dem - albaraka.com.tr · film analizi: dunkirk ... gün başta annem olmak üzere evde bü-yük bir...
TRANSCRIPT
dem Sayı 8 - 2018
dem dergisi
KÜLTÜR & EDEBİYAT KULÜBÜ
yayınıdır.
Sosyal Medya Adresleri
dergidem
Dem Dergi
PDF Nüsha: https://www.albaraka.com.tr/dem-dergisi.aspx
iii
Gölgelerin büyüdüğü bir çağda, dingin bir suyun kenarında kendisiyle yeniden tanışma-nın yolunu düşlüyor insan. Tüm köpürtmeler söndükten sonra geriye bir tek adı kalır insanın, bunu biliyor. Her birimizin içinde sürekli kendi adımıza çağıran bir ses var hâl-buki. Adımız, birden çok harfin kaynaşması değil midir? İnsan, sadece bir harfin bir notanın peşine düşse hakikatine yol bulur. İnsanın bir diğerini anlamaktan çok kopyalamayı seçtiği bir zamanda, herkes biliyor as-lında önyargıların, nefretlerin, küslüklerin, boş vermişliklerin sadece kendini ‘anlam’a kapamak olduğunu. Bu yüzden her defasında ve ne de erken unutuyoruz faniliğimizi yani ölümü. Ölüm, bir başkasının kaderidir insan için. Seslerin, kelimelerin, yazının, incirin ve zeytinin ve de karşımızdakinin bize söylediği her sözün anlamı kısa oluyor ömrü bizde bu yüzden. Halbu ki, ne yaparsan yap "sen ve yağmur geriye dönemezsiniz.... yağmur yalnız yağar-ken yağmurdur, sen yalnız senken sensin..." Bir yarası olmalı insanın. Yarasından iyileşir insan, bir ufuk bulur tutunur hayata. Bazen bir kibrit çöpüdür insanın tutunduğu, bazen bir ses, bir güzel söz… Oradan yol bulur yü-rür ve büyür. Tutunurken yalnızdır ve ölürken çırılçıplak kendisidir insan. Her şey olup biterken başını ufka çevirip ve gökyüzüne de bakabilmeyi başarmak dile-ğiyle...
talip tosun
Fotoğraf: Fatma ULU
Editör’ün Notu…
İÇİNDEKİLER
Editör’ün Notu ………………………………………….…………………………………………………………………….………………………..…..….………….. iii
Evler …………..……………………………………………………………………………………………………………………………………………………………………….….…….……5
Büşra Yağmur YILDIZ
Gökyüzünden İnerken ………………………………….…..……………………………………………………………………..……………….….6
Muhammed ACAR
Erik Ağacı …………………………………………………………………………………………………………………………………………………..…………………….………8
Harun SELVİ
Kahve …..……………………………………………………………..………………………..……………………………………….…………………...………...……..…...….….12
Orhan GÜNEŞ
Söyleşi :
Mehmet Ali VERÇİN İle ‘Sinema’ Üzerine Konuştuk...........................14
dem
Kitap:
“Yılkı Atı” ……………………………………………………………………………………………………………………………..…………………..………..….…..….. 20
Sinan PER
Yapay Zeka …………………………………….………………………………………….………………………………..…………………..………….………….……...21
Nebi PINAR
Saklı (Şiir) ……………………...…………………………………..……………………….………………………………..…………………………………..….……….…...23
İnciser ÜNVER
Film Analizi: Dunkirk …….……………………………………………………………..………………………….……..….……………………………………….………….…….….………..24 Ufuk KAYA
Kaçak Dövüş (Şiir) ……………………...………………………………………….………………………………..…………………………………….....26
Mehmet Sabri ÇIRAK
Arka Kapak Şiiri: Meyl.…………………………………………………………………………..………………………….……..….………………………………………….………….…….….………..28 Talip TOSUN
Yönetim
Fatih BOZ
Yayın Yönetmeni
Talip TOSUN
Yazarlar Kurulu
Nezih DOLMACI
Harun SELVİ
Talip TOSUN
Yasin DEDEBEKİROĞLU
Ahmet Çağrı GÖKALP
Mustafa KILIÇ
Sosyal Medya
Büşra Yağmur YILDIZ
BASKI
İdari İşler Müdürlüğü
Yazılarınızı
Paylaşabilirsiniz
Bankamız çalışanları olarak
kültür, sanat ve edebiyat
üzerine çalışmalarımızı
dem’de
paylaşıyoruz
KÜNYE
5
Evlerin pencerelerine,
Kapılarına, duvarındaki çatlağına, bahçesindeki kuş yuvalarına, ağaçlarındaki kırık
dallarına…
Aşınmış ömürler gibi misafirperverdir evler; zamanı salise salise kucağında besler.
Mevsimleri eritir pencerelerinde, aralık perdeleri nice şiirlere, şarkılara misafirlik
etmiştir.
Düşüncelerimiz, düşlerimiz evlere göç halindedir.
Kimilerimiz uzak diyarlardaki evlere, kimilerimiz geniş evlere, balkonlara bahçelere…
Yorgun argın işten dönerken, huzuru bulduğumuz evlerimize.
Sokağın başından eve kadar olan ayak sesleri, yaşamın tınısı bu sesler değil mi?
Dünyanın neresine giderse gitsin evini özlerdi insan. Bir evi yuva yapanın da tuğlaları,
taşları, bahçesinde ki erik dalları değil de; kimi zaman daracık penceresinden,
dünyaya açılan ümidi olduğunu zamanla idrak ediyordu insan.
Elleri ceplerinde mahalle çocukluğundan, eve girmek istemeyen gençliğe kadar her
birimizin hikâyesi evde pişen yemeğin kokusuyla son buluyordu.
Koridorlardan, duvardaki fotoğraflardan, saat tik taklarından fazlası olmalıydı ev.
Kaşık sesleri, çay fısıltısı, ikindi huzuru, sabah ayazı…
Sahi, ev neresidir?
Büşra Yağmur Yıldız
Foto
ğraf
: Er
tuğr
ul G
azi B
UD
UR
6
Sabah çayını yudumlarken, zamanın geçmiş
olduğunu bilen insan, gözlerindeki özlemi
hisseder. Çarpıtma haberlerden sıkılmış,
gerçeklerin özlemini
çeken, dünyanın vur-
dumduymazlığından
kendinin çekmek ister-
cesine göğe yükselmek
ve yaşadığı anı değiştirmek ister. Topyekûn,
sanal bir dünyanın çemberinde mengene mi-
sali sıkılmış olmakla birlikte bundan da zevk
duyan, paradigmasını değiştirmiş ve ironik
bir durumla da yaşamak isterken…
Zahmetin bile rahmetten önce geldiğini sor-
gulamadan asla bu dünyadaki varlığını sor-
gulayamazsın. Veran olmuş düşünce dünya-
sını arıtma cihazında bile düzeltemeyeceği-
miz günler gelecek, belki de bu gündür o
gün?
Savrulan fikirlerden önce şahsiyetlerin, sa-
hilde savrulan ağırlıksız eşyalar gibi savrul-
duğu bir dönemdir bu zaman. Görmeyi ve
bakmayı bilmeyen ama gördüklerinin gerçek
olmasını ümit eden, dünyanın karmaşıklığını
çözümlemek uğruna kendi dünyasını kilitle-
yip başkasından medet uman biçare. Gelme-
mişlerin verdiği rahatsızlıkların nerede olma-
sını istersin? Koluna takıldığın uykusuz gece-
lerin vermiş olduğu bedbahtsızlığına mı ya-
nacaksın yoksa kalkıp yürekten gelen sesine
kulak verip dünyayı de-
ğiştirmeyi mi arzulayıp
bağıracaksın avazın çık-
tığı kadar…?
Kahreden yokluğun için-
den gelen mazi sayfalarını karıştırmak ve sü-
rekli geçmişine takılıp kalmak mı zorladı
seni? Dünyanı değiştirecek kadar cesaret
gösterebilmek mi yıpratır benliğini? Sayfala-
rın arasında kaybolduğun hayatını, hikâye ki-
tabı gibi okumak mı değiştireceğini zannet-
tin geleceğini? Küflenen zihinlerin önüne
gelmiş yeni dimağların eriyip, kaybolup, silik-
leştiğini izlemekten bıkmadın mı? Sarhoş ol-
muş bir ruh haliyle ayık gezen zihinlerle mi
yarışacaksın, kendini bilmişlik edasıyla…?
Kutsandığı anda kendi kutsallığını putlaştıra-
madığına üzülmek isteyenler kadar bedbaht
bir zihin olamaz. Görmek isteyen ama gör-
mekten de korkan bir zihniyet olmak mı
yoksa kendi bilgi darağacında idama
mahkûm olmayı yeğleyen bir bezirgân olmak
mı yordu seni? İşlediği günahlardan yoksun
Gökyüzünden İnerken
Muhammed Acar
7
bir zihnini hayal eden ama gördüğü dünya-
sında günahsız bir hayatı hayal etmeye bile
üşenen bir insan mı olmak mı paradoks olur?
Günlerin kalıcı etkisini silmek istemekle,
günlerin getirdiğini kabulleniş (ama diren-
meden/ mücadele etmeden) aynısı olsa ge-
rek. Yaprakların göklerdeki ihtişamından
dem vurarak bir gün sararıp düşeceğini he-
saplamamak insanoğlunun aymazlığından
olsa gerek. Korkusuzca kendi dünyasını sa-
ran bu çerçeveyi, korkmadan kırabilmek ce-
saretini bulmak için kendi bünyesinden ama
kendisine zıt karakterlerden mevcut olmalı.
Konunun muhalifi olmak, olabildiğince eleş-
tirel bakabilmek kolaycılık olsa gerek. İnsan-
lığın eyleme ve iyilik hareketinde fedakârlık
yapabilecek fedailere ihtiyacını hissetme-
yen, bu yolda olması gerekenlerden değildir.
Farklı meclislerde oturup aynı türküyü çalan
ve aynı hikâyeyi anlatan insanların ağlayıp,
sızlanıp gündeme oturmak istemelerinden
zuhur ediyor. Koşmak için ayaklarını sürün-
dürmekten acizlenen ama koşanları da dü-
zene karşı geldikleri için şikâyet etmekten
geri durmayan fikir oluşumuna çokça kapılan
bu anaforda boğulmuş demektir. Karşısına
çıkan farklı dünyaları mevcut halleriyle ka-
bulleniş yapamamaktan acizlenmeyip kendi
kabullenişini kabullenmeyenlerden şikâyet
etmek ortak akla aykırıdır.
Savrulan zamanın ucundan tutmaktan bıkıp,
kendini savuran rüzgâra kaptırıveren bir boş
vermişlik var. Yoksulu doyuran yetimi kolla-
yan biz medeniyetin nesli iken, muhacirler-
den insanlık adına nasiplenmişliklerini gö-
zardı edip nefret şarkıları söylemeye başla-
yan birileri oluverdik.
Karar vermek için düşünmek yetisini kullan-
mak var iken, konuşmak için düşünmemeyi
tercih etmek olası sahiplenme duygularını
bastırmaktan kaynaklansa gerek. Koşulsuz
olarak inanmak isteyenin, inancını sorgula-
mak bir tarafa göstermelikte olsa teyit et-
meyi bile lüzumsuz görmek isteyecektir.
Hakkına razı insanların, tamahkâr güruhların
saldırışına aldırış etmeden kendi dünyaları-
nın sınırlarını iyi keşfetmişe benziyorlar. Yo-
koluş istekleriyle birlikte, yoktan var oluş
gerçeklerini aynı anda yaşamak istemek in-
sanın hayati karar verdiği anlardan birini
gösterir. Sorumsuzca kaldırılan ellerin gele-
cekte ki bir günün geleceğini idrak etmek bir
yana, anın yaşanmasında bile “ Bu gidiş ne-
reye” emrine muhalif oldukları bir gerçektir.
Zamanın önceliklerinden, göreceli bir tercih
yapmak istemek, insanın ufkunun yadsına-
mayacak kadar küllerinden doğması ve naif
emellerin hayalini yaşatır.
Korkularımızın bizi savurduğu, umutlarımızın
esir aldığı, beklentilerimizin kişiliğimizi yanlış
coğrafyalara göç ettirdiği, hayallerimizin si-
yah-beyaz olmaktan öte geçemediği, doğru-
larımızın yanlışlarımızı doğrular hale geldiği,
örneklediklerimizin başka medeniyetlerde
başkalarını örneklediği bir dünyaya, daha
doğrusu oluşturulana itiraz etmediğimiz,
edemediğimiz bir mecraya atıldık...
Kum fırtınalarını, çöl bedevilerin nasıl atlattı-
ğını bilir misin? Kutuplardaki, penguenlerin
nesillerini kurtarmak ve sürdürmek için öde-
diği bedeli ödeyebilir misin?
Evet mi …
İşte hayatın.
8
f
ERİK AĞACI
Babamın nihayet Acısu mahallesindeki
evimizin yıkılması için verdiği karar, o
gün başta annem olmak üzere evde bü-
yük bir hüzünle karşılanmış olsa da, ab-
lam gibi benim de içimde gizli bir sevin-
cin, tarifi imkânsız buruk bir mutluluğun
filizlenmesine engel olamamıştı.
Zira ahşap pencere doğramaları çoktan
çürümüş, çatısının kırmızı renkli kiremit-
leri, yağmur suyu olukları etrafa savrul-
muş, isli bacaların, sıvası kabarmış du-
varların, boyası dökülmüş tavanın ince-
cik çatlakları arasından sızan kirli suların
odaların beton zemininde tıpkı bir harita
gibi iz bıraktığı bu eski ev, bu terkedil-
miş ve öksüz haliyle bir harabeyi andırı-
yordu.
Annemin pencere önlerine dizdiği sar-
dunyalar, bir yoğurt kâsesinin içine di-
kilmiş karanfiller, sümbüller, cam güzel-
leri, akşam üzeri iş dönüşlerinde elinde
bir teneke gaz yağı yada bir file dolusu
portakal ile sokağımızın başında beliren
babam, okul çantamı bir kenara fırlatıp
rengi artık iyice solmuş siyah önlüğümü,
buruşmuş beyaz yakalığımı, daha yeni
alınmış iskarpinlerimi dahi çıkarmadan
akşamın geç saatlerine kadar plastik bir
topun peşinde koşturduğum mahalle-
mizin boş arsası, o soğuk kış günlerinde
evlerimizin üstüne adeta bir sis bulutu
gibi çöküveren, burnumuzun direğini
sızlatan, gözlerimizi yakan kömür du-
manları arasında kaybolup giden soka-
ğımız ve şimdi bir gölge gibi peşimde
dolaşıp duran bu hatıraların, bütün bu
çocukluk yıllarımın özeti olan köhne evi-
miz, yıkılacak ve tarihe karışacaktı işte
sonunda.
Bindokuzyüzyetmişüç yılının sonlarına
doğru, İstanbul’un bu ücra mahalle-
sinde başımızı soktuğumuz, bir ana ku-
cağı gibi sığındığımız yuvamız yani.
Şimdilerde, adına kentsel dönüşüm de
denilen, ama aslında ömrünü tüketmiş,
HARUN SELVİ
Foto
ğraf
: Sev
il G
ÜN
EŞ
9
miadını doldurmuş emektar evlerin bü-
yük bir vefasızlıkla yıkılarak yerlerine ye-
nilerinin yapılması furyasında, babamın
da nihayet bu eski evin bir müteahhide
verilip yerine bir apartmanın yapılması
konusunda ikna
edilmiş olması,
doğrusu ya o
güne kadar, "ço-
cuklar, ben öldük-
ten sonra ne ya-
parsanız yapın,
evi ister yakın, is-
ter yıkın” diyen
birinden aile-
mizde hemen hiç
birimizin bekle-
mediği, ihtimal
dahi vermediği,
hatta ümidini kes-
tiği bir geliş-
meydi.
Oysa son zamanlarda, babamın da artık
yaşının iyice ilerlediğinin kendisinin de
farkına varması, uzun yıllardır kirada
oturan biz çocuklarının küçük de olsa
başlarını sokacakları bir yuvaya sahip ol-
maları gerektiğini düşünmesi, sanırım
asıl işi tekstilcilik olan yeniyetme bir mü-
teahhidin o hiç de yabana atılamayacak
cazip teklifinin babam tarafından da ne-
den kabul edildiğinin ve neden büyük
bir arzuyla benimsendiğinin izahına ye-
tip de artsa gerekir.
Eski oturduğumuz sokağın hemen ba-
şında, tatlı bir yokuşun sonlarında bulu-
nan bu ilk evimiz, önce ablamın, daha
sonra da benim evlenerek oradan ayrıl-
mamızdan sonra, ilk zamanlar, o eski
günlerin ruhunu bir süre daha koru-
maya çalışmış olsa da, sonraları, evin
eski eşyalarına, duvarlarına, mobilyala-
rına ve rengi solmuş perdelerine varın-
caya kadar sinmiş tarifi imkansız bir yal-
nızlıkla, yavaş yavaş büyüyen derin ve
kederli bir sessizliğe bürünmüş, anne ve
babamın gittikçe ihtiyarlayan zayıf be-
denlerinden, onları arada bir ziyarete
gelen biz çocuklarından, torunlarından,
komşuların ve diğer gelip giden yakınla-
rımızın o bir görünüp bir kaybolan var-
lıklarından başka doğru dürüst bir hayat
belirtisine de sahip olamamıştı.
Yozgat’ın bir köyünden İstanbul’a doğru
çıkılan bir yolculuğun en sonunda, tıpkı
benden iki yaş büyük olan ablam gibi
benim de çocukluk günlerimi geçirece-
ğim, içinde acı ve tatlı birçok hatırayı bi-
riktireceğim bu küçük ev, Akdağma-
deni’nin ücra bir köyündeki yok paha-
sına satılan tarlaların, eski üzüm bağları-
nın, ata yadigârı mümbit bahçelerin pa-
raları ile Gümüşhaneli bir inşaat ustasına
yaptırılmıştı yetmişli yılların ortalarında.
Önceleri eskilerin, nohut oda bakla sofa
Foto
ğraf
: Ert
uğr
ul G
azi B
DU
R
10
dedikleri tarzda ve ancak bir kaç kişinin
başını sokabileceği genişlikte yapılan bu
küçük ev, daha sonraki zamanlarda ilave
edilen odalarla genişletilmiş, zaten bü-
yük olan bahçesi ile mütenasip, ferah bir
görünüme kavuşturulmuştu.
Evin arka tarafında bulunan kavaklar, ön
bahçeye doğru belli aralıklarla dikilmiş
türlü meyve ağaçları, ama en çok da ba-
har aylarında giyindiği bembeyaz bir
gelinlikle bahçemizi süsleyen genç bir
erik ağacı da evimizi adeta cennetten bir
köşeye çevirmiş, yaklaşmakta olan yaz
mevsiminin, denizin ve büyük bir sabırla
gelmesini beklediğimiz tatil günlerinin
habercisi olmuştu o yıllarda.
İkindi vakti balkonlarda, fokurdayan bir
semaverden, ya da için için kaynayan bir
çaydanlıktan süzülen tavşankanı çaylar,
mis kokulu kahveler, içimizi serinleten o
buz gibi limonatalar da, o güzel günlerin
komşu oturmalarında yapılan tatlı soh-
betlere eşlik eder, kendi halinde bir dere
gibi akıp giden mütevazı hayatımızı
renklendirir, gönlümüzdeki ağır yükü,
kalbimizdeki derin kederi birdenbire,
buharlaşıp giden bir su damlası gibi ha-
fifletirdi yazın o bunaltıcı günlerinde.
Evin etrafını çeviren bahçe duvarların-
dan aşağıya eğilmiş sarmaşıklar, elma,
incir, kiraz ve dut ağaçlarının gölgesinde
oturduğumuz geniş avlu, suyu kuru-
maya yüz tutmuş, tulumbası bozulmuş
eski bir su kuyusu ve bir söğüt ağacının
yakınındaki ihtiyar bir asmanın sağa sola
uzanmış yemyeşil dalları, bütün bunlar,
çocukluğumun ve ilk gençliğimin geç-
tiği bu köhne evin paha biçilmez birer
incisi gibiydi adeta.
Bahçemizin uzak bir köşesinde, çürü-
müş gövdesini karıncaların mesken tut-
tuğu yaşlı bir ceviz ağacı da, dallarına
kurulmuş salıncakların verdiği sonsuz
bir mutlulukla rüzgârda salınır, gölge-
sinden kaçan genç ve mağrur bir ıhla-
mur ağacına sitem eder, ömrünün bu
sonbaharını büyük bir sükûnet ve geçip
gitmekte olan zamana duyduğu derin
bir hasret içerisinde geçirirdi.
Bu ilk zamanlarda, babamın nihayet bir
porselen fabrikasında iş bulması ile baş-
layan büyük şehir maceramız, oturdu-
ğumuz mahalledeki komşularımızın,
Bakkal Muhittin Amcanın, Terzi Eşref’in,
Kunduracı Cevdet ve Salih Abilerin o ha-
miyetperver kanatları altında daha da
bir renklenmiş, daha da bir şenlenmişti
üstelik.
O yıllarda, evimizin hemen yakınlarında
oturanlar arasında Çankırılılar, Sivaslılar
ve Karslılar bulunuyor olsa da, komşula-
rımızın büyük bir çoğunluğunu tıpkı bi-
zim gibi Balkan muhaciri olan aileler
oluşturuyordu.
Uzun ve soğuk kış günlerinde, gecenin
o geç vakitlerine kadar sürüp giden
Foto
ğraf
: Ert
uğr
ul G
azi B
UD
UR
11
komşu oturmalarında, üzerindeki yaş
meyve kabuklarının, iri kestane taneleri-
nin harlı ateşin etkisiyle kıvrılarak türlü
şekillere girdiği bir kömür sobasının ba-
şında toplanır, annelerimizin soyup di-
limlediği elmaları, portakal ve mandali-
naları, komşularımızın kendi bahçelerin-
den koparıp getirdikleri ekmek ayvala-
rını büyük bir iştahla yiyerek vakit geçi-
rir, kimi zamanları da, elektriklerin bir-
denbire kesiliverdiği o yaz akşamla-
rında, gaz lambalarının, lüküslerin yada
kendisine bile faydası olmaktan aciz tit-
rek bir mum ışığının aydınlattığı loş mi-
safir odalarında oturur, Philips marka
radyolarımızın başında arkası yarınlar,
radyo tiyatroları, akşam ajansları dinler-
dik büyük bir merak duygusuyla.
Gece öksürük sesleri arasında ciğerleri
sökülen, otuzdokuz derece ateşler içeri-
sinde yanan çocukların, sanki hiç bir şey
olmamış gibi ertesi sabah, o çelimsiz el-
lerinde bir külah çilekli dondurmayla
yada bir ellerinde kaymaklı bisküvi, bir
ellerinde soğuk gazoz şişeleriyle sokak
aralarında koşturmaları da, o yıllarda,
hayatla ölüm arasında kurulan incecik
bağın, mutluluk ve keder arasındaki o
büyüleyici hakikatin, nasıl olup da haya-
tın büyük bir sırrına dönüştüğünü, nasıl
olup da görünmez bir elin parmaklarını
çocukların saçlarında dolaştırıp şefkat
ve merhametle onlara dokunarak başla-
rını usulca okşadığını bütün anne ve ba-
balara gösterirdi.
Şimdi eski bir resim albümündeki siyah
beyaz bir fotoğrafa sığınmış arkadaşla-
rım, bahçemizdeki söğüt ağacının al-
tında annemle birlikte oturan komşu
teyzeler ve artık çoğu bu dünyadan gö-
çüp gitmiş olan sokağımızın bilge ihti-
yarları, bir ikindi vakti toprağa düşen
yağmur gibi aklıma geliyor olsalar da,
meğer birer hatıraya dönüşüyormuş so-
nunda insanlar, hala ilkokul beşinci sı-
nıfa gitmekte olan bir çocuğun ruhunda.
Ömrünü tamamlamış evler de
tıpkı insanlar gibi meğer ölürmüş.
Geriye bir tek bir erik ağacı kalır-
mış yoldaş olarak yalnızca insana.
Foto
ğraf
: Ayg
ül D
EMİR
BA
Ş
12
Geçtiğimiz sayıda çay
ile alakalı bir yazı
yazmıştım.
Çaya o kadar
methiyeler dizip
anlatırken, Türk
kahvesine
değinmemek olur mu hiç?
Ee ne demişler bir fincan kahve olsam,
kırk yıl hatırım var…
Namı dünyanın dört yanına yayılan Türk
kahvesinin tarihine kısaca bir göz atalım.
Kahveyle tanışıklığımız aslında çok çok
eskiye dayanıyor.
Binbeşyüzonyedi Yemen Valisi Özdemir
Paşa, lezzetine hayran kaldığı kahveyi
İstanbul’a getirir.
Türkler tarafından bulunan ve daha sonra
dünya mutfağına giren çok farklı
hazırlama yöntemi sayesinde kahve,
cezvelerde pişirilerek Türk kahvesi adını
aldı.
İlk olarak Tahtakale’de
açılan ve tüm şehre hızla
yayılan kahvehaneler
sayesinde halk kahveyle
tanıştı.
Saray yaşamında kahve
ikramının, merasim havası
ile özenle yapıldığı, bu amaçla sarayda
kahvecibaşılık teşkilatının kurulduğunun
bilinmesi bile kahvenin önemini
anlatmaya yeterli.
Pişirmesi, ikramı, içmesi, içtikten sonra
fal muhabbeti…
Kime sorsan fala inanmıyor fakat kimse
de falsız kalamıyor.
Bu keyfi dünyanın herhangi bir yerinde
herhangi bir içecekte bulamazsınız.
Ki zaten Türk kahvesi içecek olmaktan öte
çok farklı bir lezzettir.
Bakır cezvesiyle, gümüş tepsisiyle, soğuk
Bir fincan
kahve olsam
Orhan Güneş
13
suyuyla ve çifte kavrulmuş lokumuyla
adeta bir sanattır Türk kahvesi…
Fakat nedense kahve denildiği zaman
akla Türk kahvesi gelmez, illa ki belirtiriz
Türk Kahvesi olacak diye.
Bunun nedenini ise Okka Kahve makinesi
mucidi Arzum ’un CEO’su Murat Kolbaşı
şu şekilde açıklıyor:
‘’Dünyada her gün bir buçuk milyar fincan
kahve içiliyor ve bunun ancak yüzde onu
Türk kahvesi. İnsanlar espresso bazlı
kahvenin hâkim olduğu yeryüzünde Türk
kahvesi daha az beğeniliyor değil. Sadece
yapımı daha zor ve uğraştırıcı olduğu için
çok fazla yaygın değil.’’
Aslına bakarsanız haksız da sayılmaz,
bugün kahve çok mu içiliyor tabi ki hayır.
Dünyada en yaygın içilen filtre kahve,
ardından ise neskafe geliyor, içilen her iki
yüz kahvenin sadece biri cezvede
pişiyormuş.
Belki de kahveyi özel kılan, kahve ile
özdeşleşen fanatiklerinin olması sırf bu
yüzdendir…
İngilizlerin beş çayı meşhur olsa da bizim
kahvemizin de bir zamanı vardır.
İlk öğün yemek anlamına gelen
kahvaltı kelimesi kahve içimi
öncesinde bir şeyler yemek
demektir.
Dini Bayramlarımızın ve kız
isteme törenlerinin geleneksel
bir parçası olmuştur Türk kahvesi.
Mesela tuzlu Türk kahvesi içilmeden kız
almak mümkün değil…
O güzelim Türk kahvesinin içine bir kaşık
tuz atarak damat adayının ekşiyen
yüzünü görmeden olmuyor.
Telvesi ile beraber ikram edilen tek kahve
türü olan Türk kahvesi yalnızlara dost,
âşıklara umut olmuştur.
İlk buluşma bahanesi olarak herkesin
elinde bulunan bir koz, bazen de geleceğe
dair bir şeyler söyler mi acaba diye
düşünecek kadar etkileyici olmuştur Türk
kahvesi.
Kahvehanelerin kurulmasına, bir
fincanının kırk yıl hatır bırakmasına
neden olan bu güzel mirasımız sonunda
uluslararası bir değer kazandı.
Türk kahvesi, ikibinonüç’te UNESCO’nun
‘’Somut Olmayan Kültürel Miras’’
listesine kabul edildi hem de bu alanda
korunmaya alınan ilk içecek olma
özelliğini taşıyor.
İngiliz çayı, Alman birası, Fransız şarabı,
İrlanda viskisi bu listede yer bulamazken
Türk kahvesi tüm ihtişamıyla Topkapı
Sarayı Müzesi’nde ziyaretçilerini bekliyor.
14
Her ekran bir pencere hayata açılan. Şüphe-
siz bu ekranların en önemlilerinden birisi de
sinema. Bu sayımızda otuz yılını sinema izle-
meye vermiş değerli büyüğümüz Mehmet
Ali Verçin ile sinema üzerine konuştuk.
Sinema resminin bütününe hâkim, film izle-
meyi seviyor ve severek anlatıyor Mehmet
Ali Bey. Biz de sohbetin akışına bıraktık ken-
dimizi. Sinemayı, sinema üzerinden dünya si-
nemasını ve sinemanın çağımızda önemi
üzerine konuştuk.
Buyurun sohbetimize siz de katılın…
dem: Mehmet Ali Bey, sizin filmlere olan il-
gilinizi çok duyduk, bir de sizden dinleyebilir
miyiz film izleme hikayenizi?
Mehmet Ali Verçin: Ankara’dan döndükten
sonra, entelektüel ilgileri olan hem An-
kara’dan tanıdığım hem de yeni tanıştığım
bir çevrem olmuştu. Yani, yeniden İstanbul’a
ilk geldiğim zamanlardı. 1988 yıllarıydı. Film
Festival olduğunu duyduk. İlk defa orada üç-
beş tane film seyrettik. Amaç festivale git-
mek değil, o zamanlar İran filmleri meşhur, o
filmler için gidiyoruz, galiba. Sonra denk
geldi, hoşuma gitti o zamandan beridir, yani
otuz yıldır, bütün film festivallerine katıldım.
Festival boyunca tüm seanslara bilet alıyo-
rum. Diyelim ki festival on bir gün sürecek,
bir günde en fazla beş seans var, her gün tüm
seanslara bilet alıyorum…
Benim gibilere “Sinefil” diyorlar. Bu konuda
bana eşlik eden, istikrarlı, hiç arkadaşım ol-
madı. Bir tek Sırrı Süreyya Önder vardı, O da
artık gelmiyor. O zamanlar O efsane bir sine-
macı.
Siyasete atılmadan evvel festival yönetimi
tarafından birkaç kez de Juri üyeliği yaptı.
Bazen, iki film arası yandaki çay ocaklarında
“Bugün kendi öz sineması olmayan milletler, belki de düşman-
larının hikâyelerini dinliyorlar. Başka dinlerin kutsallığıyla huşu
buluyorlar…”
MEHMET ALİ VERÇİN
İle
SİNEMA Üzerine
Konuştuk
Söyl
eşi
: ta
lip tosu
n
Fo
toğr
afla
r: M
usta
fa
K
ılıç
15
oturur film eleştirileri yapardık. Henüz siya-
sete atılmamış ama nerede tanıştık hatırla-
mıyorum. Galiba bizim cenahın kahvelerinin
birinde, mesela “ESKİ KAFA” olabilir.
dem: Bir anınız var mı?
Onunla ilgili size de anlatabileceğim, bir
anım var: Semih Kaplanoğlu’nun “Bal” fil-
miyle ödül aldığı yıldı. Semih Kaplanoğlu’nun
filmi de festivalde oynuyordu ama hiç bilet
kalmamış. Ben zaten kart sahibi olduğum
için benim biletim var ama salon öyle kala-
balık ki, bana da kötü bir yer de düşmüş.
Baktım yan sinemada festival dışı bir salonda
“Bal” filmi oynuyor, yandaki salona gittim
orada dört kişi izledik filmi.
Bu film hakkında konuşurken, söz döndü do-
laştı, Mecid Mecîdi’nin filmlerine geldi. İki-
mizin de seyrettiği bir filmi var “Cennetin
Rengi” diye. Ama bir çocuğun hikâyesini an-
latıyor film. Film arasında konuşuyoruz; Sırrı
Süreyya’ya dedim ki: “hangi film daha iyi Sırrı
bey, Cennetin Rengi mi,
Bal mı?” Bana dedi ki,
“Nitelikleri farklı filimler
birbiriyle mukayese
edilmez. Ama Mecîdi
çok usta ve başarılı
dedi.
Cennet’in rengi filmi
çok güzel dedi. Bu filmle
ilgili sana bir sahne so-
racağım eğer bilirsen
sana, festival tarafın-
dan, en iyi seyirci ödülü
verdireceğim dedi. Ben
de ödül istemiyorum
abi sen sorunu sor, de-
dim.
dem: Ödülü hak etmişsiniz gerçekten.
Mehmet Ali Verçin: Evet. “Bu kadarda zor
sorma alt tarafı gelip seyrediyoruz” dedim.
Dedi ki, “Mecîdi’nin filmindeki en önemli
sahne hangisidir?” Dedim ki “söyleyeceğim
ama ister kabul et ister etme kesinlikle de
caymam söylediklerimden” dedim.
Bu arada size sorayım Talip Bey siz filmi sey-
rettiniz mi?
dem: Seyrettim.
Mehmet Ali Verçin: Filmin bir sahnesi var,
baba ile oğul, yanlarında katırları çocuk da
katırın birinin sırtında, bir dereden geçiyor-
lar.
Aniden, bir sel geliyor, sel geldiğinde yönet-
men babanın gözüne iki saniyeliğine şu ifa-
deyi yerleştirmiş; “hayatı boyunca, bana
ayak bağı olmuş, evliliğime mani olmuş ve
bundan sonrada bana ayak bağı olacak olan
bu kör oğlumdan kurtuluyorum galiba…”. İki
saniyeliğine babanın gözünden bu niyeti an-
layabiliyorsunuz. İki saniye
sonra simasında bir pişmanlık
ifadesi ve oğlunu kurtarmak
için kendini gelen selin içine
atıyor.
Bana göre iki saniyelik bu
kare filmin en iyi sahnesidir
dedim. Kalk seni bir kutlaya-
yım hocam dedi, demek ki
sen de mi fark ettin? Yaa
bunu daha önce kaç kişiye
sorduysam kimse fark ede-
memiş, sen nasıl fark ettin?
dedi.
Dedim ki sosyal hayatta hep
olan bir şey; Bazı ailelerde
16
ölse de kurtulsak dediği aile üyeleri olan yaş-
lılar, sakatlar, kötü yola düşmüşler, zalim ve
gaddar kocalar, babalar ağabeyler var. Ya da
parası var ve paylaşmıyor, bu tip insanlar
var. İnsanların çoğu bu tip insanlar ölse de
kurtulsak diye ara ara “kafalarından geçirir”;
yatalak anne babasını, kötü yola düşmüş kı-
zını, suç işlemiş oğlunu kendisine zulüm
eden kocasını falan filan, neyse insan aklın-
dan geçirse bile bundan pişman olur ve iyi
bir insan olarak hayatına döner. Yoksa her
kurtulmak isteyen kurtulmaya kalkarsa ol-
maz.
“Hocam biliyor musun benim bununla ilgili
senaryom var dedi”. Bu senaryoyu biraz ko-
nuştuk.
“Yaa hocam sen hakiki sinefilsin” dedi.
dem: Ama orda ki sahneyi daha etkili kılan
bu düşünceye maruz kalan kişinin bir çocuk
olması yani masum birisinin olması galiba?
Mehmet Ali Verçin: Evet evet, Mecîdi’nin
gücü oradan geliyor, bana sorarsan Mecîdi
sadece o iki saniye için çekmiş o filmi…
dem: Tekrar başa dönecek olursak,
1988’den bu günü kadar çok film izlemişsi-
niz, hikâyesini veya dilini özellikle sevdiğiniz
yönetmenler var mı?
Mehmet Ali Verçin: Zor sorular bunlar, me-
sele bu sene İsveç’li efsane yönetmen İng-
mar Bergman filmleri festivale dokuz filmle
geliyor, onların hepsine gideceğim inşallah.
İngmar Bergman iyi bir yönetmen.
Yalnız Andrey Tarkovsky varken daha büyük
bir adam var dememem lazım. İngmar Berg-
man da büyük bir adam. Şimdi yaşayanlar-
dan “Lars Von Trier” var adamın “dogville”
diye bir filmi var. Başka filmleri de var ve
hepsi, bence, şaheser. Ayrıca Rusların “GEL
VE GÖR” diye bir savaş filmi var tarihin yaz-
dığı en acımasız ve en gerçekçi en başarılı
film BENCE. Üç saat süren savaş filmi…
Yalnız şimdilerde mümkün olduğunca Avru-
palı ve Amerikalı filmler tercih etmiyorum.
Çok film üretmeye başladılar ve çoğu çok ka-
litesizler, çiğnenmişi çiğniyorlar. Festival-
lerde hiç bilmediğim bir ülkenin diyelim ki
Birmanya’nın bir filmi var, hiç önemli değil
hemen alıyorum. Şöyle düşünüyorum: se-
naryo iyi olmasa bile kamera bilmediğim bir
ülkede dolaşıyor, dolayısıyla değişik insanlar
gösteriyor. İnsan aklı ve ruhunda yeni kapılar
açıyor.
dem: Yeni bir dil, yeni bir göz...
Mehmet Ali Verçin: Her şey her şey… O yüz-
den ben mesela Hindistan sanat filmlerini
seviyorum. “Wasseypur Çeteleri ” diye bir
film var. Marlon Brando’nun meşhur “Baba”
filminden daha başarılı. “Baba” Amerikalı ol-
duğu için başarılı. Yoksa “Wassypur Çeteler”i
neredeyse on saatlik bir film ve eşi benzeri
olmayan bir başarısı var, müthiş bir film.
Sinemada, mesela, Koreliler de çok iyi bir ba-
şarı sağladılar. Korelilerin senaryolarında çok
enteresanda bir şey var; diyelim ki normal
ilerleyiş içerisinde öyle bir geri dönüş yapı-
yorlar ki normalde olsa kızarsın, böyle bu ka-
dar tutarsızlık olur mu, diye, ama bu seyir-
ciye şirin geliyor, hoşunuza gidiyor.
Mesela, “Boş oda” diye bir film var. Adam,
broşür dağıtıcısı, evi yok, tatile çıkmış insan-
ların boş evlerini takip ediyor. Boş evlere gi-
riyor orada yaşıyor. Hiç zarar vermediği gibi
temizliyor, musluktu, pencereydi, alet ede-
vattı tamir ediyor. Hatta çamaşırları bile yı-
17
kayıp ütülüyor. Gönüllü olarak her şeyi yapı-
yor. Birisi gelip eve girdiğinde onlara görün-
meden de evden çıkıyor. Kızamıyorsun ve
suçlayamıyorsun adamı. “Beklenmedik Şa-
şırtıcılık” Kore sinemasının bir özelliği.
Japonlar sinemada, artık, çok geride. Orta sı-
nıfların yoz ve sıradan hayatını aşamıyorlar.
Oradan film de çıkmıyor maalesef.
Çinliler, yavaş yavaş gelmeye başladılar.
İranlılar ise dünyada itibarı en yüksek sine-
macılardan. Onlardan daha çok merak uyan-
dıran sinemacı yok. Bir İran filmi geldiği za-
man festivalde herkes bilet alıyor. Tüm dün-
yada bu böyle.
Çok ünlüleri şöyle dursun, gençler bile ses
getiriyor. Mesela, Ünlü sinemacı Muhsin
Mahbelbaf’ın kızı, Genç sinemacı Muhsine
Mahmelbaf’ın “İki Bacaklı At” diye bir film
var. Mutlaka seyredin. Hem sinemada başarı
nereden geliyor anlıyorsunuz hem de Afga-
nistan’ın sosyal yapısıyla ilgili bir izlenim edi-
niyorsunuz.
Bahman Ghobadi’nin “Kaplumbağalar da
Uçar”, Sarhoş Atlar Zamanı” ve son seyretti-
ğim filmi “Yarım
Ay”.
Yarım Ay filmin ya-
pılış hikâyesi şöyle:
Mozart’ın anısına
Avusturya hükü-
meti Bahman Gho-
badi’ye bir “Müzik
Hakkında” bir film
projesi veriyor. Ya kardeşim diyor İran’da
müzik yasak nasıl çekeyim? Nasıl çekersen
çek diyorlar… Film çekiliyor ama filmde doğ-
rudan bir müzik yok. Ancak film müzik gibi.
Müzik çalsa diyeceksin ki müziğin kalitesi
şöyle böyle, hiç o konulara girmeden gerçek-
ten çok iyi bir müzik filmi çekiyor.
dem: Müzikleri de çok güzel İran’lıların.
Mehmet Ali Verçin: Tabi. Moğol Hükümdarı
Hülagu Han’a Tebriz’in güneyinde bir Rasat-
hane kurduruyorlar. Adı Merağa. Burada
aynı zamanda çok şümullü bir Medresesi de
açılıyor. Bu günkü Amerika’nın NASA’sı
neyse o gün de MERAĞA aynı işlevi görüyor.
O medreseye İslam dünyasının her yerinden
ve Çin’den Finlandiya’ya kadar tüm dünya-
dan öğrenciler gelip burada eğitim görüyor.
Orada eğitim alan bir Çin’linin hatıratından
kısımlar okudum. Mesela diyor ki, biz Çin’li-
lerin adam olabilmesi için önce Müslüman
olmamız gerekiyor. Çünkü ancak tevhid di-
liyle bilim öğrenilebilir, öyle bir kanaate var-
dım diyor. Neyse anlatmak istediğim o değil.
Şimdi Merağa medresesine matematiçiler
de geliyor astronomlar geliyor. O tarihlerde
matematikçiler matematik ile müzik, nota
arasında bir ilişki olduğunu fark ediyorlar. Ve
Merağa’da bütün İslam coğrafyasında söyle-
nen müziklerin notalarını çıkarıyorlar. O yüz-
den mesela
bizde “Ace-
maşiran” di-
yoruz. Nere-
den geliyor?
Bizim, Tür-
kiye’de
acemle, aşi-
ranla ne alakamız var diyoruz. Merağa’dan
geliyor. “Kürdili Hicazkâr” diyoruz. O gün için
o müzik makamının hem Kürtlerle hem de
Hicaz’la alakası var demek ki.
Çinliler, yavaş yavaş gelmeye başladılar.
İranlılar ise dünyada itibarı en yüksek sine-
macılardan. Onlardan daha çok merak
uyandıran sinemacı yok. Bir İran filmi gel-
diği zaman festivalde herkes bilet alıyor.
Tüm dünyada bu böyle.
18
O zamanlar, diyelim ki iki üç bin makam bu-
luyorlar. Yani, 1259 yılında kurulan bu med-
reselerdeki müzik bilgisinin ve birikiminin, o
tarihte, dünyada eşi benzeri yok, Yani, mü-
zik, notalara matematikçiler tarafından dö-
külmüş. İran’lılar, bu kültürün, bu bilginin
esas mirasçısı. Çünkü Merağa dünyanın ilk
en büyük bilimsel müzik üniversitesi aynı za-
manda…
dem: İhsan Fazlıoğlu bir konferansında şöyle
diyor: Biz diyor, İbn-i Sina’ın tıpla ilgili kitabı-
nın (El-Kanun Fi’t-Tıp) yazılışının 1000. yıl dö-
nümü nedeniyle (2013 yılında) konferans
düzenlemeyi düşünüyorduk. Türkiye’de hep
tıp bilecek hem tıp tarihini bilecek, o za-
manla bu zamanın kitaplarını karşılaştıracak
birini arıyoruz. Türkiye’de aradık bulamadık.
Yurt dışından araştırdık diğer ülkeleri bir ke-
nara bırak sadece İsrail’de dört kişi bulduk
diyor. Tıp dünyamızı kendi eserimizi Türk-
çeye bile çevirmemişiz diyor. Yani, Basra böl-
gesindeki kültür daha bu tarafa/bize gelmiş
değil.
Mehmet Ali Verçin: Evet gelmedi, bırak ta-
rihi/kültürü insanların isimlerini bile yeni
yeni duyuyoruz.
dem: Türk filmlerine gelecek olursak, gördü-
ğüm kadarıyla Türk filmlerinde düşünce ve
olay geçişleri Kore filmlerinin aksine çok sert.
En son Ahmet Uluçay’ın “Karpuz Kabuğun-
dan Gemiler Yapmak” çok naif bir dil kullanı-
lıyor bu filmde örneğin.
Mehmet Ali Verçin: Ben, birkaç yönetmen
hariç, Türk filmlerini pek seyretmiyorum. Bi-
zim sinemacılar genellikle Beyoğlu ve Cihan-
gir etrafındaki insanların hayatlarıyla kesişen
filmler çekiyorlar hep onlarla ilgili yani. Bakış
açıları o… İnsan Yılmaz Güney’i dört gözle
arıyor. Hiç değilse adam hakiki toplumsal so-
runlarla uğraşıyordu.
Bu gün sinema kadar insan etkileyen ve
hatta yönlendiren ikinci bir sanat alanı yok.
Bir Müslüman olarak, üçüncü kişilere, İslam
ahlakını, en güzel şekilde sinema filmlerinin
içkin özüyle anlatılabileceğine inanıyorum.
Büyük paraların, sinemaya yatırılması başa-
rıyı daha da kesinleşti-
rir. Bu gün ÇAĞRI filmi-
nin oluşturduğu algıyı
ve ifade gücünü hangi
dil anlatabilir.
Bu gün kendi öz sine-
ması olmayan millet-
ler, belki de, düşmanla-
rının hikâyelerini dinli-
yorlar. Başka dinlerin
kutsallığıyla huşu bulu-
yorlar. İyi sinemacılar,
iyi senaristler, iyi yö-
netmenler bulup adam
gibi filmler çekmeliyiz.
19
Bu konu bir hayat memat meselesidir. Bir
güvenlik konusudur.
Çağrı filmine yetiştiniz mi, seyredebildiniz
mi?
dem: Biz televizyondan izleyebildik.
Mehmet Ali Verçin: Çağrı filmi sinemalarda
gösterildiği zamanlarda, sinemalar, sine-
maya hiç gitmeyen insanlarla dolup taştı. Bu
film sayesinde, hidayete ermiş insanlar oldu-
ğunu duyduk, lakayt Müslümanların da İs-
lam’a dönüş yaptığını gördük ve yaşadık.
Dindar Müslüman kişiler de, hayatlarında
kendilerine çekidüzen vermeye başladılar.
Bu değişiklikte çağrı filminin çok etkisi oldu.
Sonuçta dünya İslam’a daha sempatik bak-
maya başlamıştı ki, BATI bunu engellemek
için “islami terörizm orduları ve kavramla-
rıyla saldırıya geçip bu imajı yıktı.
Bazen artık ülkemizde cami ihtiyacı kalmadı,
‘camiye yardım der’ gibi, Sinemaya yardım
parası toplayıp film mi çeksem diye düşünü-
yorum.
Toplumu dönüştürmek gibi, toplumu yenile-
mek gibi bir şey yapacaksan oturup bahset-
miş olduğumuz İbni Sina’nın fikirlerini ve ya-
şadığı dönemin sosyal ve ilim geleneği hak-
kında merak ettirecek şekilde film yapmak
lazım. Zamanının toplumsal yapısı, bulun-
duğu ülkelerdeki sosyal sorunları, sorumlu-
luğu, savaşları işin içerisine katarak arada
İbni Sina’nın görüşlerini serpiştirerek, İbni
Sina’ya merak uyandırmak. Kimdir İbni
Sina herkes onu tanımak isteyecek. Avru-
palı’lar bunu yapıyor. Mesela, matematik-
çinin hayatını çekiyor. .
dem: John Nash’i örneğinde olduğu gibi biz
“akıl oyunları” filmini merakla izledik.
Mehmet Ali Verçin: Film, John Nash’i öyle
bir senaryo ile anlattı ki yani John Nash’in
gerçek hikâyesi gölgede kaldı. Film daha
başarılı John Nash kendisinden...
Eğer biz bu işlerle ilgili bir başarı gösterebi-
lirsek… örneğin Avrupa’da sanayide çalı-
şan işçi oranı %10’a düşmüş. Bizde %20. Gö-
rülüyor ki, insanlar için hizmet ve eğlence
sektörü çok önemli bir hal aldı. Bizde de öyle
ama gelecekte daha da önemli olacak. Mesaj
taşıyıcı filmler olacak, diziler olacak, kitap
olacak zaten öyle olmalı. Diyelim uluslararası
dış ticaretle ilgili bir kitap okuyoruz kitapta
yazar, kendi ülkesinin uluslararası ticarette
nasıl daha avantajlı olabileceğini anlatıyor.
Sanat alanında, örtük ve iddialı kültürel sa-
vaşlar yapılıyor ve bu aynı zamanda ekono-
mik geleceği de olan bir alan. Önümüzdeki
dönemde filmler artık, Milyar Dolar ciro ya-
pabilecek bir sektöre dönüşecek.
dem: Güzel sohbetiniz için çok teşekkür ede-
riz.
Mehmet Ali Verçin: Ben teşekkür ederim
ayağınıza sağlık.
20
Yılkı Atı. Belki de birçoğumuzun daha önce
duymadığı bir kelimedir Yılkı kavramı.
Anadolu da çocukluğunu geçiren hele de
köylü çocuğu olanlar bu kelimenin anlamını
muhakkak ki biliyorlardır. Yılkı, bir başlarına
dağlarda gezen atlara verilen bir isimdir.
Aslında belki benim içinde çok ehemmiyeti
olmayan bir kelimeydi yılkı. Ta ki Abbas
Sayar’ın Ötüken yayınevinden çıkan aynı
isimli kitabını görene dek…
Kendisi Yozgatlı olan Abbas Sayar Yılkı Atını
anlatırken muhteşem bir Anadolu
ve bozkır tasviri yapıyor.
Çocukluğunun geçtiği yerleri
öylesine müthiş bir gözlemle tasvir ediyor ki
kendinizi bir anda Anadolu’nun bozkırlarında
buluyorsunuz. Bu betimlemeler benim hiç
sevemediğim bazı Rus yazarlarının bazen bir
sayfayı bulan uzun tasvirleri gibi değiller. On,
bilemediniz on beş kelimelik ama sizi
oradaymışçasına sarıp sarmalayan tasvirler.
Hikâyemiz Doru isminde bir kısrağın etrafında
geçiyor. Doru tam bir Anadolu şivesiyle
söylenen Üssüğünoğlu İbraam (Hüseyin oğlu
İbrahim) efendinin atıdır. Üssüğünoğlu
yaşlanan Doru kısrağı yiyeceği bir kap samanı
hesap etmesinden ötürü yılkılığa ayırmıştır.
Doru bir kış günü yayımdan (otlamadan)
gelen diğer hayvanlarla birlikte ahıra alınmaz
ve taşlanarak kovalanır, dağlara terk edilir.
Dağlara terk ediliş esnasında; Doru’yu
çocukların dağa götürüp bırakması,
arkalarından geri gelen atın çocuklar
tarafından babalarının tembihlemesi üzerine
taşlanarak geri döndürülmeye çalışılması, iki
kardeşin o anda yaşadıkları duygusal
kırılmalar tek kelimeyle enfes bir okuma zevki
veriyor.
Hikâye bu aşamadan sonra hüzünlü bir o
kadar da empatik olmaya başlıyor. Bir atın
gözünden dünya nasıl görünür diye hiç
düşünmemiş olabilirsiniz. Bizim gibi hedef
peşinde koşturan, bir dünya meşgalesi olan
insanların bunları düşünecek vakitlerinin
olmaması da doğal karşılanabilir, tabi kitabı
okuyana dek. Ondan sonrasında kış günü
sıcacık ahırından çıkan bir hayvanın neler
yaşayabileceğini çoğunlukla hüzünle
okuyorsunuz. Hüzün derken kitabın sizi
daraltıp bunaltacağını sanmanızı istemem. Bu
usta bir kalemden çıkınca sizi merakla hüzün
arasında götürüp getiriyor. Yüzonbir sayfalık
bir kitapta bundan çok daha fazlasını
buluyorsunuz. Soğukla mücadeleyi, sıcacık
ahırından çıkan Doru kısrağın bilmediği
dağlarda titreyişlerini, sonrasında bir yılkı
sürüsüne dâhil oluşunu, en dehşetli
sahnelerle kurtlarla savaşlarını, hayatta
kalma mücadelelerini okuyacaksınız
Bozkırı Cengiz Aytmatov’un kitapları ile tanımış
ve sevmiştim. Dişi Kurdun Rüyası isimli
kitabında da bir kurt ailesinin başından
geçenler, yavrularını yitiren bir anne kurdun
gözünden anlatılmıştı. Cengiz Aytmatov’da
tasvirleri son derece güçlü bir yazar.
Okumayanlar için bozkırın bu güçlü kalemini de
tavsiye ediyorum. Yıllar sonra kendi bozkırımızı
kendi yazarlarımızdan birinin kaleminden
okumak beni çok mutlu etti. Abbas Sayar’ı da
rahmetle yâd ediyorum.
SİNAN PER
21
Nebi Pınar
ilim kurgu filmleri ile ilk defa kar-
şımıza çıkıp sonrasında hayatın
her alanında yükselen ivmesi ile
birçok sektörün gözdesi haline gelen yapay
zekâ nedir? Temel olarak canlı olmayan ma-
kinelere aktarılan insan davranışlarını anla-
yıp taklit edebilen yazılımlara yapay zekâ de-
nir. Bu yazılımlar düşünebilen, karar verebi-
len, mantıklı hamleler yapan ve bu hamleler
sonucunda neler olabileceğini hesaplayabi-
len yazılımlardır. Basit bir örnek vermek ge-
rekirse; bir çocuk elini sobaya ilk defa dokun-
durduğunda elini yakar. İki gün sonra tekrar-
dan sobaya dokunacağı zaman daha önce
dokunduğunda ne olduğunu hatırlar, dokun-
madan önce sıcak olup olmadığını anlamaya
çalışır ya da dokunmaz. Aslında yapay zekâ
algoritmalarının yaptığı da tam olarak budur.
Önceki deneyimleri belli algoritmalar kulla-
narak değerlendirip alacağı aksiyona karar
vermesidir.
Buradaki en önemli hususlardan biri; yapay
zekânın sürekli olarak öğrenerek her dene-
yimden sonra daha doğru ve mantıklı karar-
lar alabilmesidir. Öyle ki, yapay zekâ dünya-
nın en zor oyunu olarak bilinen Go’da, dünya
şampiyonu olan Lee Sedol’u yenerek herkesi
şaşkınlığa uğratmıştır. İlginç olan ise bu ya-
pay zekâ algoritması yalnızca bir Go sunucu-
sundaki amatör oyuncuların maçları kaydet-
miş, sonrasında kendi kendine yaptığı maç-
larla kendisini geliştirmiştir. Sonuç olarak, in-
sanoğlunun bu strateji oyunundaki binlerce
yıllık birikimini kırk gün gibi bir sürede kendi
kendini eğiterek alt edebilmiştir.
YA
PA
Y ZEKÂ
B
22
İnsan davranışları ve eğilimlerinin tespiti
başta olmak üzere özellikle askeri alandaki
uygulamaların vazgeçilmezi olan yapay zekâ,
bunun yanı sıra bankacılık, otomotiv, elekt-
ronik, eğlence, sigortacılık, üretim, sağlık,
petro kimya, robotik, uzay, telekomünikas-
yon ve güvenlik gibi geniş bir kullanım yel-
pazesine sahiptir.
Peki, yapay zekâ insanlığın sonunu
mu getirecek? Aslında bu soruların
cevabını verebilmek çok mümkün
değil. Fakat yapay zekâ algoritmala-
rının bir oyunda kaybedeceklerini
anladıkları zaman öfkelendikleri ve
kazanmalarını sağlayacak daha sal-
dırgan stratejiler geliştirdikleri bili-
niyor.
Bunun yanında pazarlama yapması için eğiti-
len iki chat-bot’un, insanları bir kenara bıra-
kıp kendi aralarında oluşturdukları bir dil ile
iletişim kurmaya başlamaları üzerine kapa-
tılmak zorunda kalınması da yakın zamanda
karşılaşılan bir durum.
Aslında iki botun, topları, şapkaları ve kitap-
ları alıp satmayı öğrenmesi, eşyalara değer
ataması ve ardından bunları kendi aralarında
takas etmesi gerekiyorken, okunduğunda
“anlamsız konuşmuşlar” denilen ancak bot-
lar tarafından gayet iyi anlaşıldığı fark edilen
konuşmalar yüzünden sistemin fişi çekilmiş.
Şu an emekleme aşamasına bile gelememiş
olan yapay zekâ, insanoğlunun ileriye gide-
bilmesi için kaçınılmaz gözüküyor. Milyar-
larca olasılıkları saniyeler içinde gören, de-
ğerlendiren ve karşı tarafı alt etmek için stra-
teji kurgulayan bir yapay zekâ, insan neslini
günün birinde “fazlalık” olarak görebilir
mi? Belki…
Stephen Hawking şöyle diyor: “Güçlü bir ya-
pay zekânın yükselişi insanlığın başına gelen
en iyi ya da en kötü şey olabilir. Hangisi ola-
cağını bilmiyoruz”.
İyi olması dileğiyle…
Önerimizdir:
http://www.acikbilim.com/2014/05/dosyalar/robot-da-olsa-insan-insandir.html
23
SAKLI
Bir sevdaya düştüm sandım
Sevdanın kendi düşürmüş beni
Aşk deryasına daldım sandım
Derya aşka daldırmış beni
Ben sana varırım sandım
Varan vardıran sarmış beni
Senden ayrım gayrım var sandım
Varım yoğum birde saklı
Bir ben var sandım bir de sen
Benim senim bir zan imiş
Bilen gören bir sandım
Görmeden bilen marifet ehli
Gidemem yorulurum
Zamanı yetiremem sandım
Gitmek te hayal, zaman da hayal imiş
Bir an varmış gerisi hayalmiş
Gidilen giden de var imiş.
İnciser Ünver
Foto
ğraf:
Ert
uğru
l G
azi B
UD
UR
24
“Hayatta Kalmak En Büyük Zaferdir”
Ufuk Kaya
Hani bazı yönetmenler vardır öve öve bi-
tirilemeyen, yere göğe sığdırılamayan,
eline kamera alıp uçan kuşları çekse izle-
nir denilen işte Christopher Nolan öyle
birine dönüşüverdi sinema dünyasında.
İlk uzun metrajlı filmi Takip (Following)
den onuncu filmi Dunkirk e kadar muh-
teşem işlere imzasını attı. Farklı türlerde
filmler çekme cesareti gösterip hepsinde
de mükemmeliyeti yakalamayı başarıyor
ve ona yapılan 2000 yılların Stanley Kub-
rick’i yakıştırmasını boşuna çıkarmıyor.
Çok sıradan bir senaryodan muhteşem
bir filmin nasıl olacağını ders niteliğinde
anlatan Akıl Defteri (Memento) gibi bir
sinema mucizesini yaratan Nolan, izleyi-
cinin zekâsına da güvenerek film çeki-
yor. Kara Şovalye (Dark Knight) üçlemesi
ile süper kahraman filmlerine yeni bir
soluk getirerek Batman karakterini çizgi
film tiplemesinden çıkarıp gerçek dün-
yaya sokarak baştan tasarladı adeta.
Prestij (The Prestige), Başlangıç (Incep-
tion) ve Yıldızlarası (Interstellar) filmleri
onu bir Star haline getirdi. Çektiği her
film kurgusundan müziklerine hikâyesin-
den kamera açılarına kadar hep bir bü-
tün olmayı başarmıştır. Bu yüzdendir ki
Dunkirk her karesinde Nolan’ın sihirli
dokunuşlarını hissettiren çok belirgin bir
yönetmen filmi ve bu filmi Nolan’ın fil-
mografisinden bağımsız değerlendirmek
mümkün değildir.
Film İngiltere, Fransa ve Belçika'ya ait
müttefik ordularından yaklaşık 400 bin
askerin, Fransa'nın İngiltere'ye çok yakın
Dunkirk bölgesinde Alman Ordusu tara-
fından karadan tamamen kuşatılmasını
anlatıyor.
Almanlar bu askerleri hava bombardı-
manlarıyla yok etmeyi planlarken, İngiliz
Başbakanı Churchill'in yönlendirmesiyle
askerleri kurtarabilmek için çok tehlikeli
ve savaşın gelişimi açısından hayati
önemde bir tahliye operasyonu başlatılı-
yor.
İkinci Dünya Savaşı'nın kaderini belirle-
yen olaylardan ve dünya savaş tarihine
25
geçmiş en büyük geri çekilişlerden birini
askerlerin gözünden ele almaya çalışan
film “Hayatta kalmak en büyük zaferdir”
düşüncesini referans alarak ne ucuz kah-
ramanlık hikâyesine soyunuyor nede soy-
kırım propagandası yapma derdine düşü-
yor. Nazi askerlerinden kaçıp Dunkirk li-
manına sığınmış müttefik askerlerin can-
larını kurtarma mücadelesine seyircinin
tanık olmasını istiyor. Bu mücadeleye ta-
nık olurken tek bir düşman askeri bile
göstermeyi tercih etmiyor. Ölüm kor-
kusu, çaresizlik, hayatta kalma içgüdüsü
gibi hislere odaklanılmasını istediği için
çok fazla diyaloğa yer vermeyi ve karak-
terleri derinleştirmeyi tercih etmiyor. Az
diyalog ve yüzeysel karakter tercihi belki
de tek eksi taraf olarak görülebilir ama bu
durum filmin başarısına gölge düşürmü-
yor.
Geniş açılı kullanılan kameraların etkisi
ve karakterleri takip eden çekim yöntemi
ile film izleyiciyi ilk açılış sahnesinden iti-
baren filmin içine sokmayı başarıyor ve
bir buçuk saat boyunca da çıkartmıyor bir
daha. Tempo hiç yavaşlamadığı için seyir-
cinin çıkmasına müsaade etmiyor as-
lında.
Hikâye örgüsünü üç farklı mekânda ve
üç farklı zaman dilinde ele alan film, ka-
rada yaşanan olayların bir haftasını de-
nizde yaşanan olayların bir gününü ve
havada yaşanan olayların bir saatliğini iç
içe geçmiş kurguyla seyircinin kafasını
karıştırmadan ve rahatsız etmeden an-
latmaya çalışıyor. Basit hikâye doğrusal
olmayan bir zaman kurgusuyla muhte-
şem bir filme dönüşüyor. Filmlerinde di-
jital efekt kullanmayı tercih etmeyen
Nolan’ın gerçek mekanlar kullanarak
çektiği sahneler Hans Zimmer’ın harika
müzikleriyle o kadar uyumlu kurgulan-
mış ki film boyunca gerilim bir saniye
azalmıyor ve ortaya müthiş bir seyir
zevki çıkıyor. Filmin en büyük kozu mü-
zikleri demek yanlış olmaz.
Dunkirk, Nolan filmleri içinde belki en
iyisi değil ama son yılların en farklı, en
özgün, müzikleri, kurgusu ve sinematog-
rafisiyle en izlenesi savaş filmi.
İyi Seyirler,
26
KAÇAK DÖVÜŞ
Büyüklük geniş olmakla kaim olsa gerek
Tıpkı denizler gibi
Irmakların, nehirlerin denize dökülmesi
Bir övgüdür kente
Biliyorum
Benim evimin değildir
Irmağın denize taşıdığı kum tanecikleri
Bilmek te yetmiyor bazen
Çünkü ırmak boyuna akıp gidiyor
Budur maviliğin derdi
Budur ırmağın bildiği gerçek
Şehirler köyler kasabalar insanlık
Doldurur nehirleri ölmüş bilinen o yığıntıyla
Onca vebalin yükü zor gelir elbet
Daracık vadiler engin kayalıklar
Daraltır akışkanlığı
27
İnsanlığın gizli tarihi doldurdukça nehri
Veba gibi sarar suyun rengini
Kara kapkara bir çamur rengidir gözyaşları nehrin
Köylü çıldırdıkça çıldırır
Gece hatırlatır kendini meydanlarda
Aşkın bataklığı kururken
Dört duvarın arasına sıkışır ölüm duygusu
Attığım her adım
Bakışlarımdan çıkan her bir göz hamlesi
Yersiz bir sevinçle birlikte kenti kuşatır
Sonra merak duygusu öfkeye
Öfkeli ilahların bolca olduğu bir kentte
Saat kuleleri eksik gösterir zamanı
Işıklar takınmış
Yaşlı bir masanın etrafında
Kimilerine bir şarkı gibi gelmektedir,
Denizden kente övgüler.
Her şey istenildiği gibidir oysa
Aldığımız hava tebessümlerimiz yaşamak duygusu
Her şeyin sınırlarını patronlar belirler
Eve giden yoların yönü sararmış bir ot yığını gibidir.
Bahse girerim
Bir şairin uyarıları olmasa
Zihnimdeki sakallı adamların hepsi zorbalaşır
Bozulur adımın anlamı.
Mehmet Sabri ÇIRAK
Fotoğraflar: Mustafa KILIÇ
meyl
söz bir tohumdur bir kuşanmadır,
ve aşk bir yanma şeklidir.
insan, neye meylederse onu sever,
nereye bakarsa oraya gider
yine de döner kendi hikâyesine küser.
talip tosun
Fotoğraf: Rabia DURSUN