş
42
O gün, hayatımın hatasını yaptığım gündür.
Đnsanlıktan çıktığım gündür.
O gün, Burç Dinç’in öldüğü gündür.
MAZĐYE DAĐR
AŞKA NEFRET KARIŞIR
Birinin başına toprak saçsan başı yarılmaz.
Suyu başına döksen, başı kırılmaz.
Toprakla, suyla baş yarmak istiyorsan,
toprağı suya karıştırıp kerpiç yapman gerek.
Hazreti Mevlana
Çürük Düş
44
Uğruna gösterilen hiçbir çabanın kâfi gelmediği tek şey, aşktır. Ne
yaparsanız yapın: Đster kendinizi paralayın, ister hayatınızı aşka adayın, ister
kimseye vermediğiniz değeri sevdiğiniz kadına altın tabak içinde sunun... Fark
etmez! Đlişkiniz eninde sonunda kirlenir; aşka nefret karışır. Başta birbirinizi el
üstünde tutarken, çok geçmeden kendi kabuğunuza çekilirsiniz. Aşılmaması
gereken sınırlar aşılır, yapılmaması gereken hatalar yapılır. Nihayet aranızdaki
az buçuk saygı da hepten yok olur... Onur kırıcı laflar, çirkin hakaretler hatta
kimi zaman ‘saf’ kötülükler gırla gider.
Aşk, bütün heyecanına, getirdiği olanca mutluluğa rağmen, bir
‘hastalık’tır.
Verdiği keyif yüzünden sizi pençesine alan ve sonra da paramparça
eden bir ‘şey’ diyince aklınıza ne gelir?
Uyuşturucu, değil mi?
Evet, aşk en hasından bir uyuşturucudur. Bundan şüpheniz varsa,
gerçek aşkı hiç tatmamışsınız demektir. Ve size bir tavsiye vermemi isterseniz
(Gerçi isteyeceğinizi hiç sanmıyorum – neden isteyesiniz? Ben perişan herifin
tekiyim; artık anladınız – ama yine de tavsiyemi vereceğim. Birkaç kelimeden
zarar gelmez)... Böyle devam edin! ‘Gerçek aşkı arıyorum’ ayağına, hayatınız
boyunca aşktan uzak durun. Hiç gereği yok. Hiç!
Her neyse, ‘anti-aşk doktoru’ tadında konuşmaya başladım. Sadede
doğru bir U dönüşü yapmamın vakti geldi de geçiyor.
Alev Ateş denen mahlûkla yaşadığım talihsiz ilişkinin ‘giriş-gelişme’
aşamasını atlayıp, doğrudan sonuca geleceğim. Kaçırdığınız kısımları kısaca
anlatmam gerekirse, “Giriş ‘sıradan’dı, gelişme Çin işkencesi,” derim.
Ozancan Demirışık
45
Herhangi bir ilişki gibi başlayıp, Alev’in iflah olmaz kötülüğü
(manyaklığı, ruh hastalığı, egoistliği gibi eklemeler yapabilirsiniz – saymakla
bitmez) dolayısıyla korku filmine dönüşen, bir yerden sonra da iplerin
tamamen koptuğu dehşet verici bir serüvendi. Hiç yaşamamış olmayı
dilediğim bir serüven.
Ama yaşadım. Ve anlatıyorum. Ve anlatacağım.
Daha bitmedi. Tanık olacağınız çok şey var.
***
Televizyon açıktı. Bir film oynuyordu (sıkı bir filme benziyordu üstelik)
ama ben fena halde dalgındım; sesleri hayal meyal işitiyor ve kargaşa
ekseninde devinip duran ruh halim sebebiyle hiçbir şey anlamıyordum.
“Ben bir kavram değilim,” diyor kadın. “Tamamen dağılmış bir kızım.
Kendimce doğrularımı arıyorum. Ben mükemmel değilim.”
“Sende hoşlanmadığım hiçbir şey göremiyorum,” diyor adam.
“Ama göreceksin. Bir şeyler bulacaksın. Ben de senden sıkılıp kendimi
kapana kısılmış hissedeceğim. Çünkü bana hep böyle olur.”
Bakışıyorlar. Ortama bir sükûnet hâkim oluyor ama çabucak bozuluyor.
“Tamam,” diyor adam.
“Tamam,” diyor kadın.
Gülüşüyorlar. Bir kez daha ‘Tamam’ diyorlar. Đkisi de.
Derken kapı açılıyor. Bir tıkırtı, bir gıcırtı, sessiz bir soluk.
Çürük Düş
46
Filmde ekran kararmış, jenerik müziği akmaya başlamıştı. Hal
böyleyken, bir kapının açılması mümkün değildi. O ‘duble-dalgın-dangalak’
halimle bunun gibi basit bir mantığı yürütebildiğime dahi şaşıyorum.
Gözlerimi kırpıştırdım. Bu, filmde değil, ‘burada’ oluyordu.
Evde. Evimde.
Alev o pek sevgili, pek nazik (!) dostlarını nihayet bırakıp eve
dönmüştü. Koltukta doğruldum. Gözlerimi kapıya diktim. Ben zihnimi
dalgınlıkla uyuştururken, o daha etkilisini tercih etmişti: Alkol. Sendeleyerek
girmekteydi içeri. Gözleri kaymıştı. Ta oradan kesif bir beyaz şarap kokusu
burnuma doluyordu.
Ama umursamadım. Gözlerim Alev üzerinde takılı kalmıştı. Koyu kızıl
rengin üzerine siyah karo desenlerin bulunduğu abiye kıyafeti hâlâ göz
alıcıydı.
Nefesimi tuttum. Onu bugün bu kıyafetle ilk kez görmüyordum, ama
her seferinde, ‘onun’ hakkında ne düşünürsem düşüneyim, bu güzellik
karşısında soluğum kesiliyordu.
Bir kadın, sarhoş haliyle bile bu kadar göz alıcı, böylesine güzel olabilir
miydi?
Birinden hem nefret edip, hem de onu sevebilir miydi insan?
Demek ki olabiliyordu.
Demek ki sevilebiliyordu.
Bir şeyden emindim (hâlâ da eminim): Alev Ateş, bir ateisti Tanrı’nın
varlığına inandırabilecek kadar güzeldi.
Bir şeyden daha emindim: Karşımdaki kadın ne kadar güzel olursa
olsun, bu gece bana yaşattıklarının hesabını sormalıydım.
Ozancan Demirışık
47
Soracaktım da.
Ben ayağa kalkarken, Alev içki dolabına yürümekle meşguldü. Yuh
artık, diye düşündüm. Midesinde içki stoklayıp gerektiğinde kullanmak mı
istiyor nedir?
Hayret ve öfke dolu bakışlarım arasında, yüzüme bile bakmadan
dolaptan bir Jack Daniel’s şişesi çıkardı. Ve viskiyi bardağa koymaya gerek
duymadan, kafasına dikti.
“Sen bu halde araba mı kullandın?” diye sordum. “Lütfen taksiyle
geldiğini söyle. Kalp krizi geçireceğim yoksa.”
“Söylemeyeceğim, çünkü gelmedim,” dedi kaygan bir sesle.
“Alkollüyken daha iyi araba kullanırım, bilmiyor musun?”
“Bilmiyorum,” diye patladım. “Senin hakkında hiçbir şey bilmiyorum.
Ne biçim bir insan olduğunu bilmiyorum. ‘Aslında’ kim olduğunu bilmiyorum.
Ne yapmaya çalıştığını bilmiyorum. Seni tanımıyorum! Farkında mısın Alev:
Bana ‘uzun’ bir açıklama borçlusun!”
Cevap vermek yerine içkiden birkaç yudum daha alarak beni iyice fitil
etti. Ama sonunda, dönüp yüzüme bakmaya tenezzül edebildi. “Niye?!
Đşlerime burnunu sokmasam bu akşamı sorunsuz geçirecektik!”
Kendimi kaybedip Alev’in üzerine yürüdüm: Kaba kuvvet uygulamayı
ciddi ciddi düşünüyordum (bir Osmanlı tokadı iyi giderdi aslında) ama son
anda, gayriihtiyarî durdum. Sağ elimi suratına geçirmek yerine, yalnızca
yüzüne doğru tutmakla yetindim. “Bu yüzden!”
“Elini niye gösteriyorsun?” diye sordu (bu kadar içkiyi ben içsem, ben
de böyle ilkokul düzeyinde sorular sorardım).
Çürük Düş
48
“Kimsenin göremediği bir yara var!” diye kükredim. “Benim bile
göremediğim bir yara! Sızım sızım sızlıyor. Ne menem bir acı çektiğimi biliyor
musun sen? Hepsi de dostun olacak o tüysüz herif yüzünden. Beyaz saçlı
kadının saçma sapan hareketlerini saymıyorum bile. Diğer adam en azından
sessiz sessiz oturuyordu ama kim bilir ruhunda ne manyaklıklar yatıyordur!
Ne biçim bir arkadaş çevren var senin? Güveneceğin insanları ruh hastaları
arasından mı seçiyorsun?!”
“Hayır Burç!” dedi Alev çığlık çığlığa. Son sözlerim üzerine o da
kontrolünü yitirmişti. Dananın kuyruğu koptu kopacaktı. “Ama sevdiğim
erkekleri tımarhaneden topluyorum anlaşılan!”
Elimi duvara geçirdim (duvar, Osmanlı tokadını olmasa da ‘Burç
yumruğu’nu yedi yani). “Sen kötüsün, biliyorsun değil mi? Ruhsuz orospunun
tekisin! Güzelliğine kanıp seni nasıl sevebildim?” (Ve nasıl hâlâ
sevebiliyorum?)
Kısa bir an yüzüme baktı. Sonra bir kahkaha patlatıp, sevgili
viskisinden ‘devasa’ bir yudum aldı. Benim zihnimdeki kayış da burada
gevşedi. (Kopmadı; eğer kopsaydı okurken ‘oha’ diyeceğiniz şeyler yapardım.)
Şişeyi aldığım gibi yere fırlattım. Müthiş bir şangırtıyla paramparça oldu.
Kalan az miktardaki viski de halısız parkede yayılmaya başladı.
Alev’in gözleri, karşı konulmaz bir hırs ateşiyle parlıyordu artık.
Üzerime yürüdü ve benim yapmadığımı yaptı: Kaba kuvvet uygulamak...
Gırtlağıma sarıldığı gibi, inanılmaz bir kuvvetle beni nefessiz bırakma
çabasına girişti. Bir yandan da, attığı adımlar yüzünden gerilememi
sağlıyordu. ‘Kadınlara el kalkmaz’ düsturunu umursadığımdan değil, sahiden
Ozancan Demirışık
49
karşılık verecek derman bulamadığımdan, hiçbir şey yapmadım. Kızarmış
gözlerle, sıkıca kavranmış bir boğazla, soluk dahi alamadan öylece bekledim.
Neler oluyordu? Ne biçim bir Cehennem’e düşmüştüm?
Öleceğimi zannettiğim kırk saniyenin sonunda, Alev’in önce elleri
gevşedi, sonra da gırtlağımdan tamamen sıyrıldı. Yaşlı gözlerle suratıma
baktı. “Özür dilerim,” diye fısıldadı. Sanki bu her şeyi affettirebilecekmiş gibi.
Gerçekten pişman görünüyordu ama artık bu kadının neyi gerçek neyi
yalan, karman çorman olmuştu. Alev Ateş hakkında hiçbir şeye kayıtsız şartsız
inanamazdım. Hele bu son yaptıklarından itibaren.
Peki olayları bu noktaya getiren o ‘karanlık dostlar’ faslı neydi?
Alev’in birbirinden manyak arkadaş çevresiyle nasıl tanıştım?
Eh, sonunu gördüğünüze göre, başını okumayı da hak ediyorsunuz.
Dile kolay, dibini boyladığım bu tünelde onlarca sayfadır beni takip
ediyorsunuz. Büyük bir fedakârlık bu. Size minnettarım.
Biraz evvelki soruların yanıtlarını görmek istiyorsanız… Okuyun ve
görün.
************
Kaf Dağı Kafe’ydi adı. Hayli büyük, ama sade bir tabelası vardı: Büyük
harflerle KAF, hemen altında dikkatli bakınca fark edilmeyecek kadar minik
ve silik bir Dağı. Đkinci bir bakış atmadığınız sürece mekânın isminin Kaf Kafe
olduğu düşünebilirdiniz.
Çürük Düş
50
Güldüm. “Vay anasını,” diye mırıldandım. “Şaka maka bizimkiler de
kelime oyunu falan yapmaya başladı. Başımıza taş yağacak. Đnsan Dostlar
Kafe gibi kahve geleneğinden gelme bir isim ya da Blues Cafe tarzı
özentilikler bekliyor.”
Gri tonlardaki metal kapıyı ittirip içeri girdiğimde, yüzümdeki
tebessüm donuverdi. Bir başka boyuta geçmiş gibi hissettim kendimi. Birkaç
saniye evvel zihnimde neşeli ayakkabı cinleri misali gezinmekte olan düşünce
balonları pıt diye patlamıştı sanki.
Her şey tuhaftı. Birinden şüphelenip onu takip ediyorken niye neşe
duyardı insan? Ve takip sona erdiği anda neden bu ruh hali aniden sönüp
giderdi?
Alev’in ‘Đş yemeğine gidiyorum’ yalanlarından biri bugüne denk
gelmişti. Ne zaman bu yalanı söylese, işler karışıyordu; eve geldiğinde
davranışları tuhaflaşıyordu. Yüzünde donuk bakışlara rastlıyordum.
Dudaklarını büzmüş, dişlerini sıkmış oluyordu sıkça. Bir hayal dünyasındayken
gerçekliğe adım atmış gibi, diye düşünüyordu insan. Yani ben öyle
düşünüyordum ve (galiba) bir insan olduğuma göre, vaziyeti böyle
aktarabilirim. Kusura bakmayın, usta bir anlatıcı sayılmam. Đdare edeceksiniz
artık.
Yalanlarla ‘allak bullaklık’ların tesadüfen bir araya geleceğini
zannetmiyordum. Bu duruma dair merakım, kafamda komik bir soru yarattı.
Alev’in tuhaf hallerini incelerken, bunu iş yemeklerinde götten mi sikiyorlar ne
yapıyorlar, diye düşündüm istemsizce. Kusura bakmayın küfürlü
konuşuyorum ama erkeklerin kafasında sevgilileri hakkında bile böyle hiçbir
anlamı olmayan küfürlü ifadeler dönebiliyor. Ruhumuz argo, ne yapalım.
Ozancan Demirışık
51
Kendi ‘zihin geyiğim’ yüzünden sırıttım. Derken, yüz ifadem girdaplara
kapıldı. Göğsümden karın boşluğuma doğru bir kobra iniyordu sanki.
Vücudum kocaman kırmızı karıncalar tarafından istila edilmekteydi. Veya
siyah olan ‘içi dolu turşucuklar’dan milyonlarca vardı; emin değilim.
Derin bir nefes aldım. Oksijen, midemdeki kobrayla müthiş bir savaşa
tutuştu. Cinayet arzusu ve kan tutkusuyla yaptığı fedakârlıklar bir neticeye
kavuşamadı ama. Temiz hava bile, şüphe denen duygunun yarattığı sinsi
yılanı silip süpüremezdi.
Hem geyik yaparken, hem öfkeliyken, hem de şüpheliyken (uzun lafın
kısası: her daim) küfre başvuran erkek ruhunun gereklerini yerine getirmek
için, düşünce balonlarıma sızan sövgüye devem ettim: Ya sahiden
sikiyorlarsa... Ve nihayet cinsellikten sıyrılarak güven duygusuna yaslanan asıl
şüphemi seslendirdim: Ya Alev beni aldatıyorsa?
Ve işte buradayım. Kaf Kafe’de. Kıskanç erkek triplerinde, avanak ajan
havalarında. Neden neşeli olduğumu da galiba anladım. Alev’in o donuk
hallerinin ‘aldatma’ eyleminden kaynaklanmadığını tahmin ediyordum galiba.
Beni gayet klişe bir insana dönüştüren şüphelerim, salt kandırmacaydı.
‘Aslında’ ne olduğunu merak ediyordum ve bu merak da beni buraya
sürüklemişti. Peki kediyi öldüren sinsi duygu beni öldürecek miydi?
Müneccim boku mu yedim, nereden bileyim? Bir kendini bilmezin
karaladığı kurgu bir metin olsaydı bu, sonraki adımı bilirdi galiba. Böyle
karmaşık mevzulara girmezdi yoksa. Maazallah, girişi olan her şeyin çıkışı
yoktur. Đnsan kısılıp kalıverir. Temkinli davranmak lazım.
Lafı fazla uzattım. Mekânı betimleyeyim, içiniz açılsın. Beyaz, gri ve
bazen de siyah tonlarında, sade bir kafeydi. Görsel yönden başarılı bir tasarım
Çürük Düş
52
olduğunu düşündüm – bu işlerden çok anlarmış gibi. Her şeyi az çok
bildiğini, her mevzudan haberdar olduğunu zanneden Türk insanlarına özgü
hareketler işte. Amma da öz eleştiri yapıyorum, değil mi?
Bir ilginçlik de masaların üçgen şeklinde olmasıydı. Üç kenarına birer
sandalye yerleştirilmişti (sandalyelerde eksantrik şekiller yoktu; bildiğiniz
tabureydi hatta), camdan üçgenin birleştiği sivri uçta ise tek sıra halinde
tuzluk, biberlik, peçetelik gibi klasik malzemeler diziliydi.
Üçgenin dağı hatırlattığını düşünmüşlerdi herhalde. “Eh,” dedim kendi
kendime, “fena değil.” Peki ama neden böyle tuhaf sezilere kapılmaktaydım?
Neden ‘donuk’ hissediyordum? Neden zaman yavaşlamış, zihnim pelteleşmiş
gibiydi?
Etrafa göz gezdirdim. Ortalık süt limandı. Đnsanlar en ufak bir enerjik
harekette bulunmuyorlardı; çatal bıçakları, bardakları veya fincanları sakince
kaldırıp indiriyorlardı. Arada bir fısıldarcasına konuşuyorlardı o kadar. Onun
dışında ağızlarını açmaya bile nadiren zahmet ediyorlardı. Birini rahatsız
etmekten korkuyor gibiydiler; ama buna rağmen, bilinçlerinin yerli yerinde
olmadığını sezebiliyordum.
Derken, daha da tuhafını fark ettim. Görüş alanımdaki her renk beyaz
ve siyahın tonlarındaydı. Đnsanların giysilerinde ne mavi vardı, ne kırmızı vardı,
ne de yeşil, mavi, turuncu, mor…
“Ne oluyor lan?!” diye homurdandım sessizce. “Tarikat toplantısı mı
bu, sözleşip mi geldi herkes? Yoksa sanat filmi mi çekiliyor?”
Mekânın görünmeyen kısmına yöneldim. Ve çarpıldım.
Gözüme ilk ‘çarpan’ Alev oldu. Sonra da yanındaki üç kişi.
Ozancan Demirışık
53
Paratonerden halliceydiler: Ortamdaki bütün enerjiyi, bütün renkleri
üzerlerinde toplamışlardı. Alev tahmin edeceğiniz gibi, güneş misali
parıldayan kızıl saçları ve üzerindeki kızıl-siyah tonlarındaki kıyafetle insanı
soluksuz bırakıyordu. Ama etrafındakiler de, onun çeyreği kadar güzel
olmasalar da (ikisi erkekti zaten), en az onun kadar dikkat çekici ve
‘özgün’düler.
Bir tanesi beyazdı. Evet, beyaz. Beline dökülen saçları beyazdı, gözleri
beyazdı (beyaz gözler? Kafayı yedim herhalde), giysileri beyazdı. Ama ne
yaşlıydı, ne de çirkin. Alev’in güzelliğiyle ilgili iltifatım abartılıydı galiba: Bu
kadın, beyaz saçlarına rağmen (hatta belki onlar sayesinde), güzellik
konusunda Alev’le yarışabilirdi. Pürüzsüz, heykel gibi bir yüzü, hastalıklı
gözükmesi gereken ama her nasılsa ona ayrı bir estetik katan gözleri, ince ve
biçimli vücuduyla, başlı başına bir maceraydı.
Yanındaki herif siyah saçlarını atkuyruğu şeklinde bağlamıştı. Onun
‘rengi’ siyahtı. Alev’in kırmızısı ve beyazlı kadının -adı üstünde- beyazlığının
aksine, parlamaktan uzak, siyaha yakışır bir matlık taşıyordu.
Hafif bir keçisakalı vardı. Beyazlı kadın kadar ince yapılıydı ama her
nasılsa, insanı parmağıyla darmadağın edebilirmiş gibi kendinden emin bir
hâli vardı. Ağzı kapalı olsa da, her an ‘bu uslu halime kanmayın; hepinizi
betona gömerim’ diyecek gibiydi. Beni en çok şaşırtan, yüzündeki ifade oldu
gerçi. Doğru mu gördüm diye gayri ihtiyari gözlerimi kırpıştırdım.
Somurtuyordu. Ama yüzündeki ifade ‘duygulara bürünmüş’tü. (Hem
somurtup hem nasıl duygulu olabilir insan? Ben de bilmiyorum; sorun da bu
zaten!) Öfkeli olduğunu düşündüm. Mutlu gibi geldi. ‘Yok yok’ dedim, ‘nefret
Çürük Düş
54
dolu bu’. Huzurlu bir hâli olduğunu düşündüm. Şehvete kapılmış. Kinle dolu.
Hevesli. Umutsuz. Coşku dolu. Ve mutsuz. Mutlu. Mutsuz. Mutlu…
Bir insan her türlü ruh halini ve her türlü surat ifadesini aynı anda
taşıyabilir miydi?
Buna kafa yormanın yersiz olduğuna kanaat getirince, masadaki son
yabancıya diktim gözlerimi. Saçları uzun da değildi, kısa da değildi. Dazlaktı
çünkü. Hatta tüysüzdü. Ne kaşı vardı ne kirpiği. Bu bir hastalıktan mı
kaynaklanıyordu yoksa ilginç görünmek için hepsinden kurtulmuş muydu,
emin değilim. Umursamıyorum da.
Başta erkek olduğunu düşünmüştüm, şimdiyse bundan şüpheliydim.
Tüysüzdü, ama hem erkek hem kadın gibi görünüyordu. Yüzünde hem sertlik
hem yumuşaklık bir arada barınıyordu. Gri pardösüsü de bu hissiyatı tasvir
ediyordu. Sırıtmaktaydı bir yandan. Ve bu beni gayet ürkütüyordu. “Kötü
kalpliyim!” diye haykıran, sinsi bir sırıtmaydı. “Her türlü pisliği yapabilirim,
çalıp çırpabilirim, insanları birbirine düşürebilirim, cinayet işleyebilirim, hatta
bir bebeği gözümü bile kırpmadan öldürebilirim…” O sırıtışın ardına tüm bu
cümleler gizlenmişti de, arada bazıları fısıltı halinde dışarı fırlıyordu sanki.
Bu masadaki herkes, çelişkiler yumağıydı. Tek bir bakışta bile anlamak
mümkündü.
Ve nedense, yeterince hayrete kapılmamıştım. Çünkü Alev yüzünden,
bunlar bir yönüyle tanıdık geliyordu bana. Alev, kalabalık ortamlarda bile
yalnızlığa kapılırdı; yanında ben varken, hatta tutku dolu keskin bir
sevişmenin hazzını duyarken bile, yalnız olduğunu hissederdi. Bir-iki kere onu
sıkıştırınca bunu biraz çıtlatmıştı, ama daha ileri gidip uzun bir itirafa
girişmemişti.
Ozancan Demirışık
55
Bu masadayken -tam aksine- yalnızlıktan uzaktı Alev. Sanki insan bile
değildi. Diğerleri de öyle… Ve birbirlerini burada bulmuşlardı. Mutluydular,
huzurluydular.
Alev evine, benim yanıma yani gerçek yaşama dönünce, o tuhaf ruh
haline bürünüyor, canlılığını yitiriyor, donuklaşıyordu. Kendine benzeyenlerin
yani zihnimdeki kod adlarıyla anmak gerekirse Beyaz, Siyah ve Gri’nin
yanında eriştiği huzuru unutamıyordu. Yoktan var olan yalnızlığını hiç kimse
ve hiçbir şey gideremiyordu.
Kötüydüler. Doğuştan değil, şartlardan dolayı kötüydüler. Belki her
daim bu masada otursalar kimseye zararları dokunmayacaktı. Ama nedense,
her seferinde hakikatin soğuk mermisine geri dönüyorlardı (en azından Alev
dönüyordu). Yapmaları gereken bir şey, nihayete erdirmeleri gereken bir
görev varmış gibi…
Onların (bilhassa Alev’in) beni göremeyecekleri bir masaya çöktüm ve
seyretmeye koyuldum. Nadiren de olsa, harika bir espri yapılmış gibi
kahkahalara gömülüyorlardı: Siyahlının mahkeme duvarı suratına yansıyan
duygular da bu mizahı yansıtıyordu.
Sonunda şans yüzüme güldü, beklentilerim bir neticeye erişti: Alev bir
şeyler mırıldandıktan sonra masadan kalkmış ve kafenin en uzak köşesine
doğru yürümeye başlamıştı. O yanımdan geçerken yüzümü güçbelâ gizledim.
Nereye gittiğini bilmiyor, yalnızca her ne yapacaksa uzun sürmesini
umuyordum. Ben de kalktım ve o ‘rengârenk’ masalarına geçip, boşalan
koltuğa oturdum.
“Tek bir soru soracağım beyler,” dedim cesaretimle kendimi dahi
şaşırtarak. “Kimsiniz siz?”
Çürük Düş
56
“Vay vay vay,” dedi beyazlı kadın, oyuncağını bulmuş bir çocuk
coşkusuyla. “Büyük casusumuz Burç Dinç teşrif ettiler bakıyorum. Takip
yormamıştır umarım?”
Mike Tyson mide boşluğuma sağlı sollu girişmiş gibi kalakaldım. Yine
de bozuntuya vermedim. “Bunun bir iş yemeği olmadığı meydanda. Kimsiniz
siz?”
“Nasıl istersen yavrum,” dedi tüysüz oğlan. Sesi ne ince ne de kalındı.
Erkek mi kadın olduğunu anlamak zordu. Nazikçe elini uzattı. “Tanışalım. Ben
Saydam Kaya.”
Đsminin enteresanlığına tepki vermeden, soğuk bir bakış attım. Elini
sıkmaya tenezzül etmedim. Saydam’ın yüzündeki tebessüm solmadı, ama
dişlerini sıkarak elini indirdi.
“Bana Beyza derler bebeğim,” dedi beyazlı kadın, ansızın yanağıma bir
öpücük kondurarak. “Beyza Beyaz.”
Öpücüğün etkilerini üzerimden atmaya çabalarken, siyahlıya döndüm.
Dişlerini sıkıp, “Kılıç Arslan,” diye hırladı. Bu hırlamada bile onlarca, belki de
yüzlerce duygunun gizli olması beni yepyeni hayretlere gark etti.
“Đsminizi söylediniz, tamam,” dedim. “Ama merak ettiğim bu değil.
Kimsiniz, nesiniz, amacınız ne, Alev’le ne işiniz var ya da onun sizinle ne işi
var?”
“Bak bu olmadı Burç,” dedi Saydam. “Bizim isimlerimiz sizinki gibi
rastgele değildir. Çok şey taşır, çok şey simgeler. Ursula K. Leguin, Yerdeniz
Büyücüsü’nde der ki: ‘Kim bir insanın adını biliyorsa, onun hayatını
avuçlarının içinde tutuyor demektir.’ Bunu dikkate almanı öneririm.”
Ozancan Demirışık
57
Sabırla yineledim: “Bizim diyorsun. Ben de bunu öğrenmek istiyorum
işte. Madem bizden farklısınız; o zaman nesiniz? En önemlisi, Alev ne?
Korkmuyorsanız açıklayın şunu.”
“En büyük sırrımızı paçavra kılıklı bir insana söyleyeceğimizi
düşündüren ne?” dedi Beyza sevimli sevimli sırıtarak. “Durup dururken itiraf
edip neden dünyaya karşı avantajımızı yitirelim?”
Bir mide bulantısıyla sarılıp sarmalandığımı hissettim. Titredim. “Siz…”
dedim. “Ucubesiniz. Sanki vücudunuzdan bile kötülük kokusu yayılıyor.
Canavarsınız siz.”
Ve film burada koptu. Saydam’ın yüzündeki tebessüm büsbütün
silindi. Bir şey tutuyor gibi elini yumruk yapıp, havaya kaldırdı ve o tuttuğu
şeyi fırlatacak ya da saplayacak gibi düz bir doğrultuda, benim elimin üzerine
indirdi. “Bize,” diye fısıldadı, “kimse ucube diyemez.”
Istırap yüklü bir çığlık attım. Elim tam ortasından delinmişti. Kan
akıyordu. Akıyordu… Akıyordu…
“Đsimlerin önemli olduğunu söylemiştik,” dedi Beyza. “Temkinli
davranman gerekiyordu bebeğim. Ağzından çıkanı kulağın duymadı. Saydam,
bir şeyleri görünmez -bir başka deyişle şeffaf- hâle getirmekte usta. Ve onun
kesici aletleri normallerinden on kat daha fazla acıya yol açar. Dişini sıkmanı
öneririm, çünkü biraz acıyacak.” Kikirdedi. “Aslında ‘çok’ acıyacak.”
Cam masayı yumruklayarak dişimi sıktım, kıvrandım, çırpındım, elime
baktım, kanıyordu, duracak gibi değildi; acıyordu, dinecek gibi değildi.
Masayı birbirine katıp ayağa kalktım ve sarsak adımlarla uzaklaşmaya
koyuldum. Gayet memnun tavırlarla beni seyrediyorlardı. Kafedeki hiç kimse
Çürük Düş
58
durumumu fark etmemişti. Edecek gibi de değillerdi; işlerinde
güçlerindeydiler.
Kılıç’a baktım, göz kırptı. Bu, onun işiydi. Đnsanları arzusuna göre
manipüle edebiliyor, bilinçlerini ‘kısabiliyor’, enerjilerini çalabiliyor olmalıydı.
Ne var ki, her şeye rağmen korkuya kapılmadım, paniklemedim. Kılıç’ın
yüzüne tükürdüm; sakin hareketlerle mendili alıp sildi. Ve ani bir kasılma,
dizlerimin üzerine çökmeye mecbur bıraktı beni.
“Acıyı arttırabilirim,” diye hırladı Kılıç. “Acı eşiğinden çok daha fazlasını
yaşatabilirim sana. Ölümü bile tadamazsın, çünkü ölmene izin vermem.
Sonsuza dek acı çekersin. En büyük çaresizliğe merhaba dersin. O yüzden en
iyisi defol git.”
Nihayet birkaç cümle kurabilmişti ama söyledikleri benim için pek
hayırlı değildi.
Nasıl bir manyaklığın merkezinde olduğumu merak ederek, elime
bakmamaya ve acıyı unutmaya çabalayarak, sarsak adımlarıma yenilerini
ekledim. Derken, uzaktan Alev’in yaklaştığını fark ettim. Güzel bacaklarıyla o
şiir gibi yürüyüşünü sergiliyordu yine. Suratı ise allak bullaktı: Hayretler
içerisindeydi ve bu duygusunda samimi olduğunu görebiliyordum.
‘Tayfasının’ bana yaptığı karşılamadan o sorumlu değildi galiba. Peki olanlara
nasıl tepki verecekti?
“Đyi misin?” diye sordu.
Başımla onaylarken, kendi cevabıma kendim bile inanmıyordum. Ama
o, bana bir bakış daha atmayarak ve başka bir şey söylemeyerek, dostlarının
masasına yürüdü. “Neler oldu?” diye sordu. “Senin işin mi bu Saydam?”
Ozancan Demirışık
59
“Elbette Alevcim,” dedi adam/kadın. “Evcil köpeğini iyi eğitmemişsin.
Korku nedir bilmiyor. Saygıdan söz etmiyorum bile. Haddini bilmeli. Bize
ucube -hatta canavar- demeye cüret etti. Parçalara ayırmadığıma şükret. Hâlâ
ellerim kaşınıyor. Def et şunu da kurtulalım.”
Beyza kikirdedi yine. “Veda edeyim, öyle gitsin. Onu saygısız diye
itham ederken kendimiz saygı çerçevesinden uzaklaşmayalım, değil mi ama?”
Alev, “Bekle Beyza,” dedi ama kadın dinlemedi ve beyaz saçlarını
savurarak bana doğru yaklaştı. Yüzüne cesur bir bakış fırlattım (ah, bu deli
cesaretim sonumu getirecek!). “Ah, yazık,” dedi elimi tutup. “Öpeyim de
geçsin.”
Öptü, geçmedi.
“Derdin ne orospu?!” diye gürleyince, yüzündeki tebessüm arttı; ‘işte
bunu bekliyordum’ der gibiydi. Aniden soluk alamadığımı hissettim, gırtlağım
çelikten eller tarafından sıkılıyordu adeta. Elimi boğazıma götürüp bir şeyler
yapmaya çalıştım ve derin derin nefes almak için beyhude çabalar gösterdim.
“Dişi Darth Vader gibiyim, değil mi?” dedi o tiz ve sinir bozucu
kikirdemesiyle. “Başka numaralarım da var ama bugünlük bu kadar.”
Alev koşar adım yanımıza gelip Beyza’yı durdurdu – nasıl becerdiğini
bilmiyorum ama gırtlağımdaki inanılmaz baskı, bir anda yok oldu. Yere
çöktüm. Derin derin nefes aldım. Ani oksijen patlaması sebebiyle, yüzüm
morluktan kırmızılığa terfi etmekteydi.
Beyza, “Özür dilerim tatlım,” dedi Alev’in yanağından bir makas alıp.
Ve masasına döndü. Alev beni yerden kaldırdı. Gözlerimin içine baktı.
“Tanımadığın insanlara ne söylediğine dikkat et Burç,” diye tısladı. “Yoksa seni
ben bile kurtaramam.”
Çürük Düş
60
Derin bir sarsıntı eşliğinde baktım yüzüne. “Nesin sen?!” dedim.
“Nesiniz siz?!”
Bu kez cevabın geleceğine dair boş bir umut taşımadım; sarsak
adımlarımı hızlandırarak kafeden dışarı adım attım. Baştan beri üzerime
çöreklenen o donukluk hissi sönüp gitti. Gayri ihtiyari elime baktım.
Yara yok olmuştu. Dakikalar evvel tam ortasından delinen elim,
sapasağlam görünüyordu: En ufak bir yara izi bile mevcut değildi. Fakat hâlâ
sızlıyordu. Fena halde.
Nasıl bir Cehennem’e düşmüştüm böyle? Okuduğum fantastik
romanlarda tanık olduklarımdan bile katbekat tuhaf şeyler yaşıyordum. Keyifli
olmaktan da çok, çok uzaktı. Alev’in hayatıma girdiği güne lanet ederek,
soluğu evde aldım. Zihnimde bin bir düşünce raks ediyordu; onları sıraya
koyup bir manaya kavuşturmak olanaksızdı. Koltuğa çöküp, yüzleşmek için
Alev’i beklemeye koyuldum. Rüyalar Âlemi ya da Kâbuslar Diyarı’ndaydım
sanki. Hiçbir şey ‘gerçeklik’ hissi vermiyordu.
Televizyon açıktı. Bir film oynuyordu (sıkı bir filme benziyordu üstelik)
ama ben fena halde dalgındım; sesleri hayal meyal işitiyor ve kargaşa
ekseninde devinip duran ruh halim sebebiyle hiçbir şey anlamıyordum.
“Ben bir kavram değilim,” diyor kadın. “Tamamen dağılmış bir kızım.
Kendimce doğrularımı arıyorum. Ben mükemmel değilim.”
“Sende hoşlanmadığım hiçbir şey göremiyorum,” diyor adam.
“Ama göreceksin. Bir şeyler bulacaksın. Ben de senden sıkılıp kendimi
kapana kısılmış hissedeceğim. Çünkü bana hep böyle olur.”
Bakışıyorlar. Ortama bir sükûnet hâkim oluyor ama çabucak bozuluyor.
“Tamam,” diyor adam.
Ozancan Demirışık
61
“Tamam,” diyor kadın.
Gülüşüyorlar. Bir kez daha ‘Tamam’ diyorlar. Đkisi de.
Derken kapı açılıyor. Bir tıkırtı, bir gıcırtı, sessiz bir soluk.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
SADE DĐYARLAR
…Tanrı, içindeki tahammülfersa boşluğu
doldurmak için evreni yaratır. Evrenin içine
gezegenleri, gezegenlerin içine dünyayı, dünyanın içine
hayatı, hayatın içine insanı yerleştirir. Ve onun içine
koyacak bir şey bulamaz. Đşte insan denen bu tuhaf
hayvanın, varlıkların en yücesi ve en anlamsızı
kılınışının hikâyesi. Evrenin orasını burasını felsefeyle,
sanatla, aşkla, hatta ironik biçimde Tanrı ile bezerken,
ortak anlamsızların en küçüğünün elbette bir gerçeği
unutmaması gerekmektedir: Hakikatte bütün kitaplar
sayfaları doldurmak için yazılır.
Alper Canıgüz – Oğullar ve Rencide Ruhlar
Ozancan Demirışık
63
Bir zamanlar, ikimiz de bacak kadarken, hayattan korkardık Peri.
Uçsuz bucaksız bir ummandı hayat: Her karışında seni yutmak arzusuyla
yanıp tutuşan canavarlar barındıran, attığın her adımda peynire koşarken
canından olan fare misali kapana yakalanabileceğin dehşetengiz bir
labirentti. Hiç kimsenin galip gelemediği bir oyundu… Bizse ne yapacağını
bilemeyen, dört başı mamur bir maddiyattan ve bitmek bilmez hayal
gücünden başka hiçbir şeyi olmayan ufaklıklardık. Birbirimize tutunurduk o
günlerde. Anne-baba kavgasıyla ev gümbürdediğinde, babam anneme el
kaldırdığında ya da kapkaranlık bir gecede dışarıda yıldırımlar çatırdarken
gözlerini yumardın. İliklerime dek titremekte olduğum hâlde, “Korkma,”
derdim sana. Sıkıca sarılır, öperdim. “Korkma,” diye yinelerdim.“Hiçbir
şeyden korkma. Abin burada. Seni her şeyden korurum ben. Her şeyden...”
“Dışarıdakilerden bile mi?” diye sorardın, kırpıştırdığın gözlerinle.
Neyi kastettiğini bilmezdim: Hayalinde vücut bulan yaratıklardan mı, kanlı
canlı ‘kötü adamlardan’ mı, yoksa yıldırım gibi tabiî vakalardan mı?
Fark etmezdi. Kendimden emin, yanıtlardım: “Özellikle onlardan.
Ben buradayken hiçbir şey sana zarar veremez Peri.”
Buna inanıyordum: Kayıtsız şartsız. Seni bütün kötülüklerden uzak
tutmak hususunda sonsuz bir güvenim vardı. Bir kez olsun
tökezleyebileceğim usuma bile gelmemişti.
Çürük Düş
64
Gel zaman git zaman öğrendik ki, asıl korkulması gereken hayat
değil insanlarmış. Hayatı aç ya da tok kılma kudretine sahip olan, onu
öldüren ya da ona soluk aldıran bizlermişiz. Esas umman, insanların
yüreğinde gizlenmekteymiş. Onu kana da bulayabilirmişiz, coşku dolu
dalgalara da...
Ve gel zaman git zaman ‘öğrendim’ ki, seni korumam gereken
dışarıdakiler değilmiş. Yeri geldiğinde onlara kafa tutabilir, kötülüklerini bir
ayna gibi yansıtıp hepsini alt edebilirmişsin. Seni yıkıp geçebilecek olan,
‘ben’mişim. Bizzat ben.
Peri... Kardeşim... Seni kendimden bile korumak isterdim.
Yapamadım. Hakikati çok, çok geç öğrendim. Öğrendiğimde de yeterince
cesur olamadım. Kâfi kudreti bulamadım kalbimde, zihnimde, benliğimde...
Elime yüzüme bulaştırdım Peri. Sana en büyük zararı ben verdim. Ben...
Seni dövdüm, sana tecavüz ettim Peri. Sözcüklere dökerken bile gözlerim
kararıyor, ellerim gevşek bir kapı kulpu misali sallanıp duruyor, ruhum
kâğıttan yapılmış gibi ansızın alev alıyor...
Önümde uzanan engebeli yollarda, kırık dökük köprülerde, bir an
olsun kendimi affedebilecek miyim? Hayatımın hatasını yok sayabilecek
miyim?
Hayır. Asla.
Ozancan Demirışık
65
Peki sen beni affedebilecek misin? Belki de. Ama istemiyorum. Buna
layık değilim. Beni sevmeni değil, her şeyinle benden nefret etmeni
istiyorum Peri: Benliğinin her bir zerresiyle bana öfke duymanı istiyorum.
Çünkü öyle bir günah işledim ki, kefareti namümkün.
Ve şimdi ben gidiyorum Peri. Bu bir ‘aklanma’ mektubu değil, bir
‘intihar’ mektubu.
Hayatım burada bitecek ama çok daha kötüsü başlayacak,
seziyorum. Ölümden sonra kopkoyu bir boşluk olmasını isterdim. Ama
olmayacak, biliyorum.
Elveda Peri. Elveda kardeşim...
Burç Dinç
************
Mektubu yazmak, işin en külfetli ve en ıstırap veren kısmıydı. Ölmenin
bu kadar kolay olduğunu bilsem, daha önce ölürdüm.
Odanın ortasına ahşap bir iskemle çekerken, otelin bahçıvanından bin
bir ricayla edindiğim halatı tavana çaktığım çiviye bağlayıp sarkıtırken ve
ölmek için son hazırlıklarımı yaparken, yüreğimde barınan en yoğun duygu
Çürük Düş
66
‘şevk’ti. Adımlarımın geri geri gitmesi gerekirdi ama aksine, attığım her adım
bir diğerini daha da süratle peşinden sürüklüyordu.
Oldum olası ‘kendini asmak’ en asil intihar yöntemi gibi görünmüştü
gözüme. Ne yalan söyleyeyim, bu fikrim hâlâ varlığını sürdürmekteydi.
Bileklerimi hayatta kesemezdim, düşünmesi bile zihnimi dilim dilim ediyordu.
Đlaç içmek bunalımcı genç kız triplerinin bir uzantısıydı. Kendime
yakıştıramazdım. Başa silah dayamak... Eh, bunun da mafyavari bir karizması
yok değildi, ama fena hâlde zahmetliydi. Kendimi çok yorgun hissediyordum,
tabanca ve mermi bulacak derman benden ıraktı.
Yani halat ve iskemle ikilisi hâlâ en cazibiydi.
Annemle babam muhtemelen beni bulmak için kendilerini paralıyor,
bana ulaşmak için her yolu deniyorlardı, ama bu hususta muvaffak
olamamışlardı. Peri’nin ne durumda olduğunu, hatta yaşayıp yaşamadığını
dahi bilmiyor ve öğrenmekten delice ürküyordum. Đlk işim cep telefonumu
heder etmekti: Đtiraf edeyim, sadist bir zevkle üzerinde tepinip parçalara
ayrılmasını izledim. Az psikopat değilim... Ölüme koşarken bile hastalıklı
şeyler yapabiliyor ve bu ‘şeylerden’ azami keyfi alabiliyorum.
Sonracığıma, yaz yağmuruyla ıslanan daracık sokaklarda ağır ağır
yürüdüm ve önüme çıkan ilk otele, ucuz mu pahalı mı diye bakmadan girdim.
Hâlâ anlamadıysanız, söyleyeyim: Bahtsızın âlâsıyım. Çölde gezintiye
çıksam kutup ayısına rastlamam işten bile değil. Anlayacağınız, görüp
görebileceğiniz en köhne, en derme çatma mekân çıktı adım attığım otel.
Hatta otel demeye bile yüz bin şahit isterdi. Ve bu yüz bin insan da ancak
‘yalancı şahit’ olabilirdi...
Ozancan Demirışık
67
Umursamadım. Kir pas içindeki anahtarı kullanarak, burnumun direğini
tarumar edecek kadar kötü kokan odaya girdim. Yatağa uzanıp başımı
yastığa gömdüm. Birkaç günümü hiç ama hiçbir şey yemeden, uyuyarak ya
da öylece boşluğu seyrederek geçirdim. Düşüncelerin zihnime sızmasına da
engel olamadım tabii ve nihayetinde mutlak kararı verdim: Ölecektim.
Amatör bir yazarın karaladığı bir metinde okuduğum gibi, ‘her şeyi hiç kılarak
bu yaşama veda etmek’ arzusuyla, ama bu arzunun anlamsız olduğunun
bilinciyle... Öldüğümde bile Alev’den kurtulamayacak olmamın verdiği
buruklukla... Ama hiç değilse, daha fazla insana zarar vermeden bedenimi boş
bir kabuğa dönüştürebilmenin hazzıyla…
Aç karnına ölmek istemiyordum. Lobiye inip bir şeylerle -ne yediğimi
hiç hatırlamıyorum, zaten herhangi bir önem arz etmiyor- boş midemi
doldurdum. Sonra odaya dönüp iskemleye çıktım, halatı boğazıma doladım,
sol ayağımla iskemleyi ittirdim ve son soluklarımı göğsüme pompalamaya
koyuldum.
Bu pompalama işlemi sırasında yalnız kalmak niyetindeydim, ama
kutup ayısı örneğini hatırlayın: Ne zaman bahtım açık oldu ki?
Ben boğazımı kavrayan halat ve bacaklarımın altındaki boşluk
sebebiyle sara krizine girmiş gibi titrerken -ve kaçınılmaz sonu önlemek için
hiç ama hiç direnmezken- kapı ardına kadar açıldı ve öykü boyunca bir türlü
kurtulamadığımız bir karakter, fal taşı misali gözleriyle üzerime koştu.
“Burç,” diye çığlık attı. Simge Đmge’ydi bu zat-ı muhterem. Başıma bela
olmak hususunda gene herkesten bir adım öndeydi.
Çürük Düş
68
Beni nereden bulduğundan bihaberdim, fakat bildiğim bir şey vardı:
Çok geç kalmıştı... Yaşam bir daha dönmemek üzere bedenimi terk
etmekteydi.
Artık kimse beni kurtaramazdı.
************
Bendeniz Burç Dinç bunca senedir ölümle karanlığı bir tutar; hiç
değilse bir noktada bir araya geleceklerini, birbirlerine karışacaklarını
düşünürdüm. Uyuduğumuzda hatta gözlerimizi yumduğumuzda dahi
karanlığa gömülüyorsak, ölümün bundan daha ağır bir ‘ışıksızlığı’
barındırması gerekmez miydi?
Gerekirdi.
Fakat her şeyim gibi, ölümüm de bir garip oldu. Son nefesimi verdiğim
anda gözlerimi, görece hayat dolu bir mekân olan Kaf Kafe’de açtım. Daha
doğrusu, Kaf Kafe’nin ‘bir bölümünde’. Buraya ilk gelişimde, Alev’in masadan
kalkıp yöneldiği istikamette. Esasen, biri kadınlar biri erkekler için olmak
üzere iki kapı bulunması gereken arka bölmedeydim: Bu kapılar da tuvalete
veya umumi tabiriyle WC’ye açılmalıydı. Ne var ki, iki değil yedi kapı vardı ve
ihtiyaç gidermekle ilgileri olduğunu anımsatan hiçbir işaret
barındırmıyorlardı.
Arkamı dönüp mekâna göz gezdirdim. Alev ve tayfasından iz yok
gibiydi, ama emin olamazdım çünkü bu noktadan Kaf Kafe’yi büsbütün
göremiyordum. Đnsanlar yine donuk tavırlara sahip olduğuna göre, eğer bu
Ozancan Demirışık
69
anti-enerji vaziyeti mekâna özgü değilse, Alev ve hempasının burada bir
yerlerde olmaları mümkündü.
Derken omzuma biri dokundu ve elektrik akımı misali iç gıcıklayıcı bir
his vücuduma yayıldı. Korktuğum bir nebze de olsa başıma gelmişti. Alev’di
bu. Yoktan var olmuş gibi dimdik duruyordu. Alamet-i farikası olan kızıl
saçlarını topuz yapmış, alışık olmadığım üzere beyaz giyinmişti. Aklıma o
kâbustan hallice iş görüşmesi geldi – ve de Beyza Beyaz.
Renkler hayatıma musallat, başıma bela olmuştu.
“Beni rahat bırakmayacak mısın?” diye sordum umutsuzca.
“Asla,” dedi, gözleri vahşi bir keyifle parıl parıl parlarken. “Sen benim
biricik oyuncağımsın, vazgeçer miyim hiç?”
Tahmin edebileceğiniz gibi, bu kadından nefret ediyordum. Ve en
sonunda, niyetindeki musibet sıfatına da yansımış gibi, gözüme eskisi kadar
güzel görünmemeye başlamıştı… Eh, doğrusunu söylemek gerekirse, ‘son
derece’ güzel görünüyordu; ama aşk ve tutku beni terk edip gitmişti artık,
Alev Ateş’e karşı hiçbir zaafım kalmamıştı. Kalsa kendimden şüphe ederdim
zaten.
Alışılagelmiş bir sual yöneltmekle yetindim: “Neredeyiz?”
Dilini önce dişleri sonra dudağında gezdirerek, “Burası Kapılar Odası,”
dedi. “Sade Diyarlar’a açılan yedi kapıyı barındıran mekân.”
“Gidip tam da tuvaletlerin olduğu noktaya mı diktiniz Kapılar Odanızı?”
Arsız bir çocuk gibi davranmayı seçip, dil çıkardı.
Dayanamadım, bir soru daha sordum: “Sade Diyarlar ne alaka?”
Tebessüm etti. “Nihayet mantıklı bir şey sordun. Ruh sağlığını düpedüz
yitirdiğini düşünmeye başlıyordum.” Kapılara hayranlıkla baktı. “Aklına birkaç
Çürük Düş
70
manzara getir, muhtemelen onlardan çoğunu bu kapıların ardında bulursun.
Ne çetrefillidir, ne de göz kamaştırıcı... Alabildiğine sadedir Sade Diyarlar, adı
üstünde. Etkisini de bu sadelikten alır.”
Birinci kapıya yürüdü. Tokmağı hariç beyaz renkteydi, tokmak ise açık
maviydi. Alev derin bir nefes alıp kapıyı açtı. Hafif bir meltem odaya daldı,
yüzümüzü okşadı. Kapının ardında masmavi bir gökyüzü ve bembeyaz
bulutlar görünmekteydi. Đleri atılıp kapıdan içeri dalasım ve Peter Pan misali
kanatlanıp uçasım geldi.
Đkinci kapıya yürüdü Alev. Bu defa açık kahverengi renkteydi; tokmak
dâhil. Alev daha rahat tavırlarla kapıyı açtı. Alabildiğine sıcak, alabildiğine
kurak, alabildiğine kumla dolu uçsuz bucaksız bir çöl karşıladı bizi kapının
ardında.
Üçüncü kapıya yürüdü. Kapı gri renkteydi, tokmak ise bembeyaz…
Tokmağı narin parmaklarıyla kavrayıp kapıyı hızla açtı Alev: Toprak zeminden
başlayıp gökyüzünü delen, göz alıcı ama elini uzatsan dokunabilecekmişsin
gibi hissettiren -hatta belki de ‘dokunabileceğin’- bir dağ kapladı
gözlerimizin önünü. Alev dağı huşuyla süzdü. “Tırmanması çok zor ama bir o
kadar da zevklidir,” diye bir yorumda bulunmadan da edemedi.
Dördüncü kapıda dalgaların dövdüğü engin bir okyanus, ya da biraz
evvel o duygu dolu edebî intihar mektubumda yazdığım gibi engin bir
‘umman’, beşinci kapının ardında yer altının kasvetli fakat merak uyandıran
engebeli ortamı, altıncı kapının ardındaysa Kar ve Buz Diyarı’na rastladık –
evet, yine beyaz. Kızıldan sonraki baş belam olma yolunda hatırı sayılır
adımlar atmaktaydı bu renk.
Ozancan Demirışık
71
Üzerinde yeşilin bütün tonlarını barındıran kapıyı okşarken, “Bu
sonuncusu,” dedi Alev, “bütün Sade Diyarlar’ın bir araya geldiği Yedinci
Diyar.”
En başta aldığım soluğu üfledim. Bir yenisini çektim ciğerlerime.
Gene göz kırptı. “Etkileyici, değil mi?” dedi. “Sadenin kuvveti. O çok
sevdiğin sinemacılardan Tim Burton gibi, Peter Jackson gibi, Terry Gilliam gibi
sana göz kamaştırıcı bir dünya vaat edeceğime, Sade Diyarlar’ı takdim etmeyi
tercih ederim.”
“Takdim ediyorsun da ne oluyor? Ağzıma sıçmayı görev edinmişken
bana göz ziyafeti mi yaşatmaya karar verdin, hayırdır?”
“Ağzına sıçmaya devam edeceğim bebeğim, meraklanma,” dedi o sinsi
tebessümüyle. “Seni önce Sade Diyarlar’a sonra da Yedinci Diyar’a hapsetmek
niyetindeyim. Sık sık gelip seninle ‘oynayacağım’ böylece.”
“Tayfan nerede ayıptır sorması?”
“Birazdan buyururlar. Hem bugün hem de ‘yarın’, hem şimdi hem de
‘daha sonra’ onları da üzerine salacağım sevgilim. Çok özlediysen üzülme,
onlarsız kalmayacaksın, hatta onlara ‘doyacaksın.’”
Can sıkıcı bir kahkaha patlattı. Ağzını burnunu dağıtasım hatta o güzel
bedenini parça pinçik edesim geldi fakat kendimi tuttum, en ufak bir gözü
kara harekette bulunmadım. Belki kaçabileceğime dair bir umutla Kapılar
Odası’na açılan iki metrelik boşluğu süzüyordum göz ucuyla. Alev bunu fark
etmiş olacak ki, “Boşuna debelenme, sen pek de ‘canlı’ sayılmazsın,” dedi.
“Kaf Kafe dâhil, dış dünya sana kapalı. Sade Diyarlar hariç gidebileceğin hiçbir
yer yok – ki olsaydı bile durdururdum seni, ya da ‘durdururduk’ diyeyim.
Anlayacağın, ‘take it easy’.”
Çürük Düş
72
Eh, madem öyle, o beni hapsetmeden önce Sade Diyarlar’dan birine
kaçıp gözden kaybolmam en akla yatkın seçenekti. Alev’in bu Diyarlar
üzerinde çok da ciddi bir hâkimiyeti olduğunu zannetmiyordum. Kapı ardında
gördüklerim üzerine kafa yordum: Dağa tırmanmak niyetinde değildim, yer
altının bubi tuzağı misali ölüm çukurlarında debelenmek arzusunu da
taşımıyordum. Uçamayacağıma göre, gökyüzü de isabetsiz bir seçenekti.
Çölde susuzluktan ölmek veya seraplar arasında savrulmak istemiyordum –
son birkaç haftadır günlük yaşamım bile seraplarla dolmuştu çünkü.
Eh, sıkı bir yüzücü olduğuma göre, okyanus en iyi seçenekti. Tek
yapmam gereken kapıyı açıp balıklama bir atlayış gerçekleştirmek ve nefesim
kesildiğimde başımı çıkarabileceğim oksijen yüklü bir yüzey olduğunu umut
etmekti.
Öç almak istercesine Alev’e göz kırpıp Mavi Diyar’a, nam-ı diğer
Umman Diyarı’na açılan kapıya fırladım, tokmağı hızla çevirdim.
Ne var ki, tamamen beklenmedik ve ‘davetsiz’ bir misafir sırılsıklam bir
halde Kapılar Odası’na bombalama atladı. Benim plan da alt üst oluverdi.
Bir an onun da Alev olduğunu zannettim. “Yok artık Lebron James,”
diyecektim az kalsın. Ne var ki, en az Alev’inki kadar hatta belki daha da göz
alıcı kızıl saçlarına ve biçimli vücuduna rağmen, hem gözlerindeki -Alev’de
hiçbir zaman rastlamadığım- görece masum bakış, hem de yüz hatlarındaki
farklılık sebebiyle bunun yeni bir ‘Kızıl’ olduğunun ayırtına vardım.
Bu yeni ‘Kızıl’ saçlarını geriye atarak ayaklanırken, Alev’e bakayım
dedim ve yepyeni bir hayrete gark oldum: Merakla değil öfkeyle süzmekteydi
bu kadını. Benim için daha da hayret uyandıran kısmıysa, bir yabancıya değil
eski bir dosta veya düşmana bakar gibi bakmasıydı…
Ozancan Demirışık
73
“Alev,” dedi. “Uzun zaman oldu.”
Alev’se gözlerinden alevler püskürecekmiş gibi gürlemeye koyuldu:
“Đşime karışmamanı söylemiştim. Benden uzak durmazsan gazabımla
yüzleşeceğine dair uyarmıştım seni. Söz vermiştin Gizem! Bir daha yoluma
çıkmayacaktın!”
Gizem’in yüzüne Alev’in biraz önceki tebessümüne çok benzeyen fakat
sinsi değil hınzır bir gülümseme yayıldı. “Belki aksini hatırlıyorsun ama ben
yaramaz bir kızım Alev. Galiba sözümü tutmayacağım. Seni rahat bırakmaya
niyetim yok. Yaptığın kötülükler yanına kâr kalmayacak. Tek bir tanesi bile.
Oyun bitti hayatım.”
Derken biraz önce kaçabileceğime dair umut beslediğim Kaf Kafe
istikametinden ‘Alev Tayfası’nın gelmekte olduğunu gördüm. Beyza Beyaz,
Kılıç Arslan ve Saydam Kaya hızlı adımlarla yaklaşıyorlardı.
“Galiba,” dedim, “macera başlıyor.”
MAZĐYE DAĐR
SICAK LANET
Pek çok şey gibi, bu da bir şarkıyla
başlıyor. Ne de olsa başlangıçta kelimeler vardı
ve bir ezgiyle beraber geldiler. Dünya böyle
yaratıldı, boşluk böyle parçalandı. Diyarlar,
yıldızlar, küçük tanrılar ve hayvanlar; hepsi
dünyaya böyle geldi.
Şarkıları söylendi.
Neil Gaiman - Anansi Boys
Ozancan Demirışık
75
Herakleitos abimiz, “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir,” diye
buyurmuş. Doğrudur. Đnsan hayatında her yeni gün, yeni bir değişimin
habercisidir ve bu değişim nadiren daha iyiye, daha güzele doğru olur.
Geçmişe dönüp baktığımızda, “Ne güzel günlerdi onlar,” deriz. Nostaljiden
fena hâlde hoşlanırız. Hayatımızın en keyifli kısımları diye adlandırdığımız ‘o
eski günler’i anarken gözlerimiz dolar bazı bazı. Geçmişine bakıp hayıflanan,
“Berbat günler geçiriyormuşum,” diyenler de vardır tabii; ama azınlıktır onlar.
Nostalji yapmaktan hoşlanmayan veya nostalji yaparken duygulanmayanlar,
çoğunluğa göre ‘tuhaf’ insanlardır.
Bir de ‘dananın kuyruğu koptu’ dediğimiz devasa değişimler vardır. Đyi
de olabilirler kötü de. Đnsanı vezir de edebilirler rezil de. Genelde insanı
ürkütürler çünkü belirsizdirler ve muhakkak sarsıcıdırlar.
O gün evime doğru yürürken, bir dananın kuyruğu kopmak üzereydi.
Biliyordum. Neden veya nasıl, sormayın. Ama gayet emindim. Bir şeyler vuku
bulacaktı ve sefil hayatım iyiden iyiye rezil bir hâl alacaktı. Vezir olmaktan
fersah fersah uzaklaşacaktım gene.
Fakat gözden kaçırdığım önemli bir nokta mevcuttu: Ne kadar büyük
bir ‘rezalet’e adım atabileceğimi tasavvur bile edemiyordum. Sıcak lanet
yaklaşırken, adım üzerine adım atıyor ve değişimin ne zaman başlayacağını
merak ediyordum. O derin karamsarlığım bile; toplanan fırtınayı, yaklaşan
karanlığı düşünürsek, bir iyimserlik olarak adlandırılabilir.
Her şey, her zaman daha kötüye gidebilirmiş meğer. Bu yolun sonu
yokmuş.
Meğer kötülük, insanı iliklerine kadar ele geçirip, kapısız bir zindanda
tutsak edebilirmiş.
Çürük Düş
76
Meğer mutluluk sınırlıymış da, sefalet sonsuzmuş...
************
Amerikan filmlerindeki banliyö mahallelerini andıran ışıltılı sokağımda
yürürken ve bunun ne menem bir yanılsama olduğunu düşünüp burukça
tebessüm ederken -her gün karısının ve çocuğunun ağzını burnuna kıran bir
komşum vardı; bir başkası, göz göre göre her gündüz kocasını aldatıyordu;
karşı komşum olan üniversiteli grup, ders çalışmaktansa uyuşturucu ve seks
partisi yapmaktan hoşlanıyordu; anlayacağınız, bu dünyanın da bu sokağın
da çivisi çoktan çıkmıştı- kaldırım köşesinde oturan cılız ve pasaklı bir adam
gözüme çarptı.
Doğrudan bana dikiliydi gözleri. Öyle ‘çaresiz bir umut’ taşıyan dilenci
bakışlarından değildi. Anlatmak, paylaşmak istediği şeyler var gibiydi. Gözleri
çakmak çakmaktı. Minik kafasında delice bir zekâ taşıyordu sanki.
Ben onu fark edince, gözlerini devirdi, ardından yumdu. Derin bir
nefes aldı; bu kadar temiz hava, o kir-pasağa fazla kaçmış olacak ki, öksürdü.
Biraz evvelki tahminlerimin ne kadar saçma olduğunu düşünüp
gülerek, hafifçe omuz silktim ve yürümeye devam ettim. Üç adım atmıştım ki,
bacağım güçlü eller tarafından kavrandı. Alaşağı edildim; kendimi yerde
bulmam yalnızca birkaç saniye sürdü.
Neye uğradığımı şaşırmış hâlde dönüp baktığımda, bunun
sorumlusunun Deli Dilenci olduğunu gördüm. “Sapasağlam gözlerine
rağmen bu kadar mı körsün?” diye hırlamakla meşguldü. “Dünyanın yok
Ozancan Demirışık
77
olacağına inanmak için kıyametin başlamasını mı beklersin?! Öldüğünü
anlamak için son nefesini vermen mi gerekir?!”
“Ne diyorsun birader sen?” dedim, ayağa kalkmaya yeltenip.
Gözleri yuvalarında fır döndü. Elinin orada gümüş bir ışıltı yakaladı
gözlerim. Anlaşılan bıçağı vardı. “Otur ulan oturduğun yerde!”
Eh, sanırım ne yaptığımı tahmin edebilirsiniz: Kalkmaktan vazgeçtim.
Deli Dilenci’nin yanına çöktüm: Kirli olanın beyaz, temiz olanın siyah
giyinmesi dolayısıyla, ilginç bir tezat oluşturuyorduk galiba.
Bir soru yönelttim: “Ne kıyameti, ne ölümü, neden bahsediyorsun
sen?”
“Alev’den bahsediyorum,” diye, aklımın ucundan bile geçirmediğim bir
yanıt verdi. “Hayatını mahvedecek. Bugüne kadar yaşadıkların neler
bilmiyorum, ama emin ol: Daha yolun başındasın! Bir zaman gelecek,
ölmekten beter olacaksın. Bir plan yap ve Alev’den tamamen kurtul. Yoksa
çok, çok geç olacak!”
“Alev’den kurtulmak mı? Onu öldürmemi mi istiyorsun yoksa?”
Duraksadım. “Hem sen onu nereden tanıyorsun? Kimsin?”
Deli Dilenci gıcırtılı bir kahkaha patlattı. “Öldürmeni mi istiyorum? Geri
zekâlı, onu öldürebileceğini mi sanıyorsun? Tek yapabileceğin çok uzaklara
gidip, seni bulamamasını ummak. Kaçacağın zamanı ve mekânı iyi seçmelisin,
yoksa kâbus başlar. Ve sonsuza kadar sürer.”
“Diğer sorularımı hâlâ cevaplamadın,” dedim bıkkın bir sesle.
“Kim olduğum seni ilgilendirmez. Ne hâlde olduğum ilgilendirir.
Alev’in yıkıp geçtiği masum insanlardan yalnızca bir tanesiyim. Yalnızca bir
tanesi!”
Çürük Düş
78
“Sen de mi sevgilisiydin yoksa? Sana ne yaptı?”
“Ne sevgilisi?!” dedi alaycı bir sesle. O gıcırtılı kahkahalardan bir tane
daha atmasından korkuyordum; ama neyse ki korktuğum başıma gelmedi.
“Arkadaşı bile değildim. Ölüm döşeğindeki annemin bakıcısıydı Alev. Ben
gündüzleri işteyken, onunla ilgilenirdi. Đlk izlenimim iyi biri olduğu ve anneme
iyi bakabileceği yönündeydi. Bu yanılgı birkaç hafta sürdü maalesef. Ama
artık biliyorum: O, şeytanın ta kendisi.”
Yüreğim buz kesmişti. Sözün nereye varacağını az-çok
kestirebiliyordum.
“Ne yaptı?” dedim. “Annene ne yaptı?”
Hikâyesine bir girizgâh kondurdu: “Bir Cuma günü, işten eve erken
gelmiştim. Annem salonda uzanıyordu ve ben de orada kahve içip gazete
okumakla meşguldüm. Alev galiba yemek hazırlıyordu. Bir ara annemi kontrol
etmek bahanesiyle salona geldi. Annem, yastığını düzeltmesini rica etti –
böyle de nazik bir kadındı. Alev’in para karşılığı yaptığı bir iş olduğu halde,
talep değil rica ediyordu. Alev, ‘Hay hay’ dedi, yastığı aldı ve yüzündeki
şeytani gülümseme hiç ama hiç solmadan, annemi o yastıkla boğmaya
koyuldu. Neler olduğunu fark ettiğim gibi, hayret ve korkuyla haykırıp üzerine
atıldım. Fakat annemin yaşlı yüreği bu ani saldırıya fazla karşı koyamamıştı.
Son nefesini, ben Alev’i engellediğim sırada verdi.
“Nefret ve öfkeyle titriyordum. Alev’in gırtlağına sarılıp, anneme
yaptığını ona yapmak için nefesini kesmeye çalıştım. Ama gayet rahat
tavırlarla kolumu büküp, sert bir tekmeyle beni yere yapıştırdı. Bu hususta, bir
kadından beklenmeyecek kadar rahattı – insanüstü bir kuvveti vardı. Đki
saniye içinde beni yere yıktığı gibi, yüzündeki şeytani tebessüm de hâlâ yerli
Ozancan Demirışık
79
yerindeydi. ‘Buradaki işim bitti. Başıma bela olmasan iyi edersin.’ Bunları
söyledi ve def olup gitti.
“Tahmin edebileceğin gibi, Alev Ateş’in başıma açtıkları bununla sınırlı
kalmadı. Yatağa düşmüş de olsa muhtemelen uykusunda ölecek yani acı
çekmeyecek -belki daha bir sene yaşayacak- olan annemi iğrenç bir yolla
öldürdükten sonra, biraz da benim aptallığım yüzünden hayatımı daha büyük
bir kâbusa çevirdi.”
Dakikalardır ilk kez, “Ne aptallığı?” diye sormak için hikâyesini böldüm.
“Đntikam arzum,” dedi. “Ona kafa tutabileceğimi zannedip, izini
sürdüm. Đki sene sonra buldum. Ama yaptığım onca plana rağmen, öldürmeyi
başaramadım. Düşlerimi işte o zaman çürüttü.”
“Dişlerini mi çürüttü?”
“Ne dişi ulan? Düşlerimi!” diye homurdandı. “Hayatımı bitmek
bilmeyen -ve bilmeyecek- kâbuslarla doldurdu. Uzun uzun anlattırma bana.
Çünkü yaram hâlâ taze. Kâbuslar hâlâ sürüyor. Ölene dek peşimi
bırakmayacaklar – belki ölüm bile bu yaraya merhem olmayacak. Sadece sana
dediğimi yap Burç Dinç: Ne yap et, o dişi şeytandan uzaklaş!”
Gözlerinin içine baktım. Samimiydi. Bunları yapmamı sahiden istiyordu.
Boka batmış sefil bir adamdı ve bir başkasının da batmaması için elinden
geleni yapıyordu.
Peki söylediklerine inanıyor muydum?
Bilmiyorum. Bir yandan inanırken bir yandan yalanlıyordum galiba.
Klişe bir tabirle söylemek gerekirse: Zihnim inanmak isterken, yüreğim
yalanlıyordu.
Çürük Düş
80
Sık sık dönüp Deli Dilenci’ye bakarak ve onu delirtenin sahiden Alev
mi olduğunu merak ederek, eve ulaştım. Kapıyı anahtarla açarken, yepyeni ve
ürkütücü bir değişimin eşiğinde olduğumdan ve o malum kuyruğun
kopacağından büsbütün habersizdim...
************
Sesler:Sesler:Sesler:Sesler: Tanıdık bir kadının tiz iniltileri, gayet yabancı iki adamın ise
hayvanî ve baştan ayağa zevk dolu ‘böğürtüleri’.
Düşünce baloDüşünce baloDüşünce baloDüşünce balonu:nu:nu:nu: N’olur Allah’ım, n’olur düşündüğüm şey olmasın. Bir
gün için bu kadar saçmalık yeter. Her şey iyice boka sarmasın, n’olur!
Eylem:Eylem:Eylem:Eylem: Seslerin kaynağına, yani yatak odasına doğru sessiz adımlarla
yürümek. Her adımda büyüyen korku. Ve her adımda çürüyen umutlar.
Manzara:Manzara:Manzara:Manzara: Biri cılız, biriyse gayet insan azmanı; ama ikisi de kara kuru
ve çirkin adamlar. Ve onlarla yatağın ortasında sevişmekte olan Alev Ateş.
Göz göre göre yapılan bir aldatma eylemi.
Düşünce balonu:Düşünce balonu:Düşünce balonu:Düşünce balonu: Buraya aktarıp da okuru ürkütemeyeceğim kadar
küfürlü.
Aksiyon:Aksiyon:Aksiyon:Aksiyon: Odaya dalıp, grup seksi bölmek. Adam demenin bin şahit
isteyeceği o iki yaratığı yataktan kaldırmak. Cılız olanın iki hamlede ağzını
burnunu kırmak. Çam yarmasına, olanca cüssesine rağmen kafa tutmak ve
öfkenin bahşettiği kuvvet sayesinde onda da ciddi hasarlar yaratabilmek. Ve
ikisini küfürler eşliğinde evden def etmek.
Ozancan Demirışık
81
Odaya dönmek. Hayal kırıklığı ve nefret dolu gözlerle, Alev Ateş’i
saçlarından tutup kaldırmak.
Ve haykırmak:
“Kendi evimde… Yüzüne bile bakılmayacak ‘iki’ tane erkekle… Benim
yatağımda… Güpegündüz… Senden iğreniyorum! Đnsan bile değilsin.
Ucubesin! Canavarsın! Bugüne kadar sana katlandım. Seni sevdiğimi
sanıyordum çünkü; yaptığın her kötülüğü de bu yüzden sineye çektim. Ama
artık çizmeyi aştın. Artık dananın kuyruğu koptu!”
Kırmızı ve Lacivert
“Burç! Nihayet... Buraya bakmak hiç aklıma gelmemişti.”
“Çünkü çok barizdi, değil mi? Bunca zamandır ilk tanıştığımız
mekânda olduğumu aklından bile geçirmedin.”
“Öyle.”
Đç çekiş.
“Belki de o yüzden seçtim. Bu mantığı yürüteceğini bildiğim için.
‘Maalesef’ seni çok iyi tanıyorum.”
Gergin bir sessizlik.
“Nasılsın Burç?”
“Buraya hal hatır sormaya mı geldin?”
“Hayır. Beni affetmeni istemeye geldim. Biliyorum, inanılmaz şeyler
yaptım. Ve biliyorum, affedilmeyi zerre hak etmiyorum. Ama senden bir
kerecik olsun bu fedakârlığı göstermeni istiyorum Burç. Bir kerecik.
Değiştiğimi görebilmen için. Karanlığa bürünmüş hayatımda ilk kez birini
Çürük Düş
82
sevdiğimi anlayabilmen için. Bir insana âşığım Burç. Sana âşığım. Değişmeyi
göze alacak kadar hem de. Sevmeye olan korkumu yenecek kadar... Aylardır,
sırf bunu kendi gözümde yalanlayabilmek için, yapılmaması gereken şeyler
yaptım. Aslında bütün hayatım boyunca böyle bir döngünün içindeydim.
Dünya bana ihanet edince, ben de ona ihanet ettim: Pek çok insan gazabımla
yüzleşti. Sevdiklerim de, sevmediklerim de... Ama artık bitti. Yemin ederim,
hepsi sona erdi.”
Gözler masada.
“Sana inanmıyorum Alev. Artık yüzünü bile görmek istemiyorum.
Boşuna nefesini tüketme. Ne söylersen söyle, ne iddia edersen et, şu gerçek
değişmeyecek: Sen kötüsün. Ve aramızda hiçbir şey kalmadı. Birlikte
olmayacağız. Dost bile olmayacağız. Bugünden itibaren, birbirimizi hiç
görmeyeceğiz. Hiç!”
Titreyen dudaklar. Titreyen eller.
“Burç, söylediklerim sana hiçbir şey ifade etmiyor mu? Değiştim
diyorum! Değiştim! Başından beri seni seviyorum. Yalnızca inkâr ediyordum
bunu.”
“Senin inkâr etme yöntemin aldatmak mı?”
“Evet! Aynen öyle. Seni aldatabileceğimi kendime kanıtlamak istedim.
Seni sevmediğime inanmak istedim. Ne kadar zavallıymışım...”
“Öyle. O güçlü görünüşünün ardında hiçbir şeye muktedir olmayan
bir zavallı gizli.”
Bütün vücudu bir anda saran öfke.
“Sözlerine dikkat et. Aşkımı itiraf etmem, bana güçsüz diyebileceğini
göstermez. Kimse, ama kimse bana bu iftirayı atamaz. Düşündüğünden çok
daha kuvvetliyim ve akla hayale sığmayacak şeyler yapabilirim. Burç.”
Donuk bir tebessüm.
Ozancan Demirışık
83
“Al işte. Tek bir söz bile içindeki canavarı açığa çıkarıyor. Anla artık
Alev: Sen kötüsün ve değiştiğini zannetsen de, değişemeyeceksin.
Gözümdeki perde nihayet kalktı. Dur sana bir haber vereyim: Dün eski bir
‘dostunu’ gördüm. Annesini yastıkla boğduğun sefil genç. Bir deri bir kemik,
kirli pasaklı bir halde, Alev Ateş’ten kurtulmam, uzaklaşmam için beni
uyardı.”
Tiksinti yüklü bir surat ifadesi.
“Ölüm döşeğindeki yaşlı bir kadını boğmak... Bunun gibi kim bilir kaç
tane kötülük yapmışsındır. Kaç tane cinayet işlemişsindir. O tuhaf arkadaş
grubunun da yardımlarıyla tabii!”
“Yüzlerce. Bunu inkâr etmiyorum. Artık hayatımda inkâra yer yok.
Đtirafa ise bolca var... Ama sana söylüyorum Burç. Artık bitti. Daha fazla
karanlık yok. Daha fazla kötülük yok. Daha fazla ölüm yok. Yalnızca aşk var.
Bana inanmak zorundasın.”
“Neden?”
“Çünkü seni kendimden bile çok seviyorum. Ve bu, evvelki hayatımda
bir kez olsun yaşamadığım bir duygu.”
Đki yana sallanan bir baş.
“Sana inanmıyorum. Tek bir sözüne bile.”
Duraksama.
“Madem artık bir şeyleri itiraf edeceksin, diğer ‘icraatlarını’ da söyle.
Ne kadar kötü olduğunu senin ağzından duymak istiyorum.”
Bir damla gözyaşı.
“Anlatırsam inanacak mısın?”
“Belki.”
Derin bir soluk.
Çürük Düş
84
“Yaşlı, genç demeden yüzlerce insanı öldürdüm, hatta öldürmekten
beter ettim. Genelde önce kendimi onlara sevdiriyor, senin deyiminle
‘icraatlara’ sonra başlıyordum. Kimi zaman öğretmen oldum, kimi zaman
bakıcı, kimi zaman dost, kimi zaman sevgili... Sevdiklerinin ihaneti insanları
daha çok sarsar. Bunu biliyordum çünkü hayatım boyunca beni yaralayanlar
hep sevdiklerim oldu. Ve nefretimi yansıtmak için... yeri geldi, bebek bile
öldürdüm Burç. Bebek bile.”
Masaya inen bir yumruk.
“Yeter! Ne kadar soğukkanlısın. Anlattıklarının ne kadar korkunç
olduğunun farkında mısın?! Dedim ya Alev: Sana inanmıyorum ve
inanmayacağım. Đnsan görünümlü bir canavar gibisin!”
Bir anda gün yüzüne çıkan öfke.
“Laflarına dikkat etmeni söyledim Burç! Her şeye göz yumarım ama
birinin bana canavar demesini değil! Çok geç olmadan sesini kes. Sana zarar
vermek istemiyorum.”
“Ne söylersen söyle, damarına basıldığı anda ruhundaki karanlık gün
yüzüne çıkacak ve önüne geleni ezip geçen bir yaratığa dönüşeceksin. Sana
inanmıyorum, inanmayacağım.”
Masadan kalkış.
“Gidiyorum. Çok uzaklara… Peşimden geleyim deme.”
“Pişman olursun Burç. Beni sevmek zorundasın! Benimle olmak
zorundasın! Yoksa…”
Zavallı sandalyeye bir tekme.
“Yoksa ne?! Ne yaparsın?”
“Seni lanetlerim. Seni ÇÜRÜTÜRÜM! YOK EDERĐM!”
Ozancan Demirışık
85
“Ettiğin hiçbir tehdide pabuç bırakmayacağım. Ne yaparsan yap,
senden nefret ediyor olacağım Alev. Tüm benliğimle senden iğreniyor
olacağım.”
“Seni azat etmem için bir köpek gibi yalvaracaksın!”
“Asla!”
Hızlı adımlarla, öteki müşterilerin ve mekân sahibinin ayıplayan
bakışları eşliğinde, kapıyı çarparak mekânı terk ediş.
Gözlerin fal taşı gibi açılması, suratın öfkeden saçlarla aynı renge
dönmesi.
O anda harekete geçen ve Burç Dinç’e musallat olan SICAK LANET.
Nokta
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
BUZUL CEHENNEM
Odandan çıkmana gerek yok. Masanın
başında otur ve dinle. Hatta dinleme bile, öylece
otur, hiç ses etme, bir başına otur orada. Dünya
maskesini çıkarıp özgürce sunacaktır kendini
sana, eli mahkûm, kendinden geçercesine
ayaklarına kapanacaktır.
Franz Kafka
Ozancan Demirışık
87
Evet sayın seyirciler (ya da ‘okuyucular’ mı demeliyim, bilmiyorum. O
kadarını takmayın kafanıza). Saflar aşikâr, güçler belli. Đki takım arasındaki
kıyasıya mücadele başlamak üzere. Sol tarafta Gizem Kızıl ve bendeniz Burç
Dinç’ten oluşan ‘Kızıl Takım’, sağ tarafta ise Alev Ateş, Beyza Beyaz, Saydam
Kaya ve Kılıç Arslan’dan oluşan ‘Alev Takımı’. Sayı bakımından olduğu kadar
özel yetenekler konusunda da Alev Takımı’nda bir üstünlük göze çarpıyor.
Bakalım bu üstünlük onlara galibiyeti bahşedecek mi? Sade Diyarlar düelloda
ne gibi bir rol oynayacak? Yoksa her şeye rağmen ortalığın tozunu Kızıl Takım
mı attıracak?
************
Ansızın canımın hiç de dövüşmek istemediğini fark ettim – hayret
verici bir dinginlik tarafından sarılıp sarmalanmıştım. Kapılar Odası’nın
ortasında sıcak bir yatak peyda olsa içine kıvrılabilirdim, o derece. Gizem ise
gardını almış bekliyor, düşmanlarının hamlelerini hesap etmeye çalışıyordu.
Halimi görünce, “Kılıç’ın işi,” diye açıkladı. “Unutma, hislerini kontrol edebilir.
Kılıç Arslan’a baktım: Gözlerinin içi inanılmaz bir tatminle
parıldamaktaydı. Ötekilerin de keyfi gayet yerindeydi. Bizi alt edecekleri o
kadar açıktı ki.
Gizem’e dönüp, “Madem Kılıç enerjimizi emiyor… Sen niye bu kadar
dinçsin, Burç Dinç dururken?” diye sordum. Bu halde bile espri
yapabiliyordum, Allah belamı vermesin.
Çürük Düş
88
Dudağının kenarıyla ama kendinden emin bir tavırla gülümsedi.
“Güçleri bana işlemez. Bir tür kâhinim ben: Zihnimi onlara karşı koruyabilirim.
Kalkanımı aşmaları mümkün değil.”
“Eh,” dedim mayışık bir ses tonuyla, “seni bilmem ama bende ne
kalkan var ne de özel bir güç. Dövüşmeye niyetim de yok. Uyumak
istiyorum.”
Az kalsın yere yığılacaktım, neyse ki Gizem gelip beni kaldırdı. “Diren,”
dedi. “Direnirsen Kılıç’a karşı koyabilirsin.”
Onun bu sözleri bana belli belirsiz bir umut bahşetti. Nasıl
direneceğimi bilmiyordum, o yüzden direnmeyi andıran tek şeyi yaptım:
Dengemi sağlamaya ve gardımı almaya gayret etmek… Bir nevi işe yaradı da
– en azından ‘şurada bir yatak olsa da uyusam’ diye düşünmüyordum artık.
Kendimi toparladığımı gören Alev, “Başlasın,” dedi. Ve başladı…
Đlkin Saydam ileri atıldı: Ellerinde tuttuğu -ve pek tabii bizim
göremediğimiz- bir şeyleri büyük bir zarafetle bana doğru savurdu. “Üç başlı
hançerler,” diye ‘tercüme etti’ Gizem. “Sağa kaç Burç, çabuk!”
Görünmez hançerler üzerime süzülürken sağa fırladım, fakat yeterince
hızlı olamadığım için hançerlerden biri sol bacağımı sıyırdı. Saydam’ın boş
durmadığını ve başka görünmez silahları da -bu kez ‘tam isabet’ ettirmek
amacıyla- üzerime yönelttiğini görünce, Kapılar’dan rastgele birine daldım.
Çıka çıka Çöl Diyarı çıktı – cinsel arzularına hâkim olamayan bir kutup ayısıyla
karşılaşmamayı umarak yakıcı kumlar arasında yuvarlanıp ayaklandım ve
mümkün olduğunca uzağa doğru koşmaya başladım. Başımı çevirdiğimde
gördüm ki, Beyza Beyaz ve Saydam Kaya peşimdeler…
Ozancan Demirışık
89
Koşmak beyhude bir çaba olacak; kurtulmamı sağlamak şöyle dursun,
beni apaçık bir hedef haline getirecekti. Olduğum yerde kalakaldım.
Düşmanlarımla bakıştık. Beyza şehvetli bir tavırla bana göz kırptı, ellerini
kaldırıp kızıl-sarı kumları havaya yükseltti ve doğrudan Saydam’ın önüne
sürükledi.
Kum huzmeleri Saydam’ın tüysüz suratının önünde anafor halinde
dönmekteydi: Birden adamın gözleri parladı ve kumlar gözden kayboldu.
Saydam -tabii ki şehvetle hiç de alakası olmayan bir tavırla- göz kırpıp,
kumları bana fırlattı. Bu sefer kaçamadım…
Havada süratle süzülen kumlar üzerime çullanıp boğazıma doldu,
vücudumu yere mıhladı. Per perişan bir vaziyetteydim, rezalet diz boyuydu.
Fakat bu darbeler sinirimi fena halde bozmuş ve beni hırslandırmıştı.
Boğazımdaki kumları tükürdükten sonra beklenmedik bir hareket yapıp,
vücudumu tümden kumların altına soktum ve ağzımı sıkıca kapayarak,
denizde yüzer gibi ilerlemeye koyuldum.
Kumlar o kadar sık ve yoğundu ki, aralarına gömülüp Beyza ve
Saydam’a yaklaşabileceğimi ve onları hazırlıksız yakalayabileceğimi
düşünüyordum. Öyle de oldu. Ellerim birden Saydam’ın bacaklarına rast geldi
– ben de bunu fırsat bilip onu yere mıhladım ve öfkeyle böğürerek kumların
arasından çıktım. Saydam’ın boğazına sarıldım: Sıktım, sıktım ve sıktım.
Derken benim gırtlağım da hiçbir el yapışmadığı halde sıkılmaya başladı.
Esrar perdesini aralamak için pek kafa yormam gerekmedi: Beyza
Beyaz iş başındaydı. Saydam zorbelâ nefes alarak ayağa kalkarken, ben
soluğumun giderek kesildiğini hissediyor ve bu kez Kılıç’ta olduğu gibi
direniş de gösteremiyordum.
Çürük Düş
90
Ölmem işten bile değildi: Đntihar edince her nasılsa kendimi burada
bulmuş olabilirdim ama bu sefer mutlak karanlığa az kalmıştı galiba. Eh,
böyle düşünürken bir anda boğazımdaki doğaüstü baskı yok olup da
rahatlıkla nefes almaya başlayınca ne denli hayrete düştüğümü tahmin
edebilirsiniz.
Beyza kan tükürerek yere yığıldı. Sırtından bıçaklanmıştı. Hayır, mecazi
anlamda değil – Gizem Kızıl’ın hançeriyle, doğrudan sırtından…
Gizem kanlı hançeri iyice döndürüp Beyza Beyaz’ın öldüğünden emin
oldu, sonra hançeri çıkardı ve kanlı nesneye bakıp, “Hey gidi Gümüş Ölüm,”
dedi. “Hanidir insan canı almamıştın, hanidir insan kanına boyanmamıştın.”
“Sen de az manyak değilsin,” dedim boğazımı ovalarken. “Hançere
isim vermişsin, Yüzüklerin Efendisi üslubuyla konuşuyorsun falan… Ama
Beyza’yı halletmekle iyi ettin, düellonun ortasında beni yatağa atacak diye
korkuyordum. ‘Ayaklı şehvet’ti kadın.”
Hançeri kınına sokarken hafifmeşrep bir tavırla, “Sen şehvet
görmemişsin,” diye mırıldandı Gizem.
Bir kahkaha patlattım. “Ne o, kıskandın mı?”
Demez olaydım: O hafifmeşrep tavır saniyesinde silinip, kadının
suratına öfke çöreklendi. Đç çektim: “Bir an Angelina Jolie gibi bakıyorsun,
sonraki an Arnold Schwarzenegger gibi.” Gizem’in gözleri bu kez kızıl bir
öfkeyle parıldadı. Daha tehlikeli bir belirtiydi bu. “Tamam yahu, şaka yaptım…
Hem biz konuşmaya daldık da, Saydam nerede?”
Sormaz olaydım, çünkü sormamla yüzümde bir kayanın patlaması bir
oldu. Dünyam başıma yıkılmıştı sanki: Tarif etmesi imkânsız bir acıyla, suratım
kanlar içinde yere yapıştım. Kendimden geçmek üzereydim ama direndim.
Ozancan Demirışık
91
Direne direne bir hal olsam da, Alev ve tayfasına haddini bildirmeden
bayılamazdım. Bayılmamalıydım…
Başımı sola çevirdim. Gizem’in suratına da bir başka kaya isabet etmiş
olmalıydı. Benden daha iyi sayılmazdı, hatta çok daha beter vaziyetteydi.
Suratı yara bere ve kan içinde yatmaktaydı. Gözleri kapalıydı: Baygın olup
olmadığı belirsizdi.
“Ulan Saydam Kaya,” dedim. “Gittin, adına uysun diye bizi kayaya
boğdun. Alacağın olsun.”
Gayriihtiyarî gözlerim kapandı: Yapacak bir şey yoktu, direniş buraya
kadardı. Yarı baygın bir halde, ayaklarımdan tutulup sürüklendiğimi hissettim.
Gözlerimi tekrar açtığımda, Kapılar Odası’ndaydım. Başımda Alev, Kılıç ve
Saydam vardı. Gizem de kendine gelmiş, ürkütücü bir temkinle üç düşmanına
bakıyordu.
Gergin sükûneti dağıtmak için, zihnime zıplayan ilk soruyu savurdum:
“Bizi niye öldürmediniz?”
“Azıcık eğleniyoruz şurada,” dedi Saydam, “niye öldürelim? Allah’tan
dişli rakiplersiniz de bize eğlence çıktı.”
Gizem dilinden zehir saçmak istercesine konuştu: “Beyza’yı öldürdüm
ama hiç kızmışa benzemiyorsunuz.”
“Birbirimize sandığın kadar bağlı değiliz,” dedi Kılıç, o ‘duygu
yelpazesi’ tadındaki sesiyle.
Yorum yapmadan edemedim: “Ne kadar şerefsiz olduğunuz belli,
birbirinize sadık bile değilsiniz.” Alev bir kahkaha patlattı ve gelip
dudağımdan uzun uzun öptü. Đşte bu hayret vericiydi: Bu kadına artık âşık
olmasam bile, öpücük bedenimi gıdıklamıştı. Ne kadar tiksinmek istesem de
Çürük Düş
92
tiksinemiyordum. Ne güzel kadındı şu Alev! Dişi şeytanın teki olmasaydı
keşke…
“Sadığız aşkım,” dedi Alev. “Bağlı değiliz. Sadakat ve bağlılık arasındaki
farkı iyi bilmek lazım.”
Benim hareket etmekte hâlâ güçlük çektiğimi zannediyorlardı galiba.
Öyleyse bu avantajı değerlendirmeliydim. Gözlemlerime göre, Saydam’ın
hançerleri mütemadiyen belinde duruyordu: Görünmez olabilirlerdi ama
neticede somuttular; elle tutulabilirlerdi. Plan belliydi: Kendi silahını Saydam’a
karşı kullanacak ve bu tüysüz piçin canını alacaktım.
Saydam kaygan sırıtışıyla öylece dikilirken ayaklandım ve ileri atılıp
belindeki görünmez kından -gene- görünmez üç başlı hançerlerinden birini
çıkardım. Keskin taraftan tuttuğum için elimin kesilmesine mani olamamıştım,
kan damlaları usulca bileğime süzülmekteydi. Fakat umurumda değildi: Şu an
üstün vaziyetteydim ve bu avantajı kaybetmeyecektim. “Elveda,” deyip,
hançerle Saydam’ın gırtlağını kestim.
Đş görüşmesindeki Işılay Hanım’ı sayarsak ikinci leşimdi bu. Ama ilk kez
bu kadar doygun hissetmiştim: Günlerdir aç biilaç geziyorken nihayet midemi
tıka basa doldurmuştum sanki.
Saydam kesik bir gırtlakla ‘küt’ diye yere yapıştı. “Đkiye karşı iki,” dedim.
“Hiç değilse sayımız eşitlendi.” Alev’e baktım. “Bu sefer de sinirlenmedim
diyemezsin, değil mi aşkım?”
Diyemezdi. Đkisi de diyemezlerdi: Ama öfkeyle kelimenin tam anlamıyla
‘dolup taşan’ Kılıç’tı. Tabiri caizse, kızıl görmüş boğa gibi titriyordu. Bana
doğru yürürken, gözleriyle ‘Seni bir kaşık suda boğacağım’ der gibiydi.
Kaçmaya çalıştım, beceremedim: Canım kaçmak istemiyordu. Kılıç’ın etkisinde
Ozancan Demirışık
93
olduğumun farkındaydım, ama can arzuma hâkim olup da kaçmayı
başaramıyor, bu yapay felçten kurtulamıyordum.
“Bir şeyi unutuyorsun,” dedi Gizem, “beni felç etmen mümkün değil
Kılıç. Fırsatın varken beni etkisiz hale getirecektin. Yanlış yaptın.”
Alev, arkasından usulca yaklaşıp Gizem’i kollarından yakaladı. “Ben ne
güne duruyorum Gizemcim?”
Kılıç yeri göğü titreten adımlarından sonuncusunu attı: Artık yüz
yüzeydik. “Ayvayı yedin,” bakışı atıp, kollarımı büktü ve beni kaldırıp yerden
yere vurmaya başladı. Birkaç metre ötemizdeki Gizem’se durmaksızın
debelenmekteydi: Bu sayede Alev’in kolları bir nebze olsun gevşeyince,
karnına tekmeyi geçirdi ve onun hâkimiyetinden kurtulup özgürlüğünü elde
etti. “Hiçbir güne durmuyorsun Alevcim,” dedi ve pestilimi çıkarmakla meşgul
olan Kılıç’a yöneldi. Zarif vücudundan beklenmeyecek bir kuvvetle Kılıç’ı
tuttuğu gibi Kapılar’a fırlattı: Kılıç’ın bedeni tesadüfen Umman Kapısı’nı buldu
ve okyanusa yuvarlandı. Gizem de onun peşinden balıklama atladı. Đşler
giderek karman çorman bir hal alıyordu.
Đkisi bir yandan kulaçlar atarak mücadele ederken ben de Mavi Kapı’ya
koştum ve bu ıslak düelloyu dışarıdan izlemeye koyuldum. Her nasılsa, kapı
açılınca sular içeri boşalmıyordu: Arada görünmez bir kalkan mevcuttu.
Böylece olanları tiyatro salonundaymışım gibi açık ve net biçimde takip
edebiliyordum. Gizem’le Kılıç bir yandan yüzüyor bir yandan da birbirlerini
yumruklayıp tekmeliyorlardı. Hatta yeri geldiğinde dişlerini ve tırnaklarını bile
kullanmakta, yani birbirlerine hasar verebilmek için her türlü olanağı
değerlendirmekteydiler.
Çürük Düş
94
Derken, okyanusun engin maviliğini perdeleyen bir kırmızı renk
gözüme çarptı: Kan kırmızısıydı bu. Đkisinden biri ölmüş ya da ağır
yaralanmıştı, çünkü okyanusa fena halde kan boşanmakta ve maviyle kırmızı
birbirine karışmaktaydı.
Nefesimi tutup bekledim. Kılıç’ın bedeninin yavaşça dibe süzülmekte
olduğunu görünce huzura kavuştum: Galip, Gizem Kızıl’dı. Gümüş Ölüm aynı
gün içinde ikinci leşine kavuşmuştu.
Gizem sırılsıklam halde Kapılar Odası’na döndüğünde, “Alev nerede?”
dedi konuşmama fırsat vermeden.
Manasız gözlerle dönüp, Kapılar Odası’na baktım, hiçbir şey
göremedim: Bomboştu, Alev görünürlerde yoktu. Gördüğüm kadarıyla Kaf
Kafe’de de değildi.
“Yedinci Diyar’da olmalı,” diye, kendi sorusunu kendi cevapladı Gizem.
“En güçlü olduğu yer orası. Çünkü altı diyar yani bütün Sade Diyarlar orada
hayal gücünün etkisiyle bir araya geliyor: Her ne kadar karanlık bir ruha da
sahip olsa, hayaller Alev’in güçlü noktası, senin de bildiğin gibi.”
Başımla onayladım. “Ne demezsin. Ömrü hayatımda ben bu kadar
‘renkli’ hayal gücü görmedim.”
Gizem eliyle gelmemi işaret edip Yedinci Kapı’yı açtı ve Yedinci Diyar’a
adım attı. Ben de onu takip ettim. Đlk girdiğimizde gökyüzündeydik: Ve tam
da Diyar’ı ilk gördüğümde hayal ettiğim gibi, Peter Pan misali uçuyorduk. Bir
kanatlarımız eksikti! Gerçi burada yerçekimi yok gibiydi. Öylece beklesek dahi
dengemizi kaybetmiyor, yere -tabii bu diyarda bir ‘yer’ varsa- düşmüyorduk.
Derken Gizem, Alev’i fark etti ve ona yöneldi. Büyük bir süratle
uçuyordu, öyle ki ne kadar uğraşırsam uğraşayım bu sürate ayak
Ozancan Demirışık
95
uyduramıyordum. Gizem’se Alev’e giderek yaklaşmaktaydı: Tam yetişmiş ve
onu omzundan kavramıştı ki, ortam tastamam değişiverdi: Kendimizi Yer Altı
Diyarı’nın ruh boğucu atmosferinde bulduk. Diyarlar arasında en tuhafıydı: Bir
yanda bok kokan kanalizasyonlar, bir yanda Yunan mitolojisindeki Hades’in
cehennemini andıran, siyah-mavi-mor renklere bezeli gotik bir atmosfer…
Zıtlıkların bir araya geldiği absürt ama ürkütücü bir mekândı. Ne zaman bu
Diyar’a gelsek, bir an önce bir başkasına sağ çıkalım, diye düşünmekten
kendimi alamıyordum.
Bu döngü böyle devam etti: Alev ne zaman yakalanacak olsa ortam
değişiyordu. Bir çöl oluyordu, bir okyanus, bir yer altı, bir hava. Kendimizi
dağa tırmanırken bile bulduk. Alev hep bir adım öndeydi ve o adım
kapandığında Diyar da değişiyordu. Derken Kar ve Buz Diyarı’nda işler daha
dingin bir hal aldı.
Gizem, Alev’in kolunu kavradı ve Diyar’ın değişmediğini görünce rahat
bir soluk aldı. Bense pek huzura erişemedim çünkü en az Yer Altı Diyarı’ndaki
kadar tüylerimi diken diken eden bir izolasyon atmosferi vardı burada: Ve buz
gibi bir yalnızlık… Kar ve buz kütleleri etrafı alabildiğine sarmıştı, gözün
görebildiği hiçbir şey ve hiç kimse yoktu başka. ‘Buzul Cehennem’ diyesim
geliyordu.
“Nihayet,” dedi Gizem. “Niye durdun?”
Alev’in cevabı basit ve yaralayıcıydı: “Yoruldum. Çok yoruldum. Karşı
koyacak kudretim yok. Ne yapacaksanız yapın artık.”
Gizem’in suratında alaydan eser yoktu. “Hayatında ilk kez, güçsüz
olduğunu itiraf ettin Alev,” diye mırıldandı buruk bir ses tonuyla. “Bunu
Çürük Düş
96
ölmeden hemen önce yapman ne acı… Ölüm kapına gelene dek
saplantılarının esiri oldun.”
Bakıştılar. Sanki sözlerin hükümran olmadığı, çok daha etkili bir iletişim
kuruyorlardı. Ama bu iletişimi bölmek zorundaydım: “Neden dövüşe bu kadar
az karıştın? Haftalardır hayatı bana zehir ediyor, akla hayale gelmeyecek
çılgınlıklar yaşamamı sağlıyorsun, ama burada fırsatın olduğu halde ne beni
ne de Gizem’i öldürdün... Neden?”
Alev cevap vermektense buz gibi gözlerle bana baktı.
“Yanıtı ben vereyim,” dedi Gizem. “Đkimize de kıyamadı. Çünkü ne
kadar kötücül de olsa, ne kadar karanlık bir yüreği de olsa, zarar
veremeyeceği yegâne insanlar biziz. Sana âşık. Hem de sırılsıklam. Gözlerinde
görebiliyorum bunu. Sırf aşkına karşılık vermediğin için sana onca şey yaşattı,
düşlerini çürütüp seni ölü veya diri kâbuslara sürükledi: Ama canını almayı da
bir kez olsun aklından geçirmedi. Hep güvendeydin, hatta bizzat Alev’in
koruması altındaydın. Ama madem aşkına karşılık vermeyecektin, acı
çekmeye mecburdun. Gerekirse sonsuza kadar…”
“Ya sen?”
“Ben ‘bağlı’ hissettiği tek kişiyim. Her şeye rağmen.” Alev’in gözlerinin
içine baktı. “Ben onun yegâne ailesiyim. Kardeşiyim…” Gümüş Ölüm’ü
kınından çıkardı. Deniz suyu kanı üzerinden silmişti, artık hançer tertemizdi.
Ama çok geçmeden gümüş, yerini bir kez daha kızıla bırakacaktı. “Ve onun
katiliyim.” Hançer, Alev Ateş’in kalbini deldi.
Ölüme bir adım kala, Alev Ateş’in boğazından birkaç kelime döküldü:
“Seni rahat bırakmıştım… Neden yıllar sonra peşimden geldin?”
Ozancan Demirışık
97
“Mecburdum,” dedi Gizem. “Giderek sınırı aşıyordun. Ne kadar
iğrençleştiğinin farkında mısın? Genç bir erkeğin kendi kız kardeşini
öldüresiye dövmesine ve ona tecavüz etmesine sebep olmak.” Yüzünü
buruşturdu. “Yaptıklarına daha fazla seyirci kalamazdım. Hem senin, hem de
gelecekte kurban belleyeceğin onlarca masum insanın iyiliği için…”
Gözlerinden yaşlar süzülürken hançeri çevirdi Gizem. “Elveda Alev. Elveda
kardeşim…”
MAZĐYE DAĐR
OLMAK YA DA OLMAMAK
Sihirbaz olağan bir nesneyi alır ve onu
olağanüstü bir şeye dönüştürür. Hilenin sırrını
arıyorsunuz, ama bulamayacaksınız. Çünkü
dikkatli bakmıyorsunuz.
Siz sırrı bilmek değil, kandırılmak
istiyorsunuz.
The Prestige – Christopher Nolan
Ozancan Demirışık
99
Evvela Alev Ateş, ardından da Gizem Kızıl’la oluşan münasebetim
sebebiyle, ‘kırmızı’ denen o gösterişli, o cırtlak renge alışmam gerekirdi, değil
mi? Maalesef öyle olmadı. Aksine, attığım her bakışta gözlerimi daha da
yoruyordu bu renk. Ama dişilere -çocuk, erişkin ya da yaşlı fark etmeden-
yakıştığını da söylemem lazım. Ne demişler: Yiğidi öldür, hakkını yeme.
Çocuklara sevimlilik, erişkinlere şehvet katıyor, ihtiyarları -kaba tabirle
‘morukları’- ise âdeta gençleştiriyor kızıl.
Sadede geleyim…
Bana hayatımın en sefil, en perişan dönemini yaşatan o kötücül yaratık
-Alev Ateş- sonsuz bir uykunun kollarına koşarken, çizgi filmlerden fırlamış
gibi duran farklı şekillerde ‘hayal bulutçukları’ gökyüzüne salınmaktaydı.
Ve anladım. Sırlar açığa çıkacak, yalanlar gerçek olacak, sis perdesi
aralanacaktı. Alev Ateş’in gizemli yaşamı gözlerimizin önüne serilmek
üzereydi. Bulutlardan birine bir görüntü yerleşti. Baştan ayağa kızıl bir oda...
Dönüp Gizem’e baktım. Hâlâ ağlamaklıydı ama kendini toparlamak için
yoğun bir çaba gösterdiğini anlayabiliyordum. Titrek işaret parmağıyla bulutu
işaret edip, ona odaklanmam gerektiğini belli etti. Ben de, merakla ve biraz
da korkuyla, izlemeye başladım.
8888
Kızıl deriden koltuklar, kızıl ipekten kilimler, kızıl ahşaptan dolaplar ve
beyaza boyalı duvar... Ortamı tek bir rengin hâkimiyetinden kurtarıp hayli hoş
Çürük Düş
100
hale getiren de bu ‘mütevazı’ farklılık. Beyaz duvar, kızılın sebebiyet vereceği
boğuculuğu önlüyor.
Đki kız var odada. Biri yerde oturuyor, öbürü koltukta. Biri mutlu, öbürü
mutsuz. Biri göz alıcı, öbürü vasat.
Daha altı-yedi yaşında olduğu halde, Gizem’i tanıyabiliyorum. Ama
aylarca katlandığım, uğruna nice eziyetler çektiğim Alev... Onu tanımak ne
mümkün!
Koltuktaki, Gizem Kızıl. Yetenekli bir ressamın özene bözene yaptığı
gösterişli bir tablo gibi güzel, bir o kadar zarif... Yüzündeki gülümseme daha
o zaman bile sıcak bir cesaretin izlerini taşımakta. Elinde bir oyuncak bebek
var. Mavi gözlü, örülmüş sarı saçlı, tombul bir şey... Raftan yeni alındığını belli
ediyor. Gıcır gıcır.
Gizem, ışıldayan gözlerini yerde oturmakta olan diğer kıza çeviriyor.
“Alev,” diyor. “Niye gülmüyosun?”
Tam da bir çocuktan beklenecek; sahici, vurucu, yaralayıcı bir soru.
Tanımakta HÂLÂ zorluk çektiğim Alev’e bakıyorum. Çirkin değil belki...
Hiçbir çocuk çirkin değildir. Ama güzel olmaktan da fersah fersah uzak.
Yüzündeki keder, mevcut sevimliliğini de azaltıyor. Çünkü bu, Gizem’in
sorusu kadar, hatta çok daha vurucu bir keder. Haset, öfke ve nefret
parıldıyor gözlerinde. Bir ‘çocuğun’ gözlerinde.
Korkuyorum.
“Artık sizi sevmiyorum!” diyor Alev. “Seni de, annemi de, babamı da.
Hiç kimseyi!”
Ozancan Demirışık
101
Gizem’in gözlerine bir endişe bulutu yerleşiyor. Bu duyguya ve
getirdiği izlere alışık olmadığını belli edecek kadar yabancı bir ifade... “Niye
ki?” diyor. “N’aptık?”
“Hiç kimse beni sevmiyo. Herkes seni seviyo. Benden korkuyolar.
Yemek masasında falan benden bahsedilince herkes endişeleniyo. Yüzüme
bile bakmıyolar.”
“Saçmalıyosun,” diyor Gizem. “Hiç kimse sana kötü davranmadı ki.
Annem ya da babam hiç bağırdı mı sana? Dövdüler mi?” Gözlerini o sade
ama çarpıcı halıya, yani ‘yere’ dikiyor. “Babam beni bi kere dövmüştü. Beş
yaşındayken. Annem ona kızdı. Azarladı. Ben de küstüm babama. Özür falan
diledi. Ama çok sonra affettim.” Başını yerden kaldırıyor. “Seni hiç dövmediler.
Yalan mı?”
“Keşke babam beni de dövseydi. Hiç umursamıyolar ki. Benimle ilgili
tek duyguları korku. Đşte o yüzden vurmuyo kimse. Gözlerinin önündeyim
ama beni görmüyolar bile.” Elinde sıkıca tuttuğu, eski püskü, yırtık pırtık
oyuncak ayıya baktı. Gözlerinden birkaç damla yaş süzüldü. “Doğum
günümüz için hediye bile almadılar bana! Bi de seninkine bak. Mis gibi.”
Alev sessizce ağlıyor. Gizem de ona eşlik ediyor. “Yanlış biliyosun. Seni
de seviyolar. Çok seviyolar. Benden bile çok! Sen yokken söylüyolar.”
Alev birden ağlamayı kesiyor ve canhıraş bir çığlık eşliğinde, “Beni
kandırmaya çalışmasana!” diyor. “Acıdığın için öyle söylüyosun, bilmiyo
muyum sanki? Hiç de bile! Aptal diilim ben!”
“Diilsin,” diyor Gizem. “Tanıdığım herkesten daha akıllısın.”
“Hiç kimse bilmiyo ama. Ne arkadaşlarımız ne anne-babamız. Hiçbiri
beni tanımıyo. Tanımak istemiyolar çünkü. Sevmiyolar, sevmek istemiyolar.
Çürük Düş
102
Senin kadar güzel, senin kadar sevimli, senin kadar ‘normal’ olmadığım için
benden uzak duruyolar.”
Derken, salondan babaları Muzaffer Kızıl’ın sesi duyuluyor: “Gizem, gel
kızım, yemek hazır.” Bir duraklama anı. Gizem ve Alev bakışıyorlar. Muzaffer
Bey tekrar bağırıyor: “Kardeşine de söyle, açsa gelsin yesin.”
Alev ‘gördün mü’ dercesine bakıyor. Gizem’se karşı koymayı bırakıyor.
“Ama ben seni tanıyorum... Seviyorum... Yetmez mi?”
Alev derin bir nefes alıp, “Dünyada bi tek sen yoksun,” diyor. “Hem
niye seni bin kişi severken beni bi kişi sevsin... Ben n’aptım onlara?”
Cevap yok.
15151515
“Şişşt... Buraya baktı!” diyor Gizem. “Her an gelebilir. Hazır ol.”
Alev heyecandan titriyor, bir türlü şekil almadığı gayet rahat anlaşılan
kızıl saçlarını düzeltme yönünde beyhude bir çaba gösteriyor ve yüzündeki
ekşi ifadeyi silmek için minik bir adım atıyor.
Evet, artık ‘çirkin’ bir kız olduğu söylenebilir. Saçları dağınık ve yağlı,
bir hayli kilolu, gözleri çipil çipil.
Yıllar sonraki o güzel hâline nasıl ulaşacağı merak konusu. Çünkü
durum gayet umutsuz. Bir ‘çirkin ördek yavrusu’ hikâyesi mi vuku bulacak, ne
olacak, bir tek Allah bilir...
Gizem’in, “Her an gelebilir!” diye müjde mahiyetinde duyurduğu
çocuk, geliyor. Lise üniformasının üzerine siyah bir deri yelek giymiş, bütün
Ozancan Demirışık
103
jöle kutusunu boca ettiği saçları gayet dik durmakta: Temiz yüzlü fakat sivri
hatlara sahip bir genç. Okulun ‘popüler’ tayfasından olduğu, sert ve ‘cool’
adımlarından belli. Kendine güveni tam; her istediğini elde edebileceği
kanısında.
Alev’in karşısındaki sıraya oturuyor. Gizem, kız kardeşine gülümseyip,
“Sonra görüşürüz,” diye fısıldıyor ve kalkmaya yelteniyor.
Çocuğun yüzü düşüyor. Hızlı bir hamleyle Gizem’in elini tutuyor ve
hafifçe okşayıp geri çekiyor. “Nereye?”
“Ben... şey... sizi yalnız bırakayım dedim Mert,” diye ağzında geveliyor
Gizem. “Konuşacaklarınız vardır.”
Mert’in kaşlarından biri kuşkuyla kalkıyor.
“Konuşacaklarım var tabii. Ama seninle.” Alev’e kısa bir bakış atıyor.
“Başkasıyla değil.”
Gizem derin bir üzüntüyle olduğu yere çöküyor. Alev’in gözlerinde ise
yaşlar birikmiş. “Yine,” diye fısıldıyor. “Yine.”
Mert’se onu kaile almadan, “Seninle bir sürü şey paylaştık,” diye söze
giriyor. Çok can yakmış ve yakacak yeşil gözleri, Gizem’in aynı renkteki
gözlerine mühürlü. Derin bir aşkla bakmakta. “Đçimden bir ses, aramızda
dostluktan fazlası var diyor. Açık konuşacağım Gizem. Senden hoşlanıyorum.
Duygularımız karşılıklı mı, merak ediyorum.”
Gizem, dönüp Alev’e bakıyor. Kız, ağladığını belli etmemeye çalışarak
tahtaya bakıyor. Bunda epey başarılı; daha önce benzer durumlara düştüğü
ve ‘poker surat’ konusunda pratik yapma fırsatı bulduğu besbelli.
“Ben...” diyor Gizem. “Düşünmem lazım.”
Çürük Düş
104
Olumluya yakın bir cevap aldığını düşünen Mert, kızın elini tekrar
tutuyor. Bu kez uzun süre bırakmıyor; daha hevesli ve daha cesur okşuyor.
“Cevabını bekleyeceğim Gizem,” diyor. “Merakla. Umutla.”
Ve bu artistik sözlerine uygun dramatik hareketlerle çekip gidiyor.
Mert sınıfın kapısında laklak yapan arkadaşlarına katıldıktan sonra,
Alev de kız kardeşinin yüzüne bakmaya tenezzül bile etmeden kalkmaya
yelteniyor.
“Alev,” diye fısıldıyor Gizem. “Böyle olmasını istemezdim.”
Alev, kız kardeşinin elini büküyor. Dişini sıkmış. Yüzünde derin bir
nefret var.
Gizem, “Canımı yakıyorsun,” diye inleyince, ancak bırakıyor.
“Đstemezdin, değil mi? Ne demezsin! Reddetmedin bile!”
Đsterik bir kahkaha atıyor.
“Hanımefendi düşünmeye karar verdi! Mert Bey’in yakışıklılığına tav
oldu çünkü.”
Duraklıyor.
“Ama mutluyum, biliyor musun?”
Yalan bu.
“Çünkü bir şeyi anladım: Umut en nankör duygu. Boş yere bir şeyleri
umut etmeye hiç gerek yok. Ben âşık olamam. Kimseyi sevemem ve kimse de
beni sevemez. Lanetliyim çünkü.”
Ve gözyaşlarına daha fazla hâkim olamayarak, sınıfı terk ediyor.
Kapıdan Gizem’i süzmekte olan Mert’e bir omuz atıp çıkıyor dışarı.
Sonraki derslere de girmiyor. Đnsan içine çıkmak kadar nefret ettiği
hiçbir şey yok artık.
Ozancan Demirışık
105
22222222
Büyük Mavi dalgalı. Bahar yeli havada ve karada dolaştıktan sonra
yönünü denize dikmiş. Kadıköy Vapuru hafifçe sallanmakta. Rüzgâr ve deniz,
insanlara huzur veriyor. Alev ve Gizem hariç herkese...
Aralarının limoni olduğu belli. Vapurun üst katında, sol köşede
oturmaktalar. Birbirilerine bakmıyorlar; boşluğa dikmişler gözlerini. Artık
çocuk değiller. Daha yeni reşit olsalar da, çoktan olgunlaştılar.
Neden sonra, “Đyi misin?” diye soruyor Gizem. Alev’in denizi
sevmediğini biliyor. Midesi bulandığından ya da hasta olduğundan değil; bu
uçsuz bucaksız ‘diyar’ onu rahatsız ediyor. Ne zaman denizde olsa -ister
yüzme amaçlı, ister seyahat- kaybolacak gibi hissediyor.
Gizem’in ‘hal hatır’ kisvesi altındaki endişe yüklü sorusunu
yanıtlamıyor. Bunun yerine, ayağa kalkıyor ve tırabzanlara tutunup denizi
seyretmeye başlıyor. Sonra dönüp kardeşine bakıyor. Yüzünde sinsi bir
gülümseme var. Ama Gizem’i asıl korkutan, gözleri. Hem gözbebeği hem
gözakları kıpkırmızı.
Bu ‘iyi saatte olsunlar alarmı’ demek.
Gizem’in ne olduğunu anlaması zor olmuyor. Anında ayaklanıyor, ama
o tırabzanlara koşana kadar, Alev tırmanıp kendini denize bırakıyor. Tüyler
ürpertici kahkahaları denizin her bir karışında yankılanıyor sanki.
Çürük Düş
106
Gizem eğilip bakıyor ve kardeşinin batmakta olduğunu görüyor.
Vapurdaki insanlar merak ve korkuyla seyretmekte bu ‘enteresan’ manzarayı.
Henüz hiçbiri bir eylemde bulunmayı akıl edememiş.
Derin bir nefes alıp Alev’in ardından, tam da onun daldığı noktaya
atlıyor Gizem. Buz gibi su tarafından kucaklanıyor. Gözlerini açıp, dalgaların
arasında kardeşini görmeye çalışıyor. Nihayet biraz derinlerdeki Alev’i tespit
ediyor ve dalıp yüzeye çıkarıyor. Kolları arasında debelenip yeniden dalmak
hatta ‘batmak’ isteyen kızın başını zorlukla dışarıda tutuyor.
Epey ilerlemiş olan vapurun dört bir yanında toplanan insanlardan biri
onların olduğu noktaya doğru iki can simidi fırlatıyor.
Yegâne kurtulma fırsatlarının bu olduğunu kavrayan Gizem, kardeşini
sürükleye sürükleye oraya yüzüyor. Nihayet can simitlerine ulaşıyor. Gizem;
onu yumruklayıp tekmeleyen, hatta ısırmaya çalışan Alev’i, simitlerden birine
zorbelâ yerleştiriyor. Kendisi de ötekine geçiyor.
Şimdi sıra ‘büyük lokma’da. Kardeşine musallat olan ‘Ruh’u gömmek.
Ya da daha ‘denizsel’ bir tabirle, boğmak...
Simide yerleşince debelenmekten vazgeçen kardeşine, “Alev,” diye
bağırıyor. Rüzgâr ve dalgalar arasında sesi cılız çıkıyor. “Bu sen değilsin.
Kötücül bir varlığın etkisi altındasın. Bana musallat olanlar gibi. Hatırlıyor
musun? Şimdi de seni hedef bellemişler. Bana zarar vermek için seni
kullanmaya çalışıyorlar. Kendine hâkim ol. Onunla savaşabilirsin. Sen daha
güçlüsün.”
‘Güçlüsün’ kısmını duyunca Alev’in gözleri bir anlığına beyazlaşıyor.
Gizem tam huzura erip sevinç gözyaşı dökecekken, yeniden kırmızı hale
Ozancan Demirışık
107
geliyorlar. Gizem iç çekiyor. Đş başa düştü, diye düşünüyor. Gözlerini yumuyor.
Yoğunlaşması kolay olmasa da, çok geçmeden transa geçiyor.
Bir labirentte buluyor kendini. Peşinde devasa ateş topları var.
Koşuyor, koşuyor, ama alevler peşini bırakacak gibi değil. Labirentte daireler
çizip duruyor. Ne yaparsa yapsın, nafile. Bir türlü yolunu bulamıyor, çıkışa
ulaşamıyor: Alev’den de hiçbir iz yok.
Sonunda kızı buluyor. Gözleri beyaz. Yere çökmüş, titreyerek
beklemekte. Ama burası, labirentin çıkmazlarından biri. Đlerleyemezler, çünkü
‘çıkış yok’. Onları kavurmak için hevesle bekleşen ‘komplo’ meraklısı ateş
topları arasında geri de dönemezler. Oyun bitti, diye düşünüyor Gizem.
Sonra kardeşine bakıyor. Yıllarını ‘Ben güçlüyüm, ben kimseye muhtaç
değilim’ kalkanı altında geçiren Alev, şimdi çok savunmasız. Gözlerinden
yaşlar damlıyor. Korkuyor. Çok korkuyor.
Onu böyle bırakamam, diye düşünüyor Gizem. Buradan kurtulmak
zorundayız.
Alev’e yaklaşıyor. “Elimi tut,” diyor sağ elini uzatıp. Alev ikiletmeden
tutuyor kardeşinin elini.
Gizem ‘trans içinde trans’ın başarılı olacağını umup, gözlerini yumuyor.
Vücudu bir an sarsılıyor, elleri titriyor ve terliyor. Ama ne çabasından
vazgeçiyor ne de kardeşinin elini bırakıyor. Birden kendini ‘yine’ denizin
ortasında, can simidinde buluyor, etrafına bakınıyor. Alev baygın. Vapur
gözden kaybolmuş, ama ileriden bir Sahil Güvenlik botu yaklaşmakta.
Vapurdakiler ihbarda bulunmayı akıl etmiş anlaşılan.
Gizem yorgun. Çok yorgun. Dayanamayıp, kendini koyuveriyor. Gözleri
yavaşça kapanıyor.
Çürük Düş
108
***
Bembeyaz bir yatak, bembeyaz bir oda...
Gizem hastanede açıyor gözlerini.
Bir anlık şaşkınlığı ve yadırgamayı atlatınca, neler olduğunu anımsayıp
odayı inceliyor. Sağındaki yatakta Alev var. Gözleri açık. Tavana bakıyor.
Gizem, “Đyi misin?” diye soruyor ve yüzleştiği tekinsiz ‘deja vu’ hissi
onu korkutuyor. Vapurda, Alev’e bir ‘Ateş Ruhu’ musallat olmadan önce de
aynı soruyu yöneltmiş ve her şey çığırından çıkmıştı. Şimdi de bir benzerini
yaşamaktan ürküyor.
Ama doğaüstü hiçbir şey söz konusu değil artık. “Neden iyi olayım?”
diyor Alev. “Ne kadar yardıma muhtaç olduğumu kanıtladığın için mi?”
Gizem kalakalıyor. “Ne?”
“Beni kurtarmak zorunda değildin. Kendi başımın çaresine bakardım.”
“Ölürdüm demek istiyorsun.”
“Gerekirse ölürdüm, evet!”
Gizem’in gözlerinden birer damla yaş süzülüyor. “Neden böylesin
Alev? Niye herkese, özellikle bana düşmansın? Bu kadar nefretin sebebi ne?
Biz kardeşiz! Birbirimizi sevmemiz gerekir.”
Alev’in yüzüne buruk bir tebessüm yerleşiyor. “Hâlâ anlayamadın mı
‘kardeşim’? Sevgi hiçbir yaranın merhemi değil... Sadece acıtıyor. Ve ben artık
acı çekmek istemiyorum. O yüzden, beni kurtarmaktan vazgeç. Sana ihtiyacım
yok...”
Ozancan Demirışık
109
Gizem hayal kırıklığı eşliğinde gözlerini yumuyor. “Eve dönmeyeceksin
yani?”
“Asla. ‘Onlar’ beni istemediği halde ısrarla çağırmaktan vazgeç.
Dönmeyeceğim. Kendi evimde mutluyum.”
“Hücremde demek istiyorsun herhalde.”
“Küçük de olsa, o ev ‘benim’. Bırak da bunca yıl sonra bir kez olsun
kendime ait bir şeyin tadını çıkarayım.”
Gizem, “Hıh,” diyor. “Sen bir şeylerin tadını çıkarabilir miydin? Öyle bir
yeteneğin var mı?”
Alev’in gözlerini bir öfke bulutu sarıyor. “Gizem,” diye hırlıyor. “Seni
mahvederim. Kendi ellerimle öldürürüm.”
Bu sözler yüzünden Gizem’in ruhu kavrulurken, bir hemşire giriyor
içeri. “Nasılız hanımlar?” diyor sentetik bir neşeyle.
Alev, Gizem’e bakıp gülümsüyor. Buruk değil, sahte değil: Haz dolu bir
tebessüm bu. “Bomba gibiyiz.”
Ve Gizem, hayatında ilk kez, kardeşinden korkuyor.
27272727
Sade ama bir o kadar ihtişamlı. Basit ama bir o kadar çarpıcı. Yüzleşme
mekânı burası. Bir uçurum. Dibini çarpık çurpuk kayaların süslediği devasa bir
boşluğa açılan yol. Bir ucunda ölüm var, diğer ucunda yaşam.
Ne idüğü belirsiz, gayet biçimsiz taşlar tarafından deşilmek... Ölmek
için amma ‘berbat’ bir yol! Ne şehit olmak gibi ‘kahramanlık’ tınısı taşıyor, ne
Çürük Düş
110
alevler tarafından kavrulmak gibi ilkel bir görkemi var, ne de suda boğulmak
gibi insancıl bir havaya sahip.
Köküne kadar ‘vahşi’.
Alev Ateş bu uçurumun tam ucunda dikilmekte. Tek bir adım atsa
kayalarla buluşacak. O kadar yakın ölüme. Sanki meydan okuyor ona.
Rüzgâr saçlarını ahenkle oynaştırıyor. Gözleri yumulu. Yüzünde derin
bir huzur var. Bir şeyleri veya birisini beklediğini anlamak zor. Ama bekliyor.
Heyecanla.
“Alev,” diye fısıldıyor zarif bir kadın sesi.
Alev dönüyor. Bakıyor. Gizem’in suratına ve bütün vücuduna, o kısa
ama kendinden emin bakışla nüfuz ediyor sanki. Geçen üç yılda kaçırdığı her
detayı anında özümsüyor. Şaşırmıyor. Gizem’i nasıl bulmayı beklediyse, aynen
öyle buldu çünkü.
Gizem ise hayretler içinde. “Alev,” diye yineliyor. “Ne kadar... ne kadar
güzelsin.”
Alev’in yüzüne alaycı bir tebessüm yerleşiyor. “Hata etmişim o zaman.
Bulunduğun ortamdaki tek güzel kız olmak gibi bir saplantın vardı, değil mi?”
Gizem iç çekiyor. Korktuğu muameleyle daha ilk dakikadan karşı
karşıya kaldı. “Nereden çıkarıyorsun ya? Öyle olmadığını biliyorsun. Beni
benden daha iyi tanırsın.”
“Artık değil.”
Gizem, Alev’e doğru birkaç adım atıyor. “Evet, artık değil. Çünkü üç
yıldır, yüzünü görmek bir yana senden haber bile alamadım! Amma vefalı bir
kardeşsin. Ölü müsün diri mi, onu bile bilmiyordum. Ne kadar merak ettim
Ozancan Demirışık
111
haberin var mı?” Duruyor. Alev’in yüzüne tekrar bakıyor, nefesi kesiliyor. “ÇOK
güzelsin. Nasıl... nasıl oldu?”
Alev de Gizem’e doğru üç adım atıyor. Artık birbirilerine hayli yakınlar.
“Benimle güzelliği aklında bağdaştıramıyorsun herhalde. Şaşırmadım. Eskiden
biçimsiz, küçük bir canavar olduğum düşünülürse... Şişmandım, saçlarım bir
şeye benzemiyordu, yüzüm sivilceden geçilmiyordu. Ama ondan da kötüsü,
güçsüzdüm. Annemle babamın umursamazlıklarına hatta nefretlerine
katlandım; okuldaki ve sokaktaki o insan bozuntularının beni yerin dibine
sokmalarına izin verdim. Neden biliyor musun? Çünkü güçsüzdüm. Geçen
yıllar bana bir şey öğretti Gizem. Güç, insana çok şey katıyor. Güzellik, şehvet,
huzur, para... Ve en önemlisi, seni ezmeye çalışanları paramparça etme
fırsatı.”
Gizem, sonunun nereye varacağını bilmeden, merak ve kaygıyla
dinlemekte. “Yani?” diyor sonunda. “Beni buraya neden çağırdın?”
“Artık güçlü olduğumu göstermek için. Artık kimseye muhtaç
olmadığımı kanıtlamak için. Hayatımın geri kalan kısmını yalnız geçireceğimi
söylemek için. Güç, ölüm getiriyor Gizem. Yalnızlık bahşediyor insana. Ve ben
bununla mutluyum. Bana az buçuk düzgün davranan tek insan olduğun için,
bilmeye hakkın olduğunu düşündüm. Ölmek gibi bir niyetim yok.
Yaşayacağım. Sen ölü mü diri mi olduğumu merak ederken, ben gücümü son
zerresine dek kullanarak yaşıyor olacağım.”
“Ne demek istiyorsun?” diyor Gizem. Kardeşinin gizemli laflarına bir
anlam vermeye çalışsa da başaramadı çünkü.
“Dünyayı ele geçirerek tabii.”
Çürük Düş
112
Gizem gözlerini kısıyor, ‘doğru mu duydum’ minvalinde bir bakış
atıyor.
Alev’se bir kahkaha patlatıyor. Gizem’in ondan duyduğu belki de ilk
kahkaha. Sessiz, derinden. “Şaka yapıyorum. Benim amacım daha da
güçlenmek. Son muhtaçlık kırıntılarını üzerimden söküp atmak. Dünyayla işim
yok. O kirli, o adaletsiz, o anlamsız dünyanızı başınıza çalın. Benim derdim
insanlarla. Yeri geldiğinde aşkı, yeri geldiğinde şehveti, yeri geldiğinde bilgiyi,
yeri geldiğinde gücü kullanarak, önüme çıkan her insanı tuzla buz edeceğim.
Herkesi. Sevip sevmemem umurumda değil. Hoşlanıp hoşlanmamam
umurumda değil. Saygı duyup duymamam umurumda değil. Tanıştığım her
insanı, kudret merdiveninde yukarı çıkmak için bir basamak olarak
kullanacağım. Zirveye varana kadar... Bunları rahatlıkla anlatıyorum, çünkü
yoluma çıkamazsın. Beni asla bulamayacaksın. Önümden geçsen bile
göremeyeceksin.”
Gizem dehşetle dinliyor. Ağzından tek kelime çıkmıyor, çıkamıyor. Tüm
bunların bir karabasan olduğunu umuyor, ama değil. Somut ve soğuk bir
‘hakikat’.
“Kötülük yapacağım, çünkü yapmak zorundayım. Yazma eyleminden
nefret ettiği halde hayatını roman yazarak geçiren yazarlar vardır ya, aynen
öyle. Tek fark, benim nefret etmemem. Bu örnekle beni bağdaştıran,
‘kabullenme’. Kötülük, ruhumda var. Ben karanlık biriyim Gizem. Baştan beri
bunun farkındaydın. Beni değiştirmeye çalıştın. Yaradılışımı ve yaptığım
seçimleri inkâr edip ‘kötü şeyleri iyi amaçlar uğruna yaptığını zanneden kötü
adam’ klişesine girmeyeceğim. ‘Çocukluğunda kötü şeyler yaşadığı için kötü
olmak zorunda kalan şahıs’ muhabbetine de... Annem-babam bana iyi
Ozancan Demirışık
113
davransaydı, insanlar beni yerin dibine sokmasaydı bile; bu dünyayı ‘süsleyen’
Âdemoğulları ve Havvakızları’nın ne kadar riyakâr, ne kadar ikiyüzlü, ne kadar
iğrenç olduğunu fark edecektim. Ve eninde sonunda bu yola ilk adımı
atacaktım. Er ya da geç... Çünkü ben buyum Gizem. Berbat bir dünyadaki
berbat insanlara acı çektirme arzusuyla yanıp tutuşuyorum. Bu, beni onlar
kadar berbat yapacaksa yapsın. Dert etmeye değer mi hiç? Hayat çok kısa.”
Gülüyor.
Gizem’in kanı donuyor adeta.
Korktuğu başına geldi çünkü.
Her şey tepetaklak oldu.
Alev; görünümü, sözleri, hatta mimik ve jestleriyle kötülüğün vücut
bulmuş hali gibi. Ve daha önce ne gerçek hayatta ne romanlarda ne de
filmlerde gördüğü bir şeye sahip: ‘Ben kötüyüm, kötü şeyler yapacağım’
deme cesaretine…
Bu cüreti gösteren bir insanın başka neler yapabileceğini tahmin dahi
edemiyor.
Güneş batmakta. Alev, Gizem’e arkasını dönüp, “Bu arada,” diyor, “artık
ben Alev Ateş’im. Aklında bulunsun.” Uçuruma yaklaşırken saçına dokunuyor.
“Ama kızılı oldum olası sevdim. Bana yakışıyor. Soyadımdaki kızılı terk etsem
de, renk olanı kucaklamayı sürdüreceğim. Zaten bu renge aynı dönemde âşık
olmuş ve ortamı kızıla beraber boyamıştık. Soyadın kızıl diye patenti sende
sanma Gizem Kızıl.” Göz kırpıyor.
Gizem’se düşüncelere dalmış vaziyette. Buraya geliş amacını, ‘başka bir
çözüm bulsam’ diye umduğu şeyi yapmak zorunda olduğunu anladı. Ama
korkuyor. Çok korkuyor. Her şeye rağmen karşısındaki bu ‘kötülük timsali’
Çürük Düş
114
kızı, Alev’i seviyor. Bundan utanması gerekirken utanmıyor da. Hayrete de
düşmüyor. Çünkü nedenini biliyor.
“Alev,” diyor. “Her şeyi biliyorum.”
Alev dönüyor. “Her şey?”
“Neden böyle olduğunu biliyorum. ‘Ne’ olduğunu biliyorum.”
Alev dudağını ısırıyor. “Açık konuş.”
“Böylesin,” diyor Gizem, “böylesin, çünkü...” Yutkunuyor. Gözlerinden
yaşlar süzülüyor. Sonra, hıçkıra hıçkıra, sarsıla sarsıla ağlamaya başlıyor.
“Benim yüzümden. Hepsi benim hatam. Hepsi.”
Alev sağ ayağını öfkeyle yere vuruyor. “Ne saçmalıyorsun sen? Sadede
gel. Ağlamayı da kes. Midem bulanıyor.”
Gizem kulak asmadan devam ediyor anlatmaya: “Küçükken yalnız
kalmaktan korkardım Alev. Geceleri odamda çok zor uyurdum. Hele şimşek
falan çakıyorsa, gözüme uyku girmezdi. Girdiğinde de kâbuslarla sarsılırdım.
Bazen annemle babamın yanına yatardım ama bunun hep böyle devam
edemeyeceğini biliyordum. Bir gün, keşke bir kardeşim olsa diye düşündüm.
Küçük bir umuttu, ama gerçekleşti. Ve bir kardeşim oldu. Hiç sorgulamadım
bunu. Annemle babamın sana karşı tuhaf tavırlarını çözemedim. Ama artık
her şey anlam kazandı. Sevmiyorlardı seni, çünkü ‘yoktun’. Korkuyorlardı
senden, çünkü kurtulmam gereken hayali bir kardeştin onlar için. Ben ilkokul
çağındayken psikolog ‘bu yaşta normal’ diyordu ama yıllar geçti; büyüdüm.
Büyüdün. Anormal bir hale geldin. Psikolog artık ‘normal’ diyemiyordu.
Annemle babam sana gitgide daha kötü davranmaya başladılar. Yokmuşsun
‘gibi’… Ama seni görmezden gelmiyorlardı Alev. Gerçekten ‘görmüyorlardı’.
Daha önce görmüş gibi yapmalarının sebebi tamamen beni idare etmekti.
Ozancan Demirışık
115
Özel durumum yüzünden, o zamanlar kontrol bile edemediğim yeteneklerim
yüzünden, bir insan yarattım. Farkında bile olmadan bir kişilik, bir beden
kazandırdım hayal hamuruna. Ama yeterince iyi değildim. Bir çocuğun
bencilliği, kıskançlığı yüzünden çirkindin Alev. Kişiliğini oturtacak mantığa
sahip değildim; dengesiz oldun çıktın. Seni nasıl yarattığımı yeni yeni
hatırlıyorum. Rüya görerek! Yıllardır derinlerde bir yerlerde uyuyan o rüyalar
şimdi uyandı ve bana kendini hatırlatıyor. Dün gece, seni nasıl yarattığımı her
ayrıntısına dek hatırladım. Rüyamı rüyamda gördüm. Dehşete düştüm.”
Alev, okunması güç bir ifade ve ses tonuyla, “Peki benimle birebir
diyaloga giren insanlar?” diyor. “Bana iyi ya da kötü ‘bir şeyler yapan’
insanlar? Alay edenler, itip kakanlar? Onlar beni nasıl görebildi? Nasıl oldu da
nefret ettiler benden? Nasıl küçümsediler? Nasıl ‘yaraladılar’ beni?”
“Öyle bir şey olmadı. Onlar, hiç gerçekleşmemiş anılar. Sadece ikimizin
sahip olduğu anılar...”
Alev gülüyor. “O kadar emin olma Gizemcim. Gidip onlara sorarsan -
eski sınıf arkadaşlarına mesela- hayal meyal de olsa bir şeyler hatırlayacaklar.
Konuyu bana getirirsen, yüzlerinde yarım yamalak bir anımsama ifadesi
olduğunu göreceksin. Bu Gizem’in kardeşi var mıydı ya, diye düşünecekler.
Kafa patlatacak ama bir türlü emin olamayacaklar.” Döndü, Gizem’in
gözlerinin içine, tam içine baktı. “Çünkü kardeşim, ben yarım kalmış bir
yapıtım. Kendi kendimi tamamlamak, güçlenme arzumun kaynaklarından
biri.” Gülüyor yine. “Ama sadece biri. Gerisi sonra gelecek. ‘Var olmak’ bir
araç. Amaca giden yolda bir dönemeç. Đnsan olmak istemiyorum: Görünür
olmak istiyorum. Đnsanlara daha kolay dokunabilmek. Onlara daha kolay zarar
verebilmek. Đnsanları harcamak için onlardan biri…” Tiksintiyle kısıyor
Çürük Düş
116
gözlerini. “…sizden biri olmam lazımsa, olacağım. Farkında mısın Gizem, sen
bir tür Frankenstein’sın.”
Gizem, vücuduna istemsiz bir titreme krizinin hâkim olduğunu
hissediyor.
Asıl ‘şimdi’ her şey tepetaklak oldu.
Alev... Nasıl bilebilir? Bir insan olmadığı gerçeğiyle yüzleşip de bunca
sene nasıl ‘yaşamını’ sürdürebilir? Nasıl?
Nefretinin, kötülüğünün sebeplerinden biri de ‘var olmamak’mış
meğer.
‘Kardeşinin’ aklını okumuş gibi, “Olmak ya da olmamak... Đşte bütün
mesele bu,” diyor Alev. “Eh, ‘bütün’ olmasa da bir kısmı bu.”
Gizem’in ağzından yalnızca, “Nasıl?” sözcüğü dökülüyor. Birkaç dakika
içinde bu soruyu amma çok sorduğunu -zihninin adam gibi çalışan bir
köşesiyle- fark ederek.
“Biliyordum. En başından beri. Đnsan olmamanın nasıl bir his
olduğundan haberin var mı senin? Kelimelerle tarif edemem. Kimse edemez –
gerçi benim gibi başkaları olup olmadığını bilmiyorum ya, neyse. O yabancılık
hissi, o ait olmama duygusu... Sizin ne kadar alçak mahlûklar olduğunuzu bir
tek ben tüm açıklığıyla görebiliyorum. Gördüğünü söyleyenler de en az sizin
kadar kör.”
Gizem, artık zamanı geldi, diye düşünüyor. Yapmak zorundayım. Đşler
giderek daha tehlikeli bir hal alıyor. Başka şansım kalmadı.
“Şimdi,” diyor Alev, “asıl meseleye gelelim. Senin daha yeni öğrendiğin
‘hakikati’, ben başından beri biliyorum. Bu konuda mutabıkız. Peki başka ne
biliyorum? Öğrenmek ister misin?”
Ozancan Demirışık
117
Gizem tepki vermiyor. Ne başını sallıyor ne de ağzından tek bir kelime
çıkıyor.
“Đstersin tabii. Niye istemeyesin? Hakkımdaki gerçeği yani
‘Varolmayan’lığımı öğrendikten sonra, bir yolunu bulup benimle yüzleşmen
gerektiğini düşündün. Sen zeki bir kızsın; iltifat olsun diye söylemiyorum. O
nefret dolu hallerimin, geride bıraktığımız üç yıl içinde doruğa çıkmış
olabileceğini tahmin ettin. Beni durdurman gerektiğini anladın. Gerekirse yok
ederek... Bu uçurumu keşfettin sonra. ‘Sizin çevre’ sağ olsun, uçurumun
dibindeki ölüm çukurunun doğaüstü pek çok varlığı yok edebildiğini duydun.
Neredeyse insan olmayan ‘her’ şeyi... Ve yüzleşme için en elverişli yerin burası
olduğuna karar verdin. Eğer durumum iyi gittiyse, yalnızlık yaradıysa, kendimi
toparladıysam, beni yok etmek zorunda kalmayacaktın. Peki buraya gelmemi
nasıl sağlayacaktın? Tabii ki yarattığın varlığın zihnine düşünceler
yerleştirerek. Bunda çok zorlandın, ama sonunda başardın. Seni çağıran ben
oldum. Kendi felaketime doğru yürüdüğümü sandın. Ama yanıldın.” Göz
kırptı. “Rolleri değiştik Gizem. Avcı, av oldu. Yine de, seni öldürmek
istemiyorum. Yaratıcımı yok etmek benim için ilginç bir deneyim olurdu, ama
buna gerek duymuyorum. Yoluma çıkmayacağına dair teminat verirsen, çekip
gitmene izin vereceğim.”
Gizem’in gözleri yaşlarla dolu. “Üzgünüm Alev,” diyor. “Üzgünüm
kardeşim.”
Buraya geldiğinden beri felç olmuşçasına kasılıp kalan bacaklarını
nihayet hareket ettirerek, Alev’e doğru koşuyor. Onu saçlarından yakalayıp
yere yapıştırıyor ve uçurumun tam ucuna doğru ittirmeye çalışıyor. Alev başta
teslim olmuş görünüyor, ama son anda diziyle Gizem’in karın boşluğuna sert
Çürük Düş
118
bir tekme geçiriyor. Gizem zorlukla nefes alarak sırtüstü yere yapışıyor. Her
tarafı sızım sızım sızlamakta.
Ama vazgeçmek yok. Ne gerekiyorsa yapılmalı.
Ayağa fırlıyor, Alev’in gırtlağına yapışıyor; onu uçurumun ucuna doğru
ittirmeye başlıyor. Ama kızı etkisiz hale getirecek kuvveti uygulamak ne
mümkün! Alev açıktaki kollarıyla Gizem’in başını kavrıyor ve boynunu kırmak
istercesine hızla döndürüyor. Gizem yüzüstü yere yuvarlanıyor. Bu kez
saçlarından yakalanan da o oluyor.
Alev yüzünde hiçbir zevk ifadesi olmadan, kuvvetli ve kudretli bir
tavırla Gizem’in vücudunu tekmelere boğuyor ve kâfi -karşı koyamayacak-
kıvama geldiğini düşündüğünde, onu uçurumun ucuna sürüklüyor.
“Đstememiştim,” diyor. Suratında hüzün dolu bir ifade var. Her zamankinin
aksine, nefretten yoksun bir ifade. “Bunu yapmayı sahiden istememiştim.
Hayallerin de kalbi vardır ve sizinkinden çok daha kırılgandır. Ölürken hatırla
bunu.”
Tam son hamleyi yapacakken, Gizem ağzının kenarıyla gülümsüyor.
“Zaten yapamayacaksın.”
Vücudunda kalan son kuvvet zerreleriyle kıza bir çelme takıyor. O
sarsılırken, Gizem ayağa dikiliyor. Alev uçurumun tam ucunda; dengesini zar
zor toparlıyor, ama yeni bir hamle yapılmadıkça düşecek gibi değil.
Gizem’se amacına ulaştı: Şimdi ölüme yakın olan Alev. Konumları
birkaç saniye öncesinin tam zıddı. Böyle bir fırsatı ele geçirmişken, bir an bile
beklemiyor Gizem: Ellerini yumruk yapıp Alev’in göğsüne geçiriyor, onu
ittiriyor. Kız canhıraş bir çığlık atarak boşluğa savruluyor ve yüzünde hayal
kırıklığı dolu bir ifadeyle Gizem’e bakarak ölüm çukurunu boyluyor…
Ozancan Demirışık
119
***
Tepeden indikten sonra, deniz kenarından ağır ağır yürüyerek evine
gidiyor Gizem.
Denizi seyrediyor. Dalgaları. Yedi sene önce Alev’le yaşadıkları vapur
serüvenini. Alev’in çekip gidişini. Günlerce, haftalarca, aylarca onu aradıkları
halde tek bir iz bile bulamayışlarını. Hasret denen duygunun bir rutin haline
gelişini.
Otobüs duraklarına geldiğinde bile yürümeye devam ediyor. Đnsan
içine çıkacak, kalabalığa karışacak halde değil. Yalnızlığa ihtiyacı var. Fena
halde.
Nihayet eve varıyor. Anahtarla açıyor kapıyı. Yatağa geçip saatlerce
uyumak niyetinde. Hatta hiç kalkmasam keşke, diye düşünüyor ve bunun bir
tür intihar eğilimi olduğunu fark ediyor. Endişelenmiyor ama. Nasılsa uykuda
öldürülecek hali yok. Bir cinayete kurban gitse bile umursamayacak gerçi.
Annesi Esra Hanım kapıda karşılıyor onu. Anahtar tıkırtılarını duymuş
olmalı. “Hoş geldin kızım,” diyor. “Salona geç, sana bir şey göstermem lazım.”
Gizem ağzında bir şeyler geveliyor (‘anne uykum var, sonra gösterirsin’
demeye çalışıyor ama bitkinliği -ve ‘var olmayan’ bir kardeşi yok etmenin
yarattığı süratli travma- sebebiyle ağzından anlamsız mırıltılar çıkıyor
yalnızca). Annesi kısa bir bakış atıyor ona. Gözleri buyurgan. Karşı koymak ne
mümkün. Gizem el mahkûm takip ediyor bu sevimli diktatörü.
Salona girerlerken, “Sürpriz,” diyor annesi. “Bak burada kim var.”
Çürük Düş
120
Bakıyor. Görüyor. Donuyor. Dehşet ve hazla doluyor. Hem ölmek hem
de yaşamak istiyor.
Alev Ateş tam karşısında oturmakta. Kanlı-canlı. Bir saat önceki
halinden bile daha güzel sanki. Ateşli bir ışıltısı var.
Annesi Gizem’in yüzüne bakarak, sahiden şaşırdığını zannediyor ve
aslında doğru da ediyor.
“Arkadaşın yurtdışına okumaya gitmeden önce seni ilk ve son kez
evinde ziyaret edeyim demiş. Böyle tatlı bir arkadaşın var da benim niye
haberim yok Gizem?”
“Bizim dostluğumuz bir tür sır Esra Teyzecim,” diyor Alev. “Aslında
ilişkimiz dostluktan öte. Biz kardeş sayılırız.” Otuz iki dişini göstererek
gülümsüyor.
Annesini tedirgin etmemek için gülümsemeye çalışıyor Gizem. Ama
olmuyor. Tek yapabildiği suratımı ekşitmek.
Bunun yerine konuşmayı tercih ediyor. “Ya tabii,” diyor zor da olsa,
“biz kardeşiz.”
Annesi saçlarını karıştırıyor. “Çay demlemiştim, simit de var,” diyor.
“Getireyim, afiyetle yersiniz.”
Odadan çıkıyor.
Gizem’le Alev yalnız kalıyorlar.
“Sanırım,” diyor, “insan olacağımı söylerken gerçekleri biraz çarpıttım.
Aslında… çoktan insan oldum. Artık görülebilir ve görebilirim. Dokunulabilir
ve dokunabilirim. Đstediğim her şeyi sizin kadar iyi, hatta sizden daha iyi
yapabilirim. Anlayacağın, yoluma çıkmak istiyorsan çok daha gözü pek olman
lazım Gizemcim. Biricik annenin ve somurtkan babanın hayatını feda edecek
Ozancan Demirışık
121
kadar gözü pek… Kendi tatlı canını ve diğer tüm sevdiklerini saymıyorum
bile.” Göz kırpıyor. “Oyun başlasın.”
KAPANIŞ
DÜŞ FIRÇASI
Kanatlarınızı iyi bildiğiniz belli bir yönde
çırpmıyorsanız, içine vücudunuzu terk
ettiğiniz hayat rüzgârı sizi gerçekten mutlu
olacağınız bir vadiye taşımayacaktır.
Muhammed Bozdağ
Ozancan Demirışık
123
Gözlerimi araladığımda kendimi bir hastanenin kucaklayıcı (!)
kollarında buldum. Đnsanı ısıtması gerekirken, aksine buz küpünü andıran bir
yataktaydım, her yanım da tutulmuştu. Çatlayacak gibi ağrıyan başımı
ovaladığım ve gerindiğim birkaç saniye boyunca, en son neler yaşadığımı
hatırlayamadım ve şu an neden burada bulunduğumu kavrayamadım.
Derken, odaya dalan şahsı görünce her şey kafama dank -ya da sökün- etti.
“Peri’m,” diye fısıldadım, bir müddet öncesinde ona neler yaptığımı
hatırlayıp, gözlerime hücum eden yaş damlalarını mağlup etmeye çalışarak.
O da ağlamaklıydı: Koşup bana sarıldı. Daha fazla ‘erkek adamlık’
yapmayarak kendimi özgür bıraktım ve hıçkıra hıçkıra, sarsıla sarsıla ağlamaya
koyuldum. “Özür dilerim,” dedim ayrıldığımızda. “Beni affedebilecek misin?”
“Ne özrü?” dedi anlamaz gözlerle. “Hem ne derdin vardı da canına
kıydın abi? Ailece nasıl kahrolduk biliyor musun?! Simge de perişan oldu. Đki
gün başında bekledi, sen bir türlü kendine gelmeyince biraz uyumak için eve
gitti.”
Bön gözlerle ona baktım. Cevap vermedim, veremedim. Her şeyin
rüya, yalnızca intiharın gerçek olması ihtimali var mıydı? Bu ihtimali umut
dahi edebilir miydim?
Elini cebine atıp bir kâğıt parçası çıkarırken, “Unutmadan,” dedi,
“birkaç saat önce kızıl saçlı bir kadın getirdi bunu.”
Son sözleri beni tarumar etti, vücudum kaskatı kesildi; tutulmayan
yerlerim de bir anda tutuldu. Alev yaşıyor muydu yoksa? Her şey baştan mı
başlıyordu?
Kâğıdı aldım, açtım ve göğsümde davul çalan yüreğime aldırmadan
okudum:
Çürük Düş
124
“Evvelâ geçmiş olsun Burç,
Al sana güzel bir haber: Benim kız kardeşimin ölümü,
senin kız kardeşinin yaralarını sardı – anlayacağın, bu ölüm
düş fırçası işlevi görüp senin düşlerini ak pak etti. Artık
çürük değiller!
Üstelik Alev’in etkisiyle daha önce yol açtığın hasarlar
hiç var olmamışçasına silindi. Peri de sapasağlam. Mutlu ol!
Gizem Kızıl”
Kâğıdı katlayıp cebime koyarken Peri’nin elini avucumun içine aldım ve
gayriihtiyarî gülümsedim. O da bana ışıltılı bir tebessümle karşılık verdi.
Galiba Gizem, diye düşündüm, mutluyum.
SON
17 Ekim 2009 – 9 Mayıs 2010
YAZAR HAKKINDAYAZAR HAKKINDAYAZAR HAKKINDAYAZAR HAKKINDA
Ozancan Demirışık, 12 Mart
1993 tarihinde doğdu ve kendini bildi bileli
okuyor, yazıyor. Đnternet üzerinde üç ayda bir
yayınlanan Xasiork Dergi’nin ve kulüp bünyesinde
yayınlanan e-kitapların editörlüğünü üstlendi.
Önceleri ‘Genç Haberler’ internet sitesiyle ‘Beyaz
Kapı’ adlı e-derginin de editörüydü. Karalama adlı
öykü dergisinde ‘Seyirci’, Yüxexes Karakalem
dergisinin ikinci sayısında ‘Kuşatma’ isimli öyküleri
yayınlandı. Ejderhayurdu.com 1. Fantastik Hikâye
Yarışması’nda birincilik ödülü aldı ve Xasiork 2006
Roman Yarışması’nda jüri özel teşvik ödülüne layık görüldü. Dokuz yazarla beraber
kaleme aldığı "Öğrenciliğin Kitabını Yazdık, Üstelik Kopya da Çekmedik" adlı mizah
türündeki eseri Başlık Yayınları'nca yayınlandı. Truva ve Đskenderiye Yayınları'nda
düzeltmenlik yapmakta.
Şu sıralar roman ve öykünün yanı sıra, senaryolar ve sinema eleştirileri yazıyor.
Yine Gökcan Şahin’le beraber kurduğu sanal yayınevi Buzul Dünya’nın da editörü.
Gelecekle ilgili planlarının vazgeçilmez adımı “yazmak, yazmak ve yazmak”tır.
Çürük Düş
126