die gastediegaste.de/pdf/diegaste-sayi11.pdfpanel sunum ve konuşma Özetleri ... (8 yaşında)...

16
}Sonderschule Sorunu ve Göçmen Toplumu~ Paneli Yapıldı D i e Gaste Sayı: 11 / Mart-Nisan 2010 Die Gaste ile Dil ve Eğitimi Desteklemek İçin İnisiyatif e. V. tarafından düzenlenen “Sonderschule/Förderschule Sorunu ve Göçmen Toplumu” konulu panel 13 Şubat 2010 tarihinde Duisburg-Essen Üniversitesi’nin Essen yerleşkesinde Glas- pavillion’da gerçekleştirildi. Konuşmacı olarak Prof. Dr. Wolfgang JANTZEN (Bre- men Üniversitesi), Prof. Dr. Mehmet ÖZYÜREK (Gazi Üni- versitesi Zihinsel Engelliler Eğitimi Anabilim Dalı Başkanı), Prof. Dr. Ali UÇAR (Alice Salomon Hochschule Berlin), Dr. Jessica M. LÖSSER (Hannover Üniversitesi) ve Yrd. Doç. Dr. Berrin BAYDIK’ın (Ankara Üniversitesi Zihin Engelliler Eğitimi Anabilim Dalı) katıldığı panelin açılışını Duisburg-Essen Üniversitesi Türkistik Bölümü Başkanı ve Panel Yöneticisi Prof. Dr. Emel HUBER yaptı. Prof. Dr. Emel Huber, panel açış konuşmasında 14 yıllık bir geçmişe sahip olan Türkçe öğretmenliği bölümünün za- man içinde öğretmen ve öğretmen adaylarının girişimiyle dil ve edebiyat konularının yanı sıra toplumsal konularda da etkinlikler düzenlediğini belirterek, “Yine öğrencilerimi- zin girişimiyle oluşturulan Die Gaste, bölüm dışından da edindikleri arkadaşlarıyla ikinci bir kurumlaşmayı gerçek- leştirdi. Die Gaste, yalnızca gazete çıkarmakla kalmadı, bi- limsel toplantılar da düzenliyor. Bugün Die Gaste’nin dü- zenlediği ikinci bilimsel toplantıda bir araya geldik. Çoğunuzun bildiği, izlediği gibi bölümümüzde ilk kuruluş güçlükleri atlatıldıktan sonra dil, edebiyat, eğitim, öğretim ve özellikle iki dillilik konularında yalnızca bilimsel çalışmalar yapılmadı. Yaklaşık on yıldır içinde bulunduğumuz za- manda öğrencilerimizle birlikte değişik konularda bilimsel toplantılar düzenledi. Bu toplantılar kurumumuzun çalışma alanına giren konulara yönelik oldu. Bugünkü toplantımız ise, ortaokul ve lise aşamasını kapsamayan yani doğrudan doğruya bölümümüzün çalışma alanına girmeyen bir konu. Almanya’da yaşayan göçmenlerin özellikle Türkiyeli göç- menlerin adını Almanca olarak öğrendikleri Sonderschu- le’ler. Sonderschule Almanya’da yaşayan Türkiyeli göçmenler arasında o denli bilinmeyen bir konudur ki, Münih’te yaşa- dığım yıllarda özel bir okul olarak Türkçeye çevirip, yani ‘pa- ralı okul mu?’ diye soran ya da ‘benim çocuğum özel bir okula gidiyor’ deyip sevinen, gurur duyan anne-babalar ile tanıştım. Sonderschule değişik açılardan güç bir konu. Türk göçmenleri için gelen güçlüklerin yanına bir de Sondersc- hule’ye gitme kararının verilmesi etkili oluyor.” diyerek söz- lerini tamamladı. Panel’in kurumsal destekçilerinden olan TAM Vakfı Ge- nel Müdürü Dr. Andreas Goldberg, “Bugün çok önemli bir etkinlikte bir arada bulunmaktayız. Tüm katılımcıları, bu kötü hava şartlarında katılmak çokta kolay olmasa gerek, Hannover’den, Frankfurt’tan, Berlin’den, Almanya’nın tüm bölgelerinden gelen ve özellikle uzun bir yol kat ederek et- kinliğe Türkiye’den gelen katılımcıları içtenlikle selamlıyo- rum. Hoşgeldiniz!” diyerek sözlerine başladı. Panel’in önemine dikikat çeken Dr. Goldberg, son- derschule/förderschule konusunda geçmiş dönemde TAM olarak inceleme yaptıklarını söyleyerek sözlerini şöyle sür- dürdü: ”Türkiye Araştırmalar Merkezi’nde yirmi yılı aşkın bir süredir görevdeyim. 1985 yılında Sonderschule sorunu ile ilgili ilk araştırmayı yaptık. Aslına bakacak olursak, o günden bu güne olumlu anlamda bir şey değişmedi. Son- derschule/Förderschule’lerdeki Türkiyeli göçmen çocukla- Foto: Tuncay Yıldırım Förderschule (Soldan sağa) Dr. Jessica M. LÖSSER (Hannover Üniversitesi), Yrd. Doç. Dr. Berrin BAYDIK (Ankara Üniversitesi Zihin Engelliler Eğitimi Anabilim Dalı), Prof. Dr. Wolfgang JANTZEN (Bremen Üniversitesi), Prof. Dr. Mehmet ÖZYÜREK (Gazi Üniversitesi Zihinsel Engelliler Eğitimi Anabilim Dalı Başkanı), Prof. Dr. Ali UÇAR (Alice Salomon Hochschule Berlin), Prof. Dr. Emel HUBER (Duisburg-Essen Üniversitesi Türkistik Bölümü Başkanı-Panel Yöneticisi). 13 Göçmen Ailelere Ulaşmanın Yöntemleri Öncelikle tespit edilmesi gereken konu, bu- rada sözü edilen göçmen ailelerin çoğunlukla işçi ve kırsal kökenli olmalarıdır. Nitekim bu kesimin Almanya’ya geliş nedeni de işgücü göçüdür. Yani bu yazıda sözkonusu olan ve ulaşılmak istenen anne-babalar, “Die Gaste” okuru akademisyen top- lum katmanı değil, bu tür basılı yayınlarla ulaşıl- ması güç ve eğitim düzeyi düşük seviyede olan kesimdir. 13 ”Akademisyen Toplum Katmanı”, “Bilgiçlik” ve Die Gaste Herkesin kabul edebileceği gibi, göçmen top- lumunun, özellikle de büyük çoğunluğu oluşturan Türkiyelilerin karşı karşıya oldukları sorunlar doğru ve tam olarak saptanmadığı sürece, bu sorunlara doğru ve pratik çözümler üretmek de olanaksızdır. Dolayısıyla sorunların ele alınması, irdelenmesi ve saptanması yönündeki çabalar ile bunların sonu- cunda ortaya konulacak çözümler birbirine karşıt, birbirini dışlayan, birbirine zıt iki yön değildir. 11 Helal Molekül Haram Molekül Gliserin = C 3 H 5 (OH ) 3 ÷ø Helal Molekül Haram Molekül 9 Söyleşiler III Öteki : Merhaba... Teşekkür ederim! Nasılsın görüşmeyeli? Biri : Çok iyiyim. Geçen söyleşimizi, zorunlu bir nedenle, vedalaşmadan bitirmek zorunda kal- mıştık. Özür diliyorum. Bugün de tragedyanın si- yasi işlevini konuşmaya devam edecek miyiz? 3 ”Sonderschule/ Förderschule Sorunu ve Göçmen Toplumu” Paneli Konuşmaları 15 Değişmesi Gereken Zihniyet Sistemlerdeki görülen olumsuzluklar, do- ğaldır ki, değiştirilmesi gerekiyor, ama bence en önemlisi zihniyetin, kafa yapısının değişmesidir. Anababaların çocuklarının eğitimi konu- sunda özen göstermesi, okullarla ilişkilerin sık- laştırılması ve anadilin öneminin kafalara yerleş- tirilmesi gerekmektedir.

Upload: others

Post on 16-Oct-2020

7 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

Page 1: Die Gastediegaste.de/pdf/diegaste-sayi11.pdfPanel Sunum ve Konuşma Özetleri ... (8 yaşında) “down sendromu” rahatsız-lığından dolayı Sonderschule’ye gönderilme sürecinde

�}Sonderschule

Sorunu ve Göçmen Toplumu~

Paneli Yapıldı

Die GasteSayı: 11 / Mart-Nisan 2010

Die Gaste ile Dil ve Eğitimi Desteklemek İçin İnisiyatif e.V. tarafından düzenlenen “Sonderschule/Förderschule Sorunuve Göçmen Toplumu” konulu panel 13 Şubat 2010 tarihindeDuisburg-Essen Üniversitesi’nin Essen yerleşkesinde Glas-pavillion’da gerçekleştirildi.

Konuşmacı olarak Prof. Dr. Wolfgang JANTZEN (Bre-men Üniversitesi), Prof. Dr. Mehmet ÖZYÜREK (Gazi Üni-versitesi Zihinsel Engelliler Eğitimi Anabilim Dalı Başkanı),Prof. Dr. Ali UÇAR (Alice Salomon Hochschule Berlin), Dr.Jessica M. LÖSSER (Hannover Üniversitesi) ve Yrd. Doç. Dr.Berrin BAYDIK’ın (Ankara Üniversitesi Zihin Engelliler EğitimiAnabilim Dalı) katıldığı panelin açılışını Duisburg-EssenÜniversitesi Türkistik Bölümü Başkanı ve Panel YöneticisiProf. Dr. Emel HUBER yaptı.

Prof. Dr. Emel Huber, panel açış konuşmasında 14 yıllıkbir geçmişe sahip olan Türkçe öğretmenliği bölümünün za-man içinde öğretmen ve öğretmen adaylarının girişimiyledil ve edebiyat konularının yanı sıra toplumsal konulardada etkinlikler düzenlediğini belirterek, “Yine öğrencilerimi-zin girişimiyle oluşturulan Die Gaste, bölüm dışından daedindikleri arkadaşlarıyla ikinci bir kurumlaşmayı gerçek-leştirdi. Die Gaste, yalnızca gazete çıkarmakla kalmadı, bi-limsel toplantılar da düzenliyor. Bugün Die Gaste’nin dü-zenlediği ikinci bilimsel toplantıda bir araya geldik.Çoğunuzun bildiği, izlediği gibi bölümümüzde ilk kuruluşgüçlükleri atlatıldıktan sonra dil, edebiyat, eğitim, öğretimve özellikle iki dillilik konularında yalnızca bilimsel çalışmalaryapılmadı. Yaklaşık on yıldır içinde bulunduğumuz za-manda öğrencilerimizle birlikte değişik konularda bilimseltoplantılar düzenledi. Bu toplantılar kurumumuzun çalışma

alanına giren konulara yönelik oldu. Bugünkü toplantımızise, ortaokul ve lise aşamasını kapsamayan yani doğrudandoğruya bölümümüzün çalışma alanına girmeyen bir konu.Almanya’da yaşayan göçmenlerin özellikle Türkiyeli göç-menlerin adını Almanca olarak öğrendikleri Sonderschu-le’ler. Sonderschule Almanya’da yaşayan Türkiyeli göçmenlerarasında o denli bilinmeyen bir konudur ki, Münih’te yaşa-dığım yıllarda özel bir okul olarak Türkçeye çevirip, yani ‘pa-ralı okul mu?’ diye soran ya da ‘benim çocuğum özel birokula gidiyor’ deyip sevinen, gurur duyan anne-babalar iletanıştım. Sonderschule değişik açılardan güç bir konu. Türkgöçmenleri için gelen güçlüklerin yanına bir de Sondersc-hule’ye gitme kararının verilmesi etkili oluyor.” diyerek söz-lerini tamamladı.

Panel’in kurumsal destekçilerinden olan TAM Vakfı Ge-nel Müdürü Dr. Andreas Goldberg, “Bugün çok önemli biretkinlikte bir arada bulunmaktayız. Tüm katılımcıları, bukötü hava şartlarında katılmak çokta kolay olmasa gerek,Hannover’den, Frankfurt’tan, Berlin’den, Almanya’nın tümbölgelerinden gelen ve özellikle uzun bir yol kat ederek et-kinliğe Türkiye’den gelen katılımcıları içtenlikle selamlıyo-rum. Hoşgeldiniz!” diyerek sözlerine başladı.

Panel’in önemine dikikat çeken Dr. Goldberg, son-derschule/förderschule konusunda geçmiş dönemde TAMolarak inceleme yaptıklarını söyleyerek sözlerini şöyle sür-dürdü: ”Türkiye Araştırmalar Merkezi’nde yirmi yılı aşkınbir süredir görevdeyim. 1985 yılında Sonderschule sorunuile ilgili ilk araştırmayı yaptık. Aslına bakacak olursak, ogünden bu güne olumlu anlamda bir şey değişmedi. Son-derschule/Förderschule’lerdeki Türkiyeli göçmen çocukla-

Foto: Tuncay Yıldırım

Förderschule

(Soldan sağa) Dr. Jessica M. LÖSSER (Hannover Üniversitesi), Yrd. Doç. Dr. Berrin BAYDIK (Ankara Üniversitesi Zihin Engelliler Eğitimi Anabilim Dalı),Prof. Dr. Wolfgang JANTZEN (Bremen Üniversitesi), Prof. Dr. Mehmet ÖZYÜREK (Gazi Üniversitesi Zihinsel Engelliler Eğitimi Anabilim Dalı Başkanı), Prof. Dr. AliUÇAR (Alice Salomon Hochschule Berlin), Prof. Dr. Emel HUBER (Duisburg-Essen Üniversitesi Türkistik Bölümü Başkanı-Panel Yöneticisi).

13Göçmen AilelereUlaşmanın Yöntemleri

Öncelikle tespit edilmesi gereken konu, bu-rada sözü edilen göçmen ailelerin çoğunlukla işçive kırsal kökenli olmalarıdır. Nitekim bu kesiminAlmanya’ya geliş nedeni de işgücü göçüdür. Yanibu yazıda sözkonusu olan ve ulaşılmak istenenanne-babalar, “Die Gaste” okuru akademisyen top-lum katmanı değil, bu tür basılı yayınlarla ulaşıl-ması güç ve eğitim düzeyi düşük seviyede olankesimdir.

13”AkademisyenToplum Katmanı”, “Bilgiçlik” ve Die Gaste

Herkesin kabul edebileceği gibi, göçmen top-lumunun, özellikle de büyük çoğunluğu oluşturanTürkiyelilerin karşı karşıya oldukları sorunlar doğruve tam olarak saptanmadığı sürece, bu sorunlaradoğru ve pratik çözümler üretmek de olanaksızdır.Dolayısıyla sorunların ele alınması, irdelenmesi vesaptanması yönündeki çabalar ile bunların sonu-cunda ortaya konulacak çözümler birbirine karşıt,birbirini dışlayan, birbirine zıt iki yön değildir.

11Helal MolekülHaram Molekül

Gliserin = C3H5 (OH)3

÷ øHelal Molekül Haram Molekül

9 Söyleşiler III

Öteki : Merhaba... Teşekkür ederim! Nasılsıngörüşmeyeli?

Biri : Çok iyiyim. Geçen söyleşimizi, zorunlubir nedenle, vedalaşmadan bitirmek zorunda kal-mıştık. Özür diliyorum. Bugün de tragedyanın si-yasi işlevini konuşmaya devam edecek miyiz?

3”Sonderschule/Förderschule Sorunu ve Göçmen Toplumu”Paneli Konuşmaları

15DeğişmesiGereken Zihniyet

Sistemlerdeki görülen olumsuzluklar, do-ğaldır ki, değiştirilmesi gerekiyor, ama bence enönemlisi zihniyetin, kafa yapısının değişmesidir.

Anababaların çocuklarının eğitimi konu-sunda özen göstermesi, okullarla ilişkilerin sık-laştırılması ve anadilin öneminin kafalara yerleş-tirilmesi gerekmektedir.

Page 2: Die Gastediegaste.de/pdf/diegaste-sayi11.pdfPanel Sunum ve Konuşma Özetleri ... (8 yaşında) “down sendromu” rahatsız-lığından dolayı Sonderschule’ye gönderilme sürecinde

Die Gaste2

DIe GaSte

İKİ AYLIK TÜRKÇE GAZETE

DİL VE EĞİTİMİ DESTEKLEMEK

İÇİN İNİSİYATİF e.V.

GENEL YAYIN YÖNETMENİ

(ViSdP): ZEYNEL KORKMAZ

(Duisburg/Essen Üniversitesi,Türkçe Öğretmenliği Bölümü)YAYIN YÖNETİMİ:

ENGİN KUNTER (Doktorandin)

GÜLDEN GÜNGÖR

OZAN DAĞHAN

İnternet Adresiwww.diegaste.deE-Posta Adresi:[email protected]

Dizgi:Die Gaste VerlagBaskı:Hürriyet - Almanya

Panel Sunum ve Konuşma ÖzetleriDie Gaste Adına Panel Açış Konuşması

Göçmenlerin Çocukları ve Öğrenme Güçlüğü Tanısıyla ilgili Olası Problemlerve Çözüm Önerileri

Başarısız Öğrenci Efsanesinin Yararlarıİki Söyleşi

Söyleşiler IIIDünden Bugüne

Helal Molekül, Haram MolekülGöçmen Ailelere Ulaşmanın Yöntemleri

“Akademisyen Toplum Katmanı”, “Bilgiçlik” ve Die GasteDeğişmesi Gereken Zihniyet

Die Gaste’nin Anadili ve Eğitim Toplantıları BaşlıyorAlman Anayasa Mahkemesi: “Veri Depolama” Anayasaya Aykırı

Berlin Film Festivalinde Altın Ayı Ödülünü “Bal” Filmi Aldı

Zeynel KorkmazProf. Mehmet Özyürek

Prof. Dr. Winfried KronigNihat BozkurtKoral OkanOzan DağhanMehmet KorkmazDr. Hakan AkgünDie GasteNebahat S. ErcanHaberHaberHaber

356

78 9

1011131315161616

İÇERİK

rının sayılarında bir azalma görülebilir. Fakat benim görüşümegöre; Türkiyeli göçmen çocuklarının ortalama düzeyin üstündebir çoğunlukta Sonderschle/Förderschule’lerde olması önemli birsorun. Konunun yakıcı olduğuna ve birlikte mücadele etmemizgerektiğine inanıyorum.

Esasen eğitim sisteminin ayrıntılarına ve tek tek yönlerinegirmek istemiyorum. Bunun için burada konunun uzmanları bu-lunmakta. Eski cumhurbaşkanımız Johannes Rau’un deyimiyle,‘Almanya’da tebrik ve selamlama konuşmalarında harcanan za-man grevlerde harcanandan zamandan daha çok’. Bu nedenlekonuşmamı selamlama ile noktalıyorum.”

Dr. Glodberg’den sonra bir Alman velisi olarak konuşanMichael Baumeister, Alman bir anne-babanın Alman eğitim sis-temi ile deneyimlerini ortaya koydu. İki çocukları olduğunu vebüyük çocukları Noah’nın (8 yaşında) “down sendromu” rahatsız-lığından dolayı Sonderschule’ye gönderilme sürecinde yaşadık-larını anlatmaya başlarken, “Sizlere edinmiş olduğumuz bazı de-neyimleri anlatmak istiyorum. Aile olarak başından itibarençocuğumuzun diğer çocuklar ile birlikte büyümesine, öğrenme-sine ve tüm çocukların gereksinmelerine sunulan hizmetlerdenyararlanmasına önem verdik. Örneğin, yüzme, aile-çocuk-bedeneğitimi programları vb.” dedi.

Çocuklarının üç buçuk yaşında bütünleştirici anaokulunabaşladıktan sonra diğer çocuklarla hızlı bir şekilde ve bugün halasüren arkadaşlıklar kurabildiğine dikkat çekerek, “anaokulunabaşladıktan birkaç ay sonrasında özellikle dil ve sosyal davranış-ların gelişiminde ilerleme kaydetti. Ayrıca fizyoterapi, ergoterapi,dil desteği, erken destek gibi çeşitli programlara katıldı. Bu süreçbize sağaltım ve destek programlarının gelişimi destekleyeceğini,fakat çocukların birbirlerinden öğrendiklerinin belirleyici oldu-ğunu öğretti. Prof. Georg Feuser’in deyimiyle ‘Engelli olmayanyaşıtlarıyla olan uyumlarını; hiçbir şey, hiçbir kimse ve de hiçbirözel eğitim cambazlığı telafi edemez’” diyerek sözlerini sürdürdü.

NWR eğitim sistemine göre 6 yaşında bir çocuğun zorunlueğitime başlamasını uygun gören yasalar doğrultusunda çocuk-larının 2007 eğitim yılı başlamadan 5 gün öncesinde 6. yaşınıdoldurduğundan hem aile olarak hem de çocuklarını tanıyan eği-timciler, terapistler ve doktorlar tarafından da çocuğun bir yıldaha anaokuluna devam etmesi şeklinde tavsiyelerde bulunduk-larını fakat eğitim sistemi karşısında şanslarının olmadığını söy-lediklerini anlatan Michael Baumeister, “Ve böylece öğrendik ki,eğer çocuğunuzun normal şekilde yetişmesini istiyorsanız mü-cadele etmelisin, çünkü hiçbir şey hediye olarak sunulmuyor”diye konuşmasını sürdürdü. NWR eğitim sisteminde bir çocuğunokula geç başlamasına gerekçe olarak ancak sağlık sorunları varsakabul edildiğini, okul sağlık hizmetleri çizelgelerine göre sağlıkkavramının en geniş anlamıyla betimlendiğini ve buna göre sür-mekte olan sağaltım ve destek önlemlerinin dikkate alınarakokula geç başlayacak bir çocuk için başka bir akademik görün-genin sağlanabileceği lakin bölge sağlık bakanlığı müdiresi ile

telefon görüşmesinde bu gerekçenin engelli çocuklar için geçerliolmadığını ve özel eğitime ihtiyacı olan çocukların derhal özeleğitim okullarına gönderilmesi gerektiğini, buna karşın da çocukdoktorunun ve terapistin görüşüne göre bunun hiçbir rol oyna-madığı ve bu kişilerin eğitim ve tıp bilgisinden habersiz olduğunutasvir ederek devam eden Michael Baumeister, “Oğlumuzu ha-yatında bir kez bile görmemiş bir kimse, oğlumuz için neyin dahaiyi olduğunu, bizden daha iyi bileceğini iddia ediyor, ne yazık ki,Almanya’da okul ile bağlantılı sorunlarda böyle kendini beğen-mişliklerle karşılaşmaktayız” dedi.

Okul sağlık kontrolüne paralel olarak AOSF göre tespit sü-recinin de başlatıldığını, bir çocuk için en iyi destek yerinin sap-tanmasına ilişkin hazırlanan rapora yönelik olarak “bilirkişi rapo-runa göre, oğlumuz büyük olasılıkla bir yıl sonra iyi bir şekildeengelli ve engelli olmayanlar ile birlikte derslere katılabilecekti,fakat henüz istenilen yeterliliğe ulaşmamış. Tavsiye edilen yerFörderschule’ydi. Görüşmemizde Förderschule’de emin ellerdeolacağını söylediler. Küçük sınıflarda çocuğun gereksinmeleriniesaslı olarak anlaşılabileceğini ve Förderschule’in hiçbir şekildeçıkmaz sokak olmadığını ve daha sonra birlikte eğitime geçişinmümkün olduğu söylendi. Biz, özel bir yol izlemek istemiyorduk,istediğimiz ise genel eğitim sınıflarında eğitim alması ve bir yılokula geç başlamasıydı. Dava açma tehdidi ve konuyla ilgili bütünbireylerle birlikte bakanlığa kadar gittik ve baskı yaptık. Nihayetokul kurulu ile görüşmemizden sonra oğlumuzun okula bir yılgeç başlamasını elde edebildik. Ve öğrendik ki, kim baskı yaparsa,kim kendini savunursa, kim bürokrasiyi sinir ederse; çocuğu içinistediğini elde edebilir... Çocuklarımızın hakları olan birlikte öğ-retim (gemeinsames Lernen) için okulların hazır duruma getiril-mesini bekleyemeyiz, beklersek; asla hiçbir şey değişmez. Aileler,çocuklarının ayrıştırılması hazmetmek istemediklerinden, Al-manya entegrasyon ile sağlamak istediği her şeye ulaşmıştır.Bizler, Dorsten kasabasında aile insiyatifi adında bir dernek kurdukve NRW’deki diğer ailelerle de iletişim içindeyiz. Örneğin NRW-Bündnis eine Schule für Alle (Herkes İçin Tek Okul Birliği) ve Geme-insam Leben, Gemeinsam Lernen NRW (Birlikte Yaşam, Birlikte Öğ-rentim) dernekleri gibi. Ailelerin tek başına eğitim sistemine karşıçocuklarının haklarını savunması zordur, bu sorunu yaşayan veyaşamakta olan diğer ailelerle bağlantı kurmalarını önemle tavsiyeederim” diyerek konuşmasını tamamladı.

Michael Baumeister’den sonra konuşan Gülderen Güngör,bir Türkiyeli aile olarak başlarından geçen olayları anlattı. (Bkz.Sayfa: 4)

Gülderen Güngör’ün konuşmasından sonra Panel’i düzen-leyenler adına Zeynel Korkmaz konuştu. (Bkz. Sayfa: 5)

Verilen kısa aradan sonra Panel’in davetli konuşmacıları su-numlarını yaptılar.

Hannover Üniversitesi’nden Prof. Dr. Rolf Werning ağır birenfeksiyon geçirdiği için katılamadı.

Page 3: Die Gastediegaste.de/pdf/diegaste-sayi11.pdfPanel Sunum ve Konuşma Özetleri ... (8 yaşında) “down sendromu” rahatsız-lığından dolayı Sonderschule’ye gönderilme sürecinde

Prof. Dr. Wolfgang Jantzen

Panel’in ilk konuşmasını yapan Prof. Dr. WolfgangJantzen, Almanya’daki eğitim sisteminin PİSA Araştır-malarıyla birlikte tartışmaya açıldığını ve bu araştır-manın ortaya koyduklarının Alman eğitim sistemi içinbir skandal olduğunu belirterek, “Bu olguyu BM Eği-timde İnsan Hakları Raportörü Vernor Munoz’un Mart2007 tarihli raporu vurgulamaktadır: Eğitim hakkı heryerde yeteri düzeyde hayata geçirilmemekte. Bu, özel-likle göçmenleri, sosyal açıdan zayıf kesimleri ve en-gelli çocukları etkilemektedir. Federal Almanya, ‘çokseçici ve elbette ayırımcı olan çok bölümlü okul siste-mini tekrar gözden geçirmeye’ çağırılmaktadır. Özel-likle ilkokul dördüncü sınıftan itibaren farklı okul tür-lerine yönlendirilen çocuklar ‘uygun olmayan birşekilde değerlendirilmektedir’, mağdur olanlar ise, ço-ğunlukla sosyal açıdan zayıf ailelerdir. Bu nedenle ‘herçocuk için sosyal eşitsizliğin aşılması, eşit ve adil eğitimfırsatlarının güvenceye alınması için etkinliklerin baş-latılması’ zorunludur.” diye konuştu.

“Ayırımcılığa tabi olanlar, dışlandıklarının bilin-cindeler.” diye sözlerini sürdüren Prof. Dr. Jantzen, “Ço-cukların, bulundukları kendi özel okullarında ayırım-cılığı hissetmeleri, öğrenim engelli okullarında vedavranış bozukluğu için okullarda bir süreklilik olaraksaptanmıştır. Göçmen çocukları açısından da çoğun-lukla bir biriktirilme yerine dönüşen zihinsel engellilerokullarında da, çocuklar sık sık ayırımcılığı hissetmek-tedirler.”

Konuşmasının devamında eğitim kavramına de-ğinen Prof. Dr. Jantzen şunları söyledi:

“Eğitim, kendi geleceğini belirlemeyi, katılımı vedayanışma yeteneğini geliştirmeyi amaçlayan bir sü-reçtir (Klafki 1991). Eğitim, genelin içerisinde bir araçolan, insan yaşamının büyük ve önemli konuları çev-resinde yerleşmişan bir süreçtir, “anahtar konular” :sevgi ve cinsellikten savaş ve barışa, teknik gelişimin-den ve tekniğin sonuçlarından, ayrıca doğanın korun-ması ve doğanın tahrip edilişine ilişkin sorulara kadarve daha bir çok şey... Ve bütün bu sorular, belirli geli-şimsel özellikler ve bireysel şartlar dikkate alındığında,ilkesel olarak hauptschule ve sonderschule öğrencileriaçısından da ulaşılabilir. Benzer bir şekilde Stegemann(1983), değişik gelişim düzeyleri bağlamında, okul ön-cesinde ve okul çağında şu gelişim aşamalarını for-müle etti: Eğitim yüksek bir düzeyde ve yüksek birdüzeye doğru gelişimdir...

Buna göre iyi bir ders, genel olarak, sonunda salttüme varım şeklinde iplerin biraraya getirilmesi veabc düzeyinde bilginin saptanması yerine, göreve baş-lanılmadan önce, göreve ilişkin en uygun yönelimigeliştirmelidir; deney ve deneyime yönelimli ve im-kanlara göre projelerde gerçekleşen bir ders, iyi birders olurdu; kavramların sistematik olarak yapılandı-rılmasını odak noktasına taşıyan bir ders, iyi bir dersolurdu.”

Eğitim sistemine ilişkin değişik araştırmalardan

örnekler veren Prof. Dr. Jantzen bir çözüm olarak “ya-ratıcı çözgü” tasarası konusunda bilgi verdi.

“Ben bu tasarıyı, yakın işbirliğinde bulunduğum,Sao Paulo’daki Katolik Pontifikat Üniversitesi’ndekiaraştırmacılardan alıyorum (2008, 2009, Liberali&Fuga2007). Ve ben, Paolo Freires’e uygun manada bu tür-den bir desteğin, sözüm ona özel pedagoji’nin (För-derpädagogik) bankacı metodundan farklıdır. Bu ban-kacı tasarısına göre “insan sadece dünyadadır, amadünyayla ve diğerleriyle birlikte değildir. İnsan bir se-yircidir, yeniden yaratıcı değil. Bu bakış açısından insanbilinçli bir varlık değil, o, daha çok, bilinci zilyetindebulundurandır: boş duyularının dış dünyadan, ger-çeklikle ilintili dolguları edilgen biçimde almaya açıkolandır.” (Freire 1973, 60f)

Diyaloğun ve kişileri kabul etmenin üzerinde inşaedilen yaratıcı çözgü taslağında ise, bu farklıdır. O,üniversite çalışanları, okul müdürlükleri, öğretmenlerüzerinden, sürekli olarak bir diyalog odaklı pedagojiyeyönelimli, öğrencilerle adım adım türevsel konulargeliştiren, sürekli aşağıdan yukarıya geri dönüşlü, herdüzeyde sivil toplumsal bilinci yapılandıran ve politiksüreçlerde, yani kamusal bir olgu olarak, res publicaoluşan, birlikte paylaşma ve duyusal anlamların ge-rekliliğinden yola çıkar.”

Prof. Dr. Jantzen, konuşmasının son bölümündeson dönemde gelişen içselleme (inklusion) tartışma-larına değinerek sözlerini şöyle tamamladı:

“Almanya’da kim içselleme (Inklusion) istiyorsa,içselleme pedagojisine kayıtsız şartsız güvenmeme-lidir ve hiçbir durumda o hakim özel pedagojiye. Okişi ya da bir başkası bugün nelerin mümkün oldu-ğunu görmek için dünya geneline bakmalıdır. Günü-müzde buna yönelik pedagojinin büyük çoğunluğun-dan bir çeşit çözüm beklemekten daha önemli olan,aşağıdan bir kamuoyu aracılığıyla, artık mevcut vebundan dolayı burada da mümkün olan bu olgularıntümünün tanıtılması ve gerçekleşebilmeleri yönündeetkide bulunulmasıdır.”

Prof. Dr. Mehmet Özyürek(Gazi Üniversitesi, Zihinsel Engelliler Anabilim Dalı Başkanı)

Göçmenlerin çocukları ve öğrenme güçlüğü ta-nısıyla ilgili olası problem ve çö-züm önerileri konularına deği-nen Prof. Dr. Mehmet Özyürek(Gazi Üniversitesi, Zihinsel Engel-liler Anabilim Dalı Başkanı), göç-men çocuklarının çoğunluk ak-ranlarından daha yüksek orandaFörderschule ve Sonderschulegibi okullara seçilmelerine yolaçan tanılama sürecini betimle-yerek, göçmen çocuklarının buokullara seçilmelerine yol açantanılama sürecini dikkate alarak

genel eğitim sınıflarına çoğunluk akranları gibi devamedebilmeleri için gereken önlemlerin alınması gerek-tiğini ve Sonderschule/Förderschule gibi okullara yer-leştirilen göçmen çocuklarının çoğunluk akranlarıgibi eğitim almalarına hizmet etmediğini belirtti.

Konuşmasına öğrenme güçlüğü tanımına ve ta-nılama sürecine ilişkin açıklık getirerek başlayan Prof.Dr. Mehmet Özyürek, “Öğrenme güçlüğü kavramı al-gısal yetersizlikler, beyin zedelenmesi, beyinde mi-nimum düzeyde işleyiş bozukluğunu, disleksia ve ge-lişimsel afazya gibi durumlar nedeniyle okuma, yazmaya da matematik gibi akademik ve dinleme, konuşmagibi iletişim ve düşünme alanlarında görülen öğ-renme güçlüklerini kapsamaktadır. Ancak görme,işitme ya da devimsel yetersizlikleri, zihin geriliği,duygusal bozukluklar, kültürel ya da ekonomik yok-sunluklar sonucu olan öğrenme güçlüklerini kapsa-mamaktadır” diye konuştu.

Sonderschule/Förderschule gönderilme aşama-sında kullanılan testleri eleştiren Prof. Dr. Mehmet Öz-yürek, “standartlaştırılmış norm bağımlı (bağıl) testlerölçtükleri şeyleri doğru olarak ölçüp ölçmediklerinianlamak için testin geliştirildiği norm kümesine bak-mak gerekir. Norm kümesi genel olarak çoğunluktanoluştuğundan ancak çoğunluk kümesinden gelen ço-cuklara uygulandığında ölçtüğü şeyi doğru ölçmesimümkün olur. Bu durumda uygulanan testlerin ge-liştirilirken yararlanılan çocuk kümesi çoğunluğu tem-sil ettiğinden, göçmen çocukları temsil etmediğinden,göçmenlerin çocuklarına uygulandıklarında hatalı so-nuçlar vermesi söz konusu olacaktır. Ayrıca, göçmen-lerin düşük sosyo-ekonomik gruptan gelmeleri ve dü-şük sosyalizasyona sahip olmaları; çocuklarının okulabaşlayıncaya kadar okulla ilgili kavram ve becerilerikazanmak için yeterli öğrenme yaşantıları olması içinengeldir” diyerek sözlerini sürdürdü.

Prof. Dr. Mehmet Özyürek konuşmasının son bö-lümünde çözüm önerilerine yer verdi.

“Erken özel eğitimin topluma ekonomik yüküdaha az olması hem de önleyici olması nedeniyle göç-menlerin çocukları bebeklikten itibaren risk gruplarıkapsamına alınıp erken özel eğitim önlemlerine yerverilerek yetersiz sosyalizasyondan kaynaklanan ye-tersiz öğrenme yaşantıları önlenerek çoğunluk akran-ları gibi öğrenmeleri için fırsat yaratılmış olur. Üç altıyaş arasında olan göçmenlerin çocukları niteliğindekierken eğitim programlarına yer verilerek göçmenlerinçocuklarının lernbehinderte tanılanmaları önlenmişolur ve yaşayacakları topluma daha iyi yetişmelerinefırsat hazırlanarak eğitimde fırsat eşitliği sağlanmışolur. Okul döneminde ise öğrenme güçlüğü tanısı ko-nulmuş göçmen çocukları için ölçüt bağımlı ölçü araç-larıyla programa dayalı değerlendirmeye yer vererekakranları gibi öğrenmesi sağlanabilir.” diyerek sözlerinitamamladı.

Prof. Dr. Ali Uçar(Alice Salomon Hochschule Berlin)

Panelin ikinci bölümünde söz alan Prof. Dr. AliUçar, konuşmasında ağırlıklı olarak göç kökenli ço-cukların sonderschulelerdeki konumlarını, sorunu ya-şayanların bakış açısından irdeledi. Göç kökenli en-

3Die Gaste

Foto: Tuncay Yıldırım

}So

nder

schu

le/F

örde

rsch

ule

Soru

nu v

e G

öçm

en T

oplu

mu~

Pane

li

Foto: Tuncay Yıldırım

Page 4: Die Gastediegaste.de/pdf/diegaste-sayi11.pdfPanel Sunum ve Konuşma Özetleri ... (8 yaşında) “down sendromu” rahatsız-lığından dolayı Sonderschule’ye gönderilme sürecinde

Die Gaste4}

Sond

ersc

hule

/För

ders

chul

eSo

runu

ve

Göç

men

Top

lum

u~Pa

neli

gellilerin toplumda daha fazla ve birçok yönden ay-rımcılığa ve dışlanmaya tabi olduklarını belirterek, “En-gelli göçmen aile çocuklarının eğitim durumu nasıldırve fırsat eşitliği nasıl gerçekleştirilebilir?” sorusu teme-linde göçmen çocuklarının bölümlenmiş okul siste-mine dağılımını, mezuniyet düzeylerini, okuldan dip-lomasız ayrılma oranlarını ve meslek eğitimi durum-larını açımladı.

Göçmen çocuklarının sonderschulelere gönde-rilme oranlarının sürekli arttığını kaydeden Prof. Dr.Uçar, “Farklı rakamlar, her eyalette özel eğitim gerek-sinimi duyan çocuklara farklı muamele yapıldığına işa-ret etmektedir”. Yabancı çocuklarının sonderschuleleresıradışı boyutta gönderiliyor olması, “Sonderschulelergöçmen okulları mıdır?” sorusunu akıllara getirmek-tedir diyen Prof. Dr. Uçar, sözlerine şöyle devam etti:“Engelli çocukların ayrılması, seçici eğitim sistemininbir parçasıdır. Normal okul tüm çocukları teşvik ede-bilecek durumda değil ve bu nedenle çocukları seçereksonderschuleye yerleştirmekte. Göçmen çocukları buseçicilikten daha çok etkilenmektedir ve normal okulbu çocuklarla olan sorunlarını sonderschuleye havaleetmektedir. Sonderschule ise bu sorunları, sosyo-kül-türel nitelikli oldukları için çözememekte. Bu açıdan

göçmen çocuklarının eğitim sorunlarınınözel pedagojide yoğunlaşması, etnisiteleş-tirilmesi ve kültürselleştirilmesi tehlikesimevcuttur.” PISA araştırmalarının sosyal kat-man aidiyeti ile okul başarımları arasındakibağı açığa çıkardığını belirten Prof. Dr. Uçar,öğrenim engelli okullarının alt sosyal kat-man ve yoksul aileler için olduğunu dile ge-tirdi. Özel eğitimde, göçmenler bağlamındayapılan hatalar arasında tanısal süreçlerinyetersizliği, dilsel ve kültürel farklılıkların busüreçte göz ardı edilmesi, özel eğitmenlerininterkültürel alandaki eksikleri, ailenin bilgisizliği veokul ile aile arasındaki işbirliğinin zayıf olması bulun-duğunu söyleyen Prof. Dr. Ali Uçar şunları belirtti: “Çok-kültürlülük ve çokdillilik interkültürel eğitimin çalışmaalanlarına yansımalı ve tanılama, teşvik ve tedavi sü-reçlerinde gözönünde bulundurulmalıdır. Engelli veengelli olmayan insanların birlikte eğitimi desteklen-meli, öğrenim engelli okulları kademe kademe feshe-dilerek normal okul sistemiyle bütünleşmeli, öğret-menler interkültürel alanda yetkinleşmeli, aileler ileokul arasındaki işbirliği güçlendirilerek, bu bağlamdakültür çevirmenliği uygulamasına geçilmeli”. Prof. Dr.

Uçar, özel olarak göçmenlerin eğitim durumla-rının iyileştirilmesi için hukuksal, sosyal, siyasalve ekonomik statülerinin güçlendirilmesi vemüfredat programlarının, multikültürü, inter-kültürü, çokdlilliliği ve anadilini kapsayacak bi-çimde yenilenmesi gerektiğine işaret etti.

Jessica Löser(Hannover Üniversitesi)

Panelde, rahatsızlığı nedeniyle etkinliğekatılamayan Prof. Dr. Rolf Werning’in yerine ka-tılan Jessica Löser, engelli eğitimi bağlamındaAlmanya’da mevcut veriler ve olgular temelindeaçıklayıcı modellere değinerek, sunumundayeni bakış açılarına yer verdi. Diğer önde gelenendüstri ülkelerinden farklı olarak Alman eğitimsisteminin seçiciliğe dayalı bölümlenmiş bir ya-pıya sahip olduğunu ve paralel olarak bir För-derschule sistemini de kapsadığına değinenLöser, özel eğitim gereksinimi olan çocuklarınbüyük bölümünün öğrenim engelliler için för-derschulelerde bulunduğunu belirtti. Bu ko-nudaki düşüncelerini şöyle açıkladı: “Biz herşeyden önce Alman eğitim sisteminin homo-jenleştirme uygulamasının ve seçici tutumu-nun, göç kökenli çocukların mağdu- riyeti açı-sından temel bir kriter olduğu görüşündeyiz…Dilsel sorunlar da sıkça öğrenim sorunu biçi-minde yeniden tanımlanmaktadır. Bir çocukeğer dil sorunu yaşıyorsa, bu yeniden tanım-lanmakta, öyle ki, çocuğun öğrenim zorluğuçektiği ve förderschuleye gitmesi gerektiği söy-lenmekte. Bizim bakış açımızdan bu, sistemeözgü bir sorundur”.

Löser, eyaletler karşılaştırmasında för-derschulelere gönderilme riskinde ortaya çıkanfarklılığı açımlayarak, “Baden-Württemberg veAşağı Saksonya’da förderschuleye gönderilmeriski Berlin ya da Bremen’den çok daha yüksek.Bu veriler sadece çocuğun neden gösterileme-yeceğini netleştirmektedir. Burada da tezimiz,nedenin çocukta aranamayacağı ve göç kökenliçocukların mağduriyet olgularının açıklanabil-mesi için farklı bakış açılarının kullanılması ge-rektiğidir.” dedi. Konuşmasında Almanya içiniçselleştirici bir uygulama istediklerini vurgu-layan Löser, yeni çözümlere yer verdiği sunu-munu şu şekilde tamamladı: “Rolf Werning vediğer birçok araştırmacı, Almanya’da içselleş-tirmeye ilişkin yapıların geliştirmesini talep edi-yorlar. Biz bunu sadece ilkokullar için değil,daha geniş alanlarda istiyoruz. Bunun için esas

olan, dördüncü sınıftan sonra seçicilik yapılmamasıdır.Dilsel teşvik, geliştirilmesi gereken temel bir alandır,İsveç’te örneğin hem İsveççeye hem de anadiline teşvikuygulanmaktadır. Ailelerin katılımı, üzerinde durulmasıgereken bir konudur. Kanada’da uygulandığı gibi, göç-men- lerin yoğun olarak bulunduğu okullarda, sosyaldanışmanların yanı sıra settlement worker devreye gi-rebilir. Bunların görevi ailelerin öğretmenlerle ve ku-rumlarla ilişkisinde yardım etmek, çeviri yapmak, iş vekonut sorununda destek olmaktır.”

Yrd. Doç. Dr. Berrin Baydık(Ankara Üniversitesi)

Ankara Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr. Berrin Bay-dık dil ve kültür farklılığı olan öğrencilerin değerlen-dirilme ve eğitim sorunları kapsamında özel eğitimkonusundaki gelişmeleri aktararak, konunun daha iyikavranmasına yönelik açıklamalarda bulundu. Konuş-masını dilsel faktörler, kültürel faktörler ve ailesel fak-törler olmak üzere üç bölümde yapan Yrd. Doç. Dr.Berrin Baydık dilsel faktörler konusunda anadilde veikinci dilde yetersizlikler nedeniyle yapılan testlerinolumlu sonuçlar veremeyeceğini, ayrıca yapılan test-lerde daha çok performans yönüne ağırlık verilse bileçocuğun verilen önermeler karşısında anlamakta güç-lükler yaşayacağına vurgu yaparken, “standart testleryerine çocuğun akademik ve sosyal gereksinimlerinibelirleyen değerlendirme yöntemleri (gözlem, informalaraçlar, aile görüşmesi vb.) kullanılmalı ve standarttestler de eğitsel amaçlı değil, gereksinim belirlemeamaçlı kullanılmalıdır, ayrıca anadilin desteklenmesiçok önemli, anadilin üzerine ikinci dili eklediğimiz za-man sağlıklı bir şekilde kendi bağlamları bu dilde öğ-retilir ise, biliyoruz ki, araştırma normları da bunu or-taya koyuyor, iki dillilik zihinsel gelişimi pozitif olaraketkileyen bir durum o nedenle anadili üzerinden ikincidilin öğrenilmesini çok önemli buluyorum” dedi.

Göçmen çocuklarının kültürel farklılıkları gözönünde bulundurulmalı ve öğretmen ve eğitmenlerebu yönde eğitim verilmesi gerektiğinin önemi üzerindeduran Yrd. Doç. Dr. Berrin Baydık, “öğretmenin bilgilive becerili olması çok önemli, öğretmenin sınıf yöne-timi ve davranış yönetimi konusunda yetkin olması vekültürel farklılıklarının çocuğun öğrenmesine etkisininfarkında olması gerekiyor. Özellikle iki dilli çocuklarınbulunduğu sınıflardaki öğretmenler ikinci dilin des-teklenmesi konusunda da bir eğitim almaları lazım”diyerek konuşmasını sürdürdü.

Konuşmasının son bölümünde, ailenin sosyo-ekonomik yapısı ve çocuk üzerindeki etkisine ilişkinolarak şunları söyledi: “Çocukların okul öncesi döne-mindeki okur-yazarlık, etkinliklere katılma, aile ile bir-likte kitap okuma, kitap, kalem, yazılı materyalle çevrilizengin çevreden ne kadar yoksun olurlarsa okula baş-ladıklarında da o kadar akademik güçlük çekebiliyorlar.Aile eğitim programları ile ailelere eğitim verebilecekve yol gösterebilecek bir yapılanma olursa iyi olur diyedüşünüyorum. Ayrıca çocukları akranlarından ayırma-dan eğitmeli, en az sınırlayıcı ortam akranlarının ol-dukları ortamdır. Sonderschule’ler bu çocuklar için hiç-bir gereksinim sağlayan ortamlar kesinlikle değildir,gereksinmelerinin karşılanması şartıyla en iyi eğitebi-lecekleri ortam genel eğitim okullarıdır.”

Değerli hocalarım, değerli konuklar,Benim adım Gülderen

Güngör. 41 yaşındayım, 3 çocukannesiyim, 23 senedir fabrika iş-çisiyim, 4 sendir işçi temsilciliğiyapıyorum. Bu Förderschule’dede bir dönem veliler temsilcili-ğindeydim.

Çocuğumuz şimdi yirmi yaşında, üç çocuk annesiyim.Çocuğumuz 1995’te normal ilkokula başladı. Birkaç ay sonraokul yönetmenliğinden bize haber geldi. Gelin görüşelim.Gittik, çocuğunuzda neurodermitis hastalığı var, onun içinderslere kendisini veremiyor, onun için kendisi için Fördersc-hule daha iyi olacağını söylediler. Förderschule’de sekiz ileon çocuk olacağını söylediler. Bu okulda daha çok ilgi göre-ceğini söylediler. Daha iyi bir eğitim verileceğini söylediler.Sonra belirli bir dereceye geldiğinde diğer okullara geçebi-leceğini söylediler. Sonra iyi bir Förderschulabschluss kötübir Hauptschuleabschluss’dan daha iyi olacağını söylediler.Biz de çocuğumuzun iyiliği için, Förderschule’yi seçtik. Vedevlet(in) bu çocuğu ortada bırakmayacağını söylediler. Buçocuklara daha iyi destek vereceklerini ve işsiz kalmayacak-larını, meslek eğitiminde daha çok destek alacakları söyle-diler. Biz de böylelikle çocuğumuzu Förderschule’ye verdik.

Çocuğumuz üçüncü sınıfa geldiğinde sınıf öğretmeniile konuşmaya gittim. Çocuğuma iyi bir eğitim verilmediğinisöyledim. Daha iyi bir şeyler yapabileceklerini ve daha faklıbir eğitim verebilecekleri söyledim. Sınıf öğretmeni bununüzerine beni iki üç hafta sonra konuşmaya çağırdı. Gittiğimdebir okul psikologu, bir başka öğretmen ve sınıf öğretmenivardı. Sınıf öğretmeninin söylediği şuydu; eğer siz çocuğu-nuzun burada yeterli bir eğitim almadığını söylüyorsanız,sakatlar okuluna da gönderebileceklerini söylediler.

Çocuğumuz belirli bir sınıfa geldiğine Hauptschule’yegeçebilir mi diye sorduk. Bize hayır dediler, çünkü çocuğunpsikolojisini bozarmış, cilt hastalığının artacağını söylediler.Böylece çocuğumuz Förderschule’den Förderabschluss’laçıktı.

Förderschule’den sonra Stattliche Berufsschule zur Son-derpedagogischen Förderschwerpunkt Lernen, Argentur fürArbeit destekliyordu. Mesleğe hazırlık sınıfına gitti, başarıgösteremedi. Orada yaptığı Praktikum’lardan dolayı bu çocukmeslek yapamaz kararı verildi. Neden? Onun için okuldanayrılması gerekiyormuş. Biz itiraz ettik, itirazımızın üzerineev iradesine gönderdiler. Bir sene de orada okudu. Fakatorada da bir başarı gösterememiş.

Şimdi çocuğumuz yirmi yaşında ve bir mesleği yok sa-dece elinde bir Förderschule diploması var. Biz aile olarakda çıkmazın içerisindeyiz.

Teşekkür ederim.

Page 5: Die Gastediegaste.de/pdf/diegaste-sayi11.pdfPanel Sunum ve Konuşma Özetleri ... (8 yaşında) “down sendromu” rahatsız-lığından dolayı Sonderschule’ye gönderilme sürecinde

5Die Gaste

Değerli hocalarımız ve değerli konuklarımız,Öncelikle Die Gaste ve Dil ve Eğitimi Desteklemek

İçin İnisiyatif olarak düzenlediğimiz panelimize katıl-dığınız için teşekkür ederiz.

Sonderschule sorununa ilişkin bir panelin nasılgündemimize geldiğini somut bir örnekle anlatmak is-tiyorum.

Şimdi size, bugün 8 yaşında bulunan bir çocuğun,dört ve beş yaşlarında çizdiği resimlerden bazı örneklersunacağım.

Şüphesiz ikinciresmi panelimizin afi-şinde gördünüz.

İşte bu çocuk, ilk-okulun birinci sınıfınınilk ayında “sınıfın hu-

zur ve sükununu bozduğu” gerekçesiyle, diğer bir Tür-kiyeli çocukla birlikte tek kişilik sırada oturmayla ceza-landırılmış ve bu ceza, yani tecrit yaklaşık altı aysürmüştür.

Altı ayın sonuna doğru, sınıf öğretmeni ve okulmüdürü çocuğun ailesini çağırarak (ki resimlerde degördüğünüz gibi adı Deniz’dir), Deniz’in çocuk psiko-lojisi kliniğine götürülmesi ve orada teste tabi tutul-masını “önermişler”dir. Ve bu “öneri”leriyle birlikte, aynıanda çocuk psikolojisi kliniğine başvurmak için “gerekliformları” da aileye vermişler ve en kısa sürede başvuruyapmalarını “önermişler”dir.

Sınıf öğretmeni ve okul müdürü böyle bir “öneri”yaparken, çocuğun öğrenmeye ilişkin bir “sorunu” ol-duğuna ilişkin herhangi bir şey belirtmedikleri gibi, ço-cuğun Almancasına ilişkin de özel bir “yakınmaları” ol-mamıştır. Daha tam ifadeyle, Deniz, yaşıtlarına eşdeğerdüzeyde Almanca konuşabilmektedir, sayısal işlem-lerde, doğa bilgisi konusunda özel bir “şikayet” ya da“yakınma” söz konusu edilmemiştir. Bu arada şunu dabelirteyim ki, sınıf öğretmeni ve okul müdürü, tüm busüreçte, çocuğun “hiper aktif” olduğuna ilişkin bir “şüp-heleri” olduğunu da ifade etmemişlerdir.

Resim yeteneği gelişmiş ve gelişen, Almancasınormal düzeyde bulunan, diğer konularda öğrenmebaşarısı yeterli olan bir çocuk ile bunu çocuğu psikolojiktestten geçirmeye çalışan sınıf öğretmeni ve okul idaresiolayıyla karşı karşıyayız.

Ben, ne çocuk psikologuyum, ne de zihinsel en-gelliler uzmanıyım. Bunlara ilişkin ne bilgim, ne eğiti-mim, ne de pratiğim olduğunu söyleyemem. Ancakburada bir şeylerin yanlış olduğunu, gerek ailenin an-latımından, gerekse çocuğun durumundan ve izledi-ğimiz resimlerden anlayabiliyoruz...

Burada, bu gözlemlerden yola çıkarak bir “tanı”koymak durumunda değiliz. Bu nedenle bir tanı koy-mak yerine, gözlemden çıkartılabilecek bazı sorularıortaya koymakla yetineceğim.

Bu çocuğun gerek resim yeteneği, gerek Almancaöğrenmiş olması, gerekse de ders konularında becerisiile sınıf öğretmeni ve okul müdürünün tutumu arasındakesin bir çelişki sözkonusudur. Bu çelişki çok belirginolduğu için, sınıf öğretmeni, çocuğun sınıf içinde do-laştığı ve “boş konuştuğu” şeklinde iki “gerekçe” ileri sü-rebilmiştir.

Evet bu iki “gerekçe”, yani çocuğun sınıfta dolaş-ması ve “boş konuşması” (çok konuşması), sadece buçocuğa özgü olmadığı da açıktır. Özellikle küçük yerle-şim yerlerindeki kindergartenlerden geçmiş hemen herçocukta bu iki “olgu” gözlenmektedir.

Her şeyden önce, bir öğretmen, böyle bir “olgu”yu

bilmemezlikten gelemez, ya da bilmiyormuş gibi dav-ranamaz. Belki biz, öğretmen adayları ya da yeni mezunöğretmenler olarak böyle bir “olgu”yla ilk kez karşılaş-tığımızda, bunu tekil, yalıtık, özel bir durum olarak yo-rumlayabiliriz. Ama deneyimli bir öğretmenin böyle birtanıda bulunması hiç de anlaşılabilir bir şey değildir.

Birinci sorun, bu ve benzeri olgular karşısında öğ-retmenlerin duyarsız kaldıkları; olguyu görmek, anla-mak ve sınıf içi çözümler üretmek yerine, buna yol açan“habis uru” bir operasyonla kesip atmaya çalıştıkları,yani operatör doktorluğa meyilli oldukları izlenimidir.

Dolayısıyla birinci sorun, öğretmenlerin eğitimineilişkindir. Yeterli eğitime sahip midirler? Mezuniyet son-rasındaki yıllar içinde mesleki bilgilerini yenilemelerive yeni durumlara karşı yeni bilgiler sahibi olmaları içingerekli eğitimsel destek verilmekte midir?

İkinci sorun, ister üstün bir eğitime sahip olsun,ister ortalama bir eğitime sahip olsun öğretmen, hemenher durumda, özellikle yabancı kökenli öğrenciler kar-şısındaki tutumları, sorunu çözmek yerine, sorundankurtulmak şeklinde olmasıdır. Bu “kurtuluşçu” tavır, açıkki, tüm sorumluluğu çocuk psikologlarına ve onlarınuygulayacağı testlere yüklemektedir.

Böylece üçüncü sorun ortaya çıkıyor: Çocuk psi-kologları ve uygulanan testler gerçeklikle örtüşmektemidir?

Ampirik gözlemlerden ortaya çıkan bu üç sorununyanında diğer bir olgu, sonderschluye ya da fördersc-huleye gönderilen çocukların, gerek okul sürecinde,gerekse okul süreci tamamlandıktan sonra karşı karşıyakaldıkları zihinsel ve fiziksel sorunlardır.

Yine gözlemsel olarak sözünü edebileceğimiz buolgu, özellikle okul sürecinden sonra, yaşları 16 ve üs-tünde olan sonderschule çocuklarının, gerek özel, ge-rekse genel anlamda toplumsal ilişkilere uyum sağla-makta çok büyük zorlukla karşılaşmalarıdır.

Özellikle ailelerin istememelerine karşın, okul yö-netimlerinin ve okul psikologlarının “tavsiyesi”yle, açıkçaifade etmek gerekirse “zorlamasıyla” ve “zoruyla” son-derschulelere gönderilen “öğrenim engelli” çocukların,zihinsel gelişimleri olağan üstü yavaşladığı gibi, fizikselgelişimleri de garip bir biçimde bozulmaktadır.

Bu gözlemden ortaya çıkan birinci sorun, son-derschulelerdeki eğitimin ve eğitim sisteminin bir bü-tün olarak yeniden sorgulanması, özellikle “öğrenimengelli” tanısıyla buralara gönderilen göçmen kökenliçocukların bu sistem tarafından nasıl ele alındığınınaçıklık kazandırılmasının gerekliliğidir.

İkinci sorun, okul süreci sonunda, 16 yaşındansonra, bu çocuklara bir süre için maddi destek sağlansada, hemen hemen her durumda tümüyle ailenin so-rumluluğuna terk edilmektedirler. Ama aileler, bu du-rumdaki çocuklarıyla nasıl ilgileneceklerini, onların ileriyaşlardaki gelişimine nasıl katkıda bulunabileceklerinibilmemektedirler. Bu bilgisizlik, özellikle göçmen aile-lerde neredeyse mutlak durumdadır.

Elbette, gerek panelimizin konusu açısından, ge-rekse göçmen kökenli oluşumuz nedeniyle, bu sorundaaynı zamanda bir “tarafız”. Her ne kadar bilimsel olarak“tarafsız” olmak gerektiğini ve olduğumuzu söyleye-bilsek de, uygulamada gördüklerimiz bizi “taraf” halinegetirmektedir.

Doğal olarak, bu “taraf”lılığımız, konunun ve so-runların göçmen kökenli çocuklar ve aileler açısındanne kadar önemli olduğunu belirtmeye zorlamaktadır.

Bu “taraf”lılığımızla diyebiliyoruz ki, sonderschu-leler sorunu, açık ve kesin biçimde göçmen sorunuyla,göçmenlere ilişkin “entegrasyon” sorunuyla doğrudanbağlıdır.

Göçmenlerin, özel olarak Türkiyelilerin, kendi eko-nomik, toplumsal ve kültürel yapıları bir yana bırakıla-rak, “eşitlik” ya da “eğitim eşitliği” ilkelerine bağlı kalarak,ölçüt olarak “ortalama Alman” aileyi ve bu aile yapısındayetişen çocuğu alarak, göçmen çocuklarının konumunu

ve zihinsel durumunu ölçmeye kalkmak eşit olmayan-ların eşitlenmesinden başka bir şey değildir.

Elbette eğitime, eğitmene, eğitim sistemine ilişkinbu ve benzeri sorunlar, ailelerin, özel olarak göçmenailelerinin sorumluluğunu ortadan kaldırmamaktadır.Hatta göçmen aileleri, çocuklarının sorunlarından nekadar kaçarlarsa kaçsınlar, sonuç olarak bu sorunları,üstelik şekillenmiş ve olgunlaşmış olarak yeniden ya-şamak durumundadırlar.

Göçmen aileler bilgisizdirler. Eğitimleri ne düzeydeolursa olsun, bu sorunlara ilişkin bilgileri, kendi kendi-lerine ürettikleri, bir çeşit “efsane” (mit) haline getirilmişkulaktan dolma bilgilerden ibarettir.

Hem toplum, hem de göçmen aile, çocuğun eriş-kin olması, reşit olmasıyla ilgilenmektedir. Reşit olanakadar hangi süreçten geçtiğiyle, nasıl şekillendiğiyleilgilenilmemektedir. Onlar için asıl olan, çocuğun tamgün ve tam ücretle çalışabilir yaşa gelmesidir. İster eği-timli olsun, ister eğitimsiz olsun, ister sonderschuledengelsin, ister hauptschuleden gelsin, önemli olan sekizsaat çalışabileceği bir işe girmesidir. Böyle bir işe gir-dikten sonra, çocuğun zihinsel ve fiziksel durumu aileaçısından sorun olarak görülmemektedir. Buradan çıkansonuç da, ailelerin özel olarak bilgilendirilmeleri gerek-tiğidir.

Ne yazık ki, sorun yalın bir bilgilendirme sorunudeğildir. Sorun, göç ve göçmen sorunudur. Göçmenkökenli çocukların %7 oranında sonderschuleye gidiyorolmaları, yaklaşık %10’unun “integrieite gesamtschu-le”lere gitmesi, kalanların büyük çoğunluğunun ha-uptschulede bulunmaları ve bunların da çoğunluğununhauptschule diploması almadan okul çağını tamamla-maları, hem eğitsel, hem toplumsal bir sorundur.

Bu nedenle, sadece eğitsel-pedagojik çözümlerlegöçmen çocuklarının sonderschule sorunlarının çö-zümlenemeyeceğini düşünüyoruz.

Yine ampirik gözlemlerden çıkan bir başka olgu,sonderschuleye gönderilen çocukların büyük çoğun-luğuna “öğrenim özürlü” “tanısı” konulmuş olmasıdır.Bu “tanı”, açıktır ki, göçmen çocuklarının, özel olarakTürkiye kökenli çocukların yeterli Almanca bilmemelerigerçeğiyle örtüşmektedir.

Düşüncemize göre, sonderschule sorunu, aynı za-manda göçmen çocuklarının yeterli düzeyde Almancaöğrenmelerinin sağlanması sorunuyla özdeştir. Bu ne-denle sorun, bir yerden sonra göçmen çocuklarının ye-terli ve doğru Almancayı öğrenmeleri sorunu ile örtüş-mektedir.

Bizim Die Gaste olarak, ilk günden itibaren üze-rinde durduğumuz anadili öğrenimi temelinde Al-manca öğretilmesine ilişkin tezlerimizin, bu açıdan son-derschulelere ilişkin sorunların çözümlenmesindebelirleyici bir yere sahip olduğunu söylemek durumun-dayız.

Yapılması gerekenin, kolaycı bir yöntemle “öğre-nim özürlü” tanısı konularak göçmen çocuklarının son-derschulelere gönderilmesinden önce, anadili teme-linde Almanca öğrenilmesini sağlayan bir programınuygulanması gerektiğidir.

Bu nedenle diyoruz ki, göçmen çocuklarının son-derschule sorunu, aynı zamanda bu çocukların anadilive anadili temelinde Almanca öğretimi sorunundanayrı değerlendirilemez.Bir yandan ve öncelikle anadilive anadili temelinde Almanca öğrenimine ilişkin prog-ramlar uygulanırken, diğer yandan sınıf öğretmenleri-nin yeterliliklerinin geliştirilmesi, nesnelliği ve bilim-selliği tartışmalı olan “test”lerin kaldırılmasıyla işebaşlanılması gerektiğini düşünüyoruz.

Bu, sonderschule sisteminin radikal biçimde eldengeçirilmesini gerektirir.

Panelimizde bu açılardan yol gösterici bazı yanıtlarortaya koyacağını umuyoruz. Bir kez daha panelimizekatıldığınız için hepinize teşekkür ediyor ve hoşgeldinizdiyoruz.

Die Gaste Genel Yayın Yönetmeni Zeynel Korkmaz’ın Panel Açış Konuşması

}So

nder

schu

le/F

örde

rsch

ule

Soru

nu v

e G

öçm

en T

oplu

mu~

Pane

li

Page 6: Die Gastediegaste.de/pdf/diegaste-sayi11.pdfPanel Sunum ve Konuşma Özetleri ... (8 yaşında) “down sendromu” rahatsız-lığından dolayı Sonderschule’ye gönderilme sürecinde

Die Gaste6}

Sond

ersc

hule

/För

ders

chul

eSo

runu

ve

Göç

men

Top

lum

u~Pa

neli

Skripuletz göre göçmenlerin çocukları çoğunlukakranlarına oranla förderschulen gibi eğitim or-tamlarına daha fazla yerleştirilmektedir. Yerleş-

tirilme nedeni uygun eğitimden yararlanarak çoğunlukakranları gibi öğrenmeleridir. Ancak bu okullara (för-derschulen) giden çocuklardan yarısı akranları gibi öğ-renen çocuklar olmaktadır. Daha yüksek oranda göç-menlerin çocuklarının förderschulen gibi eğitimortamlarına yerleştirilmesi çoğunluk akranları gibi öğ-renmelerine yol açmadığından bu düzenleme göç-menlerin çocuklarına çok fazla işe yaramadığını dü-şündürmektedir.

Bu okullara göçmenlerin çocuklarının daha fazlaseçilmelerini Skripuletz öğrenme güçlüğü tanı süre-cinde kullanılan psikometrik testlere ve göçmen aile-lerinin olumsuz sosyalizasyonuna bağlamaktadır. Bende Türk göçmen çocuklarının daha yüksek oranda för-derschule’lere yerleştirilmesinde özel eğitimde yarar-lanılan tanılama sürecinin ve Türk ailelerinin sosyali-zasyonun etkili olduğunu düşünmekteyim.

Bu nedenle sununun iki amacı vardır. Amaçlardanbiri göçmen çocuklarının çoğunluk akranlarından dahayüksek oranda förderschulen ve sonderschulen gibiokullara seçilmelerine yol açan tanılama sürecini be-timleme. Diğeri göçmen çocukların bu okullara seçil-melerine yol açan tanılama sürecini dikkate alarak ge-nel eğitim sınıflarına çoğunluk akranları gibi devamedebilmeleri için alınması gereken önlemleri betim-lemektir...

Öğrenme GüçlüğüZekâ düzeyleri normal akranları gibi olmasına

rağmen akademik, iletişim ve sosyal alanlarda öğ-renme problemi yaşayan öğrencileri okullarda gözle-mek mümkündür. Yüzyılın başından beri yeterli görmeve işitme gücüne, zekâ düzeyine sahip ve olağan öğ-retimden düzenlemelerinden yararlanmalarına rağ-men okuyamayan çocukların olduğunu hekimler veöğretmenler betimlemiştir. 1960’lı yıllardan sonra ABDde zekâ düzeyleri normal akranları gibi olmasına rağ-men akademik, iletişim ve sosyal alanlarda öğrenmeproblemi yaşayan öğrencileri öğrenme güçlüğü kate-gorisi altında toplanmış, özel eğitim hizmetlerindenyararlanmaları sağlanmıştır. Bu çocukların öğrenmeproblemlerinin nedeninin bilişsel süreçlerden kaynak-landığı kadar öğretim düzenlemelerinden de kaynak-landığı düşünülmeye başlanmıştır.

Öğrenme güçlüğü kavramı tıp, psikoloji ve eğitimalanlarındaki gelişmelerden önemli ölçüde etkilen-miştir. Her bir disiplin alanı öğrenme güçlüklerini venedenlerini kendi kuramlarının bakış açılarına görebetimlemiştir. Bu nedenle öğrenme güçlüğünün pekçok farklı tanımı önerilmiştir. İlk tanımlarda nörolojiketmenler vurgulanmıştır. Daha sonra bilişsel etmenlereve günümüz tanımlarında ise akademik alanlara vurguyapılmaktadır.

Öğrenme güçlüğü tanımının kapsamıÖğrenme güçlüğü kavramı algısal yetersizlikler,

beyin zedelenmesi, beyinde minimum düzeyde işleyişbozukluğunu, disleksia ve gelişimsel afazya gibi du-rumlar nedeniyle okuma, yazma ya da matematik gibiakademik ve dinleme, konuşma gibi iletişim ve dü-şünme alanlarında görülen öğrenme güçlüklerini kap-samaktadır. Ancak görme, işitme ya da devimsel ye-tersizlikleri, zihin geriliği, duygusal bozukluklar,kültürel ya da ekonomik yoksunluklar sonucu olan öğ-renme güçlüklerini kapsamamaktadır. (Graham ve di-ğerleri, 1996; Bowe, 2005)

Öğrenme Güçlüğünün Varlığını BelirlemeÖğrenme güçlüğü tanısının konulabilmesi için:

Akademik ve iletişim becerilerinde başarı düzeyi düşükolmalı. Okuma, dinleme ve yazma gibi iletişim bece-rileriyle ilgili alanlardan birinde ya da daha fazlasındaya da matematikteki başarısında problem olmalı. Amazihinsel yetenekleri normal sınırlar içinde olmalıdır.Ayrıca, akademik başarısızlığının görme, işitme, zihinengeli, duygusal bozukluk ya da çevresel, kültürel yada ekonomik yetersizlikler sonucu olmadığından eminolunmalıdır.

Akademik başarı düzeyi standartlaştırılmış başarıtestleriyle ölçülebilir. Bu testler öğrencilerin akranlarınagöre nasıl başarı gösterdiğine ilişkin bilgi sağlamak-tadır. Zihin işlevleri de standartlaştırılmış WİSC R gibizekâ testleriyle ölçülür.

Öğrenme Güçlüğü Olan Öğrencilerin Belirlenmesi için Tıbbi Tanılama Süreci*Sınıf öğretmeni zorunlu eğitimin birinci kade-

mesine birinci, ikinci ya da en geç üçüncü sınıfa devameden öğrencilerden bazılarının akranları gibi öğrene-mediklerini fark eder. Öğrenme güçlüğünün öğretimdüzenlemelerine bağlamak yerine çocuğa bağladı-ğından öğrencinin öğrenme güçlüğünün nedenlerinianlamak ve gerekli önlemleri almak için hekime ya daçocuk inceleme merkezlerine gönderir. Hekim ya dabu merkezlerde çalışan okul psikologlarınca çocuğungörmesi, işitmesi, zihinsel işlevleri, sosyal uyumu de-ğerlendirilir. Öğrenme güçlüğü görme ve işitme prob-lemlerinden kaynaklanmadığı anlaşıldığında zihinselişlevleri değerlendirmek üzere standartlaştırılmış zekâtestleri ve gerekirse ek olarak tanılayıcı testler uygu-lanır. Öğrenme güçlüğü tanısı konulması için ise zekâtestleri ve ek olarak zihinsel süreçleri ölçen testlerdenyararlanılır. Standartlaştırılmış norm bağımlı testlerolan zekâ, başarı ya da diğer zihinsel süreçleri ölçentestlerden her zaman üç sonucun çıkması olasıdır:Normal, normalaltı ve normalüstüdür. Eğer uygulananzekâ ve zihinsel süreçleri ölçen testlerde elde edilendeğer normalaltı çıkacak olursa çocuğun öğrenmedeyaşadığı problemlerin nedeni zihinsel süreçleri olarakbelirlenir. Tıbbi rehabilitasyon çerçevesinde uyarıcıilaçlar hekim tarafından önerilebilir. Çocuğun öğrenmeproblemi çocuğun zihinsel süreçlerinin yetersizliğin-den kaynaklandığından hareketle özel eğitimden ya-rarlanması uygun bulunur ve sözde çocuğun özellik-lerini dikkate alan programların uygulandığı okul yada sınıflara yerleştirilir.

Standartlaştırılmış norm bağımlı (bağıl) testlerölçtükleri şeyleri doğru olarak ölçüp ölçmediklerinianlamak için testin geliştirildiği norm kümesine bak-mak gerekir. Norm kümesi genel olarak çoğunluktanoluştuğundan ancak çoğunluk kümesinden gelen ço-cuklara uygulandığında ölçtüğü şeyi doğru ölçmesimümkün olur. Bu durumda uygulanan testlerin geliş-tirilirken yararlanılan çocuk kümesi çoğunluğu temsilettiğinden göçmen çocukları temsil etmediğindengöçmenlerin çocuklarına uygulandıklarında hatalı so-nuçlar vermesi söz konusu olacaktır. Ayrıca, göçmen-lerin düşük sosyo-ekonomik gruptan gelmeleri ve dü-şük sosyalizasyona sahip olmaları, çocuklarının okulabaşlayıncaya kadar okulla ilgili kavram ve becerilerikazanmak için yeterli öğrenme yaşantıları olması içinengeldir. Uygulaması standart olan bu testlerin uygu-lanması sırasında kullanılan yönergelerdeki kavramlarıgöçmen çocuklarının tam olarak kazanmadıklarındangöçmenlerin çocuklarının, özellikle Türk göçmenlerinçocuklarının standartlaştırılmış bağıl testlerde düşük

puanlar almasına yol açabilir. Çoğunluk akranlarınaoranla daha yüksek oranda Türk göçmenlerin çocuk-larının öğrenme güçlüklü tanılanması olasıdır...

Bu nedenle bu tanı sürecinin iyileştirilmesi ge-rekmektedir. Tanı sürecini iyileştirmek için tanı sürecineeğitsel tanılama boyutunun eklenmesi gerekmekte-dir.

Göçmen Öğrenme Güçlüklü Öğrencilerin Tanılama Sürecini İyileştirme*Eğitsel tanılama norm bağımlı değerlendirmeden

daha çok ölçüt bağımlı (criterion referenced) değerlen-dirmeden temellenir. Çoğunluk akranlarıyla karşılaş-tırarak çocuğun öğrenmesinin nedenlerine ilişkin kararverme yerine ölçüt bağımlı değerlendirme çoğunluk-tan yapması beklenen davranışları hangi düzeyde yap-tığını ortaya çıkarmayı amaçlar. Genel olarak çoğun-luğa uygulanan programın amaçları ölçüt olarakalınarak ölçü araçları geliştirilir ve uygulanır. Bu test-lerin uygulanması sonucunda göçmen çocuklarınınprogramdaki amaçları hangilerini yapabildikleri vehangilerine gereksinimi olduğu ortaya çıkar. Çocuğunyapabildikleri ve gereksinimlerine göre eğitim ortam-larına yerleştirildiğinden her zaman göçmenlerin ço-cuklarının förderschule gibi özel eğitim sınıflarına yada okullarına yerleştirilmeleri gerekmeyeceği gibiprogramlarda yapabildikleri dikkate alınarak uyarla-malara gidilerek gerçek özel eğitim hizmetinden ya-rarlanarak bilgi toplumunun gerektirdiği davranış vebecerileri kazanmalarının yolu açılmış olur.

Tanılama sürecine eğitsel tanılamanın katılmasıgöçmen çocuklarının öğrenim engelli olarak tanılan-malarını engelleyeceği gibi, alınması gereken önlem-lere de ışık tutacaktır. Göçmen çocukları da akranlarıgibi eğitimde fırsat eşitliğinden yararlanacak ve ak-ranları gibi öğrenebilecektir.

Skripuletz, göçmenlerin çocuklarının öğrenmegüçlüğü tanısıyla förderschule’lere yerleştirmesini göç-men ailelerinin olumsuz sosyalizasyonuna bağlamak-tadır. Bunun çocuklar açısından anlamı okula başla-madan önce ve başladıktan sonra yaratılan fırsatlarınzihinsel davranışları geliştirmek için uygun ve yeterliolmadığıdır. Ek olarak sınıf öğretmenleri göçmenlerinçocuklarının yaşadıkları öğrenme güçlüklerin sınıftakiöğretim düzenlemelerine ve bundan önceki öğrenmeyaşantılarına ve kültürel etmenlere bağlamadığındanzihinsel davranışların ve işlemlerin gelişmesi için ye-tersiz koşulları yaratarak istemeden bu çocukların aley-hine koşulların gelişmesine katkıda bulunur.

ÖnerilerGöçmenlerin çocuklarının hangi okul döneminde

bulunmalarına bağlı olarak değişecektir. Erken özeleğitimin topluma ekonomik yükü daha az olması hemde önleyici olması nedeniyle göçmenlerin çocuklarıbebeklikten itibaren risk grupları kapsamına alınıp er-ken özel eğitim önlemlerine yer verilerek yetersiz sos-yalizasyondan kaynaklanan yetersiz öğrenme yaşan-tıları önlenerek çoğunluk akranları gibi öğrenmeleriiçin fırsat yaratılmış olur.

Üç-altı yaş arasında olan göçmenlerin çocuklarıerken eğitim programlarına yer verilerek göçmenlerinçocuklarının öğrenim engelli tanılanmaları önlenmişolur ve yaşayacakları topluma daha iyi yetişmelerinefırsat hazırlanarak eğitimde fırsat eşitliği sağlanmışolur. Okul döneminde ise, öğrenme güçlüğü tanısı ko-nulmuş göçmen çocukları için ölçüt bağımlı ölçü araç-larıyla programa dayalı değerlendirmeye yer vererekakranları gibi öğrenmesi sağlanabilir.

Göçmenlerin Çocukları ve Öğrenme Güçlüğü Tanısıyla ilgili Olası Problemler ve Çözüm ÖnerileriProf. Dr. Mehmet ÖZYÜREK Uludağ Üniversitesi

Page 7: Die Gastediegaste.de/pdf/diegaste-sayi11.pdfPanel Sunum ve Konuşma Özetleri ... (8 yaşında) “down sendromu” rahatsız-lığından dolayı Sonderschule’ye gönderilme sürecinde

7Die Gaste

Başarısız Öğrenci Efsanesinin YararlarıProf. Dr. Winfried KRONIG

Nasıl oluyor da göçmen aile çocukları ve gençleriiçin daha fazla şey yapılır da, onlar buna rağmeneğitim sisteminde daha da başarısız olabilirler?

Nedenlerin, pedagojik sunuların kalitesinden kay-naklanması düşük bir olasılık. Bugün onlar yirmi yıl önce-sinden pek de kötü olamazlar. Nedenlerin, aynı zamandasöz konusu çocukların başarım düzeyinden kaynaklanıyorolması da düşük bir olasılık. Çünkü yirmi yıl öncesine kıyasladaha aşağıda değildir. Eğer bu sorular biraz daha iyi anla-şılmak ve olası yanıtların (en azından kaba hatlarıyla) izibulunmak isteniyorsa, o zaman eğitim sisteminin doğasınabir an için daha yakından bakmak gerekir. İlk olarak sözkonusu, kendilerini sundukları biçimden farklı olarak dahaaz inandırıcı olan kategorilerdir. Gerçi her yıl binlerce çocuköğrenim engelli olarak teşhis edilmekte. Ama bu, öğrenimengelliliğin tam anlamıyla ne olduğuna ilişkin geçerli birtanımlama olmadan gerçekleşmekte. Öyle görünüyor kibu tanımlamanın ne anlama gelmesi gerektiği, daha çok,bulunulan mekana göre adeta yeniden hesaplanmakta.Bu doğrudan eğitim sisteminin aldığı kararlarla ölçüldü-ğünde, örneğin sonderschuleye gönderilme oranları kar-şılaştırıldığında, neyin okul başarısızlığı olduğu konusundaçok değişik yerel görüşlerin bulunduğuna rastlanabilmekte.Böylece öğrenim engelli olarak sınıflandırılma olasılığı eya-letler arasında üç kat kadar ve göçmen aile çocuklarındayedi kat kadar değişkenlik gösterebilmektedir. Bu bağ-lamda göçmen çocuklarının eğitim başarısı açısından böy-lece, sonuç itibariyle, sadece, o sevilerek konu edilen kökenülkesi değil, Federal Cumhuriyet’te ikamet edilen yer deen az o kadar belirleyici bir rol oynamaktadır. Eğitimdebaşarının bulunulan yere olan bağımlılığın bir benzeri, or-taokul düzeyinde gerçekleşen seçicilikte de gözlemlene-bilmektedir1. Toplam olarak eğitimdeki istatistiksel karşı-laştırmalar, eğitim sisteminde verili kategorilerin,öğrencilerin etkin başarım özelliklerine değil, daha çokhazır bulundurulan kontenjanlara endeksli olduğu izleni-mini güçlendiriyor. Sadece birkaç kilometrelik bir mesafe,bir hauptschule öğrencisinden bir realschule öğrencisi veözel eğitim sınıfı öğrencisinden bir normal sınıf öğrencisiyapabilir. Her okul bölgesinde, neredeyse mucize tarzında,öngörülen kontenjanlara her zaman tam eşit sayıda zayıfbaşarımlı öğrenci bulunmakta.

Ulusal devlet aidiyeti bağımsız bir pedagojik kategorideğildir. O, daha çok, eğitim sisteminin zaman içerisindekendine özgü bir biçimde yorumlamayı ve bütünleştirmeyi

öğrendiği, çağdaş ulusal devletin hukuki tasarısındanödünç alınmış bir sınıflandırmadır. Artık bu sınıflandırma,eğitim sistemi kodlarının sabit bir öğesi olarak yerleşti vekalıcılaştı. Nedensel bağlantı, problem durumları ve bun-ların kaynağı, tarihsel süreçlerde, geleceğin okul biyogra-filerini beklentisel kılan ve kariyer tahminlerinin teminatlıvar sayıldığı belirgin ve homojen düşünce şekillerine yo-ğunlaşmaktadır. Neredeyse güvenilir bir devamlılıkla, heryeni kuşak göçmen aile çocuğu ve gencine eğitim pirami-dinin alt bölümleri tahsis edilmekte. Bu aceleci genelleş-tirmeleri içeren tartışmanın sonunda, ulusal devlet aidi-yetinin kendisi muğlak, ama okul başarısızlıklarının tümünütanımlayabilen bir etmene dönüşmektedir.

Ama Almanca dil edincine ilişkin az ya da çok ritüel-leşmiş bir biçimde sunulan eksikler, artık göçmen aileler-den gelen öğrencilerin güvenilir bir dayanak olarak ele alı-nabilir bir özelliği değildir. Almanca konuşulan İsviçre’de2000 öğrenci ile yapılan bir araştırmaya1 göre, Almancabaşarımları açısından bu öğrenciler, İşviçreli öğrenci arka-daşlarından ortalamada daha nadir olarak yüksek derecealmaktadırlar. Ama göçmen aileden gelen 424 öğrencidenyalnızca biri, en düşük başarımlı İsviçreli çocuktan dahakötü sonuç aldı. En alttaki başarım çeyreğinde her ikigruptan yaklaşık aynı sayıda öğrenci bulunmakta. Göçmenaile çocuklarının Almancada genel olarak zorlandıklarınıvarsaymak hatalıdır. Benzer şekilde onların yerli arkadaş-larının genel olarak zorlanmadıklarını varsaymak da aynıbiçimde hatalıdır. Göç kökenli çocukların sonderschuleleregiderek artan sevki, yerli çocukların tanılanması açısındanda etkisiz kalmamaktadır. Çünkü aynı zaman diliminde,onların öğrenim engelli olarak tanılanma riski, göze çarpanşekilde, kendi belirgin katkıları olmadan gerilemiştir. Butuhaf fenomen, 1970’lerde sosyoloji tarafından “alt kat-manlaştırma” olarak adlandırılan süreci anımsatmakta. Busonucun yalnızca iş piyasasında değil, eğitim sistemindede etkin olduğu görülüyor, öyle ki babalar ve anneler içinistihdam sisteminde geçerli olan, yerli çocuklar için deokulda geçerli: onlar için yükselebilmeleri yönünde ek im-kanlar açılmaktadır. Göçmen çocukları eğitim piramidininen alt bölümlerine yerleşir yerleşmez, yerli çocuklar yük-selmeye ilişkin daha fazla deneyim edinmekte, diğer birifadeyle de olumsuz seçicilik durumlarında daha az riskegirmektedirler. Bu etki, bir sınıf içerisinde dahi ortaya çı-kabilmektedir.

Ortaokula geçişler için de bu geçerli. Yukarıda sözü

edilen İşsviçre’deki araştırma, seçme süreçlerinin başarım-dan uzak etmenler tarafından bozulduğunu gösterebil-miştir. Elde edilen öğrenim sonuçlarından bağımsız olarak,kökene ait bireysel özellikler eğitim başarısını yapılandır-maktadır. Eşit başarımlarda dahi eğitimin devam edeceğiokullara gidebilme ihtimali, imtiyazlı bir İsviçreli aile kızıile imtiyazsız bir göçmen aileden gelen erkek çocuğu ara-sında iki buçuk katı kadardır. Hatayı öğretim görevlilerindearamak basite kaçmak olur. Bugün tüm bilinenlere göre,okul, bunları art niyetli bir keyfilikten ya da kontrolsüz birayırımcılık keyfinden yapmıyor. Bunun arkasında daha çokorganizasyona yönelik bir hesap yatıyor. Seçicilik ve tahsiskararlarında sosyal köken, açıklama girişimleri için yararlı,gerektiğinde kullanılabilen ama kullanılması zorunlu ol-mayan bir kaynaktır. Okul, gerçek bireysel başarım özel-liklerini bir yana bırakarak, organizasyon ihtiyaçlarına uy-gun şekilde olumlu ya da olumsuz seçicilik yapmaktadır.Bu nedenle okul, tahminen, zaman zaman başarım ilkesineuymak yerine, onu kendi meşruiyeti için sahneye koymaeğilimi göstermektedir. Bu olgu, örneğin şu an bazı lise-lerde kapıların neden Türk erkek çocukları için tamamenaralanmış olduğunu açıklamaktadır.

Burada taslağı çizilen gözlemlerle, bazı öğrencilerinbaşarım beklentilerini yerine getiremedikleri katiyen yad-sınmamakta. Ama nedeni yalnızca söz konusu çocuklardagören, fazlasıyla sıradanlaşmış sorun tanımlamaları, eğitimsisteminde iyi belgelenebilmiş fenomenleri açıklayama-maktadır. Yine de başarılı ve başarısız öğrenci olgusunayönelik rahata kaçan kesin bilgi, inatla varlığını sürdür-mekte. Kim bilir belki de bunlar, eğitim sisteminin işlevive onun yararına olduğu için böyledir. Sıkça üzerinde ya-kınılan başarımda heterojenlik pedagojik bir sorundur.Ama o, organizasyon işleri açısından daha çok bir çözümolarak görünmekte. Başarımda heterojenlik, öğrenci akım-larının esnek yönlendirmesini başarılı bir şekilde mümkünve meşru kılmaktadır. Özel durumlarda göçmen aile ço-cuklarının pedagojik teşviki pekala başarılı olabilir, amabu pedagojik teşvik onlara yine de eğitimde sadece mü-tevazi bir kariyer sunabilir.

Muhtemelen sonunda zayıf öğrenci ve iyi öğrencidaha çok pedagojik kategori değil, eğitim politikasına iliş-kin boyutlardır.

1 Winfried Kronig, „Die systematische Zufälligkeit des Bildungser-folgs“ (2007), Haupt, Bern und Stuttgart.

Essen Üniversitesi’nde bir cumartesi günü, yüksek bir katılımla düzenlemiş oldu-ğunuz ekinliğinizden dolayı sizleri kutlarım! Türk ve Alman bilim insanlarının sunumlarınıdikkatle dinledim. Verilen aralarda kısmen uzun süreden beri tanıdığım meslektaşlarımlagörüş alışverişinde bulunma fırsatını değerlendirdim.

İrdelenen konu kapsamında sendikamızın tutumunun doğrulandığını gördüm.Eğer Alman eğitim sistemi göç kökenli çocuk ve gençlere kötü eğitim fırsatları tanıyorsa,o zaman birşeyler ters gidiyor. Biz sendika olarak uzun süredir okul öncesi dönemde veokulda öğrenim için gerekli koşulların sağlanmasını talep ediyoruz. Förderschuleleregiden göç kökenli çocukların oranının Alman kökenli çocukların iki katı olması gerçektende bir skandal.

GEW, DGB ile birlikte, ilkece Dresden Eğitim Zirvesi kapsamında Cumhurbaşkanı veşansölye tarafından da sözü verilen, eğitim için gerekli yatırımların yapılmasını talepediyoruz. Ben burada programımızı açıklamak istemiyorum. Ama Alman eğitim siste-mindeki eksikleri gidermek için, herşeyden önce kalıcı, köklü, çocuğa uygun ve günlükyaşamla bütünleşmiş bir dil teşviki için erken yaşta uygun bir eğitim, anadilinde okumayazma öğretimi (İsveç’e bakınız), her çocuğun başlangıçtan itibaren küçük sınıflarda bi-reysel teşviki gerekmektedir. Uluslararası ölçekte alışılagelen, bütünleşmiş bir okul siste-mine kalıcı bir biçimde ihtiyacımız var. Bölümlenmiş okul sistemi çocuklarımıza uygundeğildir. Dünya genelinde bu sistem eşi olmayan boyutta seçicidir ve eğitimde başarınınAlmanya’da olduğu kadar hiçbir endüstri ülkesinde görülmeyecek düzeyde, aileya bağlıolmasının da temel nedenidir.

İnisiyatifinize ve Die Gaste’ye başarılar diliyor ve ileride sizlerle birlikte çalışabilmektenmutluluk duyuyorum. Saygılarla

Norbert MüllerGEW-NRW Eyalet Başkanı Yardımcısı

Pane

l’in

Yans

ısı

Sayın Zeynel Korkmaz,“Die Gaste” ekibi olarak 13 Şubat 2009 tarihinde düzenlemiş olduğunuz “Son-

derschule/Förderschule Sorunu ve Göçmen Toplumu” konulu panelde davetli olarakhazır bulunmak ve kendi alanlarında uzman Türk ve Alman bilim adamlarının bukonuya eğilmeleri ve Alman yetkililerinin bu konuya dikkatlerini çekmek bizleri sonderece mutlu etmiştir.

Almanya’da yaşayan vatandaşlarımızın çocuklarının büyük bir çoğunluğununçeşitli sebeplerle bu okullara yönlendirilmeleri uzun yıllardan beri Sonderschule/För-derschuleyi kanayan bir yara haline gelmiştir. Göçmen toplumunun sorunlarındanbirisini teşkil eden ve geniş bir şekilde irdeleyen bu paneli düzenleyen başta sizlerolmak üzere emeği geçen herkesi kutluyorum.

Bilindiği üzere, göçmen çocukları bu konuda en mağdur olan grubu oluştur-maktadır. Her iki göçmen öğrenciden birisinin Türk olduğu düşünülürse en büyükzararı da bizim çocuklarımız görmektedir.

Bu konuda velilerimizi bilgilendirerek, gerektiğinde bu yönlendirmelere yasalyollardan itiraz haklarını kullanmalarını sağlamak hususunda hepimize büyük gö-revler düşmektedir.

Bu vesile ile bu başarılı panelden dolayı sizleri kutlar, vatandaşlarımızın aydın-latılması bakımından büyük önem taşıyan bu tür faaliyetlerde her zaman sizlerinyanında yer alacağımızı ve destek vereceğimizi bildirir, başarılarınızın devamını di-lerim.

Ali ÇEVİKT.C. Münster BaşkonsolosluğuEğitim Ataşesi

Page 8: Die Gastediegaste.de/pdf/diegaste-sayi11.pdfPanel Sunum ve Konuşma Özetleri ... (8 yaşında) “down sendromu” rahatsız-lığından dolayı Sonderschule’ye gönderilme sürecinde

Die Gaste8

Die Gaste’nin dokuzuncu sayısındaKoral Okan’ın aktardığı (yazdığı) “Biriile Öteki” arasında geçen, sanatın

sosyal (siyasal) işlevinden bahseden duru,akıcı ve aydınlatıcı söyleşiyi zevkle okudu-ğum günlerde, bir doktor bekleme salo-nunda elime geçen, Berlin’de aylık olarakyayınlanan ve dağıtılan “Merhaba” adlıTürkçe-Almanca bir dergide, bir ressam ar-kadaşla yapılan bir söyleşiyi de okudum.

Sonra iki söyleşi arasında ne gibi far-lılıklar, ayrılıklar var diye düşünüp (çünküher iki söyleşide sanatla ilgili olduğu için)her iki söyleşiyi bir daha okudum.

Koral Okan’ın söyleşisi, “… istersen, gelsanatın sosyal işlevinden bahsedelim” diyebaşlıyor, sonra mitoloji ve tarih bilimiminiç içeliği, çoğumuzun uygarlığında, sanatave felsefeye göz atıldığında her alanda (re-sim, heykel, müzik, tiyatro, edebiyat) mi-toloji ile burun burana geldiğini belirtiyor.Oradan tragedya’ya uzanıyor ve sanatın in-san denilen yaratığın var oluşuyla yaşıt ol-duğunu anımsatıp, “sanatın sosyal ve siya-sal işlevini” yerine getirebilmesi için, “sosyalgörevlerinin bilincinde olup – tiyatro toplumiçindir diyebilecek tiyatro insanlarına gerek-sinim var” diyerek söyleşi bitiyor.

Burada önemli olan ve bence de dik-kat çekilip üzerinde durulması ve tartışıl-ması geren nokta “sanatın sosyal ve siyasalişlevidir”.

Şimdi de Merhaba dergisinde ressamarkadaşla yapılan söyleşiye bir bakalım:Geldiği yer doğuştan yetenek, sonra yete-neğin dışa vurması ve kendini resimle ifadeedebilmenin keşfedilmesi. Sonra 14 ya-şında ilk sergi, sonra sergiler. “Sanata değiştokuşunda (exahnge)” tanıdığı Senegal’li gi-tar alacak parası olmayan, ama “müthiş gi-tar çalan” adamdan ibret alıp, “demek ki sa-nat yapmak için (aç ayı oynamaz misali)önce karnın doyması gerek”tiğini kavramasıve yeniden dünyaya gelsen sorusuna da,aynı hayatı yeniden yaşardım, “ben ben ol-duğum sürece pişman olmam gibi geliyorbana” deyip bitiriyor söyleşiyi.

Ressam arkadaşın üç tablosu ve birpozuyla da desteklenen bu renkli söyleşideiki soru ve bunlara verilen yanıt, ilk söyle-şide “dikkat çekilip, üzerinde tartışılmasıgereken nokta” açısından önemli.

Merhaba’nın söyleşisi şöyle sürüyor:– Peki neden resim?– Yaşayabilmek için resim. Re-

sim olmasaydı ölürdüm ben.– Resimlerinizde mesaj kaygısı

taşıyor musunuz? Yani mutlaka ver-diğiniz bir mesaj oluyor mu resimle-rinizde?

– Ben resimlerimi yapmak zo-runda olduğum için yapmıyorum.Başkaları için değil. Dolaysıyla in-sanlar mesaj verme, onlara bir şey-ler anlatma gibi kaygım yok! Re-simlerimde mesaj görenler (varsaeğer) görmek istedikleri için görü-yorlardır.

Şimdi, ressam arkadaşın cevaplarıüzerinde biraz düşünelim…

Yaşamak için resim; Senegal’li gita-ristten ibret alınarak, karın doyurmak içinresim yapmak anlamına gelebilir. Çünkü“aç ayı oynamaz”, o zaman pazar için, yanialıcı için resim yapmak durumundasınız.Eğer ressam arkadaş içinde yaşadığı top-lumda insanları alımlama ve algılama sa-natını kavrayabilecek eğitimi almış insanlarolarak görüyorsa mesela yok. Pazara sürü-lenler alıcı bulabilir…

Ama ben, ressam arkadaşın içinde ya-şadığı toplumun, bu eğitimden yoksun ol-duğuna inanıyorum. Çünkü Alman eğitimsistemi (Türkiye’deki daha rezil durumda)öğrencilere –insanlara– bu imkânı, eşitliğitanımıyor. Bunun için ayrımcılığa, haksız-lığa karşı mücadele veriliyor…

Diğer yandan pazara sürülenler alıcıbulmuyor, buna rağmen “ayı’nın” karnı do-yuyorsa, bundan bir yerlerden destek gö-rüyor anlamı ortaya çıkar ki, bu daha çet-refilli bir durumdur…

Yaşamak için resim; ben resmi ken-dimi tatmin etmek için yapıyorum, beniyaşama bağlıyor vb. vb. diye resim yapı-yorsanız kimsenin bir diyeceği olamaz.*Evinizi, atölyenizi, eşinizin, dostunuzunevini, damını süsleyebilir, donatabilirsiniz.Ama yaptığınız ürünleri; sergi, dergi, kitap,gazete, TV. vb. gibi araçlarla insanların be-ğenisine sunduğunuz anda, yaptıklarınızınsorumluluğunu üstlenmek zorundasınız.“Kendim için resim yapıyorum, başkalarıiçin değil, insanlara mesaj verme gibi birkaygım yok” diyerek işin içinden sıyrılamaz-sınız.

Çünkü mağaralarda çizilen, ilk çizgi-den, taklit amaçlı ilk hareketten, ahenkliçıkarılan ilk sesten bu güne bütün edinim-ler, insan denilen varlığın evrim sürecininoluşumunu anlatan olgulardır. Bundan do-layı “sanat” denilen olay gökten zembilleinmemiştir. Ve sanat; yaşanmış, yaşanan veyaşanacak olan hayatın ifadesidir. Hayatınodak noktasında da insan vardır. Sanatçı,insanı (ve insani olanı) hayatın zenginliğive bütünlüğü içinde yakalayanlardır.

Sanat bir imge yaratma işidir, fakataynı zamanda toplumsal bir olgudur sanat.Goethe “Aynı zamanda bir zanaatkâr ol-mayan bir sanatçı, iyi bir sanatçı değildir.Gel gelelim bizim sanatçılarımızın çoğu dazanaatkâr olmaktan ileri gidemiyor” sözüile bu diyalektik bütünlüğü çok iyi dile ge-tirmektedir.

Büyük ressam Van Gogh, “Dünya ta-mamlanmamış bir taslaktır” demiştir. Sanatbu tamamlanmamış taslağı tamamlama işiolarak algılanmalıdır. Sanatın itici gücü “ta-mamlanmamış bir taslak” olduğu duygu-sudur. Yaşamı değiştirme eyleminin, sana-tın sürekli yönelimi olduğu unutulmamalı-dır. Sanat ve yaşamın bütünlüğü bir ger-

çektir. Ve sanat karşısındaki tutumumuzubu gerçeklik belirlemektedir.

Sanatçı toplumsal sorunların çözüm-leyicisi olarak çıkmaz ortaya. Ancak sadeceolaylara tanıklık etmekte değildir yaptığı.Sanatçı aynı zamanda imgeler aracılığıylagerçeğin değişebilir olduğunu da ortayaçıkarandır.

Paplo Picasso’nun ünlü “Guernica”tablosunu ölümsüzleştiren de gerçeğin de-ğişmesi gerektiğini anımsatması olsa ge-rektir.

İnsan nesnel gerçeklikten, hayattankopuk düşünülemez. Bu anlamda her sanatyapıtının ideolojik olduğunu iddia edebi-liriz. Ancak bu, sanatın ustaca kamufle edil-miş bir ideoloji olduğu anlamına gelme-mektedir.

Sanatın insan ruhu üzerindeki derinve düşündürücü etkisi günümüz sömü-rücü, asalak sınıfları tarafından bilinmekteve sanat en kötüsünden bir ideolojik araçolarak kullanılmaktadır.

Günümüzde sanat piyasa koşullarınadoğrudan bağlı, hatta kendisi için bir Pazaroluşturmuş durumdadır. Pazarsa tüm ser-bestlik söylemlerine karşın emperyalist te-kellerin kontrolündedir. Bu gün artık sanat,imajlarla mesajların iç içe girdiği, sömürüyüsürdürmeyi ve toplumsal kontrolü sağla-mayı amaçlayan bir manipülasyon aracınadönmüş gibidir.

Sanatı toplum üzerinde etkin kılan,insanlaşmanın unsurlarından bir oluşudur.Bu maniple edildiğinde, insanlaşmaktançıkarmanın yollarından biri de olabilmek-tedir pekâlâ…

Başa dönersek; sanatın sosyal ve si-yasal işlevi ve sanatçının bu işlevin yerinegetirilişinde tutumu, yaşanabilir bir dün-yanın yaratılmasında yakıcı öneme sahiptir.“Ben tarafsızım”, “ideoloji falan beni ilgilen-dirmez”, “kimseye mesaj verme gibi bir kay-gım yok” vb. söylemlere inananlar, alda-nanlar olabilir. Ama; “bunları sen külahımaanlat, biz kimin kime hizmet ettiğini çokiyi biliyoruz”, “akşamdan yediğiniz hurma-lar, sonra sizi tırmalar” diyenlerinde var ol-duğunu bilmenizde yarar vardır diye dü-şünüyorum ve yazımı N. Hikmet ustadanbir şiirle bitiriyorum:

Yüklü yemiş dallarıdır kollarımız,Silkeler durur düşman, silkeler durur bizi,Ve yemişimizi daha rahat, daha kolay

toplamak içinVurur prangayı ayağımıza değil,Vurur prangayı kafamızın içine.

Nihat BOZKURT

İki Söyleşi

* Bu söylediklerim bütün sanat dalları için ge-çerlidir.

Sanatı toplum üzerinde etkinkılan, insanlaşmanın unsurlarındanbir oluşudur. Bu maniple edildiğin-de, insanlaşmaktan çıkarmanın yol-larından biri de olabilmektedir pe-kâlâ…

Page 9: Die Gastediegaste.de/pdf/diegaste-sayi11.pdfPanel Sunum ve Konuşma Özetleri ... (8 yaşında) “down sendromu” rahatsız-lığından dolayı Sonderschule’ye gönderilme sürecinde

9Die Gaste

Biri (der ki) : Merhaba... (Gülerek) Nasılsın? Öteki : Merhaba... Teşekkür ederim! Sen nasılsın gö-

rüşmeyeli?Biri : Çok iyiyim. Geçen söyleşimizi, zorunlu bir ne-

denle, vedalaşmadan bitirmek zorunda kalmıştık. Özür di-liyorum. Bugün de tragedyanın siyasi işlevini konuşmayadevam edecek miyiz?

Öteki: Evet, ama önce Peisistratos’un niteliğine ba-kalım. Peisistratos’un iktidarı ele geçirme başarısını, aris-tokratik tarih yazımı, tiranlık (zorbalık) rejimi olarak tanım-lamıştır. Doğu kökenli olan “tiran” (tirannos) sözcüğünün,Yunan diline Lidya dilinden geldiği sanılmaktadır. Oligar-şiden demokrasiye geçişi kolaylaştıran, halk tarafından be-nimsenip halkçı bir politika güden bu tip yöneticileri, soy-luların tarih yazıcıları tarih sayfalarına zorba, yani tiranlarolarak geçirmeleri büyük bir yanılgı yaratmıştır. Yunanca-daki “basileus” sözcüğü gibi efendi, kral anlamını taşıyan“tiran” sözcüğü, Batılılar tarafından Doğulu despotları ta-nımlamak amacıyla kullanılmıştır.

Yöntem açısından, şu şüpheyi taşımamızın gerekliliğiortaya çıkmaktadır: Tarihin ne yazdığından önce kimlerinyazdığına dikkat etmek önemlidir! Örneğin tarihçi Thuky-dides1, Antik Yunan’da tiranların ortaya çıkışını zenginliğinartmasına bağlamaktadır. Bu yorumun dışında tiranlığınçıkışını salt iktidar fetişizminin bir ürünü olarak ele almakbilimsel temelleri olan bir açıklama olamaz. Aksi takdirdeThukydides’in bu çözümlemesinin dışındaki herhangi birtarih yorumunun şu açıklamayı yapabilmesi gerekmekte-dir: Büyük bir serveti elinde toplayan küçük bir azınlığıntanımı ne olabilir? Herhalde bu sorunun cevabını da, “Atinademokrasisi!” diye vermektedirler.

Peki tiran Peisistratos ne gibi “zorbalıklar” yapmıştı?İlk olarak Solon anayasasına dokunmayıp, yönetimini hu-kuksal bir çerçeveye oturtmuştur. Dış politikada barışı kol-layan, içeride ekonomik gelişmeyi hızlandıran ve alt sı-nıfların yaşam koşullarını yeniden düzenleyen bir siyasetizlemiştir. Soyluların büyük çiftliklerine el koyup topraklarıyoksul, topraksız yurttaşlara dağıtmıştır. Her Atinalının ge-lirinin onda birini, oluşturulan devlet hazinesine bırakmazorunluluğu getirilmiştir. Bu vergilerden, gümüş madenigibi zengin madenlerden elde edilen gelirlerle kamusalyapım işleri gerçekleştirilmiş ve ileride Atina’nın önemligüç kaynağı olacak olan deniz filosu kurulmuştur. İşsiz vetopraksız olan yurttaşlara sürekli iş ve gelir sağlanmıştır.Gemilerde tayfa olarak çalıştırılan yoksul köylüler, öncelerimaddi güçleri olmadığı için kente inemezlerken, bu geliş-menin sonucunda gemiler limanda beklediği süreceAtina’da bulunup siyasal alana dahil olabilmişlerdir. Bu so-nuçları değerlendiren Aristoteles2 bile, “bütün işleri yasalarauyarak düzenleyen... çok ateşli bir halkçı ve herkesin iyili-ğine çalışan bir adam” olarak tanımlamıştır Peisistratos’u.

Antik Yunan tragedyasının kent kültürünün bir parçasıolarak ortaya çıkışı onun döneminde gerçekleşti. Kent dev-rimini başarıya ulaştırmak için geniş halk kesimlerinin des-teğini almayı amaçlayan Peisistratos, kırsal halk ritüellerininkente taşınmasına izin verdi ve düzenlediği resmi festival-lerle bunlara doğrudan destek verdi. Bu festivallerde Atinalıentelektüeller kökenleri binlerce yıllık geleneklere dayananhalk kültürüne ait bir çok ritüel ve faaliyeti yeni bir bakışaçısıyla işleyerek yüksek bir sanatsal ekol ortaya çıkardılarki, bu ekolun en önemli ürünlerinden birisi de “tragedya”yani tiyatro idi. 3

Yeni kent festivallerinden en önemlisi Dionysos içindüzenlenmekte olandı. Kırsal Dionysos kültünün tam ola-

rak ne zaman ortaya çıktığı bilinmemektedir ama ondakabile geleneklerinde önemli yeri olan “erginleme” tören-lerinin izleri bulunacaktır. Başlangıçta bu tanrıya yöneliktapım bir gizli tarikat yapısı içerisinde örgütlenmişti. Mü-ritlerin büyük bölümünü kadınlar oluşturmakta, sadecebaşrahip bir erkek olmaktaydı. Dönemin yazarları bu gizlitarikatları ve onların tapımlarını “çılgınca” diye tanımla-maktaydılar. Bu ritüeller gerçekten de sistem karşıtı nite-likler taşımaktaydılar: Şarap sayesinde esrime durumu ya-şayan müritler çılgınca dans etmekte ve “dythirambos” adıverilen doğaçlama şiirler okumaktaydılar. Söz konusu şiirlerDionysos mitini konu ediniyorlardı. Dionysos kültünün birbaşka unsuru da, tanrının keçilerle olan ilişkisiydi. Mitinbazı versiyonlarında rastlanan tanrının bir keçiye dönüş-türülmesi ve bir süre için bu şekilde yaşamaya zorunu tu-tulması öğesiyle de ilişkili olarak, dinin müritleri tarafındankeçi, kutsal kabul edilen bir hayvandı. “Trage” ve “odia” yani“keçi” ve “şarkı” sözcüklerinin birleşmesiyle oluşan “tra-gedya” sözcüğü, bu ilk tiyatro biçiminin Dionysos ritüelle-rinde keçi postu giymiş kişilerce seslendirilen şarkılardantürediği yolundaki iddiaları desteklemektedir.

Kent “devriminin” siyasi önderi olarak geniş halk ke-simlerinin desteğini alan Peisistratos, bu “sakıncalı” ritüelleryerine kendi amaçlarına uygun bir kent tapımı başlatmayakarar verdi. Bunda, büyüyen ekonominin ihtiyaç duyduğuemek gücünü karşılamak için kente göç eden kalabalıkhalk kitlelerinin, kent kültürü üzerindeki dönüştürücü etkiside belirleyici olmuş olabilir. Sonuçta bu festivaller Peisis-tratos’un farklı sınıflardan gelen Atinalıları ortak bir kültüretrafında birleştirme yolundaki girişiminin bir sonucu ola-rak 6. yüzyılla birlikte kutlanmaya başladı. Elbette ki yenidüzenleme, tapım kurallarını da yeniden şekillendiriyordu:Kadınlar kırsal ritüellerdeki statülerini yitirdiler ve yürüne-rek söylenen alay şarkısı bir sahnede durarak söylenmeyebaşladı (stasimon). Koronun içinden bir oyuncu ayrıldı vekoroyla diyaloga başladı. Başlangıçta bu kişinin görevi ri-tüelin sadece müritlerce bilinen gizemli içeriğinden ha-berdar olmayan kentli halkı, sahnede ne olup bittiği ko-nusunda bilgilendirmekti. Sahnede Dionysos mitini mer-kezine alan bir “acı oyunu” sergilenmeye başladı ki, Aris-toteles’den beri tragedyanın kökeninin bu olduğu düşü-nülmektedir.

Biri: Tragedyanın ortaya çıkışının koşulları, tarihinbelli, ama çok önemli bir diliminin anlaşılması için bizeyardımcı oluyor.

Öteki: Kuşkusuz böyle. Bu yüzden, de uzun uzadıyaincelemek zorundaydık bu konuyu. Eğer bu tarih diliminikavrayabilirsek, tragedyanın bundan sonraki tarihi süreçleriçinde hangi evrimlerden geçtiğini de anlayabileceğiz. Vebazı temel konular, açık ve net şekilde ortaya çıkıyor. Her-şeyden önce, altyapı-üstyapı konusu. Kısaca toparlamak is-tiyorum: Altyapı, yani temel, başka bir deyişle de insanlarınsosyo-ekonomik ilişkileri, üstyapıyı belirler. Toplumun üre-tim araçlarının mülkiyet biçimi, üst yapı ve onun tüm ku-rumlarını, siyasal, hukuksal, dinsel, felsefi vb. fikirlerini, sa-natın ve tiyatroyu şekillendirir. Sınıflı toplumlarda, devletinvarlığı, üstyapının tüm varlığına özel bir karakter damgasıvurur. Devlet, üstyapının örgütleyici öğesidir.

Tarih, sınıf mücadelelerinin tarihidir.Biri: Ayrıca, tarihi açıklamak için, dönemin sınıf ana-

lizini yapmak, tarihi anlamamızı kolaylaştıran mükemmelbir yöntem değil mi?

Öteki: Kuşkusuz. Özellikle Batı’yı anlamak ve özellikleiçinde yaşadığımız “Avrupa-Merkeziyetçiliğini” anlamak vedeğerlendirmek, Antik Yunan tarihini kavramaktan geçer.Kendi toplumsal yaşayışlarını yasalarla belirlemelerini diğertoplumlara göre bir üstünlük sayan Yunanlılar, tüm Batıtarihinin şekillenmesinde de çok önemli bir temeli temsilediyorlardı. Bu durumun, yüzyıllara yansıyan bir ideolojiktemel oluşturması, Yunan siteleri dışındaki toplumlarda

sınıflılığın ve ona bağlı olan üretim biçimlerinin kendineözgüllüğünü de olumsuzlayan bir noktaya gelmiştir. Buolumsuzlama, kendine özgüllüğü reddeden ve sonuçtaBatı ve özellikle Hellenizm eksenli bir gelişme çizgisinimutlak kılan tarih felsefesinin “yansıma”sıdır.

Geniş bir coğrafyada etkili olan Yunan polisleri, kendiuygarlığının o “etkileyici ve büyülü” dünyasını emeği köle-leştirerek kurmuştur. Kölelik ortaya çıkar çıkmaz, eski top-luluğun ilerisinde gelişmekte olan halklar arasında egemenüretim biçimi halini almış, ama bu halkların sonunda yoz-laşmasının da başlıca nedenlerinden biri olmuştur. Tarımlasanayi arasında büyük çapta işbölümünü ve böylece antikdünyanın yeşerip serpilmesini, yani Helenizm’in doğmasınıilk olarak kölelik sağlamıştır. Kölelik olmasaydı, Yunan dev-leti, Yunan sanatı ve bilimi de olamazdı; kölelik olmasaydı,Roma İmparatorluğu da olamazdı. Ama temelde Helenizm4

ve Roma İmparatorluğu olmadıkça “çağdaş Avrupa” da ola-mazdı.

Helenizmin Avrupa’da ağırlıklı olarak 18. yüzyıldanitibaren Mısır, Mezopotamya, Anadolu ve özellikle, Samiırkından Fenike uygarlıklarının karşısına konularak, önplana çıkarılması, Avrupa’da antisemit düşüncenin yerleş-mesine temel oluşturmuştur. Son yıllarda Avrupa ve il-ginçtir ki, Yunan tarihçilerinin de öz eleştirisel bir bakışaçısıyla geliştirdikleri bu konulara, kuşkusuz, sohbetleri-mizde yer vermemiz gerekecektir.

Biri : Çok merakla bekleyeceğim. Öteki : Eklemem gereken son derece önemli bir konu

var: Antik Yunan’ın sınıf mücadelelerini anlatmaya çalışır-ken, çağdaş toplumu incelerken geliştirilmiş bir kavramsalaracının, olduğu gibi, sakıncasızca eski dünyaya uygulana-mayacağını özellikle anımsatmak istiyorum. Marx, toplumuincelerken ortaya koyduğu ekonomik kategorilerin, klasikekonominin aksine, tarihsel özelliğini açıkça belirtir. Marxbu kategorilerin, toplumsal gelişmenin bütünlüğü içindeanlaşılması için anahtar sağladığını düşünür. Ancak bun-ların öncesiz sonrasız özler olmadığını da belirtir; bunlarher zaman varolmamıştır. Yani bunları salt, yalınkat biçimdekapitalist olmayan toplumlara yansıtmaktan kaçınmak ge-rekir: Bunlar bu toplumlarda bulunmayabilir ya da sanayikapitalizmi çerçevesinde aldıkları biçimden farklı biçimleraltında bulunabilir. Sınıf ve sınıf savaşımı kavramlarını eskidünyaya uygulamak için kullandığımızda da çağdışılıktankaçınmamız gerekiyor. Diğer bir nokta da, köleler ile efen-dileri arasındaki karşıtlığın, toplumsal-siyasal yapılar dü-zeyinde yapılan yoğun bir savaşım biçimine bürünmemişolması, bireysel olarak ve “kölelikten kurtulma güdüsüyle”yüzeye çıkmasıdır. Yani, bu durumda söz konusu olan, top-lumsal durumu, üyesi olduklarını duydukları bir öbeğinyararına değiştirmek değil, kölelikten kurtulmaktır. Ne de-mek istediğimin netçe anlaşıldığına şüphem var. Fakatşimdi konuya daha yoğun girmek istemiyorum. Başka birsöyleşinin konusu olabilir. (Gülümser). Eh, hadi artık geçoldu. Söyleşimizi bugünlük bitirelim. Sağlıcakla kal.

Biri : Sağlıcakla kal.

Söyleşiler IIIKoral OKAN

Biri ile Öteki’nin sohbetleri, kültür, sanatve sosyal yaşamın diğer değerlerini, bunlarınsiyasetle olan içiçe geçmişliğini içerir. Biri ileÖteki, “Sen, ben...” veya “diğeri” olabilir; isimlerönemli değildir, sadece içerikler anlam taşıya-caktır.

1 Hartmut Leppin, Thukydides und die Verfassung der Polis. Ein Be-itrag zur politischen Ideengeschichte des fünften Jahrhunderts vor Christus,Berlin 1999.

2 Bkz. http://de.wikipedia.org/wiki/Aristoteles ve Rolf Geiger: aris-tokratie, monarchie in: Aristoteles-Lexikon. Stuttgart 2005.

3 Hellmut Flashar, Inszenierung der Antike, C.H.Beck Verlag, 2009.

4 Antik Yunan dünyasında bir dönem düşünürler, Yunanlıların kar-deş oldukları ve birleşmeleri gerektiği düşüncesini yaymaya başlamışlardır.Bu düşünce, aslında, kendilerini kölelerden ve barbarlardan farklı tanım-lama ihtiyacından doğmuştur. Özellikle, Perslilerle girdikleri savaşlar es-nasında Helen-Barbar (Helen-“Barbar“) ayrımını ve Helenlerin üstün ol-duğu görüşünü benimsemişlerdir. Antik Yunan dünyası içindekisite-devletlerinin birbirileriyle olan çelişkileri, bir Yunan iç savaşına dönençatışmaları gören gezgin düşünürler, bu çatışmaların Yunan dünyasınızayıflattığını görmüşlerdir. İşte Panhelenizm’in doğuşunun genel olaraknedenleri bunlardır. Yunanlıların ortak kültürü anlayışından hareket ede-rek tüm Yunanlıların tek bir “ulus” biçiminde birleşmeleri öğretisinin, yaniPanhelenizm’in en açık savunucularından olan Gorgias, “Olympia Söylevi”adlı çalışmasında, Yunanlıların kendi içlerindeki çelişkilerin ortadan kal-dırılabilmesi için “birbirlerinin sitelerini değil, fakat barbarların ülkelerinifethetmeyi amaçlamalarını” önermiştir.

Page 10: Die Gastediegaste.de/pdf/diegaste-sayi11.pdfPanel Sunum ve Konuşma Özetleri ... (8 yaşında) “down sendromu” rahatsız-lığından dolayı Sonderschule’ye gönderilme sürecinde

Die Gaste10

Batı Avrupa ülkelerinin II. Dünya Sa-vaşından sonra yeniden imar süre-cinde olduğu kadar, yeni yatırım ve

pazar alanları arayışlarında “yabancı işçile-rin” önemli bir yere sahip oldukları tarihselbir gerçektir.

Batı Avrupa ülkelerine “sıfır maliyetlenitelikli işçi”, (“Onun ne teşekkülüne katkıdabulunmuştur, ne de bu faktörün bir amortis-manı olacaktır. Dışarıdan gelen işçiye ödenenücret bir anlamda bu sermayenin faizini ya-ratan unsur olarak kabul edilebilir.”1) olarakçalışmaya giden işçilerimizin ülkelerine enönemli katkıları da gönderdikleri dövizlersayesinde gerçekleşmiştir. 1964 yılında baş-layan ve 1973 yılında en üst seviyelere ula-şan döviz aktarımı sayesinde Türkiye itha-latının ortalama %57.9’unu2 ülkeye gönde-rilen dövizler yoluyla karşılamıştır. Buradadikkat çekici olan, Türkiye’nin ithalat yaptığıülkelerin Avrupa Ekonomi Topluluğu (AET– AB’nin eski adı) ülkeleri olduğu ve bu ül-kelerde çalışan yabancı nüfusun %88.3’ü-nü3 Türkiyeli göçmen işçilerin oluşturdu-ğudur. Görünen o ki, yurtdışına çalışmayagiden işçilerimizin kazandıklarını ülkelerinegöndererek ülke ekonomisine katkıda bu-lunurken, bu katkı, ithalat yoluyla (%36.7)4

istihdam edilen Batı Avrupa ülkelerininekonomilerine geri dönüyordu. Bu bağ-lamda, bu ülkelerin pazar sorununu çöz-mesine de katkıda bulundu. Bu durumCumhuriyet gazetesinin 12 Ağustos 1975tarihli sayısında şöyle ifade ediliyordu: “Ay-rıca bu işçilerin gönderdiği dövizleri de eko-nomisi dışa bağımlı olan azgelişmiş ülkelerde büyük sorun olan ödemeler dengesi açı-ğını kapatmakta kullandıklarından işine gel-mektedir. Türkiye’nin 1 Ocak-1 Ağustos 1975tarihleri arasında yedi ayda elde ettiği dövizgeliri olan 2 milyar 128,9 milyon dolarlık mik-tarın 613,1 milyon doları yabancı ülkelerdeçalışan işçiler tarafından sağlanmıştır.”

Güçlü sanayi ekonomisine sahip BatıAvrupa ülkelerinin başlıca sorunlarındanbiri de işsizliktir. İşsizlik, kapitalist sisteminkaçınılmaz bir olgusu olmakla birlikte, ça-lışan nüfus üzerinde yoğun bir baskı unsuruolarak da etkisini gösterir. Çalışan nüfusunişini kaybetme korkusu, ücretlerin aşağıyaçekilmesi, iş yoğunluğunun artırılması vb.gibi nedenler işsizlik olgusunun ne dereceetkin olduğunun bir yansımasıdır.

Üretimin genişlemeye başlaması ileişsizlik oranında azalma görülür. Bu durum,çalışan nüfus açısından (reel) ücretlerinyükseltilmesi talebini, diğer bir ifadeyle,işçi ile işveren arasındaki pazarlık gücününartması anlamını taşır ve böylece sendikalmücadele gelişir. Ekonominin ileriye doğruyükselişe geçtiği ve genişlediği dönemde

ise, işçilerin bu talepleri yoğunlaşarak artar.İşveren tarafı ya da onlar adına siyasal yö-netimi, bu durum karşısında edilgen olma-yacağından, çözümler aramaya başlar.

İşte tam bu noktada üçüncü dünyaülkelerinden talep edilen “ucuz iş gücü”,“yabancı işçiler” sorunu, Batı Avrupa kapi-talizminin bu çelişkisi karşısında –talep edi-len işçilerin özellikleri nedeniyle– güç ka-zanmasına, belirleyici konuma geçmesineve sorunun çözümlenmesine katkıda bu-lunur. Az gelişmiş ülkelerde sanayinin ge-lişmemiş olması ve bu bağlamda sendikalmücadele alanındaki örgütlenme anlayışı-nın eksikliği5, Batı Avrupa ülkelerindeki üc-retlendirmenin –ne kadar düşük olsa dahi-kendi ülkesindeki ücretlendirmeye göreyüksek olması ve işinin geçici olduğu dü-şüncesi, bir yandan yerli işçiler ile birliktehareket etmeyi engelleyerek sendikal mü-cadeleyi yavaşlatırken, öte yandan da ya-bancı işçilerin getirilmesi, işsizlik sorununubelirli sınırlar içinde tutulmasını, iç talebinbelli düzeyde tutulmasını olanaklı kılar.

Ayrıca o dönemde ve günümüzdevarlığını sürdürmekte olan “yerli/yabancıişçi” ayrımı –ki bu durum ekonomik krizkoşullarında yabancı düşmanlığına dönüş-mektedir-, özellikle yerli işçiler üzerinde yo-ğun bir dezenformasyon eşliğinde, işçilerinekonomik-demokratik talepleri saptırarak,ülke ekonomisinin ve iç huzurunun kötüyegidişatının nedeni olarak “konuk işçileri”hedef gösterilmesini de olanaklı kılar. Böy-lece “yerli ve yabancı işçilerin” kaynaşması,dayanışma içinde olması ve entegrasyonuen başından baltalanmıştır.

24 Ekim 1929’da New-York borsasınındibe vurmasıyla başlayan ve etkisini 1930yılında tam anlamıyla gösteren “Büyük Buh-ran”, Amerika, İngiltere ve Almanya baştaolmak üzere tüm dünya ekonomilerini sars-mıştır. Kriz, madencilik ve inşaat sektöründebüyük zararlara yol açarken, tarım ürünle-rinin fiyatlarının düşmesiyle de çiftçileri veköylüleri de etkilemiştir. Bu “Büyük Buhran”,söz konusu olan ülkelerde “yabancılar”akarşı düşmanlığa dayanan milliyetçiliğinyükselişini getirirken, aynı zamanda II. Dün-ya Savaşının da koşullarını olgunlaştırmıştır.Daha sonraki ekonomik krizlerde de görül-düğü gibi, her ekonomik kriz, gelişmiş ka-pitalist ülkelerde milliyetçiliğin, dolayısıylada “yabancı düşmanlığının” güçlenmesineyol açmıştır.

II. Dünya Savaşından sonraki 1957,1967 ve 1973 ekonomik krizleri, bir kez da-ha gelişmiş ülkeler arasındaki çatışkıları gö-rünür hale getirirken, aynı zamanda sınıfçatışkılarını ve “yabancı düşmanlığını” da

belirgin hale getirmiştir.Batı Almanya hükümeti de

II. Dünya Savaşı sonrasındakiekonomik krizler karşısında ül-kenin iç huzuru için “konuk işçi-leri” geri gönderme planları yap-maya koyuldu. 1969-1972 yılla-rında Willy Brandt hükümetindeEkonomi Bakanı olan Egon Bahr1970 başlarında, “önce ülkemizgelir, şunu belirteyim ki FederalAlmanya’dan şimdi yarım milyonyabancı işçi gitseydi çok rahatlar-dık” diyerek geri gönderme plan-larının ortamını oluşturmaya ça-lışırken, Maliye Bakanı Hans Apelise, daha da ileri giderek, “bir mil-yon işçinin ülkelerine gönderilme-sinin amaçları olduğunu” açıkla-mıştır. Hükümetin aldığı önlem-ler baktığımızda: 1) “boş iş yerle-rinin doldurulmasında Alman iş-çilere öncelik tanınacaktır”, 2) “ül-kede kalmaya devam eden işsizyabancı işçiler daha az ücretli iş-leri kabule mecbur bırakılacaktır”,3) “işsiz yabancıların Federal İş-bulma Bürosunun gösterdiği ikiişi kabul etmedikleri takdirde iş-sizlik tazminatları kesilecektir”vb. gibi önlemlerle karşılaşmak-tayız.

Bu önlemlerin uygulama-sında etkin bir rol oynayan ise,Türkiye ile Federal Almanya ara-sında yapılan işgücü anlaşmasıdır. Anlaş-manın onuncu maddesi: “Türkiye Cumhuri-yeti Hükümeti, iş bu anlaşmaya istinadenFederal Almanya Cumhuriyeti ülkesine girenişçileri formalitesiz olarak her an geri alacak,dönüş için gerekli seyahat vesikalarını vere-cek ve lüzumlu transit vizelerini temin eyle-yecektir.” Açıktır ki, göçmen işçilerin bu du-rum karşısında hiç bir yasal hakkıbulunmamaktadır. Ayrıca az gelişmiş ülke-ler “emniyet supabı” görevini isteseler deistemeseler de yerine getirmek zorunda-dırlar.

“Her iki anda da yabancı işçilerbuhranı hafifletecek manivela olarakkullanılmışlardır. 1966-1967’de işve-ren sözleşmeyi uzatmakta isteksizlikgösterme, iş saatlerinin kısaltılması,fazla mesai ve üretim primlerinin ke-silmesi gibi tedbirler almış ve bu ted-birler sonucunda Federal Alman-ya’dan ülkesine dönen işçilerin sayısıyarım milyona ulaşmıştır. Bu sayı ön-ceki yıllarda kaydedilen ve 300.000civarında olan dönüşleri fazlasızlaartırmıştır.”6

Diyebiliriz ki, tarihte yaşanmış ve gü-nümüzde de biçimsel değişikliklere uğra-mış olarak varlığını sürdüren sorunlardaekonomik etken baskın durumdadır. Fakatbaşta da söylediğimiz gibi, ekonomik, si-

yasal, toplumsal ve kültürel sorunlar bü-tünü içte ve dışta birbirlerini etkiler ve ay-rılmaz bütünlük içindedir. Bu bağlamda,“yabancı işçiler” sorunu ya da “konuk işçiler”sorunu sadece ekonomik kriz koşullarındakullanılabilen ve ekonomik kriz ortadankalktığında bir yana atılabilen bir “araç” de-ğildir. Ekonomik kriz koşullarında, hem iş-sizliğin öznesi olan, hem de yükselen mil-liyetçiliğin, yabancı düşmanlığının öznesiolan “konuk işçiler”, ekonomik krizler son-rasında her türlü ekonomik, sosyal, siyasal,kültürel sorunlarla birlikte varlıklarını sür-dürürler. Bu nedenle, yabancı düşmanlığı,entegrasyon vb. sorunlar yanında, anadilisorunu, çok dillilik ve çok kültürlülük vb.sorunlar da bir bütünün parçalarını oluş-tururlar. Her bir parça diğer parçayı ve bü-tünü etkiler. Bu nedenle, ne kadar parçasalgörünürse görünsün, her türlü göçmen so-runu (bireysel, ailesel, eğitsel vb.) göçmen-lerin ve özel olarak da Türkiyeli göçmen iş-çilerin sorunu olarak ele alınmalı ve çözüm-lenmeye, en azından hafifletilmeye çalışıl-malıdır.

Ozan DAĞHAN

Dünden Bugüne

1 G. A. Frois, Beşeri Sermaye ve Milletler ArasıGöçler, SBF Dergisi, Cilt 20, Sayı: 1, s. 98.

2 İş ve İşçi Bulma Kurumu (İİBK), No. 111, s. 60.3 İİBK, No. 111, s. 60.4 İİBK, No. 111, s. 60.

5 Bu konuda yapılan bir araştırmaya göre Fe-deral Almanya’daki işçilerimizin % 14.5’i sendikalıdır.% 22’sinin sendika kavramından haberi dahi yokturve 23’ü ise sendikaya girme ihtiyacı duymamaktadır.*İskender Evrenseoğlu, Federal Almanya-Türkiye İşgücüİlişkileri. Eskişehir Sanayi Odası Yayınları No. 1.

6 Nermin Abadan Unat, Federal Almanya’nın1966-1967’de Geçirdiği Ekonomik Buhran Açısından Ya-bancı İşgücü ve Türk İşçilerinin Durumu, SBF Dergisi,No 4.

“Yabancı işçiler” sorunu ya da “konuk işçiler” sorunusadece ekonomik kriz koşullarında kullanılabilen ve eko-nomik kriz ortadan kalktığında bir yana atılabilen bir “araç”değildir. Ekonomik kriz koşullarında, hem işsizliğin öznesiolan, hem de yükselen milliyetçiliğin, yabancı düşmanlı-ğının öznesi olan “konuk işçiler”, ekonomik krizler sonra-sında her türlü ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel sorunlarlabirlikte varlıklarını sürdürürler.

Page 11: Die Gastediegaste.de/pdf/diegaste-sayi11.pdfPanel Sunum ve Konuşma Özetleri ... (8 yaşında) “down sendromu” rahatsız-lığından dolayı Sonderschule’ye gönderilme sürecinde

11Die Gaste

ve bu standardı kazanan işletmeler pazarpaylarını arttırabileceklerdir.” (EHZ, AvrupaHelal Sertifika Enstitüsü)

“İsrail’in ‘koşer’ adıyla uyguladığı helalsertifikasıyla İslam dünyası 2004’te tanıştı.Müslüman ülkelerin yanı sıra Müslümannüfusa sahip Avrupa ülkeleri Almanya,Fransa, Belçika hatta Vietnam bile ‘helal’sertifikası veriyor.” (Zaman, 25.02.2008) .

Bu yeni helalciliğin nedeni ise, artan bu pa-zardan “pay kapma” olarak somutlaşmıştır: Dünya“helal pazarı” 2006 da 580 milyar dolar iken, buyıl 2 trilyon dolar olacağı tahmin edilmektedir.Ve bugün “helal et” sektöründe en çok satan fir-malar ise Avustralya ve Brezilya merkezlidir. (Han-delsblatt, 08.12.2008)

Şimdiye kadar bildiğimiz ‘helal’ –Türk bak-kalarından tanıdığımız gibi– sadece et kesimin-den oluşmaktaydı, domuz eti zaten yoktu ve alkolde bulmak hemen hemen imkansızdı. “Helal” sa-dece bu kadardı, çünkü; “Bir ürünün helal olmasıiçin, içinde domuz eti ve domuz ürünleri, alkol vekan bulunmaması, tüm et ürünlerinin İslamiyetinyenmesini meşru kıldığı hayvanlardan oluşmalarıve İslami usullere göre uygun kesilmiş olmaları ge-rekmektedir” (www.eurohelal.de) diye buyrulu-yordu. Buraya kadar da yeni birşey yoktu.

Yeni olan ise, bu helal-kavramının genişle-tilerek ve derinleştirilerek, sadece et-ürünlerinindeğil, bütün yiyecek maddelerinin atomlarına ka-dar (helalciliğe uygun olarak) yeniden gözdengeçirilmesi ve tanımlanmasıdır. Böylece, insanınrüyasında dahi hiç akla gelmeyecek maddeler,moleküller, vitaminler, ilaçlar, üretim prosedürü,kremler, temizlik maddeleri, yapıştırıcılar, reçeller,pastalar hatta mayalanmada kullanılan enzimler(Mesela hayvansal enzim kullanılmış mı? Kulla-nılmışsa islami kurallara göre kesilmiş mi?) vebakteriler (Bakterilerin besiortamı, yani proteinlerhelal mi, domuz proteinleri kullanılmış mı?) bile“helalcilik” kapsamına alınmıştır. “Helal kavramıyalnız gıda maddelerini değil, aynı zamanda gıdamaddelerine eklenen maddeler, paketlemede kul-lanılanlar, kozmetik mamüller ve deterjanlar, ça-maşır tozlarının içeriğindeki kimyevi maddelere ka-dar hepsini kapsar”. (www.halal-zertifikat.de).

Bütün bu ürünlerin ise sertifikalanması (is-lama uygunluğu) gerekmektedir. İşte tam bu ser-tifikalama sistemi “helalci”lerin yeni rant kapısınıoluşturmaktadır, çünkü bu hizmetler için binlerceEuro yıllık aidat ödenmesi (aşağıdaki tabeladagösterildiği gibi) ve bu aidatın da her yıl yenidentazelenmesi gerekmektedir.

Böylece “helal”in derinliğine ne kadar inilirsesertifikalanması gereken ürünler o kadar da ar-tacak, kendilerinin ve çok uluslu şirketlerinin pa-zarlarını genişletmeye yardımcı olunacaktır. Bu-gün 50’ye yakın sertifika veren şirket bulunmak-tadır. Bunların çoğu İran, Malezya ve İndonezyamerkezlidir. Almanya’da da böyle kurumlar sonzamanlarda artmaktadır ve hepsi de ücretlidir.Sertifikalamayı müslüman ülkeleri yaparken,“Nestle, Tesco gibi Müslüman olmayan çok ulusluşirketler, Müslümanlara yönelik hizmet ve ürünlerinigenişleterek küresel helal pazarının tahminen yüzde90’ını bu şirketler kontrol etmektedir.” (Zaman,25.02.2008).

Diğer bir olgu ise, “helal”in de, “Bio”da ol-duğu gibi bir standartlaşmaya gidilerek “helal”adının tescilli bir marka haline getirilmesidir. Buda artık hiç kimsenin bir ücret ödemeden bu adıkulanamayacağı anlamına gelmektedir. Küçükbakallar, marketler (kendi kesimini kendisi ya-panlar) ise belirli bir ücret ödemeden “helal” adınıkullanamayacak, ya da ürünlerinin bir bölümünüancak büyük şirketlerden daha pahalıya almalarıgündeme gelecek ve bu şirketlere bağımlılıklarıartacaktır.

Sözü edilen sertifika firmaları bugün sadecegıda sektöründe faliyet gösteren firmaları (Nestle,Dr. Oetker, Müller, Gazi gibi) değil, aynı zamandagıda sektörüyle hiç alakası olmayan kimya ve ilaçsektöründe de (Basf, Bayer, Degussa, Evonik,Merck gibi) sertifikalama yapmaktadır.

Ve sorunun en ilginç ve en kârlı yanı tamda burada başlamaktadır. İlginç olan, dünyanınen büyük kimya, petrol ve enerji sektöründe fali-yet gösteren bilimsel firmaların “helalcilik”e nedenilgi gösterdikleridir. Mesela dünyanın en büyükfirmalarından biri olan BASF Kimya Şirketi’nin(2008 yılındaki cirosu, 62 milyar Euro ve yaklaşık100.000 işçi çalıştırmaktadır) “helalcilik”le olan

Helal Molekül, Haram MolekülMehmet KORKMAZ

Gliserin = C3H5 (OH)3

÷ øHelal Molekül Haram Molekül

‘’Aşağıdaki tabela, hangi E-numaranın (gıdaların üretimi,hazırlanması, ambalajlanması sırasında ürüne katılan maddelerinlistesini içerir.) Helal/Haram kriterleri ile uyumlu olup oldmadığınıgöstermektedir.

Bu tabela bir beslenme teknisyeni ve bir İslam bilgini ilehazırlanmıştır.

Kısaltmalar:X= Etanol ile arıklandırma. (haram olması mümkün)F= Etanol ile arıklandırma. (haram olması mümkün)T= Hayvansal yağ asidi ya da hayvansal Protein ile ester-

leşme (esterleşme:Yağ asitlerinin alkollerle girdikleri reaksiyon-lardır). (haram olması mümkün)

N= Haram. (haram olması mümkün)

E-Numaraları (bazıları) :

E416 Kâraya zamkı F, N

E418 Jellan zamkı F, N

E422 Amonyum fosfat (Gliserin)Gliserin (E 422) kimyasal olarak kârbon

atomuna bağlı üç hidroksil grubu (OH) içerir.Bütün yağların molekül çekirdeğinin tabanınıoluşturur. (Bütün bitkisel ve hayvansal yağlardabulunur). Gliserin ürünün dayanaklığını artı-rarak ürünün kalitesini sabit tutar. Çoğunluklaet, pasta ve reçel üretiminde kullanılır. Gliserininsan vücudu tarafından da üretilir ve kesinlikleuyuşturucu/hoşlandırıcı bir etkisi yoktur. Buyüzden de böyle moleküller haram değildir.Aynısı E-471 ve Lesitin için de geçerlidir.

E471 Yağ asitlerinin mono ve digliseritleri (Emülgatör)

E471, hayvansal yağ asitlerinden oluş-muşsa, kullanılmamalıdır.

T

http://www.halal.de/HC_E-Nummern.htm

Gliserin, molekül yapısında bulunan üç hidroksil gruplarından (OHgrupları) dolayı en basit alkoller gurubuna (Etanol, Metanol) aittir.

“Etin helali olduğunu biliyorduk da, şimdi moleküllerin helallığı neredençıktı” diyeceksiniz.

Die Gaste’nin 4. sayısının başsayfasında ’’Etnik reklamcığa hoş geldiniz’’başlığı altında şunlar yazılmıştı:

’’..... (Bu etnik reklamcılığın oluşmasındaki en büyük etmen fir-maların, müşteri kazanmak istemesidir)... Diğer bir konu ise, ekonomikkrizin derinleşmesiyle müşterilere olan rekabetin artması sonucu buetnik reklamcılığın ne kadar etnikleştirileceği ve derinleştirileceğidir.Bu da paralel toplumların içinde yeni bir paralel toplumların yeşermesipotansiyelini birlikte getirecektir.” (Die Gaste, Sayı: 4 / Kasım-Aralık2008)

Ve sonunda 2009 finans krizinin getirmiş olduğu iflaslar, işsizlik, aşırıüretim, düşük ücret ve malların satılamaması, rekabeti artırarak pazarlaraolan ihtiyacı daha da artırmıştır. Yeni pazarların olmayışı(bulunmaması), bazırant kesimlerini yeni pazarlama yöntemleri aramaya yöneltmiştir. Bulduklarıbu yeni pazarlama yöntemleri ise “helalcilik” bazında sertifikalama sistemiolmuştur. Amaç şöyle ifade edilmektedir:

“EHZ’in Helal Sertifikalama Sisteminden istifade eden et ve gıdamaddeleri imalathaneleri ve mezbahaneleri, bu sertifikalama siste-miyle helal standartlarına uygun helal gıda maddeleri üretebilecekler

http://www.halal-zertifikat.de/tuerkisch/diverse/kostenrahmen_tr.htm

Page 12: Die Gastediegaste.de/pdf/diegaste-sayi11.pdfPanel Sunum ve Konuşma Özetleri ... (8 yaşında) “down sendromu” rahatsız-lığından dolayı Sonderschule’ye gönderilme sürecinde

Die Gaste12

ilişkisini tabelayla göstermektedir.(Bkz. http:// www.nutri-tion.basf.com/Files/ PDF/News/Nutrition/Product%20Cata-log%20Human%20Nutrition.pdf)

Bu tabelada ve dipnotta da görüleceği gibi, amaçpazarlanması bütün dünyada mümkün ve her dinde vekültürde kabul gören evrensel vitaminler ve buna göremolleküller üretmektir. “İngiltere’nin Principle Healtcare veKanada’nın Duchesnay’i gibi ilaç şirketleri, artık jelatin ya dadiğer hayvansal türevler içermeyen helal vitaminler satıyor-lar.” (Zaman, 30.05.2009)

Sadece temizlik maddelerine bakıldığında (Deterjan,bulaşık suyu, şampuan, sabun vb.) bu maddelerin içindealkol bulunduğu kuşkusuzdur (alkolün yağ çözücü niteli-ğinden dolayı). Amaç artık alkol-moleküleri içermeyen yenihelal-ürünler (Helal-Omo, helal-Pril, helal-Nivea, helal-sa-bun, aklınıza ne gelirse) pazara sürmektir. Bütün bu ürünlergöz önünde bulundurulduğunda bu pazarın ve arkasındayatan kârın ne kadar büyük olduğu tahmin edilebilir. Diğerbir olgu ise bu sektördeki (kimya, ilaç, petrol) firmaların,ulemanın ve din bilginlerinin İran’dan veya Malezya’danverdikleri fetvalar ile islami şartlara göre, yani helal-üre-timde bulunmaları ve bu gibi hizmetlere meşruiyet ka-zandırıyor olmalarıdır.

İşlerine geldiğinde helal-vitamin, çözüm bulamadık-ları zaman da, aşağıdaki tabelada bir ilaç firmasının yaptığıgibi kuran’a atıfta bulunarak (hem de bozuk Türkçe ile vebilgisayarda Türkçe karekter kullanmaktan aciz) işin içindençıkılacaktır.

“Olgularında gösterdiği gibi, çoğu sertifika fir-ması, müslümanlardan çok şirketlerin çıkarlarınıgöz önünde bulundurmaktadır.” (Mahmoud Tatarivon Halal Control in Rüsselsheim)

Son iki, üç yılda ki olguların ve gelişmelerin nedenleriise son yıllarda Avrupa’yı da içine alan ekonomik krizlerdir.(1997 Asya krizi, 2003 krizi ve son 2009 finans krizi).

Burada kimin daha fazla kâr edip etmiyeceği, bu ‘he-lalcilik’in hangi dinamiklerin ürünü olduğu fazla önemlideğildir. Önemli olan bu gelişmelerin topluma nasıl yan-sıyacağı ve sonuçlarıdır.

Ürünün ve üretimin kendisi, ya ihtiyaca (talep) göreşekillenir, ya da ihtiyacın kendisi ürün ve üretime göre şe-killendirilir.

Birinci örnekten yola çıkıldığında, ihtiyaç (talep) ve-ridir, ürün ve üretim ona tabii kılınır. Bunun anlamı da, bu-gün Almanya’da bu gibi helal-ürünlere (helal-deterjan, he-lal-şampuan, helal-makyaj, helal-ilaç gibi) rağbet gösterenmuhafazakâr bir toplumun varlığını öngörür. Almanya’daki

Türkiyeli toplum yakından incelendiğinde, bu gibi ürünlere(et hariç), talebin yok denecek kadar az olduğu görüle-cektir. “O zaman bu kadar helal-vitamini kim yutacak?” so-rusu akla gelmektedir. Bu kadar helal-üretim neden?

İkinci örnekten yola çıkıldığında ise ürün ve üretimveridir ve ihtiyaç (talep) ona tabii kılınır. Bunun anlamı ise,Almanya’da yaşayan Türkiyeli toplumun Müslümanlık ta-banında dışarıdan bir etki ile muhafazakârlaştırılmasınıngündeme getirileceğidir, çünkü ancak o zaman bu kadarhelal-ürünlere ilgi gösterilecek ve o kadar da helal-vitaminyutulacak, kârlar da o kadar artacaktır. Bu da insanlarınbir sınır içine hapsedilmesi demektir. Nasıl ki bir ülke içpazarını korumak için bir sınıra ve gümrüğe ihtiyaç duyarsa,ülke içinde bulunan toplulukların da kendi çıkarlarını ko-rumak için bir sınır veya gümrüğe ihtiyaçları vardır. Bu gibisınırlar biçimsel olarak dinsel, ırksal olabilirken, aynı za-manda çevrecilik, bölgecilik, bio-tarımcılık olarak da ortayaçıkabilmektedir. Amaç ise hep aynıdır: İnsanları başkalaş-tırarak ve diğerlerinden kopararak kendi pazarını oluştur-mak ve rakibini dışarıda bırakmak (helal, koşer, bio’da ol-duğu gibi).

Diğer bir olgu da bu gelişmelerin bugün birlikte çalı-şan işçilerin (ırkına, dinine, cinsiyetine bakılmadan) zamaniçinde birbirinden ayrılmasını da birlikte getireceğidir,çünkü bu üretim tarzı (helal-üretim) Arap ya da Türk, Müs-lüman ve erkek işçi gerektirecektir. Bir firmanın (MeemkenGmbH) sahibi: “Bizde haftanın üç gününde Muhammed’inkanunlarına göre üretim yapılmaktadır. Henüz helal üretimdebulunabilmek ve domuz artıklarının sosise karışmaması içinmakineleri titizlikle temizliyoruz, fakat yakında üretimi ayır-mak için, yeni bir fabrika kurmayı düşünüyoruz.” (Spiegel on-line, 6.10.2009)

Böylece üretimi bölerek işçiler de bölünecek. Helal-üretimde bulunan Müslüman, Türk ve erkek, haram-üre-timde bulunan Alman, Hıristyan ve erkek ile karşı karşıyagetirilecek. Süpermarketlerde helal-ürünler ile haram-ürünler ayrıştırılacak, ona göre de helal/haram personelalınacak. İnsanlar, alışverişte, helal-deterjan mı yoksa ha-ram-deterjan mı ikilemi arasında bocalayacak, ulemayada sorulduğunda “ürünün helali varken haramını almakgünahtır” denilecek. Ne de olsa “helal” eti “haram” pril ileyıkanmış tabakta yemek mübah olmayacağına göre...

Aynı firmada, birisi, namaz kılmak zorunda bırakılacak(işi adabına uydurmak için), diğeri “biz dinimize niçin sahipçıkmıyoruz” demagojisi ile karşı karşıya kalacak. Birisi Hı-ristiyan sendikasında örgütlenirken, diğeri Müslüman sen-

dikasında ör-g ü t l e n e ce k .İkisi de, işve-rene karşı hak-larını aramalarıdoğrultusun-da, bir yandanbirbirlerine ra-kip olacak ve

diğer yandan bu dün-yanın fani dünya olduğu, ahirete ise hak-

larını alacakları vaizleriyle teselli edilecek, insanlar bir dahabölünecek.

Kazanılan para ve elde edilen kâr da helal bankayayatırılacak. “İlk şeriat bankası Mannheim’a geliyor: Faiz, Şansoyunları ve erotik sektöründe yatırımlar yasak” (ZDFheute.de, 29.12.2009), “İslami Bankacılık: Kapitalizm ile Sos-yalizm arasında üçüncü yol” (Reinhard Löffler-CDU, SZ,19.12.2009). Sanki en büyük vurgunlar ve dolandırıcılıkbanka sektöründe ve kendine ‘’temiz’’ sıfatını yapıştırandin söylemli firmalarda yapılmamış gibi davranılmaktadır(2009 Finans-banka krizi, Yimpaş, Jetpa, Kombassan, DenizFeneri).

Bu gelişmelerin topluma yansıma biçimi ise, giderekbaşkalaşmış, bulundukarı toplumun dışına çekilmiş, yaşa-dıkları ülkedeki yerli toplumun önyargılarını ve korkularınıgüçlendiren ve onları karşılarına alan yalıtılmış bir toplu-luğu (paralel-toplum) doğurması ve derinleştirmesi şek-linde olacaktır. Yakından bakıldığında ise, bu artan helal-üretim tarzı ile yerli halkta yabancı düşmanlığı vemüslüman fobisi artışı arasında bir parallelik gözlenecektir.

Der Spiegel (37/2008) dergisi bunu dolaylı olarak şöyleifade ediyor:

“Globalizm, minare inşasına şiddetli, ama ba-şarısız olarak karşı çıkan İsviçre’nin 4983 nüfusluWangen kasabasına da yetişti. Burada Nestle fir-ması Müslümanlar için helal yufka üretiminde bu-lunuyor.”

Bugün Avrupa’da en çok helal üretimde bulunan ül-kelerden biri de İngiltere’dir:

“İngiltere’de dünyanın en büyük tavuk resto-rantları zincirinden biri olan Kentucky Fried Chicken(KFC), mönüsüne ‘helal tavuk’ koyuyor, McDonald’sbir yıl önce Londra’da Avrupa’da ilk helal burgersatan mağazasını(bayisini) açtı. İngiliz süpermar-ketleri Tesco ve Sainsbury’s helal sortimanlarınıaçtı.” (Spiegel online, 08.09.2008).

Bu gelişmelerin sonucunda İngiltere’de şeriat huku-kunun tartışılması tesadüf değildir:

“Anayasa başkanı şeriat’ı hukuk sistemine en-tegre etmek istiyor’’ (Spiegel online, 04.07.2008).

”Tüm Danimarka kanatlı kümes hayvanı endüs-trisini verimlilik sebebiyle Helal’le değiştirildi.” (wp-irak.de 03.08.2009)

“Avrupa’nın en büyük limanını yapmaya hevesliolan Hollanda, helal ambarlar inşa etti, böylece ithaledilen helal mallar, domuzların veya içkilerin yanındadepolanmıyor.” (Zaman, 25.02.2008)

Bu ülkeler anıldığında ise akla gelen ilk şey, 2004’teHollanda’da film yapımcısı Teo van Gogh’un bir müslümantarafından öldürülmesi ve 2006’da Danimarka’da patlakveren karikatür krizi.

Böylece artan helal üretim ve ona tekabül eden top-lumun yaşayış tarzı ile (ekonomik, kültürel, siyasal) bunubir tehlike olarak algılayan yerli halk arasındaki çelişki ar-tarak yabancı düşmanlığı ve islam fobisine dönüşmekte-dir.

Bu süreç (helal-üretim) yavaş yavaş Almanya’yı daiçine almaktadır. Şimdiye kadar Alman kamuoyundan çe-kinen firmalar bu gelişmeyi kendi çıkarı doğrultusundateşvik etmeye başlamıştır.

“Aldi, Real gibi müslümanların da sıkça alışverişyaptığı büyük işletmelere kanatlı kümes hayvanıeti ve salamları dağıtan Wiesenhof gibi sektörüniddialı şirketleri, Müslüman tüketici kitleye açılmakiçin EHZ’den danışmalık hizmeti alıyor.’’ (Zaman ga-zetesi)

Bugün Türklerin sayı bakımından yüksek olduğu Al-manya’da, bu gelişmelerin daha da sancılı olacağı kesindir.Geçen aylarda Berlin Alman Merkez Bankası’nın yönetimkurulu üyesi Thilo Sarrazin’in, “Türklerin ve Arapların ma-navlıktan başka üretim işlevi yok’’ ve “sürekli yeni başörtülükızlar üretenler” şeklindeki hakareti, bu gidişatın yönünüsadece teyit etmektedir. Polis sendikası başkanı KonradFreiberg de islamlaşma derecesinden ve bunun radikalle-şebileceğinden yakınmaktadır (Welt online, 03.01.2010).

Sorun, helal değildir; domuz eti yememek ya da alkoliçmemek ise hiç değildir. Sorun birinin vejeteryan olup etyeyip yememesi değildir ya da birisinin yahudi olup koşer’erağbet göstermesi de değildir. Sorun, birilerinin, sadecekendi rant çıkarları için bu kavramları (ve olguları) –işlerinegelecek şekilde– mollekülerine kadar derinleştirerek veyeniden tanımlayarak kendi azami karlarını insanlar üze-rinden yapmalarıdır. Helal, dindar insan için yerine getiril-mesi gereken kurallardan biri iken, helalcilik, rantçılarınazami karını gerçekleştirmek için kullandıkları bir araçtır.İnsanlar ise bu gelişmelerin sonucunda, doğan sorunlarlatek başlarına savunmasız bırakılmaktadır ve bunları buduruma getirenler ise hiç sorgulanmamaktadır. İşlerinegeldiğinde mangalda kül bırakmayan bu rantçı kesimler,Müslümanların ya da Türkiyelilerin aşağılanması karşısında(çıkarları gereği) sesiz kalmayı tercih etmektedirler.

Evet sorun, helal değil, ama rantçıların ve bütün dün-yayı bir pazardan ibaret gören şirketlerin helalciliğidir. Vebu “pazar”ın ortakçısı da, helal sertifikası dağıtarak parakazanan işbitirici “islamcı”lardır.

Page 13: Die Gastediegaste.de/pdf/diegaste-sayi11.pdfPanel Sunum ve Konuşma Özetleri ... (8 yaşında) “down sendromu” rahatsız-lığından dolayı Sonderschule’ye gönderilme sürecinde

13Die Gaste

Göçmen Ailelere Ulaşmanın YöntemleriRAA Remscheid Yöneticisi Dr. Hakan AKGÜN

Çocukların dil gelişiminde aile çevre-sinin ve özellikle ebeveynlerinönemli bir etken olduğu son zaman-

larda bir çok bilimsel araştırma sonuçla-rında ortaya konmuştur. Ben, bu yazımdasözkonusu bilimsel araştırmaları değerlen-dirmekten çok konunun pratik yönüyle,yani göçmen anne-babalara nasıl ulaşıla-bileceği ve onların bu konuda nasıl yön-lendirilip desteklenebileceği konusuna de-ğineceğim.

Eğer gerçekten okul öncesi gelişimçağında anne-babaların çocuklarının dilgelişimindeki destekleyici rolü bu kadarönemli ise, onlara nasıl ulaşılabileceği veonların mevcut olan özkaynaklarının buamaca yönelik nasıl teşvik edilebileceklerikonusu da çok önemli görünmektedir.

Öncelikle tespit edilmesi gereken ko-nu, burada sözü edilen göçmen ailelerinçoğunlukla işçi ve kırsal kökenli olmalarıdır.Nitekim bu kesimin Almanya’ya geliş ne-deni de işgücü göçüdür. Yani bu yazıda söz-konusu olan ve ulaşılmak istenen anne-ba-balar, “Die Gaste” okuru akademisyen top-lum katmanı değil, bu tür basılı yayınlarlaulaşılması güç ve eğitim düzeyi düşük se-viyede olan kesimdir. Zaten Alman kamuo-yunda her zaman “eğitimden uzak” ve “ço-cuklarıyla ilgilenmeyen” aileler olarakşikayette bulunulanlar da toplumun bu ke-siminde yer alan ailelerdir.

Yazılı bilgilerle ve yüksek düzeyli se-minerlerle sözü edilen bu kesime ulaşma-nın zorluğu apaçık ortada iken, sürekli butür yöntemlerle onlara ulaşmaya çalismakve başarılı olmayınca da onların ilgisizliğin-den yakınmak geçmişte sıkça tekrarlananhatalardan biridir. Artık bu şikayet ve çare-sizlik çemberini kırmak için yeni yöntemler

geliştirmenin zamanı gelmiş ve geçmekte-dir. Söz konusu bu kesime ulaşmak ve on-ları desteklemek öncelikli olarak Alman-ya’da yaşamakta olan Türkiye kökenli aka-demisyen çevrenin olanakları dahilinde ol-duğu düşüncesiyle bu konuyu burada tar-tışmayı uygun görüyorum.

Bu yazımda Kuzey Ren Vestfalya Eya-letinin çeşitli şehirlerinde yerel uyum ku-rumları olarak görev yapmakta olan RAAadlı kuruluşların bir kaç seneden beri uy-guladıkları velileri teşvik yöntemlerini dilegetirmek ve özellikle “sırt çantasi” (Ruck-sack) projesi üzerinde durmak istiyorum.

Göçmen ailelerin çocuklarını ve genç-lerini destekleme yönündeki çabalar çer-

çevesinde ebeveynlerikendi olanaklarını çocuk-larının eğitim ve öğretim-lerini desteklemeleri yö-nünde kullanmaları içinbilgilendirme ve bilinçlen-dirmenin önemi gittikçeartmaktadır. RAA’lar da ça-

lışmalarını son yıllarda ebeveynlere ulaşmave onları bilinçlendirme yönünde yoğun-laştırmışlardır. RAA’ların dışında çesitli ku-ruluşlar da (örnegin, AWO, Kinderschutz-bund, Caritas, Diakonie, KRV Türk VeliDernekleri Birliği gibi) çesitli projeler yo-luyla ebeveynleri teşvik etmeye çalışmak-tadırlar. Veli Diploması (“Elterndiplom”),Veli Akademisi (“Elternakademie”), Çocuk-lar İçin Formda (“Fit für Kids”), Güçlü Ebe-veynler-Güçlü Çocuklar (Starke Eltern-Starke Kinder) bu tür projelerden sadecebirkaçıdır.

RAA kuruluşunun çesitli şehirlerde uy-guladığı “Tutmaya Hazır programı” (“Griff-bereit”) 0-3 yaş çocuklarin annelerine, “Sırt

Çantası Programı” (“Rucksack”) ise, anaoku-luna ve ilkokula devam eden çocuklarınannelerine yönelik projelerdir.

“Sırt Çantası Programı” dahilinde göç-men kökenli anneler çocuklarının gelişiminive özellikle dil gelişimini destekleyen et-kinlikler konusunda bilgilendiriliyorlar. Haf-tada bir gün çocukların devam ettiklerianaokulu veya ilkokulda her iki dili de iyibilen bir uzman bayanın yönetimindeki ikisaatlik anneler buluşmasını diğer akademikseviyeli seminerlerden ayıran aşağıdakiözellikler bu tür çalismalarin başarılı olma-sında önemli bir rol oynamaktadır:

Anneler çocukların anaokulunda veyailkokulda işledikleri konularla ilgili evde ço-cuklarıyla yapabilecekleri etkinlikler üzerinekendi anadillerinde (Türkçe, Arapça, Arna-vutça, Sırpça-Hırvatça, İtalyanca, Rusca veAlmanca) bilgilendiriliyorlar. Bu da, hemher göçmen annenin Almanca bilgi düze-yine bakmaksızın kendi anadilinde bilgi-lendirilmesini güvence altına alıyor, hemde çok dillilik konusunda ve özellikle ana-dilin çocuklarin dil gelişimindeki önemi ko-nusunda onların bilinçlenmesini sağlıyor.

Anneler kendi özkaynaklarını kulla-narak uygulayabilecekleri etkinlikleri öğ-rendikleri için, çocuklarının eğitiminde ana-okulu ve ilkokulun dışında kendilerinin dekatkıları olabileceği bilincini elde ediyor vekendilerini bu anlamda uzman kişiler olarakalgılayabiliyorlar. Bu da onların aile içindekieğitim görevlerini bilinçli ve planlı bir şe-kilde yapmalarını sağlıyor ve özgüvenleriniartırıyor. Nitekim bu tür projelerin bilimseldeğerlendirmeleri, Sırt Çantası Projesinekatılan annelerin kendilerini geliştirme ko-nusunda bilinçlendiklerini ve bu projedensonra, örnegin Almanca dil kurslarına veya

bilgisayar kursla-rına yöneldikleriniortaya çıkarmıştır.

Annelerin bi-linçlenmesi ve öz-güvenlerinin art-ması, onlarınanaokulu ve ilk-okullarla olan iliş-kilerini de olumluetkiliyor. Bu etkende bu kuruluşlarındeğişik kültürlereaçılımına ve onların değişik dillere ve kül-türlere saygılı olmalarına önemli bir katkıdabulunuyor.

Yukarıda belirtilen bu özellikler anne-lerin Almanca dil seviyeleri yetersiz, eğitimdüzeyleri düşük bile olsa onlara ulaşmayıve onları çocuklarının eğitiminde etken roloynama konusunda bilinçlendirmeyi ola-naklı kılıyorlar. Bunun tam tersine bilgiç birtavırla işaret parmağını kaldırarak yapılançağrılar ve suçlamalar ise, onların yılgınlı-ğını artırıyor ve özgüvenlerini yitirmelerineyol açıyor. Aynı şekilde bu kesimin bir türlüAlmanca öğrenmediği ve bu nedenle ken-dilerinin suçlu oldukları yakınmasını yine-leyip durmanın bir anlamı yok. Artık uz-manların bu yakınma ortamını aşarak bukesimin var olan açmazlarına rağmen, on-ları bilgilendirmenin yol ve yöntemlerinibulma ve uygulama zamanının geldiğinidüşünüyorum. Bu doğrultuda “Sırt ÇantasıProjesi” yalnızca bir örnektir. Bu tür yeniyöntemlerin sadece annelere yönelik değil,babalara yönelik de geliştirilmesinin ve uy-gulanmasının göçmen ailelerin çocukları-nın eğitim ve öğretim başarılarını olumluetkileyeceğine inanıyorum.

“Akademisyen Toplum Katmanı”, “Bilgiçlik” ve Die Gaste

Die Gaste

Sayın Dr. Hakan Akgün, yukarda yayınladığımız “Göç-men Ailelere Ulaşmanın Yöntemleri” yazısında, çoğun-lukla “işçi ve kırsal kökenli” olarak tanımladığı göçmen

ailelere ulaşmaya ilişkin RAA’nın yürütmüş olduğu projeleredayanarak bir tartışma açmaktadır.

Şüphesiz göçmen ailelere ulaşmak, onların ekonomik,toplumsal, kültürel, eğitsel ve hatta siyasal sorunlarını sap-tamak ve bunlara çözümler üretmek (sadece kuramsal değil,aynı zamanda pratik çözümler üretmek), sadece “kırsal kö-kenli” oldukları için değil, asıl olarak yaşadıkları toplumdakarşı karşıya kaldıkları ayrımcılık ve dışlanma karşısındaçok daha önemli ve ivedi bir sorundur.

Herkesin kabul edebileceği gibi, göçmen toplumu-nun, özellikle de büyük çoğunluğu oluşturan Türkiyelilerinkarşı karşıya oldukları sorunlar doğru ve tam olarak sap-tanmadığı sürece, bu sorunlara doğru ve pratik çözümlerüretmek de olanaksızdır. Dolayısıyla sorunların ele alınması,irdelenmesi ve saptanması yönündeki çabalar ile bunlarınsonucunda ortaya konulacak çözümler birbirine karşıt, bir-birini dışlayan, birbirine zıt iki yön değildir.

Burada öne çıkan yan, sorunların saptanması ve bun-lara çözümler üretilmesidir. Almanya’da yerleşik göçmenleraçısından “sorunlar” denilen şey, doğrudan doğruya Almanakademik araştırmalarla saptanmış ve bu saptamaya uy-

gun olarak “devlet politikası” haline getirilmiş “pratik” uy-gulamalar tarafından belirlenmektedir.

İşte biz Die Gaste olarak, göçmenlerin, özel olarakTürkiyelilerin “sorunları”nın bu şekilde Alman akademis-yenleri ve araştırma kurumları tarafından saptanmış so-runlarla ve çözüm yöntemleriyle sınırlandırılamayacağınıiddia ediyor ve söylüyoruz. Her ne kadar sayın Dr. Akgün,“Die Gaste okuru akademisyen toplum katmanı”ndan sözediyorsa da, Almanya’daki pek çok “entegrasyon” ya da“destek” “pratik faaliyetleri”nin Alman akademisyen “top-lum katmanı” tarafından saptandığı gerçeğini de çok iyibildiği kanısındayız.

Page 14: Die Gastediegaste.de/pdf/diegaste-sayi11.pdfPanel Sunum ve Konuşma Özetleri ... (8 yaşında) “down sendromu” rahatsız-lığından dolayı Sonderschule’ye gönderilme sürecinde

Die Gaste14

Die Gaste olarak, olabildiğince kolaycılıktan, “pratiklik”adına “popülizm”den uzak durmaya çalışırken, bilimsellik-ten ve göçmenlerin sorunlarının bilimsel olarak saptan-masından ödün vermemeye çalışıyoruz.

Hiçbir biçimde kuram ile pratik, bilimsel bilgi ile so-mut gerçeklik karşı karşıya getirilemez. Ve bilinebileceğigibi, kuram pratikten, somut gerçeklikten kaynaklanır veyeniden pratiğe, somut gerçekliğe döner, onu değiştirmeyeyönelir. Ne yazık ki, gelişmiş işbölümünün ortaya çıktığıve giderek “mikro” ölçekte işbölümlerinin geliştirildiği birçağda, kuram ile pratik arasındaki ilişki büyük ölçüde ay-rışmıştır. Kuramsal çalışmalar ile pratik çalışmalar birbirinibütünleyen ayrılmaz parçalar olması gerekirken, kuramsalçalışma yapanlar ile pratik çalışmaları yürütenler birbirindenayrışmıştır, ayrıştırılmıştır.

Ancak sayın Dr. Akgün’ün tartıştığı konu, böylesinebir çağdaş ve tarihsel bir sorun değildir. Sayın Dr. Akgün,çok yalın biçimde, “Die Gaste okuru akademisyen toplumkatmanı” olarak somutlaştırdığı kesimlerin pratik çalışma-lara yol gösterici sonuçlar üretmekten uzak kaldıklarınısöylemektedir. Ama asıl şikayetçi olduğu konu, bir “toplumkatmanı”nın (ki Die Gaste okurları kesinkes bu kategoriyedahil edilemez), “eğitimsiz” göçmenlere “yazılı bilgilerle veyüksek düzeyli seminerlerle” ulaşmaya çalışmasıdır. SayınDr. Akgün, bir somut gerçeğe parmak basmaktadır. Ancakbunu ifade ederken kullandığı sözcüklere fazlaca özen gös-termemektedir.

Açık ifadesiyle, sayın Dr. Akgün, “elitist” yaklaşım vetutumlarla göçmen toplumuna ulaşılamayacağını söyle-meye çalışmaktadır. Ve bunda yerden göğe kadar haklıdırda. Ama sorunu tam ve bütünsel olarak ortaya koyamadı-ğından, sorunu, yalın biçimde “akademisyen toplum kat-manı”nın laf üretmekten, üst düzeyden konuşmaktan baş-ka bir şey yapmadığını, oysa RAA gibi kuruluşların “pratik”uygulamalarını örnek göstererek ortaya koymaktadır. Do-layısıyla da göçmenlerin sorunlarına ilişkin Alman akade-misyenlerinin ve araştırma kurumlarının bulgu ve sapta-malarını esas alan “egemen” kuramı ve bunun pratiğinifarkına varmaksızın yüceltmektedir.

Sayın Dr. Akgün, yazısında RAA’nın faaliyetlerini örnekgöstermektedir.

Herşeyden önce bilinmelidir ki, RAA, yani “GöçmenAilelerin Çocuk ve Gençlerini Destekleme Bölge Bürosu”(Regionale Arbeitsstelle zur Förderung von Kindern und Ju-gendlichen aus Zuwandererfamilien), Kadın, Aile ve Enteg-rasyon Bakanlığı, Eğitim Bakanlığı ve yerel kamu yönetim-leri tarafından finanse edilen bir kuruluştur. Bu açıdan,RAA, öncelikle Alman kamu kaynakları tarafından finanseedilir ve kamu yararına çalışır. Ancak bunu belirleyen ilgilibakanlıklardır. Türkçe deyişle, “parayı veren, düdüğü çalar”.Ve tüm göçmenlerin çok iyi bildiği gibi, Alman kamu kay-nakları, sadece Alman kamusal kurumlarının ölçülerine veölçeklerine uygun olan programlara ve projelere tahsisedilir.

İşte bu nedenledir ki, “göçmen”lere yönelik faaliyetgösteren Alman kurumları ya da daha “şık” bir ifadeyle“sivil toplum kuruluşları”, egemen kuramın ürettiği pratikfaaliyetleri yürütürler. Yukarda da ifade ettiğimiz gibi, bu

egemen kuram, doğrudan Alman akademis-yenleri ve araştırma kurumları tarafından üre-tilmiş ve oluşturulmuştur.

Ve hemem hemen tüm “göç kökenli aka-demisyen-ler”in çok iyi bildiği gibi, bu faali-yetler sadece çok az sayıda “göçmenler”e ulaş-makta ve onların çok az (hatta önemsenmeye-cek kadar az) bir kesiminin katılımıyla yürü-tülmektedir. Açıkça söylemek gerekirse, bu da,bu faaliyetleri yürüten ya da yöneten çok kü-çük bir azınlığın sürekli bir iş sahibi olmasındanöte bir katkıya da sahip değildir. Bu faaliyet-lerin, bir yerden sonra göstermelik olduğununkanıtı ise, RAA gibi 30 yıldır faaliyet yürüten“kurumlar”ın varlığına rağmen, resmi Almankamu saptamasına göre “göçmenler” (elbetteasıl olarak Türkiyeliler) bir türlü entegre edi-lememiş ve hatta Almanca öğrenmeleri bilesağlanamamıştır.

Sayın Dr. Akgün, “akademisyen toplumkatmanı”nın göçmenlerin kendi faaliyetlerineilgisiz kalmalarından şikayet ettiklerini, amakendilerinin “yazılı bilgiler ve yüksek düzeyliseminerler”den başka bir şey yapmadıklarıiçin şikayete de hakları olmadığını söylemek-tedir.

Bu durumda, RAA gibi kuruluşlar, göç-menlerin büyük ilgisine mazhar olduklarınısöylemek gerekir. Çünkü öyle “yazılı bilgilerve yüksek düzeyli seminerler”le değil, “pratik”faaliyetle göçmenlere ulaşan RAA, elbette ki büyük bir il-giye mazhar olacaktır ve oluyordur da!

Die Gaste olarak böyle bir ilginin olduğuna inanmı-yoruz ve RAA yöneticilerinin de programlarına gösterilen“ilgi”den mutlu olduklarını da sanmıyoruz.

Yandaki fotoğraflar, RAA’nın “Sırt Çantası Programı”kapsamındaki faaliyetlerine ilişkin tanıtım broşürlerindenalınmıştır. Üzerinde özel olarak yorum yapmayı gerektir-meyecek kadar açıktır. Böylesi faaliyetlerde “anlerin bilin-çlenmesi ve özgüvenlerinin artması”ndan söz etmek ise,olsa olsa “mültikültür” ya da “interkültür” adı altındaki faa-liyetlerin “medeniyetler çatışması”nın “uyumlandırılması”faaliyetlerine dönüştürülmesi olarak tanımlanabilir.

Sayın Dr. Akgün’ün RAA’nın bu tür programlarındaannelerin kendi anadillerinde çocuklarına yardımcı olduk-larını ve bu yolla Almanca öğrenmeye yöneldiklerini söy-lemektedir.

Hiçbir biçimde RAA’nın bu tür programları, anadilieğitimi üzerinden Almanca öğrenilmesinin ne alternatifidir,ne de onun yerini alabilir. Özendirmelerle, teşvik “katkı”la-rıyla göçmen ailelerin entegre edilebileceği (ve Almancaöğrenmeye yöneltilebilecekleri) savının yanlışlığı ve işeyaramazlığı yaşanılan elli yılda yeterince görülmüştür.

Evet sayın Dr. Akgün, göçmenler bir türlü Almancaöğrenmedikleri ve bunda kendilerinin suçlu oldukları id-diasının anlamsızlığını söylerken haklıdır. İşte tam da bunedenle, Die Gaste olarak diyoruz ki, Almanca öğretmekiçin bugüne kadar kullanılan yol ve yöntemler işe yarama-

mıştır ve bu yol ve yöntemlerde ısrar etmenin hiçbir anlamıyoktur. Eğer göçmenlerin (özel olarak Türkiyelilerin) entegreolmadıklarından şikayet ediliyor ve bunun nedeni olarakAlmanca öğrenmemeleri gösteriliyorsa, Die Gaste olarakilk sayıdan itibaren diyoruz ki, gelin anadili üzerine yükse-len bir Almanca öğrenme programı geliştirelim.

Sayın Dr. Akgün, bir konuda daha haklıdır. Anadiliüzerinde yükselen bir Almanca öğrenme programı gerek-sinmesi kuramsal olarak, bilimsel olarak “akademik” dü-zeyde ortaya konulabilmektedir ve konulmuştur, ama bun-lar “sözde” kalmaktadır, “pratik” uygulaması gerçekleştirile-memektedir. Bu noktada sayın Dr. Akgün’le aynı kanıdayız,ama bir yerde kendisinden ayrılıyoruz.

Evet, anadili üzerinden Almanca öğrenilmesi olanak-lıdır, ancak bu bilimsel ve kuramsal bir saptama olmaktançıkartılıp, pratik uygulamaya geçilmemiştir. Çünkü RAAgibi kuruluşlar, böylesi bir saptamayı kabul etmemekte-dirler ve böyle bir program için herhangi bir “finansman”sağlamamaktadırlar. Eğer “yazılı bilgiler ve yüksek düzeyliseminerler” pratik karşılıklarını bulamıyorlarsa, bunun ne-deni bu egemen yaklaşımın bunlara ilgi göstermemesin-den ve finanse etmeye yanaşmamasındandır.

İşte bizim Die Gaste olarak dile getirdiğimiz “yeni yön-tem” budur. Bu yöntem, açıktır ki, Alman çocuklarının eği-timinde özel bir yere sahip olan “Küçük Beyaz Ayı” masalınınokunduğu “Sırt Çantası Programı”ndan çok daha geniş kap-samlıdır ve Türkiyeli göçmenlerin elli yıllık “makust talihini”değiştirecek niteliktedir.

Prof. Dr. Hans-Peter Schmidtke’nin Panel değerlendirmesi:

1970’lerde doktora çalışmamı özel pedagoji alanında, “Yabancı çocuklar ve Sonderschule” konusu ekseninde yapmaya kalkıştığımda, o zamanki profesörümbana “ama Sayın Schmidtke, bu olgular arasında bir bağlantı yok ki ” demişti. O dönemden on yıllar sonra birçok Förderschule, birçok ebeveyn, ama özellikle birçokçocuk ve bilhassa Türk ve İtalyan kökenli bir çok çocuk bu bağlantıyı kendi şahıslarında acıyla yaşamak zorunda kalmışlardır.

Aslında Reimer Kornmann (2003) ya da Georg Auernheimer (2003) gibi bilim insanları ve kendim de dahil (1977, 1981, 2006), kamuoyunun dikkatini tekrartekrar sözü edilen sorunsala çekmeye çalıştık, ama bu yönde bir bilinç oluşmadı. Çok sayıda inisiyatif grubun ve destekçinin katılımıyla “Die Gaste” oluşumutarafından “Sonderschule/Förderschule Sorunu ve Göçmen Toplumu” başlığı altında, bu yıl 13 Şubat’ta Duisburg-Essen Üniversitesi’nde düzenlenmiş olan panelile bu alanda, çokluk marjinalleşmiş olan konu, özünde haketmiş olduğu ilgiyi gördü. Ben şahsen bu etkinlik için yaklaşık 300 km. yol katettim ve hiç de pişman ol-madım. Program, teori ve pratiğin fevkalade bir birleşimini sergiledi. Burada, “Förderschuleler ve Sorunları” konusuyla bağlantılı olan ve birçok yönüyle belirginleşengeniş bir yelpaze, Türkçe ve Almanca sunumlarla (Simultan çeviriyle birlikte) ve sorundan doğrudan etkilenmiş Türk ve Alman ebeveynlerin demeçleriyle açıklıkkazandı. Essen toplantısı özellikle yeni yürürlüğe giren engelli hakları beyannamesi bağlamında, tüm çocukların çıkarına ve onların normal okullara uygun birşekilde başlayabilmeleri için, bu konuya gelecekte de daha çok önem verilmesi gerektiğini göstermiştir. Arzu edilen, böylesi bir başlangıç için, konuya yönelik “DieGaste”nin yeni etkinlikler gerçekleştirebilmesidir.

Pane

l’in

Yans

ısı

Kaynak: http://rucksack-griffbereit.raa.de/10.html

Page 15: Die Gastediegaste.de/pdf/diegaste-sayi11.pdfPanel Sunum ve Konuşma Özetleri ... (8 yaşında) “down sendromu” rahatsız-lığından dolayı Sonderschule’ye gönderilme sürecinde

Son yıllarda yapılan PISA araştırmalarındanolumsuz sonuç alınması “Almanya Eğitim Sis-temi”nin sorgulanmasına neden oldu. Bu nedenle Hamburg Eyaletinde de seçim-

lerinden sonra CDU ve Yeşiller Partisinin ortaklaşakurdukları hükümet “Eğitim Sistemi”ni değiştirmek,başarıyı artırmak için harekete geçti. Uzun çalış-malardan sonra koalisyon ortakları arasında be-nimsenen yenilikler kamuoyuna açıklandı. Açıkla-malarla birlikte tartışmalar alevlendi.

Nedir bu yenilikler? Tüm ayrıntılarını yazmak geniş yer alacağın-

dan yola çıkarak kısaca şöyle özetleyebiliriz:– Öğretmenler haftada 30 saat meslekiçi eği-

tim görecek. – Sınıfların mevcudu azalacak. -– Sınıfta kalma kalkacak.– Öğrencilerin bireysel becerileri geliştirilecek

ve o doğrultuda yönlendirilecekler.– Öğrenciler 6. sınıfa kadar aynı sınıfta ders

görecek.Sıra ile değerlendirildiğinde çok önemli ye-

nilikler görülüyor. Sınıfların mevcudunun azalmasıyla, öğret-

menlerin çocuklarla şimdiye kadar olduğundandaha fazla ayrı ayrı ilgilenebilme olanağı bulacak-lar.

Öğretmenler meslek içi eğitimle, kendi bilgive bakış açılarını geliştirecekler.

Her çocuğun beceri alanını geliştirmesine ola-nak sağlanacak ve o doğrultuda yönlendirilecek.

Sınıfta bırakılmalar kaldırılarak, zaman kaybıkaldırılacak.

Bence en önemlilerinden birisi son madde.Çünkü, çocuklar kendilerine örnek olacak ve belkikendilerine yardım edebilecekleri arkadaşları ilealtı yıl birarada kalarak olumlu yönde etkilenecek-ler.

Haklı olarak, pekiyi neden tartışmalar arttı?Bu sistemin olumuz yönü nedir? diye sorulur.

En önemli olumsuzluk olarak VELİLERİN 6. sı-nıftan sonra çocuklarını hangi okula gideceği ko-nusunda karar yetkilerinin ellerinden alınması gös-teriliyor. O zaman, (özellikle yabancı kökenli çocuk-ların aileleri) “bugüne kadar hakları vardı da çokmu etkili oldular” diye sorulabilir. Ama yine de eğeryeni eğitim sistemine, aileler, çocuklarının gele-cekleri konusundaki karar verme yetkilerinin elle-rinden alınıyor olarak görüyor ve tepki gösteriyor-larsa haklılardır.

Olumsuzlukların giderilmesi için taraflar otu-rup bunun yollarını bulmalılar. Bu çalışmaların dayapıldığı duyumlarını almaktayız.

Kuramsal olarak, sistemde hayli olumlu yeni-likler görülüyor, ama uygulamada nasıl olur (eğergerçekleşirse) ilerideki yıllarda göreceğiz.

Şimdi bu noktada ailelerin, toplumsal çevre-nin, yetkililerin tutumlarını da değerlendirmekteyarar görüyorum.

Geçmişte ve ne yazık ki daha hala bizim aile-lerin çocuklarının gittikleri okullarla, öğretmenle-riyle gereği gibi ilgilenmedikleri bilinmektedir. Ai-lelerin çocuklarının eğitimiyle ve öğretmenlerintutumlarıyla ilgili ciddi değerlendirmeler yapmalarıgerektiğine inanıyorum. Çocuklarının geleceğinidüşünmek, bu konuda verilen haklardan yararlan-mak ailelerin yapması gereken görevlerinin başındagelmektedir. Ailelerin haklarını kullanmadıkları için

pek çok çocuğun istenilen eğitimi alamadığı bili-niyor. İçinde bulunulan ülkenin dili kesinlikle en iyişekilde öğrenilmeli, doğaldır ki bu olmazsa olmazınbaşında gelmektedir. Ama ana karnında başlanılan,ailede konuşulan anadilin de geliştirilmesine yu-valarda, okullarda devam edilmelidir ki kimlikli vekişilikli gençler yetiştirilsin. Bilim adamlarının ana-dilin önemini vurgulayan araştırılmaları her yerdeaçıklanmaktadır, bu konunun tekrarlanması gerek-miyor.

Ayrıca anadil derslerinin de sahip çıkılmadığıiçin günden güne kaldırıldığını üzülerek belirtmekistiyorum.

Aileler çocuklarını desteklediklerini göster-meli, onların eğitimleriyle yakından ilgilenmeli veçocuklarının öğretmenleriyle ilişki içinde olmalı,okullarında görev almalılar.

Eğitimciler, çocukların hangi aile yapısındanve kökenden geldiğine bakmadan öğrencilerin ba-şarılarının artırılması için çalışmalılar, yönlendir-meliler. Genellemek elbette ki doğru değil, ama ki-milerinin yaptığı gibi özellikle yabancı isimlerigörünce olumsuzlukları ön plana çıkararak kararvermeye çalışmamalılar ve çocuklarda da önyargılaroluşturulmamalılar.

Yetkililer, politikacılar, basın ve yayın aracılığıile toplumsal çevrenin bakış açısının olumlu yöneçevirilmesi için çaba göstermeliler. Bu konuda ikti-dara, muhalefete, sivil toplum örgütlerine, kurumve kuruluşlara kısacası herkese görev düşmekte-dir.

Tüm sorumlular çocuklara her yönüyle destekolmazsa eğim sistemi ne kadar değişirse değişsin,öğretmenler istenildiği kadar meslek içi eğitimdengeçirilse geçirilsin verimli olunamaz.

Sistemlerdeki görülen olumsuzluklar, doğaldırki, değiştirilmesi gerekiyor, ama bence en önemlisizihniyetin, kafa yapısının değişmesidir.

Anababaların çocuklarının eğitimi konusundaözen göstermesi, okullarla ilişkilerin sıklaştırılmasıve anadilin öneminin kafalara yerleştirilmesi ge-rekmektedir.

Gelecek kuşakların iyi yetişmesi için, kökenaranmaksızın, yetkililerce ve toplumun tüm kesim-lerince kucaklanmasıyla, benimsenmesiyle ve des-teklenmesiyle verimli olunacağına inanıyorum. Çokzor gibi görünen bu durumun ailelerden eğitimci-lere, toplumsal çevreden politikacılara ve de ba-sın-yayın organlarına kadar herkesin bizim gele-ceğimiz diyerek bilinçli bir şekilde zihniyeti,kafayapılarını değiştirmekle ancak (eğer gerçektenisteniyorsa) amaca ulaşılabilir. Yoksa sadece “EğitimSistemi”nin değişmesiyle başarılar artırılamaz, har-canan pek çok emek boşuna gider.

Hamburg, 12.1.2010

15Die Gaste

Die Gaste tarafından Duisburg-Essen Üniversitesi’nde 23-24 Mayıs2009 tarihinde düzenlenen “Göçmenlerin Anadili Sorunu ve ÇözümÖnerileri Sempozyumu” sunumları ve konuşmaları

Ocak 2010ISBN 978-3-9813430-07Die Gaste Verlagİsteme Adresi: [email protected]

Nebahat S. ERCAN

Değişmesi Gereken Zihniyet

Tüm sorumlular çocuklara her yö-nüyle destek olmazsa eğim sistemi nekadar değişirse değişsin, öğretmenleristenildiği kadar meslek içi eğitimdengeçirilse geçirilsin verimli olunamaz.

Sistemlerdeki görülen olumsuzluk-lar, doğaldır ki, değiştirilmesi gerekiyor,ama bence en önemlisi zihniyetin, kafayapısının değişmesidir.

Page 16: Die Gastediegaste.de/pdf/diegaste-sayi11.pdfPanel Sunum ve Konuşma Özetleri ... (8 yaşında) “down sendromu” rahatsız-lığından dolayı Sonderschule’ye gönderilme sürecinde

Die Gaste16

Berlin Film Festivalinde Altın Ayı Ödülünü

“Bal” Filmi Aldı

BAL:Türk-Alman Yapımı, 2010, 104 dakikaYönetmen: Semih KaplanoğluSenaryo: Semih Kaplanoğlu, Orçun KöksalOyuncular: Bora Altas, Erdal Beşikçioğlu, TülinÖzen, Alev Uçarer, Ayşe AltayGörüntü Yönetmeni: Barış ÖzbiçerSes: Matthias HaebMiksaj: Tobias FleigSanat Yönetmeni: Naz EraydaKurgu: Ayhan Ergürsel, Semih Kaplanoğlu, Su-zan Hande GüneriYapımcı: Kaplan Film YapımOrtak Yapımcı: Bettina Brokemper, JohannesRexin, Heimatfilm Labaratuar: ARRI Münich

’ninAnadili ve Eğitim Toplantıları

Başlıyor

Semih Kaplanoğlu’nun“Yumurta”yla başlayıp “Süt”ledevam ettiği Yusuf Üçle-mesi’nin son filmi “Bal”, BerlinFilm Festivali’nde Altın Ayıödülünü aldı. Türk-Alman or-tak yapımı olan “Bal” filmi,Arte, ZDF, Eurimages, NRWfonlarını finansmanıyla ger-çekleştirildi.

Yayla turizmiyle ünlenen, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından özel olarak des-teklenen Rize-Çamlıhemşin’de çekilen “Bal”ın yönetmeni Semih Kaplanoğlu filminişöyle anlatıyor:

“Ormanın çocuk tarafından metaforik algılanışı; özellikle tuhaf sesler, karanlıkve sebebi tam olarak bilinemeyen kıpırtı ve hareketlenmeler, sürtünme ve hışırtılar...Vahşi ormanda gece. Solgun bir ay ışığının ıslak ağaç gövdelerinde ve yapraklardayarattığı yansımalar, vahşi hayvanların uğultu ve çığlıkları, gece kuşları, aniden çıkanrüzğar, yıldızlar ve bir çocuğun korkularından kurtuluşu.

Gündüzleri durmadan yağan yağmur, ıslaklık. Ormanın kendine özgü zaman-sallığı, ışığı ve bütün her şeyi sarmalayan ses atmosferi. Yeşilin onlarca değişik tonuve hareket halindeki sis. Sonu bir yere çıkmayan patikalar, Yüksek ağaçların üzerindeunutulmuş el yapımı kovanlar. Ve aniden ortaya çıkan ve her biri bir azize benzeyenbalcılar.

Ormanın kenarında çay bahçeleri, çay tarımı yapan kadınlar. Gençlerin terk ettiğiiçin yanlızca yaşlıların yaşadığı hayalet kasabalar, köyler.

Babanın kaybı ve bu kaybın anne-oğul ilişkisinde yarattığı duygular. Doğanınkarşısında hayatın geçiciliği. Bir dağ köyünün ilkokulunda alfabeyi öğrenmek, çocuk-ların modern dünya ile tek bağlantıları olan televizyonda izledikleri ile içinde bulun-dukları yaşantının uzlaşmaz farklılıkları.

Babaanneden aktarılan kökene ve maneviyata ilişkin hikaye ve bilgiler, hurafeler,korkutucu öyküler. Ölüme hazırlanan yaşlı kadınla hayata hazırlanan oğlan çocuğu-nunun arasında gidip gelen ve bir türlü birbirine değmeyen konuşmalar, sorular, ses-sizlikler.”

Kaplanoğlu, ödül töreninde yaptığı konuşmada, Berlinale'ye, ödülü kendilerinelayık gören jüriye, televizyon kanallarına, kendisini destekleyen annesi Semra ile eşi,Taraf gazetesi yazarı Leyla (İpekçi) Kaplanoğlu'na teşekkür etti.

21 Mart 2010Saat: 14.00

Yer: Halk Kültür EviWassersümpfchen 23

Bad Krueznach

Die Gaste’nin Almanya’da yaşayan Türkiyelilerin anadili, eğitim, kültür ve enteg-rasyon konularında bilgilendirme toplantılarının ilki Bad Kreuznach’ta gerçekleştirili-yor.

Anadili eğitiminin Almanca öğrenimindeki yeri ve önemi, Türkiyeli oğrencilerineğitim sorunları ve entegrasyon konularında gerçekleştirilecek olan toplantı HalkKültür Evi derneğinin ev sahipliğinde 21 Mart 2010 tarihinde yapılacak. ToplantıyaDie Gaste adına Zeynel Korkmaz ve Ozan Dağhan konuşmacı olarak katılacaklar.

Toplantı hakkında bilgi veren Ozan Dağhan, “eğer Almanya’nın başka yerlerindenkişi ya da kuruluşlardan talep geldiiği sürece bu toplantıları sürekli kılmak istiyoruz.Olanak olduğu koşullarda bu toplantılara biliminsanlarının ve, uzmanların katılımınıda sağlamaya çalışacağız. Asıl önemli olan insanlarımızın anadili öğrenimi, eğitim veentegrasyon konularında bilgilendirilmeleri ve bunlara ilişkin sorunlarını doğrudanifade edebilmelerinin sağlanmasıdır.” diye konuştu.

Die Gaste

Alman Anayasa Mahkemesi, vatandaşların tele-fon ve internet haberleşme verilerinin 6 ay süreyleservis sağlayıcılar tarafından depolanmasını öngörenyasanın “haberleşmenin gizliliği” ilkesine aykırı oldu-ğuna hükmetti. Almanya’da vatandaşların telefon veinternet haberleşmesinin izlenmesine olanak sağlayanyasa, Anayasa Mahkemesi tarafından Anayasa’ya aykırı

bulundu. Yüksek Mahkeme, telefon ve internet kayıtlarının, servis sağlayıcılar tara-fından “6 ay süreyle saklanmasını” öngören yasanın, “haberleşmenin gizliliği” ilkesineaykırı olduğuna hükmetti. Mahkeme, bugüne kadar depolanmış olan tüm kayıtlarında derhal silinmesini talep etti. Almanya’da 2008 yılında yürürlüğe giren tartışmalıyasa uyarınca, tüm telefon görüşmeleri ve internet kayıtları 6 ay süreyle saklanıyor,şüpheli durumlarda güvenlik birimleri, mahkemenin onayıyla bu verileri inceleyebi-liyordu. Yasaya karşı yoğun tepkiler sonucunda, 34 bin kişilik rekor sayıda imzayla Fe-deral Anayasa Mahkemesi’ne itiraz başvurusu yapıldı.

Yüksek Mahkeme, aylar süren değerlendirmelerin ardından açıkladığı kararla,söz konusu yasanın Anayasa’ya aykırı olduğuna hükmetti. Anayasa Mahkemesi Baş-kanı Hans-Jürgen Papier, düzenlemenin “haberleşmenin gizliliğinin korunması” temelilkesini ihlal ettiğini vurguladı. “Haberleşme verilerinin, herhangi bir lüzum olmadankayıt altına alınması; yurttaşlarda, izlendikleri yönünde müphem ve tehditkâr birhisse yol açabilecektir. Bu da birçok alanda temel hakların özgürce algılanmasını ze-delemektedir.”

Almanya’da 2008 yılında iş başında olan Hristiyan Birlik-Sosyal Demokrat koa-lisyon hükümeti, tartışmalı yasayı, Avrupa Birliği tarafından terörle mücadele kapsa-mında hazırlanan direktif doğrultusunda çıkarmıştı. Anayasa Mahkemesi, kararında;bu direktife karşı çıkmazken, haberleşme verilerinin kayıt altına alınabileceğini, ancakbu uygulamaya koruyacak sınırlamalar getirilmesi gerektiğini vurguladı. MahkemeBaşkanı Hans-Jürgen Papier bu konuda şunları söyledi: "Verilerin kullanılabilmesi,ancak yasaların ihlalini engellemeye yönelik hayati önem taşıyan durumlarda sözko-nusu olabilir. Yani, ciddi tehdit oluşturan ve ağır ceza gerektiren kovuşturmalarda.”Yüksek mahkeme ayrıca, mevcut uygulamada verilerin depolanmasında güvenlik so-runları bulunduğuna ve sistemin suistimallere açık olduğuna işaret etti. Almanya’dafaaliyet gösteren tüm telekomünikasyon şirketleri iki yıldır, hangi numaradan kiminarandığı, kimin kime mesaj gönderdiği ve hangi internet adreslerinin ziyaret edildiğibilgilerini depoluyordu. Buna karşılık konuşmaların içeriği ya da internette ziyaretedilen sayfaların kendisi kaydedilmiyordu. Güvenlik birimleri şüpheli durumlarda,mahkemeden izin alarak bu verileri inceleyebiliyordu.

Alman Anayasa Mahkemesi:

“Veri Depolama” Anayasaya Aykırı