demir kucukaydin - birlik mi rekompozisyon mu - bildiriler ve degenlendirmeler - v - 3

85
Demir Küçükaydın Birlik mi? Rekompozisyon mu? “Kuruçeşme Süreci”nin Değerlendirilmesi ve Bildiriler Yayınları

Upload: demir-kuecuekaydin

Post on 21-Mar-2016

235 views

Category:

Documents


14 download

DESCRIPTION

 

TRANSCRIPT

Page 1: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

Demir

Küçükaydın

Birlik

mi? Rekompozisyon

mu? “Kuruçeşme Süreci”nin Değerlendirilmesi ve Bildiriler

Yayınları

Page 2: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

1

BBiirrlliikk mmii?? RReekkoommppoozziissyyoonn mmuu?? ““KKuurruuççeeşşmmee SSüürreeccii””nniinn DDeeğğeerrlleennddiirriillmmeessii vvee BBiillddiirriilleerr

DDeemmiirr KKüüççüükkaayyddıınn

ÜÜççüünnccüü SSüürrüümm

HHaazziirraann 22001122

DDiijjiittaall YYaayyıınnllaarr

İİnnddiirr –– OOkkuu –– OOkkuutt -- ÇÇooğğaalltt –– DDaağğııtt

Bu kitap Köxüz sitesinin dijital yayınıdır.

Kar amacı olmadan, okumak ve okutmak için, indirmek, dijital olarak

basmak ve dağıtmak serbesttir.

Alıntılarda kaynak gösterilmesi dilenir.

YYaayyıınnllaarrıı

Page 3: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

2

Birlik mi? Rekompozisyon mu?

Birlik tartışmaları İçin Değerlendirmeler ve Bildiriler

İçindekiler

Birlik Tartışmaları Üzerine 4

Birlik = Bölünme: Unutulan Bir Denklem 4

“Kuruçeşme”nin Tarihteki Olası Yeri 6

“Kuruçeşme”nin Hayalleri 8

Parti Konusunda Üzerinde Düşünülmesi Gereken Bazı Sorular 11

“Sosyalistlerin Birliği” Kimin İçin Gerekli? 13

Avrupa’daki “Birlik Tartışmaları”nın Gayrı Resmi ve Öznel Bir Tarihi 14

Sunuş 14

Toplantı’ların Tarih Öncesi 16

Frankfurt Toplantısı 19

İlk Bocholt Toplantısı 24

Avrupa’da Kadınlar 29

Komisyon Çalışmaları 31

Londra 34

Duisburg 34

Berlin 34

Paris 34

Basel 34

Amsterdam 34

Hamburg 34

Frankfurt 34

Son Bocholt Toplantısı 36

Hangi Konular, Nasıl Bir Öncelik Sırasına Göre, angi Biçimler Altında Ele Alınmalı? 38

Program Anlayışları 44

Marksizm ve Günümüz Dünyası 49

Günümüz ve Marksizm Konusunda Tebliğler ve Tartışmalar Üzerine Bir Değerlendirme 55

Sunuş 55

Günümüz Dünyası ve Marksizm İlişkisi Hangi bağlamlarda Ele Alınabilir 56

Page 4: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

3

Marksizm Nedir? İşçi Hareketi ve/veya Sosyalizm mi? 59

Marksizm, Hangi Marksizm? 60

Marksizmin Hangi Veçhesi 63

Sosyalist Demokrasi Tartışmalarında Pek Tartışılmayan Bazı Sorunları Açma Denemesi 68

Sunuş 68

Sosyalist Demokrasi Tartışması’nın Bazı Metodolojik Sorunları 69

Proletarya Diktatörlüğü Deneylerinde Hangi Problemler Çözülmeye Çalışılmıştı? 73

Görüşlerin Seçmenler İçindeki Oranının Temsilcilere Yansıması ile Seçilenlerin Her An

Geri Alınabilmesi Sorunlarının Çelişkisi 74

Diğer Emekçi Tabakaların Oy Hakları ve Ağırlıkları Sorunu 75

İş Yerlerine Göre Sovyetler Günümüzde İşçi Sınıfının İradesini Yansıtmaya Ne Ölçüde

Hizmet Eder? 76

Partiler Sorunu 77

Diğer Baskı Biçimleri ve Sosyalist Demokrasi 78

Doğrudan Demokrasi Olanakları 79

Sosyalist Demokrasi’nin İlkesi ve Maddi Temeli 79

Kuruçeşme Toplantıları Genel Kurulu’na (Kuruçeşme’ye Mektup) 83

Page 5: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

4

Birlik Tartışmaları Üzerine

Birlik = Bölünme: Unutulan Bir Denklem

“Birlik”!.. Son ayların ve yılların büyülü sözcüğü. Herkes birlikten yana. Peki niçin birlikten

yana da bölünmeden yana değil? Tartışmaların adı niçin “Bölünme Tartışmaları” değil de

“Birlik Tartışmaları”? Adı “Bölünme Tartışmaları” olsa daha mı yanlış olurdu?

Burjuva aydınlanmacıları, soyut bir insan özü anlayışından hareketle bütün insanların iyi

doğduğunu ama onların bazılarını toplumun kötü yaptığını söylerlerdi; Hegel de, bu

yaklaşımın yanlışlığını göstermek için, “bütün insanlar kötü doğarlar, onların bir kısmını iyi

yapan toplumdur” gibilerden bir şeyler söylemiş. Aslında bu önerme de, aynı yaklaşım

çerçevesinde en azından birincisi kadar doğrudur; hatta birincisinin ve kendisinin saçmalığını

gösterdiği için, birincisinden çok daha doğrudur.

Benzer bir yaklaşım “Birlik Tartışmaları” adına da uygulanabilir. Tartışmaların adı “Bölünme

Tartışmaları” olsaydı, en azından “Birlik Tartışmaları” kadar doğru, hatta her birliğin aslında

bir bölünme olduğunu hatırlattığı; saçma bir birlikçilik yarışması ve bölücülük suçlaması

olanağını ortadan kaldıracağı için, yüz kat daha doğru olurdu.

Evet, tekrar, o unutulmuş, “eski”, diyalektiği biraz hatırlamak gerekiyor.

“Birlik” kavramı, kendisi aynı zamanda kendi zıttı olan bir kavramdır, tıpkı üretim gibi.

Üretim, aynı zamanda tüketimdir de. Herhangi bir ürün üretilirken, hammadde, enerji, iş gücü

tüketilir. Ya da herhangi bir ürün tüketilirken, artıklar, çöpler, işgücü üretilir. Aslında üretim

ve tüketim, bir ve aynı sürecin iki yüzünden, hatta bakış açımıza göre değişen iki farklı

adlandırılışından başka bir anlam taşımazlar. Üretim sözcüğünün kullanıldığı her yere, aynı

rahatlıkla tüketim sözcüğünü koyarak, aynı doğrulukta önermeler elde edilebilir.

Soruna böyle, artık unutulan diyalektik bir bakış açısıyla bakılınca, kimi çok parlak gibi

görülen adlandırmaların, aslında hiç bir şeyi açıklamadığını daha açık görmek mümkün

olabilir. Tipik bir örnek: “Tüketim Toplumu” kavramı. Aynı topluma “Üretim Toplumu”

dendiğinde hiç de farklı bir şey söylenmiş olmaz. Sadece aynı sürece başka bir koordinat

sisteminden bakarak bir isim verilmiş olur. Bir şeyin tüketilmesi için üretilmiş olması gerekir.

“Tüketim Toplumları” aynı zamanda “Üretim Toplumları”dır. Peki o halde, niye “Üretim

Toplumu” denmiyor da “Tüketim Toplumu” deniyor? Bunun nedeni, bilimsel değil,

psikolojik ya da ideolojik kaygılarda bulunabilir.

Aslında “Tüketim Toplumu” kavramıyla kastedilen, insanın mutluluğu ve yaşaması için hiç

de gerekli olmayan şeylerin bol miktarda üretildiği bir toplumdur. Fakat kastedilenin bu

Page 6: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

5

olması halinde de, Tüketim Toplumu (veya Üretim Toplumu) kavramları ile açıklanmak

istenen arasında bir açıklama ilişkisi ortaya çıkmaz. Çünkü, üretim veya tüketim toplumu

kavramı, üretilen veya tüketilen şeylerin niteliğini değil, sadece niceliğini bir ölçü olarak ele

alır.

Eğer tarihte her toplumun aynı zamanda üretim ve/veya tüketim toplumu olduğunu; bu

anlamda modern uygarlığın bir istisna oluşturmadığını; ama “tüketim toplumu” derken,

örneğin bol miktarda çöp üreten bir toplum kastedildiğini bilir; “tüketim toplumu” kavramının

aslında anlamsız ve yanlış, hiç bir açıklayıcı değeri olmayan bir kavram olduğunu bir an bile

aklımızdan çıkarmazsak; ve tüketim sözcüğünün üretime göre daha prejoratif, kötüleyici,

aşağılayıcı bir anlamı olduğu için, yani bilimsel değil; tarihsel, ideolojik veya psikolojik

nedenlerle “üretim toplumu” değil de “tüketim toplumu” dediğimizi unutmazsak;

kastedilenin kısa bir şekilde ifadesini sağladığı için, tıpkı Avrupa Ekonomik Topluluğu yerine

AET denmesi gibi, bir kot olarak kullanmak ekonomi sağlayabilir.

Aynı ilişki Birlik ve Bölünme için de geçerlidir. Niçin “Birlik Tartışmaları” da “Bölünme

Tartışmaları” değil veya niye “Sosyalist Birlik” diye bir dergi çıkarılıyor da “Sosyalist

Bölünme” diye değil? Birincisi ikincisinden daha mı doğru? Hayır. Sadece psikolojik ve

ideolojik bir avantaj sağlanıyor. “Bölme” ya da “bölünme” olumsuz bir anlam taşır.

Her birlik bölünmedir. Bölünmesiz birlik, birliksiz bölünme mümkün değildir. İnsanları

herhangi bir kritere göre bölmek isteyin, onları aynı zamanda birleştirmiş olursunuz.

Kanarya sevenler derneği kurmak, kanarya sevenleri birleştirmek istiyorsanız, kendinizi

kanarya sevmeyenlerle bölmek, kanarya sevmeyenlerin birliğin içinde yer alamayacağını

belirtmek, en açık biçimde bölücülük yapmak zorundasınızdır. Ama diyebilirsiniz ki, “biz

kanarya sevmeyenlerle de bölünmek istemiyoruz, onlar da derneğimize üye olabilirler”. O

zaman da, kanarya sevmeyenlerin derneğe üye alınmasını istemeyenlerle bölünmüş

olursunuz. Birlikçi olmanın bölücü olmaktan başka bir yolu yoktur. Bölücü olmanın da

birlikçi olmaktan başka yolu yoktur. Nasıl her üretim eylemi aynı zamanda tüketim ise,

nasıl her temizleme eylemi aynı zamanda bir pisleme eylemi ise, her birlik eylemi de bir

bölme eylemidir. Aslında sorun hiç bir zaman üretimci ya da tüketimci, temizlikçi ya da

pislikçi, bölünmeci ya da birlikçi olmak değildir. Biri olduğunuzda otomatikman onun zıttı da

olursunuz. Sorun neyin üretilip neyin tüketildiğidir; neyin kirletilip neyin temizlendiğidir;

neyle birleşilip neyle bölünüldüğüdür.

“Bütün Sosyalistler Birleşsin”, “bunu istediğimiz için “Birlik Tartışmaları” diyoruz” mu

diyorsunuz? Ama o “Bütün Sosyalistler” içinde “Bütün Sosyalistlerin” birleşmesinin ancak

devrimci bir program bazında olursa doğru olacağını düşünenler de vardır.

Bunlarla bölünmeden “Bütün Sosyalistler Birleşsin” tezinizi savunamazsınız. Demek ki

hedefiniz, o güzel “bütün sosyalisler” değil, örneğin en azından, devrimci bir program

gerekmeden birleşebileceğine inananlardır. O zaman da adınızı, niye daha dürüstçe örneğin

“birleşmenin ancak devrimci bir program temelinde olacağını düşünen sosyalistlerle bölünen

sosyalistler” olarak adlandırmıyorsunuz? Bu daha mı yanlış olurdu? Hayır, aksine gerçekliği

Page 7: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

6

daha açık ifade ettiği için bin kat daha doğru olurdu.

Evet artık böyle, provakatif adlandırmalara, insanların ön yargılarına, psikolojilerine değil,

zekalarına, düşüncelerine hitap eden adlandırmalara ve dile ihtiyaç var.

Artık “Elbiselerimi, tabakları yıkıyorum” değil, “Elbiselerim ve tabaklarla suyu kirletiyorum”

demeliyiz. Bu çok daha düşündürücü ve uyarıcı. Artık örneğin “Sosyalist Birlik” değil,

“Sosyalist Bölünme”yi çıkarmak gerekiyor. “Sosyalist Birlik” toplantıları değil “Sosyalist

Bölünme” toplantıları örgütlemek gerekiyor. Bu isimlerin hiç biri daha doğru ya da daha

yanlış değildir ama hiç olmazsa çağın ihtiyaçlarına daha uygun, daha düşündürücüdürler.

“Birlik” sözcüğü neyle birleşilip neyle bölünüldüğünü gizlemeye yarar, ama “Bölünme”

sözcüğü tam da neyle bölünüldüğü dolayısıyla neyle birleşildiği sorusunu kışkırtır. Soru

şudur: neyle birleşiliyor, neyle bölünülüyor; neyle birleşmek, neyle bölünmek gerekir?

“Kuruçeşme”nin Tarihteki Olası Yeri

Artık “Kuruçeşme Süreci” diye adlandırılan “Birlik Tartışmaları” Türkiye Solu’nun kendi

ölçüleri ve tarihi açısından bakıldığında, sadece var oluşuyla bile başlı başına bir başarı

olarak görülebilir. Bu tartışmalar, Türkiye’deki Sosyalist kadroların gerek nitelik, gerekse

nicelikçe en önemli bölümünü kapsamıştır. Türkiye ve Avrupa’da tartışmalara katılan,

bildiriler sunan isimlere bakıldığında, 1960’lardan beri mücadele içinde bulunmuş ve hala

politik olarak aktif kadroların hemen hepsinin doğrudan ya da dolaylı olarak tartışmalar içinde

olduğu görülür. 1960’larda TİP saflarında mücadeleye başlamış; FKF ve DEV - GENÇ

deneylerini yaşamış; 12 Mart’ı hapiste ya da gizlilikte geçirmiş; 1974 sonrasının muazzam

kitleselleşme dalgasında genellikle bir örgütün yönetiminde bulunmuş; 12 Eylül dönemini

yine hapis, sürgün veya illegalite koşullarında geçirmiş kadroların, yani sol hareketin son 20 -

30 yıllık birikiminin büyük bölümü bu tartışmalarda doğrudan veya dolaylı yer aldı. 1960’lar

bir yana bırakılırsa son yirmi yılda ilk kez böylesine geniş ve değişik çevreleri içine çekebilen

bir tartışma yaşandı.

Teorik bakımdan da durum pek farklı değildir. Özellikle “Devrimci Blok”un metinlerine

bakıldığında, savunulan teorik tezlerin genel ortalamalarıyla Türkiye sol hareketinin son 30

yıllık tarihinde ulaşılan en ileri noktayı temsil ettikleri kolaylıkla görülebilir.

Bu isimler, ortaya çıkan metinler düşünülünce sadece bu tartışmaların bile sosyalist harekete

muazzam bir itilim, bir dinamik kazandırması umulurdu. Ama bütün bu beklentiler

gerçekleşmemiştir; umuttan ziyade bir bezginlik egemendir; kimse sonuçtan memnun

değildir.

Aslında Kuruçeşme’nin kahramanca diye nitelenebilecek bir yanı da vardır. Türkiye ve

Dünyada Marksizmin diskredite olduğu bir dönemde, en azından “Devrimci Kanat”ın

metinleri bakımından, devrimci sosyalizme doğru, Marksizme doğru, akıntıya karşı bir

Page 8: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

7

çabadır da.

Fakat bütün bu kahramanca yanına rağmen, onun garip, ifadesi güç, traji komik denebilecek

bir yanı da vardır. Sanki bütün o tartışmalar bu dünyanın dışında yapılıyor gibidir.

Onun bu yanı denebilir ki, sosyalizmin, Marksizmin trajedisinden, bu trajedinin sonuçlarını

yaşamasından kaynaklanıyor. Bir an için, dünya tarihsel açıdan baktığımızda, onun

gerçekten çok geç kalmış bir çaba olduğu görülüyor. Hayat Türkiye Sosyalistlerinin teorik

evriminden çok daha hızlı evrilmiştir.

Modern fizik evrenin oluşumunun ilk dönemlerini anlayabilmek için teleskoplarla daha

uzağa, labaratuarlarda daha sıcağa ulaşmaya çalışıyor. Teleskoplar ne kadar ileriye bakarsa

zaman içinde o kadar geriyi görüyor. Labaratuarlarda ne kadar yeni sıcaklıklara ulaşılırsa o

kadar eski sıcaklıklara ulaşılmış oluyor.

Stalinizm denen o korkunç, ve çok kullanıldığı için artık korkunçluğunun çapı kavranılmaz

olan yozlaşma sonucunda dünyaya gözlerini stalinist teoriyle açmış ve onu marksizm sanan

marksistler ne kadar ilerlerlerse o kadar geriye varıyorlar ya da tersinden ifade edersek,

marksizmin tarihinde ne kadar geriye giderlerse o kadar ileriye ulaşmış oluyorlar.

68 kuşağının teorik serüveni bir bakıma zaman içinde geriye doğru bir yolculuktur, ama bu

geriye doğru yolculuk aslında onun kendi hareket noktasına göre ileriye doğru bir gidiş

anlamına gelmektedir.

Bizler önce metafizik burjuva sosyolojilerini marksizm sanarak işe başladık; sonra Mao,

Stalin, Politzer’leri keşfettik; onlardan öğrendiklerimizi marksizm sandık. Birkaç on yılımızı

da onların marksizminin marksizm olmadığını anlamakla kaybettik. Marx, Engels, Lenin,

Troçki, Lüxemburg’ların marksizmine, yani suyun kaynağına ulaşmamız; zaman içinde daha

geriye gidişimiz; daima daha eski teorisyenleri buluşumuz bizim kandi hareket noktamız

açısından hep bir ilerlemenin ifadesi oldu.

Bütün bu teorik çabanın elbette bir tek hedefi vardı, yaşadığımız çağın sorunlarını anlayıp

çözebilmek için daha sağlam ve gelişkin bir teoriyle donanmak. İşte 68 kuşağının trajedisi bu

noktada başlıyor. Tarih bizi beklemiyordu, o kendi yolundan muazzam bir hızla gidiyordu.

Bizlerin aşağı yukarı 30 yıllık bir çabamıza malolan, yaşadığımız dünyayı açıklayabilmek için

otantik ve devrimci marksizmi yeniden keşfedişimiz süresinde, yaşadığımız dünya öylesine

değişmişti ki, biz onları keşfettiğimiz sıra, artık o araçlar yaşadığımız dünyanın sorularına

cevap verme yeteneğini yitirmişti. Bütün hayatımızı verdiğimiz çaba sonunda ulaştığımızın

birdenbire artık pek az işe yararlığını görmek; bunu kabullenmek gerçekten kolay değil.

Çoğumuz bu gerçeği görmek istemiyoruz. Kolay değil, bir kuşağın en verimli çağlarına mal

olmuş bir çabanın birden bire pek az işe yaradığını görmek ve bunu kabullenip her şeye

yeniden başlayabilmek. Gerçek durumu kavrama cesaretini gösteremeyince, gerçekleri

bizlerin çabasını anlamlı kılacak biçimde görmeye çalışıyoruz ve giderek bir hayal aleminde

yaşamaya başlıyoruz. Bu ise 68 kuşağının gelecek yükselişlere bir soluk verebilmesi, onların

ufkunu açabilmesi olanağını yok ediyor.

Page 9: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

8

Olan bir bakıma, bilgisayar alanında son yıllarda çok sık raslandığı gibi, kimi keşiflerin daha

piyasaya çıkmadan moral yıpranmaya uğrayıp değersizleşmelerine benziyor. Uzun çabalar

sonucu, stalinist dejenerasyondan azade marksizmi keşfeder gibi oluyoruz, ama bu arada

toplum öyle değişmiş ki, bu keşfettiğimiz biçimi ve problematikleriyle marksizm artık o

toplumun sorunlarına pek az cevap veriyor. O sorunları kavrayabilmek ve onlara cevap

verebilecek bir ilerlemeyi marksist teoride başarabilmek için ne zamanımız ne de

birikimimiz var. Böylece dünyaya gözlerini o toplumun sorunlarıyla açmış yeni kuşaklarla

ortak sorunları tartışma, bir bağ kurma olanağını yitiriyoruz. İşin ilginci, bizler için muazzam

çabalara mal olmuş sonuçlar, yeni kuşaklar için kendiliğinden öyle. Örnek mi? Öu sosyalist

demokrasi konusu. Bizlerin muazzam teorik ve pratik çabalarla ulaştığımız sonuçlar, yeni ve

hatta yenilerin apolitik kuşakları için zaten kendiliğinden öyledir. Bunu birkaç yıl önce

Fransa’da gerçekleşen öğrenci hareketi kanıtladı. Kapitalizm küçük burjuva hayalleri

devrimci örgütlerin çabasından çok daha hızla ve büyük ölçülerde yok ediyor.

İşte artık “Kuruçeşme” diye bilinen “Birlik Tartışmaları” girişiminin trajedisi tam da

buradadır. Türkiye solunun ölçülerine ve hareket noktalarına göre, özellikle “Devrimci

Kanat”ın çıkardığı ürünler bakımından gerçekten muazzam bir ilerlemedir. Ama bu

muazzam ilerleme, dünya tarihi bakımından 1920’lerin otantik marksizminin ulaştığı

sonuçlara ulaşmaktan başka bir şey de değildir. Ama bu arada 70 yıl geçmiştir ve bu 70 yıl

boyunca dünya öyle değişmiştir ki, o sonuçlar bu günün dünyasının sorunlarına cevap

veremez olmuşlardır; moral yıpranmaya uğramışlardır.

Tarih marksistlerden yeni sorular sormayı bekliyor. Kuruçeşme ise, eski sorulara yeni ve

belki de en ileri cevapları verebilmiştir ama yeni soru soramamıştır.

Kuruçeşme’nin bütün zaafları onun bu niteliğinden kaynaklanmaktadır. Ne var ki, katılanlar,

onu Türkiye sosyalist hareketinin kendi hareket noktaları ve sorunları açısından

değerlendirdikleri için bu niteliğini görmemekte, zaaf ve başarılarını başka yerlerde

aramaktadırlar.

Onun temel zaafı 1920’lerin devrimci marksist pozisyonlarıyla günümüz dünyasının ve

Türkiye’sinin sorunlarına cevap bulunabileceğini düşünmesindedir. Bu nedenledir ki teorik

tartışmalara yeni bir soluk, toplumun entellektüel hayatına yeni bir canlanma getirebilmekten

uzak kalmıştır.

Tarih herhalde Kuruçeşme’yi verdiği cevaplardan dolayı değil, sormadığı sorulardan dolayı

bir yerlere koyacaktır.

“Kuruçeşme”nin Hayalleri

“Kuruçeşme” herhangi bir grubun doğrusal büyüme hayaline son vererek yola çıkmıştı, fakat

zaten önceden pratik tarafından son verilmiş bu hayalin yerine yeni hayaller geçirmekten

başka bir şey yapmadı. Nedir bu yeni hayaller? Bir kaçı şöyle sıralanabilir: Eski

Page 10: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

9

paradigmalara bölünmüş olanların birleşebileceği hayali; örgütlerin bir birleşmeye

çekilebileceği ve örgütlerden ayrılanlarla birleşebileceği hayali; birleşilse bunun mücadeleyi

geliştireceği hayali. Aslında bu üç hayal birbirine sıkıca bağlıdır ve sürekli olarak birbirini

doğurur. Herhangi birinden hareketle diğerleri üretilebilir.

Örgütler’den başlayalım. Aslında “Kuruçeşme” yi başlatan çağrı ve bu süreç, sosyalistler

arasında var olan, temeli olan bir sürecin üst yapısı gibidir. Sosyalistlerin büyük bir bölümü

için örgütsel yapılarla kopuşma ve stalinizmle hesaplaşma birlikte gelişiyordu. İşter istemez

her örgüt içinde, örgütsel yapıları sorgulayanlarla eski biçimleri ve teorik temelleri savunanlar

şeklinde yatay bir bölünme dalgası yaşanıyordu. Elbet bu bölünmede, sorgulama ve örgütlerin

dışına kayış, tıpkı narodniklerle marksistlerin bölünmesinde narodnizmden kopmanın bir

kısım marksistler için burjuva reformizmine kayış anlamına gelmesi gibi, kimileri için

devrimci ve radikal pozisyonların terki anlamına da geliyordu.

Ancak, toplumsal ölçülere göre bu sağa kayış, pekala hareketin kendi evrimi bakımından

devrimci biçimler içinde olabilir ve içinde bulunulan momentte önemli olan bu yanıdır.

Örneğin örgütlerde genellikle daha inançlı ve militan tiplerin kalması, politik olarak daha

radikal olmaları onların hareketin gelişiminin önünde bir engel olmaları gerçeğini

değiştirmez. Bugün için önemli olan, hareketin kendi gelişimi açısından tutucu olanın

yenilgiye uğratılmasıdır.

Örgütlerden kopuş ve eleştiri öylesine yaygınlaşmış ve büyük bir kitleyi kaplamıştı ki,

örgütlerin dışındaki eleştirel kadrolar, örgütlerdeki kadrolardan daha büyük bir nicelik ve

niteliğe ulaşmışlardı.

İşte bu nesnel gelişimdir ki, her biri bu kategoriye uyan üç kişinin çağrısının hemen hemen

bütün solu içine alacak bir tartışma platformu yaratması sonucunu vermiştir. Eğer örgütler

hala eski güclerini koruyor ve gelişme potansiyeli gösteriyor olsalardı; eğer örgütlerin

dışındaki eleştirel sosyalist kadrolar, örgütlerin topundan dana büyük bir nitelik ve niceliğe

ulaşmamış olsalardı bu çağrı alayla karşılanıp, uzayın sağır boşluklarında kaybolur giderdi.

Kuruçeşme süreci bir bakıma bu nesnel eğilimin gelişmesine hizmet eden bir biçim, bir “üst

yapı” olmalıydı. Ama o bu niteliğini doğru değerlendirmedi ve hayallerinin kurbanı oldu.

Örgütlerle örgüt dışı kadrolar arasında var olan çatışmayı örtmeye, görmezden gelmeye çalıştı

ve kendi dayandığı temeli erezyona uğrattı.

Kuruçeşme eski örgütsel yapıların hepsine karşı açıktan bir tavır almalı, onları kendilerini

dağıtmaya çağırmalıydı. Elbette hiç bir örgüt kendini dağıtmayacaktı, ama böylece tüm o eski

örgüt ve yapılarla bölünebilen; hepsinden daha büyük bir nicelik ve nitelikteki kadroları

kapsayan değişik bir ayrım çizgisi ortaya çıkarılmış olacak, böylece en ileri, geleceğe yönelik

unsurların mayalanabilmesi için bir ortam sağlanmış olacaktı. Kuruçeşme bu cesareti

gösteremedi.

Kuruçeşme hem örgütleri hem de örgütsüzleri birleştirmeye kalktı. Örgütlerin, örgütsüzlerin

bu girişiminde kendilerine yönelik bir tehlike gördüklerini ama güçsüz oldukları için dişlerini

henüz gösteremediklerini anlamazlıktan geldi. Örgütler kaybedilmeden ve karşıya alınmadan

Page 11: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

10

örgüt dışı olanların kazanılması mümkün olamazdı. Örgütleri kazanmak isteyen de,

örgütsüzleri kaybederdi. Kuruçeşme’nin başına gelen tam da bu oldu.

Bu tıpkı mücadelede hem liberal burjuvaziyi hem de örneğin ulusal kurtuluş hareketini aynı

bayrak altında toplama çabasına benzer. Dimitrov’un faşizme karşı halk cephesi anlayışının

dayandığı bu mantık, kaba arimetikten öteye geçmez; liberal burjuvazinin önündeki eksi

işaretini görmez. Onu kazanma çabasının devrimci köylülüğü yitirme sonucu vereceğini

görmezden gelir. Kuruçeşme de “tutucu” ve “reformist” örgütlerle, “devrimci, radikal” örgüt

dışı unsurlerı bir araya getirmeye çalıştı. Sonuçta yitirdiği ve demoralize ettiği redikal örgüt

dışı unsurlar oldu; güçlendirdiği ise örgütler. Elbet burada tutuculuk, reformistlik ve radikallik

hareketin kendi gelişimi açısından söz konusudur, genel sınıfsal ve politik konum açısından

değil.

Kuruçeşme bölünmeyi devrimci reformcu temelinde yapmaya kalkarak hiç de devrimci gibi

davranmamıştır. Bugün, sosyalist hareketin rekompozisyon döneminde önemli olan

programatik olarak devrimci ya da reformist olmak değildir; eski sorulara devrimci ya da

reformist cevaplar vermek değildir; eski sorular, yapılar karşısında devrimci olmaktır. Bu

devrimci oluş otomatik olarak politik devrimci konmlarla çakışmaz, hatta çok daha sağ

sonuçlar taşıyabilir. Ama bir rekompozisyon döneminde önemli olan politik reformizm

değildir. İşte Kuruçeşme, politik olarak bir reformizm devrimcilik ayrım çizgisi çekmeye

kalkarak, hareketin gelişimi karşısında engel olanlarla uzlaşmasını, devrimci olmayan

korkak davranışını gizlemeye çalışmıştır. Böyle yaparak da eski yapılara karşı devrimci

tavırda olanları kaybetmiş ve işin kötüsü onları TKP gibi reformistlerin demagojisine teslim

etmiştir.

Bir benzetmeyle bu tutuculuğu açıklamak denenebilir. Bir Kafka politik olarak hiç de hiç de

devrimci değildi, ama roman tekniği bakımından, modern dünyadaki yabancılaşma

gerçekliğinin özünü imgelerle verebilmek bakımından gerçekten büyük bir devrimciydi.

Buna karşılık, Kafka’nın çağdaşı yüzlerce solcu romancı vardı, ama bunların hiç biri değişik

problemlerin özünü vermek gibi bir soruna sahip değillerdi ve romanın kendi gelişimi

bakımından aslında korkunç tutucuydular. Romanın gelişimi, eski bukağılarından kurtulması

için burada doğru tavır, eski soru ve biçimlerin çerçevesini aşamayan solcu ve radikallere

karşı, eski soru ve biçimlerin kabuğunu parçalayan ama politik olarak hiç de devrimci

olmayanlarla saf tutmaktan geçerdi.

Benzer durum sol hareketin gelişimi için de geçerlidir. Kuruçeşme Kafka gibi hiç de

“devrimci” olmayanlarla devrimcilere karşı açıktan cepha alabilecek devrimci cesareti

gösterebilmeliydi. Bunu yapamadı. Sol hareketin kendi gelişimi açısından tutucularla, yani

örgütlerle uzlaşmasını gizlemek için politik olarak reformistlerde sahte bir düşman yarattı ve

kendine sahte bir zafer bahşetti. Sol hareketin gelişiminin önündeki gerçek engellerle,

tutucularla bölünme cesaretini gösteremediği için reformistlerle bölündü. Bölünme çizgisini

zor olandan değil kolay olandan çekmeye kalktı.

Aslında bunu bilinçli yaptığı da söylenemez, bunun ardında o çocuksu birlik hayali yatar. Bu

Page 12: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

11

solun birleşebileceği hayali, en azından radikal solun, örgütleriyle, kişileriyle birleşebileceği

hayali hiç de bir örgütün büyüyüp diger örgütleri özümleyerek gelişeceği hayalinden daha

çocuksu değildir. Bu hayalin çocuksuluğunu da yine bir benzetmeyle anlatmaya çalışalım.

Bilinir, Muhammet öncesi dönemde, “cahiliye devri”nde, arap aşiretleri arasında sürekli

kavgalar olur, birlik teşebbüsleri de bunun yanı sıra hiç bitmezdi. Hatta kimi konjonktürlerde

büyük bir bölümü kapsayan birlikler de kurulabilirdi. Am bütün bunların hiç birisi, kan

kardeşliği temeline göre bölünmüş aşiretleri bir araya getirememişti, getirseydi bile, tarihe

muazzam bir atılım veren bir hareket yaratamazdı.

Bunu Muhammet başarabildi, ama nasıl? Hiç de aşiretleri birleştirmeye çalışarak değil, aksine

onları var eden paradigmayı, kan ve soy kardeşliğini anlamsızlaştırarak, karşıya alarak.

Bütün o aşiretleri bölen bölünmeyle bölünerek, kan kardeşliği yerine din kardeşliğini

geçirerek. Din kardeşliği bayrağı altında, kan kardeşlerini kan kardeşlerine karşı, oğulları

babalara karşı savaşa sürebildi. İnsanlar, din kardeşliği, kafir/müslüman ayrımı temelinde, kan

kardeşliği paradigması temelinde hiç bir zaman birleşemeyecek unsurlar bir araya

getirilebildiler. Sadece bir araya gelmekle kalmadılar tarihi bir hareket yarattılar.

Türkiye’nin sosyalist örgütleri, Muhammet öncesi aşiretlere benzetilebilir. Tıpkı Arabistan’ın

aşiret düzeninin sallanmaya başlaması ve birçok peygamber habercilerinin orada burada boy

göstermesi gibi, örgütlerin düzeni sallanıyor ve insanlar örgütlerini terk ediyorlar. Böyle bir

durumda hala o aşiretlerin birleşmesi hem da aşiret dışına kayanlarla birleşmesi için çalışmak:

hem bir hayalin peşinde koşmak, hem de gerçek devrimcilikten Muhammet kadar olsun

nesibini alamamış olmak demektir. O örgütler birleşemezler ve birleşseler bile sosyalizm

uğruna mücadeleye yeni bir soluk vermekten ziyade daha büyük bir engel oluştururlar.

Kuruçeşme’nin yapması gereken Muhammedin yaptığını yapmaktı: örgütleri bölen

bölünmelerle bölünmek; yani reformizm devrimcilik tarzında değil, örneğin, eski

paradigmalara göre oluşmuş reformizm devrimcilik bölünmesiyle bölünmekti. Kuruçeşme

bunu yapamadı ve sahte bir peygamber olmaktan öteye gidemedi.

Aşiretlerin birleşebileceği hayali; birleştikleri takdirde mücadeleye yeni bir atılım ve soluk

verebilecekleri; çağın sorularına cevaplar getirebilecekleri hayali ve kan kardeşliğini kabul

edenlerle artık eski kan kardeşleriyle pek bir kardeşlik duygusu kalmamışların

birleşebilecekleri hayali: Kuruçeşme bu hayalleri gerçekleştirmek için yaptıklarından

dolayı değil; bu hayalleri yıkmak için yapmadıklarından dolayı değerlendirilmelidir.

Tarih “Kuruçeşme”yi reformcu platformlara karşı gerçekten radikal ve devrimci platformlar

çıkarabildiği için değil; eski sorunlar ve yapılar karşısında devrimci ve cesur

davranmadığı için bir yerlere koyacaktır.

Parti Konusunda Üzerinde Düşünülmesi Gereken Bazı Sorular

Devrimci Marksist gelenek içinde devrimci bir işçi partisinin ne zaman nasıl kurulması

Page 13: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

12

gerektiği konusunda pek dikkati çekmemiş iki değişik gelenek vardır aslında. Bu

geleneklerden birincisi esas ifadesini Marx ve Rosa Luxemburg’da bulur. Buna göre,

devrimci bir işçi partisi mücadelenin yükselişine dayanmalı; yükselen bir hareketin ifadesi

olmalıdır. Bir yükselişin olmadığı bir dönemde bu tür örgütleri kurmaya ya da yaşatmaya

çalışmak sonuçta gelecek yükselişin sorunlarını kavramaktan uzak küçük sektler üretmeye

yarar.

Marx’ın pratik tavrı da hep bu yönde olmuştur. 1848 devrimi öncesinde ve yükselişi sırasında

Komünistler Birliği’ni kurmuşlar, mücadele etmişlerdir. Ancak devrimin yenilgisinden sonra,

kısa bir süre toparlanma denemelerinde bulunmuşlarsa da, bir süre sonra kendilerine harhangi

bir dernekte bile çalışmayı yasaklamışlar; faaliyetlerine son vermişlerdir. Yıllarca enerjilerini

küçük bir sektin problemlerine harcamaktansa, gelecek bir yükseliş için teorik hazırlığa

ayırmışlardır. Ne zaman ki işçi hareketi yeniden yükseliş belirtileri göstermeye başlamış, bu

yükselişle birlikte Birinci Enternasyonal’in kuruluşuna girişmişlerdir. Bu örgüt yükselen bir

işçi hareketine dayanmış ve onun ifadesi olmuştur. Ancak 1871 Paris Komünü yenilgisinden

sonra, hareketin tekrar gerilemesi ve Enternasyonal’in de ister istemez tekrar sektlerin

mücadele alanı olması eğiliminin belirmesiyle birlikte bu örgütü kapatmakta hiç de tereddüt

etmemişlerdir. Marx ve Engels için örgüt kutsal, dokunulmaz bir tabu değil, bir araçtır.

Diğer gelenek en önde gelen savunucu ve uygulayıcılarını Lenin ve Troçki’de (özellikle

1920’lerden sonraki Troçki’de) bulur. Bu anlayışa göre, bir gerileme dönemi dahi olsa, küçük

bir çekirdeği; bir organizmayı yaşatmak; gelecek yükselişi hazırlıklı karşılayabilmek için

zorunludur. Özellikle Troçki, Ekim Devrimi’nin başarısı ve Rosa’ların başarısızlığını böyle

açıklar. Kendisi de daha sonra Dördüncü Enternayonal’i, Lenin’den edindiği bu derse göre,

hiç bir devrimci kitle hareketi yükselişinin olmadığı koşullarda; “çağın gece yarısı”nda aynı

nedenle örgütlemiş ve onun bu çabası karşısında, örneğin İsaac Deutscher Marx’ın

pozisyonuna benzer bir tavrı savunarak bu örgütün kurulmasına karşı çıkmıştır.

Tarih hangi tavrın daha doğru olduğuna henüz bir cevap vermiş değildir. Elbet her iki tavrın

da kendine göre avantaj ve dezavantajları bulunmaktadır. Aslında Lenin’in örgüt anlayışının

yanlış yorumlarla tabulaştırılması bu alanda yapılabilecek çok verimli araştırmaların yolunu

tıkamış, tartışmaları engellemiştir de. Örneğin Lenin’in partisinin başarısı ne ölçüde, önceden,

ne pahasına olursa olsun bir çekirdek olmasıyla açıklanabilir? Bu konuda Troçki’nin yorumu

ne ölçüde doğrudur? Aslında 1907’den sonraki yıllarda fiilen örgüt yoktur da; örgütün

canlanışı işçi hareketinin yükselişine rastlar. Bu işin bir yanı. Bir de bu güne kadar gözlerden

kaçan diğer yanı var: aslında RSDİP’nin gerçek yaşamı ve başarısı Marx’ın tavrını doğrular

niteliktedir. Ondokuzuncu Yüzyıl’ın sonlarından itibaren, dalga dalga yükselen, zaman zaman

yenilgilerle kısa süreli gerilemelere uğrasa da sürekli bir yükseliş eğilimi gösteren bir işçi

hareketi vardır Rusya’da. RSDİP de bu yükselişin ifadesidir. Yükselen bu işçi hareketi

olmasaydı, Lenin’in en yaratıcı teori ve taktikleri, tıpkı 1907-12 arasında olduğu gibi küçük

grupların çatışmaları içinde yiter gider, hiç de devrime falan yol açmazdı. Keza, 1917 yılında,

uzun hazırlık döneminde yetiştirilmiş elemanların, yükselişe en az ayak uydurabilenler

olmaları gerçeği de gözden uzak tutulmamalıdır.

Page 14: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

13

Yükselen bir yığın ve işçi hareketine dayanmadan, sırf devrimci teorik pozisyonlarla uzun

gerileme dönemlerinde bir örgütü ilerideki bir kabarış için hazır tutmaya çalışmanın nasıl

tüketici bir iş olduğunu; ve ne ölçüde yığınların mücadelesini yükselttiğini ya da

yükseltmediğini en iyi Dördüncü Enternasyonal’in tarihinde görmek mümkündür. Sonuç hiç

de parlak değildir. Acaba bir örgüt olmasaydı, sonuç bugün daha mı kötü olurdu? Buna

hemen bir cevap vermek kolay değildir.

Kaldı ki, Dördüncü Enternasyonal’in dayandığı Bolşevik gelenek hala 1968’lerin dünyasının

sorunlarına bile bir program sunabilen bir düzeye sahipti; henüz olaylarca aşılmamıştı. Bu

nedenle de 1968’lerin dünyasının devrimci kabarışından etkilenebilmiş ve bu kabarışı

etkileyebilmişti.

Türkiye ve Avrupa’da Birlik Tartışmaları’nın yürütülmesi sırasında hemen herkes

Lenin/Troçki yaklaşımıyla Birlik ve Parti sorununa yaklaşmış, kimse bu yaklaşımı

sorgulamayı aklından bile geçirmemiştir.

Örneğin hiç kimse yükselen bir işçi ve kitle hareketinin olup olmadığı; varsa, bunun ne türde

örgütsel ve politik ihtiyaçları olduğu gibi bir analizden yola çıkarak bir parti gerekip

gerekmediği sorununu tartışmamıştır. Herkes için bir aksiyom durumundadır yükselme olsa

da olmasa da bir partiyi el altında bulundurmak. Bu varsayımı da tartışmak gerekiyor; hem de

bu günün dünyasına 1968’lerde Troçkist geleneğin sunduğu kadar olsun bir program ve

sistemli teori sunamadığımız gerçeğiyle birlikte.

“Sosyalistlerin Birliği” Kimin İçin Gerekli?

Nesnel bir hareketin incelenmesiyle ne tür bir örgütlenmeye ihtiyaç olabileceği türünden bir

problemin olmaması sadece “örgüt her koşulda olmalıdır” anlayışıyla da açıklanamaz, çünkü

çok önemli bir bölüm örgütlerin dışındadır da. Burada sorunun insani ve psikolojik bir

boyutu da vardır.

Aslında binlerce sosyalistin, devrimin ya da kitlelerin ihtiyaçları açısından değil, sadece

kendi açılarından bir örgüte ihtiyaçları vardır. Bir mücadeleye verilmiş yıllar; yapacak başka

bir şeyi olmama; siyaset dışında başka bir şeyden anlamama; hayata anlam verecek bir çabaya

duyulan ihtiyaç vs.. Bütün bu nedenlerle herkesin bir örgütlenmeye ihtiyacı var. Hatta

yüzlerce militan bir örgüt aparatı olmadığı takdirde şu dünyada yaşama şansı bile olmayan bir

insan durumundadır. Bu insanlar elbette yaşamlarının kaynağı olan bu yapıları ve anlayışları

dişleriyle, tırnaklarıyla savunacaklardır. Bütün bunlar insanca ve anlaşılabilir ihtiyaçlardır.

Ama bizler sosyalist isek ne kendimizi ne de yığınları kandırmamamız gerekir. Aslında

yığınların, yükselen bir hareketin veya devrimin ihtiyacı olup olmadığı için değil, -çünkü bu

konuyu bilimsel bir şüpheyle tartışmış değiliz-, kendi ihtiyacımız için bir örgüt, birlik veya

parti kurmak istediğimizin bilincinde olmalıyız. Bu aşırı bir yargı gibi görülebilir, ancak

birlik istemlerinin gerekçeleri dikkatlice okunursa, şecaat arzeden merdi kıpti gibi, birliğin

Page 15: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

14

tam bu nedenle istendiği görülebilir.Bu durumun kavranamamış olması “Birlik

Tartışmaları”nda garip sonuçlar yaratmış durumda.

Bir parti yükselen bir hareketin ifadesi olabilir. O takdirde programatik saflıktan ziyade,

hareketin canlılığı ve dinamizmine bakılır; onun içinde saf tutulur. 1960’ların TİP’i böyleydi

ve örneğin Dr. H.Kıvılcımlı ona karşı böyle bir tavır içindeydi.

Ya da bir parti. bir program temelinde kurulabılır. Bu takdirde de inançlar ya da ideolojiler

değil, somut hedefler ve talepler birleştirici unsur oluştururlar. Bunun dışında modern

toplumda toplumu değiştirecek bir güç oluşturmanın yolu yoktur.

Halbuki birlik ya da legal parti tartışmalarında ne kitle hareketinden söz eden var ne de somut

hedefler ve programdan. Hatta legal partiyi savununlar, program olmasa bile olabileceğini

söylüyorlar. Peki bu partinin ya da birliklerin ayırıcı kriteri ne olacaktır? “Sosyalist olmak”,

“kendine sosyalist demek”. Bunlar ise inanca, ideolojiye dayanan tanımlamalardır. İnsanları

ideoloji ya da inançlarına göre birleştirmenin gereksiz ve olanaksız olduğu hala anlaşılmış

değil demek.

Sorunun böyle konulmuş olması, birliğin sosyalistlerin bir ihtiyacına vevap verdiğini gösterir;

insanca bir ihtiyaca. Ama bunun için parti kurmaya kendini ve başkalarını aldatmaya ne gerek

var. Sosyalistler derneği gibi bir şey de kurulabilir; parti namıyla yapılabilecek her şeyi

yapabilir ve belki kamu oyunda sözünün ağırlığı olan bir birlik olabilir.

Avrupa’daki “Birlik Tartışmaları”nın Gayrı Resmi ve Öznel Bir Tarihi

Sunuş

Türkiye’de “Kuruçeşme Süreci” ya da “Birlik Tartışmaları” denen girişimin bir benzeri ya da

paraleli Avrupa’da da yaşandı. Türkiye’de bu süreç içinde yaşananlar iyi kötü belgelenmiş ve

kayda geçmiş durumda: dergi ve gazetelerde çıkan yazılar; “Birlik Tartışmaları” serisi

biçiminde yayınlanan tebliğler; toplantıların video kayıtları, ilgi duyan herkesin kolaylıkla

ulaşabileceği kaynaklar.

Avrupa’daki toplantılar sözkonusu olunca durum tamamen başka. Toplantıların başında

sunulan tebliğlerin ve toplantı zabıtlarının yayınlanması yönünde karar alınmasına rağmen bu

iş yapılmadı ve yapılması için de kimse üzerine düşmedi. Bunun nedeni ne toplantıların

sonuçlarının, etkisinin ne de bildirilerin içeriğinin başlangıçta umulan düzeyi tutturamaması,

bildiri sahiplerinin bile kendi yazdıklarından pek memnun olmamalarıydı.

Aslında bildirilerin ve toplantı protokollerinin yayınlanmamış olması bir kayıp sayılmaz.

Yayınlansaydı kimse okumuzdı, kazara bu satırların yazarı gibi enayiler çıkıp ta yüzlerce

sayfa bildiriyi keçiboynuz yer gibi okumak zorunda olanlar çıksaydı “okumasaydım bir şey

kaybetmiş olmazdım” diye düşünürdü. Yazılanların belki ilerde tarihçiler için bir belge değeri

olabilirdi, ama bu tür meraklı arşivci veya araştırmacılar için de, tebliğlerin fotokopileri ve

Page 16: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

15

konuşmaların teyp kayıtları biraz kafa yormakla ve birkaç ilişkiyle kolaylıkla elde edilebilir

durumdadır.

Birkaç arkadaş sunduğumuz tebliğleri ve toplantılar süreci içinde veya ona bağlı olarak

yazdığımız yazıları hiç olmazsa bir kitapçık halinde yayınlamaya karar verdiğimizde

kitapçığın sadece tebliğ ve yazıların bir derlemesini değil, Avrupa’daki tartışmaların kısa bir

özetini de içermesinin iyi olacağını düşündük. Başından beri bütün toplantılara katıldığım;

katıldığım bütün toplantıları banta kaydettiğim ve ayrıca Hazırlık Komisyonu’nda yer aldığım

için, iş başa düştü.

Pek az işi bu kadar sıkıcı ve motivasyondan yoksun bir şekilde yapmaya çalıştığımı

hatırlıyorum. Öyle bir dönemde yaşıyoruz ki, dünyada gelişen olayları izlemek ve ne

olduğunu kavrayabilmek bile muazzam bir çaba gerektiriyor. Her şey hızla eskiyor. Böyle bir

dönemde, artık katılanlarının bile hatırlamadığı bir toplantılar dizisini anlatmak insana saçma

geliyor. Yazarına bile bir yük gibi gelen iş okuyucuya kimbilir nasıl gelir? Acaba kimse okur

mu? Okusa da anlar mı?

Bu işi hem kendim, hem de belki bir yerlerde hala bulunubilecek okuyucu için daha

çekilebilir, daha canlı kılabilmek için objektif ve resmi bir protokolden ziyade sübjektif ve

gayrı resmi bir denemenin tek çıkış yolu olduğu sonucuna ulaştım. Bilmiyorum ne ölçüde

doğru bir sonuç bu.

Aslında anlatılacak şeyin kendisi ve içeriği değişik bir biçimi zoruyor. Olayın traji komik

boyutu ve yaşanan yabancılaşmanın çapı ister istemez o özü yansıtabilecek değişik bir biçim

ihtiyacını ortaya çıkarıyor. Bu özelliğini Elif Gönül Tolon iyi tesbit etmiş. Ööyle yazıyor:

“Kuruçeşme bir romana girmeli. Çalışmaları yürütecek kurulun adı bile “tuhaf ve ironik bir

biçimde” Kafka tarafından konmuş gibidir:”...tartışmaları düzenleme kurulu”.

Yahut da Çehov’un olağanüstü keskinlikteki o şahane hikayelerinden biri olabilirdi. İki taraf -

ya da bir çok taraf- tartışır. Ama karşısındaki onu anlamaz. Konuşmasını sürdürür, bu kez

daha az anlaşılır. Bazan bir şeyler iletebilir, gel gör ki o da ters anlaşılmıştır. Taraflar hangi

tarafta iseler, o tarafta durmaya ve konuşmaya devam ederler. Bütün bu dikkate değer

çabalardan yorulurlar. Soğuk ve bürokratik odalarda çok fazla konuşmaktan sıkılırlar. Ciddi

ve özellikle kafaca meşgul bir pozda tavana, duvarlara, birbirlerinin suratına bakarlar. Sonra

oturup yazılar yazarlar. Bunlar daha önce dergilerinde yazdıkları yazıların tıpkısıdır. Ama

özenle yeniden kaleme alınmıştır. Bir cemile olarak birbirlerinin yazılarına imza atarlar.

Taraflar pozisyonlarını bozmamaya devam ederler. Bu sırada içlerinden biri, Vlademir

Petroviç Somov, sandalyesinden kaykılır, saçlarını karıştırır, “iyi gidiyor, iyi gidiyor! diye

mırıldanır.

“Ama istersen şöyle de anlatabilirim; “Sosyalistlere” bildirgesi sosyalistlerin birliğinin ve

buradan, sosyalist hareketle işçi sınıfının birliğinin hayati bir önem taşıdığını tesbit ediyordu.

Bu amaçla yürüteceği faaliyetini sonuç alıncaya kadar sürdüreceğini belirtiyordu. Bu keyifle

yola çıkılınca, neredeyse bu bir yıllık süre içinde, sanki Türkiye yokmuş ve sanki siz

Türkiye’de değilmişsiniz de, çok önemli değişimler içinde bulunan bir dünyadaki Türkiye’de

Page 17: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

16

değilmişsiniz de, göğe asılı yalıtık bir platform üzerindeymişsiniz gibi davranabilir misiniz?

Buzlu camdan bir küre içindeymişsiniz gibi, “birliğin tarihsel ve teorik arka planını”

tartışmakla yetinebilir misiniz?...”1

Kişi olarak benzer bir yabancılaşmayı ben de hissettim toplantılar boyunca, artan dozlarda, ve

gözümün önünden bir tablo hiç gitmedi. Bu tabloyu görmedim, bir yerde böyle bir tablo

olduğunu okumuştum. Tablonun adı İkarus’muş. Güneşli bir gök, dağlar, ovalar, çalışan

insanlar vs. bütün tabloyu dolduruyormuş. Tablonun bir yerinde, küçük sinek boku kadar bir

leke varmış. Dikkatlice bakılınca bu leke gibi görülen yerde, İkarus’un balmumundan

kanatları erimiş bir halde düşüşü görülüyormuş. Toplantılarda, Avrupa’nın çeşitli yerlerinden

gelmiş ve giderek sayısı azalan bizlerin durumunu biraz bu İkarus’a bentettim durdum.

Bilmiyorum gerçek yorum hangisidir, ama böyle bir tablo bana iki türlü yorumlanabilir gibi

geliyor. Birincisi, gerçek büyük atılımlar yapılır ve denenirken kimsenin onların farkında

olmadığı; ikincisi, kimilerinin kendilerini adadıkları işlerin gerçek hayatla ilgisizliği; ya da

gerçek hayat içindeki yerinin bir sinek bokundan fazla olmadığı. Toplantıların başında birinci

yoruma eğlimliydim, sonuna doğru ikinci yorum ağırlık kazandı.

Ancak amacım roman yazmak değil. Avrupa’daki tartışmaların nasıl olduğu hakkında kısaca

bilgi vermek. Bunu kendi öznel yargılarımla yapacağım.

Toplantı’ların Tarih Öncesi

Öu “Birlik Tartışmaları”nın tarihi kadar bir tarih öncesi de vardır aslında. Kökleri Niğde

cezaevinde kurulan “Mahkum Sendikası”na; Bağımsız Sosyalist Adaylar’a, Avrupa’da

Sosyalist Forum çerçevesinde tam da bugünkü konseptle tartışmalar yapma, ortak dergi

çıkarma önerilerine kadar gider.

Kısaca bu tarih öncesin en azından Avrupa bölümünden bahsetmeden Tarihi anlamak biraz

zor olabilir.

1980’li yılların ortasından itibaren Avrupa’daki mülteciler arasında farklı düzeylerde ve eş

zamanlı olmayan Stalinizmle hesaplaşmalar, örgütlerden kopmalar ve bölünmeler yaşanmaya

giderek örgüt dışı ve eleştirel unsurların ağırlığı artmaya başlamıştı. O zamanlar henüz

Türkiye’de Devrimcilerin çoğu cezaevlerindeydi ve pek bir yayın da yoktu.

Kurtuluş’la bölünmeden çıkmış olan Sosyalist İşçi Avrupadaki militanlarının teorik

eğitimleri için belirli konuları olan tartışma toplantıları yapmaya başlamıştı. Alışılmış

geleneğin dışında, stalinist yozlaşma öncesinin devrimci marksizminin demokratik

geleneklerinden de esinlenerek bu toplantılara kendi örgütünden olmayan çevreleri de

çağırıyor ve onların tartışmalara aktif olarak katılmalarını teşvik ediyorlardı. Bu durum artan

oranda tek tek bağımsız unsurların ilgisini çekmeye devam ediyor ve yılda bir keç kez yapılan

1

Elif Gönül Tolon, Kuruçeşme Romana Girmeli "Sosyalist Birlik" Sayı:12, Nisan-Mayıs 1990, s. 54-56.

Page 18: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

17

bu toplantılara giderek değişik çevrelerden insanlar katılmaya başlıyorlardı. Bu çevre aynı

zamanda Sosyalist İşçi adlı derginin yanı sıra Sosyalist Tartışma adlı bir teorik dergi de

çıkarıyordu.

Bir diğer çevre, eski Vatan Partisi geleneğinden gelen, bir kısmı Dördüncü Enternasyonal

üyesi, bir kısmı Troçkist olmasa bile en azından onlara olumlu bakan kişilerden oluşan ve

Devrimci Marksist Tartışma Defterleri adlı teorik dergiyi çıkaran, dergi sayfalarında çeşitli

hareketlerden devrimcilerle röportajlar da yayınlayanlardı.

Bunlardan başka bir de Devrimci Halkın Birliği, Halkın Kurtuluşu gibi hareketlerden

kopmuş kişi ve cevrelerin stalinizmle hasaplaşma ve tartışmaların yürütüleceği bir dergi

çıkarma projesi vardı.

Stalinizme karşı eleştirel ve devrimci marksist pozisyonları savunmaya, öğrenmeye ve

tartışmaya eğilimli üç ayrı derginin yayınlanmasındansa bu üç girişimin bir dergi çıkarmaları

ekonomi ve yaygınlık sağlayabilirdi. Böylece bir ortak dergi çıkarma projesi, Sosyalist

Forum’daki tartışmalarla iç içe geçti ve bu çevreler yılda bir kaç kez Sosyalist Forum

çerçevesinde toplantılar yapmaya devam ettiler.

Bu arada Halkın Kurtuluşu’nda yeni bir bölünme olmuş, 1968’den kalan bazı kadroları da

Sosyalist Forum’un sürekli katılanları arasına girmişlerdi. Sosyalist Forum da artık sadece

Sosyalist İşçi’nin bir girişimi olmaktan çıkmış, ortaklaşa tertiplenen bir tartışma forumu

haline gelmişti.

Böylece Sosyalist Forum çevresinde Avrupa’da yaşayan, politik olarak nisbeten aktif,

Stalinizmden kopuşmuş, genellikle troçkist de olmayan çevre ve kişilerin en azından yılda bir

kaç kez buluştukları ve tartıştıkları gruplaşma olmuştu.

Bu gruplaşma elbette daha geniş çevreleri tartışmalara çekebilmek için bir çok girişimler

yaptı. Özellikle Kurtuluş’u da çekebilmek için. Ama Kurtuluş bu çağrılara çevap vermeye

bile gerek görmedi. Bunun bir çok nedeni vardı. Birincisi, Kurtuluş troçkistlerle bir arada

toplantı yapar durumda olmak istemiyordu. Onlar karşısında hiç bir zaman bir Dev-Yol veya

TKP’li karşısındra kurabildiği teorik ve moral üstünlüğü kuramadığı; teorik eklektisizmi daha

bir ortaya çıktığı için. Diğer yandan bu çevrelerin nicel gücü çok değildi, onlarla bir

toplantıya katılmak ve örgütlemek çok daha güçlü ve Kurtuluş’un esas gözünün olduğu çevre

ve örgütlerle ilişkileri daha bozabilir, onlarla diyalog olanaklarını zedeleyebilirdi.

Kurtuluş’un bu gibi reflekslerle hareket edeceği bilindiğinden, sadece bir araya gelip bir

diyalog kurabilmek için, isterse gayri resmi, rahat bir atmosferde oturup sohbet etme

biçiminden, Kurtuluş’un toplantıyı örgütleyip bizleri de davet etmesine kadar bütün olası

biçimler önerilmiş olmasına rağmen bunların hepsi geri çevrildi ya da cevap bile verilmedi.

Kurtuluş’un bile böyle davrandığı çağrılar karşısında diğer örgüt ve çevrelerin nasıl

davranacağı tahmin edilebilir. Çoğu cevap vermedi veya “Troçkistler bizimle bir araya

gelerek meşrulaşmak istiyorlar” türünden gerekçelerle reddetti.

Aynı sıralarda TKP ve TİKP’ye yakın kimi çevrelerde de daha eleştirel tavırlar görülmeye,

Page 19: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

18

sesler duyulmaya başlanmıştı. Bu çevreleri de çağırma önerileri ise Sosyalist İşçi’nin

“Stalinist ve reformistlerle tartışacak bir şeyim yok” vetolarıyla geri çevrildi2.

Bu arada ortak dergi projesi de yine Sosyalist İşçi’nin razı gelmemesi yüzünden hiç bir zaman

gündemden inmemesine rağmen kabul edilmedi. Kabul edilmeyiş gerekçesi Kurtuluş’un

birlikte toplantı yapmamasıyla aynıydı aslında. Troçkistlerle bir arada dergi çıkarmak; onlarla

bir arada görünmek istemiyorlardı.3

Dergi projesiyle birlikte Sosyalist Forum toplantılarına artan ilgi, bu projenin geri

çevrildiğinin açığa çıkmasıyla birlikte giderek azaldı ve daha seyrek ve cansız olarak sürmeye

devam etti.

Sosyalist Forum böyle bir iniş gösterirken, bu sefer TKP ve TSİP’te Sovyetler’de olanların

etkisiyle ortaya çıkan değişmeler sonucunda Kurtuluş ve TKEP’in de katılımıyla ortaklaşa

tartışmalar ve açık oturumlar düzenlemeye başlarlar. Neler yaptıkları ve neler planladıkları

yayınlanan bir çağrıda şöyle açıklanıyor:

“13 - 14 Mayıs tarihinde düzenlenen hafta sonu seminerlerinde dile getirilen, sol içinde

böylesi tartışma toplantılarının sürdürülmesi yolundaki ortak eğilim doğrultusunda, ikinci

toplantının 8-9 Temmuz tarihlerinde düzenlenmesi kararlaştırılmıştır. Toplantının

organizasyonu ile ilgili yapılan görüşmede, toplantılarda ele alınacak sorunların,

tartışmaların belli bir konuda yoğunlaşmasına olanak verecek bir biçimde belirlenmesi ve

toplantılara daha geniş çevrelerin katılımının sağlanması yolundaki öneriler dikkate

alınmıştır.

“8 - 9 Temmuz tarihindeki toplantıda “Ülkemizde nasıl bir sosyalizm?” konusunun

tartışılmasına karar verilmiştir. Daha sonraki toplantılarda, “Türkiye ve Türkiye

Kürdistanı’nı günümüzde nasıl değerlendiriyoruz?” ve ardından “Nasıl bir parti anlayışı?”

sorunlarının tartışılması düşünülmektedir.

“Toplantıda değişik sol akımların temsilcilerinin 30 dakikalık tebliğler sonması ve daha

sonra tartışmanın, katılan herkesin katkılarına açık olarak sürdürülmesine karar verilmiştir.

Toplantıya daha geniş bir çevrenin katılımını sağlamak amacıyla girişimler

2

Aynı Sosyalist İşçi bir kaç yıl sonra "Birlik Tartışmaları"nda orada önerilen isimlerle tartışıyordu. Tarihin

garip alayları bunlar. İnsan politikada büyük lokma yemeli büyük laf etmemeli.

3 Bu, bu satırların yazarına bir hazırlık toplantısında açıkça söylendi. Doğan Tarkan'a "Doğan bizleri bir

tür yük olarak görüyorsun" dediğimde "Evet öyle" demişti. Bu tavır, yani "sizlerle bir arada bulunuyorsam

buna minnettar olmalısınız, bunun benim için ne kadar büyük bir fedakarlık olduğunu anlamalısınız" tavrı

ile hala karşılaşıyoruz. Aynı tavrı Kurtuluş adına toplantılarda konuşan Bülent Uluer'in hemen hemen

bütün konuşmalarının mesajıdır adeta. Açıkça söylenmese de hep şu ima yapılmıştır: "Dev yolcular, dev

solcular ve diğerleri bize niye şu troçkistlerle, TKP'lilerle bir aradasınız diyip duruyorlar. Bu fedakarlıklara

katlanıp buraya gelmişiz. Sizleri adam yerine koyup oturmuşuz, buna minnettar olacak yerde hala

problem çıkarıyorsunuz." Kurtuluş ve Sosyalist İşçi düşman kardeşler olmalarına rağmen stillleri,

yaklaşımları öylesine birbirine benziyor ki insan şaşırıp kalıyor.

Page 20: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

19

sürdürülecektir.”4

Bu iyi niyetli ve masum bildirinin, yukarıda anlatılan Tarih Öncesi bilinirse pek öyle masum

olmadığı daha iyi görülür. Bildiriye göre bu toplantılara daha “geniş çevrelerin katılımı”

arzulanıyor ve bu yönde “girişimler” yapıldığı belirtiliyor. Ne yazık ki bu doğru değildir.

TKP ve TSİP’i bir yana bırakabiliriz. Onlar ayrı bir dünya ve çevreden geliyorlar, gerçekten

dedikleri gibi Avrupa’da belli çevrelerin yıllardır “Sosyalist Forum” diye tartışma toplantıları

yapıtıklarını ve hatta benzer konuları tartıştıklarını bilmeyebilirler. Ancak Kurtuluş bunun

varlığını biliyordu, çeşitli defalar bu toplantılara devat edilmişler, beraber toplantı örgütleme

önerileri yapılmıştı. Ayrıca birçok Kurtuluşçunun Sosyalist Forum’a katılan ve

tertipleyenlerle kişisel arkadaşlık ilişkileri vardı. Pekala bu iki çevrenin birlikte tartışmalar

örgütlemesini düşünebilirlerdi. Hadi diyelim bunu istemediler, ama en azından bu tartışmalara

dinleyici olarak davet edebilirlerdi. Ama “daha geniş çevreleri katma” girişimlerinin sürdüğü

iddialarına ragmen, Sosyalist Forum içinde yer alanlar toplantılara devat edilmemişlerdir.

Anlaşılan “geniş çevre” ile anlatılmak istenen troçkizm zehirine bulaşmamış çevreler. Ama

bütün bunlar o bildiride gerçeğin ifade edilmediğini, şu Sosyalist Forum çevrelerinin ya da

“troçkistler”in bu tartışmalardan olabildiğince uzak kalmasının en azından tercih edildiğini

gösterir, dolayısıyla bildirideki ifadelerin doğru olmayan manüplasyoncu niteliğini.

İşte bu tavır, yani şu Sosyalist Forum etrafında toplanmış, içlerinde troçkistler de olan ama

haksız olarak adları troçkiste çıkmış çevreleri tartışmaların ve girişimlerin dışında ve

uzağında bırakma tavrı Avrupa’daki tartışmaların doğuştan günahını oluşturacak, hatta daha

başında tartışmaları tehlikeye sokacaktır.

Frankfurt Toplantısı

Yukarıda aktarılan bildiride üçüncü toplantının Frankfurt’ta “Türkiye ve Türkiye Kürdistanı’nı

günümüzde nasıl değerlendiriyoruz?” başlığı altında yapılacağı belirtiliyordu. Toplantının

tarihi 30 Eylül 1 Ekim olarak tesbit edilmiştir. Daha önceki toplantılarda bir türlü nedense

ulaşılamamış “çevreler”e sihirli bir el değmişçesine hemen ulaşılmaya başlanmış ve herkes bu

tartışma toplantılarına davet edilmiştir. Ancak davet edilen hiç kimseye, bu toplantıda

Türkiye’de başlayan birlik tartışmaları konusunun da gündeme alınacağı gibi bir şey

söylenmemiştir. Herkes olağan bir “hafta sonu semineri”ne davet edilmektedir.

Bu arada Nisan ayında Türkiye’de Birlik Tartışmaları başlamıştır. Avrupa’daki sürgünler de

bu tartışmaları merak ve heyecanla izlemekte, benzer bir girişimin Avrupa’da da

yapılabileceği; en azından onu desteklemek yolunda bir şeyler yapmak gerektiği düşüncesi

herkesin kafasından geçmektedir. İnsanlar biraz da bu toplantının bir buluşma vesilesi olarak

değerlendirilebileceği ve Türkiye’deki girişime benzer ya da yardımcı olmak için neler

4

10.06.89 tarihli ve "Sayın ..." başlıklı davetiye. İmzalar: Bülent Uluer, Hasan Çebi, İlkay Demir, Engin

Erkiner, Erdal Talu.

Page 21: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

20

yapılabileceği üzerine yoklamalar ve danışmalarda bulunabileceğini düşünerek gelmişlerdir.5

Toplantı gerçekten oldukça yüksek katılımlı (tahminen 200 - 300 kişi) ve çok çeşitli

çevrelerden insanların bulunduğu bir toplantıdır. Sosyalist Forum’a katılan çevre de gelmiştir.

Cuma akşamı kafeteryada oturulurken Sosyalist İşçi’den Doğan Tarkan bu toplantının

gündemine Türkiye’deki Birlik tartışmaları ve Avrupa’da neler yapılabileceğinin sokulması

gerektiğini; herkesin bu beklentiyle geldiğini ama toplantıyı tertipleyenlerin o ana kadar böyle

bir eğiliminin görülmediğini söyler. Sosyalist Forum’un müdavimleri arasında olan diğerleri

ise, öyle olsa da, bunun gündemi belli bir toplantı olduğunu; adamların nezaket gösterip

kendilerini davet etmiş olduklarını; onların önceden belirlenmiş bir programa göre

yürüttükleri bir toplantı olduğunu, dolayısıyla böyle bir toplantının gündemini değiştirmeye

kalkmanın doğru bir davranış olamayacağını; ancak aralarda özel olarak, insanların bir araya

gelmiş olmasından yararlanarak Türkiye’ye ilişkin neler yapılabileceği görüşülebieceğini;

eğer toplantıyı tertipleyenler böyle bir konuyu gündeme almayı özel konuşmalardan sonra

kabul ederlerse o koşullarda konuşulabieceği mealinde itirazlarda bulunurlar ve bunun üzerine

D. Tarkan da ısrarlı olmaz ve o tavrı benimser.

Ertesi gün toplantıyı açan Aydın Engin, Tertipleyen Kurul adına, Türkiye’deki birlik

tartışmaları dolayısıyla ve bazı arkadaşların ricasıyla toplantının ikinci günü öğleden

sonrasının Türkiye’deki gelişmeye ilişkin olarak Avrupa’da neler yapılabileceğinin

görüşülmesine ayrılmasının düşünüldüğünü, gelenlerin buna ne diyeceğini sorar ve büyük

çoğunluğun onayıyla konu pazar günü öğleden sonra için gündeme alınır.

Bundan sonra önceden tesbit edelmiş konuda konuşmacılar sözlerini söylerler. Çoğu

hazırlıksızdır ve konuşmacılar arasına adını orada yazdırmıştır. Ama önceden belirlenmiş

hazırlıklı konuşmacılar da aslında kafalarındaki sorunları, konuyla ilgili olsun olmasın

sıralamaktan başka bir şey yapmazlar.

İkinci gün öğleden sonra esas konu geldiğinde ne yapılacağının görüşülmesi beklenirken

“Yurtdışındaki Sosyalistlere Çağrı” başlıklı, tarihsiz ve altında Oya Baydar, İlkay Demir,

Engin Erkiner, Ahmat Kaçmaz, Veysi Sarısözen, Orhan Silier, Bülent Uluer, Server

Tanilli’nin imzaları olan bildiri okunur.6

Bildiri ilk bakışta bu girişimlerin tarih öncesini bilmeyenler için masumane bir bildiri gibidir.

Ancak insanların önüne ansızın bir bildiri getirilmiştir. İşin ilginci Türkiye’deki tartışmalara

5

Bu toplantı hakkında şu dergilerde şu yazılar çıktı: Taner Akçam, "Frankfurt'ta İman Tazelemesi -

Sosyalist Terapi Toplantısı", Sokak, Sayı:8; İmzasız, "Avrupa'da Solcular Toplanarak Eğlenmeye

Başladılar", Toplumsal Kurtuluş, Sayı:27; İsmail Yıldırım - Temel Demirer, "Yurtdışındaki

Sosyalistlerin Frankfurt Tartışmaları", 10 Eylül, Sayı:3. Bu haberlerin hepsi gerçekliği tahrif

etmektedir. Taner Akçam sonraki hiç bir toplantıya katılmadı. Toplumsal Kurtuluş'tan bir temsilci sadece

ilk Bocholz toplantısına katıldı. Ama 10 Eylül'deki yazıyı yazan ve yazıda toplantıyı "uzatmalı mültecilik

çözümsüzlüğünün zorlama çözüm arayışları" olarak niteliyen Temel Demirer hapsine katıldı. Hatta

her konuda da bir tebliğ sundu. "Uzatmalı mülteci çözümsüzlüğüne" çözüm bulabildi mi acaba?

6 Bu bildiri birçok dergide yayınlandı daha sonra. Örneğin Sosyalist Birlik, Ekim 1989, Sayı:7

Page 22: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

21

aktif olarak katılan ve onları destekleyen Sosyalist Forum çevresindeki kişi ve hareketlerin

hiçbirisine böyle bir bildirinin hazırlandığı bile söylenmemiştir. Bu uslup hiç de Türkiye’deki

tartışmaları başlatan 18’lerin uslubuna benzememektedir. Bildiri çok önceden hazırlanmış

idiyse, niçin daha toplantıya gelmeden bu konu ve bildirinin toplantının gündemine alınacağı

söylenmemişti? Eğer son anda hazırlandıysa, niçin o toplantıda iki günden beri bulunan

insanlar yoktu bu toplantıyı düzenleyen çevreler dışında. Kaldı ki, son anda aceleye getirip

böyle bir bildiri sunmanın ne gereği vardı. Herkesin bulunduğu toplantıda çok geniş bir

katılımla tartışılıp destekleyen herkesin imzasının bulunduğu bir çağrı yapmak daha iyi olmaz

mıydı? Oradakilerin hepsi böyle şeyleri akıl edecek politik tecrübeye sahiptiler.

Kurtuluş’çuların7 çok sevdiği deyimle “her işin bir raconu vardı”, ama nedense bu sefer

raconuna uymayanlar onlardı. Açık ki Kurtuluş ve Dev Yol geleneğinde bir uslup oluşturmuş;

tipik kendini beğenmiş, üstten bakan, Atatürk’ün “komünizm gerekiyorsa onu da biz yaparız”

diyen bakanı gibi, “gerekeni biz yaparız; biz yaparsak olur” tavrıydı ortadaki. Açıktı ki, yine

Kurtuluş’un bir manüplasyonu söz konusuydu, nasıl bu tartışma toplantılarına önceden

Sosyalist Foruma katılan çevreleri en azından önermeyerek katmak istememiş ise, simdi de

böyle bir çağrının imzacıları arasında bulunmalarını istememişti. Avrupa’da Stalinizmle karşı

eleştirel çevrelerin tartışma yürüttüğü tek forumu yok saymışlardı. Türkiye’de bu çevrelerin

ve anlayışların paralelleri çağrıyı yapanlar arasındayken, burada aynı çevreler ansızın ortaya

çıkmış bir bildiriyle dışarda bırakılıyordu.

Söz aldım ve pek sert olmayan bir eleştiriyle yetinerek, bu durumun ortadan kalkması için

ortaya çıkarılan bildirinin Türkiye’deki ilk üç kişinin çağırısı gibi ele alınabileceğini; şimdi

önümüzde “onsekizler”in bildirisi olduğunu; böylece olumsuzluğa kısmen son

verilebileceğini söyledim. Öyle anlaşılıyor ki kimse hassasiyeti anlamadı ve aslında bütünüyle

politik ve ideolojik anlamı olan çağrının teknik bir sorun olduğu türünden sözlerle

geçiştirilmeye çalışıldı. Bunu üzerine Atilla Keskin, Doğan Tarkan ve Yalçın Cerit bu tavrı

çok sert bir şekilde eleştirdiler. Özellikle Sosyalist Forum denen çevrede bulunan gurup ve

kişilerin niye dışlandığını; niye böyle aceleye getirildiğini sordular.

Bu eleştiriler8 karşısındaki tavırlar oldukça ilginçti. Ahmet Kaçmaz, böyle grupların olduğunu

7

"Kurtuluşçular" dan ziyade Avrapa'daki Kurtuluşçular, hatta Mahir Sayın, Bülent Uluer demek daha

doğru olabilir belki. Bütünüyle o harekete haksızlık etmemek gerekir.

8

M.Doyum, A.Keskin, D.Küçükaydın, Doğan Tarkan daha sonra yazdıkları ama teknik bir aksaklık

nedeniyle yayınlanamayan daha sonra da olaylarca aşıldığı için, yayınlanması eski kırgınlıkları yeniden

kışkırtabileceği için yayınlamak için çaba göstermedikleri bir "açıklama"da tavırlarını şöyle açıklıyorlar:

"İkinci gün öğleden sonra (...) Türkiye'deki çağrıyı destekleyen bir çağrı metni okundu ve toplantıya

katılanlara dağıtıldı. Bu çağrıda imzası olan 8 arkadaş yaptıkları açıklamalarlaçağrının sosyalist bir

arkadaşın insiyatifiyle gerçekleştirildiğini, metnin bu 8 imza ile yayınlanmak için Türkiye'deki bazı yayın

organlarına da iletildiğini, imzası olan 8 arkadaşın ise esas görevlerinin gelecekteki tartışma

toplantılarının teknik sorunlarını çözmekle yükümlü olduklarını belirttiler.

"Bu açıklamada imzası olan bizler ve toplantıya katılan bir dizi başka sosyalist ise gelecekte yapılacak

tartışmalara en geniş katılımın sağlanması için bu çağrıdaki imzaların yeterli olmadığını, farklı

Page 23: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

22

gerçekten bilmediğini, imzasını eleştiren arkadaşların arasında görmekle gurur duyacağını;

Oya Baydar’ın benzer sakıncaları ileri sürdüğünü söyledi ve bu sözleriyle aslında

Avrupa’daki Birlik Tartışmaları’nın daha doğmadan ölmesini önlemiş oldu belki de. Yaklaşık

bir tavrı Veysi Sarısözen de sergiledi. Ama Mahir Sayın’ın tavrı “meşhur olmak isteyenler

imzalamaya o kadar meraklıysalar imzalasınlar” gibisinden aşağılayıcı ve hakaretamizdi.

Sadece eleştiriciler için de değil, orayı imzalamış olanlar için de, çünkü orada kendisinin değil

Bülent Uluer’in imzası vardı.

Aslında eleştiriler karşısında Kurtuluş’un gösterdiği bu sert tepki ve eleştiriler karşısında TKP

TSİP çevrelerinin şaşkınlığı Kurtuluş’un Sosyalist Forum’da tartışan çevreleri en azından

başlangıçta uzak tutmak için epey çaba gösterdiğinin kanıtlamış; eleştirilerin son derece haklı

olduğunu göstermiş oluyordu. Tabi anlayana ve anlamak isteyene.

Bildiri nasıl mı ortaya çıkmıştır? “Raviyan-ı ahbar ve muhaddisanı Rüzgar rivayet ederler ki”:

Türkiye’deki imzacılar arasında bulunan Necmi Demir, Avrupa’ya geldiğinde, benzerinin

Avrupa’da yapılması gerektiği konusundaki düşüncelerini tesadüfen, yine o sıralar ortaklaşa

tartışma toplantıları düzenleyen Kurtuluş, TSİP ve TKP çevrelerine açar. Onlar da bunu

benimserler ve zaten daha önceden planlamış oldukları Frankfurt’ta yapacakları toplantıda

konuyu tartışmaya açmayı benimserler. Bir çağrı yazmaya ve etkili olması için de bazı

isimlerle ilişkiye geçmeye karar verirler...

Bu resmi denebilecek açıklamanın garip çelişkileri vardır. Necmi Demir başka çevrelerin

Sosyalist Forum adlı bir toplantılar dizisi yaptığını bilmektedir. Bunlara da gitmek gerektiğini

önermemiş midir? Kendisine sorulduğunda önerdiğini söylemektedir. Ama niye, kimin

itirazlarıyla, hangi gerekçelerle dışlandıkları konusunda konuşmayı reddetmektedir. Frankfurt

yapılanmalardan başka imzaların da buna eklenmesi gerektiğini belittik. Çağrıda imzası olan 8 arkadaşa,

bizlerin ve toplantıya katılan veya ulaşabildiğimiz bir dizi başka sosyalistin de çağrıyı imzalamasının

yararlı olacağını belirttik.

"Çağrıyı imzalayanlardan Ahmet Kaçmaz ve Veysi Sarısözen bu düşüncemizi olumlu karşıladı, Engin

erkiner çağrının Türkiye'deki 37'lere paralel olması gerektiğini söyledi, Orhan Silier ise bunun bir teknik

sorun olduğunu, genişletilmemesi gerektiğini savundu. Çağrıya imza atanlardan Bülent Uluer ve

toplantıya katılanlardan Mahir Sayın ise kanımızca olumsuz, toplantıyı gerginleştirici ve bu çabayı

bozucu birer konuşma yaptılar. Bu iki konuşmadan sonra imza listesinin genişletilmesini doğru

bulmamıza rağmen, konuşmaların mahiyetleri nedeniyle çağrıyı imzalamaktan vazgeçtik. Ve ilk çağrı bu

8 imza ile yayınlanmış oldu.

"Bizler toplantıda çağrıya imza atmamakla birlikte çağrı doğrultusunda yapılacak her girişime ortak

olduğumuzu ve bundan sonrdaki ortak tartışma toplantılarının düzenlenmesi, kapsam ve içerik olarak

derinleştirilmesi için çaba harcıyacağımızı belirttik ve öyle yapacağız.

"Bizler Türkiye'de olduğu gibi yurtdışında da türkiye sosyalist hareketinin düşünsel temelde bir berraklığa

kavuşması ve ayrılık ve birliklerin tüm sosyalistlerin katılımı ile netlik kazanması için yapılacak her

çabanın içinde olacağız.

"Bu ilk çağrının 8 imza ile çıkmak zorunda kalması kanımızca olumsuz bir durumdur. Dileğimiz henüz

başlangıcında olduğumuz bu sürecin bu tür hatalarla yeniden karartılmamasıdır. Bu açıklamayı da

gelecekte yeni benzer durumları engellemekte katkı olur düşüncesiyle yapıyoruz. Açıklık bunu

gerektiriyordu."

Page 24: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

23

toplantısındaki tepkiler de ortada olduğuna göre, ortadaki taammüden yapılmış işin bir tek

zanlısı vardır: Kurtuluş!..

Burada Yalçın Küçük gibi bir paratez açarak Avrupa’daki çağrının bu tavrına karşılık

Türkiye’deki çağrının tavrına değinmek gerekir ki kontras iyice görülebilsin.

Türkiye ve Avrupa’daki girişimler, birbirlerinden sadece zaman sırası bakımından değil,

yaklaşım ve stilleriyle de ayrılıyorlar. En iyisi kıyaslamaya baştan başlayalım.

Türkiye’deki çağrının öncesinde 3 kişinin bir daveti bulunmaktadır: Ertuğrul Kürkçü, Nail

Satılgan ve Gencay Gürsoy. Bu üç kişinin ortak niteliği: belli bir örgüte bağlı olmamaları;

bir bakıma hareketler ve örgütler arası “Niemandsland”da bulunmalarıdır. Bu üç kişi de

politik olarak yakın oldukları dergi veya örgütlerle aynı zamanda bir tür çatışma içinde de

bulunmaktadırlar.

Bu üç kişinin kişisel ilişkileri, konumları, geçmişleri, onlara herkes karşısında daha kabul

edilebilir bir durum sağlamaktadır. Bir bakıma, bu üç kişi, Kimyada bir reaksiyonun

gerçekleşebilmesi için gerekli bir katalizör ya da maya rolü görmeye uygundurlar. (Bu elbette

onların reaksiyonun içinde de olmalarını dışlamıyor.)

Dikkati çeken ikinci nokta da şu: bu üç kişi, direk olarak kamuoyuna bir bildiriyle

çıkmıyorlar; tanışıklıkları, bilgileri, sezgileriyle ve anlaşıldığı kadarıyla kısmen kırmama,

atlamama kaygılarıyla da birtakım insanları “birlik konusunu, gayrıresmi bir ortamda serbest

bir biçimde tartışmak” için bir araya gelmeye çağırıyorlar.

Tanışıklıkları, bilgileri, sezgileriyle: Bidirinin sonundaki açıklamada “kişisel olarak görüş

beyan etmiş olmak; kişisel olarak tanışmak, daha önce gerçekleştirilmiş birlik girişimlerini

yetersiz, sonuçsuz, ya da olumsuz bulmak gibi ortak noktalar, biraraya gelenlerin bileşimini

belirledi” deniyor.

Ve - ama aynı zamanda kimseyi dışarda bırakmama, kırmama, unutmama kaygılarıyla: çünkü

bileşimi oluşturanların raslantısal niteliğini vurgulayan yukarıdaki aktarma bu kaygının

ifadesi. Gelmeyen ya da gelemeyenlerin en azından bir kısmına karşı itici, köprüleri atıcı

olmamak için yazılan: “çağrılanların bir bölümü, çeşitli mazeretlerden ötürü toplantılara

katılmadı” ifadesi; “çağrılı olanların eksik ve yetersiz olduğunu çağıranlar da çağrılmış

olanlar da peşinen kabullendiler” ifadesi; “kişisel girişimlerine, birlik tartışmalarına itilim

vermenin ötesinde bir anlam yüklememe” ifadesi... yani tümüyle bildirinin altındaki o dip not

bu kaygının ifadesi.

Bir bakıma, tartışmaların daha sonra girdiği biçimiyle, yani yani “birlik tartışmaları”

girişimi “tartışma birliği”ne dönüştüğü için -aslında bilinçli olarak yapılsa çok olumlu ve tek

mümkün gelişme - o dip not ve imzaların kendisi bildirinin içeriğinden milyon kez daha

önemli olmuştur.

İmzalara gelince, imzalarda da aynı özellikleri görürüz: imzacılar, çeşitli hareketlerin

taraftarları olsalar da, düşünce ve davranışlarıyla, bir gelişimin ancak ortak bir tartışmayla

sağlanabileceği; bir hareketin diğerlerini yere sererek, linear bir büyümesiyle olamayacağı

Page 25: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

24

anlayışındaki kişilerdir. Diğer bir ifadeyle, kendi hareket ve geleneklerindeki tutuculardan

ziyade; başka gelenek ve hareketlerdeki eleştirel, yenilikçi akım ve eğilim veya kişileri

kendilerine yakın görenlerdir.

Türkiye’deki birlik kartışmalarının daha baştan kırgınlıklara yol açmadan gelişmesinde ve ilgi

toplamasında bu özelliklerin kesinlikle belirleyici, tayin edici bir bir fonksiyonu olmuştur.

Avrupa girişiminde ise, ne Türkiye’deki imzacıların nitelikleri, ne de stili ve uslubu ne yazık

ki görülmemektedir. Aslında Bülent Uluer’in toplantılar boyunca çaşitli vesilelerle yaptığı

konuşmalara bakınca Türkiye’deki stilden, tartışanların niteliklerinden rahatsız olduğu bile

söylenebilir. Koskoca örgütler dururken üç bağımsıza mı düşerdi bu iş?

Avrupa’daki birlik tartışmalarında bir daha hiç bir zaman Frankfurt’taki katılımın sayısı ve

zenginliği sağlanamadı. Bu gerilemede elbette Avrupa’daki toplantıların bu doğuştan

günahının da bir payı var. Ancak bu hatalar olmasaydı bile ilginin sürekli azalmasının önüne

geçilebileceğini sanmıyorum. Ondan sonraki bir kaç ay içinde yirminci yüzyılın bütün

dengeleri alt üst oldu, Ekim devriminden beri, belki de önümüzdeki uzun yılları belirleyecek

en büyük değişiklikler yaşandı. Bir toplantıda konuşmacılardan birinin büyük bir safiyetle

“Bu gün de hangi ülke düştü diye akşamları televizyona bakmaya korkuyorum” dedirten

değişiklikler..

Bu doğuştan günahlar yükselen bir hareketle birleşmiş olsaydı çok vahim sonuçları olabilirdi.

Öimdi ise, artık olup olmamalarının bile bir önemleri yok gibi.

İlk Bocholt Toplantısı

Frankfurt toplantısından döndükten sonra toplantıdaki sert tartışmaların etkisiyle olsun daha

değişik bir stil tutturulacağı umuluyordu. Bu arada çağrıcılardan Orhan Silier’den bir telefon

gelmişti, gündem ve toplantıların biçimi için önerilerimi acele yazılı olarak göndermemi

istiyordu. Evet hala değişen bir şey yoktu, en öze ilişkin sorunlar birden bire bir teknik sorun

düzeyindeymiş gibi ele alınıyordu. Tesadüfi sekiz kişi simdi de gündem önerilerini istediğine

göre, gündemi de belirlemeye karar vermiş demekti; aynı şekilde toplantıya katılacakları da

belirleyecekler demekti, çünkü isim önermemiz de istenmişti. Yine de talebi ciddiye alıp

“Hangi Konular, Nasıl Bir Öncelik Sırasına Göre, Hangi Biçimler Altında le Alınmalı?”9

başlıklı bir yazıyla önerilerimi bildirdim. Savunduğum temel fikir: çağrıcıların gündemi

belirlememesi; en geniş katılımla yapılan toplantılarda gündemin belirlenmesi; 8 kişinin

kendilerini bu toplantının hazırlığıyla görevli teknik bir komite olarak değerlendirmeleriydi.

Talebi ciddiye alıp önerilerini iletenlerden biri de Sosyalist İşçi olmuş. Onlar da hazırladıkları

metinde benzer bir eleştiri ve öneride bulunduktan sonra kendileri için en önmli gördükleri

9

Bu yazı bu derlemenin içinde bulunuyor.

Page 26: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

25

konuları sıralamışlar. Sözkonusu metnin hemen başında şunları açıkça söylüyorlar:

“Yurtdışındaki sosyalistlerin tartışma sürecine ilişkin konuları, programı ve bu tartışmaların

alacağı biçimin örgütlenmesini en geniş katılımın sağlanacağı bir veya hatta bir dizi

toplantıda saptanmalıdır. Toplantıların konularının ve biçiminin saptanması ne denli büyük

bir katılımla yapılırsa elde edilecek sonuçlar da o denli tatmin edici olacaktır. Öte yandan,

yapılacak bütün dar toplantılar, bir yandan elitist, öte yandan ise daima gerektiği kadar

“dar” ya da gerektiği kadar “geniş” olamayacaktır.”10

Bundan sonra ilk çağrıcı sekiz kişi kendi aralarında ne tartıştı ne görüştü bilmiyoruz. Ancak

elimizde Bocholt’ta yapılacak toplantıya ilişkin çağrının metni var. Bu metin aynen şöyle:

“Ekte verilen çağrıyı hazırlayan bizler (Frankfurt’ta okunan çağrı), bu çağrının yurt

dışındaki sosyalistlerin en geniş katılımıyla hayata geçirilebileceği inancındayız. Bu nedenle

yurtiçindeki girişimin gelişme sürecine paralel olarak yurtdışındaki sosyalistleri temsil eden

bir toplantı düzenlenmesini uygun bulduk. Amacımız, Birlik Tartışmaları Düzenleme Giirişimi

tarafından ülkede başlatılan çalışmaların yurt dışındaki paralelinin bu toplantıya katılacak

olanların ulbirliğiyle gerçekleştirilmesi, bu konuda tümüyle onların söz ve karar sahibi

olmalarıdır. Toplantıda konunun her yönüyle görüşülmesini ve çalışmaların yürütülmesine

bir çözüm getirilmesini öngörüyoruz.

“İnanıyoruz ki, sizin katılımınızla toplantı hem daha verimli ve başarılı geçecek, hem de

yurtdışındaki sosyalist potansiyelin temsili sağlanmış olacaktır.

“En iyi dileklerimizle”.11

Bu aslında tipik bir geçiş metni12

, birbiriyle çelişen yaklaşımlar iç içe. Önce “Biz” “uygun

bulduk”, “biz” “inancındayız” uslubuyla başlıyor ve yine o “biz”in “amacı”nı açıklıyor:

“toplantıya katılacak olanların (...) söz ve karar sahibi olmaları”. Yine o tipik Tandoğan

felsefesi: toplantıya katılacakların “söz ve karar sahibi olmaları”na yine o “biz” karar veriyor.

Hatta o Söz ve karar sahibi olacakların kimler olacağına da. (Çünkü kimlerin katılacağı 60

10

"Tartışma Toplantıları İçin Konu Önerileri" İmza ve tarih yok.

Gündem konusunda bir de çağrıcılardan olan O.Silier bir metin sunmuş. El yazısıyla altı sayfa tutan bu

metinin başlığı: "Tartışma Konularının, Örgütlenme ve Gerçekleştirilme Biçimlerinin ve Zamanlamasının

Karara Bağlanmasına İlişkin Öneriler". Başlığından da anlaşılacağı gibi O. Silier, çağrıcıların gündemi

belirlemesini pek sorun yapmamaktadır. Çağrıcıların tesbit edeceği oldukça dar bir çevrenin konu ve

biçimleri belirlemesinden yanadır. Önerileri eses olarak biçime ilişkin bir sürü kurallardan oluşmaktadır.

Belki akademik bir çalışmada işe yarıyabilecek bu yöntemlerin politik bakımdan hiç işe

yarayamayacağını ve manüplasyonlara çok açık olduğunu anlamamak temel zaaflarıdır bu önerilerin.

11 19 Ekim 1989 tarihli davetiye

12 Bir geçiş metni çünkü, eski stili sürdürse bile, Gündem'i belirlemiş olmaktan vaz geçmiş olduğu

görülüyor. Ama bu hakkı kullanmayan yine o "biz".

Page 27: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

26

kişilik bir listeyle belirlenmiş.)13

Hatta toplantıların “paralel” olup olmayacağı bile

belirlenmiş. Öyle bir metin ki, davete cevap vermesen ilk kez ortaya çıkmış bir olanağın daha

baştan dağılması tehlikesi ortaya çıkar, kabul edip gittiğin takdirde, o “biz”in yukardan, senin

karar verenler arasında olmana karar veren tavrını meşrulaştırmış olursun. “Bizlerin karar

vermesine karar veren siz kimsiniz acaba” demeyi küçüklük sayarsın. “Boşver” dersin, “hadi

bunları da problem etmeyelim. Yeter ki birşeyler olsun” ve gidersin.

Bocholt, Hollanda hududunda sınır ticaretinden epey kar ettiği kendisine göre çok büyük

çarşısından belli olan küçük bir kasaba. Toplantı ucuza geldiği için “Europa Institut” denilen

bir yerde tertiplenmiş.

Çağrı yapılan 60 kişiden 32 kişi gelmiştir. A. Kaçmaz har zamanki “İngiliz Centilmeni”

tavrıyla, toplantının “eksikli bir girişim olduğunun baştan kabul” edildiğini, elbette sübjektif

ölçülere göre davranılmış olacağını, toplantının bu hataları giderebileceğini söyler. Yani biraz

üstü kapalı bir özeleştiri yapar; yetkilerin toplantıya verildiğini söyler.

Sonra söz alan Bülent Uluer ise eski stili sürdürerek toplantının aslında fazla bir şey

yapmayacağını, “teknik bir kurul oluşturacağını” “uygun gördük”lerini söyler.

İlk sekiz kişiye Frankfurt’ta itiraz edildiğinde bunların teknik bir işi üslendikleri, itirazların

çok abartılı olduğu söylenmişti. Sonra o sekiz kişinin belirlediği altmış kişiden gelen otuzu

için teknik işlerle görevli bir kurulu seçmek gibi yine teknik bir görev verilir, zaten seçilecek

kurul da teknik işlere bakacaktır. Bu teknik tekniğiyle hiç bir zaman teknik olmayan bir kurul

ya da bir sorun ortaya çıkmaz. Tabii bütün bu konuşmada yine “Lütfen problem çıkarmayın”

ana fikri.

Ne yazık ki biz o kadar gelişmis teknikleri kullanamadığımızdan “şu ana kadar yapılanları

bir değerlendirelim, gündemimizin ilk maddesi bu olsun” diye bir öneri yaparız. Yapılanların

değerlendirmesinin gündeme alınıp alınmayacağı üzerine tartışma ve Frankfurt’taki bölünme

tekrar ortaya çıkar. Kurtuluş, “”burası nedir ne değildir tartışmayalım”, “adap erkan üzerine

zaman kaybetmeyelim”; “değerlendirme geçen seferkinin devamı olur” diye itiraz eder. Ancak

bu sefer bir değerlendirme yapma ve bunun gündeme alınması kabul edilir.

Aşağı yukarı buraya kadar eleştirdiğimiz konularda eleştiriler yapılır. 8 kişi içinde iki uç

olarak adlandırmak gerekirse bir yanda Kurtuluş’tan arkadaşların değerlendirmeyi bile

gereksiz gören; diğer yanda A. Kaçmaz’ın özeleştirel tavrı şeklinde iki tavır görülür. Bölünme

bir bakıma “Sosyalist Forum” çevreleri ve “Kurtuluş” gibidir.

Bu bölünme çizgisi iki konuda daha aynen sürer. Bir diğer tartışma konusu: toplantıların

Türkiye’ye “bağımlı” mı yoksa “paralel” mi olacağıdır. Kurtuluş’un görüşü, Türkiye’deki

gündemi aynen kabul etmektir. Somut olarak tartışma “Günümüz ve Marksizm” konusunun

13

Aslında bu tavırlarla sürekli karşılaşmak insanda sürekli iğfal olduğu duygusunu uyandırıyor. "Aman

problem çıkmasın, aman dağıtıcı olmayalım. Hadi bakalım bunu da anlamamazlıktan gelip yutmuş

olalım, belki ne yaptıklarını anlarlar" diye düşünüp davrandıkça bu stil, bu yaklaşım sürüyor. Açıkça

eleştirince de "şöhret meraklısı" ya da mızıkçı olunuyor.

Page 28: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

27

gündeme alınıp alınmamasında görülür ve gündeme alınma kararı alınır. Öte yandan

Türkiye’deki gündem eklektik ve sistemsiz olmasına rağmen, bir paralelliği tutturmak için

aynen kabul edilir.

Toplantının diğer önemli tartışma konuları, toplantıların herkese açık mı yoksa dar mı olacağı

şeklindedir. Ancak bu konularda farklı eğilimler olmasına rağmen biçimi belirleyen

Avrupa’nın koşulları, yani fiziki ve maddi sınırlamalar olur. Bu bakımdan Türkiye’dekinden

oldukça farklı bir biçim tesbit edilir. Türkiye’deki tartışmalara katılanların çok büyük bir

bölümü İstanbul’da yaşamaktadır. Avrupa’da ise adeta bütün kıtaya dağılmış bir topoğrafya

vardır. Bu nedenle sık sık bir araya gelip toplantı yapmak olanaksızdır. Öte yandan

mültecilerin özellikle yoğunlaştığı belli merkezler de vardır. Bu nedenle şöyle bir optimum

çözüm bulunur: Tartışma tıplantılarının bir başında bir de sonunda Avrupa çapında iki

toplantı yapılacaktır. Bundan başka tesbit edilen sekiz merkezde, yine isteyenin katılabileceği,

her birinde iki konu olmak üzere mahalli toplantılar yapılması benimsenir. Konularda

konuşmacı olmak isteyenler önceden bir yazılı metin hazırlamakla ve yeteri kadar önce bunu

çoğaltıp tartışmacılara iletmek üzere yollamakla görevlidir.

Bundan başka iki sorun tartışma toplantılarının teknik işlerini hazırlayacak kurulun bileşimi,

yetkileri ve toplantı adına yayınlanacak bildirinin içeriği üzerine tartışmalar olur.

Toplantılara katılım konusunda sınırlama yapmama eğilimi egemen olur. Herkesten

önerilerini bildirmesi bunlara ek olarak herkesin de yeni öneriler yapma hakkının olması

benimsenir. Ancak katılanların herhangi birisinin toplantılardan çıkmasına yol açacak bir

öneri olma halinde, varolanı kaybsetmektense olanı korumanın doğru olacağı kabul olunur,

yani veto hakkı tanınmış olur. Bu kısmen aralarında ciddi çatışmalar olan, hatta fiziki

mücadeleye kadar gider gruplar düşünülerek koyulmuş olmakla birlikte, aslında Sosyalist

Parti’nin toplantılara davet edilip edilmemesi noktasında çıkmıştı. Kurtuluş, onlar geldiği

takdirde toplantıya katılmayacağını söyleyerek dayatma yaptı. Bir çok arkadaş bu tavrın

onları daha güçlendirdiğini ifade etmeye çalıştılar. Öahsen ben, Kurtuluş’un bu tavrını doğru

bulmadığımı ama bir tercih karşısında bırakıldığımı, Kurtuluşun da gitmesini istemediğimi, şu

an bu dayatmaya boyun eğmek zorunda olduğumuzu söyledim.

Aslında toplantının uzun tartışmalarla hazırlanmış bildirisi dikkatli okunursa, bu bildirinin o

zamana kadarki stille kesin bir kopuşma, köklü bir değişim gösterdiği görülür.

Bildiriyi aynen aktaralım:

“”Yurtdışındaki Sosyalistlere Çağrı” ile başlayan girişimin çağırıcıları, 18-19 Kasım 1989

tarihinde F.Almanya’nın Bocholt şehrinde, davetli 60 kişiden 34’ü ile çağrıcıların 8’inden

7’sinin katılımıyla gerçekleşen bir toplantı düzenlediler. Toplantının başlamasıyla birlikte

“Çağrı”yı yapan 8 kişinin görevi bitti, girişimin bundan sonraki gelişme sürecinin

yönlendirilmesi toplantıya katılanların sorumluluğuna geçti.

“Toplantıda, söz konusu girişimin değerlendirilmesi yapıldı. Bu değerlendirme sonucunda,

çağırıcı 8 kişinin temsil niteliğinin yeterli olmadığı -ki çağırıcılar bu eksikliğe kendileri

Page 29: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

28

parmak bastılar- bunun yanı sıra bu toplantıda yer alması gereken ve katkı getirici bir kısım

çevre ve kişilerin davetliler arasında bulunmadığı tesbit edildi.

“Toplantıya katılanlar yurtdışındaki sol hareketin olabilecek maksimum düzeyde temsil

edileceği, çalışmalara katkıda bulunabilecek tüm sosyalistlerin kendilerine katılmaları için

çaba sarfetmeye karar verdiler. Bu kapsamda kadınların katılımının arttırılması için özen

gösterilmesi, bu amaçla kadın örgütleriyle temasa geçilmesi ve Kuzey Kürdistanlı

sosyalistlere bu kurula katılmaları için çağrı çıkarılması kararı alındı.

“Toplantıda, yurtdışında yapılması öngörülen çalışmaların gündemi görüşüldü, yurtta

yürütülen tartışma konularının aynen alınmalarına ve bunlara ek olarak “Günümüz ve

Marksizm” başlıklı bir konunun da tartışma gündemine konulmasına karar verildi ve bu

tartışmaların soldaki birlik ve ayrışma süreçlerine de hizmet edeceği ortak sonucuna varıldı.

Daha sonra gündemin uygulanmasıyla görevli bir “Koordinasyon Komitesi” oluşturuldu.

“Yurtta sürdürülen girişimin yurtdışındaki paralelini organize etmekle ve yurt içiyle

koordinasyonu sağlamakla görevli kurula katılmanızla bir eksikliğin giderilmiş olacağına,

böylece çalışmaların daha verimli olmasına ve çalışma sürecine azami yığınsal katılımın

sağlanmasına katkı getireceğinize inanıyoruz.

“En iyi dileklerimizle,

Bocholt toplantısına katılanlar adına”

Page 30: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

29

Avrupa’da Kadınlar

Frankfurt toplantısında birkaç kadın vardı. Bocholt da ise iki kadın. Kadınlara bu ilgisizlik ve

kadınların bu ilgisizliği biz sosyalistlerin eski strateji ve programlarımızın, anlayışlarımızın

günümüzün dünyasının öznelerini kavramaktan; çeşitli baskı biçimlerine karşı mücadeleleri

birleştirmekten ne kadar uzak, ne kadar gerilerde kaldığımızın bir göstergesinden başka bir

şey değildir.

Bu somut olarak bizzat yurtdışı tartışma girişimlerinde de görüldü. Avrupa’nın, Avrupa’daki

mülteci ve işçilerin son yıllardaki en canlı, en aktif, en radikal kesimini oluşturan kadınlar

yoktu.

O kadınlar ki, son yıllarda tüm solun aktivitesi azalırken artan bir aktivite gösteriyorlardı. O

kadınlar ki en az iki üç yüz kişinin katıldığı çok canlı toplantılar düzenliyorlardı14

. Ve bu

toplantıda Sosyalist Feminist kadınlar hem organizatörler arasındaydılır, hem de en aktif

kesimlerden birini oluşturuyorlardı. Avrupa’da sosyalistlere çağrı yapanların ise listelerinde

bu çevrelerden bir kişinin bile adı yoktu. Aslında kadınları uzak tutmak için bir çaba

gösterilmediği rahatlıkla söylenebilir. Ama bu daha da kötüdür. Ciddiye alınan bir gücü uzak

tutma veya kazanma çabası gösterilir, alınmayana ise hiçbiri. İlk çağrıcılar arasında örneğin

Sosyalist Forum çevrelerinin başta dışlanmasını sağlayan Kurtuluş çevresinin hassas

göründüğü kadın sorununa uygun olarak bu dinamizmi olsun çekebilmek için bir şeyler

yapması beklenirdi. Ama anlaşılan ne kazanmaya ne de dışta bırakmaya değmeyecek bir grup

olarak değerlendiriliyorlardı.

Eğer bu toplantılara katılan kimi sosyalist feminist kadınlar bu durumu protesto etmeseler ve

adeta kendilerini zorla davet ettirmeseler çağrıcılardan kimsenin aklına gelip de onları da

katmak için çabalayacağı yoktu.

Ancak kadınlar kendilerini zorla davet ettirdikten sonra gündeme bir de “Kadının Kurtuluşu

ve Marksizm” gibi bir konu alınabildi.

O çok az olan kadınlar arasında bazıları protesto için toplantılara bir daha katılmadı;

kendilerini zorla davet ettiren birkaç sosyalist feminist dışında toplantılar hep bir erkek

toplantısı oldu.

İşte o açıklamadaki kadınlara ilişkin özeleştiri, kadınların bu eleştirisinin etkisiyle oraya

girmişti. Kadınların bu protesto bildirisini aktarmakta yarar var.

“Değerli arkadaşlar,

14

Son yıllarda düzenli olarak yapılan bu avrupa çapındaki kadın toplantılarının ortaya çıkışının Sosyalist

Forum'la şöyle bir bağlantısı vardır. Sosyalist Forum toplantılarında da kadınlar genellikle bir elin

parmaklarından fazla olmuyordu. Bu toplantılara katılan bazı kadın yoldaşlar bir araya gelerek kadınlar

olarak kendilerinin Avrupa çapında toplantılarını yapma kararı alırlar. Umulmayan bir ilgi ve canlılıkla

yüzlerce kişilik kadın toplantıları başlar.

Page 31: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

30

“Bizler, 28 - 29 Eylül’de yapılan Frankfurt toplantısına tesadüfi olarak haberdar olup

katılmış Sosyalist-Feminist kadınlarız. Bu toplantının akabinde yayınlanan “Yurtdışındaki

Sosyalistlere Çağrı” metni ve toplantıya çağrılanların listesine baktığımızda diğer

olumsuzlukların yanı sıra dikkatimizi ilk çeken listedeki kadın sayısının olağanüstü azlığıydı.

Dikkatimizi ilk çeken ama, bizi pek te şaşırtmayan bir sonuçtu bu.

“Türkiye sol hareketinde yıllarca içeriği boşaltılarak tekrar edilen bir slogan vardı:

“Kadınlar katılmadan sosyalizm kurulmaz, sosyalizm kurulmadan kadınlar kurtulmaz!” Ama

bu sloganın kullanılış nedeni de kadınların nüfusun yüzde ellisini oluşturmaları gibi yalnızca

nicel bir çoğunluk olarak bakılmasındandı. Yoksa toplumun cinsiyetçi esasa dayalı

yapılanmasına karşı yükseltilecek kadın kurtuluşu mücadelesinin sosyalist harekete yepyeni

perspektifler katacağı ve bugünden başlayarak yeni yapılanmalara gidilmesinin gerekli

olduğu mantığı değildi.

“Oysaki kapitalist sistemdeki tek egemenlik biçimi sermayenin emek üzerindeki egemenliği

değildir. Bu egemenlik cinsiyete ve milliyetlere dayanan egemenlik biçimleriyle de

eklemlenerek güçlenmiştir. Bundan dolayı karşılıklı olarak birbirlerini güçlendiren bu

egemenlik biçimlerinden yalnızca birine karşı verilecek mücadele de eksik kalacaktır.

“80 öncesi Türkiye solunda her türlü sömürü ve baskı biçiminin son bulacağı düşünülen

sosyalist toplumda kadının da otomatikman kurtulacağı gibi düz bir mantık yaygındı.

“80 sonrasında ise Türkiye’de gelişen kadın hareketinin kendini dayatması sonucu Türkiye

solu “Feminizm”i gündemine almak zorunda kaldı. Tüm sol yayınlarda bugüne kadar hiç

tartışılmadığı boyutlarda “kadının kurtuluşu” üzerine yazılar yayınlandı. Hatta bu yazıların

birçoğu “herşeyin en iyisini bilen” erkekler tarafından yazılmış olmasına rağmen,

Türkiye’nin hala çok “erkek” olan sol politik arenasına baktığımızda pek te fazla bir

değişiklik olduğunu söylemek mümkün değil. Bunun en son örneğini gerek Frankfurt’taki 28 -

29 Eylül’de yapılan toplantıda, gerekse daha sonra yayınlanan “Sosyalistlere Çağrı”

mektubunda bir kez daha gördük.

“Frankfurt toplantısında erkekler “kadınlarrın cinsiyetlerinden dolayı ezilmelerine karşı

mücadele verilmediği sürece, verilecek demokrasi mücadelesinin eksik kalacağını”

vurguladılar. Ve bugünden başlayarak kadınları da içine alacak yapılanmaların gerekli

olduğu tesbitini yapan “Erkeklerin karıları” ise evlerde oturup çocuklara bakıyorlardı.

“Frankfurt toplantısına iki elin parmaklarıyla sayılacak kadar az kadın katılırken,

Avrupa’daki Türkiyeli kadınların yaptığı toplantılara 300’e yakın kadının katılması,

kadınların genel olarak politikaya ilgisizliğini değil, bugünkü politik yapılanmalar içinde

kendilerini bulamayışlarının ve sol içindeki erkek egemenliğine karşı protestoların bir

ifadesidir bizce.

“Kadınları “sosyalistler arası birlik” tartışmalarının dışında bırakan ve bu tartışmalar içinde

var olanları da ikincil konuma sokan anlayışları şiddetle protesto ediyoruz.

“Toplantıya katılan kadınların “kadınlık bilinçlerine” seslenip. onları bu protestomuzu

Page 32: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

31

desteklemeye ve tartışmalara çok sayıda kadının katılımını sağlama yolunda daha aktif

davranmaya çağırıyoruz.

“KADINLAR DA VARDIR!..

“Hamburg 15.11.1989

“Nuran Sarıca - Hülya Eralp - Ülkü Sarıca”

“Not: Mektubumuzun bir kadın arkadaş tarafından toplantıya okunmasını diliyoruz.

Komisyon Çalışmaları

“Eylem ayrıntılarla ilgilenmeyi öngörür” der bir yerde Hegel. Biraz da teknik ayrıntılara

ilişkin bilgiler.

Bocholt’ta, bildiriye de yansıyan stil değişikliği ortaya çıktıktan sonra gerçekten pratik işlerle

uğraşacak, kelimenin tam anlamıyla teknik bir komitenin çalışacağı koşullar ortaya çıkmıştı.

Bu bakımdan koordinasyon komitesi ahenkli bir iş birliğinin sürdürüldüğü, farklı

geleneklerden gelen kişi ve cevrelerin birbirini tanıdığı, pratik işler yapan bir organ oldu.

Biraz da raslantısal olarak Komisyon’da Avrupa’nın hemen hemen her büyük merkezinden

bir kişi yer alıyordu. Aynı bileşim toplantıya katılan farklı eğilimlere de denk düşüyor gibiydi.

Komite’nin başlangıçtaki çabası toplantılara soğuk bakan hareket ve kişilere ulaşmak ve

onları çalımalara katmanın yollarını aramak oldu. Bu konuda son derece açık ve birlik

tartışmalarının ruhuna uygun davranıldı. Onore edilmesi gerekenler onore edildi, ayaklarına

gidildi, kimileri için heyetler gönderildi. Bunların hiç birinden olumlu bir cevap gelmedi.

Ama burada belirtilmesi gereken bir yan var. Bu toplantıların bütün teknik işlerinin

yapımında binlerce sayfa tebliğ fotokopisi, zarflanması, pullanması, tek tek telefonlarla çeşitli

konularda koordinasyonun sağlanması; toplantıların teknik hazırlıkları vs. gibi binlerce ayrıntı

Gülşen ve Tayyar Tekin’in emekleriyle başarılabildi.

Komisyonun çalışmaları hakkında bir fikir edinmek için en iyi çare onun toplartı

tutanaklarından birini buraya olduğu gibi aktarmak olabilir:

“B.Toplantısında Yurtdışında Birlik Tartışmalarını Düzenleme Girişimi tarafından

oluşturulan Koordinasyon komitesi, 5 Aralık 1989’da Brüksel’de toplandı.

“Toplantıya bütün koordinasyon Komitesi Üyeleri (Ahmat Kaçmaz, Atilla Keskin, Bülent

Uluer, Doğan Tarkan, Demir Küçükaydın, İlkay Demir, Orhan Silier, Veysi Sarısözen, Yalçın

Cerit, Ziya Orkunoğlu) katıldı.Toplantının gündemi aşyağıdaki gibi onaylandı.

“1) Tartışmanın örgütlenmesi

“-Biçimi

“-Zamanlaması

“-Koordinasyonu

Page 33: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

32

“2). YBTDG’ne yeni katılım önerilerinin görüşülmesi

“3) Tartışmaların örgütlenmesi için mali olanakların araştırılması.

“Bütün gündem maddelerini sırasıyla görüşen KK aşağıdaki konularda görüş birliğine vardı.

“1) Biçim, zamanlama ve yer bakımından tartışmaların örgütlenmesi ekteki Açıklama’da

belirtildiği gibi gerçekleşeceğinden tutanağa Açıklama’nın eklenmesiyle yetinilmiştir. Bu

arada B. toplantısında saptanan her bir tartışma konusunda tebliğlerin toplanması,

tebliğcilerin enforme edilmesi vs. koordinasyon sorunlarını çözmekle aşağıdaki KK üyeleri

arasında iş bölümü yapıldı.

“1) Ziya: Türkiye’nin oplumsal Dinamikleri

“2) Orhan: Günümüz ve Marksizm

“3) Yalçın: Ulusal Sorun

“4) Demir: Enternasyonalizm

“5) Bülent: Sosyalist Demokrasi

“6) Veysi: Demokrasi ve Devrim

“7) İlkay: Birlik Düzlemleri

“8) Doğan: Program Anlayışları

“Ayrıca, tüm bu koordinatörlerin çalışmaları Ahmet Kaçmaz’ın sorumluluğunda bir

sekreterliğe bağlandı. Tebliğcilerin doğrudan iletişim kuracakları bu sekreterlik, edindiği

bilgileri ilgili koordinatörlere aktaracak.

“Ekte tartışma takvimi verilmiştir.

“2) YBTDG’ye yeni katılım önerileri B. toplantısında prensip olarak kabul gören ölçütlere

göre tartışıldı. Tartışmaların sonucunda bazı arkadaşlar, bazı çevrelerin nicel olarak fazla

sayıda katıldıklarını düşündükleri için, çalışmaları zorlaştıracak ölçüde genişlemeye yol

açacak önerilere itiraz etmekle birlikte, sonuçta yapılan tüm önerilerin kabulü doğrultusunda

genel bir konsensüs oluştu.

“Ancak, toplantının tavsiyesine uyarak V. Sarısözen, B. Uluer, Y. Cerit, A. Kaçmaz

kendilerini ilgilendiren isim öneri listelerini yeniden gözden geçirmek üzere geri aldılar.

“Diğer taraftanr B. toplantısına isim öneri listesi sunan Kürşat istanbullu’ya da aynı

tavsiyenin yapılmasına karar verildi. TKEP’den bu konudaki görüşünün istenmesine karar

verildi.

“Aynı zamanda, Ziya Orkunoğlu, katılımını düşündüğü arkadaşlara danıştıktan sonra bir liste

halinde önerilerini sunacağını belirtti. Onun talebi onaylandı.

“Aşağıdaki arkadaşlar, belirtilen örgüt ve kişilerle doğrudan temas kurmakla görevlendiler:

“Çağırılacak gruplar ve kimlerin ilişki kuracağını gösterir liste

“Devrimci Partizan/Y.Cerit

“Bolşevik Partizan/Y.Cerit”

Page 34: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

33

“DAB/Bülent

“Dev-Yol- Dev-İşçi)/Bülent-Ziya-Veysi

“Dev-Sol/Bülent-Ziya-Veysi

“İşçinin Sesi/İlkay

“TEVGER/Kaçmaz

“Rızgari/Bülent

“Sınıf Bilinci/Doğan

“VP/Doğan

“Ekim/İlkay

“Dev-Savaş/Demir

“Emeğin Bayrağı/Bülent-Yalçın

“TEP-Mihri Belli/Kaçmaz

“SVP/Kaçmaz

“3) B. toplantısında her arkadaşın 100 DM tutarında mali katkıda bulunması yolunda alınan

kararın uygulanmadığı görüldü. Gerekli çabanın harcanması, sekreterliğin konu hakkındaki

ilgili arkadaşlara başvurması ile sorunun çözülmesi düşünüldü.

“Öte yandan platformla şu ya da bu şekilde ilişki kuran bütün partilere, hareket, grup ve

çevrelere, platformun her yönden desteklenmesi, özellikle mali, teknik yardım yapılması,

pratik işler için kadro verilmesi yönünde başvuru yazısı yazılmasına, bu yazının sekreterlik

tarafından gönderilmesine karar verildi.”

İlişikte yer alan bir metin de toplantıların nasıl yapılacağı hakkında şu açıklamaları yapıyor:

“Çalışmalara ilişkin açıklayıcı bilgi:

“17-19 Kasım 1989 tarihli Yurtdışı Birlik Tartışmaları Düzenleme Girişimi (YBTDG)

toplantısında tartışılmak üzere 8 konu belirlendi. Çalışmaların verimli olmasını sağlamak

amacıyla isteyen herkesten konulara ilişkin yazılı tez alınması için çaba gösterilmesi

kararlaştırıldı. Buna göre, YBTDG’de yer alanlar ve yeni çağrılılar, ayrıca bu kişilerin uygun

görecekleri ve erişebilecekleri herkes tartışmalarda tartışılmak üzere yazılı tez verebilir;

vermeye çaba göstermelidirler.

“Kitleye açık tartışmalar, o konuda tez verenlerin sunucu olarak yer almalarıyla ve

toplantıya gelen herkesin tartışmaya katılmalarıyla gerçekleştirilecektir. Bu toplantıların

ardarda dört hafta sonunda sekiz şehirde düzenlenmesi uygun görülmüştür. Her şehirde biri

Cumartesi öteki Pazar günü olmak üzere iki toplantı yapılacaktır. Bu toplantılarda

tartışılacak konular çalışma takviminde verilmiştir.

“Yuvarlak masa toplantıları ise YBTDG (mevcut ve yeni çağrı ile katılmayı kabul edenler)

vasıtasıyla yürütülecektir.

“YBTDG toplantıları hafta sonlarını kapsayan ve çok sayıda oturumu ihtiva edecek şekilde

düzenlenecektir.

Page 35: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

34

“Tartışma onuları”nı ihtiva eden “ek”te her konunun sorumlusu belirtilmiştir. Tez

hazırlamak isteyenlerin herhengi bir sorunları olduğunda bu kişilerle irtibat kurmaları

yerinde olacaktır. Ancak tezler kesinlikle KK’si Sekretarya adresine gönderilmelidir.”

Hangi şehirlerde hangi konular tartışıldı?

Londra

24 Öubat 1990 Ulusal Sorun

25 Öubat 1990 Enternasyonalizm

Duisburg

25 Öubat 1990 Günümüz ve Marksizm

17 Mart 1990 Ulusal Soırun

Berlin

3 Mart 1990 Sosyalist Demokrasi

4 Mart 1990 Türkiye’nin Toplumsal Dinamikleri

Paris

3 Mart 1990 Devrim ve Demokrasi

4 Mart 1990 Birlik Düzlemleri

Basel

10 Mart 1990 Birlik Düzlemleri

11 Mart 1990 Devrim ve Demokrasi

Amsterdam

10 Mart 1990 Kadının Kurtuluşu ve Marksizm

11 Mart 1990 Sosyalist Demokrasi

Hamburg

17 Mart 1990 Günümüz ve Marksizm

18 Mart 1990 Kadının Kurtuluşu ve Marksizm

Frankfurt

24 Mart 1990 Enternasyonalizm

25 Mart 1990 Türkiye’nin Toplumsal Dinamikleri

Toplantılar boyunca 54 tebliğ sekreterliğe ulaştı.

En çok tebliğ Günümüz Marksizm ve ikinci olarak Birlik Düzlemleri konusunda en az ise

Enternasyonalizm ve Program Anlayışları (iki veya üçer adet) sunulmuştur.

Gerek şehirlerde yapılan gerek Avrupa çapında yapılan toplantılara katılım sürekli bir düşme

eğilimi göstermiştir. Çok nadiren dinleyici sayısı 100’ün üzerinde olmuştur. Bazen ise

konuşmacılar dinleyici dahi bulamaz durumda kalmışlar birbirleriyle tartışmışlardır15

. Bazan

15

Örneğin Frankfurt'ta yapılan "Türkiye'nin Toplumsal Dinamikleri" konulu toplantıda, konuşmacılar

Page 36: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

35

da konuşmacılar gelmemiştir.

Bütün bunlar olurken, yani biz takvimi uygulamaya çalışırken dünya altüst oluyordu.

Bu vesileyle Avrupadaki toplantıların bazı ilginç ve anlamlı yanlarına değinmek gerekiyor.

İlk Avrupa çapındaki yuvarlak masa toplantısında ilk ve ikinci güne dörder konu dağıtılmıştı.

Katılımcıların ayrı odalarda daha büyük zaman bularak tartışabilmeleri umuluyordu.

Aslında biçim ve konular ile amaç arasında korkunç bir uyumsuzluk vardır. Nesnel koşulların

yanı sıra bu korkunç karmaşa da Birlik Tartışmaları sürecinin önce yanlış hayaller yaymasına

sonra da büyük hayal kırıklıkları yaratmasına yol açmıştır.

Hedef politik bir örgüt ve birlik iken, bu ise ancak teori ve ideoloji temelinde değil, somut

hedefler temelinde sağlanabilecek bir şey iken, ideolojik bir tartışma yapılmaya çalışılmış,

insanların bilimsel argümanlarla doğru görüşleri üstün getireceği gibi bir şeyler

düşünülmüştür.

Bu herhelde kendimize hep “bilimsel sosyalist” dememizle ilgili. Bilim olunca, ikna ve

tartışma ile, teori ile işler çözülür gibi geliyor.

Halbuki bilimsel soyalizme göre, burjuva rasyonalizminin bir kalıntısıdır doğru fikirlerin

insanları ikna edeceği. Aksine insan çıkarlarına aykırı olsa matemetik aksiyomların bile

tartışma konusu olacağını söyler Bilimsel sosyalizm. Birlik imkanlar teorik tartışmayla değil,

somut hedefler, planlar üzerinde yapılabilir. Örneğin enternasyonalizm üzerine bir tartışma ile

birlik kurulamaz, ama örneğin, diyelim ki emperyalist askeri paktlardan çekilme, ulusal

hasılanın belli bir yüzdesini çok yoksul halklara doğrudan verme gibi somut tedbirler üzerine

bir birlik kurulabilir veya kurulamaz.

Aynı mantık toplantıların örgütlenme biçiminde de yansır. Birlik fikirlerin değil, somut

güçlerin birliği olabilir. Sorun karşılıklı olarak çıkarların uygun olup olmadığıdır birleşmek

için. Bu durumda konu gibi toplantının biçimi de, teorik şu veya bu fikrin doğruluğunu

kanıtlamak değil, şu veya bu iş birliğinin hangi koşullarda yapılırsa, nasıl yapılırsa taraflar

için güven verici olabileceği gibi konularndır. Ama tartışmalar bu stilde değil, sanki bir

bilimsel sempozyum biçiminde yapılmıştır. Amac ve yöntemler, konular arasındaki bu

uyumsuzluk Avrupa’da Konularda da görülür. O kadar birlik sözü edenlerin hiç biri örneğin

Program konusunda hiç bir şey yazmamışlardır. Belki en az birlik lafı eden E. Aydınoğlu ve

D.Küçükaydın yazarlar bu konuda. Buna karşılık birlik tartışmalarında birlik için oraya

gelenlerin en çok yazdıkları konu örneğin Günümüz ve Manrksizm gibi neredeyse felsefi bir

konudur.

Aynı çelişki ilk toplantıda da görüldü. İlk gün başka toplantılara adeta giden olmadığından

herkes Günümüz ve Marksizm’e aktı. Yani dayandığı temeli sorguladı. Kafaların soru

arasında M. Sayın, A. Kaçmaz ve Oya Baydar gibi çok bilinen isimler olmasına rağmen üç beş kişi

dinleyici gelmişti. Belki altı ay önce aynı isimlerin bir arada olduğu bir tartışma toplantısını herhelde en

azından bir kaç yüz kişi gelirdi.

Page 37: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

36

işaretleriyle dolu olmasının bir işaretiydi bu. Ama ikinci gün aynı kişiler tümüyle taktik bir

sorun olan Birlik Düzlemleri’ne aktı ve yine diğer konular tartışılmadı. Arada program,

güçler, strateji yoktur. İnsanlar marksizmi bile tartışmakta ama diğer yandan da marksistlerin

birliğini istemektedirler. Açık ki politik olarak son derece tutarsız, kendisiyle çelişkili bu

durumun bir nedeni vardır O da psikolojik bir izah olabilir belki. Savaş giden erler düşman

ateşi karşısında dağılacakları yerde korkularından bir araya toplanırlar, kurt dalamış

koyuncuklar gibi ve üzerlerine düşen mermilerin altında daha büyük ölçülerde kırılırlar.

Gerçekte Türkiye’nin sosyalistlerinin bir 1960’lardaki gibi bir programı bile yoktur artık.

Programsız bu sosyalistler, yığınların güvenini de yitirmiştir, 12 Eylül yenilgisini de

görmüştür ve son olarak burjuvazinin dünya ölçüsündeki tarihsel zaferi altında kalmıştır.

Sosyalistlerin birlik partisi, ya da birlik girişimleri toplumun önünde ufuklar açan girişimler

olmaktan ziyade, onları önerenlerin ihtiyaçlarına bir cevap gibi görünüyor. Birlik, birbirine

sokulan askerciklerin davranışına benziyor. Yoksa bu çelişkiler olmazdı. Herkesin belli bir

politika tecrübesi vardır herhalde.

Aslında yapılacak iş, kuzucuklar gibi bir araya toplaşmak değil, “dağılmak” olmalıdır. Bugün

sosyalistler işgale uğramış bir ülkede gibidirler ve artık bir tür “gerilla savaşı” yapmak

zorundadırlar. İşgale uğrayan “ülke” ezilen ve sömürülen insanların ütopyası, sosyalizm

ideali, eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplum idealidir.

Son Bocholt Toplantısı

Bu toplantıda artık çok az insan vardı. O ana kadar toplantıları aksamadan götürenlerden bile

dökülmeler başlamıştı. Türkiye’de “reformist” “devrimci” bölünmesi olacağı anlaşılmıştı.

Avrupa’da ise hersin gerekçeleri farklı olmasına rağmen bir bölünme, böyle bir ayrışma

kimse tarafından istenmiyordu pek. Kimi TBKP’liler, kendileri dışındaki radikal solun en

azından bir bölümünü kapsamayan bir partileşme girişiminin ölü doğacağını

düşündüklerinden; kimi TSİP’liler, Türkiye’deki ayrışma’dan sonra TBKP’nin aceleyle bir

parti kurmasından ve kendilerini dışlamasından korktuklarından, kimi Kurtuluşçular

troçkistler ve onlara yakınların ağırlığının olduğu “Devrimci Blok” içinde yer almanın

rahatsızlığından ve bizim gibiler de, soruna basit bir birlik değil, uzun ve karmaşık bir süreç

olan “rekompozisyon”un imkan ve gerekliliği nedeniyle.16

16

Bu toplantıda Türkiye'deki toplantıya iletmek üzerine yukarıda sıralanan farklı gerekçelerle anlaşıldı.

Elbet bizler de yine farlı gerekçelerle bu bildiriyi imzaladık. Bizim için önemli olan, bildiride yer alan "bu

güne kadar gerçekleştirilen tartışmaların bir ayrışmayı haklı ve gerekli kıcacak bir olgunluğa"

erişmediği tesbitiydi. Ancak Türkiye'deki kimi arkadaşlar, bizlerin bu tavrını kendi problematikleri

açısından gerekçeleri üzerine hiç kafa bile yormadan düşündüklerinden oldukça yanlış anlamışlar.

Kimbilir belki ayrı bir gerekçeyle ayrı bir metin yollamamız daha iyi olabilirdi. Bu tavrımızın Kurtuluş'un

tavrının desteklenmesi gibi anlaşıldığı açık. Böyle anlamak ya da böyle anlaşılması gerektiği imajı

vermek herkesin işine geliyor anlaşılan.

Page 38: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

37

Bu toplantıda artık teorik tartışma yok, pazarlık vardı. “Sen legal Parti’yi geciktir, biz de

burayı geciktirelim”; “Tamam, biz orayı en az bir yıl geciktireceğiz, ama tartışmalar

dağılmasın.” anlamına gelen pazarlıklar. Her iki tarafın da kendi içindeki çelişkiler karşısında

birbirine ihtiyacı vardı. Biri kendi tarafına dönüp, “bakın adam dağılmaması için gayret

gösteriyor, biz acele edersek, o kötü duruma düşecek” deme olanağını elde ediyor, diğerine

“bakın adam bir yıl geciktiriyor, bu bölünme aceleye gelmesin” deme olanağı veriyordu.

Bizim gibi tümeni olmayanların bu pazarlıklarda elbet söyleyecek ve konuşacak şeyi olmazdı.

Aslında hala böyle işlerin yapıldığını görmek ve seyretmek ilginç oluyordu.

Biz, değişen bir dünyayı kavramak için daha geniş bir perspektifle, örgütlerin artık bir engel

olduğunu falan söyleyenler konuşurken, kimileri ellerini kanat çırpar gibi sallayıp

“uçuyorsun” diye işaret ediyorlardı. Kimin uçtuğunu, yani hayal aleminde yüzdüğünü zaman

gösterecek. Ama hiç olmazsa uçmak sürünmekten iyidir.

Umarız bu kitap aracılığıyla Rekompozisyon denen şeyden kimi taktik uzlaşmaları, kısa vadeli yönelişleri

değil, stratejik, belli bir dönemi kapsayacak bir yeniden mayalanmayı anladığımız anlaşılır ve yanlış

anlamalar bir ölçüde olsun telafi edilebilir. Bu toplantıda yayınlanan ve Türkiye'deki toplantıya yollanan

bildirinin metni Yeni Öncü'nün 23. sayısında yayınlandı. Bir belge olması bakımından buraya da

aktaralım:

Türkiye BTDK Toplantısına

Değerli Yoldaşlar,

Solun belli bir kesiminin ilk kez olarak sosyalizmin sorunları üzerine kapsamlı bir tartışmaya girişmiş ve

hareketimizin canalıcı sorunlarının uzunca bir dönem için ortak gündemimizi oluşturmuş olması, tüm

eksikliklerine rağmen, Birlik Tartışmalarını Düzenleme Kurulu'nun yarattığı büyük bir kazanımdır.

Bundan sonra, BTDK, kendisini Türkiye ve Kürdistanlı yığınların acil taleplmerini temel alan bir eylem

platformuna dönüştürmeyi ve programatik sorunların olgunlaştırılmasını bir görev olarak önüne

koymalıdır görüşündeyiz.

Kanımızca, bu güne kadar sürdürülen çalışmaların olumlu ögelerinin geliştirilmesi ve zaaflarının

giderilmesiyle sürdürülmesi gereken bu platform birlik girişimlerinin eksenini oluşturmaya devam

etmelidir.

Bi yurt dışında bu çalışmalara katılmış sosyalistler, bu güne kadar gerçekleştirilen tartışmaların bir

ayrışmayı haklı ve gerekli kılacak olgunluğa eriştiği kanısında değiliz. Teorik ve pratik sorunlarda yeterli

bir olgunluğa ulaşmada gerçekleştirilecek bir birlik ve saflaşma kabul etmememiz gereken bir durum

olmalıdır.

Bu en genel değerlendirmelerle, bizler, Birlik Tartışmalarını Düzenleme Kurulu çalışmalarının hem bir

eylem, hem de bir teorik tartışma platformu olacak sorumlulukla sürdürülmesini öneriyoruz.

Çalışmalarınızda başarılar diliyoruz.

Avrupa Birlik Tartışmalarını Düzenleme Kurulu Toplantısı

7.4.1990

Aydın ENGİN, Dündar ERENLER, Ergun AYDINO LU, Selçuk ERALP, Haydar ERSÖZ, Ahmet

KAÇMAZ, Veysi SARISÖZEN, Yalçın CERİT, İrfan CÜRE, Salih Taner SERİN, ahir SAYIN, Veli CÜRE,

Timur BAYTEK, Ömer ARSLAN, Hamit ÇAYLI, Turan YILMAZ, İlkay Alptekin DEMİR, Orhan KARACA,

Demir KÜÇÜKAYDIN, Oya BAYDAR, Halil TUNCAY, eli GÜZEL, Bülent ULUER, Sinan TEKİN, Ali

TEMEL, Orhan SİLİER"

Page 39: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

38

Hangi Konular, Nasıl Bir Öncelik Sırasına Göre, angi Biçimler Altında Ele

Alınmalı?

Başlıkta dile gelen sorunlar, sanırım, tartışmaların gerçekte en zor bölümünü oluşturmaktadır.

Esasında bu sorulara verilecek cevaplar, tartışmaların izleyeceği yolu, kaderini, ufkunu,

dolayısıyla başarısını ya da başarısızlığını belirleyecektir. Ve pek olasıdır ki, muhtemel

ayrılıklar, seçilmiş şu veya bu konudaki farklı görüşler temelinde değil; hangi konuların, nasıl

bir öncelik sırasına göre ele alınması gerektiği noktasında ortaya çıkacaktır.

Türkiye’de çıkan dergilere bir göz atıldığında, tartışmanın, adı konulmamış olmakla birlikte,

tam da bu başlık altında yürütüldüğü, fiilen başladığı görülür. Örneğin TBKP çevresi, bir

legal sosyalist parti örgütlenmesini, temel ve en hayati sorun olarak görmekte, diğer sorunları

bu sorun bağlamında sıralamaktadır. Bir başka örnek olan Yeni Öncü ise, sosyalist demokrasi

sorununu gündemin ilk ve en önemli maddesi olarak tartışmaktadır. Örnekler çoğaltılabilir.

Hangi konuların, nasıl bir öncelik sırasına göre ele alınacağı tartışması, gerçekte bir

GÜNDEM TARTIÖMASI’dır. Ve gündem tartışması, en önemli, en temel tartışmadır.

En önemli, en temel sorunun veya sorunlar/konular dizisinin ne olduğu, her hareket, çevre,

gelenek için farklıdır. Bu farklılıklar, konular ve onların önceliklerine de otomatikman

yansımaktadır.

Bu durumda sorun nasıl çözülebilir? Herkesin öne çıkarmak istediği sorunlar farklı olduğuna

göre, bir sağırlar diyalogunun ortaya çıkması nasıl engellenip. sol için ortak tartışma konuları

belirlenebilir? Çözülmesi gereken sorun budur.

Kanımızca, bizzat başlık, ayrılıklarda ortak olanı vermektedir bizlere. Öu veya bu

konuların, şu veya bu öncelik sırasına göre tartışılması önerileri, gerçekte, hangi konular, nasıl

bir öncelik sırasına göre ele alınmalı sorusuna verilen cevaplardan başka bir şey değildir.

Diğer bir deyişle, tek tek konular gözönüne alındığında, en azından bir konu ve öncelik

ortaklığı bulmak mümkün değildir ama, tüm bu ayrılıklar, aynı ortak soruya cevaptır: Hangi

konular nasıl bir öncelik sırasına göre ele alınmalı; gündem ne olmalı?

Türkiye Solu’nun 1960’larda ortak tartışma konuları ve öncelikleri vardı. Bu, her ne kadar

çarpılmış ve bir takım yalnış varsayımlara dayanıyorduysa da, işin bu yanı sarfı nazar edilirse,

ortak konu: Türkiye’de Program ve Stratejinin ne olacağıydı. Osmanlı Toplumunun yapısı

veya Çin/Sovyet ayrılığı gibi, konuyla en ilgisiz gibi görünen tartışmalar, bu tartışma içinde

vardılar ve bu tartışma içinde anlam kazanıyorlardı. Bu dönem, tam da bu nedenle, Türkiye

Sol Hareketi’nin en verimli dönemini oluşturuyor.

12 Mart döneminden sonraki yığınsallaşma ve bölünmeler dalgasında, solun ortak tartıştığı bir

konu kalmamıştı. Her eğilim, gelenek, hareket, örgüt, kendi dayandığı öncüller ve varsayımlar

Page 40: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

39

çerçevesinde, kendi özel jargonuyla, kendi iç tartışmasını yaşıyordu.

Bugün tartışmalar yeniden başlarken, geçmişin bu yükünün hala büyük belirleyici önemi

olduğu unutulmamalıdır. Aslında giderek ortaya çıkan bir ortak tartışma eğilimi, her eğilimin

giderek ortaya çıkan ortak konuları tartışmasının kendiliğinden bir sonucu olarak ortaya

çıkmıyor; her eğilimde ortak bir tartışma yürütülmediği takdirde, öne çıkan sorunların

aşılamayacağının sezilmesinden doğuyor. Ortak bir tartışma yürütme ihtiyacının sezilmesi,

ortak tartışma konularını ve önceliklerini otomatikman yaratmıyor, ama fiilen, hangi

konuların nasıl bir öncelik sırasıyla ele alınması gerektiği ortak tartışmasını yaratıyor. Diğer

bir deyişle, Türkiye Solu’nun bugün bir ortak ve önceliği olan bir fiili tartışma konusu vardır

ve bu konu, hangi konuların nasıl bir öncelik sırasına göre tartışılması gerekitği tartışmasıdır.

Çeşitli bakımlardan, tekrarlar pahasına bu tesbiti yapmak ve vurgulamak kanımızca çok

önemlidir, çünkü bundan çıkan sonuçlar tartışmanın seyrini belirleyecektir.

Konuların ve sırasının tesbitinde, bir komisyonun, öneri olarak gelen farklı konular ve konular

sırasını ele alıp, bunlar içinde ortak olanları başa almak veya bir ondan bir bundan diyerek

veya başka bir şekilde bir konular silsilesi çıkarması, fiilen eklektisizme, sistematiksizliğe,

ortak bir tartışma olanağının ortadan kaybolmasına yol açar. Tartışılması gereken en temel

konunun, yani hangi konuların nasıl bir öncelik sırasıyla tartışılması gerektiği tartışmasının,

tartışılmadan üzerinden atlanması yolunu açar. Ve tam da atlanıldığı için, bu sorunun aşılması

olanağını ortadan kaldırıp, her tek konuda, bilinçsizce, o konular bağlamında bu sorunun

adının konulmadan tartışılması, daha doğrusu tartışılamamasının yolunu açar.

Kanımca, başlıkta dile gelen sorun, bir “komisyona havale” edilemeyecek kadar önemli bir

sorundur. Edindiğimiz izlenime göre, komisyon ya da çağırıcılar kurulu, hangi konuların,

hangi sırayla tartışılması gerektiği konusunu, teknik bir sorun olarak görme ve ele alma

eğilimindedir. Kanımca bu sorun, hiç te teknik bir sorun değildir, tartışmaların temel

programatik sorunudur. Gündemin ne olacağına, çağrıcılar kurulu veya bir komisyon,

kendisi karar vermeye kalkmamalı, o sadece bu gündem tartışmasını açmakla, bunun teknik

hazırlıklarıyla ilgilenmelidir. Diğer bir deyişle, kurul ya da komisyon, bir ortalama bularak ya

da kendi anlayışına göre bir konular dizini çıkarmamalı, ama hangi konuların nasıl bir sırayla

ele alınması gerektiği tartışmasını açmalıdır. Ve bu tartışma, en geniş katılımcıyla yapılıp,

her öneri, her görüş en yetkin temsilgileriyle bu tartışmada yer almalıdır.

Bu yapılmadığı takdirde, bileşimi büyük ölçüde tesadüflere bağlı olarak belirmiş ve

tartışmalara katılmak isteyen solun önemli bir kısmının yer almadığı kurul, kendi yetkisinin

sınırlarını aşmış, tartışmaların manüple edildiği zilenimi Avrupa’daki solun en azından bir

kesiminin arasında yaygınlaşmış ve derinleşmiş, ortaya çıkmasına çok önem verilmesi

gereken güven ortamı yaratılamamış, kuşku ve güvensizlik tohumları ekilmiş olacaktır.

O halde, benden öneri getirmem istenen, “Hangi konular, nasıl bir öncelik sırasına göre, hangi

biçimler altında ele alınmalı?” sorusuna cevabımı şöyle formüle ediyorum: Hangi konuların,

nasıl bir öncelik sırasına göre hangi biçimler altında ele alınması gerektiği konusu

gündemin ilk maddesi olmalıdır. Somut olarak, ilerde konuların ve sıranın ne olacağı,

Page 41: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

40

aceleye getirilmeden, en geniş dinleyici ve tartışmacı katılımıyla, her farklı görüşün en

yetenekli temsilcileri aracılığıyla temsil edildiği, kimsenin zaman ya da olanak olmadı

diye bir şikayet olanağının olmadığı bir tartışmalar dizisi biçiminde yapılmalıdır. Ancak

bu tartışma hakkıyla tüketildikten sonradır ki, ortaya çıkan eğlimlere, sonuçlara göre, bir

konular ve öncelikler dizini geliştirilebilir.

Türkiye’de bu tartışmanın böyle konulup yapılmaması yüzünden, tartışma konuları olarak

belirlenenler, bu gündem tartışması yapılmadan belirlenecek konu başlığı ya da sıralarının

nasıl eklektik, iç bağıntıdan yoksun olabileveğini göstermektedir. Alt alta sıralanmış birtakım

konular vardır, ama bu konular arasında hiçbir organik ilişki, bir mertebeler silsilesi yoktur.

Aynı hatayı işlemekten kaçınmalı ve Türkiye’deki arkadaşara başka bir örnek aracılığıyla

olumlu yönde etkileyici olmalıyız.

Türkiye’de tesbit edilen konular bildiğim kadarıyla şöyle: 1) Devrim - Demokrasi, 2) Global

Sorunlar, 3) Türkiye’nin Yapısı, 4) Enternasyonalizm, 5) “Doğu” sorunu, 6) Program, 7)

Birlik/Parti.

İlk beş konu aslında bir program tartışmasının çeşitli alt başlıklarından bazılarını -hepsini

değil- oluşturur. Bu durumda ayrıca bir “Program” (6) başlığı ya bunun kavranamadığını, ya

da Program’dan ayrı bir şey, örneğin bir program metni anlaşıldığını gösteriyor.

Her biri bir program tartışmasının alt başlıkları olabilecek konular bile bir mantıki veya

tarihsel bir öncelik sırasından yoksun. Örneğin “Global Sorunlar” ya da “Enternasyonalizm”

gibi çok daha genel sorunlar tartışılmadan, “Türkiye’nin Yapısı” gibi bir sorunu da arada, ya

da önce tartışmak bir sistemsizliğin, teğellemeciliğin ifadesinden başka bir şey değildir.

Eleştiriler derinleştirilebilir. Sadece bir fikir vermek ve aynı hataya düşülmemesi için

örneklemekle yetiniyoruz.

Yukarıda yaptığım önerinin kabul edilmemesi ve tüm itirazlara reğmen bir takım konu

başlıkları ve sırasının kurulca belirlenmesi olasılığına karşı, hiç olmazsa bunun en az yanlışla

yapılabilmesi için, konuları belirleme ve sıralamada gözetilmesi gereken ilkeleri ve bu

bağlamda kendi önerilerimi kısaca belirtmek istiyorum.

Önce belirlenmesi gereken şudur: konular sırası genelden özele doğru gitmelidir. En genel,

en temel sorunlardan, dayandığımız en tmel varsayımlardan, onların tartışılmasından

başlanmalı, giderek daha özel sorunlara varılmalıdır. Diğer bir ifaeyle Amaç’tan, Güçler’e

Yollar’a ve Araçlar’a doğru, yani Program, Strateji, Örgüt ve Taktik ana halkalar tarzında bir

yol izlenmelidir.

Türkiye’de çıkan sol dergiler incelendiğinde tartışmaların fiilen tersinden gittiği

görülmektedir. Taktikler (Legal Parti) ve Örgüt Biçimleri’nin (Kanatlı Parti vs.) önce

tartışıldığı; bugün tartışmaların ağırlığının bu noktada yoğunlaştığı, Program ve Strateji

tartışmalarının (Yeni Öncü’deki Sosyalist Demokrasi tartışması hariç tutulursa) gündeme

henüz gelmediği, bu sorunların zaten hallolmuş olduğu varsayımının güçlü biçimde yer ettiği

görülür.

Page 42: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

41

Program ve Strateji sorunları daha öze ilişkin olduğu, daha yüksek bir bilinç ve bilgi

seviyesini gerektirdiği için insanların bilgi sürecinde, somutta, sonra ortaya çıkmakla birlikte,

tam da bu nedenle, başta tartışılması gereken konulardır. Bütün bölünmelerin tarihi şunu

gösterir ki, tartışmalar ve ayrılıklar önce taktik ve örgüt sorunlarıyla başlar, ancak tartışma

gelişip, mantık sonuçlarına vardıkça, taktik ve örgüt düzeyindeki ayrılıkların gerçekte

programatik ve stratejik ama çoğu kez bilince çıkmamış ayrılıkların ifadesi olduğu görülür.

Ama her zaman , her bölünme ve herkes bu mantık sonuçlarına ulaşamaz. Bazan bu

sonuçlardan korkulduğu için, bazan gerekli birikim ve genelleme yeteneği yetersiz kaldığı

için taktikler ve örgüt sorunlarının çerçevesini aşamayabilir; orada takılır kalır.

Bu nedenle, tartışmaları gerçekte taktik ve örgüt alanına giren sorunlarla ve sınırlayan ve

bunlara öncelik tanıyan bir eğilimin güçlü baskısı daima var olacaktır. Örneğin Türkiye’deki

tartışmalarda TBKP çevresinden bazıları, gerçekte taktikler düzeyine ilişkin bir konu olan

yasal parti konusunu başa almak, program ve strateji tartışmalarını ise, sanki esasta anlaşılmış

gibi, bir program metni tartışması düzeyine indirgemek ve örneğin “Sosyalist Demokrasi”

tartışmasından ısrarla uzak durmak istiyor. Ama bu baskıya karşı direnmek, programatik ve

stratejik sorunları başa almak gerekmektedir. Bunun tek yolu da yukarıda önerdiğim konu ve

biçimdir.

Ancak Program ve Stratejinin başa alınması da yetmiyor, çünkü Türkiye Solu’nda program ve

strateji denilince, Türkiye’ye ilişkin bir program ve strateji, o da 1960’lardaki tartışmalar ve

onların varsayımları çerçevesinde anlaşılıyor. Türkiye Solu, aşırı mesiyanist, ben menkezci,

Türkiye’ye dünyadan değil ama dünyaya Türkiye’den bakar bir anlayıştadır. Bu nedenle de

marksist tartışmaların uluslararası standartlarına ulaşamamakta, dünya sosyalist

entelijansiyasının organik bir parçası olamamakta, ulusal dar görüşlülüğü içselleştirmiş

bulunmaktadır. (Örneğin “Enternasyonalizm” başlığı bir tartışma konusu olarak tesbit

edilmiş. Bu enternasyonalizmin içselleştirilemediğinin bir ifadesidir. Konular öyle olabilirdi

ki, enternasyonalizm, ayrı bir başlık olmadan kabul edilmiş ve hazmedilmiş ortak bir

varsayım olarak onların mantığı gereği olabilirdi.)

Program ve Strateji sorunu dünya bağlamında, dünya tarihsel gelişmelerin ve tecrübelerin

ışığında ele alınmadıkça, sırf Türkiye ile sınırlı bir program ve strateji tartışması son derece

kısır kalmaya ve ulusal dar görüşlülükle malul olmaya mahkumdur.

Sadece, işçi sınıfı dünya tarihsel bir sınıf olduğu ve ancak dünya ölçeğinde bir sınıf olabildiği;

tek tek ülkelerin işçilerinin kelimenin gerçek anlamında işçi sınıfı değil; onun belli bölükleri,

zümreleri olduğu; sosyalizmin ancak dünya ölçeğinde gerçekleşebileceği; hele bugün insanlık

ekolojik ve nüklear bir katastrofa doğru son hızla ilerlerken, tek bir ülkenin kurtulmasının

olanaksız olduğu; tek bir ülkenin proletaryasının asli görevinin kendi ülkesini “kurtarmak”

değil, -zaten bu olanaksızdır- “Dünya Proletaryasının zaferine azami katkı” olduğu için değil,

ama aynı zamanda Türkiye Sosyalistlerinin sırtında sadece Türkiye’ ye ilişkin günahları değil,

en azından 70 yıllık dünya tarihsel günahlar da bulunduğu için, program tartışmasını dünya

tarihsel gelişmelerin ve tecrübelerin ışığında yapmak zorundayız.

Page 43: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

42

Türkiye sosyalist entelijansiyasının, bir zamanlar Marx-Engels’in övünerek söyledikleri ve

Bolşeviklerin fiilen öyle oldukları gibi, kafalarıyla kozmopolit dünya vatandaşları, dünya

sosyalist entelijansiyesinin bir parçası olmaları; dünya tarihsel düşünme alışkanlığını

edinmeleri gerekmektedir.

Dünya ölçüsünde sosyalizm ideali, bu programın tarihsel tecrübeler ve eleştiriler ışığında

yeniden ele alınması, tartışmaların ilk gündem maddesi olması gerekmektedir. Bu düzeydeki

bir program tartışması sadece ulusal dar görüşlülüğü yıkmakla kalmaz, ama aynı zamanda,

tarihsel maddeciliğin en temel kavramlarının da tartışılmasının yolunu açar ve onları daha iyi

kavramamızı ve hazmetmemizi sağlar.

Böyle bir gündem maddesi, bizlere uluslararası sosyalist entelijansiya ile ortak tartışma

konuları sağlar. Örneğin “Üretici Güçler tarafsız mıdır?”, “Programımız sadece üretim

ilişkileri ve siyaset alanını kapsamakla yetinebilir mi?”. Bu bağlamda örneğin yapı - işlev

kategorileri vs. gündeme gelecek, bir bakıma felsefi birikimsizliğin aşılması yoluna

girilebilecektir.

Yine program sorununa bağlı olarak, dünya ölçeğinde güçler, yani strateji sorunu ele

alınmalıdır. Bu iki bağlamda ele alınabilir: işçi sınıfının yapısındaki değişmeler ve Yeni

Sosyal Hareketlerin İçi Hareketiyle ilişkileri bağlamında. Bundan sonra bunların örgüt teorisi

bakımından sonuçları tartışılmalıdır. Ancak bütün bunlardan sonradır ki, özel olarak Türkiye

bağlamında tekrar program, strateji, örgüt ve taktik problemlerine aynı öncelikler sırasıyla

girilmelidir.

Önceliğin dünya ölçeğinde koyulması, bir de yan ürün sağlayabilir. Türkiye’deki dergilere

dikkat edildiğinde, Dev-Yol geleneğinin bazı unsurlarının bu tartışmaları gündemlerinin

başına aldığı görülmektedir. Bilindiği gibi Dev-Yol geleneği, solda yürütülen girişimlere uzak

durmakta, biraz da kendini beğenmişlik ve küçümsemeyle bakmaktadır. Sorun böyle

koyulduğu takdirde, bu çevreler de tartışmaların içine çekilebilir ve onların kendilerini dışta

tutmalarını haklı görmelerinin yolu tıkanabilir.

Tartışmaların nasıl bir biçim ve biçimler altında yapılması gerektiği sorununa gelince. Bu

konudaki önerilerimi şöyle özetleyebilirim:

Son Frankfurt toplantısındaki tartışmaların verimsizliği ve katılımın yüksekliği, sanki yüksek

katılımla verimsizlik arasında doğrudan bir ilişki olduğu kanısını bazı çevrelerde uyandırdı.

Giderek, verimsizliği aşmanın yolu olarak, katılımın sınırlanması ve sorunların esas olarak

özel uzman komisyonlarında tartışılması yönünde bir eğilimin ortaya çıkmasına yol açtı. Ya

da en azından böyle bir izlenim edindim. Kanımca aksaklığın nedenlerinin tesbitinde

yanılınmakta ve çok daha tehlikeli hastalıklara yol açabilecek yöntemler önerilmektedir.

Frankfurt’taki tartışmaların verimsizliği katılımın çokluğundan değildi. Konunun seçimi

kadar, rapor vermesi gereken konuşmacıların konuşmaları ve toplantının mahiyetine ilişkin

informasyonun önceden yeterince verilememiş oluşu ve gelenlerin bu nedenle farklı

beklentiler içinde oluşları bu verimsizliğe yol açtı.

Page 44: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

43

Konu, yani “Türkiye ve Kürdistan’da Durum”, taktik düzeyde görevleri belirlemeye yönelik

olarak bir anlam ifade eder. Ama bu da, program, strateji ve örgüt düzeylerinde ortaklığı ya da

en azından belli başlı farklılık noktalarının bilindiğini varsayar. Halbuki bu ön koşul ortada

yoktu. İster istemez, bu genel sorunlar öne geçiyordu.

Konuşmacılar, ki önceden hazırlanmış olmaları gerekirdi, tesbit edilen konuda konuşmadılar;

hepsi kendi kafasındaki sorunları anlattı ve böylece daha sonra söz alanların da, kendi

kafalarındaki sorunları, gündemi değil, anlatmalarına yol açtılar. Eğer ilk beş konuşmacı,

ciddiyetle hazırlanmış raporlar sunsalardı, muhakkak ki sonraki tartışmacılar da kendilerini bu

alanla sınırlarlardı. Toplantının çoğunluğu bu olgunlukta olduğunu göstermiştir.

Verimli çalışmanın yordamı, birtakım ihtisas komisyonları kurmak ve esas tartışmaları orada

yapmak olamaz. Eğer herkes aynı konsepte ve öncelikler dizisine sahip olsa, örneğin aynı

programı, stratejiyi, örgüt anlayışını benimsemiş bir örgütün üyeleri olsa, özel çalışma

grupları belli bir verimlilik sağlayabilir. Ancak, bunlarda hiç bir ortaklığın olmadığı bir

girişimde, çalışma grupları önerisi, manüplasyona son derece açık kalır.

Kanımca, tartışmalar, en geniş yığınsal dinleyici katılımıyla, varolan değişik temel görüşlerin

hepsinin katılmasıyla, o görüşlerin en iyi savunucularının katılmasıyla, genel sorunlardan

özele doğru gidilerek yapıldığı takdirde verimli ve ilerletici olabilir. Bu tarz bir tartışma,

sonradan daha sınırlı zaman aralıklarında sorularını, sorunlarını ya da eleştirilerini iletecek

dinleyiciler topluluğunun eğitimine büyük oranda yarıyacağı gibi, bu dinleyiciler kitlesi de

eğilimlerini belirtme, konuşmacıları eğitme hakkını ve görevini gerçekleştirmiş olacaklardır.

Önerilerim kısaca bunlardan ibarettir.

Demir Küçükaydın

8.Ekim.1989

Page 45: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

Program Anlayışları

Bizde “Program” deyince bir çok devrimcinin kafasında canlanan bir Program Metni’dir.

Program’ı Program Metni ile sınırlayan bu kavrayış, bir program tartışmasını daha baştan bir

çıkmaza sokabilmektedir. Gerçekte bir Program Tartışması ile bir Program Metni Üzerine

Tartışma bambaşka sorunlardır.Program Metni üzerine bir tartışma, ancak, aynı program

anlayışında, aynı teorik temellerde ve aynı çözümlerde anlaşıldıktan sonra, üzerinde anlaşılan

görüşlerin nasıl formüle edilebileceği üzerine olabilir. Bu bir bakıma biçim sorunudur.

Biçimin, üzerinde anlaşılan öze uygun düşüp düşmediği; özü zedeleyip zedelemediği

sorunudur. Bu alandaki karışıklığın son örneği, TBKP’nin son program taslağı üzerine

yürütülen tartışmalardır. Gerçekte Teori, Çözümlemeler ve Program Anlayışları temelinde

yapılması gereken bir tartışma bir Program Metni tartışmasıymış gibi yürütülmekte

tartışmalar boyunca farklı kategorilerden sorunlar sürekli birbirine karışmaktadır.

O bakımdan, program sorununun sosyalistler arasında tartışılıp bir sonuca varılabilmesi, en

azından iki aşamaya ayrılabilir: birinci aşama öze ilişkindir, nesnel toplumsal yasalar ve

koşullar ışığında devrimci tarihsel görevleri ve güçleri belirleme; ikinci aşama üzerinde

anlaşılan görevlerin, özel bir metin, bir program metni halinde formülasyonu sürecidir. Bir

programı herhangi bir metinden ayıran, programı program yapan özelliklerin neler olduğu ve

olması gerektiği bu ikinci aşamaya ilişkin bir sorundur. Örneğin bir program metninin bir

“ilkeler deklerasyonu” ya da bir “durum yargılaması” olmaması gerektiği gibi.

“Program Anlayışları” başlığı ile kastedilen eğer “Program Metni Anlayışları” ise örneğin,

gerçekten böyle bir tartışma yapılması gerekir. Türkiye’deki sosyalistlerin bu güne kadar

program olarak ortaya çıkardığı metinlere bakılacak olursa, böyle bir tartışmanın da çok

yararlı olacağı görülebilir.

Ancak, ondan önce tarışılması gereken program metni anlayışları değil, program

anlayışlarıdır. Bu nedenle bir program metninin taşıması gereken nitelikler sorununa burada

girmek gereksiz. Ama biraz geçerayak olsa da program ile program metninin dayandıkları

farklı ilkelere kısaca değinmek gerekiyor.

Bir Program ile bir program metninin dayandığı ilkeler arasındaki fark ve ilişki en tipik

örneklerinden birini Alman İdeolojisi ile Komünist Manifesto arasında gösterir. Alman

İdeolojisi, Marx ve Engels’in Tarihsel Maddeciliği ilk kez açıkladıkları ve sosyalizm

amacını bilimsel bir temel üzerinde ilk kez ortaya koydukları eserdir. Komünist Manifesto’da

ise, Tarihin Maddeci açıklaması (Tarihsel Maddeciliğin açıklanması değil, uygulanması)

bir program gerekçesi halindedir. Komünist Manifesto’da öğretinin bir açıklaması yer almaz,

buna karşılık somut olarak talepler yer alır. Alman İdeolojisi’nde ise teorinin bir açıklaması

vardır ama talepler yoktur. Alman İdeolojisi tüme varır, Manifesto tümden gelir. Alman

İdeolojisi olmadan Manifesto olamazdı, ama Manifesto olmadan pekala Alman İdeolojisi

olabilirdi ve olmuştur da. Program, bir teorinin açıklanması değil, uygulaması, dökümü,

Page 46: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

45

45

sonucudur. Ama çok özel bir sonuç.

Bir hareket bir teoriye dayanabilir, ama sınırları belli bir örgüt, bir parti bir teoriyle

kurulamaz, kurulmaya çalışılırsa ortaya sektlerden başka bir şey çıkmaz. Çünkü modern

toplumda milyonlarca insanı örgütleyen ve bayrağı etrafında toparlayan partiler olmadan

hiçbir köklü değişiklik başarılamaz. Böyle partiler ise üyelerini ideolojik kriterlere göre

değil, somut hedeflerdeki ortaklığa göre seçerler. Amaçlardaki ortaklık çoğu kez ideolojik

bir ortaklığa tekabül etmez. Örneğin bir papaz ya da müslüman program ve tüzüğü kabul

ediyorsa, bunları savunuyorsa pekala bir parti üyesi olabilir ve ondan üyelik için marksizmi

benimsemesi istenemez. İnanç ve program arasında bir çelişki varsa bu kişinin kendi iç

çelişkisidir, politik bir ayrılık konusu oluşturmaz bu bağlamda.

Bu bakımdan somut yapılacak işler planı olarak bir programın varlığı, ezilen insanların

ortak amaçlar etrafında birleşebilmesi için olmazsa olmaz bir koşuldur. Aksi takdirde

teorik tahlillerle, prensipler deklerasyonlarıyla sınırlar çizilmeye kalkılır ki, bu hem

ezilenlerin mücadelesini böler, hem de sınırlar çizmek olanaksız hale gelir.

Tüm bu nedenlerle, bir metin olarak program, özel bir metindir. Bu metnin taşıması gereken

özelliklerin neler olduğu klasiklerde yeterince bulunabilir.

Bu durumda “Program Anlayışları”nı “Program Metni Anlayışları” olarak sınırlamak, gerçek

sorunun gözden gizlenmesinden başka bir şeye yaramaz; çünkü genel olarak program

konusunda son derece köklü anlayış farklılıkları vardır.

Programın nesnel durumun bir çözümlenmesine dayanması gerektiği en azından biz

marksistler için bir aksiyom durumundadır. Marx-Engels Alman İdeolojisi’nde şöyle

yazıyorlardı:

“Bize göre komünizm, ne yaratılması gereken bir durum, ne de gerçeğin kendisine göre

düzenlenmek zorunda olacağı bir ilişkidir. Biz, bugünkü durumu ortadan kaldıran gerçek

tarihsel harekete komünizm diyoruz. Bu hareketin koşulları, fiilen varolan öncüllerden

doğarlar.” 17

Bu demektir ki, bizim, bilimsel sosyalistlerin programı varolan toplumdaki kötülüklere,

eşitsizliklere duyduğumuz tepkiye değil, nesnel duruma ve harekete dayanmaktadır. Yani

sadece daha güzel, daha insancıl bir düzen olduğu için değil, toplumun gelişme yasaları onu

mümkün ve gerekli kıldığı için de sosyalizm istiyoruz. Ve aslında yakından bakılınca, gerçek

tarihsel hareket sosyalizmi mümkün ve gerekli kıldığı içindir ki, ortadaki olanaklarla gerçek

durum arasında bir çelişki olduğu içindir ki, bu toplum bizlere akıl, ahlak dışı, kötü

gelmektedir.

Ama burada program anlayışı alanında tartışılması gereken şöyle bir soru ortaya çıkmaktadır:

Eğer gerçek tarihsel hareketin sınıfsız bir toplum için henüz gerekli koşulları oluşturmadığı

kanıtlanırsa sosyalistler kapitalizmi yıkma mücadelelerini erteleyip veya ondan vaz geçip

17

Marx - Engels, Seçmeler,C.I., s.42.

Page 47: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

46

46

koşulların oluşmasına katkıda bulunmak veya beklemek durumunda mı olmalıdırlar? Objektif

durumun bir tahliline dayanmak başka, objektivist olmak yine başkadır. Sınıflı her toplumda

ezilenler ve onların mücadeleleri vardır ve burada sorun bu savaşta hangi tarafta olunacağıdır.

Reformizm daima köklerini bu tür bir objektivizmde bulur. “Madem ki olgun değil, bari şu

kadarcığına ulaşalım” diyerek savaşta ezenlerin yanında yer tutarlar.

Bir ülke söz konusu olduğunda, program anlayışı farklılıklarının nasıl tezahür ettiğini görmek

için Türkiye Devrimci Hareketi’ni ele alalım.

l960’larda Türkiye Solunda yürütülen program ve strateji tartışmaları solun bugüne kadar

süren topoğrafyasını belirlemiştir. Bu tartışmada iki tarafın da esas amacı en, azından formel

olarak, sosyalizm idi. Keza her iki taraf da ülkenin nesnel durumundan hareketle bir program

geliştirmek gerektiği varsayımını paylaşıyordu. Bu ortaklıklardır ki, ülkenin tahlili ve

program üzerine bir bölünmeyi mümkün kılıyordu. Bu tartışmada “Sosyalist Devrim” diyen

TİP Türkiye’nin kapitalist bir ülke olduğunu, “Demokratik Devrim” diyen MDD ise yarı

feodal bir ülke olduğunu söylüyordu18

. Ancak yakından bakılınca tarafların bir üçüncü ortak

varsayımı daha paylaştıkları görülür. MDD’ye göre eğer Türkiye kapitalist ise TİP’in yaptığı

gibi sosyalist devrimi önermek son derece doğrudur. Yani TİP’in yanlışı metodolojik değil

olgulara, nesnel durumun tahliline ilişkindir. Aynı kabuller tersinden TİP için geçerlidir.

Ülke yarı-feodal olsa Demokratik taleplerle sınırlı bir program gerekecektir. MDD’nin

çıkarsaması değil durumu tahlili yanlıştır.

Dikkat edilirse iki tarafın da aynı tarih ve evrim kavrayışına dayandığı gürülür: toplumlar

sırasıyla belli aşamalardan geçerler ve / veya geçmelidirler. Bu metodolojik yanlışın kökleri

tipik ilkel, köleci, feodal sıralamasına dayanmaktadır.

Ortak bir diğer kabul de üst üretim biçiminin alt biçimleri tasfiye ettiği ve edeceğidir.

Tartışmada bu ortak kabulleri sorgulayan hiç bir tez yer almamıştı. Yani kimse çıkıp da,

“tam da Türkiye’de feodal kalıntılar çok güçlü olduğu için, devrim sosyalist bir karaktere

sahip olacaktır”, veya “Türkiye kapitalist bir ülke olduğu için kapitalizm öncesi biçimler

güçlüdür” önermesini19

ortaya atmamıştır.

Ama ortaklıklar sadece bunlardan ibaret de değildi. Her iki taraf da Türkiye’de ya da herhangi

bir ülkede sosyalist bir toplum kurulabileceği varsayımına dayanıyordu. O zamanlar kimse

çıkıp da, “sınıfsız bir topluma ancak dünya ölçeğinde varılabilir. Bizler dünya çapında

sosyalizmin zaferi için ülkemizde azami olarak neler yapabileceğimizi tartışmalıyız” tezini

18

Burada konuyu dağıtmamak için TİP'in sosyalizmden anladığının, MDD'nin Demokratik Devrim

talepleriyle özdeş olduğunu bu anlamda bir adlandırma tartışmasının söz konusu olduğunu ve aslında da

program tartışmasının bir önceden belirlenmiş stratejileri olumlama tartışması olduğunu göz ardı

ediyoruz.

19 Dr. Hikmet Kıvılcımlı hariç. O Finans Kapital egemenliğinin Tefeci Bezirganlıkla girdiği ortak yaşam

ilişkisini ve bu kapitalizm öncesi formu güçlendirişini daima vurgulamış ama bu metodolojik seviyeden

çok uzak olan Türkiye Solu onun ne dediğini dahi anlama yeteneği gösterememişti.

Page 48: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

47

47

savunmamıştır.

Ve nihayet her iki taraf ta, gelecek topluma yönelik programın üretim bölüşüm ve tüketim

ilişkileri yani ekonomi ve devlet alanıyla sınırlanması gerektiği, ama örneğin günlük hayat

alanının, özel olanın programda yerinin olmadığı gibi ortak anlayışlara sahiptirler.

Bu varsayımlar Türkiye solunun bütün bölünmelerinde tarafların paylaştıkları varsayımlar

olagelmişlerdir. Bugün örneğin Yeni Öncü çevresi tarafından gündeme getirilmeye çalışılan

“Sosyalist Demokrasi” tartışması bile bu varsayımlara dayanılarak yürütülebilir ve bu

varsayımları tartışma konusu yapmaz. Bu anlamda metodolojik düzeyde eski bölünme

çizgileriyle aynı program anlayışını paylaşır.

Türkiye solunun bu eski varsayımlar çerçevesinde bir birleşmesi olsa bile böyle bir birleşme

ne çağın sorunlarını, ne yeni güçleri kavrama yeteneği gösterebilir; ne de mücadeleye yeni bir

soluk verebilir. Türkiye Solu’nun gerçek ihtiyaç duyduğu, uzun vadede ona yeni bir canlılık

ve hız verebilecek şey: eski varsayımlarla ve onlara dayananlarla bir bölünmedir. Bu

bölünme son duruşmada farklı program anlayışlarına, yani tarihsel maddeciliğin farklı anlayış

ve yorumlarına dayanacaktır. Yani “Komünist Manifesto”muzu yazabilmek için önce “Alman

ideoloji”mizi yazmamız gerekiyor; diğer bir deyişle, eski program anlayışıyla kopuşmamız;

Tarihsel Maddeciliğin daha derin bir kavrayışına ulaşmamız gerekiyor. Ve bu sadece

Türkiyedeki sosyalistlerin değil, dünyadaki bütün sosyalistlerin altından kalkmak zorunda

oldukları bir görev.

Temel tezimiz şudur: solun bugünkü topoğrafyasının oluşumuna yol açan bölünmelerin

dayandığı varsayımlar yanlıştır ve bu yanlışlık bağlamında o bölünmelerin tümü bugün artık

anlamsızdır.

1. Toplumlar düz bir cizgiyle belli aşamalardan geçmezler. Tarihta bunun bir tek örneği bile

yoktur, eşitsiz ve kombine bir değişim bütün tarih boyunca egemen biçimdir.

2. Kapitalizm diger üretim biçimlerini ve eski biçime ait sınıfları, bölünmeleri, baskı

biçimlerini gelişimi ölçüsünde otomatik olarak tasfiye etmez, hatta aksine onları aynı

zamanda güçlendirir. Onlara bağımlı hale gelir. Onlar da kapitalizme. Ve böylece kapitalizm

saf bir kapitalizm olmaktan, eski biçimler de klasik eski biçimler olmaktan çıkar ve bambaşka

karmaşık bir sistem oluştururlar. Bu durum değişik görev ve güçlerin ortaya çıkmasına yol

açar.

3. Bir tek ülke sınırları içinde sınıfsız bir topluma ulaşmak mümkün değildir. O halde

program tartışması nasıl bir dünya için savaşılacağı tartışması olarak yürütülmelidir. Ancak

bundan sonradır ki, bir ülke içinde bu amaca ulaşmaya azami katkıda bulunmak için neler

yapmak gerektiği, yani ülkeye ilişkin bir devrim programı tartışmasına girilebiir.

4. Program artık sadece ekonomi ve devlet alanlarını kapsamakla yetinemez. Proletarya nasıl

sınıfsız topluma ulaşmak için varolan burjuva devlet cihazını kullanamaz ise, aynı şekilde

bugünkü kapitalist uygarlığın maddi araçlarını da kullanamaz. Program sadece bugünkü

toplum biçiminden daha farklı bir toplum biçimini değil, bambaşka bir uygarlığı

Page 49: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

48

48

taslaklaştırmalıdır.

Bu program anlayışını tartışmak gerekiyor. Bu temelde yürütülecek uzun vadeli bir tartışma,

hem uluslararası sosyalist teorik birikimin özümlenmesi, ulusal dar görüşlülüğün aşılması;

hem edinilmiş daha gelişmiş kavramsal araçlarla dünya ve ülke gerçekliğinin daha derinden

kavranması; hem de bu birikim temelinde bütün güçleri kapsayabilecek devrimci bir

programın ortaya çıkmasını sağlayabilir.

Demir Küçükaydın

25.01.1990. Hamburg

Page 50: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

Marksizm ve Günümüz Dünyası

Geçenlerde bir burjuva politikacısı “Marx öldü, İsa yaşıyor” diyordu20

. Bir burjuva gazetesi

“Komünizmin sonu mu, ya şimdi!” diye bir soruşturma düzenliyor21

. “İdeolojilerin Sonu” ilan

ediliyor. Fransız Sosyolog Alain Touraine “İnsan Hala Solcu Olabilir mi?” diye soruyor ve

Le Monde’da yayınlanmış bu makale solcu bilinen TAZ tarafından çevrilip yayınlanıyor.

Ama daha bunlar bir şey değil. Ezilmiş insanlar, uluslar marksizme karşı, ulusal ve dinsel

bayraklar etrafında ayaklanıyorlar. Bu ayaklanan insanların dilinde “Marksizm”, “Komünist”,

“Komünizm” baskının, zorbalığın, imtiyazların sembolü olarak kullanılıyor ve nefretle

anılıyor.

Bütün bu artık kanıksadığımız görüntüler on yıl önce en atılgan hayal gücünün bile sınırlarını

zorlardı. Yığınlar ayaklarıyla marksizm adına bağlı rejimlere, partilere karşı oy verirken hala

marksizmden söz etmek garip olmuyor mu?

Marksizm de bütün büyük dinler gibi dünyayı, haksızlığı, onun nedenlerini , ondan kurtulma

olanaklarını ve yollarını tanımlayan bir öğreti idi ve ancak islamiyetin yayılma hızıyla

kıyaslanabilecek bir çabuklukla ezilenlerin, sömürülenlerin beyinlerinde ve yüreklerinde yer

etmişti. Öimdi ise yine aynı yığınlar islamın ya da kilisenin ya da ulusal kahramanların

bayrağı altında, haksızlığa uğrayanlar adına yola çıkmış bu öğretinin imtiyazlı taraftarlarına

karşı ayaklanıyorlar. Kilise kadar olsun yığınlarla bağlarını koruyamayan bu öğretiyi daha

fazla ciddiye almanın bir anlamı var mı?

Evet, ilk bakışta böylesine umutsuz bir durumda Marksizm. Öte yandan sadece ezilen yığınlar

da değil, marksizm adına bağlı olduğunu söyleyen partiler de birbiri peşi sıra pazar

ekonomisinin faziletlerini keşfediyorlar.

Ancak, bütün bunların hiç birisi Marksizmin insanlığın kurtuluşu için tek geçerli öğreti

olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Değiştirmiyor çünkü yine marksizm adına, o öğretiyi

savunarak, birtakım insanlar canları bahasına, marksizm adına yapılan o işlerin marksizmle

bir ilgisinin olmadığını söylediler, eleştirel ve ezilenlerden yana olan tavrını korudular ve çok

önceden, aşağı yukarı olayların böyle gelişeceğini öngördüler22

. Tarihsel materyalizm

kendisinin bilincinde olan bilimdir, yani kendi kaderini de açıklama yeteneğindedir. Bütün bu

20

Norbert Blüm, burjuvazi bu sözleri özellikle işçi kökenli bakanına söyletiyor.

21 Die Zeit, "Ende des Kommunismus - und was nun?", 29 Dezember 1989

22 Özellikle Sol Muhalefet ve "Troçkist" gelenek Marksizmin şerefini kurtarmıştır. Tarihsel Maddeciliğin

kavram sistemine dayanarak geliştirdiği çözümlemeler ve öngörüler parlak bir şekilde doğrulanmış

olmuyor; Tarihsel Maddeciliğin günümüzdeki gelişmeleri öngörme ve anlamak için tek geçerli teori

olduğunu kanıtlamış bulunuyor, bu geleneğin esas katkısı tam da bu noktadadır.

Page 51: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

50

50

anakronik gelişmelerin tarihsel maddecilik tarafından kavranamayacak bir yanı yoktur. Hatta

bütün bu olayların gerçek anlamını kavrayabilmak için tek teori olma özelliğini korumaktadır.

Kaldı ki milli ve dini bayrakların hiç biri insanlığın ezilen çoğunluğunu kapsayacak bir

program geliştirme yeteneğinde değildir. Onların yetersizliği ve yozlaşması sanıldığından çok

daha hızlı görülecektir. Bu süre insanların yaşam süreleri bakımından belki biraz uzun, ama

insanlık açısından son derece kısa olacaktır.

Bizler açısından, yığınlar sosyalizme karşı değil, ama sosyalizmi bayrak yapmış kastların

imtiyazlarına karşı ayaklanmaktadırlar; kapitalizmi getirmek için değil, bürokratik ve keyfi

“planlama” adlı plansızlığa son vermek için ayaklanmaktadırlar. Ama yerine ne koyacaklarını

bilemedikleri için öbür tarafı seçme durumunda kalmaktadırlar.

Hayal kırıklığı sanıldığından daha çabuk gelecektir. Kapitalist dünyanın metropollerinde bile

milyonlarca işsiz var. Kapitalist dünya bir borç denizi üzerinde yüzüyor. Doğu Avrupa’nın

entegrasyonunun savaş sonrasında olduğu türden kar oranlarında, dolayısıyla yatırımlarda bir

yükselişe yol açıp yeni bir yükselen uzun dalga dönemini başlatması zayıf bir olasılık. Bulvar

basınının aksine burjuvazinin ciddi beyinleri en aşırı biçimi Polonya’da görülen kapitalizm

hayranlığı karşısında kara kara düşünüyorlar. Biliyorlar ki hayal kırıklıkları büyük aşkları

kolaylıkla nefrete dönüştürür.

Özetle bütün bu gelişmeler; milyonlarca insanın din ve milliyetler bayrağı altında

marksizmden ilham aldığını söyleyen rejimlere ve partilere karşı isyan etmesi; burjuva

politikacıların ve teorisyenlerin marksizmin sonunu ilan etmeleri; devrimci ve eleştirel

marksizm açısından bir sorun oluşturmuyor. Marksizm ve Günümüz Dünyası ilişkisini şahidi

olduğumuz devasa olaylarla sınırlı olarak anlamak, bir bakıma günümüz dünyasını ve o

dünyanın gerçekten hem bir hareket hem de bir kurtuluşçu öğreti ve bilim olarak

marksizmin önüne koyduğu ciddi sorunları görmemek olur.

Evet, bugün Marksizmin bir krizinden söz edilebilir ve etmek gerekiyor. Bundan çekinmek de

gereksiz, toplumsal gerçeği açıklama iddiasında olan bir öğreti olan Tarihsel Maddecilik

bizzat kendi iddia ettiği gibi bir bilimse, gelişecektir ve bu gelişmesi de elbette evrendeki

bütün değişme ve gelişimler gibi ihtilaçlı, sıçramalı, zaman zaman bunalımlardan geçen bir

karakter arzedecektir. Bu kriz Doğu Avrupa’daki olaylardan ya da burjuvazinin

eleştirilerinden doğmuyor. Aksine marksizme yönelik ciddi eleştiriler soldan geliyor.

Tarihinde ilk defadır ki marksizm, insanlığın eşitlik idealine bağlı hareketlerce,

üzerinde gerçekten önemle durulması gereken eleştirilere uğramaktadır.

Marksizm diğer sosyalist akımlar karşısında geçen yüzyılda gerçekten kolay bir zafer

kazanmıştı. Bu kolay zaferin kefareti kendi gelişme potansiyellerini kullanamaması oldu.

Öimdi bir bakıma belki ilk defa bu şansı elde ediyor.23

Son yıllarda entelijansiyanın marksizmden uzaklaştığına şahit oluyoruz. Marksizm

23

Bakınız Perry Anderson, "Tarihsel Maddeciliğin İzinde", Belge Yayınları.

Page 52: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

51

51

entellektüel cazibesini böyük ölçüde yitirmiş bulunuyor. Bu yitirmeden kastımız sadece, Latin

ülkelerinde görülen, yapısalcılığı ya da piyasa ekonomisinin erdemlerini keşfederek

dayanışmacı ve eşitlikçi bir toplum idealini terkederek yerini siperlerin karşı tarafında

seçenler değil24

. Aksine bu ideale bağlı kalıp radikal bir konumu koruma arzusunda olanlar ve

bunun için gerekli gücü marksizmde bulamayanlar.

Son yıllarda marksizmin entellektüel cazibesini yitirmesinin ardında Yeni Sağ’ın saldırısı

değil “Yeni Sosyal Hareketler”in varlığı bulunmaktadır.

“Yeni Sosyal Hareketler” varlıklarıyla marksizmin iki tekeline son vermiş görünüyorlar.

Marksizm doğuşundan beri toplumdaki en radikal muhalefeti ve eleştiriyi temsil ederdi,

adeta bu alanda bir tekel kurmuştu. Ama yeni toplumsal hareketlerin varlığıyla bu tekelini

yitirdi. Örneğin kadın hareketi, feminizm varolan sistemin eleştirisinde yaygın marksist

anlayışlardan çok daha radikal yaklaşımlar getirdi.

Marksizm aynı zamanda global bir teoriydi. Toplumsal gerçekliğin tüm yanlarını açıklama

ve tutarlı bir kavram sistemi içinde toparlama yeteneğindeydi. Bu tekelini de yitirdi. Feminist

ve ekolojik “paradigmaları” daha büyük bir sistem içinde özümleyebilmiş değil.

Bütün bunlara bir de işçi hareketinin durumu tüy dikiyor. Marksizm kaderini işçi sınıfı

hareketine bağlamış bir öğretidir. İşçi hareketinin krizi marksizmin de krizini, radikalliğini ve

globalliğini yitirmesini belirliyor. Birkaç örneği hatırlamak yeter.

Geçen yüzyılda ve bu yüzyılın başında işçi sınıfı gerçekten enternasyonalist dayanışma

örnekleri verirdi. Bugün ise işçiler ve onların partileri ya burjuvalarının safında ya da

milliyetçi taleplerle grevler yapıyorlar. Buna karşılık barış hareketi tek taraflı silahsızlanma

önerileriyle reel işçi hareketinden çok daha enternasyonalist bir karaktere sahip.

Geçen yüzyılda ve bu yüzyılın başında işçi hareketinin uluslararası örgütleri vardı. Bugün işçi

hareketine bağlı olarak yarım yüzyıllık küçük 4. Enternasyonal dışında böyle bir örgüt yok.

Ama örneğin ekoloji hareketi Green Peace gibi enternasyonal örgütler kuruyor; bunlar

emperyalist ülkelerin gizli servislerinin komplolarına hedef oluyor.25

Sadece bu gözlemler bile metodolojik düzeyde bazı soruları gündeme getirir. Tarih sınıf

mücadelelerinin tarihidir. Sınıflar ise iktisadi ilişkiler içindeki konumlara göre belirlenirler.

Ama “yeni sosyal hareketler” içinde insanlar iktisadi ilişkiler içindeki konumlarından dolayı

yer almıyorlar. Bu durumda bu hareketler sınıfsal hareketler değilse eklektik olmadan bunu

24

Aslında Latin Ülkelerindeki eski solcu entelijansiyanın utanç verici bir şekilde siperlerin karşı tarafına

geçmesi de işçi hareketinin kriziyle ilgili olduğu kadar marksizmin gerçekten entellektüel gücünü

yitirmesiyle de ilgili. Bugün yığınların ayaklarıyla yaptığı işi, aydınlar kafalarıyla daha önce yapmışlardı ve

bu gelişmelerin bir tür habercisiydiler. Aydınların tekrar marksizme yönelişleri başlamadan kısa vadede

yığınların marksizmden ilham alan hareketlerinin gerçekleşebilmesi olasılığı çok zayıf görünüyor. Devrim

yığınlar tarafından yapılmadan önce aydınların kafalarında olur

25 Fransa'nın Pasifikteki Atom denemelerini engelleyen Green Peace gemisine Fransız İstihbaratı

sabotaj yapmıştı örneğin.

Page 53: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

52

52

tarihsel maddeciliğin kavram sistemi içinde nereye yerleştireceğiz. Keza iktisadi ilişkiler

içindeki konum belirleyici olmadığına göre, ekonominin son duruşmadaki belirleyiciliği

ilkesini korumak nasıl mümkün olabilir?

Ama ortaya çıkan sorunlar bunlardan ibaret de değil. Bu “Yeni Sosyal Hareketler” iktisadi

ilişkiler içinden doğmamalarına rağmen, ve dolayısıyla anti kapitalist bir özellikleri olması

gerekmezken ve de Marx’ın temel eseri olan Kapital sermayenin cinsler, ırklar uluslar

karşısında nötr olduğunu belirlemişken, kullanım değerlerini araştırma dışı bırakmışken

nasıl oluyor da bu harekeketler anti kapitalist bir karakteri daha baştan kendi özlerinde

barındırıyorlar ve kapitalist toplum karşısında gerçekteki işçi hareketinden çok daha radikal

eleştiriler getirebiliyorlar?

Geçen yüzyılda ve bu yüzyılın başlarında işçi hareketi varolan sistem karşısında en radikal

eleştiriyi yapardı. Ama bugün durum tersine. Örneğin işçiler, diyelim daha iyi arabalara sahip

olacak ücretler için grev yaparken, diyelim ki ekoloji hareketi bizzat araba üretiminin

kendisine karşı çıkıyor. Dün işçiyi devrimci yapan şey, üretilen şeylerin niceliği, yani

değişim değeri, sanki onun bu sorunlar karşısındaki körlüğünün nedeni gibi. İşçi daha uzun

tatil istiyor, daha güzel turizm yerleri istiyor, “Yeni Sosyal Hareketler” tatili, işi, turizmi

sorguluyor.

Geçen yüzyılda ve bu yüzyılın başlarında işçiler az çok diğer ezilenlerin haklarına da ilgi

duyarlar ve onlar için de savaşırlardı. En azından milli hareketler ve köylü hareketleri

karşısında böyle bir konumları vardı. Bugün ise ırkçılık, milliyetçilik, seksizm işçi kültürünün

ayrılmaz bir ögesi gibi sanki. İşçi hareketine her yerde bir korporatizm eğilimi damgasını

vuruyor. Buna karşılık “Yeni Sosyal Hareketler” diğer baskı biçimleri karşısında reel işçi

hareketinden çok daha hassaslar. Kadın hareketi kendi içindeki ırkçılıkla boğuşuyor. Barış

hareketi barışa ulaşmak için barıştan daha fazla şeyler uğruna mücadele etmek gerektiği

sonucuna varıyor. Ekoloji hareketi “Üçüncü Dünya”nın çöplüğe çevrilmesine, Amazon

Ormanları’nın imhasına, oradaki yerlilere ilgisiz kalmıyor.

Son yirmi yılın en yaratıcı katkıları bu hareketlerin saflarından geldi. Entellektüel bakımdan,

geçen yüzyılın sonunda bu yüzyılın başlarında işçi hareketinin gösterdiği gibi, bir teorik

canlılık gösteriyorlar. Sadece kadın hareketinin ortaya çıkardığı, dünyayı kavrayışımızda

muazzam bir devrim başaran katkıları hatırlamak bile yeter.

Diğer yandan marksizm açısından bu hareketler karşısında en kör göze batacak iki zaaf apaçık

ortada duruyor.

Marksizm bu hareketleri öngöremedi. Bu hareketleri yaratan sorunlar ve bu hareketlerin

esas teorik katkıları yaptıkları alanlar marksist öğretinin adeta kör noktalarını, az gelişmiş

bölgelerini oluşturuyor. Bu hareketler radikal bir teoriye ve geleneğe duydukları ihtiyacı

özellikle Anarşist ve Ütopik Sosyalist gelenekte bulabiliyorlar. Marksizmde kaynak arayanlar

ise, marksizmin bu akımlarla aynı sorunları tartıştığı dönemden alıntılarla yetinmek zorunda

kalıyorlar çoğu kez.

Özetlersek “Marksizm ve Günümüz Dünyası” başlığı altında tartışılması gereken gerçek

Page 54: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

53

53

sorun, “Yeni Sosyal Hareketler”in varoluşunun yarattığı sorunlardır. Bu sorunlarla ciddi

biçimde yüzleşmek gerekmektedir.

Bu yüzleşmeden iki sonuç çıkabilir: birincisi, Tarihsel Maddeciliğin artık bütün bu sorunları

kapsayabilecek bir teori görevi göremeyeceği, bunu başaracak başka bir teoriye ihtiyaç

olduğu. Biz bu kanıda değiliz. Bizim de görüşümüz olan ikinci sonuç, bu alanlardaki zaafın

tarihsel maddeciliğin yapısal niteliklerinden kaynaklanmadığı ,onun gerçek tarihsel

hareketinin bir ürünü olduğudur. Bütün bu hareketler ve onları yaratan sorunlar ve

metodolojik problemler ve bizzat teorinin bu alanlardaki geriliği kanımızca Tarihsel

Maddeciliğin kavram sistemi içinde açıklanabilir.

Biz bu açıklamanın sadece saf teorik bir sorun olduğu kanısında da değiliz. Toplumdaki tüm

muhalif hareketleri kapsayacak radikal, devrimci bir program geliştirebilmek için global bir

teoriye ihtiyaç vardır.Bugün, hiç bir zaman olmadığı ölçüde radikallik, eleştirellik ve

bütünsellik birbirinden ayrılamayacak şekilde birbirine bağlıdır. Böyle bir bütünsel teoriye

tarihsel maddeciliğin kavram sistemi içinde “Sermayenin Gerçek Tarihsel Hareketi” ve

“Eklemlenme” ya da “simbiyoz” kavramlarıyla ulaşılabileceği kanısındayız26

.

Esasında bu kavramlar Marx’ın öğretisinde başından beri tohum halinde vardırlar, ama daha

ziyade gelişmemiş alanlar olarak kalmışlardır. Gelişmemiş alan olarak kalmasının nedeni ise,

marksizmin daha ziyade avrupalı, beyaz ve erkek işçi hareketinin sınırları dışına pek

taşamamasıdır. Taşma yönündeki her hareket düzgün gelişen bir tarih anlayışıyla

hesaplaşmak ve bu kavramlara dayanmak zorunda kalmıştır.

Böyle bir yaklaşım bizlere sadece “Yeni Sosyal Hareketleri”, onları yaratan sorunları

açıklamakla kalmaz; onların pek de yeni olmadığını; ulusal kurtuluş hareketlerinin anti

kapitalist karakterini açıklama olanağı da sağlar.

Bu yaklaşıma ve programatik, stratejik sonuçlarına birkaç örnek verelim.

Marx’ın bizzat kendisi, ilk başta Avrupa merkezli düzgün evrim kavrayışına sahipti. Buna

göre ileri bir toplum geri olana geleceğini gösteriyordu. Kapitalizm kapitalizm öncesi

kalıntıları ve üretim biçimlerini tasfiye ediyordu. Bu yaklaşım, daha sonra sosyal şoven

partilerde olduğu gibi, pekala uygarlaştırma ve tarihsel ilerleme adına geri halkların baskı

altına alınması ve sömürgeleştirilmesini desteklemeye yarar. Keza Marx bile, Hindistan’da

İngiliz egemenliğini alkışlamıştı. Ama daha sonra İrlanda sorununu incelerken, kapitalizmin

İrlanda’dan geri ilişkileri tasfiye etmediğini, ama onunla bir tür simbiyoza girdiğini ve bu

durumun İrlanda Kurtuluş Hareketi gibi bir devrimci özne yarattığını gördü. Çözüm,

metodolojik düzeyde, sermayenin gerçek tarihsel hareketinde, eski biçimlerle simbiyoz bir

yaşama girdiği, “eklemlendiği”nden başka bir anlama gelmiyordu.

26

Ne yazık ki toplantılarda bu görüşü açıklama ve tartışma olanağı olmadı. Kimse marksizm ve

günümüz dünyasını bu bağlamda ele almadı, sadece Doğu Avrupa'daki gelişmeler konunun ağırlık

noktalarını belirliyorlardı. İlerde bu konuda geliştirdiğimiz gönüşleri ayrı bir kitap olarak hazırlamayı

düşünüyoruz.

Page 55: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

54

54

Engels kapitalizmin çekirdek aileyi parçalıyarak gelecek toplumun koşullarını hazırladığı

görüşündeydi, tıpkı Marx’ın Hindistan konusundaki metodolojik yaklaşımını tekrarlayarak.

Buna bağlı olarak da kadın hareketini bir özne olarak görmüyordu. Modern feminist hareketin

en büyük teorik katkılarından biri Engelsin beklentisinin gerçekleşmediğini göstermek ve

nedenlerini açıklamak oldu: İş gücünün yeniden üretimi için, onun sosyal masraflarını

azaltmak ve kar oranlarını yükseltmek için aile tasfiye edilmiyor ve güçlendiriliyordu. Kadın

Hareketini yaratan temel sorun da buradaydı. Kadın Hareketi gibi hiç hesapta olmayan bir

özne ortaya çıktı. Bilinçsizce uygulansa ve adı konulmasa bile kullanılan metodolojik araç

aynıydı: “Eklemlenme” ve “Sermayenin Gerçek Tarihsel Hareketi”.

Kanımız, bu kavramların bizlere global bir açıklama ve radikal bir program geliştirme ve de

yeni görev ve güçlere uygun yeni stratejiler belirleme; marksizme eski entellektüel gücüne

kavuşma olanağını sağlayabileceğidir.

Demir Küçükaydın

26.01.1990 Hamburg

Page 56: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

Günümüz ve Marksizm Konusunda Tebliğler ve Tartışmalar Üzerine Bir

Değerlendirme

Sunuş

Türkiye’deki Sosyalist Birlik tartışmalarına paralel olarak yürütülen Avrupa’daki

tartışmalarda gündem -ya da daha doğru bir ifadeyle konu başlıkları- olarak, bütün eleştirel

kayıtlara rağmen, Türkiye’deki başlıklar benimsendi. Ancak bunun bir tek istisnası vardı:

“Günümüz Dünyası ve Marksizm”.

Avrupa’daki tartışmaların gündeminin tesbit edildiği ilk toplantıda gündeme alınıp

alınmaması üzerine en çok tartışılan konu bu oldu. Ancak bu tartışma konunun kendisinden

ziyade, Türkiye’deki girişimle ilişkiler bağlamında bir tartışmaydı. Toplantıda bir grup,

Türkiye’deki girişime “bağımlılığı” vurgularken, diğer grup “paralelliği” vurguluyordu. Bu,

bir bakıma Avrupa’daki girişimin kendi insiyetifi ve kişiliği olup olmayacağı üzerine bir

tartışmaydı. Bu tartışma bağlamında, “bağımlılığı” vurgulayanlar Türkiye’dekinden değişik

bir gündem maddesine, somut olarak ta “Günümüz ve Marksizm” konusuna itirazlarda

bulundular, yoksa konunun kendisinden hareketle bir itiraza pek rastlanmadı.

Gündeme biraz zorla girmiş olmasına rağmen, üzerinde en çok tebliğ yazılan ve en çok ilgi

çeken konu yine “Günümüz ve Marksizm” oldu, on tebliğ sunuldu.27

İlgi tebliğcilerle sınırlı kalmadı. Avrupa çapındaki ilk tartışmada (10 Öubat 1990) ilk gün

seçilen dört konudan biri olmasına rağmen, Ulusal Sorun hariç, diğer konulara kimse

gitmediğinden, tartışılan tek konu yine “Günümüz ve Marksizm” oldu.

Bu konuda tebliğ sunanlar, toplantılarda sürekli olarak, ne kafalarındaki sorunları açacak, ne

de yeterince tartışacak zaman bulamamanın sıkıntısını dile getirmişlerdi. Tezlerini doğru

dürüst tartışabilmek için de, ayrıca, kendi aralarında yeterince zaman bulabilecekleri bir

toplantı yapmayı planlamışlar, hatta tartışmalara bir baz olması için, çeşitli tebliğlerin bir özet

değerlendirmesi görevini, bu satırların yazarına vermişlerdi. Ancak olayların akışı içinde

planlanan tartışma yapılamadı. Aşağıdaki satırlar bir bakıma, tartışmalara bir baz olması

27

u tebliğler sunuldu: Galip Gündüz, "Günümüz ve Marksizm"; Temel Demirer, " `Günümüz ve

Marksizm' Üzerine Tezler"; Orhan Silier, "Marksizm ve Günümüz Dünyası Üzerine Bazı Tezler

(Taslak)"; P.C. Bektaş, "Günümüzde Komünist Olmanın Koşulları"; İlkay Alptekin Demir, "Günümüz

ve Marksizm"; Demir Küçükaydın,"Marksizm ve Günümüz Dünyası"; Doğan Tarkan, "Marksizm

Yaşıyor"; Ahmet Kaçmaz, "Günümüzde Marksizm Üzerine Bir Deneme"; Mahir Sayın, "Günümüz

Dünyasında Marksizm", Oya Baydar, "Marksizm ve Günümüz (Tartışma İçin İlk Taslak".

Page 57: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

56

56

düşünülen ama tartışılamayan değerlendirmenin yazıya dökülmüş halidir. Darısı tartışmak

isteyenlerin başına.

Günümüz Dünyası ve Marksizm’den söz edildiği an, günümüzde şahit olduğumuz

gelişmelerin marksizm açısından ne ölçüde kavranılabilir oldukları; bu teoriyle açıklanıp

açıklanamayacakları; bu teori üzerindeki etkileri gibi sorunlar akla gelir. Daha açık ve kısa bir

ifadeyle, “marksizm geçerli midir?” tartışmasına girilmiş olur.

Ne var ki zorluk tam da bu noktada başlar: Marksizm ile günümüz dünyasının ilişkisi,

herkesçe üzerinde anlaşılmış, net olarak tanımlanmış iki şeyin ilişkisi değildir. Günümüz

dünyasındaki değişiklikler bir çok alanı kapsamaktadır. Aynı şekilde Marksizm dendiğinde

anlaşılan da çok farklı olmaktadır. Bu farklılıklar bir yandan marksizme yüklenen içerikte

(hareket mi, teori mi, ideoloji mi, bilim mi, politika teorisi mi vs.) diğer yandan da

marksizmden hangi geleneğin (maoizm, stalinizm, resmi sosyalizm, Batı Marksizmi vs.)

anlaşıldığındadır.

Bu nedenle sunulan tebliğlerin günümüz ve marksizm ilişkisi bağlamında ne gibi tezler ortaya

koyduğunu sınıflamak adeta olanaksızdır. Kimi marksizmi bir yöntembilim düzeyinde; kimi

toplum ve tarih teorisi düzeyinde, kimi bir politika öğretisi düzeyinde, kimi bir hareket olarak

ele almakta ve görüşlerini herkesin de öyle kabul ettiği varsayımıyla sıralamaktadır. Bu

nedenle tebliğleri, konu başlığının içeriği bağlamında şu veya bu noktalarda benzer ve ayrılar

diye sınıflamak elmalarla armutları toplamak gibi olanaksız bir iştir, çünkü her tebliğde

konudan anlaşılan başka bir şeydir.

Ancak, bütün bu ortak paydaya alınamayan görüşler, aslında tartışılmamış bir başka başlığın

ortak paydası altında toplanabilirlerdi. O zaman tebliğler, İsmet Paşa’nın kafasında kuyrukları

birbirine değmeden dolaşan tilkiler gibi, birbirlerine karşı kısır olarak kalmazlardı. Bu başlık

şöyle olabilirdi: “Günümüz ve Marksizm İlişkisi Hangi Bağlamlarda Ele Alınabilir?” ya

da “Marksizm Nedir?”. Bu takdirde, bütün yazılar bu soruya verdikleri cevap açısından

değerlendirilebilrler ve sınıflanabilirlerdi.

Ne var ki, yazarlar bu sorunu tartışmamaktadırlar; onların her biri, bu soruya kendi verdiği

cevabı, çoğu kez özel olarak belirtme gereğini bile hissetmeden, tartışılmasına gerek bile

olmayan bir postulat gibi kabul ederek, o postulat üzerinde görüşlerini inşa etmektedirler. Bu

nedenle tebliğleri marksizm ve günümüz ilişkisini hangi bağlamda ele aldıkları bakımından

sınıflamaya ve özetlemeye kalktığımızda, çoğu kez ifade edilmemiş bir postulayı yazarların

beyinlerinin derinliklerinden çıkarmak gerekmekte, bu nedenle de alıntı yapmak

güçleşmektedir.

Yine de sunulan tebliğleri belli kriterlere göre sınıflamayı bir denemek gerekiyor.

Günümüz Dünyası ve Marksizm İlişkisi Hangi bağlamlarda Ele Alınabilir

Günümüz Dünyası, her biri farklı bir bilgi dalının ya da bilimin alanına giren sonsuuz sayıda

süreci kapsar. Bu nedenle, marksizmle ilişkisini, onun sonsuz çeşitliliği içinde kaybolmak

Page 58: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

57

57

istemiyorsak; marksizm açısından ele almak gerekir.

Ancak bundan önce şu soruyu sormak gerekmektedir: “günümüzün dünyasındaki hangi

olaylar, marksizmin geçerli olup olmadığı tarzında bir tartışmayı hepsi de marksizme inanan

bu insanların önüne koymuştur?” Sunulan bildirilere bakıldığnda, bu soruyui sormalarına yol

açan, Doğu Avrupa’daki gelişmelerdir. Demir Küçükaydın haricinde hemen hemen bütün

tebliğciler, marksizm açısından bir sorun olabilecek tek ciddi problemin Doğu Avrupa’daki

gelişmeler olduğunu düşünmektedirler adeta. Tartışılan bütünüyle bu konudur. Buna karşılık,

örneğin İşçi sınıfının ve modern toplumun yapısındaki değişmelerin marksizm açısından ne

gibi teorik problemlene yol açtığı28

; kapitalizmin savaş sonrası gelişiminin onun tarihsel

olarak aslında ömrünü doldurduğu yolundaki klasik görüşle ne ölçüde uyuştuğu29

; “Yeni

Sosyal Hareketler” ve tabiri caiz ise “Global Sorunlar”ın Tarihsel Maddecilik ve bir

kurtuluşçu öğreti olarak marksizm açısından ne gibi sorunlara yol açtığı vs. gibi günümüz

dünyasının son derece önemli sorunları konu bile edilmemektedir. Bu bir ölçüde Türkiye

Sosyalist Hareketi’nin ne kadar dar bir sorunlar yelpazesi olduğunun göstergesi sayılabilir.

28

Bu sorunu sadece tartışmalarda bir parça Aydın Engin açmaya çalışmıştı hatırladığım kadarıyla.

Sanırım bilgisayarın ve otomasyonun yaygınlaşması sonucu binlerce işçiyi bir araya getiren fabrikaların

yok olmasının işçilerin devrimci potansiyelleri bakımından sorun yaratıp yaratmadığını bir soru olarak

ortaya atmıştı. Aynı bağlamda, fordizm döneminin işçiyi makinanın basit bir parçası haline getirirken,

elektronik ve bilgisayarlar sayesinde işçinin makinanın yöneticisi olduğuna, bu işçinin bir gelecek

kurmaya daha yatkın olabileceğine da kısaca bu satırların yazarı değinmişti.

29 Bu sorunu tartışma eğilimi gösteren ve yer yer tartışan A. Kaçmaz'dır. Kaçmaz gerek tebliğinde gerek

başka yazılarında (örneğin Görüş'te yayınlanan "Spartaküs Olmak" başlıklı yazısında) bu sorunu

tartışmakta ve anlaşıldığı kadarıyla kapitalizmin tarihsel olarak ömrünü doldurmuşluğu görüşünün

yanlışlığı hükmüne varmaktadır. Bu noktada ahlaki bir seçimle, safının ezilenlerin yanında olduğunu

söylemekte, kapitalizm ömrünü doldurmuş olmasa bile, "Spartaküs Olmak" gerektiğini belirtmektedir.

Ancak, eğilim gösterdiği görüşün diğer sonuçları üzerine pek tartışmaya girmemektedir. Yani örneğin,

"kapitalizm bir çürüme çağında bulunmuyorsa bu çıkarsamayı yapan Lenin'in teorisi nerede yanlıştır?"

Keza, bu koşullarda, "tercih ahlaki nedenlerle yapılınca kurtuluşçu bir öğretinin bilimsel olmasının ne

anlamı olmaktadır?", bunun programatik sonuçları gibi yüzlerce soruyu tartışmamaktadır. Marksizm iç

tutarlılığı olan bir sistemdir, tüm kavramlar birbirine kenetlidir. Bunlardan biri düzeltildiğinde tüm sistemi

eski tutarlılığıyla yeniden kurmak gerekir.

Aslında A. Kaçmaz' bu sorunu tartışmasının başka bir probleme bağlı olduğu seziliyor. Sovyetlerin

yozlaşması sorunu. Ahmet Kaçmaz teorik bakımdan çok kritik bir noktadadır. Kimi tesbitleri ve görüşlerini

mantık sonuçlarına ulaştırdığı takdirde klasik Troçkist görüşleri ifade etmesi gerekir. Ancak bu adımı

atamaz, buradan kurtuluşu, kapitalizmin tarihsel olarak ömrünü doldurmadığı tesbitiyle sağlar bir bakıma.

Bu tesbit yapılınca, Sovyet deneyi sadece bir "erken deneme"olarak, örneğin kapitalizmin şafağında

bezirgan İtalyan kentlerinin kapitalizme geçiş girişimi gibi, değerlendirme olanağı bulur. Böylece, yirmili

yılların ortalarında sürmüş olan mücadelelerde bir tarafı tutma zorunluluğu da bir ölçüde ortadan kalkmış

olur. Bunlar, bürokratik bir kastın karşı devrimiyle değil, ama erkenlikle açıklanırlar.

Fakat, A. Kaçmaz bir şeyi unutuyor, "Spartaküs olmak" sözünü aktardığı Troçki, bu cevabı, bürokrasinin

tarihsel bir zorunluluk olabileceği olasılığına karşı söylemektedir. Yani sadece burjuvaziye karşı değil,

işçiler ve sosyalizm adına yola çıkan imtiyazlı kastlara karşı da spartaküs olmak gerekir. Sayın Kaçmaz,

kapitalistler karşısındaki Thomas Münzer'liği ile, bürokratlaer karşısındaki Luther'liğini örtmeye çalışmış

olmuyor mu?

Page 59: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

58

58

Aslında Doğu Avrupa’daki gelişmeler ve o toplumların devlet ve sınıf yapıları Tarihsel

Maddecilik açısından anlaşılmaz sorunlar olmamışlar ve bu teorinin doğruluğunu sorgulamayı

gerektirmemişlerdir. Hatta aksine, son olaylar bu alandaki teorinin ve öngörünün büyük

ölçüde doğrulanması anlamına gelmektedir.

Tartışmacılar sorunu hep Doğu Avrupa açısından tartışmaktadırlar ama öte yandan, Tarihsel

maddeciliğin kavram sistemi içinde tutarlı olarak bu ülkelere ilişkin yapılmış ve son olaylarca

büyük ölçüde kanıtlanmış teoriyi (yani bürokrasinin bir tabaka olduğu; bu ükelerin bürokratik

olarak yozlaşmış geçiş/geçemeyiş toplumları olduğu vs.) tartışmamakta, bu alanda bir tek

soru sormamaktadırlar. Ama örneğin her yazıda, sanki çok olağan bir şeyden söz edilir gibi

“bürokrasi”den söz edilmektedir.

Diğer yandan Doğu Avrupa’daki gelişmelerin, Tarihsel Maddecilik açısından ortaya çıkardığı

sorunları da tartışmamaktadırlar. Örneğin, bu ülkelerde bütün feodal kalıntılar temizlenmiş

olmasına rağmen, kapitalist sisteme geçtikleri takdirde, eski akıl yürütmelerimize göre

kapitalist bir gelişmenin önünün açılması ve hızla ilerlemeleri gerekirken niye birer yeni

sömürgeye dönüştükleri ve dönüşecekleri; bunun metodolojik bakımdan çıkardığı sorunlar;

veyahut Doğu Avrupa’daki ayaklanmalarda işçilerin sınıf olarak davranmaması ve işçi

organlarının hemen hiç görülmemesi; bu deneyler ışığında devrim stratejilerinde ne gibi

değişiklikler yapmak gerektiği vs. gibi yüzlerce sonunun hiç birine girilmemektedir.

Demek aslında tartışılan Doğu Avrupa’daki gelişmeler ışığında Marksist öğretinin kimi

sonuçlarının gözden geçirilmesiu değildir Peki tartışılan nedir o halde? Tartışılan, çoğu

durumda adını koymadan, Marksizmden ne anlaşıldığıdır.30

30

Peki yazarlar Marksizmden ne anlıyorlar? Bunun için sadece onların marksizm tanımlarına bakmak

yetmiyor. Çünkü marksizmi herhangi bir şekildre tanımladıktan sonra, yazı içinde başka tanımlar

anlamında kullanabiliyorlar ve korkunç ölçülerde bir teorik eklektisizm gösterebiliyorlar. Örneğin

A.Kaçmaz yazısının çeşitli yerlerinde şu tanımları yapıyor: "dünya görüşüdür"; "bilimsel temele

oturduğunu, evreni kucakladığını iddia eden, bütünsel bir teoridir"; sonradan kazandığı hüviyetiyle

bir "ideolojidir".

Bu tanımları yapan A. Kazçmaz'ın Marksizmi bir felsefe ve ideoloji olarak tartışması beklenirken, o

marksizmi sosyolojik boyutuyla, yani, tarihsel maddecilik düzeyinde tartışır eses olarak.

Mahir sayın'a göre: "Marksizm sınıf mücadelesinin yol gösterici teorisi"dir. Yani M. Sayın marksizmi

bütünüyle kurtuluşçu bir öğreti olan yanıyla; bir politika teorisi düzeyinde ele alıyor.

Oya Baydar ise "marksizm bilim mi, ideoloji mi, siyasal eylem kılvuzu mu, teori mi, yöntem mi,

felsefe midir? Yoksa tümü birden midir?" diye soruyor, yazısından buna bir cevap çıkarmak mümkün

olmadığı gibi, çeşitli yerlerde ferklı anlamlarda kullanabiliyor.

Galip Gündüz'e göre ise, "Marksizm dünyayı yorumlamak ve değiştirmek yolunda bir rehber"dir. Bu

bakımdan M.Sayın ile aynı tanımda anlaşıyor aşağı yukarı. Orhan Silier'e göre ise marksizm bir "bilim

ve felsefe akımıdır". Felsefe akımını anlamak mümkün ama "bilim akımı" ne oluyor bu pek mümkün

değil. Başka bir yerde de şu tanımı yapıyor:

"Marksizm sosyalizm ve işçi hareketinin bir teorisidir." Bu ne demek? ÿşçi hareketini inceleyen bir

teori mi? Bu şekilde yorumlanırsa politolojinin bir alt kolu derekesine indirilmiş olur. İşçi hareketinin

tabiatından gelen bir teori mi? Bunu marksizm kendisi bile iddia etmez. İşçi hareketinin tabiatından gelen

teori ancak sendikalizm, ekonomizm sınırlarında kalır. Yoksa işçi hareketini egemen olan bir teori mi? Bu

Page 60: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

59

59

Marksizm Nedir? İşçi Hareketi ve/veya Sosyalizm mi?

Peki Marksizm nedir? Marksizmin ne olduğu da çeşitli düzeylerde tartışılabilir. Günlük

kullanımda çoğu kez marksizm sosyalizm ile özdeş olarak kullanılmaktadır.

Sosyalizm, Marksizmle özdeş değildir. Sınıfsız, eşitlikçi ve dayanışmacı bir toplum idealine

yönelik tüm öğreti ve hareketler sosyalizm çerçevesine girerler. Marksizm bu hareket ve

öğretilerden, bilimsel olma iddiasındaki biridir. Bunların herhangi birindeki gelişme ve

gerilemeler otomatikman diğerinde de görülecektir diye bir kural da yoktur.31

Marksizm işçi hareketiyle de özdeş değildir. İşçi hareketi, nesnel, sosyolojik bir olgudur.

İşçilerin bireysel isyanlarından (Örneğin Alkolizm gibi) işçi mücadelelerine, hatta işçi

kültürüne kadar çok geniş bir alanı kapsar. Hristiyan sendikalar da, reformist partiler de,

stalinist partiler de, anarşist partiler de işçi hareketinin birer unsurudurlar. Marksizm işçi

hareketinin, işçi sınıfı ve hareketlerinin tarihi boyunca, en gelişkin olduğu zamanda bile çok

küçük bir bölümünün ideolojisi olmuştur. Ayrıca İşçi hareketinin tarihinin tümüne

baktığımızda, marksizmin onun içindeki egemen konumu belli bir dönemi kapsar.

da tarihin çoğu dönemi için, hatta işçi sınıfı ve hareketi dühya ölçeğinde ve bütün tabakalarıyla göz

önüne getirilirse, hiç de doğru değildir.

Bildirilerin çok ilginç bir yanı da bu. Az çok akademik eğitim görmüş sayın Oya Baydar ve Orhan Silier'in

daha sistematik ve daha düşünerek, ölçüp biçerek kavramları kullanmaları umulurken, en siztemsiz, en

baştan savma, en çelişkili kullanımlar onlarda görülüyor.

31 Sosyalizm Marksizmden önce de vardı. Kısaca eşitlikçi bir toplum idealine dayanan öğretileri ve

girişimleri ifade eder. Marksizm bir yanıyla sosyalizm içersinde bilimsel olma iddiasındaki akımlardan

biridir. İslamiyetteki alevilikten bogomillğe, kurtuluş teolojisinden feminizme, ütopik sosyalizmden

anarşizme kadar bütün öğreti ve hareketler sosyalizm kapsamına girerler. Bunlardan herhangibirinin

gerilemesi ve yenilgisi otomatikman diğerlerinin de yenilgisi ve gerilemesi anlamına gelmez, hatta çoğu

kez aksi anlama, diğerlerinin prestijinin artması anlamına gelir. Gelir çünkü sınıflar nesnel gerçekliklerdir.

O sınıflar içinde ezilen sınıflar da. Ezilen sınıfların varolan adaletsizliğe karşı tepkileri, eşitlikçi bir toplum

özlemleri daima var olmuştur ve olur. Bunlar da nesnel eğilimler olarak akacak belli bir söylem ya da

ideolojik form bulurlar.

Bu ilişkinin doğru orantılı olmadığına bir örnek verebiliriz. Birisi yüzyılımızın başında, 1930'lara kadar

ezilen sınıflar ve işçi sınıfı içinde güçlü bir yeri ve geleneği olan Anarşizmle Marksizmin ilişkisidir. Geçen

yüzyılın ortalarında anarşizm, marksizm karşısında daha güçlü bir akımdı. Daha sonra marksizmin

gücünün artması oranında onun da gücü azaldı. Son yıllarda ise, en radikal hareketlerin ve düşünürlerin

giderek daha büyük oranlarda anarşizme eğilim gösterdikleri ama buna karşılık marksizmin gerilediği

görülmekte.

Gerçekten de günümüzde marksizmin gerilemesi otomatik olarak sosyalizmin gerilediği anlamına

gelmemektedir. Sosyalizm ideali bir bütün olarak marksizm ölçüsünde ciddi bir yenilgiye uğramış

değildir, hatta eğer dünyaya Avrupa merkezli olarak bakmıyorsak, ve sözlerin ardındaki gerçek hedefleri

anlayabiliyorsak imtiyazlıların imtiyazlarını marksizm adına, sosyalizm adına sürdürmeye çalışmalarının

sonucu olarak ezilen sınıflar arasında bu sözlere karşı Doğu Avrupa ülkelerinde duyulan aslında son

derece sağlıklı tepkinin yükselişi, eyleme dökülüşü ve örneğin Güney Amerika ülkelerindeki kurtuluş

teolojisinin yükselişi sosyalizmin yükselişlerinin ifadesi olarak da ele alınabilirler.

Page 61: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

60

60

Marksizmden önce anarşizm ve anarko sendikalizm işçi sınıfının en aktif çekirdeği içinde

onlarca yıl çok güçlü akımlar olarak varolmuşlardı.32

Yazıların bir çoğunda yazı içindeki anlam kaymalarıyla marksizm başka bir bağlamda

tartışılırken, örneğin birdenbire işçi hareketi ve sosyalizm anlamında kullanılabilmektedir. Bu

bakımdan yazarlar hemen hemen hiç bir hassasiyet göstermemekteler.33

Marksizm, Hangi Marksizm?

Marksizmle, kendini marksist olarak tanımlayan; ya da marksist bir terminoloji kullanan

felsefeleri, metafizik tarih ve toplum teorilerini ve eşitlikçi öğretileri ayırmak gerekmektedir.

Sovyet “Bilim ÿşçileri”nin yazdıkları Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm etütleri; Mao’nun

diyalektik üzerine yazıları vs. marksizm kavramı içinde ele alınamayacak, metafizik ya da

skolastik öğretilerdir. Birisi bir bürokrasinin, diğeri bir köylü ve kurtuluş hareketinin

marksizm lafzı altında ortaya sürülmüş ideolojileridir. Bunların hepsine de kendilerini

marksist olarak niteledikleri için marksist demek, dünyanın öküzün boynuzlarında durduğunu

iddia eden öğretilerle Nevton fiziğini, “hepsi bir çeşit doğa açıklamasıdır” diyerek aynı kaba

koymağa benzer.

Tebliğlerdeki anlayışları şu veya bunu marksizm olarak kabul etmeleri açısından sınıflamadan

önce, böyle bir ayrımı kabul edenler ya da etmeyenler olarak ayırmak mümkündür. Yazarların

bir kısmı, bizlerin şu ya da bu akımı, teorisyeni vs. marksist değil diye ayıramayacağımız

görüşündedirler, bir kısmı ise bunu mümkün görmekte ama ayrımı farklı yerlerden

yapmaktadırlar. Örneğin Oya Baydar marksizm adına kim ne yapmışsa hepsini marksizmden

kabul etmek gerektiği görüşündedir34

. Buna karşılık, Doğan Tarkan, M.Sayın35

, G.Gündüz, D.

32

Doğu Avrupa'daki Bürokratik İktidarların çözülüşü işçi hareketinin yenilgisi anlamına gelir mi? Hayır. O

bürokratik iktidarların kuruluşu işçi hareketindeki ciddi yenilgilerle mümkün olabilmişti. Aksine doğu

Avrupa'daki çözülüş işçi hareketinde uzun yıllar süren uykulardan uyanmaya, dünyanın en büyük işçi

grubu olan Rus işçilerinde bir yükselişe yol açmaktadır. Tek tek ülkeler bir yana, bir bütün olarak işçi

sınıfı ciddi bir yenilgiye uğratılabilmiş değildir. Hatta işçi hareketinin bir yükselişinden bile söz edilebilir.

Sibiryadaki grevler, Brezilya'daki başarılar, Kore İşçi Sınıfı'nın uyanışı vs. gibi, olaya dünya ölçeğinde

bakıldığında işçi hareketinin bir karşı saldırıya hazırlanma eğilimi taşıdığı dahi, dünya tarihsel ölçeklerde

söylenebilir

33 Örneğin Galip Gündüz, "yeni bir on yıla girerken, Marksizmin, sosyalizmin, dünya işçi sınıfı

hareketinin darmadağın olduğu, tarihinin en büyük bunalımlarından birini yaşadığı görülmekte" diye

yazıyor. Burada çok açık olarak marksizm kavramının düşünülmeden kullanılışının tipik bir örneği söz

konusudur. Marksizm sosyalizm ve İşçi Hareketi ile sanki özdeşmiş ya da özdeş olmasa bile kaderleri

aynıymış, aralarında çok yalın ve dolayımsız bir ilişki varmış gibi ele alınmaktadır.

34 Örneğin Oya Baydar şöyle yazıyor: "Marksizm aslında başından beri çoktu derken, Kautsky de,

Bernstein de, Lenin de, Rosa Luxemburg da, Stalin de, Trotzki de, Buharin de, Lukacs, Gramsci, Bloch,

Marcuse, Frankfurt okulu özellikle Adorno da, Althusser de, Goldmann da, tüm KP'lerin teorisyenleri de

Page 62: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

61

61

Küçükaydın gibileri belli sınırlamaların yapılabileceği ve yapılması gerektiği konusunda

hemfikirdirler. Bu sınır M.Sayın’da Marx, Engels, Lenin ve sonra da belki Gramsci’nin

Marksizmi ile Stalin, Troçki, Kautski vs. “Ekonomizmi” arasında çekilir. Doğan Tarkan,

Galip Gündüz de Troçki ve Rosa Lüxemburg da Marksizm alanı içindedir. Demir

Küçükaydın, tüm alanlarda değil ama belli alanlardaki katkıları bakımından Lukacs, Frankfurt

Okulu, H.Kıvılcımlı gibi, bir çok eleştirel marksistin, belli alanlara ilişkin teorilerini de

marksizm bağlamında ele almaktadır.

İlkay Demir, Ahmet Kaçmaz ve Orhan Silier’in yazılarında her iki taraftan da sayılabilecek,

hatta zaman zaman birbiriyle çelişen görüşler bulunmaktadır, bu konuda merkezci bir

pozisyonda oldukları sonucu çıkarılabilir.

Böylece ilginç bir bölünme ile karşılaşılıyor. Radikal hareketlerin geleneğinden gelen

tebliğciler, son derece açık olarak bir sınır çizilebileceğini kabul etmekte ve her biri bir sınır

çizmektedir. Reformist partilerin geleneğinden gelenler arasında ise bu açıklık görülmediği

gibi, Oya Baydar’da olduğu türden bir relvativizm, bir agnostisizm bile açıkça ifade

edilmekte.

Elbette bu relativizmin politik bir nedeni vardır. Örneğin Oya Baydar’ı bu relativizme iten,

Sovyet deneyinden kendince çıkardığı şu sonuçtur36

: “Tekçi görüş diktatörlüğe yol açar”.

vs. vs. sen de, ben de Marksisttik demek istiyorum. Bunu söylerken, herkes bir yerinden yorumladı,

kimse anlamadı, yazık oldu Marksizme demiyorum." (s.2, agy.)

35 Tartışmalarda Mahir Sayın ile aynı görüşten olan Bülent Uluer ve başka bir görüşten Temel

Demirer'in kendileriyle ciddi bir hesaplaşmadan kaçınmak ve merkezci pozisyonlarını meşrulaştırmak için

sık sık söyledikleri "Stalin de bizim geleneğimizdir, bütün hatalarıyla, sevaplarıyla" sözleri aslında Oya

Baydar'ın relativizminin radikal görünümlü avamca ifadesidir. Bu kendini gökte bir tanrı gibi görüp,

yeryüzünde birbiriyle çatışan insanlar karşısında "hepsi benim kullarımdır" havasındaki sinizm, aslında

nesnel olarak katillerin yanında yer almayı meşrulaştırmaktan başka bir anlam taşımamaktadır. Uluer ve

Demirer'e, kendilerinden gördükleri Stalin'in kurbanları, Dünyayı Sarsan On Gün'de işçinin tuzu kuru

aydına dediği gibi, "katil vardır, maktuller vardır, birinden olmayan diğerinden yanadır. Sen kimden

yanasın?" diye sorarlardı ve sormaktadırlar. Kimden yanasınız? İşçi sınıfını iktidarsız kılan, yeryüzünde

en çok komünist öldüren bürokratik kast ve onun teorik, politik önderi Stalin ve izleyicilerinden mi, yoksa

ona karşı savaşanlardan mı? İkisinden de olamazsınız. Tarafsız kalmak, cinayete suç ortaklığı

yapmaktır.

36 Sayın Oya Baydar bunu bir bilinmezcilik ve relativizm biçiminde yapıyor. Örneğin "Burjuva düşüncesi,

felsefesi zenginliğini ve düşünceyi Hegel, oradan da Marx'a kadar ulaştıran dinamizmini çeşitliliğinden ve

bu çeşitliliğin diyalektiğinden alırken, Marksizmin önce tekleştirilmesi sonra da bu tek'in karşısına yine

resmi olarak aynı derecede tekçi ve katı -başlıcaları revizyonist ve Trotskist- yorumların çıkarılması,

teorinin donması yanında, bilimsel tartışmalara kapanmasını; şu veya bu yönde mutlaklaşıp, çoğalma ve

zenginleşme yerine kamplaşmasını getirdi" (Bak. O.Baydar, "Marksizm ve Günümüz, Tartışma İçin İlk

Taslak", s.2/3)

Bu tavır tipiktir. Doğu Avrupa'daki gerçekliği Tarihsel Maddeciliğin kavram sistemi içinde açıklayan tek

tutarlı ve devrimci, eleştirel ve bilimsel tavrı koruyabilmiş ve sürdürebilmiş akım olan Troçkizm, Stalin'ın,

Kautsky'nin revizyonizmiyle aynı kaba koyulmaktadır.Sayın Hocam Oya Baydar'dan şu sorulara açıkça

cevap vermesi beklenirdi:

Page 63: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

62

62

Diktatörlüğe giden yolu tıkamak için de sayın hocam bir mevlana tekkesi açar.

Tek bir doğru olduğu inancının demokrasi ya da bilimin gelişmesinin önünde bir engel

olacağı anlayışı, bu varsayım, hala sosyalist demokrasinin ne olduğunun kavranamadığını,

kafalardaki sosyalizmin hala bir partinin egemenliği olarak varlığını sürdürdüğünü gösterir.

Tek bir doğru olduğu inancının demokrasiyle ilişkisi yoktur. Demokrasi, tam da her görüşün

taraftarlarının kendi görüşlerinin en doğru olduğuna inandıkları varsayımına dayanır.

Demokrasi bir bakıma her biri kendisinin en doğru olduğuna inananların yığınların özgür

olarak seçilen ve geri alınabilen temsilcilerinin çoğunluğun oylarını alarak programlarını

uygulamaya çalışmaları demektir. Bilim alanında37

da herhangi bir teoriyi savunanın onun tek

doğru olduğuna inanması ve bunu karşıki tarafa mantıki önermeler ya da deneylerle

kanıtlayarak iknaya çalışması başka, idari tedbirlerle diğerini yok etmesi başkadır. Proletarya

diktatörlüğü ya da sosyalist demokrasi tehlikeyi bu inançta değil, birilerine diğerlerini ezme

yok etme yetkileri veren mekanizmalarda ve onları egemen kılan güçlerde görür. Tehlike

tekçilikte değildir, tehlike tekçiliği tehlike gören, ama şu veya bu görüşün eline diğerlerini

ezme olanakları da veren mekanizmaları sorgulamaktan kaçınan ve iktidara gelirse tekçi

görüşleri demokrasiye ye de bilimin gelişmesine aykırı görerek yasaklama potansiyeli taşıyan

rölativist çokçu görüşlerdedir. 38

Sovyetler birliğinde Ekim Devriminden sonrda belli bir dönemde bu devrimin ideallerine,kadrolarına karşı

bir girişim olmuş mudur? Eğer olmadıysa, "Sonra gelenler Ekimin ideallerine sadık kalmışlar ve onları

gerçekleştirmeye çalışmışlardır esas olarak" dendiği takdirde bundan iki sonuç çıkar: ya bugünkü sonuç

Ekim Devriminin çöküşüdür denmek zorundadır. Ya da Ekim baştan beri yanlış yoldadır. Her ikisi de

olgularla çelişir. Eğer Devrimin ideallerinin ve kadrolarının, kazanımlarının tasfiyesi bir olgu ise, bu

kişilerle açıklanamayacağına göre hangi toplumsal güc tarafından hangi tarihsel koşullarda başarılmıştır

sorularına cevap vermek gerekmekedir. Bu somut sorunların hiç birisine girilmeden bu akım maocularla,

revizyonizlerle, stalinistlerle aynı kaba koyulmaktadır.

Ama burada bile olgu düzeyinde bir yanılgısı vardır. Troçkist denen akım hiç bir zaman tek sesli

olmamıştır. Örneğin Sovyetler birliğinde Ekim Devriminden sonra bir kastın çok özel tarihsel koşulların bir

araya gelmesiyle 20'li yılların sonuna doğru iktidarı işçi sınıfının ellerinden tümüyle aldığında bir ortak

anlayış olmakla birlikte, ele alanların bir sınıf mı yoksa bir tabaka mı olduğu ya da ortaya çıkan sosyo

ekonomik formasyonun bir tür kapıtalizm mi, bürokratik deformasyona uğramış bir geçiş toplumu mu,

yoksa önceden görülememiş Asyai bir değişik üretim tarzı mı olduğu konusunda olgulara ve tarihsel

mkaddeciliğin ve ekonomi politiğin temel kavramlarına dayanan ciddi tartışmalar vardır. Yani o gelenek

sanıldığı gibi tek sesli değildir.

37 Aslında her bilim gerçekliğin sonsuz çeşitliliğini açıklayabilecek en temel kavram ve yasaları bulmaya

çalışır. Her bilim bir tek kavramdan türetilebilecek bir sistem kurma çabasından başka bir şey değildir. Bu

anlamda her bilim tekçidir, Marksizm de. Sayın Hocam Oya Baydar'ın tekçiliği reddedişi bu bağlamda da

bilimi reddetmesi anlamına gelmektedir aslında. Öyle bir bilim istemektedir ki artık bilim olmasın. Sonsuz

çeşitlilikteki nesne, olayları olabildiğince az, hatta mümkünse tek bir yasa temelinde açıklamaya

çalışmasın.

38 Bocholt'daki ilk tartışmada bütünsel bir teori, global bir teori ihtiyacından, ancak böyle bir teoriyle tüm

ezilenleri toparlayabilecek bir program geliştirilebileceğinden sözettiğimde. İlkay Demir de, global, tekçi

teorilerin diktatörlüğe yol açacağı, onun için buna karşı olduğunu söylemişti. Tekçi bir teori geliştirmek ya

Page 64: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

63

63

Marksizmin Hangi Veçhesi

Marksizm, aslında biri diğerinden ayrılmayan üç bileşene ayrılabilir: Birincisi Diyalektik

Materyalizm denen Metodolojik, Mantıksal bileşeni; bir bakıma felsefi bileşeni; ikincisi

Tarihsel Maddecilik denen tarih ve toplum teorisi olan yanı ve bunun bir alt disiplini

olarak Ekonomi Politik öğretisi ve nihayet Kurtuluşçu Bir Öğreti olan yanı. Marksizm

bunlardan herhangi birine indirgenemez; marksizm bunların toplamı da değildir; bunların

tutarlı ve açık bir sistemidir. Ama bunlardan herhangi biri zorunlu olarak diğerini

gerektirmez. Pekala örneğin Anarşizm gibi kurtuluşçu bir öğreti olabilir tarihi maddeciliği

kabul etmeyen. Ya da tarihi maddeciliği kabul edebilirsiniz ama ondan hiç de eşitlikçi bir

öğreti gerektiği sonucunu çıkarmayabilirsiniz. Tarihi maddeciliği ilk taslaklaştıran İbni

Haldun, sonra Morgan bundan hiç de Marx’ın çıkardığı sonuçları zorunlu olarak

çıkarmamışlardı. Aynı şey felsefi boyutu için de söylenebilir. Birçok bilim adamı

kendiliğinden bu boyutu kabul eder ve uygular ama marksizmi kabul etmek akıllarından bile

geçmez. Keza birçok marksist, marksizmin bu vehcesinin marksizmin bir unsuru olmadığını,

doğada diyalektik bulunmadığını söyleme eğilimindedirler.

Günümüz Dünyası’nın sonsuz vehceleri olduğuna göre, günümüz dünyası’nda marksizmin

geçerli olup olmadığı en azından bu üç başlık altında incelenmesi gerekir. Ne var ki

tebliğcilerden hiç birisi böylesine bir sistematik çerçevesinde marksizmin bütün vechelerini

gerçek hayattaki değişmelerin mihenk taşına vurarak tartışmamaktadır. Bu bileşenlerden

aslında sadece tarihsel maddeciliğin bir alt disiplini olan politika öğretisi, tebliğlerin çoğunda

tartışma konusu yapılmakla yetinilmektedir.

Tebliğcilerin hepsine göre, onu hangi veçhesiyle ele alırlarsa alsınlar, Marksizm bir bilimdir.

Oya Baydar marksizmni bu bilim niteliğinden hareketle, doğa bilimleriyle bir analoji yaparak,

hiç bir bilimin bu kadar zamanda değişmeden kalamayacağını değişmek zorunda olduğunu

yazar.39

Oya Baydar’ın bu önermesi kategoriktir ve ilk bakışta prensip olarak itiraz edilemez gibi

görülmektedir. Aslında tebliğcilerden hiç .biri de bu konuyu tartışmış değildir. Bu konuyu

da böyle bir teoriyi kabul etmek hiç de zorunlu olarak, bu görüşün sahiplerinin idari tedbirlerle diğer

görüşleri yasaklamasını gerektirmez. Örneğin, fizik alanında birçok tekçi teori vardır, ama bunlar

birbirlerine kendi doğruluklarını kanıtlamaya çalışmaktadırlar, yoksa birbirlerini idari ya da fiziksel

tedbirlerle tasfiye etmiyorlar. Aslında, bilim tekçi olmak, sonsuz sayı ve çeşitli fenomenler ve süreçler

arasındaki ortak noktaları giderek bir tek ilkeye indirgeme çabasından başka bir şey değildir. Bu global,

tekçi teoriye karşı olmak bilime karşı olmak demektir.

39 "Her şey bir yana Marksizmi tek cümlede özetleyecek olursak o, değişmenin, gelişmenin ve değişip

gelişeni anlamanın yöntemidir. 150 yılda değişmeden kalması onun kendini inkarı demektir."

Page 65: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

64

64

sadece Demir Küçükaydın Hamburg’taki toplantı’da40

(ki Oya Baydar Yoktu) tartıştı ve bu

kategorik sorunun yanlış ön kabullere dayandığını göstermeye çalıştı.41

40

Sorunu bu biçimiyle daha önce Devrimci Marksist sayfalarında ele almıştım. Hamburg'daki

"Günümüz ve Marksizm" konulu tartışmada konuşmamı özellikle bu alanla sınırladım ve aşağı yukarı

burada yazdıklarımı anlatmaya çalıştım. Ancak böyle bir sorunun tartışılması, dinleyicilerde en azından

doğa bilimlerindeki gelişmeler hakkında ciddi, popüler bilim tarihi kitaplarında olduğu kadar bir bilgi

olmasını gerektiriyor. Dinleyiciler için fizik, biyoloji, geometri'den verdiğim örnekler, Çince gibi geliyordu.

Kimsenin anladığını sanmıyorum ne demek istediğimi. Sonradan bir arkadaşın dediğine göre arka

sıralarda oturanlardan bazıları "Ne anlatıyor bu herif, manyak mı yahu" diye kendi aralarında

konuşuyorlarmış.

41 Bu analojiye göre, nasıl bir zamanlar Galile, Newton fiziği var idiyse ve daha sonra olaylar hakkındaki

bilginin artması ve açıklanamayan olayların birikmesiyle birlikte örneğin rölativite ve kuantum kuramları

geliştirildiyse, Marksizm de başìndan beri konulduğu gibi kalamaz, tıpkı fizik gibi gelişmek; kendi

Einstein, Max Planck vs.sini yaratmak zorundadır.

İlk bakışta, kategorik olarak çok doğru. Ancak marksizmi ve onun bugün karşılaştığı sorunların gerçek

mahiyetini anlamak bakımından tamamen yanlış bir akıl yürütmedir. Bu akıl yürütmenin ardında evrimin

belli aşamalardan sırayla geçmesi gerektiği düşüncesi yatar. Yani nasıl toplumların ilkel, köleci, feodal

diye belli aşamalardan geçeceği yolunda bir kabul var idiyse, bu anlayış aynen bilimler alanına

aktarılmaktadır. Her bilim önce kendi Gelile'lerini Newton'larını, sonra Einstein'lerini çıkaracaktır gbi bir

anlayıştır bu. Halbuki bilimler de toplumlar gibi eşitsiz gelişirler. Tarihe sonradan giren toplumlar nasıl

önceden girenlerin geçtikleri yoldan geçmeden, onların birikimi temelinde onlardan çok ileriden

başlayabilirse, aynı şekilde bilimler de öyledir.

İşte, Marksizm en son doğan, ya da bilim olarak rüştünü ispat eden bir bilim olarak, yani toplumun bilimi

olarak, daha doğarken tabiri caiz ise Einstein'iyle, Max Planck'ıyla doğmuştur. Yani kendisinden çok

daha önce doğmuş ve gelişmiş olan doğa bilimlerinin geçtiği aşamaları geçmeden onların birikimi

üzerinde ileriye muazzam bir sıçrama yaparak doğmuştur. Bu bakımdan Marx'ın kurduğu sosyoyoji bir

bakıma bilimlerin gelişimi bakımından Einstein'in kurduğu relativite fiziğine benzer. Bu bilim daha

doğarken, fiziğin 20 yüzyılda ulaşabileceği bir mantık ve metod düzeyinde doğmuştur. Bu bakımdan,

Marksizm her ne kadar 150 yıl önce doğmuşsa da o daha ziyade 20 yüzyılın bir bilimidir metodolojik

temelleriyle.

Bu durumda hiç bir bilim 150 yıla dayanamaz cevabı kategorik bir cevap olarak pek de doğru değil

demektir. Sorunun bu tarz koyuluşu, aslında diğer bazı problemleri çözme olanağı da sağlar.

Marksist Literatürde tartışılan konulardan biri de, Doğa'da diyalektik olup olmadığıdır. Bir çok "Batı

Marksizmi" geleneğı içindeki marksist, doğada bir diyalektik aramanın, Hegel'den kalıntı, Engels'in bir

basitleştirme çabası olarak nitelemekte, bunun marksist öğretinin özünde bulunmadığını

söylemektedirler.

Birincisi, Diyalektik tanımı gereği varlık ve düşüncenin en genel hareket yasalarının bilimi ise, ve aslında

tüm bilimlerde, tüm hareket biçimlerinde ortak yasalar olup olmadığını araştırmak varsa bunları tesbit

etkmek kategorik olarak baştan reddedilemeyeceğine göre, bu yasaların var olup olmadığı tek tek

tartışılmadan bir sonuca ulaşılamaz. Yani böyle bir alan vardır.

Peki bu yasalar nelerdir? Bu noktada, Doğa'da diyalektik olduğunu reddedenler gerçekten meşhur suyun

kaynaması ve buğday başağı gibi Hegel/Engels örneklerini göstererek biyolojik ve fizik doğada

diyalektiğin olmadığını, bunların zorlama örnekler olduğunu haklı olarak söylemektedirler. Gerçekten de,

Engels'in yazdığı söylenen Sovyet "bilim işçileri"nin bir marifeti olan Doğa'nın Diyalektiği'ndeki doğa

bilimlerine ilişkin örneklerin çoğu, hiç de diyalektik yasalarını örneklemek için kullanılamayacak

durumdadır.

Page 66: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

65

65

Marksizmin bileşenleri bakımından ele aldığımızda ise, Marksizmin felsefi yanı, yani şu

diyalektik ve tarihi maddecelik denen, varlığın ve düşüncenin en genel hareket yasalarını

inceleyen bilim olan yanı, hemen hiç bir bildiride ele alınmamaktadır.

Tarihsel maddecilik ise, sadece bazı sorunları bakımından bir parça A. Kaçmaz’ın tebliğinde

incelenir. Diğer bildirilerde somut olarak hiç bir sorun ele alınmaz.

Ekonomi politik bakımından kimse hiç bir konuyu incelemez.

Bir politika öğretisi, kurtuluşçu bir öğreti olarak ise, sadece Doğu Avrupa ülkelerindeki

gelişmeler bağlamında ele alınır. Bu bağlamda da tartışılan, marksizmin, yani stalinizm

olmayan haliyle marksizmin, o olaylar karşısında incelenmesi değil, marksizmin ne

olduğudur.

Ama bundan doğada diyalektik bulunmadığı çıkarsaması yanlıştır. Yanlıştır çünkü, burda sorgulanması

gereken doğadan ziyade, doğa bilimleridir. Doğa'da diyalektik olmadığı için değil, henüz o zamanlar

doğa bilimleri diyalektik bir aşamaya varmadıkları için bir bilimin mekanik aşamasından verilen örnekler

hiç de diyalektik olmamaktadır. Tarihsel maddecilik daha doğarken diyalektik olarak, çok yüksek bir

soyutlama düzeyinde doğmuştur. Doğduğu sırada kendi yönteminin bazı temel unsurlarının tüm varlık

alanındada geçerli olabileceği sezişiyle, diyalektik maddecilik biçiminde bir genellemeye gitmiştir. Ancak

aynı tarihte, doğa bilimleri henüz doğa hakkındaki biligileri, kavrayışları, metodolojiyeriyle diyalektik bir

aşamaya ulaşmış olmaktan çok uzaktılar. Bunun sonucu olaraktır ki Engels'in örnekleri uygunsuzdur.

Tarihsel Maddecilik ve diğer bilimlerin gelişimi arasında, özellikle doğa bilimlerinin gelişimi arasında belli

bir zıtlık bulunmaktadır marksizmin geç gelişi nedeniyle.

Bugün marksizmin elbet yaşadığımız gerçekliği açıklamakta güçlük çeken bir çok yanı bulunmaktadır.

Ancak bu güçlük, doğa bilimlerinin tamamen aksi bir noktadan ortaya çıkmaktadır. Bu şöyle bir

benzetmeyle açıklanabilir.

Bir an için Fizik biliminin daha doğarken bir Rölativite teorisi halinde doğduğunu düşünelim. Doğrudan

doğruya Einstein diye bir adam çıkmış. Ve fizik denen bir bilimi tıpkı Galile ya da Newton gibi kurmuştur.

Bu fiziğe göre, hızlı giden cizimlerin kısalmaları, kütlelerinin artması vs. gerekmektedir. Ancak, çevrenize

baktığınızda otomobillerin ne ağırlığı artmakta, ne de boyları kısalmaktadır. Bu uygunsuzluk bu fiziğin

yeterince gelişkin olmadığından değil, aşırı gelişkin olmasından çıkmaktadır. Tabiri caiz ise, birinin çıkıp,

daha geri bir Newton teorisi ortaya atması gerekmektedir ki, hergün karşılaşılan olaylar kavranabilsin. Bu

elbette bir "ilerleme" değil, bir "gerilemedir".

Ya da geometri alanında, ilk geometri oklit geometrisi yerine iki nokta arasındaki en kısa mesafe bir

eğiridir diyen aksiyom üzerinde yükselen bir geometri olsaydı. Bu takdirde örneğin üçgenlerin iç açıları

toplamları hep 180'den büyük ya da küçük çıkacaktı. Ama arazi alıp satmaya kalktığınızda, bu

geometrinin hiç de işe yaramadığını görecektiniz. Çünkü yeryüzünde, günlük hayatta iki nokta arasındaki

en kısa mesafe bir doğrudur. Lobaçevski geometrisi bu durumda yeterince gelişmediğinden değil, çok

ileri olduğundan yetersiz kalır, pratik işler için bir Euclit'e gerek vardır.

Marksizmin durumu da tam bu örneklere benzer. Örneğin Marx kendisi bile hayatı boyunca, hep ileri

ülkelerde devrim beklemiş (tarihsel maddeciliğin temel önermesi gelişmenin belli bir aşamasında var

olan üretim ilişkileriyle çelişkiden söz edildiğine göre, sosyalist devrimin en gelişkin bu çelişkinin en

yüksek olduğu ülkelerde olması gerekir) ama hep de yanılmıştır. Yani marksitlerin ya da Tarihsel

Maddeciliğin bir çok ön görüleri yaşadığımız hayatta gerçekleşmiyor. İki nokta arasındaki en kısa mesafe

hep bir doğru çıkıyor, Marx'ın dediği gibi bir eğri değil.

İşte Marksizmin bu günkü problemleri, onun çok yüksek bir soyutlama düzeyine dayanmasından

kaynaklanmaktadır. Yani bugün marksizmin ihtiyacı olanlar Einsteinler değil, Newton'lardır

Page 67: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

66

66

Örneğin, Doğan Tarkan ve Galip Gündüz, o çöken rejimlerin marksizmle ilgisi yoktur; o

halde marksizm açısından bir sorun yoktur mantığı ile sorunu ele almaktadırlar. Evet o ülkeler

marksist değillerdi ama o ülkelerin var oluşları ve evrimleri marksizm açısından bazı sorunlar

yaratmaz mı? Yazarlar böyle bir soru bile sormazlar.42

Mahir sayın ise, bu konuyu bile tartışmaz. Sovyetler birliğindeki muhtemel gelişmelerin neler

olabileceğini, bu reform hareketinin hangi saiklerle niçin başladığını ele alır. Aslında

yazısının başlığının “Gobaçov Reformlarının nedenleri, gelişme eğilimleri” gibi bir şey

olması gerekirdi.43

Bir Kurtuluşçu öğreti olarak marksizmin sorunlarına ise pek az değinilmektedir. Sadece

ilginç ve çok tehlikeli bir görüş Oya Baydar ve Orhan Silier’de ifadesini bulmakta, kısmen bu

görüşün izlerine A.Kaçmaz’da da rastlanmaktadır. Bu görüşe göre, marksizmin

kitleselleşmesi onun tekçileşmesine, dogmatikleşmesine yol açmaktadır. Bu tarihsel

gerçekliğin ters yüz edilmesidir. Sovyetlerde “tekçileşme” ve “dogmatikleşme”,44

kitleselleşme değil, tabiri caiz ise, kitlelerden kopma, “devletleşme”, bürokratlaşma

sonucunda ortaya çıkmıştır.45

42

G. Gündüz:"Yıkılanın sosyalizm olmadığını düşünenler için Marksizmin bunalımı söz konusu değildir"

(s.5)

"Belli bir sosyalizm anlayışının, Stalinizmin bunalımıdır yıkılmakta olan, 60 yıldır dünya işçi sınıfına

"sosyalizm" diye dayatılan Stalinizmdir"

Doğan Tarkan: "Marksizm bugün kriz içinde değildir. Kriz içinde olan Stalinizmdir"

43 Mahir Sayın'ın konusu Günümüz Marksizm'in konusu olmadığından görüşlerinin bir eleştirisine

girmiyoruz. Mahir sayının da garip bir sosyalizm tarihi anlayışı var. İncil'de, Kuran'da, sıradan cep

romanlarında her zaman görülecek türden. Bir şeytan ya da kötü vardır, hep üstün gelir ama bir de iyi

olan vardır ki, eninde sonunda kötüyü yener. Mahir Sayın'da bu felsefe, Marksizm ve Ekonomizm'dir

biçiminde ortaya çıkar. Bir Ekonomizm vardır. Nereden kaynaklandığı, nerede gizlendiği bilinmez.

Hemen marksizme egemen olur. Ama birde Lenin gibilerin esas marksizmi vardır. Bir yolunu bulup bu

ekonomizmi yere serer. Ama ekonomizm ne yapar yapar tekrar duruma hakim olur. İçimizdeki şeytan

gibi bir şeydir anlaşılan.

44 Aslında "revizyonistleşme" demek gerekir. Kavramlar burada da yanlış kullanılıyor. Stalin ve diğerleri

dogmatik değil, tam aksine revizyonisttirler. "Emeğin Kurtuluşu ancak kendi eseri olabilir"; "emeğin

kurtuluşu ne yerel ne de ulusal bir sorun olamaz" gibi temel önermeleri ve metodolojiyi, hiç de Bernstein

ya da Kautsky'den geri kalmayacak ölçüde revize etmişlerdir

45 Ahmet Kaçmaz, Marksizmin eyleme yönelmesi ve ideolojileşmesi arasında bir ilişki kuruyor. Oya

Baydar şöyle yazıyor: "Tam bu noktada kendi kendime cevaplayamadığım soru, tartışmak istediğim

önemli nokta: İnsanların siyasal eyleminden koparılamayacak olan, özelliğini yığınların siyasal, devrimci,

dünyayı değiştirici atılımıyla ayrılmaz bağından alan marksizmin bu ilk aşamada yukardaki

tekleştirilmeye kaçınılmaz olarak mahkum olup olmadığı sorusu" (s.3)

Aynı mealde Orhan Silier yazıyor: "Marksizmin kitleselleşmesi ve iktidarlaşmasının bu tehlikeyi (yani

dogmatizm tehlikesi) daha da arttırmış olduğunu tarihsel deneyim göstermektedir." (s.3-4)

Sayın O. Silier de, Marksizmin kitleselleşmesi ile, bir köylü ya da popülist hareketin veya bir bürokratik

kastın kmendini marksist olarak tanımlamasını karıştırmaktadır. Marksizmin işçi kitleleri arasında

Page 68: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

67

67

Elbette bir bilim olarak marksizm ile bir kurtuluşçu öğreti olarak marksizm arasında daima

gerilim olagelmiştir. Bir bilim olarak marksizm kavranması için çok yüksek bir bilgi ve

kültür düzeyini var sayar, ama amacına ulaşması için en cahil, en geri bırakılmış yığınları

programına kazanması, örgütlemesi gerekir. Marksist bir bilim adamı olarak, sürekli

marksizmden bile kuşkulanmakla yükümlüdür. Eşitlik ideali için mücadele eden bir insan

olarak ise, hiç bir kuşku duymaması gerekir. Elbet bunlar ciddi sorunlar ve hayatın

kendisinde bulunan çelişkilerdir. Ama bu sorunları incelemek başka, kolayına kaçıp ne

kavramsal, ne de olgusal düzeyde doğu olmayan kitleselleşme/doğmatikleşme paralellikleri

kurmak yine başkadır.

Toparlarsak, A.Kaçmaz’ın tebliği hariç genellikle bildirilerde günümüz ve marksizm ilişkisi

ele alınmamakta, günümüz dünyasındaki olayların marksistlerin kafalarındakilerle ilişkisinin

ayrıca incelenmeye değer zengin bir malzemesini sunmaktadır.

yaygınlaşması onun dogmatikleşmesini değil aksine, tarihindeki en verimli en yaratıcı dönemi

yaşamasını sağlamıştır. Lenin, Rosa, Troçki hep bu dönemin ürünüydüler. Keza, marksizm

iktidarlaşamaz. Bir proletarya diktatörlüğünde, iktidarın, marksizme göre sınıf olarak proletaryanın elinde

olması gerekir, marksistlerin değil, marksistler çoğunluğa sahip oldukları sürece hükümeti oluşturabilirler.

Sovyet deneyinde olan marksizmin iktidarlaşması değil, iktidarsızlaşması, bürokrasinin iktidarlaşması

ama bunu marksizm bayrağı altında yapmasıdır.

Page 69: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

Sosyalist Demokrasi Tartışmalarında Pek Tartışılmayan Bazı Sorunları

Açma Denemesi

Sunuş

Türkiye’nin Sosyalistleri arasında Sosyalist Demokrasi’nin yaygın olarak tartışılması özellikle

Gorbaçov’un meşhur konuşmasından ve Yeni Öncü’deki tartışmalardan sonra başladı.

Burada “yaygın olarak” ayrımını yapmak gerekiyor, çünkü konunun Türkiye’nin sosyalistleri

arasında tartışılmaya başlaması çok daha eskilere gider46

.

46

"Sosyalist Demokrasi" sorununun daha önceden de tartışıldığını belirtmek özellikle gerekiyor, en

azından Marx'ın Kapital'i yazarken, birçok fikrin ilk ortaya atıcılarını buluşunu ve onları unutulmaktan

kurtarışını anlatmak için kullandığı "tarihsel adaleti yerine getirebilmek" için. Birçok Yeni Öncü taraftarı,

bırakalım Türkiye'yi, bu sorunu dünyada ilk defa Yeni Öncü'nün, daha doğrusu Tekin Yılmaz'ın ortaya

attığını sanıyor ve bunu ciddi ciddi iddia ediyor. Frankfurt'taki toplantıda, yandaki masada konuşan

M.Sayın'ın da "hadi dünyada demiyeyim ama bu tartışmayı Türkiye'de ilk kez biz attık" dediğini duyunca

kulaklarıma inanamamıştım.

Dünya'da Sol Muhalefet ve Troçkist hareketin oluşumunun ve programını geliştirmesinin temel

sorunlarından biri bu olmuştu. Dördüncü Enternasyonal'in programı ve bütün programatik belgeleri buna

kanıttır. Bunların yanı sıra, Dördüncü Enternasyonal'in "Sosyalist Demokrasi ve Proletarya Diktatörlüğü"

adlı programatik metni, sırf bu konuya hasredilmiştir.

Diyelim ki bu bilinmiyor. Türkiye'de Eleştiri Yayınevi, sözkonusu kararı 12 Eylül öncesinde yayınlamıştı.

Mandel'in İşçi Sınıfı Hareketi ve Bürokrasi kitabının Türkçe baskısının tarihi 1975'tir ve bu konuyu ele

alır. Vatan Partisi'nde biz, 12 Eylül sonrası dönemde birçok hareketten birçok militan Stalinizmle

yüzleştikçe bu sorunla karşılaşmıştır.

Doğu ve Batı'nın farkı bu olsa gerek. Batı geleneğinde, biri bir fikri atarken, nerelerden ilham aldığını, o

fikrin ilk kez nerede ifade edildiğini araştırıp belirtmeye özen gösterilir. Doğu geleneğinde ise durum

tamamen zıttır. Kaynaklar gizlenir ve ilk kez söylendiği imajı yayılır.

M.Sayın'ın bunu niye yaptığını anlamak zor değil. O kendisini daima daha geri olana göre tanımlar, ama

kendisine o avantajı sağlayan,

biçimsizleştirerek ve iğdiş ederek aldığı görüşlerin kaynağını gizlemek zorundadır ki, difransiyel rantı ele

geçirebilsin ve o hitap ettiği geri kitlenin önyargılarını ve tepkilerini çekmesin, söylenenleri ciddiye alıp

mantık sonuçlarına gidebilecek olanları da şaşırtabilsin.

Bu tipik değişmez tavırdır. Sadece Sosyalist Demokrasi konusunda böyle değil, Kadın sorununda da

böyledir (Necmi Gül'ün Yeni Öncü'de çıkan "Ben Doğarken İktidar Olmuşum" yazısına bakılabilir.);

faşizm sorununda da böyledir (D.Küçükaydın'ın cezaevlerinde elle çoğaltılmış "Bir Siyasi Hükümlü'nün

Notlarına Notlar" yazısına bakılabilir.)

Bunun adı "Merkezcilik"tir. Devrimcilik ve reformculuk arasında bir ara aşamadır ama kimileri için ebedi

bir karakter halini alabilir. Elbet büyük avantajları vardır. Herkesle iyi geçinmeyi sağlar örneğin: Reformist

için daha tercih edilirsiniz, çünkü diğerleri kadar "sekter" ve "ideolojik bağnaz" değlsinizdir; devrimci ve

radikaller için daha tercih edilirsiniz, çünkü reformist değilsinizdir; Troçkist için daha tercih edilirsiniz,

çünkü bir stalinist değilsinizdir; bir stalinist için daha tercih edilirsiniz, çünkü troçkist değilsinizdir vs., vs..

Dünya büyük ve güneşin altında herkese yer var.

Page 70: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

69

69

Konunun yaygın olarak tartışılmasının yolunu açan Tekin Yılmaz’ın, sorunu aslında ne kadar

yanlış bir yerden tutup gerekçelendirdiği ve çelişkileri hakkında söylenmesi gerekenleri

E.Kürkçü, O.Dilber, A.Ural ve daha bir çokları söylediler ve yazdılar. Ama bütün bu

tartışmalarda en ileri gidenler, Troçkist hareket tarafından bu güne kadar savunulmuş olan, ve

daha ileriye gidebilmek için savunulması gereken görüşleri savunma sınırını aşmadılar.

Burada bu görüşler de kısmen tartışma konusu yapılmaya çalışılacaktır.

Aslında “Sosyalist Demokrasi” tartışması, Türkiye solu açısından, geçmişin bukağılarından

kendini kurtarma denemesinden başka bir şey değildir; 19 yüzyılın ve yirminci yüzyılın

başlarının sıradan herhangi bir marksistinin, sosyalistinin adeta aksiyom kabul ettiği,

tartışmayı bile aklına getirmediği (tıpkı dünya devrimi gibi, tıpkı tek ülkede sosyalizmin

kurulamayacağı gibi vs.) görüşleri, anlayışları yeniden edinme çabasından başka bir şey

değildir. Bu girişimin tüm çabalara rağmen hala çok az yol kat etmiş olması, şu “Stalinizm”

denen ideolojinin işçi ve sosyalist hareket üzerinde nasıl korkunç bir tahribat yarattığı ve onu

adeta yüzlerce yıl geriye ittiğinin ilginç bir göstergesidir.

Bizler için böylesine az verimli ve muazzam çabalara mal olan kabuller muhtemelen genç

kuşaklar veya gelecek bir yükselişin kitlesi tarafından kendiliğinden öyle kabul edilecek

şeylerdir.

Bunun kanıtları şimdiden görülebilir. Birkaç yıl önce, Fransa’daki öğrenci grevleri ve

yürüyüşleri esnasında, öğrencilerin solcu olmamalarına ve hatta apolitik olmalarına rağmen

fiilen yaptıkları sovyet ve Paris Komünü tipi organlar oluşturmaktan başka bir şey değildi.

Hatta onlar, direniş bitince, saçma bürokratik mekanizmalara dönüşmemesi için, direnişi

yönetmek için kurdukları organları lağvetme basiretini bile gösterdiler.

Bu nedenle, bugünkü sosyalist demokrasi tartışmasında savunulan en radikal (troçkist)

görüşler bile, muhtemelen ilerdeki bir yükselişe yeni bir perspektif vermekten ziyade, ona

engel olmama, ona uyum sağlayabilme gibi bir yetenek kazandırabilir. Bu tartışmada

savunulan görüşlerin çoğu, kral ve sultanların iradesinin bir zamanlar son derece olağan kabul

edilmesi bize bugün ne kadar geri ve saçma görünüyorsa, genç ve gelecek kuşaklara, öylesine

geri ve saçma görünecektir.

Genç ve gelecek kuşaklarla bir ilişki kurabilme noktası bulabilmek ve onlara bir zamanların

tecrübelerini aktarabilmek için her konuda olduğu gibi “Sosyalist Demokrasi” konusunda da

daha çağdaş sorunları tartışmaya başlamak gerekiyor.

Aşağıdaki Metin, “Sosyalist Demokrasi” konusunda Amsterdam’da yapılan tartışma’da, bir

dinleyici olarak söz aldığımızda dile getirmeye çalıştığımız görüşlerin genişletilmiş ve kısmen

daha sistematize edilmiş halidir.

Sosyalist Demokrasi Tartışması’nın Bazı Metodolojik Sorunları

Page 71: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

70

70

Sosyalist Demokrasi tartışmaları esas olarak tarihsel deneylerden hareketle yapılmaktadır.

Bu klasik marksist tavırdır. Marx, Paris Komünün’den önce, kapitalizm ile sosyalizm arasında

proletarya diktatörlüğü denen bir geçiş dönemi bulunması gerektiği sonucunu mantıken

öngörmüştü, ama bunun ne gibi somut biçimler alabileceği veya alması gerektiği konusunda

hemen hiç konuşmamıştı. Ancak Paris Komünü olduktan sohnra, bu tarihsel deneyi sıcağı

sıcağına inceliyerek, bu devletin taşıdığı ve taşıması gereken nitelikleri belirlemişti.

Lenin’in de tavrı özünde farklı olmamıştır. O, başka vesilelerle de sık sık, mücadele biçim ve

örgütlerinin nasıl bir biçim alacağının sistem kurucularının kafalarında değil; toplumsal

mücadeleler pratiğinde aranması gerektiğini; teorisyenin görevinin bunları sistematize etmek

ve yaygınlaştırmak olduğunu söylemişti.

Troçki ve troçkist gelenek de aynı önermeleri tekrarlamış, devrimden sonrasına ilişkin ne

olacağı konusunda tarihsel deneylerden çıkmış klasik sonuçlar dışında pek fazla birşey

söylememe eğiliminde olmuştur. Hatta Türkiye’deki kimi troçkistler bu ağilimi

mutlaklaştırarak, devrimden sonrasına ilişkin bir program yapmayı bile ilke olarak

reddetmeye kadar varmışlardır.47

Bu metodolojik ilke, saçmalığa vardırılmış halleri bir yana atılılırsa, elbette her zaman için

dayanılması gereken bir temel oluşturur. Ancak bu sadece bir temeldir, sırf temelde kalındığı

taktirde sorunun çözümünde ileri gitmek olanaksız hale gelmekte, bu metodolojik yaklaşım

diyalektik olarak zıttına dönmekte, derinleştirici değil, derinleşmeyi engelleyici bir fonksiyon

görmektedir.

Türkiye’deki tartışmalarda da, tarihsel deneylerin ötesine gitmeme, taslaklaştırmayı yanlış

bulma nedeniyle, sosyalist demokrasi sorununda, en sıradan insanın bile kafasına gelen

sorunlardan kaçılmış olmaktadır. Kimbilir belki de o sorulardan kaçmak için bu ilkenin ardına

sığınılmaktadır.

Aslında, bu ilkenin ardına sığınmak, kaba bir ampirizm ve objektivizm yapmaktan başka bir

anlama gelmemektedir48

bugün. Diyalektik, tarihi aktif, canlı insanın yaptığı bir süreç olarak

47

Bu saçmalığa vardırmanın bir örneği olarak M. Yenice'nin "Devrimci Marksizmde `Geçiş Programı

Anlayışı'" adlı kitabı anılabilir.

48 Burada Mandel'in şu satırlarını anmak gerekiyor:

"Kötü bir devrimci, sadece ayakları artık yere basmayan değildir; sadece, devrimci projenin

gerçekleştirilmesinin toplumsal objektif ve sübjektif önkoşullarıyla olan bağını yitiren değildir. Ama kötü

bir devrimci, aynı zamanda, varolan gerçekliklere, içinde yaşanılan ana, günlük rutinin ufak tefek

şeylerine saplanıp kalan; Tarihin beklenmeyen ani ve keskin dönüşlerini önceden kestirebilme duygu ve

düşüncesini kaybetmiş olup, geleceğe yönelikliği bir kenara iten ve yanardağ gibi patlayışlar tarafından

geçilendir de. Bu anlamda da, geleceğin ufku olmaksızın, gerçekliğin doğru ve tam bir kavranışı olamaz.

"Stalinizmin tarihi felaketinden sonra, bugün marksistler artık şöyle bir açıklamayla kendilerini

sınırlayamazlar: "önce kapitalizmin yıkılması söz konusu, bu yıkımla ortaya çıkacak olan sosyalizmin

daha sonra nasıl görüneceğini, somut tarihsel gelişmelerin kendisine bırakalım." Sosyalist

antisipasyonun devrimci projeden bu şekilde uzaklaştırılması, bu devrimci projeye, bugün, geniş proleter

kitleleri ikna edememeye mahkum ediyor.

Page 72: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

71

71

görür. Sadece gelecek tasavvurları değil; gelecek tasavvurlarını reddetmek de gelecek

üzerinde yığınların tarihsel tecrübeleri üzerinde bir etkide bulunur. ÿnsanlar, arılardan farklı

olarak, daima kafalarında bir takım tasavvurlara göre hareket ederler. Siz bir tasavvur ortaya

koymayı reddettiğiniz takdirde orayı ister istemez başka tasavvurlar dolduracak ve bu da o

tarihsel deneyi şu ya da bu yönde etkileyecektir. Tasavvurlarda bulunmak kadar,

tasavvurlarda bulunmamak ta tarihsel deneyi şu veya bu biçimde etkiler.

Somut bir örnek vereyim. Paris Komününü başaran işçiler arasında anarşistlerin, ütopik

sosyalistlerin muazzam bir etkisi; aydınlanma düşüncesinin de bir tortusu vardı. Bu etki ve

tortu sayesindedir ki, Paris Komünarları şu meşhur ilkelere (Seçilenlerin geri alınması;

ortalama işçi ücreti alması vs. gibi) göre örgütlenip davrandılar. Mazallah Paris Komününü

yapan işçiler arasında, klasik bir komünist partisinin, stalinizmin ve maoizmin etkileri ve

tortuları olsaydı, o işçiler herhalde hiç bir zaman Paris Komünü Tipi bir “devlet” yaratmayı

akıl edemeyeceklerdi ve bizler hala, Paris Komünü öncesinde Marx’ın olduğu gibi bir tarihsel

deneyin gerçekleşmesini bekliyor olacaktık. Gerçekleşen olursa da çarpıklıklarıyla

gerçekleşecek, neresinin çarpıklık, neresinin özü olduğunu araştırmak zorlaşacaktı.

Bugünün dünya işçi sınıfı hayal gücünü yitirmiş durumdadır. Buna sadece Stalinizm değil;

kapitalizmin bizzat kendisi de yol açmaktadır. Öu örnek bir fikir verebilir. Zaman, saniyeler,

dakikalar, bütünüyle artı değer üretimiyle birlikte bir anlam kazanmıştır. Kapitalizm açısından

her saniyenin bir değeri vardır. İş gücünün bir saniyesinin bile boş geçmesine müsaade

edilmemelidir. Makinalar bir saniye bile boş durmamalıdır ki, moral yıpranmaya uğramadan

önce fizik olarak yıpransın. Sermaye hızla devretmelidir ki kar oranı artsın vs. vs..

Kapitalizm ile ilk yüzyüze gelen insan, bu tempo karşısında isyan edebilir. Ama doğduğu

günden beri bunun içinde yaşamış insan, bunun nasıl insanlık dışı bir yarış olduğunu görme

yeteneğini bile yitirir. Tabakhanede çalışan işçinin burnu bir süre sonra ufunetin kokusunu

almaz olur.

Ütopik sosyalistler, anarşistler kapitalizmin bu zaman kültürüne karşı daima bir propaganda

yapmışlardır. Belki bu sayededir ki, Paris Komünarlarının ilk yaptıkları ve çok az bilinen

işlerden biri saatleri yıkmak olmuştur.

Ama bu günün dünyasının proleterleri ayaklandıklarında saatleri yıkmayı akıl edebilecek

hayal gücünden bile yoksundurlar. Onlara resmi komünist veya sosyal demokrat partiler,

burjuvaziyle aynı zaman kültürünü vermişler, bu kültürü eleştirmeyi akıllarından bile

geçirmemişler; eleştirenleri anarşist veya ütopik diye kovuşturmuşlar ve nihayet “troçkistler”

de “ütopik” değil “bilimsel” sosyalist oldukları için hep günlük mücadelenin geçişsel

talepleriyle uğraştıklarından, bu işçilerin saatleri yıkmayı düşünebilecek bir fikir kırıntısı

bulabilmeleri adeta olanaksız hale gelmiştir. Saati yıkmayı hayal edemeyen işçi, Paris

"Somut bir sosyalizm görüntüsü, bugün için Batı'da, pratik devrimci günlük politikanın ön şartı oldu. doğu

Bloku ülkelerindeki -hiç bir zaman sosyalizm olmayan- "reel sosyalizm"den temelden farklı ve ondan

üstün olan somut bir alternatifin var oluşu ikna gücü kazanmadıkça, kapitalizm, endüstri ülkelerinin

proletaryası tarafından yıkılamayacaktır."

Page 73: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

72

72

Komünü tipi devlet kurma deneylerine de giremez.

Bırakalım geniş yığınları, bugün öncelikle bizlerin, sosyalistlerin ütopyalara ihtiyacı var.

Sadece işçiler değil, bizler bile saatleri yıkma gibi bir fikri akıl edemeyecek durumdayız.

Bunun içindir ki, sosyalist demokrasi teorisi ve pratiği alanında komünarların nallarını

topluyoruz.

Bir şeylerin nasıl olması gerektiği yolundaki projeler onların nasıl olacakları üzerinde bir

etkide bulunurlar. O halde, metodolojik olarak kendimizi sadece tarihsel deneyle sınırlamayı

bırakmak, günümüzün sorunlarından hareketle, ütopik de olsa projeler ortaya atmak

gerekiyor.

Biri üç aylık, biri üç yıllık, çok olağanüstü koşullarda geçmiş ve ikisi de yenilmiş bu iki deney

günümüzün işçi sınıfının ve günümüzün dünyasının sorunlarına ve olanaklarına cevap

vermez. Kendimizi bu deneylerle sınırlamak, pratikte, günümüzün sorunlarını atlamak,

görmezden gelmek sonucunu verir.

Özetlersek, Sosyalist Demokrasi tartışmasında, tüm tarafların dayandığını söylediği

metodolojik varsayım: sadece tarihsel deneylerin incelenmesinden hareket edilebileceği,

taslaklar yapılamayacağı anlayışı, bugün için tartışmanın gelişmesinin engeli haline gelmiştir.

Ele alınması gereken ikinci bir metodolojik sorun da, Sosyalist demokrasi sorununun hangi

felsefi kategoriler alınına girdiği sorunudur.

Paris Komünü ya da Sovyet tipi devlet dediğimiz, sosyalist demokrasi veya proletarya

diktatörlüğü diye adlandırdığımız şey bir devlettir, yani bir araçtır. Araç dediğimiz an,

kendiliğinden, yapı ve işlev kategorileri gündeme gelir. Herhangi bir aracın yapısını

belirleyen onun işlevleridir. Yapı bir bakıma yoğunlaşmış işlevdir. İşlevler de yapının ruhudur

denilebilir.

Gerek toplumsal, gerek fiziksel ve organik bütün aletler, bütün araçlar için geçerli ilk sorun

yapı ve işlev arasındaki uyumun nasıl sağlanacağıdır. Yani beklenen fonksiyonları en iyi nasıl

bir yapı yerine getirebilir sorunu. Bu aynı zamanda tüm tekniğin temel sorusudur.

Bu anlamda parti, devlet, sendikalar vs. teorileri, modelleri bir bakıma teknik düzeyindeki

sorulara cevaptırlar.

Marx’ın Paris Komünü üzerine yazdıkları dikkatlice okunursa, onun sorunu bütünüyle, belirli

işlevlerin en iyi hangi tür yapılarla çözülebileceği veya çözüldüğü problematiği çerçevesinde

ele aldığı görülür. Paris Komünü’nü tıpkı bir otomobil mühendisinin, teknik bir dergide, yeni

çıkmış bir otomobili tahlil ederken, belli sorunların hangi mekanizmalarla ne ölçüde

çözüldüğünü incelemesi gibi incelemiştir.

Page 74: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

73

73

Proletarya Diktatörlüğü Deneylerinde Hangi Problemler Çözülmeye Çalışılmıştı?

Paris komünarlarının tedbirlerinin ardındaki temel problem ne idi? Aracın kendi kontrolleri

dışına çıkmasını engellemek; onların hizmetinde kalmasını sağlamak; onların üzerinde bir

egemen haline dönüşmesinin yolunu kesmek ve olağanüstü koşullar nedeniyle tek bir irade

gibi davranıp hızlı kararlar alıp uygulayabilmek.49

Komünün tedbirlerinin ardında bu

problemler yartmaktadır; mekanizmalar bu problemleri çözmeye yöneliktir ve Marx da onları

aynen böyle ele almıştır.

Seçilenlerin her an geri alınabilmesi; ortalama işçi ücretinden fazla maaş almaması; tüm karar

alıcı devlet görevlilerinin seçilmesi. Bu üç özellikten ikisi, asıl ile vekil, seçen ile seçilen

ilişkisini düzenlemekte; seçilenin seçenden bağımsızlaşmasını engellemeye çalışmaktadır.

Üçüncü ilke, tüm memurların seçilmesi, bir bütün olarak devlet denen aracın kontrol altına

alınmasına yöneliktir. Yasama, yürütme ve yargının birliği ise, daha ziyade hızlı ve etkili

karar alıp uygulama amacına yönelik, özel olarak olağanüstü koşullardan çıkmış gibi

görünmektedir. (Aslında bu konu iyice incelenmelidir.)

Sovyet devriminde bunlara ek olarak, örgütlenmenin fabrikalar temelinde olduğu görülür. Bir

diğer farkı da, köylü sovyetlerinde temsilci seçebilmek için gerekli oy sayısının işçi

sovyetlerine göre kat be ket fazla olmasıdır. Bu tedbirlerin de, bir yandan hala şehirlerin

büyük çoğunluğunu oluşturan küçük burjuvazi ve burjuvaziyi temsil organlarının

belirlenmesinin dışında tutmak; diğer yandan da, muazzam köylü nüfusun ağırlığını azaltmak

ama karşıya da itmemek kaygısı açıkça görülmektedir. Paris komünarlarının, nüfusun belli bir

bölümünü oylamanın dışında bırakmak gibi bir çabası, bunun için de örneğin iş yerlerine göre

temsilci seçme ilkesi gibi bir ilkesi olmamıştı, çünkü savaş dolayısıyla Paris’te sadece işçiler

kalmıştı. Keza Paris Komünü sadece bir şehirle sınırlı bır “devlet” olduğu için, yani köylülük

olmadığı için, köylüler karşısında nasıl tavır alınacağına ilişkin bir sorun, dolayıyısla bir

çözüm teşebbüsü de yoktur.

Bu tarihsel tecrübelerden çıkan, sosyalist devrimlerin sınıf içindeki geleceğe ilişkin

tasavvurlara ve önündeki acil sorunlara göre yapılar oluşturduğudur. Devletin ezilenlerin

üzerinde yükselmemesi onların hizmetçisi olması, temel bir kaygıdır ve bütün tedbirlerde bu

kaygının damgası vardır.50

49

Paris Komünü'nün tedbirleri burjuvaziye karşı olmaktan ziyade, işçileri ve halkı kendi temsilcilerine

karşı; onların bağımsızlaşmasına ve kendilerini seçenlerin üzerinde bir iktidar olmaları tehlikesine karşı

alınmış gibi görünüyorlar. Aslında bu konuyu Paris Komünü'nün Zabıtları gibi belgelerden incelemek

gerekiyor. Bu anlamda, Bürokrasi'ye karşı çok devrimci bir anlama sahiptirler.

50 Seçmek, seçileni geri almak, az para vermek vs. Bütün bunlar, sadece tedbirlerdir, garantiler değil.

Otomatikman, seçilenlerin seçenlerin kontrolü altında kalmasını sağlayamazlar. Bunu en iyi partilerde,

kitle örgütlerinde görmek mümkündür. Her birinin çok daha seçme üyeleri olduğu halde, hatta üyelerin

beşte biri bile istese seçimler yenilenebildiği halde, yönetim organlarının nasıl bürokratlaşıp, işleri

manüple edebildiği gözler önüne getirilsin.

Page 75: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

74

74

Devletin ezilenlerin üzerinde yükselmemesi, onların hizmetçisi olarak kalması, özünde şu

tedbirlere bağladır: Ezilenlerin silahlı olması, özel silahlı adamlar olmaması; bütün

görevlilerin seçilmesi ve kendisini seçenlerin direktiflerine uymadığında, kendisinin veya

seçenlerin fikri değiştiğinde geri alınabilmesi. Aslında geri alabilme ve seçilene ortalama işçi

ücreti ilkeleri, aynı zamanda, seçilenlere duyulan güvensizliğin, onların yozlaşmasını,

kendilerini manüple etmesini engellemenin tedbirleri olarak görülmektedir.

Görüşlerin Seçmenler İçindeki Oranının Temsilcilere Yansıması ile Seçilenlerin

Her An Geri Alınabilmesi Sorunlarının Çelişkisi

Şimdi şu soruya geçebiliriz. Gelecek bir devrimin başka ne gibi kaygıları olabilir ve bunlara

karşı ne gibi mekanizmalar öngörülebilir? Gelecek bir devrim ne gibi sorunlar ortaya

çıkaracaktır?

Seçilenin geri alınabilmesi, yani seçenlerin kontrolü dışına çıkmasının engellenmesi için

bulunan bu yöntem ile, nüfusun farklı görüşlerinin nüfus içindeki oranlarına en yakın düzeyde

temsil edilmelerini sağlamaya yönelik yöntemler çelişki içindedir. Yani her ilacın bir yan

etkisi olması gibi, geri alma ilkesi nisbi temsil ilkesini zedeler. Geri almak için, her

temsilcinin belli bir bölgenin ya da grubun temsilcisi olması gerekir. Çünkü kimin hangi

seçmenler grubunun temsilcisi olduğunu bilmenin bir başka yolu yoktur. Ancak seçimleri bu

ilkeye göre yaptığınız takdirde, örneğin nüfus içinde yüzde otuz orananda oyu olan bir

partinin, karşisindaki oylar, birçok partiye, belli bölgelerden yoğunlaşmadan, bölündüğü

takdirde temsilcilerin yüzde yüzünü elde etmesi gibi bir sonucu olur. Bu sonuç, sık sık da

gerçekleşir aslında. Örneğin ANAP iktidarında olduğu gibi. Bu durumda, yüde otuz oyla

seçilen partinin, istediğini meşru yollardan, hem de nüfusun yüzde yetmişine karşı

yapmasının önünde hiç bir engel olamaz. Bu hiç de, seçilenin seçmenlerin kontrolü dışında

davranmasından daha az tehlikeli değildir. Ancak, bu tehlikeye karşı tedbir aldığınız takdirde

ise, ülke ye da büyük bölgeler ölçüsünde gruplaşmalar yapmak zorundasınızdır. Böylece

oranların azami ölçüde yansımasını sağladığınız takdirde, bir temsilcinin hangi grubun

temsilcisi olduğu kesin olarak bilinemeyeceğinden, onu kimin geri alacağını belirlemek

olanaksızlaşacaktır.

Bu sorun nasıl çözülebilir? Bu sorunu çözmenin yolu, iki yöntemin optimum bir bileşenini

bulmak olabilir. Örneğin, Vatan Partisi programında Dr. Hikmet Kıvılcımlı, bu sorunu

çözmek için, seçimin nisbi temsile göre yapılmasını, ama seçildikten sonra, her temsilcinin,

belli bir bölgenin “sağdıcı” olmasını önerir. Sağdıcı olduğu bölge o temsilciyi her an için geri

alabilir.

Sadece Ekim Devrimi ve Paris Komünü değil, bunların ikincisinin kontrolden çıkması da bir deneydir ve

sonuçlar çıkarılması gerekir.

Page 76: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

75

75

Konu daha incelenebilir. Bizlerin, sosyalistlerin, artık hala, temsilcileri geri almaktan söz

edip, bunun nisbi temsil ile çelişkisini görmezden gelmeyi bırakmamız gerekiyor. Bu

çelişkinin ezilenler bakımından ortaya çıkardığı sorunlar karşısında, kafamızı deve kuşu gibi

kuma gömerce, davranmayı bırakmamız gerekiyor. Ortada ciddi bir sorun vardır ve “tarihsel

deney”in ardına sığınıp bu sorundan kaçılamaz. Kimseyi ikna edemezsiniz. Bir model

geliştirmeniz gerekir. Gerekiyor çünkü toplumsal yapıdaki değişmeler bu sorunu çok daha

acil hale getiriyor.

Bugün dünyanın bütün ülkelerinde genel oy genelleşmiştir ve solcu, ilerici partiler, dar

bölgeyi savunan burjuva partileri karşısında nisbi temsil sistemini savunmaktadırlar. Hem

nisbi temsil sistemi yığınların bilincinde köklü bir yer ettiği için, hem de muhalefetteyken

savunulan nisbi temsili iktidara gelince reddetme tutarsızlığından kurtulmak için bu sorunu

gündeme koymak gerekmektedir.

Diğer Emekçi Tabakaların Oy Hakları ve Ağırlıkları Sorunu

Sosyalist demokrasi tartışmalarında işçiler dışındaki toplum kesimlerini oy hakkından

mahrum etmek veya örneğin on köylü oyunun ağırlığını bir işçi oyuna indirgemek ve

sovyetleri fabrikalara göre örgütlemek gibi görüşler açıkça savunulmaktadır51

. Ekim devrimi

örneğine dayandığı için de bu model eleştirilmez tabu olarak kalmaktadır.

Bu günün dünyasında bu tedbirleri uygulamak olanaksız olduğu gibi gereksizdir de. Rus

köylüsü genel oyu hiç tanımamıştı. Ama bugün dünyanın hemen bütün parlamenter

sistemlerinde köylü genel oyu tanımakta ve bunu güçlü bir silah olarak kullanmaktadır.

Eğer bir parti, açıkça köylülerin ağırlığını azaltacak tedbirler alacaksa, ve sosyalist olduğu

iddiasıdaysa, köylülere açıkça böyle yapacağını söylemesi gerekir, teorik organlarının satır

aralarında değil. Böyle bir partiye ise o zaman sadece köylüler değil, işçiler bile destek

vermez. Ve nüfusun çoğunluğunu sağlamadan devrim yapılamaz.

Öu halde köylülerin de tıpkı işçiler gibi bire bir temsilcileri ve ağırlıkları olması gerekiyor.

Ama sorun burada da bitmiyor. Bugün için şehir nüfusunun da büyük bir bölümü işçi değildir.

Aslında fabrika işçileri, bütün ülkelerde nüfusun çok küçük bir bölümünü oluşturmaktadır.

Dağınık çok geniş bir ücretliler kesimi de bulunmaktadır. Keza şehir küçük burjuvaları,

işsizler vs. de var. Bütün bunların seçme ve seçilme hakları da alınamaz bugünün dünyasında.

Bunu almaya kalktığınız takdirde, o toplum kesimlerini karşıya itip kendinizi tecrit edersiniz.

Yani bugünkü dünyada, işçilerin nüfus içindeki zayıf konumlarını yüksek oranda temsil

ettirmeye yönelik tedbirler, bizzat o işçi iktidarına karşı çalışırlar. Rus devriminin bu soruna

bulduğu çözümü uygulamanın olanağı olmayacak, uygulandığı takdirde, çözülenden çok daha

51

Avrupa'da yaptığımız Sosyalist Forum toplantılarında Sosyalist İşçi dergisinden arkadaşlar bu

tedbirleri açıkça savunuyorlardı. Bunların Proletarya diktatörlüğünün özü olduğunu söylüyorlardı.

Page 77: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

76

76

büyük problemler yaratacaktır muhtemelen.

Ama bu da ister istemez, proleter olmayan tabaka ve sınıfların; ya da toplumun daha geri ve

istikrarsız kesimlerinin ağırlığının sosyalist bir demokraside aynen yansıyacağını; böyle bir

sistemin ne ölçüde sınıfsız bir topluma gitmeye yetenekli olduğu sorusunu gündeme getirir.

Bu sorunun üzerinden hep atlanmaktadır.

İş Yerlerine Göre Sovyetler Günümüzde İşçi Sınıfının İradesini Yansıtmaya Ne

Ölçüde Hizmet Eder?

Ancak sorun bununla da bitmiyor. Sovyet devriminde, işçi sovyetlerinde, temsilciler

fabrikalara göre seçiliyordu. Küçük işyerleri ise birleştirilip temsilci seçiyorlardı. Bugün bu

tedbiri uygulamaya kalkmak, işçi sınıfının çok büyük bir bölümünü, yani küçük işyerlerinde

çalışan bölümünü yeterince tanımadığı insanları seçmek zorunda bırakmak olur. Küçük

işyerinde çalışan işçiler kendi işyerindeki insanları tanır. Halbuki temsilcisini kendisi gibi

daha onlarcası bir araya gelerek seçebilecektir, ama işyerine bağlı olduğu takdirde onları

tanıma olanağı bulamayacaktır. İşçinin gerçek yaşam alanı, toplumsal çevresi oturduğu

mekandır. Oturulan ve çalışılan mekan modern toplumda birbirinden tamamen kopmuştur. Bu

durumda fabrikalara göre seçim ilkesi, işçi sınıfının kendi içindeki eğilimleri en iyi şekilde

seçmesine olanak sağlamayacaktır. İşçi sınıfının bir zümresini, büyük fabrika işçisini avantajlı

hale getirecektir.

Aslında büyük iş yerinin kendisinde de Rus Devrimi dönemine göre problemler çıkmaktadır.

Rus Devrimini yapan işçiler, fordist yöntemlerle, makinanın basit bir parçası durumuna

düşmüş işçiler değillerdi. Kısmen belli zanaatları vardı. En azından belli aletlere egemendiler.

Fabrika içinde işçilerin birbiriyla oldukça sık kontak kurma, birbirlerini tanıma olanağı

oluyordu. Fordist büyük fabrikada bu avantaj büyük ölçüde kaybolmuştur. Bir yanda

aptallaşmış, makinanın basit bir eki haline gelmiş düz işçi, diğer yanda ise, üretimdeki

konumu bakımından değil ama gelir ve toplumsal konumu bakımından işçi sayılamayacak

teknisyenler vardır. İşçiler arasında kontak çok sınırlı, hatta olanaksızdır. Bu işçi tipi, kısmen

mesleği olan işçiye göre daima daha az mücadele ve hayal gücü yeteneği göstermiştir.

Fordizm ötesi elektronik yöntemlerle üretimde ise, işçilerin konsantrasyonu hızla azaldığı

gibi, ev tekrar bir işyeri haline dönmektedir.

Bütün bu nedenlerle, fabrikalara göre seçim ilkesini uygulamaya kalkmak bizzat işçi sınıfının

kendisine karşı bir engel haline gelme, kendi iradesini, en iyi bir şekilde ifade olanağını

sınırlama sonucunu vermektedir.

Buna nasıl bir çözüm bulunacaktır? Bu takdirde, bir işçi demokrasisini, iş yerlerine göre

seçme olmayacağına, genel oy olacağına göre (burjuvazinin oy hakkı alınsa bile nüfusun geri

kalanı diğer emekçi ve küçük burjuvalardır ve onlara karşı burjuvaziye davranıldığı gibi

davranılamaz.) bu sosyalist demokrasiyi, (işçilerin silahlı olması, yöneticilerin seçilmesi, ve

Page 78: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

77

77

kısmen geri alması; seçilenlere ortalama işçi ücretini vermesi dışında) parlamentarizmden

ayıran özellikler neler olacaktır?52

Hem emekçi nüfusa genel oy hakkını korumak, hem de işçilerin ağırlıklarını yüksek tutmak

ve iradelerini yansıtmak arasındaki çelişkiyi çözmek için, yine ortalama, optimal yöntemler

bulmak ve önermek gerekmektedir. Modern toplumda her devrim bu sorunlarla karşılaşmak

zorundadır.

Partiler Sorunu

Modern toplumda, yığınların iradesini şekillendirebilmesi için partilerden başka olanak

yoktur. Kesinlikle hiç bir ideolojik sınırlama olmaksızın her türlü propaganda ajitasyon ve

örgütlenme serbest olmalıdır. (Burada çok karıştırılan bir şey var. Burjuvazinin oy hakkını,

seçme seçilme hakkını almak başkadır, burjuva partileri yasaklamak başka. Burjuva partileri

yasaklanamaz. Hiç bir burjuva partisi ben burjuva partisiyim demez. Ancak biçimsel bir

şekilde, örneğin, üretim araçları üzerinde özel mülkiyeti kurmak isteyen partiler kurulamaz

türünden sınırlamalar getirilebilir. Böylece burjuva partileri yasa dışına düşürmek mümkün

olabilir. Ama bu da 141/142 ne kadar sosyalist partilerin kurulmasına engel olabildiyse o

kadar olur. Zaten devrim olunca, burjuvazi bizden daha hızlı komünist olur. Ama örneğin,

fabrika sahiplerinin veya geliri şu kadardan yüksek insanların seçme, seçilme hakkı alınabilir.

Bu onların fikirlerini ifade edemeyecekleri anlamına gelmez. Onların fikirlerine proleter ve

emekçiler oy veriyorsa elden ne gelir.)

Öu halde, yasaların biçimsel kurallarına uyduğu takdirde, örneğin silah zoruyla rejimi

yıkmaya kalkmadığı takdirde, her türlü fikir ve örgütlenme serbest olmalıdır. Bu ezilenlerin

iradesini yansıtmanın tek ve en etkili yoludur. Bu hak sadece iradeyi yansıtmayı sağlamaz,

ezilenlerin çeşitli kesimleri arasında uzlaşmaları ve demokratik çözümeri; denge

değişimlerindeki yansımaları da sağlar.

O Halda, açıkça, hiç bir ideolojik sınırlama getirmeyeceğimize, her türlü fikir ve örgütlenme

özgürlüğünü savunacağımıza ve işçilerin savunması gerektiğine açıkça yer vermemiz

gerekiyor tasavvurlarımızda.

Ancak, partiler dediğimizde başka bir sorunla da karşılaşıyoruz. Modern toplumda temsilci

olarak kişilikler değil, fikir sistemleri, programlar seçilmektedir. Partilerin şu veya bu üyesi o

partinin üyesi olduğu için seçilir, parti programına uymadığında da atılır. Yani, seçenin

seçileni kontrolü dolaylı bir yol izler. Bu kısmen, geri alma sorununa da yardımcı olur. Bu

olanağı değerlendiren Kıvılcımlı, parti değiştirenin otomatikman temsilcilik yetkisini

52

Tam bu noktada Proletarya diktatörlüğünün özüne geliyoruz. Aslında proletarya diktatörlüğünün özü

zor değildir. Onun özü, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılmış olmasında yatar. Bu

tedbirin kendisi burjuvaziye karşı bir diktatörlük olarak görünür.

Page 79: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

78

78

yitireceğini yazarak bu kontrolü güçlendirici bir mekanizma önermişti.

Diğer Baskı Biçimleri ve Sosyalist Demokrasi

Bir başka sorun. Toplumdaki tek ezilenler işçiler değildir ve bir işçi iktidarının amacı, sadece

kapitalist sömürüyü değil, her türlü baskıyı ortadan kaldırmak olmalıdır. Öte yandan, bir baskı

biçimine uğramak, diğer baskı biçimlerine karşı aynı ölçüde hassasiyeti otomatikman

yaratmıyor. Örneğin işçi sınıfı ırkçı ve seksist baskılara karşı duyarsız olabildiği gibi bizzat

kendisi bu baskıları yapabiliyor. Aslında bunlara uğrayanlar da işçi sınıfı içinde üyelere sahip

olamalarına rağmen, özgül uğradıkları baskı biçimleri aracılığıyla temsil edilmedikleri için,

fiiliyatta var olan ayrılık ve baskının yansıması engellendiğinden, tıpkı burjuva toplumunda

herkesi biçimsel olarak eşit kabul etme ama fiiliyatta öyle olmaması nedeniyle üst durumda

olanın egemenliğini gizlenmesi ve pekiştirilmesi gibi, baskının yeniden üretilmesine ve

gizlenmesine hizmet ediyor. Kadın hareketi ve siyah hareketi bunu açıkça kanıtlamış

durumda. Bu da bir tarihsel deneydir. Bugün azınlıklar, kadınlar vs. örgütlerde, kotalar, özel

imtiyazlar, otonom yapılarla bu özgül ezilmelerine karşı araçlar geliştiriyorlar.

Aynı şey, bölgeler için de geçerlidir. Evet, özel, genele tabidir ama bunun da bir dengesi,

sınırı olmalıdır. Çoğunluk azınlığa her istediğini yapamamalıdır. Aslında demokrasinin

tarihi, çoğunluğun kendi haklarını sınırlamasının, belli kriterlere göre azınlıklar

hakkında karar hakkından vaz geçmesinin tarihidir. Örneğin, azınlıkların ana dilde eğitim

hakkını düşünelim. Demokrasi, “azınlığın çoğunluğa uymasını ilke olarak kabul eden

idare tarzı” (Lenin) olduğuna göre, pekala nüfusun büyük çoğunluğu, “kardeşim demokrasi

bu, eh biz de çoğunluğuz, siz bize uyacaksınız, biz çoğunluk olarak karar alıyoruz, azınlık

olarak dilinizi kullanamayacaksınız” diyebilir53

. Demokrasinin bu olanağı sağlamasına karşı,

ezilenlerin çeşitli mücadeleleri sonunda çoğunluğun haklarını sınırlayan ilkeler getirilmiştir.

Buna insan hakları, kadın hakları, azınlık hakları vs. denebilir. Bütün bunlar, aslında

çoğunluğun bir bakıma kendi iradesiyle kendi haklarını kısıtlamalarıdır. Demokrasi, azınlığın

çoğunluğa uymasını ilke olarak kabul eden rejim olmasına rağmen, demokrasinin gelişmesi,

bir bakıma, çoğunlukların azınlıklar hakkında onların uymasını zorlayabilecekleri kararlar

alma yektkilerinin kısıtlanmasının tarihidir.

Toplumun gerçeği aynı zamanda bölgelerdir, yaşam birimleridir vs.. Ülke çoğunluğu istedi

diye belli bir bölgeye fabrika kurulmaya karar verildiğinde o bölgenin halkı bunu istemiyorsa

ne olacaktır? Bütün bunlar için mekanizmalar gerekmektedir. Çeşitli azınlık ve bölgelerin

sadece olağan kanallardan yansımasının yanı sıra, tıpkı burjuva devletlerindeki “senato” gibi,

sınıfsal, cinsel, ırksal, bölgesel , yaş grupsal vs. kategorilere göre de insanların nüfus içindeki

53

Lenin demokrasinin şovenizmle, azınlıkların ezilmesiyle çelişmediğini çok iyi kavramıştı. Onun için

örneğin azınlık sorunlarını incelerken hep "özel türden bir demokrasi", yani çoğunluğun istediği alanda

istediği türden karar alamayacağı bir demokrasi gereğinden söz eder.

Page 80: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

79

79

oranları ölçüsünde temsil edilebilecekleri, bir tür denge oluşturabilecek organlar kurulması,

kesinlikle savunmamız gereken, hayallerimizde yeri olması gereken bir konudur. Ancak

böylece tüm ezilenlerin bir ittifakı ve ortak bir cephesinin yolu açılıp, körlüklere son

verilebilir. Ancak böylece işçilerin çeşitli zümrelerinin yeterince temsil edilmesi sağlanabilir.

Doğrudan Demokrasi Olanakları

Bütün buraya kadar sayılan sorunlar, günümüz dünyasının sorunları. Ama günümüz dünyası,

sorunlar kadar yeni çözümlerin de olanaklarını açmaktadır. Bir kere, tekrar doğrudan

demokrasiye dönüşün yolu elektronik aracılığıyla açılmıştır. Burjuvazinin böyle bir derdi

olmadığı için pek kullanmıyor.

Aslında, Paris Komünü’nün aldığı kararlar, dolaylı demokrasinin yol açtığı sorunları giderme

çabası olarak da ele alınabilir. Eğer insanlar bir alana toplanıp, birlikte tartışıp karar alsalar ve

uygulasalar, bütün o Paris Komünü tedbirlerine gerek kalmazdı. Ancak, modern toplum koca

bir ülkedir, şehirdir. Yüzbinlerce, milyonlarca insan bir araya gelemez, gelse tartışamaz.

Herşeyden önce fiziki sınırlar vardır. Bunun içindir ki, dolaylı domokrasi denen temsilcilik

mekanizmaları geliştirilmiştir. Bu mekanizmalar da, bu sorunu çözmüş ama bu sefer başka

problemler çıkarmıştır. O problemlerin çözülmesi de başka. Bütün bunlardan kurtulmanın

aslında çok kolay bir yolu var: Suyu kaynağından kesmek. Doğrudan demokrasi olsa, örneğin

Paris Komünü’ün o meşhur tedbirlerinin hiç birine gerek kalmaz. Ancak bilgisayarlar

sayesinde, modern teknoloji sayesinde doğrudan demokrasiyi yeniden, başka bir düzeyde

kurmak mümkün görünmektedir. Bugün bazı televizyon programlarında bile, dinleyicilerin

telefonları aracılığıyla, dinleyicilerin eğilimlerindeki değişmeler anında öğrenilebiliyor. Her

evdeki telefona takılabilecek küçük bir alet aracılığıyla, nüfusun tamamının, hiç bir bürokratik

işleme baş vurmadan hangi görüş ve tercihlerde olduğu bugün kolaylıkla tesbit edilebilir. Bu

tür doğrudan demokrasi mekanizmalarının kesinlikle programımızda yeri olması gerekir, hiç

olmazsa bir hedef olarak.

Sosyalist Demokrasi’nin İlkesi ve Maddi Temeli

Ancak, bütün bunların hepsi bir bakıma işin üst yapısıdır. Toplumdaki zenginlikler belli

kişilerin elinden alınmış olmalıdır. Yani salonlar, matbaalar, kağıtlar özel mülkiyette

olmamalı. Peki ama bütün bunları kim, hangi ilkeye göre dağıtacak?

Bütün kağıt, matbaa gibi propaganda araçları, bütünüyle devletin elinde olmalı, ancak

kesinlikle belirlenmiş kurallara göre bunların dağılımını düzenlemekle yetinmelidir. Bu kural

ve oranların nasıl olması gerektiği konusunda şimdiden bir şey söylenemez. Nüfus içindeki

güçler ilişkisi belirleyici olabilir. Ancak, nasıl, bolluğun olmadığı bir toplumda, herkese

Page 81: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

80

80

emeğine göre ilkesi geçerli olmak zorundaysa, propaganda olanaklarında da herkese üyesine

ve / veya oyuna göre ilkesi geçerli olmak zorundadır.

Bu konuya son vermeden önce bir kaç değinme yapmak istiyorum.

Birincisi şu sosyalist demokrasi tartışmasının adına ilişkin. Ben de bu adı kullanıyorum ama,

yanlışlığını ne yerine kullandığımı bilerek ve herkes öyle kullandığı için. Sosyalist

demokrasiden kimileri gibi sırf sosyalistler için geçerli bir demokrasi kast edilmiyorsa,

kastedilen proleter demokrasisidir. Yani proletarya diktatörlüğü, diğer bir değişle geçiş

dönemi ve onun demokrasisi.

Sosyalizmde ise proletarya olmayacaktır. Sosyalizm sınıfsız toplumdur54

. Burjuva, küçük

burjuva yoksa, proleter de yoktur, üreticiler vardır. Böyle bir toplumda da, demokrasiye

ihtiyaç olacaktır. Gürül gürül akan bir bolluk olmadığı sürece, çalışmayana ekmek yoksa, bu

ilkeyi uygulamak için uygulayacak bir mekanizma, azınlık çoğunluk ilişkisi olacaktır.

Azınlığın çoğunluğa uyduğu yerde demokrasi vardır, olacaktır. Azınlığın çoğunluğa uyma

zorunlulğundan kurtulduğu yerde ise özgürlük: bunun maddi temeli de korkunç bir

bolluk olabilir. Her alanda.

Ama tartışmalarda tartışılan, bu, sosyalist toplumdaki, burjuva adaletini, yani eşitliği

sağlayan demokrasi değildir. Ondan önceki, geçiş döneminde, hem karşı devrimci sınıfların

saldırıları karşısında ezilenlerin egemenliğini savunacak, hem ezilen sınıflar arasındaki ittifakı

koruyacak hem de bu arada kendi yok oluşunun koşullarını ve ilk adımlarını atacak bir araçtır.

Bu dönemde henüz herkes için eşitlik olamayacaktır malesef. Bir saat çalışan herkes, sosyalist

bir toplumda olduğu gibi ne iş yaparsa yapsın bir saatin parasını eşit olarak almayacaktır

henüz. Bu dönemde bir mühendisin bir saati ile sıradan bir işçinin bir saati arasında bir fark

olacaktır. Bu fark bugünkü toplumla kıyaslanmayacak ölçüde azalmış olsa ve azalma eğilimi

göstermek zorunda olsa da.

O halde, sosyalist demokrasi adı yanlıştır, ona geçiş dönemi demokrasisi, proleter demokrasisi

demek, tartışılan şeyi daha doğru açıklardı.

Bir başka sorun, diktatörlük kavramının iki farklı kullanımını ve anlamını ayırmamaktır. Bu

ayıramayış bu konudaki tartışmaları iyice anlaşılmaz kılabiliyor.

Diktatörlük kavramı sosyolojik olarak demokrasi kavramıyla özdeştir. Proletarya

diktatörlüğünün özünü Lenin’in dediği gibi zor bile oluşturmaz. Diyelim ki, burjuvaziye her

hakkı verdiniz. Sadece onun bütün servetini aldınız. Miras hakkın kaldırdınız. Bunun dışında

hiç bir kısıtlama getirmiyorsunuz. İşte tam bu, yani özel mülkiyetin olmaması, burjuvaziye bir

diktatörlük olarak görünür. Tıpkı burjuvazinin bütün hakları proletaryaya tanıması ama özel

mülkiyete dayanmasının proletarlyaya bir diktatörlük olarak gelmesi gibi. Bu anlamda

54

Aslında Demokrasi en saf haliyle, bir azınlık çoğunluk ilişkisi olarak yokoluşunun arefesinde sosyalist

bir toplumda var olabilir, tıpkı metaın özünün tüm saflığıyla, yok olmadan önce, kapitalist toplumda ortaya

çıkması gibi.

Page 82: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

81

81

elbette proleter demokrasisi burjuvaziye karşı, burjuvazinin varoluş koşulunu ortadan

kaldırdığı için bir diktatörlüktür.

Ancak, diktatörlüğün bir de politik anlamı vardır. Politik anlamıyla diktatörlük,

demokrasinin zıttıdır. Bir azınlık ya da bir kişinin çoğunluğun iradesine rağmen zorla

egemenliğini kurması, korumasıdır. Bu sistemde özgürlükler, demokratik mekanizmalar

yoktur.

Ne Marx, ne Engels, ne de Lenin, Proletarya diktatörlüğü ya da burjuva diktatörlüğünden söz

ederken onu bu politik anlamıyla kullanmadılar. Onlar hep sosyolojik anlamlarında

kullandılar. Ama bugün, bürokratik diktatörlükleri savunanlar, diktatörlüğün bu iki anlamı

arasındaki kaymalardan yararlanarak, kolaylıkla politik olarak diktatörlüklerini meşru

göstermeye çalışıyorlar.

Proleter demokrasisi için tartışmalarda, özellikle troçkist görüşlerden arkadaşlar, çok partinin

olması gerektiğini, çünkü işçi snıfının yekpare olmadığını söyliyerek bunu

gerekçelendiriyorlar.

Kanımca bu tutarlı bir gerekçelendirme değildir. Birincisi, işçi sınıfı tabakalarının

eğilimlerinin ayrı partilerde ifade bulacağı gibi bir anlama gelir ki, bu çoğu kez pek doğru

değildir, partiler ve onların temsil ettikleri güçler arasındaki ilişki bu kadar mekanik değildir.

Bu gerekçelendirmeye göre, proletarya çeşitli zümrelerden oluşmasa çok partiye gerek

olmayacaktır. Hayır, proletarya çeşitli zümrelerden oluşmasa da, yekpare olsa da, kısa vadeli

çıkarla uzun vadele çıkar; parçanın çıkarıyla bütünün çıkarı özdeş olmadığı için partilere

gerek vardır. Partiler, yani farklı görüşler olmadan, çoğunluğun ve azınlığın şekillenmesi yani

demokrasi olaraksızdır.

Burada, sosyalist demokrasiyle fazla karıştırılan parti içi demokrasi sorununa geçelim. Partiler

üyelerini amacını benimseme kriteriyle alırlar. Yani oldukça monolitik yapıları vardır. Ama

buna rağmen bir parti içinde bile, bir çoğunluğun oluşabilmesi, belli bir taktik sorununda bir

irade ortaya çıkabılmasi için, tabii demokratik yöntemlerle, o parti içinde farklı platformlar

olması gerektirir. Bu akıl yürütme, proletarya yekpare olsa da çok parti gerekeceğine bir

kanıttır. .

Burada bir noktaya daha değinmek gerekiyor. Sosyalist demokrasinin ilkeleri aynen bir

partinin ilkeleri haline indirgeniyor. Aslında bunlar son derece farklı ilkelere dayanırlar.

Sosyalist bir demokraside, üyelerine hiç bir fraksiyon kurma özgürlüğü tanımayan partiler de

olacaktır. Bunları da yasaklayamaz sosyalist demokrasi. Hatta bu tür partiler iktidara da

gelebilirler. Ama bu kendi içinde fraksiyon tanımayan partiler, başka partileri

yasaklayamazlar.

Bir parti üyelerini önceden belli kabullere göre alır, o kabullere uygun davranmayanı atmak

hakkına sahiptir. Demokratik bir partide, tartışma ancak o kabullerin alanında geçerli olabilir.

Ama bir toplumda öyle değildir, toplumun anayasası amacın şu olacaktır yoksa seni atarım

Page 83: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

82

82

diyemez. O, her bireye amacına çoğunluğu kazanma olanağını sağlar. Partide yerini

bulamayan başka parti kurar.

Aslında bu tartışmalarda parti içi demokrasinin varlığını sosyalist demokrasinin garantisi gibi

koyanlar, eski tek parti anlayışlarını hala yıkmamışlar demektir. Bürokratlaşma sorunu parti

içi demokrasiden değil, sosyalist demokrasiden çıkar.

Bir diğer sorun, sosyalist demokrasiyi savunanlar, proletaryanın bu organlarda hep en doğru

görüşü seçeceği gibi bir varsayımla savunuyorlar. Çocukça bir görüştür bu. Proletarya da

ezilen diğer yığınlar da çoğu zaman kendi çıkarlarına aykırı aptalca kararlar almaya

eğilimlidirler. Hele genel ve tarihsel çıkarı savunan bir parti, muhtemelen çoğu zaman

azınlıkta kalmaya mahkum bir parti olabilir.

Çoğunluk doğru kararlar alacağı ve en doğru partileri iktidara getireceği için değil,

hayır, en aptalca kararları alacağı, ama bu en aptalca kararlara rağmen bile, hiçbir

tedbirin, bu aptalca kararları alan çoğunluk iradesini yansıtma yönteminden daha fazla

çoğunluğun çıkarını sağlaması mümkün olmadığı için

Page 84: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

83

83

Kuruçeşme Toplantıları Genel Kurulu’na (Kuruçeşme’ye Mektup)

1989’un Eylül ayından beri Avrupa’da da Türkiye’dekine paralel olarak yürütülen Yurtdışı

Birlik Tartışmaları’na aktif olarak katılıyorum ve tartışmaların teknik hazırlıklarını üslenmiş

bulunan Koordinasyon Komitesi’nde yer alıyorum.

Buradaki tartışma sürecinin başından beri bizlerin bir kulağı ya da gözü Türkiye’deki

tartışmalara yönelik oldu. Buradaki tartışmaları niteleyen bir sıfat olarak “paralel” olmayı hiç

bir zaman bir tabiyet, bir bağımlılık olarak anlamadık. İçerdeki ve dışardaki çalışmaları, her

birinin kendi özel ve bağımsız kişiliği ve yapısı olan; böyle olduğu için karşılıklı olarak

birbirini etkileyen; fakat aynı zamanda karşılıklı olarak birbirlerine sorumlu hisseden, bu

nedenle de olabildiği kadar uyumlu olma çabası da gösteren girişimler olarak kavradık.

Bu kavrayışa uygun olarak da tartışmaların yürütüleceği konu başlıklarını (Gündemi) büyük

bir çoğunluğumuzun kafasına yatmamasına rağmen Türkiye’dekine uygun olarak benimsedik,

ama örneğin ilişkiyi bir tabiyet olarak anlamadığımız için de Türkiye’deki tartışmaların

gündeminde bulunmayan “Günümüz Dünyası ve Marksizm” gibi bir konuyu gündeme

almaktan çekinmedik.

Yine Türkiye’deki çalışmalarla bir uyum ve koordinasyonu güdebilmek amacıyla tartışmaları

çok sınırlı bir zaman içine sıkıştırdık.

Ne yazık ki Türkiye’deki tartışmaları yürüten arkadaşların buradaki çalışmalara ilişkin olarak

aynı hassasiyeti ve kavrayışı gösterebildiğini söylemek zor. (Kimbilir belki yanılıyoruzdur,

uzak mesafelerin yol açtığı bir yanlış anlama vardır.) Yine de iki örneği anmadan

geçemeyeceğim.

Buradaki tartışmaların ilk aşaması 6-7-8 Nisan tarihlerinde yapılacak toplantılarla bitecektir.

Türkiye’de ise sonuçları görüşmek üzere 24-25 Mart tarihleri belirlenmiş. Eğer Avrupa’daki

tartışmalar biraz olsun ciddiye alınıyor olsaydı, buradaki koordinasyon komitesiyle

yürütülecek kısa bir danışma sonucu buradaki toplantı biraz öne, oradaki toplantı biraz

sonraya kaydırılarak en azından Avrupa’dakiler arasında kristalleşen eğilimler hakkında daha

doğrudan ve net bir bilgi sahibi olarak çalışmaları değerlendirmeniz mümkün olabilirdi.

İkinci bir örnek: Aylar süren tartışmalar boyunca Türkiye’de çalışmaların izlediği seyir

hakkında sadece kişisel ilişkiler aracılığıyla haber alıp vermek mümkün olabildi; hiç bir

zaman Türkiye’deki arkadaşların sistemli bir bilgi alışverişi çabasına şahit olamadık. Bunun

sonucu olarak, Türkiye’deki gelişmelere ilişkin öğrendiklerimiz, bilgi veren ve alanların

kişisel eğilimlerine ve/veya beklentilerine bağlı olarak çelişkili bilgiler olmaktan öteye

gidemedi ve raslantısallıktan kurtulamadı.

Öimdi bu mektubu yazarken Türkiye’deki çalışmalara ilişkin olarak bildiklerim bu durumun

damgasını taşımaktadır ve muhtemelen tamamen yanlış bilgilere dayanıyor da olabilir. Ancak

bütün bunlara rağmen beklentilerimi ve tasavvurlarımı sizlere iletmem gerektiğini sanıyorum.

Page 85: Demir Kucukaydin - Birlik mi Rekompozisyon mu - Bildiriler ve Degenlendirmeler - V - 3

84

84

Önce Türkiye’deki çalışmaların sonunda çalışmalara katılanların ulaştığı anlaşma zeminine

ilişkin olarak duyduklarımı sıralayayım:

Duyduklarıma göre, tartışmalar ve danışmalar sonunda, daha başından beri bu tartışma

girişimine başlayanların önemli bir bölümü a) Ortaklaşa bir politik dergi çıkarmakta; b)

Tartışmalara ilerde de devam etmek üzere bu tartışma forumunun sürdürülmesinde; c)

bunların yanı sıra somut işlere ilişkin eylem birliklerinin sürdürülmesinde anlaşmışlar. Bir

tartışma konusu bu işleri yapmak üzere çeşitli şehirlerde oluşturulmuş platformların eş

değerde mi yoksa İstanbul’da ilk kez bu girişimi başlatanların altında mı olacağıymış. Ve 24-

25 Mart tarihlerinde yapılacak toplantıda bu anlaşma kesin ve resmi bir biçim alacakmış.

Anlayabildiğim şudur: Bu güne kadar “Kuruçeşme Tartışmaları” diye bilinen platformu

yürüten, ona asılan ve sahip çıkan çevre, kişi ve gruplar, giderek tek tek katılanların basit bir

toplamından daha fazla bir şeyi ifade eden ve bir kutup olma eğilimi gösteren bu “tartışma

birliği”ni günlük politikaya müdahale olanaklarını zorlayacak bir propaganda ve somut eylem

birlikleri teşebbüşüyle bir adım öteye götürmek istiyorlar. Bu, birlikte ortak bir tartışma

yürütmekten daha fazla bir şeyler yapılabileceği kanısı ve isteminin kabul gördüğü şeklinde

anlaşılabilir.

Kanımca bu sonuç yeterince ihtiyatlı, çeşitli gelişme olasılıklarına yolu kapamayan, açık;

olası çeşitli gelişmelerin önünü açıcı, kolaylaştırıcı ve optimum bir sonuçtur. Bu sonuç içinde

çok farklı beklentiler hala yerini bulabilir ve farklı beklentilere sahip çevreler diğerlerini

etkileme ya da ikna edebilme umudunu ve olanaklarını koruyabilir.

Böyle bir sonuçtan yana olduğumu, desteklediğimi açıkça belirtiyorum.

Bu yöndeki girişimlerin hiyerarşisi konusuna gelince. Kanımca herhangi bir öncelik, önderlik

ya da hiyerarşi dayatmasına gidilmemelidir. Bu ideolojik, politik vs. çalışmalardaki ağırlık,

kalite ile fiilen bir güven temelinde ortaya çıkacak bir şey olmalıdır.

Demir Küçükaydın