dino buzzati’de fantastĠk ÖĞeler -...

149
T.C. ANKARA ÜNĠVERSĠTESĠ SOSYAL BĠLĠMLER ENSTĠTÜSÜ BATI DĠLLERĠ VE EDEBĠYATLARI (ĠTALYAN DĠLĠ VE EDEBĠYATI) ANABĠLĠM DALI DINO BUZZATI’DE FANTASTĠK ÖĞELER Yüksek Lisans Tezi Hüsniye Özgül BALKAN Ankara-2011

Upload: letram

Post on 27-Sep-2018

221 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

1

T.C.

ANKARA ÜNĠVERSĠTESĠ

SOSYAL BĠLĠMLER ENSTĠTÜSÜ

BATI DĠLLERĠ VE EDEBĠYATLARI

(ĠTALYAN DĠLĠ VE EDEBĠYATI)

ANABĠLĠM DALI

DINO BUZZATI’DE FANTASTĠK ÖĞELER

Yüksek Lisans Tezi

Hüsniye Özgül BALKAN

Ankara-2011

2

T.C.

ANKARA ÜNĠVERSĠTESĠ

SOSYAL BĠLĠMLER ENSTĠTÜSÜ

BATI DĠLLERĠ VE EDEBĠYATLARI

(ĠTALYAN DĠLĠ VE EDEBĠYATI)

ANABĠLĠM DALI

DINO BUZZATI’DE FANTASTĠK ÖĞELER

Yüksek Lisans Tezi

Hüsniye Özgül BALKAN

Tez DanıĢmanı

Prof. Dr. Nevin ÖZKAN

Ankara-2011

3

i

ÖNSÖZ

Çağdaş İtalyan Edebiyatı‟nın en önemli yazarlarından biri olan Dino

Buzzati‟nin öyküleriyle ilk tanışmam, İtalyan Dili ve Edebiyatı Bölümü‟nde

öğrenimim sırasında edebiyat dersinde olmuştur. Öykülerini okudukça kullandığı

simgelerle düşüncelerini anlatmadaki ustalığının farkına vardım. Böylece Buzzati

daha çok ilgimi çekmeye başladı. Yüksek Lisans öğrencisi olduktan sonra kendisinin

diğer bazı yapıtlarını okuma fırsatım oldu. Bu yapıtlarını okuduktan sonra, kendisine

ve üslubuna hayran kaldım. Bu nedenle tez çalışmamı Buzzati üzerine yapmaya

karar verdim. Ayrıca ülkemizde Buzzati‟nin bazı yapıtlarının Türkçeye çevrilmesi,

kendisinin edebi tarzına ve yapıtlarına olan ilgimi daha da artırdı. Bu, Buzzati ile

ilgili araştırma yapmam konusunda önemli nedenlerden biri olmuştur.

Bu tez çalışmasında Buzzati‟nin yaşamına, diline, üslubuna ve yapıtlarında

vermek istediği mesajlara değindim. Ayrıca Buzzati yapıtlarında fantastik öğeler

kullandığı için, fantastik edebiyatla ilgili genel bir bilgi verip bu edebiyatın

İtalya‟daki etkisini genel hatlarıyla incelemeye çalıştım.

Tez çalışmam boyunca bana yol gösteren, sabrını yitirmeyen, hiçbir koşulda

benden yardım ve desteğini esirgemeyen, kendisini her zaman takdir ettiğim

saygıdeğer hocam ve tez danışmanım Sayın Prof. Dr. Nevin Özkan‟a sonsuz

teşekkürlerimi borç bilirim. Ayrıca yaşamım boyunca her zaman yanımda olan

aileme, bu çalışmayı yaparken bana yaptıkları katkılarından dolayı İtalyan Dili ve

Edebiyatı Anabilim Dalı öğretim üyelerine ve arkadaşlarıma gönülden teşekkür

ii

ederim. Çalışmamın bir bölümü için benden yardımlarını esirgemeyen İspanyol Dili

ve Edebiyatı Anabilim Dalı öğretim üyelerinden Sayın Prof. Dr. Ertuğrul Önalp‟e

teşekkürlerimi sunarım.

Hüsniye Özgül BALKAN

Ankara - 2011

iii

ĠÇĠNDEKĠLER

ÖNSÖZ .................................................................................................................... i

ĠÇĠNDEKĠLER .................................................................................................... iii

1. GĠRĠġ .................................................................................................................. 1

2. DINO BUZZATI’NĠN YAġAM ÖYKÜSÜ VE ÇAĞI ĠÇĠNDEKĠ

YERĠ ........................................................................................................................ 4

3. GENEL HATLARIYLA FANTASTĠK EDEBĠYAT VE ĠTALYA’DA

ETKĠLERĠ ............................................................................................................ 14

4. “BÀRNABO DELLE MONTAGNE” ADLI ROMANDA DAĞLARIN

ÇEKĠCĠLĠĞĠYLE ZAMANIN AKIġI ÖĞELERĠ ARASINDAKĠ

UYUM ................................................................................................................... 35

5. “IL SEGRETO DEL BOSCO VECCHIO” ADLI ROMANDA

ORMANIN GĠZEMLĠ BÜYÜSÜ VE ÇEVRE MOTĠFLERĠ ......................... 55

6. “IL COLOMBRE” ADLI ÖYKÜ DERLEMESĠNDEKĠ ÖYKÜLERĠN

ĠNCELENMESĠ VE BU YAPITTA GÖRÜLEN DANTE ETKĠSĠ ................ 75

7. DINO BUZZATI’NĠN DĠLĠ VE ÜSLUBU .................................................. 130

8. SONUÇ VE DEĞERLENDĠRME ................................................................ 134

ÖZET ................................................................................................................... 137

ABSTRACT ........................................................................................................ 138

KAYNAKÇA ...................................................................................................... 140

1

1. GĠRĠġ

İçinde bulunulan dönemin gerçeklerinden kaçış ya da eleştiri amaçlı

fantastik öğelerin kullanıldığı fantastik edebiyatı benimseyen, Faşizm döneminin,

İkinci Dünya Savaşı zamanının ve sonrasının önemli İtalyan yazarlarından biri 1906-

1972 yılları arasında yaşamış olan Dino Buzzati‟dir.

Buzzati, yapıtlarında kendine özgü simgesel üslubuyla olay ve nesnelerin

ardındaki gizemi fantastik öğelerle ortaya çıkarmıştır. Aynı zamanda şair ve tiyatro

yazarı olan Buzzati, şiir ve tiyatro alanlarında önemli yapıtlar vermiştir. Buzzati

gazetecilikle uğraştığından, bu meslekten edindiği birikimlerini yapıtlarında ortaya

koymayı başarmıştır. Ayrıca, yaptığı başarılı resimlerle ressamlık yönünü de ön

plana çıkarmıştır.

Bu tez çalışmasının amacı, Buzzati‟nin Bàrnabo delle montagne, Il segreto

del Bosco Vecchio ve Il colombre adlı yapıtlarındaki fantastik simge ve öğeleri

ortaya çıkarıp içlerindeki gizem ve ironiyi yorumlayarak, yazarın topluma vermek

istediği düşünce ve mesajları gözler önüne sermektir. Ayrıca bu tez çalışmasında,

verilmek istenen düşünce ve mesajların günümüz toplumunda bile geçerliliğini

koruduğunu göstermek ve Buzzati‟nin büyülü ve gizemli dünyasını keşfetmek

isteyenlere yararlı bir kaynak sunmak amaçlanmıştır.

Çalışmamızın “Genel Hatlarıyla Fantastik Edebiyat ve İtalya‟da Etkileri”

başlıklı bölümde fantastik edebiyatın kökeni, özellikleri ve bazı fantastik yapıtlarla

2

ilgili bilgiler verilecektir. Ayrıca bu bölümde İtalyan fantastik edebiyatının bazı

önemli edebiyatçılarından olan Dante Alighieri‟nin La Divina Commedia, Giovanni

Boccaccio‟nun Decameron, Ludovico Ariosto‟nun Orlando Furioso, Torquato

Tasso‟nun Gerusalemme Liberata, Tommaso Campanella‟nın La città del sole, Carlo

Collodi‟nin Le avventure di Pinocchio. Storia di un brattino ve Marco Lodoli‟nin I

fannulloni adlı yapıtlarından örnekler verilecektir.

“Bàrnabo delle montagne Adlı Romanda Dağların Çekiciliğiyle Zamanın

Akışı Öğeleri Arasındaki Uyum” başlıklı bölümde Buzzati‟nin ilk romanı Bàrnabo

delle montagne incelenecektir. Söz konusu romanda geçen „Dağ‟ ve „Zamanın akışı‟

konuları irdelenip yazarın anlatmak istediği mesajlar vurgulanacaktır. Ayrıca söz

konusu roman incelenirken, romanın hem İtalyanca aslından hem de “Dağların

Adamı Barnabo” adıyla yayımlanmış Türkçe çevirisinden yararlanılacaktır.

“Il segreto del Bosco Vecchio Adlı Romanda Ormanın Gizemli Büyüsü ve

Çevre Motifleri” başlıklı bölümde Buzzati‟nin ikinci romanı Il segreto del Bosco

Vecchio incelenecektir. Söz konusu romanda fantastik öğeler aracılıyla ortaya çıkan

Buzzati‟nin çevreci yönü ve çocuklarla doğa arasındaki uyum irdelenecektir. Ayrıca

söz konusu roman incelenirken, romanın Türkçe çevirisi olmadığından yalnızca

İtalyanca aslından yararlanılacaktır.

“Il colombre Adlı Öykü Derlemesindeki Öykülerin İncelenmesi ve Bu

Yapıtta Görülen Dante Etkisi” başlıklı bölümde, elli bir öyküden oluşan ve asıl adı Il

colombre e altri cinquanta racconti olan Il colombre adlı yapıt ele alınacaktır. Söz

3

konusu yapıtla ilgili çalışma yapılırken, bu yapıttaki on dört öykünün Fransızca

çevirilerinin de olduğu Il colombre-Le K adlı kitap incelenecektir. Bu kitaptaki

öykülerdeki simgeler yorumlanarak ana fikirler üzerinde durulacaktır. Ayrıca kitapta

yer alan “Yüzyılın Cehennemlerine Yolculuk” adlı bölümdeki öykülerde Buzzati‟nin

büyük kentlerdeki yaşam şartlarından dolayı insanların mutsuzluklarını nasıl ele

aldığı gözler önüne serilecektir. Il colombre-Le K kitabındaki “Yüzyılın

Cehennemlerine Yolculuk” adlı bölümde yer alan iki öyküye ek olarak, Buzzati‟nin

bu yapıtında hissedilen Dante‟nin etkisini daha iyi aktarabilmek için Il colombre e

altri cinquanta racconti kitabındaki bu bölümde yer alan diğer altı öykü de

incelenecektir. Ayrıca bu bölümde Buzzati‟nin söz konusu yapıtıyla Dante‟nin La

Divina Commedia adlı yapıtı arasında karşılaştırma yapılacaktır. Buzzati‟nin söz

konusu yapıtı incelenirken, yapıtın İtalyanca aslından ve “Colombre” adıyla

yayımlanmış Türkçe çevirisinden yararlanılacaktır. Dante‟nin söz konusu yapıtı

incelenirken yalnızca “İlahi Komedya” adıyla yayımlanmış Türkçe çevirisinden

yararlanılacaktır.

Buzzati‟nin resimleri, Buzzati‟nin bu çalışmada incelenen yapıtlarının ve bu

yapıtların Türkçe çevirilerinin kapak resimleri ise çeşitli internet kaynaklarından elde

edilmiştir.

4

2. DINO BUZZATI’NĠN YAġAM ÖYKÜSÜ VE ÇAĞI ĠÇĠNDEKĠ YERĠ

Dino Buzzati Traverso 16 Ekim 1906 tarihinde Belluno kentindeki San

Pellegrino kasabasında ailesine ait bir villada dünyaya gelir. Ailenin üçüncü çocuğu

olan Buzzati‟nin Augusto, Angelina ve Adriano adında üç kardeşi vardır. Babası

Giulio Cesare Buzzati, Pavia Üniversitesi ve Milano Bocconi Üniversitesi‟nde

uluslararası hukuk profesörü olarak çalışmıştır. Annesi Alba Mantovani ise yazar

Dino Mantovani‟nin kardeşidir. Yaz aylarını Belluno‟da, kış aylarını ise Milano‟da

ailesiyle birlikte geçiren Buzzati, daha sonraki yazacağı yapıtlarına ilham kaynağı

olan çocukluk yıllarında edindiği izlenimleri şöyle dile getirir:

“Çocukluk yıllarında edindiğim derin izlenimler, doğduğum yer olan

Belluno Vadisi‟nden, çevresinde yer alan vahşi dağlardan ve oraya çok

yakın olan Dolomitler‟den kaynaklanır. Bütünüyle kuzey Avrupa etkisini

taşıyan bu dünyaya gençlik anılarım ve kışın ailemin yaşadığı Milano kenti

de dâhildir.” (Carnazzi, 1999: 53)

Buzzati ilk gençlik yıllarından itibaren resme, müziğe, şiir ve öykü yazmaya

ilgi duyar. Piyano ve keman çalmayı öğrenir. Buzzati 13-14 yaşlarında Poe ve

Hoffmann gibi yazarları okumaya başlar. Buzzati, babasının öldüğü 1920 yılında La

canzone delle montagne (Dağların Türküsü) adlı ilk yapıtını yazar.

Buzzati Milano Parini Lisesi‟nde, arkadaşı Arturo Brambilla ile tanışır.

Buzzati arkadaşına mektuplar yazar ve bu yazdığı mektuplar, Luciano Simonelli

tarafından Lettere a Brambilla (Brambilla‟ya Mektuplar) adı altında yayına

5

hazırlanarak 1985 yılında basılmıştır. 1867-1939 yılları arasında yaşayan ünlü İngiliz

kitap ressamı Arthur Rackham‟ın yaptığı fantastik resimlerden etkilenir ve

Dostoyevski‟yi okur. Ayrıca Buzzati Antik Mısır kültürüne ilgi duyar.

Buzzati‟nin 1920 yılında ölen babasıyla ilgili aklında kalan anılar belli

belirsizdir, hatta kendisi babasıyla ilgili şunları söylemiştir:

“Aklımda ona ait belli belirsiz anılar var. Belki de sakalının oluşu çocuk

olan bende onun çok yaşlı olduğu izlenimini uyandırıyordu. Onun kesinlikle

son derece şık birisi olduğunu söyleyebilirim: Doğal bir seçkinliği vardı, şık

olmayı seviyordu, kendisine olan hâkimiyetini asla kaybetmiyordu. […]

Eğer ondan bir şeyler aldıysam, bu da şüphesiz giyime olan zevkimdir.”

(Carnazzi, 1999: 54)

Buzzati‟nin gençlik yıllarına dayanan dağlara tutkusu yaşamı boyunca

devam edecek ve yapıtlarına yansıyacaktır. Dolomitlere olan ilk gezilerini önce

kardeşi Augusto, ardından arkadaşları Brambilla, Alessandro Bartoli ve Emilio

Zacchi ile gerçekleştirir.

1924 yılında hukuk fakültesine kaydolan Buzzati, 1928 yılında

üniversiteden mezun olur. 1928 yılında “Corriere della Sera” gazetesinde muhabir

olarak çalışmaya başlar. Muhabirlik görevini sürdürürken, makalelerinin, tiyatro

yazılarının, öykülerinin ve resimlerinin basıldığı “Il Popolo di Lombardia” adlı

haftalık dergi ile çalışmaya başlar. 1933 yılında gazetedeki görevi nedeniyle

Filistin‟e gitmiştir. Aynı yıl ilk romanı Bàrnabo delle montagne (Dağların

Bàrnabo‟su) yayımlanır. Roman 1994 yılında Mario Brenta‟nın yönetmenliğinde

6

filme aktarılmıştır. 1935 yılında ikinci romanı olan Il segreto del Bosco Vecchio

(Eski Ormanın Gizemi) yayımlanır. Bu roman da 1993 yılında Ermanno Olmi‟nin

yönetmenliğinde beyaz perdeye aktarılmıştır.

1939 yılında Corriere della Sera‟nın muhabiri olarak Afrika‟ya gider. 1940

yılında ise yeniden askere çağrılan Buzzati, savaş muhabiri olarak bir savaş

gemisinde görevini sürdürür. Aynı yılda Kafka etkisinin hissedildiği başyapıtı Il

deserto dei Tartari (Tatar Çölü) yayımlanır. Bu roman 1976 yılında Valerio Zurlini

yönetmenliğinde filme aktarılır. 1942 yılında I sette messaggeri (Yedi Haberci) adlı

öykü derlemesi yayımlanır. 1945 yılında resimlerini kendisinin çizdiği çocuk romanı

olan La famosa invasione degli orsi in Sicilia (Ayılar Baskını) ile Eppe Ramazzotti

ile birlikte yazdığı Il libro delle pipe (Pipo Kitabı) adlı yapıtı okuyucu ile buluşur.

1949-1958 yılları arası yayımlanmış önemli yapıtları şunlardır: Paura alla

Scala (Scala‟da Duyulan Korku, 1949), In quel preciso momento (Tam O Anda,

1950), Il crollo della Baliverna (Baliverna‟nın Çöküşü, 1954), Sessanta racconti

(Altmış Öykü, 1958), Esperimento di magia (Büyüsel Deney, 1958) ve Le storie

dipinte (Resmedilmiş Öyküler, 1958). Buzzati, Sessanta racconti ile İtalyan

edebiyatı alanında önemli bir ödül olan Strega ödülünü kazanmıştır.

Buzzati‟nin Un caso clinico (Klinik Bir Vaka) adlı tiyatro yapıtı, 1953

yılında Milano‟da Giorgio Strehler yönetiminde sahneye konulmuştur. Bu oyunda

Kafka etkisi hissedilir. Ayrıca bu oyun, 1955 yılında Paris‟te Albert Camus

tarafından uyarlanarak Un cas intéressant adıyla Georges Vitaly yönetiminde

7

sahneye konulmuştur. Diğer bazı önemli tiyatro yapıtları ise şunlardır: Piccola

passeggiata (Küçük Bir Gezinti), La rivolta contro i poveri (Fakirlere Karşı İsyan),

Drammatica fine di un noto musicista (Ünlü Bir Müzisyenin Hazin Sonu), Sola in

casa (Evde Tek Başına), L’orologio (Saat), Il mantello (Pelerin), L’uomo che andrà

in America (Amerika‟ya Gidecek Adam) ile La fine del borghese (Burjuvanın Sonu).

1961 yılında annesini kaybeden Buzzati ona duyduğu sevgiyi şu övgü dolu

sözlerle dile getirmiştir:

“Öldüğünde çok yaşlıydı ve ardında doldurulması imkânsız bir boşluk

bıraktı. Olağanüstü bir kadındı, harikulade bir tebessümü vardı. Hayatta

olduğu sürece onunla birlikte yaşadım ve kendime bir aile kurmayı arzu

etmedim.” (Buzzati, 2010: 13)

1960 yılı ve sonrasında iki romanı yayımlanmıştır: İlki, bilimkurgu

türündeki Il grande ritratto (Büyük Portre, 1960), ikincisi Un amore‟dir (Bir Aşk,

1963). Aynı dönemde yayımlanan diğer önemli yapıtları ise şunlardır: Il colombre e

altri cinquanta racconti (Colombre ve Diğer 50 Öykü, 1966), La boutique del

mistero (Gizem Butiği, 1968), Le notti difficili (Zor Geceler, 1968), Poema a fumetti

(Çizgi Roman Biçiminde Şiir, 1969) ve I miracoli di Val Morel (Val Morel‟in

Mucizeleri, 1971).

Buzzati gazetedeki görevi nedeniyle Tokyo, Kudüs, New York, Washington

ve Prag‟a gitmiştir. Pop art (Pop Sanatı) ile ilgili Una folle camera da letto (Çılgın

Bir Yatak Odası) adlı makalesi 1964 yılında Corriere della Sera‟da yayımlanır.

8

Buzzati‟nin Prag‟a gittikten sonra yazdığı Le case di Kafka (Kafka‟nın Evleri)

başlıklı köşe yazısı Corriere della Sera‟da 1965 yılında yayımlanır. Buzzati, Prag

kentiyle ilgili edindiği izlenimleri şu sözlerle belirtir:

“Fakir ve hüzün dolu insanlar izlenimi yaratan halkına rağmen, fantastik bir

kent olan Prag‟ın güzelliği karşında hayran kaldım.” (Carnazzi, 1999: 66)

Buzzati‟nin Il capitano Pic e altre poesie (Yüzbaşı Pic ve Diğer Şiirler) adlı

şiir kitabı 1965 yılında yayımlanır. Kendisinin şiir konusuyla ilgili düşünceleri şu

şekildedir:

“Şiir… dört ya da beş kelimenin gizemli olarak bir araya gelmesinden

oluşabilir. Şiir, özellikle etkileyici bir durumu anlatan bir öykünün içinde

veya bir kapının çıkardığı seste olabilir… Bana göre, şiirle ilgili şeyler

genellikle aniden büyük şeyleri çağrıştıran küçük şeylerdir… Tecrübem

beni, şiirin belirleyici özelliklerinden birinin kendi içinde gizemli bir varlık

olduğu sonucuna götürüyor. Her şeyden önce şiir, fiziksel enerjinin bir

yayılımıdır.” (Crotti, 1977: 2)

Buzzati Almerina Antoniazzi ile 1966 yılında 60 yaşındayken evlenir. Ay‟a

ilk ayak basan insan hakkında 1969‟da Corriere della Sera‟da yayımlanan

makaleleriyle 1970 yılında Mario Massai gazete ödülüne lâyık görülmüştür. 1971

yılında gazetedeki son köşe yazısı olan Alberi (Ağaçlar) yayımlanır. Buzzati, 28

Ocak 1972 tarihinde Milano‟da hayata gözlerini yumar.

9

Dino Buzzati

10

Ölümünden sonra yayımlanan başlıca yapıtları şunlardır: Cronache terrestri

(Dünya Kayıtları), I misteri d’Italia (İtalya‟nın Gizemleri), Dino Buzzati al Giro

d’Italia (Dino Buzzati İtalya Bisiklet Turunda), Le poesie (Şiirler), 180 racconti (180

Öykü), Il reggimento parte all’alba (Alay, Şafak Vaktinde Hareket Ediyor), Il

meglio dei racconti (En İyi Öykülerinden Seçmeler), Le montagne di vetro (Camla

Kaplı Dağlar) ve Lo strano Natale di Mr. Scrooge e altre storie (Bay Scrooge‟un

Garip Noeli ve Diğer Öyküler).

Buzzati‟nin resme olan ilgisi yaşamında önemli bir yere sahiptir. Buzzati

ressamlığı boş zamanlarını geçirmeye yarayan bir uğraş olarak değil, bir meslek

olarak gördüğünü şu sözleri ile dile getirir:

“Resim yapmak ile yazmak aslında benim için aynı şeydir. Resim

yapmaktaki ya da yazmaktaki amacım aynıdır, o da öykü anlatmaktır.”

(http://www.italialibri.net/autori/buzzatid.html, 21.02.2010)

Dino Buzzati

11

Yapıtlarıyla Franz Kafka‟nınkiler arasında benzerlikler olduğundan Buzzati,

“Il Kafka italiano” (İtalyanların Kafka‟sı) olarak adlandırılmıştır. Ancak bu

benzetmeden duyduğu rahatsızlığı şu sözleriyle dile getirir:

“Kısacası Kafka Kafka‟dır, ben benim. Bu konuyu artık bırakalım.”

(http://www.lastampa.it/redazione/cmsSezioni/cultura/201004articoli/

54504girata.asp, 28.04.2010)

Nesnenin ardındaki gizemi aramaya çalışan, kullandığı yalın üslupla vermek

istediği mesajlara yapıtlarında değinen Dino Buzzati‟ye yirminci yüzyıl edebiyat

dünyasında önceleri yeterince önem verilmemiştir. Nitekim İtalyan eleştirmenler

Buzzati‟yi Kafka taklitçisi olarak görerek yapıtlarını “Öykücükler” şeklinde

değerlendirmişlerdir. Oysa yapıtları Fransız eleştirmenlerin beğenisini kazanmıştır.

Belki de bunun nedeni, belli bir grubun ya da akımın savunucusu olmayan

Buzzati‟nin kendine özgü bir tarzının olmasıdır. Görüldüğü üzere, farklı

eleştirmenler tarafından farklı bakış açılarıyla değerlendirilen Buzzati‟nin değeri

ölümünden sonra anlaşılmıştır.

12

Dino Buzzati‟nin Via Solferino‟da (Solferino Sokağı) çekilmiş fotoğrafı

Milano

13

Doğumunun yüzüncü yıldönümünde Dino Buzzati anısına basılmış pul (2006)

14

3. GENEL HATLARIYLA FANTASTĠK EDEBĠYAT VE ĠTALYA’DA

ETKĠLERĠ

Gerçek dünyadan kopmadan hayal gücüyle ortaya çıkan yaratıkların,

hayaletlerin, ruhların, sihrin, cesur savaşçıların, tehlikede olan soylu kızların,

mitolojik figürlerin konu olduğu fantastik edebiyatın kökenine inildiğinde, içinde

geçen “Fantastik” sözcüğünün Nouveau Larousse Illustré‟de Latince aynı anlamı

taşıyan “Fantasticus” (Ertem, 2003: 189) sözcüğünden geldiği yazılıdır. Anlamı ise

“Gerçek olmayan, kuruntularla ilgili, düşsel” (Ertem, 2003: 189) olarak ifade edilir.

1831 tarihli Le Dictionnaire de l’Académie “Fantastique” sözcüğünün anlamını “Boş

düşlere ve kuruntulara dayanan” (Steinmetz, 2006: 8) diye belirttikten sonra “Ayrıca

cismani bir varlığı, bir gerçekliği olmayan görüntü anlamına da gelir” (Steinmetz,

2006: 8) olarak açıklar. 1863 tarihli Littré ise bu kelimenin iki anlamını şu şekilde

verir: “1- Yalnızca imgelemde var olan; 2- Yalnızca cismani bir varlığın görüntüsüne

sahip olan”. (Steinmetz, 2006: 8) İkinci anlamı ayrıntılı olarak açıklarken fantastik

öykünün tanımını yaparak Romantizm dönemindeki ünlü Alman yazar ve besteci

E.T.A. Hoffmann‟a da değinir. Bu ifade ise şöyledir: “Fantastik öyküler: Genel

olarak söylendiği gibi peri masalları, hortlak öyküleri ve özellikle Alman

Hoffmann‟ın itibar kazandırdığı doğaüstünün önemli rol oynadığı bir öykü türü”.

(Steinmetz, 2006: 8)

Fantastik edebiyat, insanoğlunun ilk ortaya çıkışından itibaren savaşçıların

göstermiş olduğu kahramanlıkları övmek ya da tanrılardan merhamet dilemek

amacıyla kutsal nitelikli ya da destansı özellikteki dizelerde kendisini belli etmiştir.

15

Bu dizelerle ortaya çıkan ilk dramlar da tanrıların birbirleriyle olan mücadelelerini

dile getirmiştir. Antik Mısırlılar, İsa‟nın doğumundan birkaç bin yıl önce günümüzde

Mısır piramitlerinde yer alan figürlerde algılanması mümkün olsa da, çok karmaşık

bir mitoloji oluşturmuşlardır. Yunan ve Roma mitolojilerindeki tanrılar ile Hintli ve

Kızılderili ilâhi varlıklarla ilgili anlatılar da fantastik bir özelliğe sahiptir. Yunan

mitolojisine örnek olarak Homeros‟un İlyada ve Odysseia destanları verilebilir.

Antik Mısır fantastik edebiyatının önemli örneklerinden biri de The Tale of the

Shipwrecked Sailor (Gemi Kazasına Uğramış Denizcinin Öyküsü) adını taşır. Romalı

şairler Ovidius‟un Metamorphoses (Dönüşümler) ile Virgilio‟nun Aeneis adlı

yapıtları Roma edebiyatında mitolojik figürler içeren yapıtlardır. Hint fantastiğinde

ise Sanskritçe yazılmış yapıtlara örnek olarak hayvan fabllarından oluşan

Pançatantra adlı masal serisi, önemli Hint destanları olan Mahabharata ve

Valmiki‟nin yazdığı Ramayana verilir. Mezopotamya mitolojisinden örnek olarak

Akad çivi yazısı kullanılarak yazılmış ve içinde Sümerlerin yaşantıları ile ilgili

bilgiler bulunan Gılgamış Destanı akla gelir.

Fantastik denince, tanınmış Bulgar kökenli Fransız düşünür Tzvetan

Todorov akla ilk gelen adlar arasındadır. Fantastik edebiyatla ilgili olarak

L’Introduction à la littérature fantastique (Fantastik Edebiyata Giriş) adlı yapıtı

yazmıştır. Bu yapıtı Türkçe‟ye “Fantastik: Edebi Türe Yapısal Bir Yaklaşım” olarak

çevrilmiştir. Todorov‟a göre, fantastik bir yapıt okunduğunda anlatılan olayların

yanılsama mı yoksa gerçek mi olduğuna karar verme durumunda kalınır. Meydana

gelen olaylar bir yanılsama ise bu durumda bildiğimiz gerçekliğin yasaları

değişmeden aynı kalır. Ancak olaylar gerçekten meydana geldiyse ve gerçekliğin bir

16

parçası ise, gerçeklik bilmediğimiz yasalarla açıklanır. Bu iki durumdan birine karar

verildiği takdirde, Todorov‟un “Tekinsiz” ya da “Olağanüstü” diye nitelendirdiği

türlere geçiş yapılmış olur. Fantastik işte bu noktada olayların yanılsama mı, yoksa

gerçek mi olduğuna karar verme aşamasındaki kararsızlığı ifade eder. (Todorov,

2004) Böylece Todorov, fantastiği şu şekilde tanımlar: “[…] Fantastik, kendi doğal

yasalarından başka yasa tanımayan bir öznenin görünüşte doğaüstü bir olay

karşısında yaşadığı kararsızlıktır.” (Todorov, 2004: 31) Todorov‟a göre gerçek dışı

sahneler gerçek, doğaüstü ve hayal arasında okuyucuyu kararsızlığa düşürerek onda

korku ve sıkıntıya yol açabilir. Yapıttaki konu ile insanların inançları arasında bir

ilişki varsa, okuyucu konudan oldukça etkilenir. Örnek verilecek olursa, Hristiyan

dünyasında manastır, mezarlık, kripta (yeraltı kilisesi), ortaçağ şatosu gibi öğeler

okuyucuda korkuya neden olur. Çünkü okuyucu mezarlıktaki seslerden, hayalet ve

benzeri bazı olağanüstü yaratıklardan korku duyarak gerçek yaşamda da bu tür

şeylerin olabileceğini sanabilir. Masal ve efsanelerde yer alan bulutların üstüne inşa

edilmiş şatolar, cücelerin ve devlerin yaşadığı diyarlar, ejderhalar gibi fantastik

öğeler ise okuyucunun yalnızca hayal gücünü süsleyerek hayal dünyasına renk katar.

(Yılmaz, 2006)

Onbirinci yüzyıldan itibaren Fransa‟da gelişme gösteren ve fantastik öğeleri

içinde barındıran bir edebi tür ortaya çıkar. Aynı konunun etrafında geçen bu edebi

tür, belli başlı kişilerin aynı olduğu bir dizi kompozisyondan meydana gelir.

İtalyancada “Ciclo” adı verilen bu kompozisyon dizisinin bir türü olan ve Fransa‟yı

konu alan “Ciclo carolingio” da Frank ve Lombard Kralı, Kutsal Roma Germen

İmparatorluğu‟nun kurucusu Charlemagne ve şövalyelerinin Hristiyanlığın yayılması

17

için gösterdikleri kahramanlıklar destan biçiminde anlatılır. Konusunu Bretanya

menkıbelerinden alan “Ciclo bretone” ise Kral Arthur ve emrindeki “Yuvarlak Masa

Şövalyeleri” olarak tanınan şövalyelerinin aşklarını ve maceralarını konu alan

kahramanlıkları destan biçiminde anlatır.

Onikinci yüzyıldan itibaren fantastik öğeler içeren yapıtlar yaygınlaşmıştır.

Onikinci yüzyılın önemli yapıtlarından birisi, Monmouth‟lu Geoffrey‟in yapıtı olan

Historia Regum Britanniae‟dir (Britanya Krallarının Tarihi). Onüçüncü yüzyıla ait

önemli yapıtlar Nibelungenlied (Nibelungen Destanı) ile Snorri Sturluson tarafından

yazılan The Prose Edda‟dır (Düzyazı Biçiminde Edda). Ondördüncü yüzyılda

fantastik öğelerin yoğun olduğu önemli yapıtlar Grettir’s Saga (Grettir Destanı) ile

Sir Gawain and the Green Knight‟tır (Sir Gawain ve Yeşil Şövalye). Sir Thomas

Malory‟in Le Morte d’Arthur (Arthur‟un Ölümü) adlı yapıtı onbeşinci yüzyılın

önemli fantastik yapıtlarındandır. Edmund Spenser‟in Faerie Queene, Wu Ch‟eng-

en‟in Journey to the West (Batıya Yolculuk), İngiliz şair ve tiyatro oyun yazarı

William Shakespeare‟in A Midsummer Night’s Dream (Bir Yaz Gecesi Rüyası) adlı

yapıtları onaltıncı yüzyılda okuyucu ile buluşan aynı türden yapıtlardır.

Onyedinci yüzyıldaki önemli yapıtlardan birisi İngiliz şair John Milton‟un

yazdığı Paradise Lost (Kayıp Cennet, 1667) adlı epik şiirdir. Bu şiirde Adem ve

Havva‟nın Şeytan tarafından doğru yoldan saptırılarak Eden Bahçesi, yani

Cennet‟ten kovuluşu anlatılır. Yazmış olduğu çocuk öyküleriyle tanınan Fransız

Charles Perrault da bu yüzyılın önemli yazarlarından biridir. Fantastik edebiyat

onsekizinci yüzyılın sonunda bir tür olarak ortaya çıkar. Aynı yüzyılın önemli

18

yapıtlarından biri ise İrlandalı şair ve yazar Jonathan Swift‟in, Türk ve Dünya

edebiyatında “100 temel eser” arasında bulunan Gulliver’s Travels (Gulliver‟in

Gezileri, 1726) adlı kitabıdır. Bu kitapta Lemuel Gulliver‟in yaptığı gezilerdeki sıra

dışı ve olağanüstü öyküler anlatılır. Söz konusu yapıt, Gulliver‟in düşsel ülkelere

yaptığı yolculuklar aracılığıyla dönemin İngiliz toplumuna keskin bir eleştiri yöneltir

ve o dönemdeki toplumun bencillik, çıkarcılık ve zalimliklerine karşı bir tavır niteliği

taşır.

Fantastik öğeler, Romantik dönemde başta İngiltere, Almanya ve Fransa

olmak üzere, birçok ülkede kendini göstermeye başlar. İngiltere‟de “Gotik Edebiyat”

denilen bir tür ortaya çıkar. En çok 1790‟larda ilgi gören bu tür Ortaçağ yapı ve

yıkıntılarını anımsatan imgeleri nedeniyle “Gotik” diye adlandırılmıştır. Gizem ve

korkunun egemen olduğu bu türe ait olan romanlarda vampirler, korkunç yaratıklar,

içinde karanlık mahzenler, gizli duvar kapıları, yeraltı geçitleri ve tuzakların olduğu

kale ve manastırlar gibi öğeler yer alır. Bu roman türüne ait ilk yapıt İngiltere‟de

onsekizinci yüzyılda Horace Walpole‟un kaleminden ortaya çıkar ve The Castle of

Otranto (Otranto Şatosu, 1764) adını taşır. Walpole‟u The Mysteries of Udolpho

(Udolpho‟nun Sırları, 1794) ile The Italian (İtalyan, 1797) gibi yapıtlarıyla tanınan

Ann Radcliffe izler. Matthew Gregory Lewis The Monk (Keşiş, 1796), William

Beckford Doğu‟yu ele alan Vathek (1786), Charles Robert Maturin Melmoth the

Wanderer (Gezgin Melmoth, 1820), Mary Wollstonecraft Shelley Frankestein

(Frankeştayn, 1818), Bram Stoker Dracula (Drakula, 1897) ve John William Polidori

The Vampyre (Vampir, 1819) adlı yapıtlarıyla bu türde yapıtlar kaleme alan

yazarlardandır. Ayrıca Amerikan Romantik Akımının öncülerinden kabul edilen

19

ondokuzuncu yüzyılda yaşamış Amerikalı şair ve öykü yazarı Edgar Allan Poe

yapıtlarında gotik atmosferi yaratmayı başarır.

Alman Romantikleri arasında yapıtlarında fantastik öğeleri kullanan

edebiyatçıların en önemlileri şunlardır: Ludwig Tieck, Achim von Arnim ve E.T.A.

Hoffmann. Hoffmann‟dan etkilenerek yapıtlarında fantastik öğeleri kullanan bazı

önemli Fransız edebiyatçıları ise Charles Nodier, Gérard de Nerval, Théophile

Gautier, Guy de Maupassant, Prosper Mérimée ve Honoré de Balzac‟tır.

Ondokuzuncu yüzyılda yer alan ve fantastik öğeler içeren önemli

yapıtlardan bazıları şunlardır: Elias Lönnrot‟un Fin halk öykülerini derleyerek

yazdığı ve Finlilerin ulusal epik destanı kabul edilen Kalevala (1835), Gustave

Flaubert‟in Salammbô, Lewis Carroll‟un Alice in Wonderland (Alice Harikalar

Diyarında, 1865), H. Rider Haggard‟ın King Solomon’s Mines (Kral Süleyman‟ın

Hazineleri, 1885) ile Oscar Wilde‟ın The Happy Prince and Other Tales (Mutlu

Prens ve Diğer Öyküler, 1888) adlı yapıtları. Dünyaca ünlü Fransız yazar Jules

Verne ise bu yüzyılda bilimkurgu türünden yapıtlar vermiştir.

Yirminci yüzyıla ait fantastik öğeler içeren yapıtlar denince; L. Frank

Baum‟un The Wonderful Wizard of Oz (Oz Büyücüsü, 1900), James Barries‟in Peter

Pan, Lond Dunsay‟in The Gods of Pegana (Pegana‟nın Tanrıları, 1905), Edgar Rice

Burroughs‟un Tarzan of the Apes (Maymunların Tarzanı, 1914), Donald

Barthelme‟nin Snow White (Pamuk Prenses, 1967) adlı kitapları akla gelir. Ayrıca

yine aynı yüzyılda yazılmış J. R. R. Tolkien‟in Yüzüklerin Efendisi (1954-1955),

20

Gabriel García Márquez‟in Cien años de soledad (Yüzyıllık Yalnızlık, 1967) ve J.K.

Rowling‟in Harry Poter (1997-2007) serisi aynı yüzyılda okuyucu ile buluşmuş ve

günümüze kadar gelmiş ünlü yapıtlardandır.

İtalyan fantastik edebiyatına baktığımızda, bu edebiyatta fantastik öğelere

doğru eğilimin Roma kültür ve sanat geleneğine doğru uzandığını görürüz. Bu

geleneğe uygun olarak inşa edilmiş kiliselerin ön cephelerinde bulunan süslemelerde

canavar, denizkızı, melek ve şeytan motifleri göze çarpar. İtalyan Edebiyatı‟nda

fantastik anlatının özelliği ise şudur: “[…] İtalyan Edebiyatı‟nda fantastik anlatı,

Akdenizli ruhunun, olayları ve durumları dramatiklikten uzaklaştırma eğiliminden ve

Akdeniz‟in ferahlatıcı havasından olsa gerek, kuzey Avrupa‟daki karanlık ve

korkutucu öğelerden çok uzaktadır ve daha ziyade ironiktir.” (Yılmaz, 2006: 131)

İtalyan fantastik edebiyatı denince, ilk akla gelen önemli yapıtlardan biri

1265-1321 yılları arasında yaşamış ünlü Floransalı şair Dante Alighieri‟nin öbür

dünyaya yaptığı hayali yolculuğu anlatan başyapıtı La Divina Commedia‟dır (İlahi

Komedya)1. Örneğin Cehennem adlı birinci bölümün yirmidördüncü kantosunda,

yılanların hırsızların ruhlarını soktuktan sonra hırsızların küle dönmesi ve sonra

küllerin bir araya gelmesiyle ruhların yeniden eski durumuna gelmesi fantastik bir

şekilde anlatılır. Dante rehberi Virgilio ile birlikteyken şahit olduğu bu görüntüyü

yapıtında şöyle anlatır:

1 Çalışmada Dante‟nin bu yapıtından yapılan alıntılarda Rekin Teksoy‟un çevirisinden

faydalanılmıştır. Alighieri, Dante, Ġlahi Komedya- Cehennem- Araf- Cennet, Çev. Rekin Teksoy,

İstanbul, Oğlak Yayıncılık, 2001.

21

“[…]

Yanımızda bulunan birine birden saldıran

bir yılan, adamın vücudunu delip geçti,

boyunla omuzların birleştiği noktadan.

O ya da I harfi yazacak zaman dolmadan,

adam tutuşup cayır cayır yandı,

külleri etrafa dağıldı;

böylece yok olduktan sonra yerde,

küller kendiliğinden toplandı,

yeniden aynı görüntü ortaya çıktı.2

[…]” (Alighieri, 2001: 202-203)

Yapıtın ikinci bölümü olan Araf‟‟ın yirmisekizinci kantosunda Dante,

„Yeryüzü Cenneti‟ adlı güzel bir ormanda kendini bulur. Ormanın içindeki ırmağın

iki kolu vardır. “Lethe” adlı kolu işlenen günahları, diğer kolu olan “Eunoe” ise

yapılan iyilikleri akla getirir. Dante‟ye bunları Matelda adında bir kadın şu şekilde

anlatır:

“[…]

Gördüğün su, suları çoğalıp, eksilen

ırmaklar gibi, soğukta dönüşen buharla beslenen

bir kaynaktan çıkmıyor;

hiç azalmayan, hep aynı akan iki yöne

boşalttığı suyu, yalnızca Tanrı‟nın isteğiyle

yenileyen bir pınardan çıkıyor.

Burada akarken, günah izlerini siler

belleklerden; öbür tarafta ise,

2 Aynı görüntü ortaya çıktı: Yeniden insan biçimine dönüştüler (Ç.N.).

22

yapılan iyilikleri akla ekler.

Burada adı Lethe‟dir; öbür tarafta

Eunoe olur adı; önce burada, sonra

orada tadana etkisini gösterir:

tadı her tadın üstündedir.

[…]” (Alighieri, 2001: 500-501)

Yapıtın üçüncü ve son bölümü olan Cennet‟in otuzbirinci kantosunda

Dante‟nin Tanrı‟ya ulaşmış mutlu ruhların, meleklerin beyaz bir gül gibi

sıralandıklarını gördüğü sahne yapıtta şu şekilde yansıtılır:

“İsa‟nın kanını dökerek evlendiği

kutsal erleri3, beyaz bir gül gibi

görünüyordu gözlerime;

ötekiler4 ise, kimi kez çiçeklere,

kimi kez emeklerinin bala dönüştüğü yere5

konan bir arı sürüsü gibi uçarken,

kendilerini böyle güzelleştiren,

gönül verdikleri varlığı6 görüyorlardı,

utkusuna övgüler düzüyorlardı,

binlerce yaprağın7 süslediği büyük çiçeğe

dalıyor, sonra sevgilerinin sürekli

oturduğu yere8 yükseliyorlardı.

Yüzleri alev rengiydi, kanatları

altın sarısı, kardan bile beyazdı

3 Evlendiği kutsal erleri: Yandaş kıldığı kutluları (Ç.N.).

4 Ötekiler: Melekler (Ç.N.).

5 Yere: Kovana (Ç.N.).

6 Varlığı: Tanrı‟yı (Ç.N.).

7 Yaprağın: Kutlunun (Ç.N.).

8 Yere: Tanrı‟ya (Ç.N.).

23

geri kalan organları.

Basamak basamak indikçe çiçeğin içine,

kanat çırpa çırpa9 edindikleri

erinci, isteği sunuyorlardı.

[…]” (Alighieri, 2001: 783-784)

1313- 1375 yılları arasında yaşayan öykü yazarı Giovanni Boccaccio‟nun

ünlü yapıtı Decameron‟da10

da fantastik öğeler yer alır. “Decameron” Yunanca

kökenli bir sözcük olup, “On günün kitabı” anlamına gelir ve içinde yüz öykü yer

alır. Bu öykü derlemesindeki altıncı günde anlatılan onuncu öyküde keşiş Cipolla‟nın

köylülere verdiği vaazda gerçekleşmesi mümkün olmayan öğeler bulunur. Örneğin,

Cipolla köylülere Cebrail‟in tüyünü göstermek istediğini belirtir. Ancak haberi

yokken iki kişi tüyü kutudan alıp yerine kömür koyar. Durumu fark eden Cipolla,

vaazında köylüleri kandırarak kömürün, ermiş Lorenzo‟nun yakıldığı ateşten geriye

kaldığını söyler. Cipolla‟nın vaazı yapıtta şu şekilde yer alır:

“Kardeşlerim, bacılarım, gençliğimde, başkeşiş beni dünyanın güneşin

doğduğu yerlerine göndermişti. […] Braccio di San Giorgio‟yu11

geçtikten

sonra, kendimi Dalaveristan ve Soytaristan‟da buldum. […] Daha sonra,

bütün suların aşağıya doğru aktığı Baschi dağlarına geldim. Anlayacağınız o

kadar çok yol almıştım ki, kendimi ta Hindistan‟ın Pastinaca bölgesinde

buldum. Üstümdeki şu cübbe adına ant içerim ki, orada havada uçuşan

bıçaklar gördüm. […]

9 Çırpa çırpa: Tanrı‟ya doğru uçarak (Ç.N.).

10Çalışmada Boccaccio‟nun bu yapıtından yapılan alıntılarda Rekin Teksoy‟un çevirisinden

faydalanılmıştır. Boccaccio, Giovanni, Decameron, Çev. Rekin Teksoy, İstanbul, Oğlak Yayıncılık,

2000. 11

Boğaziçi (Ç.N.).

24

Aradığımı bulamamıştım daha. İleriye doğru gidersem dalgalarla boğuşmam

gerekeceğinden, geri dönüp Kutsal Topraklara geldim. Buralarda yaz

boyunca soğuk ekmeği dört dinara veriyorlar, sıcak ise bedava. Burada

saygıdeğer Kudüs patriği messer Ne-olur-kız-ma-ba-na‟yı buldum. Ermiş

Antonio tarikatı cübbesini sırtımdan eksik etmediğimi görünce, koruması

altındaki kutsal emanetleri görmemi istedi. O kadar çok kutsal emanet vardı

ki, hepsini saymaya kalksam, birkaç mil yol gitmekten daha uzun sürer. Sizi

düş kırıklığına uğratmamak için, yine de birkaçının adını söyleyeceğim.

İlkin bana Kutsal Ruh‟un parmağını gösterdi. Parmak sapasağlamdı. Sonra

ermiş Francesco‟ya görünmüş olan meleğin kâkülünü; kerubi meleklerinden

birinin tırnağını; Verbumcaro-kafanı-pencereye-tosla‟nın kaburga

kemiklerinden birini; kutsal Katolik İnancının giysilerini; İsa‟ya

bağlılıklarını bildiren çobanlara Doğu‟da gözüken yıldızın ışınlarını; ermiş

Michele‟nin iblisle dövüşürken vücudundan boşalan terin doldurulduğu

şişeyi; ermiş Lazzero‟nun çene kemiğini ve daha bir sürü şey gösterdi. Ben

de ona Montemorello yamaçlarına ilişkin, halk ağzı ile yazılmış bir öykü ile,

uzun süredir aramakta olduğu Caprezio‟nun birkaç bölümünü armağan

ettim. Karşılık olarak o da kutsal armağanlara ortak etti beni, Kutsal Haç‟ın

dişlerinden birini, Süleyman Peygamberin tapınağındaki çanların sesini

içeren küçük bir şişeyi, daha önce sözünü ettiğim Cebrail‟in tüyünü ve ermiş

Gherardo da Villamagna‟nın nalınının tekini verdi. Nalın yanımda değil,

Floransa‟da Gherardo de‟ Bonsi‟ye verdim, o ermişi çok seviyor. Patrik

ayrıca, kızartılarak kurban edilen ermiş Lorenzo‟nun yakıldığı ateşten arta

kalan birkaç kömür parçası da verdi bana. […] ” (Boccaccio, 2000: 419-421)

Aynı yapıttaki onuncu günün dokuzuncu öyküsünde messer Torello‟nun

Pavia‟ya gidişi fantastik bir şekilde anlatılır: Messer Torello tacir kılığındaki Sultan

Salahaddin‟i çok güzel bir şekilde evinde ağırlar. Salahaddin, Torello‟nun göstermiş

25

olduğu misafirperverliğinden oldukça memnun kalır. O sırada Haçlı Seferi başlar.

Torello eşinden, savaşta ölürse verdiği süre dolmadan evlenmemesini rica eder.

Torello savaşta esir düşer ve İskenderiye‟de hapse girer. Parasız kaldığı için kuş

eğitir. Salahaddin onun bu ustalığını duyunca onu şahinci olarak görevlendirir. Bu

vesileyle Salahaddin onu tanır. Savaş sırasında ölen bir şövalye Torello sanılır. Bu

nedenle Torello‟nun eşi Torello‟nun belirlediği süre dolduktan sonra evlenecektir.

Aradan biraz zaman geçince, Torello belirlenen sürenin bitmesine az kaldığının

farkına varıp eşinin evleneceği ihtimalini düşünür. Bu nedenle üzüntüsünden

hastalanır. Durumun ciddiyetini anlayan Salahaddin bir büyücünün yardımıyla

Torello‟yu Pavia‟ya ulaştırmaya karar verir. Kendisine içirilen ilacın etkisiyle

uyuyan Torello, bir yatağın üzerine yatırılır. Sonra büyücü, Torello‟yu yatmakta

olduğu yatakla beraber yok eder. Yapıtta bu sahne şu şekilde anlatılır:

“Vakit iyice ilerlemişti. Büyücü bir an önce işe başlamak istiyordu. Bir

hekim sulu bir ilaç getirdi. Kuvvet şurubu olduğunu söyleyip messer

Torello‟ya içirdi. İlaç etkisini gösterdi ve messer Torello uykuya daldı.

Uyumakta olan messer Torello, Salahaddin‟in buyruğu üzerine yatağın

üstüne yatırıldı. Yanı başına Salahaddin çok değerli kocaman bir taç

yerleştirdi. Tacın üstünde messer Torello‟nun karısına armağan edildiğini

belirten bir de yazı vardı. Daha sonra Salahaddin messer Torello‟nun

parmağına bir meşale gibi ışıklar saçan yakut taşlı, değer biçilemez bir

yüzük geçirdi. Beline, yine değeri kolayca hesaplanamayacak taşlarla bezeli

bir kılıç, boynuna da değerli taşların yanısıra görülmemiş irilikte incilerden

oluşan bir gerdanlık taktı. İki yanına da içleri altın sikke, inci, yüzük, kemer

ve tek tek sayması çok uzun sürecek mücevherler dolu iki tas yerleştirdi.

Messer Torello‟yu son bir kez öpüp, büyücüden yolcuyu göndermesini

istedi. İçinde messer Torello‟nun yatmakta olduğu yatak Salahaddin‟in

26

gözleri önünde yok oldu. Salahaddin ile adamları ise, messer Torello‟dan söz

etmeyi sürdürdüler.” (Boccaccio, 2000: 682-683)

Ferraralı şair Matteo Maria Boiardo‟nun (1441-1494) Orlando Innamorato

(Aşık Orlando, 1495) adlı, Haçlı Seferleri‟ni konu alan şövalye şiirinin devamı

niteliğinde olan Ludovico Ariosto‟nun (1474-1553) yazdığı Orlando Furioso (Çılgın

Orlando) adlı şövalye şiirinde fantastik öğeler sıkça yer alır. Orlando Innamorato

Paris‟in Müslümanlar tarafından kuşatılması sahnesinde sona erer. Orlando Furioso

bu yapıtın bittiği yerden başlar. Orlando Furioso‟nun 40 kantodan oluşan ilk baskısı

1516 yılında yayımlanmıştır. Dil ve üslup bakımından yeniden incelendikten sonra

1521 yılında ikinci kez yayımlanmıştır. İçindeki kanto sayısı 46‟ya çıkarıldıktan

sonra 1521 yılında üçüncü kez yayımlanmıştır. Yapıttaki fantastik öğelerle dolu

bölümlerden birisinde, Astolfo adlı savaşçı kanatlı atla Fransa, İspanya ve

Etiyopya‟ya gittikten sonra Cehennem‟e ve Yeryüzü Cenneti‟ne geçer. Yeryüzü

Cenneti‟nden San Giovanni Evangelista ile birlikte Angelica‟ya olan aşkından

delirmiş olan Orlando‟nun aklının bulunduğu Ay‟a geçerler. İnsanoğlunun

„Çılgınlık‟ haricinde Dünya‟da yitirdiği ne varsa Ay‟da toplanmıştır. Yapıtta

çılgınlığın asla yitirilmediği, daima dünyada olduğu belirtilir. Astolfo‟nun Ay‟da

oluşu ve Orlando‟nun yitirdiği aklı alışı yapıtta şu şekilde anlatılır:

“Bizim burada olmayan

başka nehirler, başka göller, başka dağlar

bulunur Ay‟da.

Kentleriyle, şatolarıyla ve büyük evleriyle

27

Şövalye‟nin12

şimdiye kadar hiç görmediği

başka ovalar, başka vadiler ve başka kırlar

bulunur Ay‟da.

Perilerin hayvan avladığı

geniş ve ıssız ormanlar

bulunur Ay‟da.” (Prosciutti, 1978: 88)

[…]

“Apocalisse‟nin yazarının13

verdiği izinle

alır Orlando‟nun aklını Astolfo.

Şişeyi burnuna götürdüğünde

akıl sanki onun beynine gitmiştir.

Ve sanki söylediğine göre Turpin‟in

o andan itibaren uzun bir zaman

akıllıca bir yaşam sürmüştür Astolfo.

Ve yine söyler ki Turpin,

hata yapmıştır Astolfo

Orlando‟nun aklını bir kez daha almakla.” (Prosciutti, 1978: 91)

Ünlü İtalyan şair Torquato Tasso‟nun (1544-1595) başyapıtı olan ve Birinci

Haçlı Seferi‟nde Kudüs‟ün kuşatılması sırasında Hristiyanlarla Müslümanlar

arasındaki mücadeleleri anlatan destansı şiiri Gerusalemme Liberata (Kurtarılmış

Kudüs)14

adlı kitapta fantastik öğelere rastlamak mümkündür. Örnek olarak yapıtın

birinci kantosunda Tanrı, dük Goffredo di Buglione‟yi Haçlı ordusunun komutanı

olarak seçer. Bu isteğini ona iletmesi için meleklerinden Cebrail‟i görevlendirir.

12

Astolfo‟nun (Ç.N.). 13

San Giovanni Evangelista (Ç.N.).

14

Çalışmada Alpay İzmirlier‟in çevirisinden faydalanılmıştır. Tasso, Torquato, KurtarılmıĢ Kudüs

(Seçme Kantolar), Çev. Alpay İzmirlier, Elçin Kumru, M. Volkan Taşan, Ankara, İtalyan Kültür

Heyeti, 1995.

28

Cebrail insan kılığında yeryüzüne inerek Goffredo‟nun yanına ulaşır ve Tanrı‟nın

buyruğunu kendisine iletir. Goffredo bu görevin kendisine verilmesinden dolayı

sevinçlidir. Yapıtta bu bölüm şöyle anlatılır:

“[…]

Goffredo, her sabah yaptığı gibi,

Tanrı‟ya sabah duasını ettiği anda

Cebrail güneşle birlikte ama ondan

daha parlak olarak Goffredo‟ya göründü doğudan;

ve ona şöyle dedi: „Goffredo işte tam zamanı

savaşmak için uygun olan mevsimin;

o halde beklemek neden,

işgal altındaki Kudüs‟ü kurtarmak için?

Artık prenslerini başına topla,

özendir tembelleri bu görevi bitirmeye.

Tanrı seni seçiyor onların kumandanı,

onlar da gönüllü olarak girecekler senin emrin altına.

Tanrı elçi olarak yolluyor beni: ben de onun adına

onun arzusunu iletiyorum sana. Büyük zafer hakkında

ne çok umuda sahip olmalı ve sana

emanet edilen orduyla da ne çok ilgilenmelisin!‟

Sustu; ve gözden kaybolur kaybolmaz uçtu

en yüksek ve en huzurlu bölgelerine doğru gökyüzünün.

Goffredo‟nun yüreği çarpıldı bu sözlerle

gözleri de kamaştı ışıltıdan.” (Tasso, 1995: 14)

Rönesans‟ta ortaya çıkan ve kökeni Eflâtun‟a dayanan Ütopya Edebiyatı‟nın

önemli yapıtlarından biri, İngiliz yazar ve devlet adamı Thomas More‟un yazdığı

29

Ütopya15

dır. Bu tür edebiyatta, bir siyasi düşünceden söz etmek ya da bu düşünceyi

eleştirmek için fantastik öğeler kullanılmıştır. Aynı edebi türden bir diğer yapıt ise

1568-1639 yılları arasında yaşayan İtalyan filozof Tommaso Campanella‟nın yazmış

olduğu ve Türkçe‟ye de çevrilen La città del sole‟ dir (Güneş Ülkesi, 1602)16

.

Yapıtta, herkesin topluma yararlı bir görevinin olduğu ve her şeyin ortak olduğu bir

ülkede her şey astrolojik ölçütlere göre belirlenmektedir. Örneğin, Güneş Ülkesi‟nde

hayvanların çiftleştirilmesi astrolojik ölçütlere uygun olarak gerçekleşir. Yapıtta bu

bölüm şu şekilde anlatılır:

“At, öküz, koyun, köpek ve bütün evcil hayvanların üretilip yetiştirilmesi

onlarca soylu bir uğraştır. Aygırlarla kısrakları, ancak çiftleşme zamanı bir

arada otlatırlar. Bu da Ok burcunun Merih ve Müşteri gezegenleriyle bir

çizgide olduğu zamana rastlatılır. Öküzler için Öküz burcuna, koyunlar için

Koç burcuna göre davranırlar. Kümes hayvanlarının çiftleşmesi Sevir

burcuna göre ayarlanır. Kadınlar tavşanları ve kazları Kent dışındaki

çayırlara götürür ve çitlerle çevrili yerlerde peynir, yağ ve başka sütlü

besinler yaparlar. Oralarda tavuk horoz besler, meyva yetiştirirler. Bütün

bunları Buccolica adlı kitaptan öğrenirler.” (Campanella, 1996: 55)

Bu ülkedeki insanlar zamanı Güneş‟in hareketlerine göre hesaplarlar.

Yapıtta bu hesaplama şöyle belirtilir:

“Güneşliler, zamanı yıldızların seyrine göre değil, Güneş‟in dolaşımına göre

parçalara böler ve her yıl birinin öbürünü ne kadar geçtiğini hesaplarlar.

15

Ütopya, “Gerçekleştirilmesi imkânsız tasarı veya düşünce” anlamına gelir. 16

Çalışmada Vedat Günyol ve Haydar Kazgan‟ın çevirisinden faydalanılmıştır. Campanella,

Tommaso, GüneĢ Ülkesi, Çev. Vedat Günyol, Haydar Kazgan, İstanbul, Sosyal Yayınlar, 1996.

30

Onlara göre Güneş, her yıl yeryüzüne daha çok yaklaşmakta ve gitgide

daralan çemberi tropiklere ve Ekvator‟a yanaşmaktadır. Ayları Ay‟ın, yılları

da Güneş‟in dolaşımına göre hesaplarlar. Onun için, iki hesap arasında

şaşmaz bir uygunluk vardır. Bu uygunluk her on dokuz yılda bir Ejderha

başının (80 yıldız kümesinin başı) dolaşımını tamamladığı zamana rastlar.

[…]” (Campanella, 1996: 68)

İtalya‟da Romantik dönemde edebiyat, İtalya‟nın birliğini kurması yönünde

halkı toplumsal olarak aydınlatma görevi üstlendiğinden, Giacomo Leopardi (1798-

1837) ve Alessandro Manzoni (1785-1873) gibi dönemin edebiyatçıları gotik ve

fantastik öğelerin egemen olduğu edebiyata uzak kalmışlardır.

1826-1890 yılları arasında yaşayan ve “Carlo Collodi” adıyla bilinen

Toscanalı yazar Carlo Lorenzini‟nin çocuk romanı olan Le avventure di Pinocchio.

Storia di un brattino (Pinokyo‟nun Maceraları. Bir Kuklanın Öyküsü, 1883) adlı

yapıtında fantastik öğelere sıkça rastlanır. Örneğin, yapıtta Peri‟nin iyileştirmek için

kendisine vermek istediği ilacı Pinokyo içmemekte direnir. Bunun üzerine sırtlarında

tabutla dört mezarcı tavşan Pinokyo‟yu almaya gelir. Ölmekten korkan Pinokyo ilacı

içmek zorunda kalır. Yapıtta bu bölüm şu şekilde anlatılır:

“O anda odanın kapısı ardına kadar açıldı ve sırtlarında küçük bir tabut

taşıyan simsiyah dört tavşan içeri girdi.

-Benden ne istiyorsunuz?- diye bağırdı Pinokyo, yatağın üzerine oturarak.

-Seni almaya geldik- diye yanıt verdi en iri tavşan.

-Beni almak mı?... Ama ben daha ölmedim!...

-Henüz değil: Ama seni iyileştirecek olan ilacı içmeyi reddettiğin için, çok

az ömrün kaldı.

31

-Hayır, olamaz, Perim, Perim- diye o anda bağırmaya başladı kukla. -Hemen

o bardağı veriniz… Yalvarırım, elinizi çabuk tutunuz, çünkü ölmek

istemiyorum, hayır… ölmek istemiyorum… ” (Prosciutti, 1978: 449-450)

Peri tarafından iyileştirilen Pinokyo başından geçenleri Peri‟ye anlatırken

altın parası hakkında yalan söyleyince burnu uzar. Kuklacı Ateşyiyen Pinokyo‟ya

babasına götürmesi için bir miktar altın para verir. Pinokyo yolda giderken bir tilki

ve bir kediye rastlar. Pinokyo‟yu paralarının çoğalması için Mucizeler Tarlası‟na

götüreceklerine söz verirler. Konaklamak için bir hana girerler. Pinokyo uyandığında

onların gitmiş olduklarını fark eder. Yola koyulduğunda iki katil Pinokyo‟ya saldırır.

Onlardan birisi Pinokyo‟nun ağzının içinde sakladığı paraları almaya çalışırken

Pinokyo onun elini ısırarak kurtulmayı başarır. Bu kişiler Pinokyo‟yu yakalamak için

arkasından koşarlar. Yakaladıklarında ölmesi için ormandaki bir ağaca bağlarlar.

Pinokyo‟nun ağzından ertesi gün paraları almak için oradan uzaklaşırlar. Pinokyo

bunları anlattıktan sonra Peri, Pinokyo‟ya şu soruyu yöneltir:

“-Sonra, paraları nereye koydun?- diye sordu Peri, Pinokyo‟ya.

-Onları kaybettim,- diye yanıt verdi Pinokyo; ama yalan söyledi, çünkü

paralar cebindeydi.

Yalan söyler söylemez zaten uzun olan burnu hemen iki parmak daha uzadı.

[…]

Peri ona bakıp gülüyordu.

-Niçin gülüyorsunuz?- diye Peri‟ye sordu kukla. Kuklanın o sırada gözle

görülür bir şekilde uzayan burnundan dolayı kafası karışmış ve endişeli bir

hali vardı.

-Söylediğin yalanlara gülüyorum.

-Yalan söylediğimi nasıl anlıyorsunuz?

32

-Çocuğum, yalanlar hemen tanınır. […] ” (Prosciutti, 1978: 451)

Ondokuzuncu yüzyılda yaşayan Paolo Mantegazza‟nın (1831-1910),

fantastik öğeler içeren L’Anno 3000: Sogno (3000 Yılı: Bir Düş) adlı bilimkurgu

türündeki romanı 1897‟de yayımlanmıştır. Yine aynı yüzyılda yaşayan macera

romanı yazarlarından Emilio Salgari‟nin (1862-1911) aynı türdeki Le meraviglie del

Duemila (2000 Yılının Mucizeleri) adlı yapıtı 1907 yılında okuyucu ile buluşmuştur.

Çağdaş İtalyan yazarlardan biri olan Marco Lodoli (1956) yapıtlarında

fantastik öğeler kullanır. Örneğin I fannulloni (Aylaklar, 1990)17

adlı yapıtının

başkahramanı olan Lorenzo Marchese‟nin ölümü fantastik bir şekilde anlatılır.

Lorenzo‟nun eşi Caterina‟nın erken ölümü Lorenzo‟yu derinden etkiler. Yaşlandığı

için, artık tren yolculuğu yaparak değerli taşlar satmak yerine evinin altında bir

basımevi açar. Lorenzo günün birinde yaşama sevinciyle dolu biriyle, hiçbir şeyin

imkânsız olmadığını düşünen ve insanın hayaller dünyasında ölmesi gerektiğini

savunan Gabèn adında bir çılgın genç ile tanışır. Onunla birçok kez çılgınca işler

yapar. Aylakların müdavimi oldukları bir lokale gittikleri zaman Gabèn kendisini

oradakilere “Büyükelçi” olarak tanıtır. Lokaldekiler Gabèn‟in ülkesi hakkında

kendisinden bilgi almak ister. Gabèn tam olarak ülkesini söylemese de özellikleri

hakkında birtakım bilgiler verir. Bu bilgilerden ülkesinin aslında ölülerin yaşadığı

öbür dünya olduğu anlaşılır. Gabèn‟in ülkesinin özellikleri yapıtta şu şekilde

anlatılır:

17

Çalışmada Nevin Özkan‟ın çevirisinden faydalanılmıştır. Lodoli, Marco, Aylaklar, Çev. Nevin

Özkan, İstanbul, İletişim Yayınları, 1993.

33

“[…] Gabèn‟in ülkesinde her şey başka bir biçimde ve başka amaçlar için

var oluyor. Tabiî, dağlar mavi, nehirler sakin, çöllere kar yağıyor, ılık rüzgâr

yemyeşil denizdeki yelkenleri ve yolda yürüyenlerin gömleklerini şişirip,

çamların ve palmiyelerin dallarını, kızların saçlarını kıpırdatıyor, hep sonuna

kadar açık duran pencere ve kapılardan giriyor. Ama asıl önemli, olağanüstü

olan bu değil. Önemli olan orada yaşayanların tümünün tek bir kişi olması,

gerçekten öyle: çocukların, yaşlıların ve gençlerin farklı farklı yaşamlarına

paylaştırılmış, koridor, köprü, hatta yıkıntılarla birbirine bağlanmış, birçok

eve bölüştürülmüş tek bir canlı var. Başkası yok. […] Gabèn‟in ülkesinde

zaman yok, zamanın hiçbir anlamı yok, önce ve sonra yalnızca şimdiki

zamanda meydana geliyorlar, bir tek varlık kâh süt emiyor, kâh dünyaya son

kez bakıyor, saatler ise kol ya da ayak bileğine takılacak bilezik

değerindeler. Bu yüzden ölüler son derece yavaşça yitip gidiyorlar. Her ne

kadar artık çalışmaya ya da konuşmaya istekli olmasalar da, çoğu kez

akşamları sokaklar ve evler boyunca gezinmeyi sürdürüyorlar. […]” (Lodoli,

1993: 64-65)

Bir gün Gabèn‟in ülkesindeki ölülerden bazıları otobüsle Roma‟ya gelir.

Otobüse lokaldeki müşterilerin hepsi binmez. Lorenzo ölüler ile Gabèn‟in kullandığı

otobüsle Roma‟yı dolaşır. Plaja geldiklerinde otobüsten inerler. Denizden kayıkla ölü

eşi Caterina gelir ve Lorenzo onunla konuşur. Sonra otobüse binerek oradan

uzaklaşırlar. Lorenzo‟nun ölüm anı ve otobüsle sonsuz yolculuğa çıkışı yapıtın

sonunda şöyle anlatılır:

“Gabèn mikrofondan:-Hoşçakalın,- dedi ve kapılar sonuna kadar açıldı.

Esneyerek ve gerinerek dostlarımız aşağı indi.

Otobüste yalnızca ben, Caterina ve diğer ölüler kaldı.

34

Döşemenin üzerinde birçok sahte banknot, kıymetli taş, şiir kitabı, birkaç da

resim vardı. Onlardan birini elime aldım: Benim çocukluğumdu, resme

girmemiş olan birine, belki de anneme elimi uzatmaktaydım. Bir diğeri:

Caterina‟yla ben ilk otel odamızda, ilk yatağımızın üstüne oturmuştuk, o

zaman henüz gençtik. Bir başkası: park yerinde arkadaşlar, vinçler vardı, ben

ve diğerleri otobüsteydik, pencerelerden el sallıyorduk.

-Anladım,- dedim Gabèn‟e.

-Döneceğiz,- dedi, gülümseyerek. -Hepimiz yeniden birlikte olacağız.

-Anladım, Büyükelçi. ” (Lodoli, 1993: 83)

35

4. “BÀRNABO DELLE MONTAGNE’’ ADLI ROMANDA DAĞLARIN

ÇEKĠCĠLĠĞĠYLE ZAMANIN AKIġI ÖĞELERĠ ARASINDAKĠ UYUM

Buzzati‟nin ilk romanı olan Bàrnabo delle montagne 1933 yılında

yayımlanmıştır. Söz konusu yapıt “Dağların Adamı Barnabo” adıyla 2010 yılında

Türkçe olarak yayımlanmıştır. Romanda orman bekçilerinin şefinin haydutlar

tarafından öldürülmesi, sonra haydutların saldırısı karşısında barut deposunu

savunmasız bırakan Bàrnabo‟nun işinden olması, Bàrnabo‟nun bu yaptığından dolayı

utanç duyması, daha sonra yeniden işine döndüğünde haydutları öldürmekle

vicdanını rahatlatamayacağını anlamasıyla dağlarda yalnızlık içinde yaşamına devam

etmesi anlatılır. Bu romanın okullar için yapılan baskısını hazırlayan Giuseppe

Trevisani‟ye Buzzati söz konusu romanla ilgili şu açıklamayı yapmıştır:

“Gerçekten çok uzun ve yorucu bir çalışma oldu. Bugün baktığımda bir-iki

kusur buluyorum; ama benim için özellikle zor olan, bir dil arayışıydı.

Yazmanın ne demek olduğunu bu şekilde anladım. Asla

yayımlanmayacağını düşünerek yazdığım tek kitap bu oldu.” (Buzzati, 2010:

15)

Romanın başkahramanı Bàrnabo, San Nicola kasabasında bulunan Grave

Vadisi‟ndeki “Mardenlerin evi” de denilen orman bekçilerinin evinde kalan genç bir

orman bekçisidir. Orman bekçilerinin görevi dağlardaki barut deposunu korumaktır.

Orman bekçilerinin şefi, Antonio Del Colle‟dir. Del Colle öyküler anlatır. Anlattığı

öykülerden birisi de barut deposunun oluşturulmasıyla ilgilidir. San Nicola‟yı

Vallonga‟ya bağlayan bir yol yapılması planlanır. Yetkili kişiler anlaşır ve yaşlı

36

Bettoni bu işi üstlenir. San Nicola‟da çalışmalar başlar. Dağı delmeleri için

Bassa‟dan işçiler gelir. Çok miktarda barut tozu Palazzo‟daki kayaların altına

bulunan bir barakanın içine konur. Sonra bu çalışmanın durma nedenlerini fantastik

bir öğe olan “Ruh” sözcüğünü kullanarak Buzzati şu şekilde anlatır:

“Ancak ilk boğazın bitiminde, çalışanlar mayınları patlatacakları sırada

çalışmayı durdurmak zorunda kalırlar. Bunun nedeni, barutun patlamaması

ve geceleyin aletlerin çalınmasıdır. Yapılan bu işin çılgınca olduğu yönünde

yakınmaya başlarlar: Para israf edilmiştir. Dağların huzurlu bir şekilde

kalması gerektiği söylenir. Ve San Nicola‟nın çanları, kötü ruhlar gitsin diye

çalınır.” (Buzzati, 1994: 22)

Bir gece işçilerden birisi soygun için bir eve gider. Bu durum karşısında

işçilerini yeterince gözetim altında tutmadığı için suçu Bettoni‟ye yüklerler. Patlayıcı

deposunu havaya uçurma konusunda tehditler başlayınca yolun geçmesi gereken

noktanın biraz üstünde, bir sarp kayanın yan kısımlarında barut deposuna

çevirecekleri bir çeşit mağara bulurlar. Mağarayı barut deposuna çevirdikten sonra

bekçilik yapması için orman bekçilerini görevlendirirler. Kış gelince çalışma yarıda

kesilir. Bir sonraki yıl yeniden çalışmaya başlanacak iken paranın yeterli olmadığı

fark edilir.

Bir gün keşfe çıkan subaylar korunaklı, iyi bir şekilde inşa edilmiş ve

sınırdan uzak olmayan bu depoyu görünce, kullanma gereği duyarlar. Söz konusu

yere başka patlayıcılar ve mermi koyarlar, bekçilik görevi yine orman bekçilerine

düşer. Her akşam nöbet tutan kişi, Mardenlerin evinden çıkarak barut deposuna

37

ulaşır. Deponun yanında her defasında üç kişinin olması gereken küçük bir baraka

bulunur.

Mardenlerin evi artık iyice eskidiğinden, orman bekçilerinin Yeni Ev‟ini

Mardenlerin evinin bulunduğu vadinin yamacının karşısına yaparlar. Yeni Ev‟in

açılışı için bir tören düzenlenir. Yeni Ev‟in olduğu yeri, romanının vazgeçilmez

öğelerinden biri olan “Dağlar”ı kullanarak yazar, adeta resmedermiş gibi, şu şekilde

betimler:

“Düzlük öğlen vakti sakindir; orman her seferinde homurdanır ve tüm büyük

sarp kayalar çok iyi görülür. Bugün bu kayalar beyaz renktedirler ve

bembeyaz bulutlar orada burada gölgeler oluştururlar: San Nicola‟nın üç

tepesi, Mardenlerin sarp kayası, Baston del Re ve daha sağda, her zaman

aynı dorukta, batıdan doğuya doğru gidildiğinde Palazzo, Polveriera Tepesi

ve daha sonda Pagossa‟nın profili vardır. Hepsinin üstünde, kar tabakalarıyla

Yüksek Tepe ve birbirine çok yakın dört çan kulesine benzeyen Lastoni di

Mezzo vardır.” (Buzzati, 1994: 28)

Del Colle törende armonika çalarken orada bulunan insanlar sessiz bir

şekilde onu dinlerler. Bu sessizlik içinde rüzgâr sesini çıkarmaz. Yazar burada

kişileştirme yaparak rüzgârın sessiz kalışını şu şekilde anlatır:

“[…] Rüzgâr durdu, çünkü eski şarkılar çalındığında herkes sessizdir.”

(Buzzati, 1994: 29)

38

Müzikten sonra, insanlar kasabaya gitmeye başladıklarında, Del Colle de

Mardenlerin evine gitmek için yola koyulur. Buzzati o anki manzarayı fantastik

öğeler kullanarak tasvir eder. Buzzati, ayrıca, bu tasvirde geçmişe giderek dağların

değiştiğini, çevreci yönünü ön plana çıkararak ormandaki cinlerin insanların verdiği

rahatsızlıkla ormandan uzaklaştıklarını şu şekilde vurgular:

“Köknar ve karaçam ormanının ortasında güneş zayıfladı ve birazdan Col

Verde‟nin arkasına inecek. Dağlar da zaman geçtikçe değişti. Uzun yıllar

önce, ormanlarda, küçük cinler bulunurdu. Del Colle onları birkaç kez

görmüştü. Öylesine hafiftiler ki; çimen gibi yeşildiler, yol çalışmalarını

engelleyen onlar olabilir miydi? Kesin olan şu ki, her gün birilerinin attığı

silahlarla, işçilerin gelmesiyle, mayınların çıkarttığı büyük gürültülerle cinler

belki de rahatsız oldular ve kimbilir nerelere gizlendiler.” (Buzzati, 1994:

30)

Del Colle eski evine ulaşıp da armonikasını çalmaya başladığında orman

cinlerinin eskiden olduğu gibi ortaya çıkma ihtimali vardır. Ayrıca, Del Colle

geçmişini hatırlar. Buzzati fantastik öğeleri dâhil ederek bu durumu gizemli bir

şekilde şöyle yansıtır:

“Özellikle dalların sıkça olduğu orman karanlıklaşırken eski evin önüne

vardı. Del Colle cebinden küçük bir armonika çıkardı. Eskiden de böyleydi.

Cinler o şarkıları seviyorlardı ve biraz sonra, akşam olduğunda, kütüklerin

arasından ortaya çıkıverirlerdi.

Çalıyor, çalıyordu ve bu arada güneş alçaldı. Kırılan ve düşen bir dal, yerde

biriken çok ince yaprakların üstüne düşerek küçük bir ses çıkardı. Bir

gürültü daha duyuldu. Yaşayan canlılara kötülük yapmayan küçük cinler

39

yeşil yüzleriyle, tüy gibi hafif hâlleriyle yoksa geri mi dönmüştü? Del Colle

her şeyin gençliğindeki gibi olduğunun farkına vardı. Karanlıkta yeniymiş

gibi görünen Mardenlerin evi, sessiz orman, akşamın kokuları. Ancak o

zamanlar Del Colle‟nin sakalı yoktu, damarları bu kadar kalın ve nefesi de

bu kadar ağır değildi. Ceketinin üstünde güzel nakış desenleri olduğunu

hatırladı. O da, diğerleri gibi, San Nicola‟nın evlerinin orada âşık olmuştu.

Eğlencelerde beraber şarkı söylerlerdi ve kasabada mutlu mutlu bütün gece

dolaşılırdı.” (Buzzati, 1994: 30)

O sırada Del Colle eve girmeye çalışan iki haydut tarafından öldürülür.

Öldürülmeden önce haydutların yaklaştığını fark eden Del Colle‟yi, fantastik öğeler

kullanarak, Del Colle‟nin sanki ölüme yaklaştığı izlenimine gizem ve korkuyu

katarak Buzzati şöyle anlatır:

“Köknarların tepesinde bir esinti; küçük, düz alanın etrafında çok hafif bir

fısıltı var. Acaba cinler korkup yeniden kayıplara mı karıştılar? O sırada

ormanların arasında Del Colle‟nin hiç duymadığı ağır bir sessizlik vardır.

Kulaklarını dört açarak adımların yakınlaştığını duyar ve insan seslerini

algılar. Bir kütüğün arkasına saklanarak sessiz kalmayı yeğler. Yoğun

karanlıkta Del Colle köknarların arasından silahlı iki adamın çıktığını görür.

Aralarında konuşurlar, ama konuştukları anlaşılmaz. İçlerinden biri eve

yanaşır ve kapıyı açmaya çalışır. İşte buradalar, o lanet olasıcalar.” (Buzzati,

1994: 30-31)

Del Colle‟nin ölümünden sonra müfettiş olayla ilgili birkaç kişiyle konuşur

ve haydutları aramanın kolay olmadığından söz eder. Ona göre bu iş aylarca

sürecektir ve kimse yürüyüşe elverişsiz sarp kayalara çıkmayı istemeyecektir.

40

Romanda o akşam çevrenin tasviri, rüzgârın kişileştirilmesiyle ve ay motifinin

kullanılmasıyla gizemli bir şekilde ve korku uyandıracak şekilde şöyle yer alır:

“[…] Ancak rüzgâr köknarların ve karaçamların arasında, yüksekte uyanıktır

ve bütün gece boyunca barut deposunun bulunduğu vadide yürüyen birisi

vardır. Muhtemelen ay çıktığından, nöbetçi daha dikkatli, çünkü o büyük

taşın olduğu yerde sanki bir şey hareket ediyor gibi. Bu arada ayın ışıkları

orman bekçilerinin Yeni Ev‟inin üstüne vuruyor, düz alanın içine,

çimenlerin üstüne ve tüm taşlı sokaklara ulaşıyor. Ama hiç kimse kalbi hızlı

bir şekilde çarpan (gece vakti iyice duyuluyor) nöbetçinin dışında bu kadar

ışığı göremiyor.” (Buzzati, 1994: 36)

Orman bekçilerinden Molo, Durante, Montani ve Fornioi, Del Colle‟yi

öldüren haydutları dağlarda ararlar, ama izlerine bir türlü rastlayamazlar. Aradan

zaman geçer ve Del Colle unutulur. Zamanın akışıyla geçmişin unutulması ve San

Nicola‟da olup bitenler, rüzgâr öğesinin simgesel olarak zamana benzetilmesi ve saat

öğesinin kişileştirilmesiyle romanda şu şekilde anlatılır:

“Del Colle de eninde sonunda unutulur. Arabesk süslemeli namlusuyla

İngiltere‟de yapılmış ünlü av tüfeği orman bekçilerinin şefi olan Giovanni

Marden‟in eline geçer: Biraz eski olmasına rağmen çok güzel bir tüfektir.

Hiç kimse fark edemeden zaman geçmeye devam eder; artık sonbahara

doğru gidiyoruz ve çoğu anı önemini yitirmekte. Geceleyin silahlı bir şekilde

dolaşmaya çıkmak üzere duvardaki tüfeği kim almışsa, duvarın üstündeki

beyaz lekeyi kaplayacak şekilde aynı çiviye asarak tüfeği eve bırakır. Günün

belirli saatlerinde çeliği parlatan güneş ışınları yansır. Bu arada toz ortaya

çıkar, neredeyse görülmüyor, ama birkaç hafta sonra her yerde birikir. Toz

41

eski kitapların üstünde, saçakların üstünde, mobilyaların üstünde ve San

Nicola‟daki çan kulesinin tepesinde bulunan dört kadranlı saatin içinde, her

yerdedir. Çanı çalan kişi geceleyin kulaklarını dört açar; ona saat her

seferinde güçlükle nefes almaya başlar gibi gelir. Gerçekten de saatin

kalbinin çarpması, bütün kuleyi çınlatacak kadar artar. Sonra, yavaş yavaş

zayıflar, uzaklaşır, belki de rüzgâr onu alıp götürür.” (Buzzati, 1994: 41)

Günün birinde, kimsenin haberi olmaksızın, Bàrnabo ile orman

bekçilerinden biri olan Bertòn haydutları aramak üzere dağlara gitmek için yola

koyulurlar. Dağlara tırmandıktan sonra çakıllı bir yerde dururlar. Bàrnabo buradan

dağlara bakar. O andaki dağların gizemli görünümü romanda şöyle tasvir edilir:

“İşte, asıl dik kayanın yüzünün altındaki çakıllı bir yerde bulunuyorlar. Tepe

gözükmedi. Yalnızca baş taraftaki dik yükseltiler ve üstlerindeki gökyüzü.

Tüm cesaretleri kıran, çok soğuk bir rüzgâr esiyor. Bu arada yüksek sarp

kayaların üstüne güneşin ilk ışıkları vuruyor. Şimdi Bàrnabo dağları

görüyor. Dağlar gerçekten de kuleye, kaleye, yıkıntı içindeki kiliseye

benzemiyorlar. Karlı toprak kaymalarıyla, uzun ve ince yarıklarıyla, çakıllı

kumlu dar geçitleriyle, sonsuz uçurumlarıyla, boşluğun dışına yönelmiş

çıkıntılarıyla kendilerine özgüler, oldukları gibiler.” (Buzzati, 1994: 52)

Bàrnabo ile Bertòn o gün haydutları bulamazlar. Akşam dönerlerken bir

silah sesi duyarlar. O sırada gökyüzünde uçan kuzgun sürüsündeki kuzgunlardan biri

yaralanır ve bu şekilde uçmaya çalışarak oradan uzaklaşır. Bàrnabo‟nun daha sonra

arkadaşı olacak kuzgun romanda bu şekilde ortaya çıkar. Silah sesinden sonra

yaralanan kuzgun romanda şu şekilde anlatılır:

42

“O anda sürüdeki bir kuzgun umutsuzca sesler çıkarmaya başlar,

kanatlarını daha çabuk vurmasına rağmen, diğerlerinin arkasında kalır.

İşte, silahtan çıkan kurşunun ulaştığı yer. Arkadaşları uzaklaşırken,

hayvan tuhaf bir şekilde uçmaya başlar, yaralanmıştır, dağa doğru yönelir.

Düşecek gibi olur, sonra kızgınlıkla doğrulur. Her zamanki uzun

bağırışıyla Bàrnabo‟nun başının üstünden geçer. Uzaklarda kaybolur…”

(Buzzati, 1994: 55)

İtalyan şair Eugenio Montale (1896-1981), Buzzati‟nin “Tatar Çölü”

romanının adı geçtiğinde Kafka‟nın adını ananların aslında “Dağların Bàrnabo‟su”

nu okumadıklarını dile getirerek, bu romandaki kuzgun öğesine gönderme yapar. Bu

konudaki düşüncesini tam olarak şöyle belirtir:

“Tatar Çölü söz konusu olduğunda Kafka‟nın adından bahsedenler, eğer

Dağların Bàrnabo’su adlı önceki romanı bilmiyorlarsa, affedilmelidir. Bu

roman neredeyse aynı konuyu (yalnızlık içinde geçen yaşamın yüceliği ve

onurunu) işler ve Buzzati‟nin gerçekten de özgün olan ilk karakterini

ortaya çıkarır: Kuzgun. […]” (http://lafrusta.homestead.com/

rec_buzzati.html, 24.12.2010)

Bàrnabo ile Bertòn silah sesini duyunca, ormanda gizlenerek kimin ateş

ettiğini aralarında tartışırlar. O andaki ormanın sakinliği ve rüzgârın esişi vurgulanır.

Romanda bu bölüm rüzgârın kişileştirilmesiyle gizemli bir hava içinde şu şekilde

yansıtılır:

“İnce bir ses tonuyla fısıltıyla konuşurlar, ellerinde tüfekle kütüklerin

arasında uzanırlar. Her şey bazı pusulardaki gibi çok sessizdir. Bununla

43

beraber köknarların tepesinin arasından rüzgâr geçmeye başlar; terk edilmiş

çalılıkta sakin bir gürültü var. Eğlensin, eğlensin rüzgâr; uzaktan gelen

rüzgâr orada kimin gizlendiğine bakmak için durmaz. Silahtan çıkan

dumanla karşılaşır, onu yanında sürükler, yükseğe çıkarır, sürekli yalnız olan

en üstteki tepelerin arasında dağıtır.” (Buzzati, 1994: 55-56)

Bàrnabo ile Bertòn haydutları aramak için ikinci kez dağlara çıkarlar, ama

yine haydutları göremezler. Dönüşte Bertòn barut deposuna doğru, Bàrnabo ise eve

doğru yola koyulur. Bàrnabo yolunun üzerinde neredeyse ölmek üzere olan yaralı

kuzgunu görür ve yanına alır. Ama bir şeylerin yolunda gitmediğini hissederek eve

gitmekten vazgeçip barut deposuna gitmeye karar verir. Bàrnabo‟nun o anki ruh

durumu, dağları sessizliği, gizem, korkunun ve yaşamın monotonluğunun da

hissedildiği şekilde romanda yansıtılır:

“O dağda doruğa tırmanan Bàrnabo bir kuşu öldürmekten korkuyor mu?

Bununla beraber, elinde kuzgunla Bàrnabo tepedeki dik kayanın yüzüne

düşünceli bir şekilde bakmak için durur. Bir şeyin ondan uzaklaştığının

farkına varır; bunu durdurmayı başaramaz. Diğer akşamlarda olduğu gibi

aynı gölgeleri ve aynı açık renkteki dik kayalarıyla Polveriera Tepesi‟ni

görür. Bàrnabo tepeye tırmanır. Ancak ona ne kalmıştır ki? Birkaç saat önce

sesinin dağıldığı yerde şimdi rüzgârdan başka bir şey yoktur.

Bilinmeyen vadilerden çok uzaktaki gürültüleri duyuran büyük bir sessizlik

hüküm sürmektedir. Kuzgun hareketsiz bir şekilde durur. Belki de ölmek

üzeredir. Bàrnabo ceketinin büyük arka cebinin içine onu koyar ve inmeye

devam eder. Ama fikir değiştirir: Eve inmek yerine barut deposuna geri

dönecektir. Hâlâ erkendir ve yokluğu fark edilirse, başına dert açabilirler.”

(Buzzati, 1994: 59)

44

Bàrnabo barut deposuna yaklaşırken silah sesi duyar ve dört haydudun barut

deposuna doğru yürüdüğünü görür. Orman bekçilerinden Franze ve daha sonra ona

yardım etmeye gelen Bertòn depoyu korumaya çalışır. Bàrnabo haydutlardan

korktuğu için arkadaşlarına yardım edemez. Daha sonra romanın sonuna kadar içinde

duyduğu utanç ve pişmanlıkla yaşamını sürdürmeye çalışacaktır. Buzzati, insanın

karşısına çıkan engellerden korkmayıp onları yenmesi gerektiğini vurgular. İnsan

karşısına çıkan engellerle mücadele etmezse, zaman geçtikçe bundan utanç ve

pişmanlık duyabilir. Bàrnabo‟nun haydutların saldırısı sırasında ve sonrasında

yaşadığı korku, utancı ve huzursuzluk şu cümlelerle yansıtılır:

“Bacaklarında bir titreme. Dili hareket edemiyor. Bàrnabo birkaç adım

geriye çekilir, büyük bir taşın arkasına geçer. Yakında silah atışları artarken,

korkudan uyuşmuş olduğunun farkına varır.” (Buzzati, 1994: 59)

[…]

“Bàrnabo, kayanın arkasında taş kesilmiş bir şekilde, şimdi bütün vücudunu

etkileyen bir titreme hisseder. Tehlike sona ermiştir, ancak onun kendini

göstermeye cesareti yoktur. Alçaklık, işte yaptığı şey alçaklıktır.” […]

“Saatler boyunca huzur bulmaksızın ormanın içinde dolaşır, hatırladıkça acı

çeker, neden o kadar korktuğunu kendine sorar. […]” (Buzzati, 1994: 60)

Hiç kimse Bàrnabo‟nun haydutlardan korktuğu için kaçtığına tanık olmaz.

Ancak görevinin başında bulunmadığı için ceza olarak orman bekçiliği görevine son

verilir. Bàrnabo kuzgunun ölmediğini fark eder. Ancak yola çıkarken kuzgunun

peşinden geldiğini anlayamaz. Bàrnabo‟nun yola çıkacağı zamanda doğada ve

bulunduğu ortamda bir sakinlik ve yalnızlık göze çarpar. Romanda bu bölüm şu

şekilde tasvir edilir:

45

“… Sonra pencereyi ardına kadar açar: Biraz havanın değişmesi gerekir, aksi

halde bu akşam kimse uyuyamayacaktır. Temiz ve tatlı bir rüzgâr içeri girer.

Güneş gökyüzünün doruğundadır ve bulutlarla sürekli savaşmaktadır. Bir

şarkının yankısı kulaklarına ulaşır, öyle uzak bir sestir ki, sanki gerçek değil

gibidir. Bàrnabo‟nun boğazında bir acıma hissi oluşur ve dudaklarında hafif

bir tebessüm belirir. Bir sinek çevresinde uçmaya başlar. Her şey yerli

yerindedir, her şey sessizdir. Bu, gitme zamanıdır.” (Buzzati, 1994: 65)

Bàrnabo yolculuğu sırasında akşamı bir handa geçirir. Artık yalnız

başınadır; odasındayken zamanın çabucak geçtiğini, dağlara duyduğu özlemin

farkına varır. Bu nedenle ona dağları hatırlatan şeyleri unutmamaya çalışır. Hüzün ve

özlem kokan bu bölümler romanda şöyle aktarılır:

“Yukarıda, Polveriera‟ya çok yağmur yağacak. Bàrnabo bir sandığın

üzerinde duran torbasını görür. Üç ya da dört saat önce Yeni Ev‟de

hazırladığının aynısıdır. Yine de sanki üzerinden çok daha fazla zaman

geçmiş gibi gelir. Bàrnabo‟yu orman bekçisi olarak sürdürdüğü tüm

yaşamından ayırmak için birkaç saat yürümesi yeterli olur. Geçmiş zamana

ait geriye ne kalmıştır ki? Torba, elbise ve birkaç giysi. Sonra,

ayakkabılarının yan tarafında bulunan çivilerin arasına yerleşmiş birkaç

küçük taş-toprak. Bunlar hâlâ dağın ve çok yüksekteki çakıllı kumların

kalıntılarıdır.

Şimdi Bàrnabo büyük sarp kayalara ait bir şeyleri kendisinde tutan geçmiş

zamanı ona hatırlatabilenleri endişeyle ve umutsuz bir istekle aramaktadır.

Başparmağındaki yarayı bile sever; ona acı veren tepedeki kayalardır.

Önceden kapanmış ve kurumuş kesiğe dikkatli bir şekilde bakar. İz çok

çabuk kaybolursa, yazık olacaktır. Bu nedenle yaranın iki kenarını açar,

deriyi çekiştirir, yaradan birkaç damla kan çıkartır. Tıpkı Polveriera

46

Tepesi‟ndeki büyük kayaların altında iki gün önce olduğu gibi. Acıyı

yeniden duyarak, geriye dönmüş, zamanı geri almıştır, hâlâ dağlarda

geçirdiği zamanda gibidir, bilinmeyen tepeden dönen galip Bàrnabo‟dur.

Yağmur çinko çatının üstüne gürültülü bir şekilde çarpar. Hiç olmazsa

Bertòn olsaydı, konuşurlardı. Şimdi Bàrnabo yatağına oturur ve akşamın

olmasını bekler.” (Buzzati, 1994: 68-69)

Sabah olduğunda Bàrnabo, Bersaglio‟daki kuzeni Giovanni Bella‟nın evine

gitmek üzere yola çıktığında, yaralı kuzgunu görür. Kuzgun Bàrnabo‟ya dağları

hatırlatır, o nedenle kuzenine giderken onu da yanına alır. Bu bölüm romanda şu

şekilde anlatılır:

“Böylece Bàrnabo onu omzuna aldı. O yaralı hayvan ona sarp kayaları

hatırlatacaktı. O da kayaları, sınırsız çakıllı kumları tanıyordu.

Konuşamaması yazıktı.” (Buzzati, 1994: 69-70)

“Kuzgun” bu romanda Bàrnabo‟nun kuralları ihlal ettiği için ovada cezasını

çekerken onun adeta oradaki tutsaklıkla geçen yaşamını simgeler. Kuzgun

Bàrnabo‟ya sürgün yaşamında eşlik eder, onunla birlikte cezayı çeker ve Bàrnabo

dönmeye yakın dağlara doğru gider. Romanda “Dağ” gerçek bir yaşamı ve

mutluluğun yerini; “Ova” ise acı çekilen anın yaşanıldığı ve hatanın bedelinin

ödendiği yeri simgeler. Bàrnabo ovaya, bir mitsel dünyevi Cennet‟ten (Dağ) kaçış

olarak sığınır ve oraya hapsolur. Artık orman bekçisi olarak değil, terk edilmiş bir

evin sıradan bekçisi olarak kabul edilinceye dek cezasını çeker ve günahlarından

arınmak için dağlardaki bekleyişten farklı bir bekleyiş ve acı içinde ovada yıllarını

geçirir. (Crotti, 1977)

47

Kuzeninin evine gitmesiyle artık bundan sonra Bàrnabo‟nun beş yıl sürecek

olan ovada köy yaşamı başlar. Bu arada zaman geçmiştir ve bir bulut simgesel olarak

zamanın akışını gösterir. Bu bölüm romanda şöyle anlatılır:

“Köy yaşamı. Bir ceviz ağacının gölgesinde, Temmuz ayının öğleden

sonrasında Bàrnabo çekiçle bir orağa vurur. Metalik ses uzaklara yayılır.

Doğudaki büyük beyaz bulut uzunca bir zamanın geçtiğini göstermektedir.”

(Buzzati, 1994: 71)

Bersaglio‟daki yaşam ilk başta ona yabancı gelir, ama zamanla alışır.

Kuzgun, aradan dört yıl geçtikten sonra Bàrnabo‟yu terk ederek dağlara doğru uçar.

Bàrnabo‟nun ruh durumunu yansıtan kuzgunun gidişine üzülen Bàrnabo kendisini

yalnız hisseder ve sessizlik içinde geçmişi düşünmeye başlar. Romandaki o hüzün ve

özlem dolu satırlar şöyledir:

“[…] Yine de Bàrnabo sandalyenin üstünde kendisini çivilenmiş gibi

hisseder; ovanın ortasında, sessiz evin içinde tümüyle terk edilmiş, yalnız

olduğunu anlar. Çünkü söylenecek çok az şey vardır: O kuzgun dağlardan

onunla gelmişti ve o yaşamdan kalan son şeydi. Bàrnabo‟nun aklına, çakıllı

kumlara kadar çıkan, artık yeşilliklerle dolu eski bir yolun varlığı gelir.

Yukarıda, bazen tuhaf gürültüler çıkaran toprak kaymalarının olduğu yoğun

sarp kayalar yükselir. İşte, olağanüstü bir sessizliğin içinde, sabahın beyaz

güneşiyle yine bu kayaları düşünür. Lambanın ışığının hafifçe titremeye

başlamasının nedeni anlaşılmaz. Bàrnabo, bir heykel gibi, geçmişi hatırlar ve

dışarıda bütün gece sürecek olan cırcır böceklerinin şarkılı gösterisi başlar.”

(Buzzati, 1994: 74)

48

Bertòn bir gün Bàrnabo‟yu görmeye gider. Yurtdışındaki bir akrabasının

yanına gitmek için kendi isteğiyle San Nicola‟dan ayrılmıştır. Bertòn, Bàrnabo dört

yıl önce San Nicola‟dan ayrıldıktan sonra orada olanları kendisine anlatır. Bertòn‟un

anlattığına göre, haydutlar uzun bir süre aranmıştır, ama bulunamamıştır. Montani

haydutların Mardenlerin evine gitmiş olabileceklerini düşünmüştür, bu nedenle bir

müddet geceleri evde nöbet tutmaya başlamıştır. Gerçekten de bir gece haydutlardan

biri eve gelmiştir. Haydut Montani‟yi evden kovmuştur, bu yüzden Montani evden

çıkmak zorunda kalmıştır. Sabah olduğunda ise Montani onu evde görememiştir.

Aradan biraz zaman geçer, kış olur. Montani dağlarda iki haydut görür ve onlardan

birinin eve gelen haydut olduğunu fark eder. Ancak kış şartlarından dolayı onları bir

türlü yakalayamamıştır. Bu olaydan sonra dağlardaki gizemli günlere sanki geri

dönülmüştür. Dağların bu fantastik, masalsı ve gizemli havası romana şu şekilde

yansır:

“San Nicola‟nın dağlarıyla ilgili efsanelerin parlak zamanları mı geri

dönmüştü? Montani‟nin serüveninden sonra haydutlarla ilgili söylenti artık

yoktu. Kış boyunca takip edildiklerinden, bilinmeyen düzlüklere doğru yola

mı çıkmışlardı? Montani tam üç kez onlarla mücadele etmek üzere

dönmesine rağmen onları göremedi. Ertesi kışa kadar yeni bir şey olmadı. O

zaman dağlardaki geçidin üstünde insan izleri belirdi. Orman bekçilerinin

bakışları haydutları aramak için, içgüdüsel olarak sarp kayalara doğru

çevriliyordu. Özellikle akşamları San Nicola‟nın aşağısında, Yeni Ev‟de

vadi boyunca yayılan evlerde Ermeda‟nın18

ölümünden sonraki gibi tuhaf

öyküler anlatılıyordu. Bulutlar belli günler sarp kayalıkların doruklarının

18

Del Colle‟nin anlattığı öykülerden birisi de Ermeda‟nın öyküsüdür. San Nicola‟nın zengin beyi olan

Ermeda, üç adamıyla birlikte Vallonga‟dan gelip Col Nudo‟nun yakınlarındayken çıkan sis nedeniyle

yolunu şaşırarak Pagossa‟nın altındaki büyük, dar geçide ulaşır. Uzun bir süre aranır, ama bir türlü

bulunamaz.

49

etrafında yoğun halkalar meydana getiriyordu ve en açık günlerde kayalıklı

vadilerden yükselen ince tabakalı sisler görülüyordu. Saatler boyunca

dağlarda yaşayanlar çevrede inceleme yapmak için toplanıyorlardı ve

geçmişin ruhları yeniden yaşama dönmüşcesine, geceleyin ormanın sınırında

bekçilik yapıyorlardı.” (Buzzati, 1994: 80)

Sonbaharda bitmeyen bir yol için uzak bir yerdeki barut deposunu tutmanın

anlamsız olduğu düşüncesiyle San Nicola‟daki deponun ortadan kaldırmasına karar

verilir. Haydutlar o sıralarda yine barut deposuna saldırırlar, ama istediklerini elde

edemeyip orayı terk etmek zorunda kalırlar. Haydutlardan birisi bir sonraki yıl

haydutların yine gelecekleri konusunda onlara uyarıda bulunur. Bu ihtimale karşı

kıştan önce patlayıcıların daha sonra başka depolara gönderilme amacıyla en yakın

kışlaya teslim edilmesi planlanır. Bu nedenle orman bekçilerinin Yeni Ev‟de

durmasına gerek kalmaz, San Nicola‟da yaşamaları daha uygundur. Kalmak isteyen

orman bekçileri, belediye bekçilerinin yanında aynı kışlada kalacaklardır.

Bertòn‟un kendisini görmeye gelmesiyle Bàrnabo yeniden dağları, barut

deposunu ve içinde duyduğu utancı hatırlar. Bertòn‟u gördükten sonra zamanın

çabucak geçtiğinin farkına varır. Yaşamını boş yere bir ovada beklerken tüketeceğini

düşünür. İçindeki dağlara dönme isteği zamanın akışıyla azalır. Romanda bu durum

şöyle belirtilir:

“Geçen yaz Bertòn‟un ziyaretinden sonra Bersaglio‟nun tarlalarının

üstünden dağın soluğu geçmişti. Belki fark etmeksizin Bàrnabo zamanın

akışıyla geriye doğru gitmişti. Belli akşamlar duyduğu üzüntü hissi geri

dönmüştü. Sabah çok erken Bersaglio‟dan kuzeyde bulunan yollara yönelen,

50

giden yolculara bakmak için duruyordu. Unutulan utanç yüreğinde tekrar

belirivermişti. Bàrnabo kıra, büyük ovaya sığınmıştı. Belki de ona, faydası

olmayan bir bekleyiş içinde yavaş yavaş yaşamını tüketmek düşüyordu.

Bertòn‟un ziyaretiyle ona aniden ne kadar çok yılın geçtiğini hissetmişti.

Bàrnabo çoğu kez mutlu anıların yarattığı etkiyle olası bir dönüşü

düşünmüştü. Sonra, günden güne umudu azalmıştı ve dağlar, barut deposu,

Grave Vadisi hiç var olmamış gibi yeniden bir sisin içinde kayboluvermişti.”

(Buzzati, 1994: 88)

Bir sonraki yıl yaz mevsiminde Bertòn Bàrnabo‟ya bir mektup gönderir.

Mektupta Bertòn işlerinden dolayı San Nicola‟ya uğrayacağını, oraya Bàrnabo ile

birlikte gitmek istediğini belirtir. Bunun üzerine Bàrnabo ile Bertòn Yeni Ev‟den

ayrılan orman bekçilerinin geçici olarak yaşadığı belediye bekçilerinin kışlasına

giderler. Orman bekçileri Bàrnabo‟yu tek başına Yeni Ev‟e bekçi olarak

görevlendirirler. Ayrıca, haydutların 25 Eylül‟de gelme ihtimali nedeniyle o zaman

kendilerinin de Yeni Ev‟e geleceklerini söylerler.

Bàrnabo yeni eve gittikten sonra haydutları gelecekleri güne kadar bekleyişi

başlar. Yalnızlık dolu bekleyişi sırasında kendisini huzurlu hissetmediği, hiçbir şeyin

eskisi gibi olmadığını anlaması romanda şu cümlelerle ifade edilir:

“Bàrnabo ateşin oraya oturdu. Nihayet sakinleştiğini ve eskisi gibi yeniden

güzelce yaşamaya başladığını düşündü. Ama artık kendisini sakin

hissetmiyordu: Yıllarca yapmış olduğu gibi, bir şeyi beklemeyi sürdürdü.

[…]” (Buzzati, 1994: 96)

51

[…]

“Her şey önceki gibi kaldı, ama hiçbir şey aynı değildi. Çaba göstermesine

rağmen, en keyifli günlerde bile Bàrnabo orman bekçisiyken geçirdiği belli

başlı sabahların güzelliğini bulamadı.” (Buzzati, 1994: 97)

Eylül ayının sonu gelir. Bàrnabo haydutların saldıracağı günün bir gün

öncesinde diğer orman bekçileri için hazırlık yapar ve onların gelmesini beklemeye

başlar. Geçmişteki hatasından dolayı içinde taşıdığı utancın haydutların geleceği gün

yok olacağını düşünür. Akşam olduğunda orman bekçileri bir türlü gelmez. Bu

nedenle ertesi gün Bàrnabo haydutların gelişini tek başına bekleyecektir. Ertesi

günün sabahı Bàrnabo evden çıkmadan önce o büyülü dağ ortamının sakinliği,

doğadaki “Bulut”, “Kaya” ve “Rüzgâr” gibi bazı öğeler kişileştirilerek romanda

şöyle yer alır:

“Polveriera Tepesi‟nin arkasında en sonunda zayıf bir ışık görünür. Her şey

kusursuz bir sessizlik içerisindedir; bulutlar gökyüzünü berrak bir şekilde

bırakarak kaçmıştır ve ormanın üstünden uzun soluğuyla soğuk bir rüzgâr

geçmektedir. Sarp kayalar hâlâ gecenin gölgesi içinde dinlenmektedirler:

sanki olduklarından daha büyük ve kristal gibi berraktırlar. […]” (Buzzati,

1994: 104)

Bàrnabo haydutların gelişini beklemek için barut deposunun orada gizlenir.

En sonunda haydutların geldiğini görür. Ama zaman geçtikçe birçok şeyin

değiştiğini, eskiden yaşananların zamanla unutulduğunu ve haydutları öldürmekle

huzur bulamayacağını anlar. Bu durumu en iyi aşağıdaki iki ifade anlatır:

52

“[…] Bàrnabo gerçekten de kendisi için intikam alma ihtiyacı hissetmez. O

alçaklığın yapıldığı an artık uzaklardadır. Uzun yıllar geçmiştir, bunu şimdi

fark eder.” (Buzzati, 1994: 107)

[…]

“Her şey zamanla yok olacaktır, o saçma utancı, kuzgun, Bersaglio,

Bertòn‟un gidişi. Her sabah güneş sarp kayaları aydınlatmak için dönecektir.

Sonbahar, kar, ardından da ilkbaharın şarkıları gelecektir.” (Buzzati, 1994:

108)

Bàrnabo haydutları öldürmediği için duyduğu huzurla tek başına eve döner.

Romanın sonunda dağlarda artık haydutların ve cinlerin olmadığı, zamanın ise

durmadan akıp gittiği şu cümlelerle özetlenir:

“[…] Sarp kayalar tümüyle yalnız kaldı, artık haydutlar, cinler yok, hepsi

bitti. […]” (Buzzati, 1994: 108)

“[…] Gece yavaş geçer. Birazdan gün ağarmaya başlayacak, yeni bir gün

doğacaktır. Yaşam dünyadan durmaksızın geçmeye devam eder.” (Buzzati,

1994: 109)

53

“Bàrnabo delle montagne” adlı romanın kapak resmi

54

“Dağların Adamı Barnabo” adlı kitabın kapak resmi

55

5. “IL SEGRETO DEL BOSCO VECCHIO” ADLI ROMANDA ORMANIN

GĠZEMLĠ BÜYÜSÜ VE ÇEVRE MOTĠFLERĠ

Buzzati‟nin 1935 yılında yayımlanan Il segreto del Bosco Vecchio adlı

ikinci romanında Buzzati; “Eski Orman”ın mirasçılarından biri olan Sebastiano

Procolo‟nun, diğer mirasçı olan yeğeni Benvenuto Procolo‟yu mirasın geri kalanını

alabilmek için öldürmeye çalışmasını, ancak bunu başaramamasını, sonraları ona

karşı sevgi duymasını, ardından da yeğenini kurtarmak için kendini feda etmesini

anlatır. Nasıl ki Bàrnabo delle montagne romanında temel hayvan figürü olarak

“Kuzgun” kullanılmışsa, Il segreto del Bosco Vecchio romanında “Saksağan”

kullanılır. Ancak Il segreto del Bosco Vecchio romanındaki saksağan konuşmaktadır.

Ayrıca, Il segreto del Bosco Vecchio romanında Bàrnabo delle montagne romanında

olduğu gibi “Rüzgâr” ve “Cin” motifleri kullanılır. Ancak Il segreto del Bosco

Vecchio‟da Bàrnabo delle montagne romanının aksine, bu motifler insan gibi

konuşur. Ayrıca Buzzati insanların çevreye karşı duyarlılık gösterip onu koruması

gerektiğini vurgular. Eserin sonunda kötü bir karaktere sahip olan Sebastiano Procolo

ve rüzgâr Matteo ölerek hak ettikleri cezayı bulurlar. Böylece iyi yürekli Benvenuto

Procolo ve doğadaki canlılar kötülerden kurtulmuş olurlar. Il segreto del Bosco

Vecchio romanında çevreye verilen önemin yanı sıra, Benvenuto‟nun çocukluktan

gençliğe geçişi ve Sebastiano‟nun iyi bir insana dönüşümü anlatılır. Düşüncemize

göre, Il segreto del Bosco Vecchio romanına adını veren “Orman” öğesi

Benvenuto‟nun çocukluk çağını simgeler. Zira çocuklar masumdur ve temiz

düşüncelere sahiptir. Bu nedenle çocuklar ormandaki canlıları korur, onlara kötülük

56

yapmaz. Çocukların ormandaki canlılarla iletişimleri güçlüdür, onlara karşı büyük bir

sevgi duyarlar.

Il segreto del Bosco Vecchio romanının başkahramanı olan Sebastiano

Procolo‟nun “Eski Orman”a ve yeğeni Benvenuto‟ya çıkarları uğruna zarar vermeye

çalışması, çocuklarla doğanın müthiş uyumu ve romanın sonunda Sebastiano‟nun

yaptığı kötülüklerin bedeli olarak sonunun gelmesi romanda şöyle anlatılır: Fondo

Vadisi‟nde yer alan “Eski Orman”ın sahibi olan Antonio Morro asker olan yeğeni

Albay Sebastiano Procolo‟ya söz konusu ormanlık alanın bir bölümünü miras olarak

bırakır. Kalan bölümünü ise Sebastiano‟nun yeğeni, on iki yaşındaki Benvenuto

Procolo‟ya miras olarak bırakır. Benvenuto‟nun kimsesi olmadığı için bakımını

Antonio Morro üstlenir. Ama Morro öldükten sonra Sebastiano bu işi devralır.

Sebastiano emekli olunca amcasının kendisine bıraktığı ormana gider ve orada

yaşamaya başlar. Evin civarındaki bir ağacın üzerinde bekçilik yapan saksağan kuşu

eve gelenleri haber vermektedir. Bize göre, saksağan doğayı koruyan çevreci kişileri

simgeler. Buzzati bu romanda çevrenin insanlar tarafından kirletilip mahvedildiğini

vurgulayarak, söz konusu düşüncesini saksağan aracılığıyla aktarır. Bir gece

saksağan yanlış uyarı verir. Bu duruma oldukça sinirlenen Sebastiano, kuşu silahla

vurarak ölümüne neden olur. Sebastiano onu vurduktan sonra saksağanla arasında bir

konuşma geçer. Bu hüzün dolu konuşmanın bir kısmı şöyledir:

“-Bu aptal şakalara oldukça alışkınım. Senin yüzünden uykumu kaçırmak

istemiyorum- diye bağırdı, Sebastiano Procolo. -Bu gece on defa işaret

verdin ve kimse gelmedi.

57

-Alçak!- diye bağırıyordu saksağan. -Şimdi beni ağır yaraladın. Bu akşam

kimin geçtiğini sana söyleyemeyeceğim.

[…]

Bir sessizlik oldu ve albay sesler duymaya başladı. Sonra bu seslerin, ağacın

tepesinden düşen saksağanın kan damlalarının sesi olduğunu fark etti.

-Buradan kim geçti? Kimin için işaret vermiştin?- diye yine sordu

Sebastiano Procolo.

-Sana söylemem- diye yanıt verdi saksağan. -Israr etmen faydasız.

Yine bir sessizlik. Ağacın gövdesinde bir tıkırtı duyuldu.

-Belki de önemsiz bir yaradır,- dedi, dikkatle bakan albay.

-Önemli değil, endişelenme. Zaten ha bugün ha yarın bu lanetli yerden çekip

gitmek istiyordum. Nasıl da safmışım, yaptığım işin beğenildiğini

düşünüyordum. Ancak bu yere artık dayanamıyorum. Her şey tükenmiş, her

şey gittikçe bozuluyor. Morro öldü. […]

-Sesini kesmezsen, sana bir daha ateş ederim.

Saksağanın ne dediği anlaşılmıyor, bir şeyler mırıldanıyordu. Sesi her

zamankinden daha boğuktu ve zorlukla çıkıyordu.

-Beni alçakça yaraladın, diye söylendi sonunda saksağan. -Belki de

öleceğim. […]” (Buzzati, 1999: 29-30)

“Eski Orman”ın sıra dışı bir özelliği vardır. Bu ormanda cinler yaşar. Her

ağaçta bir cin vardır. Bu cinler insan ya da hayvan kılığına girebilir. Zararsız olan bu

cinler insanlar için bir tehlike oluşturmazlar. Orman cinlerinin bu özellikleri,

başrahip don Marco Marioni‟nin vadiye yaptığı yolculuktan sonra yazdığı notlarında

şöyle yer alır:

“Fondo‟da bakışlarımı mükemmel bir manzaraya çevirmek hoşuma gitti;

dağlarda yaşayanların „Eski Orman‟ dedikleri, gövdelerinin yüksekliği bir

58

olan, uzun boylarıyla San Calimero çan kulesini aşan görkemli bir ormanı

gezdim. Gördüğüm kadarıyla, oradaki ağaçlar, diğer bölgelerin ormanlarında

da bulunan cinlerin evleridir. Orada oturanlardan konuyla ilgili bilgi istedim,

sanki haberleri yok gibiydi. Her kütükte bazen hayvan ya da insan

görünümünde ortaya çıkan bir cin var, sanırım. Onlar gösterişi olmayan,

zararsız varlıklar olup, insanlar için tehlike oluşturmaya yatkın değiller.

[…]” (Buzzati, 1999: 33)

Ormanda cinlerin varlığına yalnızca çocuklar inanır. Ancak büyüyünce

onlara inanmaktan vazgeçerler. Romanda bu durum, şu cümlelerle açıklanır:

“Yalnızca çocuklar, henüz önyargılardan uzak olduklarından, ormanın cinler

tarafından mesken tutulduğunun farkına varıyorlardı. Çok az bilgi sahibi

olmalarına rağmen, onlar hakkında sık sık konuşuyorlardı. Ancak, yılların

geçmesiyle, ebeveynleri bu yaratıkların anlamsız ve uydurulmuş şeyler

olduğunu kendilerine aşıladığında, düşüncelerini değiştiriyorlardı.” (Buzzati,

1999: 33)

Cinler, insanların ağaçları kesmesiyle yok olma tehlikesiyle karşı karşıya

kaldıklarının farkındadırlar. Bu nedenle orman cini olan Bernardi insan kılığına

girerek ormanların kesilmesini önlemek ve arkadaşlarının yaşamlarını kurtarmak için

çaba gösterir. Bize göre, orman cinleri ile Bernardi doğayı koruyan çevreci kişileri ve

doğayla arasında bir uyum olan çocukları simgeler. Aynı zamanda Orman

Komisyonu‟nun üyesi olan Bernardi, ağaçların kesilmesini önlemek için ormanın

kurucusu olan „Giacomo‟ adlı haydutun ormanı kurma nedenini anlatır. Ormandaki

ağaçların Giacomo‟nun dönüşünü beklediğini, bu nedenle ağaçların kesilmemesi

gerektiğini vurgular. Burada da bir bekleyiş söz konusudur. Düşüncemize göre, nasıl

59

ki Bàrnabo delle montagne romanında Bàrnabo ve diğer orman bekçileri barut

deposunu korumak için haydutları bekliyorlarsa, bu romandaki ağaçlar da

Giacomo‟nun dönüşünü beklemektedir. Bernardi‟nin Sebastiano‟ya anlattığı ormanın

kuruluş öyküsü şöyledir:

“[…] Bir zamanlar, yüzyıllar önce, bu toprak tümüyle boşmuş. Sahibi

„Giaco‟ da denilen, haydut Giacomo‟ymuş. Savaşçılığıyla ön plana çıkan bu

adamın küçük bir ordusu varmış. Bir gün çok yorgun ve yaralı bir vaziyette,

artık bir askeri bile olmadan dönmüş. O zaman düşünmüş: „Daha dikkatli

olmak gerek, bir dahaki sefer beni takip edebilirler, oysa gizlenecek bir

deliğim bile yok: sığınabileceğim bir orman dikmem gerek‟. Dediğini

yapmış, bu ormanı dikmiş, ama ağaçlar yavaş büyüdüğü için, onları seksen

yıl beklemiş. O zaman askerlerini toplamış ve yeni bir savaş için yola

çıkmış. O zamandan beri yıllar geçmiş. […]

İyi ama, albay, kim diyebilir ki, Giacomo dönmeyecek? Size şunu

söyleyeceğim: o zamandan bu yana bekleniyor, bu akşam bile dönebilir. Ve,

emin olunuz ki, artık ne bir kuruşu ne de bir askeri olmayacak. Hepsi

tüfeklerle ve kalın sopalarla donanmış yüzlerce adam ve belki kadınlar bile

peşinden geliyor olacak. Aç ve yorgun hâlde gelecek, yalnızca küçük bir

palası olacak. Saklanabileceği ormanını dokunulmamış olarak bulmak hakkı

değil mi? Orman onun değil mi?” (Buzzati, 1999: 26)

Sebastiano‟nun ağaçları kesme niyetini öğrenen Bernardi çare olarak rüzgâr

Matteo‟ya başvurmaya karar verir. Çok güçlü bir rüzgâr olan Matteo‟yu gücünden

dolayı rahatsız olan cinler bir mağaraya hapsederler. Bernardi‟nin niyetini öğrenen

Sebastiano ondan önce davranarak yıllarca mağarada hapis kalan Matteo‟yu kurtarır.

Bunun üzerine Matteo, Sebastiano ölünceye kadar isteklerini yerine getireceğine ve

60

ona bağlı kalacağına yemin eder. Düşüncemize göre rüzgâr, zor ve çaresiz durumda

kaldığında kendilerini bu durumdan kurtaranın her türlü isteğini yerine getirmek

zorunda kalan kişileri simgeler. Sebastiano‟nun ağaçları yıktırmak için verdiği emir

yüzünden ağacı kesilen bir orman cini ölmek üzereyken Bernardi onun için bir veda

konuşması yapar. Bu konuşmanın önemli kısımları aşağıdadır:

“-Bu olanlara bir türlü alışamadık, diye devam etti Bernardi sakin bir ses

tonuyla. -Ancak bunu önlemek için ne kadar çaba gösterdiğimi biliyorsun.

Aldatıldığımızı ve rüzgârın ele geçirildiğini de biliyorsun.

[…]

-Yerini hazır bulacaksın, sabırla bundan çok daha güzel bir ağaç dikeceksin.

Oradaki ormanın köknarları 300 metreye ulaşıyor ve bir baştan bir başa

bulutları aşıyor. Sonuç olarak, orada kendini iyi hissedeceksin. Kim bilir,

belki de iki-üç ay sonra Eski Orman‟daki kardeşlerini unutmuş olacaksın,

mutlu olduğumuz zamanları bile artık hatırlamayacaksın. ” (Buzzati, 1999:

43-44)

Bir gece ormanda bir eğlence düzenlenir. Bu eğlencede çocuklarla doğanın

uyumu görülür. Şarkı söyleyen Matteo‟ya Benvenuto eşlik eder. Bunu gören

Sebastiano, Benvenuto‟ya kızar. Bunun üzerine Benvenuto arkadaşlarıyla beraber

oradan uzaklaşır. Benvenuto‟nun gitmesiyle Matteo gösterisini yarıda keser ve

orman cinleri oradan uzaklaşır. Bu duruma sinirlenen Sebastiano, Bernardi ile bir

konuşma yapar. Konuşmasında Bernardi, orman cinlerinin çocuklara karşı bir sevgisi

olduğunu dile getirir. Önce Sebastiano konuşmaya başlar. Söz konusu konuşma

romanda şu şekilde yer alır:

61

“-Bu saçmalık da nedir böyle?- diye bağırdı. -Çocuklar gittiği için mi

eğlenceyi yarıda kestiniz? Hâlâ buradayım ben, anlaşıldığı üzere.

O sırada Bernardi albaya rastladı.

-Bu durumda hiçbir şey yapamam, diye cevap verdi Bernardi. -Anlaşılan

Matteo çekip gitmiş. Hem, açık söyleyeyim, arkadaşlarım çocuklara karşı

daima bir sevgi duymuşlardır.” (Buzzati, 1999: 54)

Konuşmaları bitince önce Bernardi, sonra Sebastiano oradan ayrılır.

Sebastiano yürürken gölgesinin kendisini takip ettiğini görür ve onunla konuşur. Bize

göre, gölgesi Sebastiano‟nun vicdanının sesini yansıtmaktadır. Sebastiano‟nun

gölgesini gördüğü an ve onunla yaptığı konuşma romanda şöyle yer alır:

“Nihayet albay da sönmüş feneri biraz sallandırıp gıcırdatarak hareket etti.

Altı ya da yedi adım attı, aniden arkasına dönerek durdu: Birinin onu izlediği

izlenimine kapılmıştı.

Bakındı, ama kimse yoktu. Ay ışığının altında her şey hareketsiz ve sessizdi.

O sırada iyice biçimsiz, kara ve upuzun bir gölgeyi ardında bıraktığını fark

etti. Ayın batmak üzere oluşu ve ışıklarının eğikliği bile gölgenin o

olağandışı uzunluğunu açıklamaya yetmiyordu.

Albay birkaç adım daha attı, sonra yeniden döndü: -Benden ne istiyorsun,

lanetli gölge?- diye sinirli bir ses tonuyla sordu.

-Hiçbir şey- diye cevap verdi, gölge.” (Buzzati, 1999: 55)

Sebastiano‟nun amacı, ormanın tek sahibi olmaktır. Bu nedenle

Benvenuto‟nun ölmesini ister. Bu isteğini rüzgâr Matteo‟ya belirtir. Matteo

Sebastiano‟ya bağlılık yemini ettiğinden, Benvenuto‟nun isteğini yerine getireceğini

söz verir. Günün birinde Benvenuto ormana doğru giderken Matteo ona saldırır.

62

Bunun üzerine Benvenuto bir kulübeye sığınır. Kulübe Matteo‟nun gücü karşısında

dayanmaya çalışır. Bize göre kulübe, zorluklar karşısında ilk başta umudunu

kaybetse de pes etmeyip zorluklara direnmeye çalışan ve sonunda onların üstesinden

gelebilen kişileri simgeler. Matteo artık eskisi gibi güçlü olmadığından Benvenuto

ölmekten kurtulur. Benvenuto Matteo‟nun gücünün tükendiğini, bu nedenle

Matteo‟nun kendisine bir zarar veremeyeceğini anlayınca bunu kulübeye belirtir.

Kulübe ilk başta inanmak istemese de Matteo‟nun çabalarının sonuçsuz kaldığının en

sonunda farkına vararak Benvenuto‟ya hak verir. Bu konuyla ilgili olarak Benvenuto

ile kulübe arasında şu konuşma geçer:

“-Sus, kurtuldum- diye yavaş yavaş konuştu çocuk, yeniden cesaretlenerek.

-Görülen o ki Matteo‟yu tanımıyorsun- diye homurdandı kulübe. -Bir barajı

sanki mukavvayı yıkarmış gibi yere yıktı. Ona karşı koymamı mı istiyorsun?

Bizi cezalandırmak için böyle yapıyor. Beni havaya savurmak onun için

çocuk oyuncağı. İşte bak, senin yüzünden başıma nasıl bir bela açıldı.

-Kurtulduk, diyorum sana- diye tekrarladı çocuk umutla. -Anlamıyor

musun? Artık o çok yorgun.

Rüzgârın esişi gerçekten de her defasında daha hafif ve kısa süreliydi.

Tahtaların gıcırtıları azaldı. Yaklaşık onbeş dakika içinde yarıklardan giren

güneş ışınları zeminin üstünde artık dans etmiyordu. Hâlâ Matteo‟nun öfkeli

sesi duyuluyordu, ama artık güçsüzdü.

-Haklı olduğuna inanmaya başlıyorum- diye söylendi kulübe. -Çok şükür, bu

ses de geçti. Artık bir zamanların Matteo‟su yok, işte bu. Yirmi yıl hapis

kalmış. Nedeni bu olmalı. […] ” (Buzzati, 1999: 60)

Benvenuto tatilde amcası Sebastiano‟nun evine kalmaya gider. Kaldığı

odaya akşam uyumak üzere bir de fare gelir. Bize göre fare, kendine güvenen ve

63

yaşamın zorluklarıyla mücadele edebilen kişileri simgeler. Buzzati, bu romanda

insanların doğaya zarar verip hayvanları öldürdüğünde, doğanın insanlardan intikam

aldığını vurgulayarak söz konusu düşüncesini fare aracılığıyla aktarır. Fare, fırtınalı

gecelerde Benvenuto‟nun kaldığı odadaki yatağın şiltesinde uyur. Benvenuto ile

aralarında bir konuşma geçer. Bu konuşmada fare, fare öldürmenin uğursuzluk

getirdiğini, Morro‟nun bu nedenle öldüğünü belirtir. İkisinin arasındaki konuşma

aşağıdaki gibidir:

“-Birkaç gündür uykusuzluktan ölüyorum- diye söylendi fare. -Hem bu

kadar sıkışık bir vaziyette uyumaya alışkın değilim, şilte her zaman benim

kontrolümde olmuştur.

-Her gece burada fırtına olur mu?

- Neredeyse her gece- diye yanıt verdi fare. -Her halükarda olma ihtimali

vardır. Tedbirli olmak iyidir.

-O halde her gece buraya gelecek misin?

-Bilmiyorum, sen çekip gitmezsen, bana başka bir şilte temin etmesi için

albaya söyleyeceğim. Bu şekilde yatarken hiç rahat edilmiyor.

-Amcamın sana olumlu yanıt vereceğine inanıyor musun?

-Hı, hı, o da ilk başta rahatsız olmuştu, beni öldürmekle bile tehdit ediyordu.

Sonra ona anlattım. Morro‟nun neden öldüğünü biliyor musun? Bir fareyi,

kardeşimi öldürmüştü. Fare öldürmek uğursuzluk getirir. Sana söylüyorum,

albay sözlerimin etkisi altında kaldı, bana kötülük yapma tehlikesi artık

yok.” (Buzzati, 1999: 74)

O gece fırtına çıkmaz. Benvenuto ile fare birbirlerinden duydukları

rahatsızlıktan ötürü huzurlu bir şekilde uyuyamazlar. Benvenuto durumu amcasına

anlatır. Amcasının desteğini alan Benvenuto akşam fareyi öldürmeye karar verir ve,

64

elinde ayakkabı, farenin odaya girmesini bekler. Fareyi gördüğünde ona ayakkabıyı

fırlatır. Ancak fare ölmez, duyduğu acıyla Benvenuto‟yu tehdit ederek bağırır:

“-Alçak- diye haykırdı. -Günün birinde pişman olacaksın! Bacağımı kırdın.

Seni bağışlamıyorum, bunu bil! ” (Buzzati, 1999: 74)

Günün birinde Sebastiano Benvenuto ile beraber ormana gider. Amacı

Benvenuto‟yu ormanda bırakarak ölmesini sağlamaktır. Ormana girdiklerinde bir

bahaneyle Sebastiano çocuğu yalnız bırakarak yanından uzaklaşır. Sebastiano

ormanda yürürken yere düşer ve pusulası kırılır. Bu nedenle yönünü bulamaz ve

ormanda kaybolur. Geceyi ormanda geçiren Sebastiano, uyandığında ormandaki

bilinmeyen bir rüzgârın sesini duyar. Bu rüzgâr, bir çocuğun ormanda tek başına

bırakıldığını duyurur. Ormanda sonra Benvenuto‟ya rastlayan Sebastiano onunla

beraber yürürken yine o rüzgârın sesini duyar. Daha sonra rüzgârın sesi kesilir.

Sebastiano ve Benvenuto ormanda yürümeye devam ederken bir saksağana rastlarlar.

Bu kuşun ormana gelme amacı, Sebastiano‟nun evinde bekçilik yapan kardeşini

ziyaret etmektir. Sebastiano ve Benvenuto kuşun sayesinde eve ulaşırlar.

Sebastiano‟nun sözlerinden saksağan, kardeşinin öldüğünü anlar. Oradan gitmek

yerine, üzüntüsünü içine atıp kardeşi gibi bekçilik yapmak için kalır. Saksağanın

kardeşinin öldüğünü Sebastiano‟dan öğrendiğini yansıtan konuşma şu şekildedir:

“-Nereye gitmek istiyordun?- diye sordu, Procolo.

-Sana söyledim ya, senin yanında bekçilik yapan kardeşime gidiyorum.

-Faydası yok,- diye söylendi Procolo, -Kardeşin artık yok.

-Gitti mi? Bilmiyordum. Nereye gitti?

65

-Gitmedi, öldü. Üst üste yanlış işaretler verdiğinden bir gece onu öldürdüm.

Saksağan bir an sustu. Yüreği hızla çarpıyordu, soluk soluğa kalmıştı. Sonra

yavaşça mırıldandı.

-Çok uzaklardan geldim… onu üç yıldır görmüyordum. Şimdi ise bana

düşen buralardan gitmek.

-Artık yapacak bir şey yok. Bence ne istersen onu yap. Kalmak istiyorsan,

kal. Ve bekçilik yapmak istiyorsan, bekçilik yap…- dedi Procolo.” (Buzzati,

1999: 86)

Sebastiano‟nun ormandaki o gizemli rüzgârın söylediklerinden dolayı

endişesi azalmaz. Ormandaki seslerin Benvenuto‟ya gerçekleri açıklayacağı ve

Benvenuto‟nun bunları arkadaşlarına anlatacağı korkusuyla Sebastiano‟nun içi bir

türlü rahat etmez. Bu nedenle Sebastiano, Benvenuto‟yu gizlice takip eder, hatta

Benvenuto‟nun arkadaşlarıyla ormanda oynadığı yere gider. Sebastiano ormandaki

canlılarla çocukların bir uyum içinde olduğunu, kendisinin gelmesiyle bu uyumun

yok olduğunu fark eder. Düşüncemize göre, Buzzati bu romanda çocuklarla doğanın

müthiş uyumunu ortaya çıkarır. Yetişkinler, doğaya zarar verdiklerinden, doğayla

olan iletişimlerini kaybederler. Çocuklar büyüyünce doğaya duydukları o çıkarsız,

temiz duygular yok olup gider. Romanda, çocukların doğayla o müthiş uyumu ile

Sebastiano‟nun gelmesiyle bu uyumun yok olması aşağıdaki ifadelerden

anlaşılmaktadır:

“Albayı derinden şaşırtan şey, çocukların oyunları sırasında ormanın o

bölgesini canlandıran özel bir yaşamsal kaynaşmadır. Çocukların varlığı

çevredeki ağaçlara çok sayıda değişik kuşların toplanmalarını sağlar gibidir.

Asıl olağanüstü olan, o yörelerde dolanan sincapların ve yediuyuklayanların

66

sayısıdır. Ayrıca, o saatlerde üstteki dalların hışırtısı daha yoğundur, sanki

orman cinleri aralarında ilginç bir iletişim kurmaktadırlar.

Bu coşku uzun sürmez. Albay geleli az zaman geçmişti, ve işte kuşların

şarkısı zayıflamaktaydı, sincaplar yediuyuklayanlar kaçıyordu, dallarda

sessizlik vardı ve ara sıra gökyüzünde tehlikeli bulutlar belirmekteydi.

Ayrıca çocukların oyunları aniden yavaşlıyordu. Ormana ve havaya tarif

edilemez bir isteksizlik yayılmaktaydı.” (Buzzati, 1999: 88)

Matteo mağarada hapis kaldığında, vadinin yeni efendisi Evaristo adında bir

rüzgâr olmuştur. Matteo‟nun artık eski gücü olmadığından, Evaristo bu görevi

sürdürür. Evaristo ormana giderek duyduğu haberler hakkında ormandaki canlılara

bilgi verir. Bu yönüyle Evaristo bir anlamda gazetecilik yapmaktadır. Bize göre,

Buzzati burada kendisinin yapmış olduğu gazetecilik mesleğine bir gönderme yapar.

Evaristo Buzzati‟nin gazetecilik yönünü simgeler. Evaristo‟nun anlattığı haberlerden

birisi yük arabasıyla, içinde ne olduğu bilinmeyen bir sandık taşıyan bir arabacıyla

ilgilidir. Evaristo‟nun verdiği haber doğrudur, çünkü daha sonra bu arabacıyı

Sebastiano görür. Sebastiano sandığın içindekini merak edince, arabacı sandığı açar.

İçinden sayısız kelebek dışarı çıkarak ormana dağılır. Daha sonra bu kelebekler

ormana yumurtalarını bırakır. Yumurtalardan çıkan tırtıllar ağaçların yapraklarını

yiyerek ormana zarar vermeye başlarlar. İlkbahardan önce yumurtaların yok edilmesi

gerekir, ama geç kalınmıştır. Saksağana göre, bu durumda yapılacak tek şey,

İtalyanca adı Icneumone adlı kanatlı bir böcek türünü tırtılların üzerine salmaktır.

Bunun için Matteo‟nun yardımı gerekir. Matteo bu böcekleri getirir. Bu hayvanlar

iğneleriyle tırtılların gövdelerine yumurtalarını bırakırlar. Aradan biraz zaman

geçince yumurtalardan tırtılları yararak canlılar çıkar ve bu şekilde çıkan canlılar

67

nedeniyle tırtıllar ölür. Buradan da anlaşılmaktadır ki -yazarın verdiği mesaja göre-

doğa, zor durumda kaldığı zaman kendisini tedavi edebilecek güce sahiptir.

Bir gün Benvenuto ormandayken Bernardi‟ye rastlar. Bernardi çocukların

büyüdüklerinde doğayla artık bir uyum içinde olmadıklarını, kendi çıkarları için

doğaya zarar verdiklerini vurgular. Benvenuto‟nun büyüyünce diğer insanlar gibi

ormanla artık iletişim kuramayacağından söz eder. İkisinin bu konuyla ilgili

konuşmaları şu şekildedir:

“Bernardi, sağ elini onun omzuna koyarak, -Sen iyi yürekli bir çocuksun.

Yazık ki sen de çekip gideceksin ve artık görüşemeyeceğiz, dedi.

[…]

- Ne yapacağımı sen nasıl bilebiliyorsun ki?- diye sordu Benvenuto.

-Biliyorum, çünkü senin gibi çok kişi gördüm. Yaşamları gereği, hepsi aynı

şeyi yaptı. […]

-Sonra her zamanki yaşantılarına yeniden başlamak için ilkbaharda

döndüler. Ama bazı şeyler bir daha yoluna girmedi. Orman sanki onlara

farklı göründü. […]

-Biz her zamanki gibi orada, ağaç kütüklerinin arkasındaydık ve onlara

selam veriyorduk. Onlar bize bir kere bile olsun bakmadan yakınımızdan

geçiyorlardı. Biz onları adlarıyla çağırıyorduk. Hiç kimse dönmüyordu.

Artık bizi göremiyorlardı, işte nedeni bu, artık sesimizi duymuyorlardı. Eski

oyun arkadaşları olan rüzgârlar üstlerinden geçiyor, onlara „Hoş geldin‟

diyerek dalların arasından ıslık çalıyorlardı. Umursamaz bir havayla gençler

„Rüzgâr esiyor‟ diye söyleniyorlardı: „Birazdan fırtına çıkacak.‟

-Kuşlar da şarkı söylemeye başlıyorlardı: „Günaydın, sizi yeniden görmekten

dolayı mutluyuz; Tanrı isterse şimdi aramızda biraz kalacaksınız.‟ Sanki bir

68

duvara konuşuyormuş gibi gençler telaşsız bir şekilde konuşmaya devam

ediyorlardı, içlerinden biri soruyordu: „Burada avlanma yasağı olmayan bir

yer bilmiyor musun?‟

[…]

-Yarım saatten fazla burada kaldılar. Ormana hiçbir şekilde dikkat etmeden

aralarında konuşuyorlardı. Sonra birisi şöyle dedi: „Hâlâ ne yapmak için

duruyoruz? Ölümcül bir nem var.‟ Geldikleri gibi gittiler. Açıklığa çıkmadan

önce içlerinden biri hâlâ yanık bir sigarayı yere attı. […]” (Buzzati, 1999:

113-115)

Benvenuto‟nun okul arkadaşlarıyla, okulundan olmayan ve Fondo‟da oturan

çocuklar arasında bir çeşit savaş başlar. Benvenuto‟nun arkadaşları olmadığı bir gün,

Benvenuto ormandaki kulübede kalır. Bu sırada Fondo‟daki çocuklar kulübenin

oraya gelerek yangın çıkartırlar. Benvenuto sağ salim kurtulur, ancak dumanın

etkisiyle öksürük nöbetleri geçirmeye başlayarak hastalanır. Düşüncemize göre bu

durumdan, Benvenuto‟nun doğanın hastalanmasına paralel olarak hastalandığı

anlaşılır. Benvenuto Sebastiano‟nun evinde hasta yatarken Sebastiano ormanda

dolaşmaya çıktığında, bir grup hayvanın -baykuşun başkanlığında- etrafında

toplandıklarını görür. Sebastiano gizlice onları dinleyemeye koyulunca Sebastiano

hayvanların toplanma nedeninin, kendisinin ormanda Benvenuto‟yu yalnız bırakma

nedenini araştırmak olduğunu anlar. Bize göre baykuş doğayı simgeler, doğanın

sesini yansıtır. Baykuş, Sebastiano‟nun Benvenuto‟yu ormanda ölmek üzere

bıraktığına karar verir. Baykuş bu konuyla ilgili düşüncelerini şöyle dile getirir:

“ „Peki o hâlde neden‟ diye devam etti, hâlâ otoriter bir ses tonuyla, baykuş.

„Neden o hâlde Procolo çocuğu yalnız bırakmak istedi? Onu rahat bırakmak

69

için mi? Rahat oynasın diye mi? Yalnız başına düşünsün diye mi? Hayır. Ne

kadar çaba gösterilirse gösterilsin, mantıklı açıklama bulmak mümkün değil.

Bu nedenle Procolo‟yu cezalandırıyoruz: çocuk, açlıktan ölsün diye yalnız

bırakıldı!‟ ” (Buzzati, 1999: 122-123)

Romandaki en önemli öğelerden birisi, yaptıklarından dolayı gölgesinin

Sebastiano‟yu terk etmesidir. Bu olaydan sonra Sebastiano kaybettiği onurunu

yeniden elde etmek için iyi bir insana dönüşür. Ormanda hayvanların kendisini

yargılaması sona erdiğinde, Sebastiano evine gider. Evindeyken gölgesiyle konuşur

ve gölgesinin kendisini terk etmek istediğini öğrenir. İkisinin arasında geçen

aşağıdaki konuşmada gölgenin niyeti açıkça ortaya çıkar:

“O sırada birisi arkasından alçak sesle ona seslendi: -Procolo, albay!

Gizemli yankılar çıkaran, boğuk ama kararlı bir sesti.

-Ne var?- diye sordu albay aniden dönerek; kimseyi göremeyince tavana

kadar yükselen biçimsiz bir gölge olan kendi gölgesini fark etti.

-Albay!- dedi gölge, -Ben seni küçüklüğünden beri takip ediyorum,

uyuduğunda bile seni asla terk etmedim, seninle uzun yürüyüşler yaptık,

dörtnala ata bindik. Hiçbir şey düşünmediğin zaman bile, sana sadık bir

şekilde eşlik ettim. Kalkmak istersen kalkıyordum, her zaman isteğini yerine

getirdim, hiç de yakınmadım. Sonra bir gün sen üniformana veda ettin.

Biliyorsun, bir yanımda asılı duran, sallanan o kılıcı artık taşımamak hoşuma

gitmiyordu… Yine de sessizce itaat ettim. Hatırlıyorsun, Procolo, değil mi?

-Öyledir, diye söylendi albay. -Bütün bunlarla ne demek istiyorsun? Lafı

nereye getirmek istiyorsun?

-Haklısın, diye fısıldadı gölge, -En iyisi açık konuşmak: seni terk etmem

gerektiğini söylemek istiyorum.

-Beni terk etmek mi? Ne dedin?

70

-Seni terk etmem gerekiyor, diye tekrarladı gölge. -Gitmem gerekiyor, çünkü

onurunu lekeledin.

-Onurunu lekelemek mi?- diye kızdı albay. -Belki de ormandaki davadan

dolayı mı böyle söylüyorsun? Böyle bir komediyi ciddiye alman mümkün

mü?

-Kararın kuşlara ya da insanlara ait olması biz gölgeleri pek ilgilendirmez,-

diye açıkladı gölge. -Dava sana verilen cezayla son buldu. Ayrıca bizler

kuralcı olabiliriz, ama inan, bunlar şakası yapılacak şeyler değil. Ben Albay

Procolo‟nun gölgesiyim, ve böyle kalmak istiyorum. Eskisi gibiyim,

aynıyım, oysa sen çok değiştin. Artık bir arada olamayacak kadar farklıyız.

İnan bana, elli altı yıldır bir arada olmamız benim de hoşuma gitmiyor;

denilebilir ki bu, bir ömür kadar uzun, unutmak kolay değil. Ama artık bitti.

Procolo hiçbir şey söyleyemedi. […]” (Buzzati, 1999: 124-125)

Gölgesi gittikten sonra Sebastiano artık yalnızca iyilik yapmaya başlar:

Fareye Benvenuto‟yu öldürme emri vermiştir, ancak fare bu emri gerçekleştirmeye

çalışırken Sebastiano verdiği emirden vazgeçerek fareyi öldürür. Sebastiano

doktorun tedavisiyle iyileşemeyen Benvenuto‟yu iyileştirmek için Bernardi‟ye

başvurur. Benvenuto cinler tarafından iyileştirilir. İyileştikten sonra okula dönen

Benvenuto kışın karın üzerinde muhteşem bir şekilde kayarak arkadaşlarını şaşırtır.

Arkadaşları bu duruma sevinir, çünkü eskiden güçsüz olarak gördükleri Benvenuto,

artık onlardan biri olmuştur. Düşüncemize göre, bu olayla Benvenuto büyüdüğünü

kanıtlayarak, çocukluk çağından gençlik çağına ilk adımlarını atmış olur. Yılbaşı

akşamı Sebastiano evindeyken Matteo çığ düştüğünü, Benvenuto‟nun karın altında

gömülü kaldığını Sebastiano‟ya haber verir. Bunun üzerine Sebastiano Benvenuto‟yu

kurtarmaya gider. Matteo‟nun dediği yere giden Sebastiano Benvenuto‟yu karın

altından çıkarmak için uğraşsa da başarılı olamaz. Dinlenmek için bir ağacın

71

gövdesine yaslanır. Soğuğa dayanamayan Sebastiano ölür. Ölmeden önce yanına

gelen Matteo‟dan Benvenuto‟nun ölmediğini, Matteo‟nun kendisine şaka yaptığını

öğrenir. Matteo bu şakayı Sebastiano yılın ilk saatlerini mutlu geçirsin diye

yapmıştır. Sebastiano‟nun öleceğini anlayan Matteo ettiği yemine sadık kalarak

kendisinin de ölmesi gerektiğini anlar. Sebastiano ölürken alayının ölümüne eşlik

ettiğini görür ve onurlu bir şekilde hayata veda eder. Fantastik bir şekilde anlatılan

Sebastiano‟nun ölümü romanda şöyle tasvir edilir:

“Albayı gelecek günler artık hiçbir şekilde ilgilendirmiyordu. Albay,

karanlık bir insan topluluğunun hızlı bir şekilde ilerlediği vadinin sonuna

doğru bakıyordu. Hızlı ve kararlı adımlarla uygun adımlarla yürüyen ve

oldukça düzenli bir şekilde sıralanmış yüzlerce insandılar. Sanki karın

üzerinde değil de, güzel bir yolda yürüyor gibiydiler. Önde bayraklı bir

adam vardı, ardından başkaları geliyordu. Albay Procolo‟nun alayı olduğunu

anlamak için büyük bir zekâya sahip olmak gerekmiyordu. Bir bando eksikti,

yine de tüm gökyüzü müzikle, zafer motifleri taşıyan bir ezgiyle kaplıydı,

sanki.

Yarı beline kadar kara gömülü olan Procolo, gururlu bir şekilde dik duran

başıyla ağaca yaslanmış, duruyordu. Alayı yerdeki engellere, kara ve dik

yokuşa rağmen görkemli bir düzen içinde ilerliyordu. Artık ay ışığında

parlayan süngüleri ayırt ediyordu ve askerlerini birer birer hatırlamaya

başladı. Bayrakla önünden geçtiklerinde, Procolo‟nun sağ kolu bariz bir

şekilde kasıldı: muhtemelen Procolo bayrağı selamlamak istiyordu, ama buz,

kolu artık tümüyle sertleştirmişti.

Bir zafer kazanmışcasına yürüyen görkemli grup, vadinin doruğuna kadar

çıktı ve yavaşlamadan Eski Orman‟daki ağaçların arasına daldı. Askerler

uzun süre sıra sıra geçmeye devam ettiler. Procolo alayının bu kadar

72

olağanüstü büyüklükte oluşuna ilk başta şaşırdı. Aslında tanık olduğu

durumdan memnuniyet duyuyordu.

Belli bir süre sonra süngülerin parıltısı yok oldu, çünkü ay batmıştı. Kar

solgunlaştı. Askerlerin görüntüsü karardı, artık tanınmaz hâldeydiler.

Doğuda zayıf, yeni bir ışık belirdi.

Geçit töreni bittiğinde yıldızlar solmaya başladı ve son askeri müfreze

ormanda kayboldu. Rüzgârların sesi kesildi, beyaz gece boyunca bitap düşen

hayvanlar inlerine, yuvalarına çekildiler.

Her şey, sessizlik ve sükûnet içinde güneşin doğuşunu bekledi. Köknara

yaslanmış duran albay, gururla başı yukarıda, tamamen hareketsiz ama hâlâ

dimdikti. Kolları ve ayakları hareketsiz, gözleri donuktu, ağzı ve abasının

kıvrımları bile kıpırdamıyordu. Sonunda kalbi de durdu.” (Buzzati, 1999:

146-147)

Matteo ölmek üzereyken Benvenuto ile vedalaşır. Benvenuto Matteo‟yu

ölmemesi için ikna etmeye çalışsa da Matteo ölmesi gerektiğini belirtir. Ayrıca

Benvenuto‟ya artık büyüdüğünü, bu nedenle doğayla arasındaki iletişiminin

kaybolacağını vurgular. İkisinin arasında aşağıdaki konuşma geçer:

“-Bu gece bana ölmek düşüyor. Artık yok oluşum başlıyor, birazdan havaya

yükseleceğim, yavaş yavaş gökyüzünde yok olacağım,- dedi Matteo.

[…]

-Hayır- dedi Benvenuto. -Matteo, gitme. Hayır, ölemezsin. Daha yapacak

çok şey var. Düşün, kalırsan, bir zamanların Matteo‟su olacaksın, gücüne

yine kavuşacaksın, üç ay sonra ilkbahar gelecek ve güzel bir mevsim olacak.

Düşün, Evaristo çekip gidecek, yeniden vadinin sahibi sen olacaksın, büyük

fırtınalar meydana getireceksin ve herkes senden korkacak. Baştan

başlayacağız. Sonra, güzel gecelerde ormanda müzik yapacaksın, insanlar

73

çok uzak kasabalardan müziğini duymak için gelecekler. Ağaçların arasında

orman cinleri olacak ve bir zamanlar olduğu gibi seninle şarkı söyleyeceğim.

-Faydası yok- dedi rüzgâr. -Gerçekten gitmem gerekiyor. Zaten, bu gece

belki de senin çocukluğu bırakacağın önemli bir gece. […] Sen yarın çok

daha güçlü olacaksın, yarın senin için yeni bir yaşam başlayacak, ama artık

çoğu şeyi anlamayacaksın: ne ağaçları, ne kuşları, ne nehirleri, ne de

rüzgârları konuştukları zaman duyabileceksin. Ben kalsam bile

söylediklerimin birini bile anlayamayabilirsin. Sesimi duyabilirsin, ama sana

anlamsız bir ses gibi gelebilir, hatta bu olanlara gülebilirsin. Hayır, doğru

zamanda ayrılalım, belki de böylesi daha iyi. ” (Buzzati, 1999: 148-149)

Mattteo Benvenuto‟ya veda ederken Sebastiano‟nun onurlu bir şekilde, tam

bir beyefendi gibi, öldüğünü ifade edip gökyüzüne yükselerek kaybolur:

“Matteo -Elveda, Benvenuto, elveda!- diye sesleniyordu gittikçe zayıflayan

bir sesle. -Ara sıra beni hatırla. Sana bir şey daha söylemem gerekiyor: bu

gece amcan Sebastiano öldü, onu karın ortasında bulacaklar, kimse nedenini

anlamayacak. Ona yakışır bir son oldu, soylu kişilere lâyık bir ölüm oldu.

Rüzgârın sesi boşlukta zayıfladı. Matteo, şefkat dolu duygularını çocuğa

göstererek ona veda etmeye devam etti. Ama artık duyulamayacak kadar

yükseklerdeydi.

Benvenuto bir şeyler söylemek istiyor, ama konuşamıyordu, boğazına bir

şey düğümleniyordu. Güneş doğarken şapkasını salladı, ardından tam bir

sessizlik çöktü.” (Buzzati, 1999: 151)

74

“Il segreto del Bosco Vecchio” adlı romanın kapak resmi

75

6. “IL COLOMBRE” ADLI ÖYKÜ DERLEMESĠNDEKĠ ÖYKÜLERĠN

ĠNCELENMESĠ VE BU YAPITTA GÖRÜLEN DANTE ETKĠSĠ

Buzzati‟nin 1966 yılında Il colombre e altri cinquanta racconti (Colombre

ve Diğer Elli Öykü) adlı öykü derlemesi yayımlanmıştır. Bu tez çalışmasında, içinde

on dört öykünün ve bu öykülerin Fransızca çevirilerinin de olduğu Il colombre-Le K

adlı kitaptan ve Il colombre e altri cinquanta racconti adlı kitaptaki altı öyküden

yararlanılacaktır.

Il colombre-Le K adlı kitaptaki ilk öykü olan ve yapıta adını veren Il

colombre adlı öyküde bir gemi kaptanı olan Stefano‟yu, „Colombre‟ adlı bir balığın

yaşamının sonuna kadar izlemesi ve bu nedenle Stefano‟nun bu balıktan kaçmak için

denizlerde boş yere yaşamını tüketmesi anlatılır. Düşüncemize göre, „Colombre‟

insanın karşısına çıkan engeli simgeler. İnsan karşısına çıkan engeli korkmadan

aşarsa, bu engelin ardında kendisine mutluluk getirecek fırsatlar ya da durumlarla

karşılaşır. Bu nedenle insanın sabırla karşısına çıkan engelle yüzleşmesi gerekir. Söz

konusu öykü bir yandan kaderden kaçışın mümkün olmadığını, diğer yandan ise

insanın kendi kaderini kendisinin yarattığını gösterir. Ayrıca, insanın karşısına bir

engel çıktığında, ondan kaçmak yerine onunla mücadele etmesi gerektiği vurgulanır.

İnsan kendi iradesini kullanarak gözünde büyüttüğü engelleri yenebilir.

Stefano‟nun kaderini etkileyecek olan „Colombre‟ ile karşılaşması, yaşamı

boyunca kendisini takip edecek „Colombre‟den kaçışı ve ömrünün sonunda

„Colombre‟ ile yüzleşmesi söz konusu öyküde şöyle anlatılır: Stefano Roi on iki

76

yaşını doldurduğu zaman deniz kaptanı ve güzel bir yelkenlinin sahibi olan babasıyla

denizde yolculuk yaparken, denizin içinde bir nesnenin kendilerini takip ettiğini

görür. Babası, denize baktığında bunun olduğunu anlar. Onun düşüncesine göre,

Stefano‟yu takip eden „Colombre‟ adında bir canlıdır. Endişeli bir şekilde baba,

oğluna bu canlıyla ilgili şu bilgiyi verir:

“Ben şimdi senin için korkuyorum. Suda gördüğün ve bizi takip eden o şey,

sıradan bir şey değildir. O bir „Colombre‟dir. Dünyanın her denizinde,

denizcilerin korktuğu balıktır. İnsandan daha kurnaz, korkunç ve gizemli bir

köpekbalığıdır. Belki de hiç kimsenin asla bilemeyeceği nedenler yüzünden

kurbanını seçer ve parçalayarak onu yemeyi başarana dek, tüm yaşamı

boyunca, yıllarca onu takip eder. Tuhaf olan ise şudur: Kurbanın bizzat

kendisinden ve kendi kanından olan insanlardan başka hiç kimse onu

görmeyi başaramaz.” (Buzzati, 1990: 22)

Babası bunun üzerine oğlunu denizden uzaklaştırmak için elinden geleni

yapar. Stefano‟yu karaya indirir ve denizden uzak bir kente okuması için onu

gönderir. Yaz tatilinde döndüğünde Stefano, balığın kendisini takip edip etmediğini

görmek için deniz kıyısına bakmaya gider. Stefano denizde yine o balığı görür.

Böylece onu gece ve gündüz bekleyen düşman bir yaratık fikri onda gizli bir

saplantıya dönüşür. Uzak kentteyken bile onu düşünür ve kendisini beklediğini bilir.

Aradan zaman geçip Stefano büyüyünce, kentin büyük bir mağazasında iş bulur.

Babası ölünce yelkenlisi satılır ve böylece Stefano iyi bir servetin mirasçısı olur. Bu

arada içinde „Colombre‟nin düşüncesi yok olacak yerde, artar. Stefano yirmi iki

yaşındayken işinden ayrılarak babasının mesleğini yapmak üzere doğduğu kente

gider. Annesinin köpekbalığından haberi yoktur. Stefano gemisiyle deniz

77

yolculuklarına çıkar. Anlaşılan odur ki, bu şekilde yapmakla korkularıyla yüzleşmek

ister. Deniz yolculuğunda „Colombre‟ onu takip etse de gemideki insanlardan

yalnızca o, „Colombre‟yi görür. İşinde ustalaştığı zaman, babasından kalan küçük

mal varlığıyla küçük bir buharlı yük gemisi satın alır. Ardından bir ticaret gemisi alır.

Ama işinden elde ettiği başarı ve kazanç içindeki tedirginliği yok etmede işe

yaramaz. Uzun yolculuklardan sonra karaya ayak basar, ancak yeniden deniz

yolculuğuna çıkma isteği hemen kendini gösterir. „Colombre‟nin kendisini

beklediğini ve „Colombre‟nin yıkım ile eş anlamlı olduğunu bilse de önüne

geçemediği bir istekle durmadan denizlerde yolculuk yapar.

Stefano yaşlanır. Zengindir, ama mutsuzdur, çünkü düşmandan kaçmak için

tüm yaşamını denizlerde kaçarak geçirmiştir. Stefano ölmek üzere olduğunu anladığı

zaman, en soylu arkadaşın bile gösteremediği bağlılığı göstererek onu izleyen

„Colombre‟ ile yüzleşmek üzere, bir kayıkla yanına giderek onunla konuşur.

„Colombre‟ sanılanın aksine, Stefano‟ya vermek üzere denizin kralından kendisine

güç, şans ve gönül rahatlığı getirecek „Deniz İncisi‟ni ağzının içinde taşımaktadır.

Stefano bunu gördüğünde pişman olarak boş yere „Colombre‟den kaçtığını anlar.

Stefano ile „Colombre‟ arasında şu şekilde bir konuşma geçer:

“Köpekbalığı küçük bir fosforlu küreyi yaşlı kaptana sunarak dilini dışarı

çıkardı.

Stefano onu parmaklarının arasına aldı ve baktı. Aşırı büyüklükte bir inciydi.

Kendisine sahip olan kişiye şans, güç, aşk ve gönül rahatlığı veren ünlü

„Deniz İncisi‟ni tanıdı. Ama artık çok geçti.

78

-Eyvah!- dedi kederli bir şekilde başını sallayarak. -Nasıl bir yanlışlıktır bu.

Yaşamımı cehenneme çevirmeyi başardım: seninkine de zarar verdim.

-Elveda, zavallı adam- diye cevap verdi „Colombre‟. Ve ebediyen karanlık

sulara gömüldü.” (Buzzati, 1990: 34, 36)

İki ay sonra bazı balıkçılar kayığın içinde, Stefano‟yu parmaklarının

arasında küçük bir taş tutmuş vaziyette ölmüş olarak görürler. Buzzati öykünün

sonunda „Colombre‟yi şu şekilde tasvir eder:

“ „Colombre‟ büyük boyutlarda olan, korkunç ve son derece nadir görülen

bir balıktır. Denizlerde ve kıyılarda oturan insanlarca „Kolomber,

kahloubrha, kalonga, kalu-balu, chalung-gra‟ şeklinde de adlandırılır.

Doğabilimciler anlaşılmaz bir şekilde onu tanımazlıktan gelirler. Bazısı da

onun var olmadığını savunur.” (Buzzati, 1990: 36)

L’erroneo fu (Bir Yanlışlık Oldu) adlı ikinci öyküde yanlışlıkla gazeteye,

hakkında ölüm ilanı verilen kırk altı yaşındaki ressam Lucio Predonzani‟nin çıkarı

için ölmüş gibi görünmeye devam etmesi, ama bu durumun daha sonra kendisine

zarar verdiğini anlamasıyla kendisini manevi anlamda ölüme sürüklemesi anlatılır.

Bu öyküde yer alan „Tabut‟ öğesi, Lucio‟nun mutsuzluğunu simgeler. Bize göre,

Buzzati bu öyküde şöhretin ve ondan elde edilen zenginliğin insana mutluluk

getirmediğini vurgular.

Lucio‟nun kendisini hem iş hem özel yaşamında mutsuzluğa sürükleyecek

olan kendi ölüm ilanını gazetede görmesinden sonra, söz konusu öyküde olaylar şu

şekilde gelişir: Lucio bir gün gazetede ölüm ilanını görür. Bu ilana göre Lucio,

79

hastalık nedeniyle ölmüştür. Oldukça şaşırıp sinirlenen Lucio gazetenin müdürüyle

bu durumu konuşur. Müdür bu yanlışlıkla verilen ilanın aslında kendisinin lehine

çevrilebileceği konusunda onu ikna eder. Lucio ölmüş gibi davranırsa tablolarından

daha çok kazanç elde edebileceklerdir. Lucio bu durum karşısında müdürün önerisine

sıcak bakar. Ayrıca, müdürün isteğiyle, Lucio Güney Afrika‟da yaşayan kardeşinin

yerine geçer ve kardeşine benzeyebilmek için sakal bırakır. Dostları ve özellikle de

en yakın arkadaşı olan Oscar Pradelli, Lucio‟nun yas tutan eşini ziyaret ederek

acısını paylaşırlar. Önceleri değeri fazla etmeyen tablolarının ölümünden sonra

değeri artar. Lucio eski tarih atarak tablo yapmaya devam eder. Sakalı uzadığında bir

ay sonra kendisini Güney Afrika‟dan dönen kardeşi gibi tanıtarak ortaya çıkar. Bir

gün ailesine ait mezarlığa gider. Orada akrabalarının tabutlarının olduğu yerde adının

yazılı olduğu tabutu görür. Neyse ki içi boştur.

Oscar Pradelli‟nin ziyaretleri daha da yoğunlaşır. Matilde sanki bundan

memnun gibidir. Oscar‟ın bu ziyaretlerinden kuşku duyan Lucio, bunu Matilde‟ye

belirtir. Matilde Oscar‟ı savunarak onun Lucio‟nun tek gerçek arkadaşı olduğunu,

kendisini teselli ettiğini, bu nedenle ondan kuşkulanmaması gerektiğini ifade eder.

Ayrıca kentte resimlerinin sergisi açılır ve oldukça başarılı olur. Bu sergiden sonra

Lucio ve yapıtları tümüyle unutulur. Bir gün eve döndüğünde, Oscar‟ın eve geldiğini

anlar. Evin içinde samimi ve rahat bir hava vardır. Durumu anlayan Lucio evi terk

eder. O andan itibaren kendisini gerçek bir ölü gibi görür. Bu nedenle adına

yaptırılan tabutun içine girip kapağını kapatır. Aslında Lucio‟yu öldüren gazetedeki

ilan değil, eşinin en sevgili dostuyla ilişkisidir. Lucio‟nun tabutun içine girmesi,

80

kendi mutsuzluğunun içine gömülmesini ve kendisini artık manevi olarak bir ölü gibi

kabullenmesini simgeler. Öykünün sonunda bu hüzün dolu sahne şu şekilde anlatılır:

“Bir gün kıra yaptığı bir geziden eve döndüğü zaman, girişe sevgili arkadaşı

Oscar Pradelli‟nin asılmış olan yağmurluğunu tanıdı. Ev sakindi, oldukça

samimi ve rahattı. Evde alçak sesler, fısıldaşmalar, sevgi dolu iç çekişler

duyuluyordu.

Ayaklarının ucuna basarak eşiğe kadar geriledi. Mezarlığa doğru yürümek

için yavaş yavaş çıktı. Tatlı, yağmurlu bir akşamdı.

Ailesine ait küçük kilisenin önündeyken, etrafına baktı. Hiç kimse yoktu. O

zaman tunçtan yapılmış kapı kanadını açtı.

Acele etmeksizin, karanlık çökerken, „onun‟, Lucio Predonzani‟nin oldukça

yeni tabutunu kapatan vidaları bir çakıyla yavaş yavaş çıkardı.

Tabutu açtı, sonsuz uykularında ölülere yaraştığını düşündüğü bir duruş

takınarak büyük bir sakinlikle tabutun içine sırt üstü yattı. Hiç tahmin

etmediği kadar rahattı.

Duruşunu bozmadan, yavaş yavaş, kapağı üstüne çekti. Ufak bir aralık

kaldığı zaman, birisinin onu çağırıp çağırmadığını anlamak üzere etrafı bir

an dinledi. Ama hiç kimse onu çağırmıyordu.

O zaman kapağı tümüyle indirdi.” (Buzzati, 1990: 52, 54)

Riservatissima al Signor Direttore (Müdür Beye Özel) adlı üçüncü öyküde

Buzzati çalıştığı gazetenin müdürüne yaptığı utanç verici davranışı ve bundan dolayı

duyduğu pişmanlığını anlatır. Buzzati bu öyküde, Ileano Bissàt‟ın yapıtlarını kendisi

yazmış gibi göstermesinin kendisine hiçbir şey kazandırmadığını, aksine mutsuzluk

verdiğini belirtir. Buzzati‟nin bu öyküde asıl vurgulamak istediği düşünce şudur:

İnsan, başarı kazanmak adına başkalarının yaptıklarını bizzat kendisi yapmış gibi

81

göstermemelidir. Başarı, ancak insanın kendi çabasıyla özgün işler yapmasıyla elde

edilir. Başkalarının yaptıklarından ise yalnızca esinlenilebilinir. Buzzati, otuz yıl

önce gazetede muhabirken, müdürü Buzzati‟nin yazdığı haberleri beğenmeyip

düzeltir. Buzzati buna içten içe üzülür. Yazdığı haberler beğenilmese de Buzzati‟nin

işine son verilmeyişinin nedeni, kentte dolaşarak haber toplamak için sarf ettiği

büyük çabadan kaynaklanır. Buzzati, kendisinden daha genç bir meslektaşının

makalesini okuduğunda ya da yaşıtının kitabı yayımlandığında ve bunların başarılı

olduğunu gördüğünde kıskançlık duymaktadır. Ayrıca, bazen edebi yazılar yazmaya

çalışsa da istediği gibi olmaz.

Bir gün Ileano Bissàt adında, hastalık nedeniyle işini kaybetmiş, edebi

kalemi kuvvetli, Buzzati‟nin eski bir lise arkadaşının amcası Buzzati‟den iş için

yardım ister. Ileano yazdığı roman ve öykülerin gazete tarafından yayımlanmasını

ister. Buzzati, sıradan bir muhabir olduğundan onun imzasının yeterli olmadığını,

önemli yazarların yazılarının gazete tarafından yayımlandığını dile getirir. Ancak

Ileano, yazdıklarına bir göz atması konusunda Buzzati‟ye ısrar eder ve oradan ayrılır.

Buzzati yazıları eve götürür ve aradan biraz zaman geçince onları inceler. Özellikle

romanı incelediğinde oldukça beğenir ve biraz da Ileano‟yu kıskanır. Çünkü

Buzzati‟nin tam olarak ifade edemediği duyguları Ileano şaşırtıcı bir başarıyla

romanında yansıtmıştır. Buzzati aynı zamanda bu durumdan tedirgin olur, çünkü

roman yayımlandığı takdirde Ileano‟nun kendisini geçeceğinden endişelenir.

Buzzati‟nin o andaki ruh durumu öyküde şu şekilde anlatılır:

“Otuz yıl sonra hâlâ sakinleşmeyen yabani bir kıskançlığın etkisi altında

kaldım. Olamazdı böyle bir şey! Roman olağanüstü, yeni ve iyiydi. Belki

82

çok güzel değildi, belki güzel bile değildi, ya da tamamen çirkindi. Ama

rahatsız edici bir şekilde bana uygundu, bana benziyordu, bana benmişim

gibi bir his veriyordu. Yazmak istediklerimin hepsi orada birer birer vardı,

oysa ben yetenekli değildim. Dünyam, zevklerim, nefretlerim. Yapıtı aşırı

derecede beğendim.

Hayranlık mı? Hayır. Yalnızca öfke duyuyordum, ama güçlü bir öfke:

Çcukluğumdan beri yapmayı düşlediğim, ama başaramadığım şeyleri yapmış

olan birisi karşıma çıkıvermişti. Tuhaf bir tesadüf olduğu kesindi. Ve şimdi

o zavallı kişi, çalışmaları yayımlandığında, yolumu kesecekti. Son bir

umutla, kendime hâlâ bir yol açabilme konusunda düşlediğim gizemli

krallığa ilk olarak o girecekti. Diyelim ki ilham sonunda yardımıma gelse, ne

yapardım? Kopya çeken, hileci bir kişi olurdum.” (Buzzati, 1990: 64, 66)

Ileano bir gün Buzzati ile yeniden yazılarıyla ilgili konuşmak üzere

gazeteye gelir. Ileano yazılarının tanınmayan bir kişi olduğundan

yayımlanmayacağını anlar. Paraya ihtiyacı olduğundan Buzzati ile bir anlaşma yapar.

Bu anlaşmaya göre yazıları Ileano yazacak, Buzzati de kendisi yazmış gibi altına

imzasını atacaktır. Buzzati kazandığının yüzde seksenini ona verecektir. İlk başta

Ileano‟nun teklifini reddeder, ama içindeki başarı ve yükselme hırsının önüne

geçemeyince, teklifi kabul eder. Öykülerin gazetede yayımlanmasının ardından

romanı piyasaya çıkar. Yazdıkları oldukça beğenilir. Buzzati bu durumdan utanç

duymaktan ziyade, zevk almaya başlar. Öyküler bitince Ileano, Buzzati‟ye daha çok

öykü yazar. Buzzati başarı kazanınca, muhabirliği bırakıp üçüncü sayfa yazarı olur,

artık çok kazanmaya başlamıştır. Ileano‟nun ise üç çocuğu daha dünyaya gelir; bir

otomobile ve deniz kıyısında bir eve sahip olur. Ileano oldukça alçakgönüllüdür;

Buzzati onun sayesinde ünlü olmuştur, ancak Ileano bu durumu Buzzati‟nin yüzüne

83

vurmaz. Ne var ki aldığı para ona az gelir, bu nedenle Buzzati‟den daha çok para

istemeye başlar. İnsanlar Buzzati‟nin kazandığı o kadar parayı nereye harcadığını

merak eder, çünkü Buzzati‟nin dikkati çeken bir harcaması yoktur. Böylece cimri biri

olarak anılmaya başlar. Aldığı paranın Ileano‟ya yetmemesi, Buzzati‟nin borca

girmesine neden olur.

Aradan otuz yıl geçer. Bir gün Buzzati ile Ileano arasında bir tartışma çıkar.

Bunun nedeni, Ileano‟nun yapılan anlaşma sonucunda kendisine verilen miktardan

yine daha fazla para istemesidir. Buzzati bu isteği kabul etmez. Ileano Buzzati için

artık yazı yazmayı bırakır. Buzzati, öykünün sonunda, gazetenin müdürüne

seslenerek, kendisini kurtarması için ondan bir miktar para ve mektubunun gazetede

yayımlanmasını ister. Öte yandan müdüre güvendiğini belirtir: müdürün bu mektubu

gazetede yayımlamayacağından emindir. Olur da yayımlarsa, gazetenin bundan zarar

göreceğini vurgular. Öykünün sonunda bu durumu ifade eden cümleler şöyledir:

“[…] Bizi kuşatan insanlığın bataklıktaki umursamazlığının içine yanan

meteorlar gibi aniden düşen bazı „yazılarımı‟ hatırlıyor musunuz?

Mükemmel değil miydiler? Bana yardım edin. Küçük bir artış, ayda ikiyüz-

üçyüzbin yeterli olur. Evet, hiç olmazsa şimdilik ikiyüzün yeterli olacağını

düşünüyorum. Ya da en kötü ihtimalle, ne bileyim, birkaç milyon ödünç

verseniz? Gazete için daha ne istiyorsunuz? Böylece ben de kurtulurum.”

[…]

“Bir virgül bile çıkarmaksızın, bu mektubu üçüncü sayfada yayımlamanız

yeterlidir.”

84

[…]

“Hayır. Sizin kötü biri olabileceğiniz ve beni yok etmek isteyeceğiniz ile

ilgili anlamsız bir ihtimalin üstünde bile durmam, asla ve asla bu utanç verici

mektubu […] yayımlatmazsınız. Gazete bundan sert bir darbe alır.” (Buzzati,

1990: 76, 78)

L’arma segreta (Gizli Silah) adlı dördüncü öykü, Amerika ve Rusya

arasında çıkan Üçüncü Dünya Savaşı‟nda atılan gizli silahla ilgilidir. Bu öyküde gizli

silahla kastedilen, iki ülkenin ideolojilerinin birbirlerine yayılmasının simgesel

olarak anlatımıdır. Bu öyküde sonradan fikir değiştiren ülkelerin aralarında ateşkes

yapılsa da, aralarındaki düşmanlığın sürdüğü vurgulanır. Öykünün sonunda ise gizli

silah sonucu Amerika‟daki demokratik fikirler Rusya‟ya, Rusya‟daki komünist

fikirler Amerika‟ya ulaşır, ancak iki ülke arasındaki soğuk savaş kaldığı yerden

devam etmektedir. Amerika ve Rusya arasında Antarktika‟da bulunan Whipping

Toprağı nedeniyle uyuşmazlık vardır. Burası henüz keşfedilmemiş ve gizemli

dağların arasında bulunur. Ayrıca, yalnızca bazı gizli servislerce bilinen birkaç gizli

hazineyi bulunduruyor olmalıdır. Öyküde bu açıklamadan sonra soğuk savaş ve gizli

silahlarla ilgili şu şekilde bilgi verilir:

“Denilebilir ki, insanların şaşkınlığı arasında, soğuk savaşın düellosu

birdenbire tehlikeli ve güçlü bir biçime girdi. Her iki taraf şüpheli olduğu

kadar tehdit edici konuşmalar yaptı. Ve ısrarla „akla sığmayan, inanılmaz,

olağanüstü‟ olarak tanımlanan, birkaç saat içinde düşmanı tümüyle teslim

olmaya zorlayacak yeni ve gizli silahlardan bahsedildi.” (Buzzati, 1990: 82)

85

Bu arada Moskova, Amerikan sınır nöbetçilerinin kırk sekiz saat süre

içerisinde Whipping Toprağı‟nı boşaltması konusunda ültimatom verir.

Washington‟dan cevap gelmez. Amerika‟da, bu tehlikeli durum karşısında oldukça

önem taşıyan tertibatın uygulanması emri yayılır. Tehlikenin yaklaşmasıyla insanlar

kendi derdine düşmeye başlar. Amerika‟da üçüncü derece (en yüksek) genel alarm

verilir, çünkü Amerika‟ya Rusya‟dan füzeler atılacaktır. Bunun üzerine Amerika da

Rusya‟ya füze atar. Ardından büyük bir patlamayla beyaz bir sis tabakası Amerika‟yı

kaplar. Ancak sanıldığı gibi insanlar ölmez. Patlamadan sonra yayılan sis örtüsü ve

yayılımı öyküde şu şekilde tasvir edilir:

“Ardından, artık patlamalardan sarsılmayan o bembeyaz sis örtüsünün

yavaşça indiği görüldü. Hiç kimse ne olduğunu bilmiyordu. Ve yerin

seviyesine indiğinde daha korkunç sonuçlar doğuracağı düşünülüyordu.

Nitekim beyaz buhar alçaldı ve aynı sis, evlerin içine, yerin altlarına,

sığınakların içine, daracık aralardan girerek her yere yayıldı. En erişilmez

yerlere gizlenerek oralarda kapalı kalan insanlar, korkudan taş kesilmiş bir

şekilde engel tanımayan beyaz gaz buharının içeri girdiğini gördüler. Birkaçı

öksürmeye başladı. Diğerleri diz çökerek dua ediyorlardı. Ölüm gelmişti.

Ne var ki öksürükler dindi. Baygınlık geçirmemelerine inanamayan insanlar

sessiz bir şekilde birbirlerine bakıyorlardı. Hiçbir şey yoktu. Ne boğulma, ne

yanık, ne de acı hissi.

[…]

Beyaz buhar, Beyaz Saray‟ın en kurşungeçirmez sığınağının da içine kadar

girdi. Orada, aşağıda, herkes maske takmıştı ama maskelerin içlerine bile

küçük buhar akışları sızdı. Her biri buharın, hafifçe bir dokunuş gibi,

yanaklarına süründüğünü hissediyordu.” (Buzzati, 1990: 88, 90)

86

Rusya‟da da aynı şekilde gaz yayılır. Her iki devletin ideolojileri o gazın

yayılımıyla birbirlerine geçer, yani Amerika‟ya Marksizm, Rusya‟ya Demokrasi

yayılır. Gazın yayılımı sonuncunda iki devlet ateşkes ilan eder. Bu ateşkesle zafere

ulaştıkları düşünülür, ancak ilk temaslardan sonra soğuk savaş tekrar başlar.

Povero Bambino! (Zavallı Çocuk) adlı beşinci öyküde Adolf Hitler‟in beş

yaşındayken annesi Clara tarafından parka götürüldüğü zamanlar arkadaşlarının

kendisiyle alay edişi anlatılır. Buzzati bu öyküde, insanın çocukluğundaki bazı

kusurlara bakılarak onun geleceğiyle ilgili önyargılı bir yaklaşım içinde bulunmanın

yanlış olduğunu vurgulamak ister.

Öykünün çocuk kahramanı olan küçük Dolfi‟nin arkadaşları onunla alay

etmek için ona „Marul‟ adını takarlar. Dolfi esmer, zayıf, solgun ve güçsüz bir

çocuktur, bu nedenle arkadaşları onunla oynamaz. Dolfi de bunu bildiğinden,

genellikle onlara yanaşmayıp tüfeğiyle tek başına oynamayı tercih eder. Annesinin

ısrarlarına rağmen, kendisine „Marul‟ dendiğinden çocuklarla oynamak istemez.

Bunlar sarışın ve güçlü çocuklardır. Hızlı hareket ederler, koşarlar, Dolfi ise bunları

yapamaz. Diğer çocukların savaş için sapan, tüfek, yay, miğfer gibi araçları vardır.

Dolfi‟nin ise yalnızca bir tüfeği vardır. İçlerinden mühendis Weiss‟in oğlu Max‟ın

gerçek askerlerinki gibi tümüyle parlak bir zırhı vardır.

Daha sonra çocuklar Dolfi‟nin yanına yaklaşarak tüfeğiyle ilgili övgü dolu

sözler söylerler ve onun bu tüfekle yüzbaşı olup savaşabileceğini dile getirirler.

İlginçtir, bu kez ona „Marul‟ diye hitap etmezler. Dolfi çocukların bu davranışından

87

oldukça memnun kalır. Çocukların savaş planına göre iki ordu vardır: General

Max‟ın ordusu ve General Walter‟ın ordusu. İlki dağları işgal eder, ikincisi ise geçiş

yolunu zorlayacaktır. Dağlar, gerçekte, düzensiz çalıların olduğu otla kaplı iki nehir

kenarıdır, geçiş yolu ise inişli bir yoldur. Dolfi yüzbaşı rütbesiyle General Walter‟ın

ordusuna atanır. İki grup gizlice savaş planı yapmak için ayrılırlar. Böylece Dolfi‟ye

diğer çocuklar tarafından ilk kez değer verilir. Dolfi Walter‟ın kendisine verdiği

görevle öncü birliği yönetecektir. Dolfi‟yi geçiş yolunu araştırması için grubun

başına gönderirler. Dolfi dik bir inişin çevrelediği yolun başında görünür. Walter‟ın

emriyle ve o sırada geçen askeri bir ordudan gelen borazan sesiyle cesaret bularak

grubundaki çocuklara saldırı emri verip, büyük bir süratle yoldan aşağıya iner.

Yerden on santim yükseklikteki bir ipe ayağı takılan Dolfi yere düşer. Burnu kötü bir

şekilde yaralanır ve tüfeği elinden düşer. O sırada çalılardan birden beliriveren

düşmanlar suya batırılarak yapılmış topraklı topları ona atarlar. Ardından General

Walter ve grubundakiler onun üstüne hücum ederler. Uzaklaştıklarında, Dolfi

ağlamaklı bir şekilde tüfeğini bulduğunda, artık kullanılamayacak durumda olduğunu

görür. Ardından annesi onu gördüğünde oğlunun bu durumuna içten içe acıyarak

diğer sarışın ve güçlü çocuklar gibi bir çocuğu olmadığına üzülür. Ayrıca oğlunun

sıradan bir çalışan olmasını değil, önemli bir konuma gelmesini istemektedir. Ancak

bu hayalini gerçekleştiremeyeceğini düşünerek çocuğunun kaderi konusunda

endişelenir. Annesinin oğluyla ilgili endişe dolu düşünceleri öyküde şu şekilde

yansıtılır:

“[…] Hangi mutsuz kader onu bekliyordu? Niçin parkı dolduran o sarışın ve

kanlı canlı çocuklar gibi birini dünyaya getirmeyi başaramamıştı? Niçin

Dolfi büyürken bu denli çok sıkıntı çekiyordu? Niçin her zaman böyle

88

soluktu? Niçin onlardan daha az sevimli görünüyordu? Niçin damarlarında

kan yoktu ve her zaman başkaları tarafından istenildiği gibi yönetiliyordu?

Hayalinde oğlunun onbeş-yirmi yıl sonra nasıl olabileceğini

canlandırabilmek için çaba gösterdi. Onu, üniformalı olarak bir süvari

birliğinin başında; gösterişli bir kıza sarılmış olarak, veya büyük bir

dükkânın patronu ya da kaptan olarak hayal etmek istiyordu. Ama bunu

başaramıyordu. Onu hep elinde bir kalemle oturmuş ve önünde büyük kâğıt

yığınlarıyla, okul sıralarında, evin içindeki yazı masasında, tozlu büro

masalarında kamburu çıkmış bir vaziyette görüyordu. Bir bürokrat, hüzünlü

bir emir insanı. Her zaman bir zavallı, yenik biri gibi yaşayacaktı.” (Buzzati,

1990: 112)

Dolfi‟nin annesiyle konuşan genç bir kadın Dolfi‟ye acıyarak onun zavallı

bir çocuk olduğunu dile getirir. Başka bir kadın ise Dolfi‟nin annesine, çocuklarla

uğraşmanın insanı üzdüğünü söyler. Çocuğun annesinin Clara Hitler, dolayısıyla da

çocuğun Adolf Hitler olduğu anlaşılır:

“-Ay, zavallı yavrucak!- diye acıma hissini dile getirdi Bayan Clara ile

konuşmakta olan genç, şık kadın. […]” (Buzzati, 1990: 112)

[…]

“-Nasıl da üzüyor insanı bu çocuklar!- diye haykırarak veda etti diğer kadın.

-Güle güle, Bayan Hitler! (Buzzati, 1990: 114)

Cacciatori di vecchi (Yaşlı Avcıları) adlı altıncı öyküde yaşlı bir adamın

gençlerin kendisini dövüp öldürmesinden korktuğu için onlardan kaçışı anlatılır.

Yaşlıları sevmeyen gençler, özellikle de kenar mahallede oturanlar, geceleri yaşlıları

avlamak için harekete geçer. Bulduklarında onlara her türlü eziyeti ederler, hatta

89

kimi zaman onları öldürürler. Gazeteler, radyo, televizyon ve filmler gençlere destek

vermektedir. Bunun üzerine yaşlılar, ruhlarının genç olduğunu göstererek gençlerin

isteklerini ve üzüntülerini paylaşmaya çalışırlar. Ne var ki gençler yaşlılara karşıdır.

Yaşlılara karşı dernekler ve tarikatlar kurulur. Gençler kendilerini dünyanın hâkimi

gibi hissederler ve aile reislerinin sahip olduğu egemenliği kendileri için isterler.

Sloganlarına göre, „Yaş bir suçtur.‟

Gençler özellikle genç kadınlarla arkadaşlık yapan yaşlı erkekleri yakalarlar.

Bu yaşlılardan birisi, kâğıt üretilen küçük bir tesisin yöneticisi olan kırk altı

yaşındaki Roberto Saggini‟dir. Gece vakti Roberto sigara almak için arabasını

durdurur. Arabanın içinde kız arkadaşı onun gelmesini beklemektedir. Roberto sigara

alıp arabasına dönerken gençlerin kendisine doğru yaklaştıklarını fark eder.

Arabasına ulaşamayacağını anlayınca, kız arkadaşı Silvia‟ya oradan arabayla

uzaklaşmasını söyler. Silvia hemen denileni yapar. Roberto sigara aldığı bara

sığınmak ister, ama dükkânın kapandığını fark eder. Gençlerden birisinin üstünde

büyük olarak yazılmış, beyaz renkli „R‟ harfinin bulunduğu koyu kırmızı bir kazağın

olduğunu görür. Bu genç, gazetelerin aylarca kendisinden bahsettiği, en acımasız

çete reisi olan Sergio Régora‟dır. Sonra Roberto yolunu kesmeye çalışan yine

üstünde beyaz renkli „R‟ harfinin yer aldığı kazağı olan, elinde kırbacıyla bir kız

görür. Roberto gençleri atlatarak büyük çadır ve karavanların bulunduğu lunaparka

doğru gider. Gençlerden birisi, Roberto‟nun kendi babası olduğunu anlayıp Sergio‟ya

bunu dile getirir. Bu genç, babası Roberto‟yu yakalamak için bir an tereddüt eder,

ancak Sergio‟nun teşvikiyle cesaretlenerek, Sergio ve diğer gençlerle birlikte

babasını yakalamaya gider.

90

Önce bir sirk çadırının alt kısmına saklanan Saggini, sonra yakınında duran

bir çingene arabasındaki kadına kendisini gizlemesini rica eder, ama kadın isteğini

reddeder. Aradan biraz zaman geçer. Ardından gençlerden biri Roberto‟ya saldırır.

Roberto kendisini savunmak için o gence vurduğunda, onun kendi oğlu Ettore

olduğunu fark eder. Roberto oğluna yardım etmek isterken diğer gençler ona

saldırmaya çalışırlar. Kendisi için lunaparkta artık gizlenecek bir yer olmadığını

anlayan Roberto, oradan hızla uzaklaşır. Gençler onu yine takip etmeye başlarlar.

Roberto, Sergio‟yu gördüğünde yolundan çekilmek için geriye adım atar.

Dayanacağı bir yer bulamayınca dik bir uçurumdan aşağı düşer, ancak ölmez.

Böylece gençlerden kurtulmuş olur. Polisten korkan gençler oradan uzaklaşır. Sergio

kız arkadaşıyla baş başa kalır. İkisi de şaşırmış bir vaziyette kendilerinin yaşlanmış

olduklarını fark ederler.

Ardından öyküde Roberto konusu işlenir. Roberto yalnız kalmıştır. Kendisi

de artık yaşlı biri olduğundan, gençler bu kez onu yakalamak üzere peşine düşerler.

Buzzati burada Sergio‟nun hemen yaşlanmasını simgesel olarak anlatır. Buzzati‟nin

bunu yaparken asıl vurgulamak istediği, gençliğin kısa sürdüğü, günün birinde

insanın yaşlanacağı, bu nedenle gençlerin yaşlılara iyi davranmaları gerektiğidir.

Öykünün sonunda Sergio ile kız arkadaşının birbirlerinin yaşlandıklarını nasıl fark

ettikleri ve Sergio‟nun artık yaşlı biri olduğu için gençlerin onu takip etmeye

başlamaları şu şekilde anlatılır:

“Birbirlerini incelemek için yanaştılar.

-Aman Tanrım, yüzüne ne oldu böyle? Niçin saçlarında o kadar çok beyaz

var?

91

-Senin de, senin de korkunç bir yüzün var!

Beklenmedik bir huzursuzluk duydu. Böyle bir durum Régora‟nın başına hiç

gelmemişti. Kendisine bakmak için bir vitrine yanaştı.

Camda yaklaşık elli yaşlarında, gözleri ve yanakları kırışık, boynu

pelikanlarınkini andıran bir adam gördü. Gülümsemeyi denedi, iki dişi

eksikti.

Bu bir kâbus muydu? Döndü. Kız gözden kaybolmuştu. Meydanın sonunda

büyük bir süratle üç genç ortaya çıkıverdi. Sonra beş, ardından sekiz oldular.

Dehşet verici uzun bir ıslık çaldılar: „Yakalayalım şu yaşlıyı!‟

Régora bütün gücüyle koşmaya başladı. Ancak oldukça güçsüzdü. Korkusuz

ve merhametsiz gençlik çağı, uzun sürecekmiş ve hiç bitmeyecekmiş gibi

gelirdi insana. Oysa mahvolması için bir gece yeterli olmuştu. Artık

tüketeceği hiçbir şey kalmamıştı. Şimdi yaşlı oydu. Ve sırası gelmişti.”

(Buzzati, 1990: 134, 136)

La giacca stregata (Büyülü Ceket) adlı yedinci öyküde bir terzinin öykünün

kahramanına diktiği kıyafette ceketin gizemli oluşu, ancak bu ceketin cebinden çıkan

paraların öykünün kahramanına mutluluk getirmediği anlatılır. Buzzati bu öyküde

kirli işler sonucu ya da emek sarf edilmeden kazanılan paraların insana yaramadığını,

bir an için sahibine mutluluk getirdiğini, ama sonra kişiyi mutsuzluğa sürüklediğini

vurgular. Buzzati bu düşüncesini „Ceket‟ motifiyle simgesel olarak yansıtmaya

çalışır.

Öykünün kahramanı, katıldığı bir davette bir adamın kıyafetini çok beğenir,

bu nedenle adamdan kıyafeti diken terziyi öğrenir. Adı Alfonso Corticella olan bu

terzi keyfi olursa ve az sayıda kişiye diker. Ancak terzi, öykünün kahramanının

davette tanıştığı adama üç sene önce diktiği kıyafetin faturasını hâlâ göndermemiştir.

92

Bir gün öykünün kahramanı bu terziye kıyafet diktirmek için gider. Terzi ona gri

renkte bir takım diker, ama ondan da diktiği kıyafetin faturasını hemen istemez.

Öykünün kahramanı o anda terziyi sempatik bulsa da, eve döndüğünde içinde bir

huzursuzluk olduğunu fark eder. Kıyafeti dikilip kendisine geldiğinde onu çok

beğense bile, ilk başlarda giymek istemez. Ceketi, pantolonu ve yeleği giymeye karar

verdiği gün, takımın mükemmel bir şekilde üstüne oturduğunu görür. Kâğıtları hep

sol cebine koyma âdeti vardır. Ama bürosundayken tesadüfen elini sağ cebine

koyduğunda, içinde on bin liretlik kâğıt para olduğunu fark eder. Terziye bir

müşterinin yaptığı bir ödemenin söz konusu olabileceğini, terzinin yanında cüzdanı

olmadığından vitrin mankeninin asılı ceketine koyduğunu düşünür. Bu nedenle

parayı geri vermek için sekreterine mektup yazdırmaya karar verir. O sırada elini

ceketin sağ cebine soktuğunda, cepte başka bir kâğıt paranın daha olduğunu anlar ve

terziye mektup göndermekten vazgeçer. Üçüncü kez denediğinde de aynı şey olur:

“Sekreter gittikten sonra, cepten kâğıt para çıkarmak üzere cesaretimi

topladım. Onbin liretlik bir banknottu. O zaman üçüncü kez denedim. Ve bir

banknot daha çıktı.” (Buzzati, 1990: 146)

Eve gittiğinde, ceketinin cebinden yine paralar çıkarmaya devam eder.

Ellisekiz milyon parası olan ceketin sahibi, paraları eski bir bavulun içine koyar.

Paraları çıkarışı ve bavula koyuşu şöyle anlatılır:

“Dibi yokmuş gibi görünen cepten büyük bir çabuklukla peş peşe

banknotları çıkarmaya başladım.

[…]

93

Önümde şaşırtıcı bir banknot yığını duruyordu. Şimdi önemli olan, hiç

kimsenin haberi olmadan bu banknotları gizlemekti. Halı dolu eski bir

bavulu boşalttım ve içine yavaş yavaş saydığım paraları koydum. Ellisekiz

milyon para vardı.” (Buzzati, 1990: 146, 148)

Cebinde para olduğunu anlayınca, memnuniyet duyar, ama bir banka

arabasının soyulduğu haberini duyduğunda keyfi kaçar. Onu şaşırtan ele geçirilen

paranın tam tamına ellisekiz milyon olmasıdır. Ayrıca, arabayı soyanlardan biri

koşuşturan insan kalabalığını yarmak için ateş ettiğinde, yoldan geçen biri ölmüştür.

Akşam olunca, ceketin sahibi yine cebinden para çıkarmaya başlar. Bu kez

yüzotuzbeş milyon çıkarır. O gece, belki bir tehlikenin önsezisiyle, belki de hak

etmeden elde ettiği olağanüstü bir şanstan dolayı duyduğu vicdan azabından,

uyuyamaz. Sabah hemen gazete almak için dışarı çıkar ve gazeteyi okuduğunda çok

şaşırır. Çünkü bir mazot deposundan çıkan yangın, büyük bir mobilya mağazasının

para kasasındaki yüzotuzbeş milyonu yakıp kül etmiştir. Ayrıca iki itfaiyeci yangında

ölmüştür. O andan itibaren ceketinden elde ettiği paraların kendisine ağır suçlardan,

kandan, umutsuzluktan, ölümden, hatta cehennemden geldiğini anlar. Öte yandan bu

olaylarla bir ilgisi olmadığını düşünerek paraları çıkarmaya devam etmektedir. Göze

batmamak için eski dairesini terk etmeksizin büyük bir villa satın alır; değerli bir

tablo koleksiyonuna sahip olur; lüks arabalara biner; şirketinde çalışmayı bırakır ve

kadınlarla birlikte dünyayı gezer. Borcunu ödemek için terziyi aradığında, onun

yurtdışına gittiğini öğrenir. Ceketin sahibinin yıllardır oturduğu apartmanda altmış

yaşında emekli bir kadın gazdan zehirlenerek ölmüştür. Kadın, bankadan çektiği

otuzbin liretini kaybettiği için intihar etmiştir. Paralar, anlaşıldığı üzere, cekettedir.

94

Artık olanlara daha fazla dayanamayan ceketin sahibi, ceketten kurtulmaya

karar verir: Hiç kimsenin olmadığı, uzak bir yere arabayla gider. Arabasını bir çayıra

bırakır. Oradan uzaklaşıp başka bir yerde ceketi yakar. Ceketin yanmasıyla birlikte,

ceketten çıkan paralarla sahip olduğu her şey ortadan kaybolur. Gizemli bir şekilde

sahip olduklarının yok oluşu öykünün sonunda şu şekilde anlatılır:

“Çayırların üstünde duran arabam artık yoktu. Kente döndüğümde ise,

görkemli villam ortadan kaybolmuştu. Yerinde, üzerinde „Satılık Belediye

Arsası‟ tabelası duran çayırla kaplı bir yer vardı. Ve, nasıl iştir, banka

hesaplarım tamamen boşalmıştı. Çok sayıdaki kasamın içindeki hisse

senetleri ortadan kaybolmuştu. Eski bavulumun içindeyse tozdan başka

hiçbir şey yoktu.” (Buzzati, 1990: 156)

Ceketin sahibi yeniden çalışmaya başlar. İşin ilginç yanı, hiç kimse onun bu

beklenmedik yıkımına şaşırmamaktadır. Yıkımına neden olan o alçak gülümsemeye

sahip terzinin kendisine para almak için bir gün uğrayacağını düşünür.

Teddy Boys adlı sekizinci öyküde banliyölerde yaşayan gençlerin soylu

gençlere özenmeleri; onlar gibi giyinip davranmaya çalışmaları, hatta onların

yaşadığı yerlere gelip kılıçlarını kullanarak onlarla mücadele edişleri anlatılır.

Buzzati bu öyküde soylu insanların sıradan insanları hor görmemelerini, onların da

umulmadık bir anda kendilerini alt edebileceğini vurgulamak ister.

Banliyölerde yaşayan gençler, soyluların yaşadığı yerlere geceleri giderler.

Gece bekçileri yerleri yeterince koruyamadığından, bu görevi soylu gençler üstlenir.

Bir akşam onaltı-onyedi yaşlarındaki üç genç, soyluların oturduğu yerlere

95

geldiklerinde, soylu gençlerden Fabrizio Cortezani, Franz De La Hurthe ve öykünün

kahramanı Lionetto Antelami ile karşılaşırlar. Fabrizio ile o gençlerden biri arasında

bir düello olur ve düelloyu Fabrizio kazanır. Sonraki gecelerde benzeri olaylar

meydana gelir ve soylu gençler düellolarda galip gelirler. Banliyölerden gelen

gençlerden hepsi soylu gençlerle savaşmaya cesaret edemez. Bunlardan zayıf, soluk

benizli ve karalar giymiş bir genç, bir arkadaşının Lionetto tarafından en azından beş

kez cezalandırıldığını görür. Korktuğu için uzaklaşırken Lionetto ona meydan okur.

O gencin Lionetto‟ya nefret dolu bakışları vardır.

Bir gece Lionetto, bir arkadaşıyla birlikte yine o genci görür ve onunla

alaycı bir şekilde konuşmaya başlarlar. Bunun üzerine o genç de kılıcıyla meydan

okur ve bir düello gerçekleşir. Düello sırasında onlara bakan Lionetto‟nun sevdiği

kız Giuliana için ölmek istediğini belirten gencin sözleri karşısında Lionetto oldukça

öfkelenir ve kılıcıyla ona daha sert bir şekilde saldırmaya başlar. Ancak genç,

Lionetto‟nun saldırılarından inanılmaz bir şekilde kurtulmayı başarır. İnsan alt

edemediği kişiyi gözünde büyütür. Lionetto da bu genci yenemeyeceğini

anladığından, genç onun gözünde büyür. Öykünün sonlarına doğru Lionetto‟nun

düşüncelerini Buzzati şu şekilde yansıtır:

“Garip. Biraz öncekinden daha uzun görünüyor sanki. Oysa boyu neredeyse

benimle aynı. Eğri büğrü dudakları, dişleri gözükecek şekilde hafif aralık.

Sanki gülüyor.”

[…]

“Gülüyor, alaylı bir şekilde gülüyor, zavallıcık. Şimdi uzun, çok uzun, boyu

benden tam bir baş daha uzun. Ve kuru kafa misali çukur, karanlık, yuvarlak

96

iğrenç gözleriyle beni yiyor. İki değil, üç, dört, daha da çok, uzun, ince, hızlı

bacakları var. Bir kılıcı değil, değirmen çarkı gibi dönen iki, beş, elli kılıcı

var. Göz ucuyla arkadaşıma bakıyorum. Duvara yaslanmış, hareketsiz bir

şekilde duruyor, yüz ifadesi çok garip.” (Buzzati, 1990: 176)

O genç, Lionetto‟ya saldırmaktan vazgeçmez. Lionetto saldırılarına

direnmeye çalışsa da bir türlü başaramaz. Göğsünden aldığı darbeyle yaralanarak

ölür. Öykünün sonunda yer alan bu bölüm şöyle anlatılır:

“Korkunç örümcek beni izliyor. Ben kendimi savunuyorum, savunuyorum.

Bileğime bir kramp giriyor. Dayanabilecek miyim? Güçlükle nefes

alıyorum. Hızlı olmak gerekiyor. Arap manevrasına başvuracağım. Her

zaman değil, ama çok önemli durumlarda işe yarar… İşte!

Ateşin ucu burada, göğsümün içinde, gittikçe daha da içinde. Kim ışıkları

söndürüyor şimdi? Niçin bu kadar karanlık?” (Buzzati, 1990: 176)

La Torre Eiffel (Eyfel Kulesi) adlı dokuzuncu öyküde Eyfel Kulesi‟nin

yapılışı, yapılışındaki sır ve gökyüzünü fethetme arzusu ile yükselişi anlatılır. Bu

öyküde „Kule‟ insanın sonsuzluğa ulaşma isteğini, „Kulenin yıkılması‟ ise insanın

söz konusu isteğinin gerçekleşmediğini simgeler. Düşüncemize göre, Buzzati bu

öyküde hiçbir şeyin sonsuz olmadığını, her şeyin günün birinde sonunun geleceğini

vurgular. Eyfel Kulesi‟ni Paris‟e inşa etmek isteyen mühendis Gustave Eiffel,

becerikli bir makine işçisi olan André Lejeune ile kulenin yapımında çalışması için

anlaşır. Resmi projede kulenin yüksekliği üç yüz metre olarak yer alır, ama

mühendise göre bu yükseklik daha fazla olacaktır. Ayrıca mühendis, André‟ye

kuleyle ilgili sırrı koruması gerektiğini belirtir: André hiç kimseye kulenin yapımıyla

97

ilgili en ufak bir bilgi vermeyecektir. André bu sırrı koruyacağına söz verir ve

böylece kulenin inşasında görev alır.

Kulenin dev gibi dört ayağı yerleştirildikten sonra çelik iskeleti göz

alabildiğine yükselir. Bir insan kalabalığı şantiyenin çevresinde kulede çalışanlara

durmuş, bakmaktadır. Kule tabanının kemerleri birleştirilir, dört omurga dikine

yükselip yavaş yavaş incelerek tek bir omurgada birleşir. Sekizinci ayda yüz metre

yüksekliğe erişilir. Ekimin ilk günlerinde çalışanları beyazımsı bir duman kaplar. Bu

dumanın çıkışı öyküde şöyle tasvir edilir:

“Alçak bir bulut tabakasının Paris‟in üstüne çöktüğü düşünüldü, ama durum

öyle değildi. Etrafta hava açıktı. Ekibimin en küçüğü ve en uyanığı,

arkadaşım Claude Gallumet -Boruya bak- dedi. Demir iskelete sabitlenmiş

kauçuk büyük bir borudan beyazımsı bir duman çıkıyordu. Dört tane boru

vardı, bunlar kulenin her bir köşesine yerleştirilmişti. Onlardan yoğun bir

buhar geliyordu. Ne yukarı ne aşağı ilerlemeyen bir bulut yavaş yavaş

oluşmaktaydı ve bu büyük pamuktan şemsiyenin içinde çalışmaya devam

ediyorduk. Peki ama neden? Sır yüzünden mi?” (Buzzati, 1990: 186)

Kule iki yüz metreye ulaşır. Şantiyenin etrafında kalabalık artık yoktur, sis

tabakası, çalışanları kalabalığın bakışlarından gizlemektedir. Gazeteler sis tabakasını

överek o tabakanın yukarıdaki işçilerin aşağıda duran çukuru görmelerini

engellediğini ve bunun baş dönmesini önlediğini yazar. Oysa çalışanlarda baş

dönmesi olmaz, çünkü onları çevrelerindeki çatılara bağlayan sağlam deri kemerleri

vardır.

98

Yaklaşık iki yıl geçtikten sonra, kulenin yüksekliği üç yüz metreye ulaşınca,

Mühendis Eiffel isteyen kişilerin işten ayrılabileceğini, kendisinin gönüllü çalışanlara

ihtiyaç duyduğunu belirtir. André ve kalmak isteyen diğer gönüllüler sırlarını

koruyarak kulenin inşasına devam ederler. Kulenin yüksekliği arttıkça çalışanların

inmeleri ve çıkmaları çalışma saatinin yarısını alır, bu nedenle demir direklerin

arasına barakalar kurulur. Bu barakalar kentten görünmez, çünkü yapay bir sis bulutu

tarafından gizlenmektedirler. Zaman geçtikçe, çalışanlar sırrın ne olduğunu anlamaya

başlarlar. Bu sır, kulenin inşasının asla bitmeyeceğidir. Öyküde bu bölüm şöyle

anlatılır:

“O dönemde o olağanüstü gerçek, yani sırrın nedeni yavaş yavaş sezilmeye

başlandı. Kendimizi artık makine işçisi gibi hissetmiyorduk; öncüydük,

kâşiftik, kahramandık ve azizdik. Eyfel Kulesi‟nin inşasının hiç

bitmeyeceğini yavaş yavaş sezmeye başladık. Mühendisin o kocaman tabanı,

kuşku götürmez biçimde abartılı görünen o dev demir ayakları istemesinin

nedeni şimdi anlaşılıyordu. İnşası hiç bitmeyecekti ve bulutları, fırtınaları,

Gaurisangar tepelerini aşarak Eyfel Kulesi sonsuz bir şekilde yükselmeye

devam edecekti. Tanrı bize güç verdikçe, gittikçe yukarı çıkarak çelik

kirişleri birbirinin üstüne cıvatayla tutturmaya devam edecektik ve bizden

sonra da çocuklarımız devam edecekti. […]” (Buzzati, 1990: 192)

Mühendis Eiffel ölmüştür. Bir gün Mühendis Eiffel‟in oğlu çalışanların işi

bırakmalarını ister. Kulenin üç yüz metreden sonra yükselen kısmını yıkıp üstüne bir

başlık koyarlar. O sis dumanı içinse Seine Mahkemesi‟ne dava açılacaktır. Kule

griye boyanır ve cumhurbaşkanının katılımıyla açılışı yapılır. Kulenin çalışanları o

gün üzüntü duyarlar.

99

Ragazza che precipita (Düşen Kız) adlı onuncu öyküde on dokuz yaşındaki

Marta adlı genç bir kızın, kent yaşamındaki zenginliğin çekiciliğine özendiği için ona

ulaşmaya çalışması ama başaramaması simgesel olarak anlatır. La Torre Eiffel

öyküsündeki göğe yükselişin aksine, bu öyküde yere düşüş söz konusudur. Ancak

her iki öyküde de istenilen hedefe ulaşamama söz konusu edilir.

Marta kentin o gösterişli büyüsünden etkilenip, zengin kent insanının

bulunduğu ortamlara ulaşabilmek için gökdelenin en yüksek yerinden kendini atar.

Kentteki o göz boyayan güzellikleri gördükten sonra yere düşüşü şu şekilde tasvir

edilir:

“Tüm bu şeyleri gördüğünde Marta çılgınca parmaklıklı korkuluktan daha

ileriye sarktı ve düşmek için kendisini aşağı bıraktı. Havada serbest kaldığını

sandı, oysa düşüyordu. Gökdelenin olağandışı yüksekliğinin verdiği bir

algılamayla, aşağıda sokaklar ve meydanlar son derece uzaktılar, kimbilir

aşağıya ulaşmak ne kadar uzun sürecekti. Ve kız düşmeyi sürdürüyordu.”

(Buzzati, 1990: 200)

Kızların gökdelenden düşmeleri nadir değildir ve bu durum kiracılar için

ilginç bir eğlencedir. Bu nedenle o dairelerin kiraları oldukça yüksektir. Gökdelen

çok yüksek olduğundan Marta‟nın yere düşmesi zaman alır. Düşerken sıradan olan

elbisesi günbatımının lirik ışığıyla şık görünür. Ayrıca düşerken gökdelendeki

dairelerden birtakım zengin insanlarla büroda çalışanlar onu aralarına çağırıp düşme

nedenini merak etseler de kız onların yanına gidemez ve fazla konuşamaz. Çünkü

aşağıdaki o ışıltılı kent yaşamına hiç zaman kaybetmeden ulaşmak için can

100

atmaktadır. Hava artık kararmaya başlamıştır, bu nedenle kızın kıyafetini güneşin o

parlak ışıkları yerine, artık gökdelendeki dairelerden gelen ışıklar aydınlatmaktadır.

Marta havanın kararmasıyla üşümeye başlar. O sırada arabalardan inen insanların

aşağıdaki büyük bir binaya girmek için can attıklarını görür. Bu binada Marta‟nın

çocukluğundan beri düşlediği büyük bir eğlencenin düzenlenmekte olduğu

besbellidir. Marta‟nın o partiye zamanında varabileceği kesin değildir, çünkü

kendisinden daha iyi giyimli ve daha güzel bir kızın partiye gidebilmek için ondan

daha büyük bir hızla düştüğünü görür. Ancak sonra yalnızca ikisinin düşmediğini, şık

giyimli başka genç kızların da düştüğünü fark eder. Marta‟nın kıyafeti onlarınkinin

yanında oldukça sıradan kalır. Bu bir tür yarıştır. Anlaşılan odur ki, bu yarış, genç

kızların ideallerine kavuşmak uğruna verdikleri çabayla birbirleriyle yaptıkları bir

yarıştır. Marta‟nın bu kızların düşüşünü görmesi ve kızların tasviri öyküde şu şekilde

yer alır:

“Öfkeyle, yaklaşık otuz metre yükseklikten başka bir kızın düşmekte

olduğunu fark etti. Ondan kesinlikle daha güzeldi ve birinci sınıf bir gece

elbisesi giymişti. Nasıl da ondan daha yüksek bir hızla düşüyordu! Marta‟nın

ona bağırmasına rağmen, kısa sürede onu geçti ve aşağıda gözden kayboldu.

Kesinlikle ondan önce eğlenceye varacaktı, belki her şey onun yerine

geçmek için hesaplanmış bir plandı.

Ardından yalnızca ikisinin düşmediğini fark etti. Gökdelenin yan tarafları

boyunca birçok genç kız yüksekten aşağıya aniden düşmekteydi. Uçmanın

heyecanı içinde yüzleri gergindi, ellerini keyifli bir şekilde sallayarak, -İşte,

buradayız, bizim zamanımız, eğlenelim, dünya bizim, öyle değil mi?- der

gibiydiler.

101

Demek ki bu bir yarıştı. Diğerleri güzel elbiselerle gösteriş yaparken, onun

yalnızca sıradan bir elbisesi vardı. Üstelik birkaçı, çıplak omuzlarına geniş

birer vizon etol sarmıştı.” (Buzzati, 1990: 208)

Kendini boşluğa bıraktığında kendinden emin olan Marta, belki soğuktan

belki de telafi edilemez bir hata yapmış olmaktan duyduğu korkuyla bir titreme

hisseder. Gece vakti büyük binaya arabaların gidip gelmeleri biter ve oradan insanlar

küçük topluluklar halinde çıkarlar. Sonra binanın girişinin ışıkları söner. Marta

eğlenceye vaktinde varamayacağını anlar. Sabah olduğunda ise yaşlanmış hâlde

düşerken gökdelenin yirmisekizinci katında oturan yaşlı kadın onu görür ve durumu

kocasına anlatır. Karı-koca düşen diğer kızlar için de yorum yaparlar:

“-Alberto- diye bağırdı eşi. -Gördün mü? Bir kadın geçti.

-Nasıldı?- diye sordu adam, gazeteden gözlerini kaldırmadan.

-Yaşlı bir kadındı. Korkmuş görünüyordu,- diye cevap verdi eşi. -Çökmüş,

yaşlı bir kadındı.

-Her zaman böyle oluyor,- diye homurdandı adam. -Bu alçak katlardan

yalnızca düşen yaşlı kadınlar geçiyor. Güzel kızlar beş yüzüncü katın

üstünden görülüyor. O dairelerin fiyatlarının o denli pahalı olması boşuna

değil.

-Bu dairenin avantajı var,- diye belirtti eşi. -Yere düştüklerinde buradan

düşme sesi duyulabiliyor.

Adam, birkaç dakika dinledikten sonra, başını sallayarak, -Bu defa o da

duyulmadı,- dedi. Ve bir yudum daha kahve içti.” (Buzzati, 1990: 212)

Buzzati bu öyküde, gerçekleşmesi güç amaçlar uğruna yaşamların boş yere

tüketilmesini ve bunun sonucunda telafi edilemez zararlara maruz kalındığını

102

vurgular. Buzzati bu düşüncesini, genç kızın amacına ulaşmak için gökdelenden

düşmesi, bu uğurda ömrünü harcaması ve yaşlanması şeklinde simgesel bir anlatımla

açıklar.

Le gobbe nel giardino (Bahçenin İçindeki Tümsekler) adlı onbirinci öyküde

Buzzati‟nin evinin bahçesinde birden ortaya çıkan tümsekler anlatılır. Bahçe

Buzzati‟nin yaşamını, içindeki tümsekler ise öldüğü arkadaşlarını simgeler. Buzzati

bu öyküde insanların ölen yakınlarını unutmayıp daima hatırlamaları ve onlarla ilgili

anılarını canlı tutmaları gerektiğini vurgular. Öykünün sonunda Buzzati, öldükten

sonra unutulmaktan dolayı duyduğu endişesini dile getirerek, kendisinin daima

hatırlanıp ardında bırakacağı yapıtlarının okunmasını ve onlara değer verilmesini

ister.

Buzzati gençliğinde gece vakti evinin bahçesinde dolaşırken ayağı bir

tümseğe takılır. Bahçıvanı Giacomo‟ya bu tümseğin ortaya çıkma nedenini sorar.

Giacomo‟dan onun bir mezar tümseği olduğunu, bu tümseğin ölen arkadaşına ait

olduğunu öğrenir. Buzzati‟nin arkadaşı Sandro Bartoli yirmi bir yaşındayken dağda

kafatasının parçalanması sonucu ölmüştür. Bartoli dağın eteklerine gömülmüştür,

ama Giacomo Buzzati‟ye bu bahçenin Buzzati‟nin bahçesi olduğunu, bu nedenle

onun yaşamında meydana gelen ne varsa, bu bahçede ortaya çıkacağını vurgular.

Buzzati olanlara inanamayıp, tümseğin düzleştirilmesinden yanadır, ancak bahçıvan

yalnızca kendisinin değil, bin bahçıvanın da tümseği düzleştiremeyeceğini vurgular.

Buzzati geceleyin bahçesinde dolaştığında, bazen tümseğe takılır. İlginç olan,

Buzzati‟nin her arkadaşını hatırladığında bu olayı yaşamasıdır. Aradan biraz zaman

103

geçince, Buzzati arkadaşının hiç kimse tarafından hatırlanmadığını düşünmeye

başlar. Bartoli‟yi simgeleyen o tümseğin tasviri ve Buzzati‟nin konuyla ilgili

düşüncesi öyküde şu şekilde yansıtılır:

“Doğal olarak tümseğe ayağım takıldığı zaman onu, kaybettiğim sevgili

arkadaşımı düşünüyordum. Ama tam tersi de olabilirdi. Demek istiyorum ki

tümseğe çarpıyordum, çünkü o anda arkadaşımı düşünmekteydim. Bu,

anlaşılması oldukça zor bir durumdur.” (Buzzati, 1990: 220)

Zamanla bahçesindeki tümseklerin sayısı artar. Bu, Buzzati‟nin

arkadaşlarının öldüğü anlamına gelir. Buzzati‟nin artık bahçıvanına sormasına gerek

kalmaz. Tümseklerin ölen arkadaşlarını simgelediğini anlar. Daha sonra Buzzati‟nin

bahçesinde çok büyük bir tümsek dikkatini çeker. Bu tümsek, gençlik yıllarında en

sevdiği arkadaşı Arturo Brambilla‟yı simgeler. Buzzati‟nin Brambilla ile birçok ortak

noktası bulunur. Bu tümseğin tasviri, Buzzati‟nin Brambilla ile olan arkadaşlığını

anlatan satırlar öyküde şu şekilde yer alır:

“Sonra bu yaz o kadar yüksek bir tümsek ortaya çıktı ki ona yakın

olduğumda silüeti yıldızları görmemi engelliyordu. Bir fil gibi, küçük bir ev

gibi büyüktü. Üzerine çıkılması korkunç zordu, tırmanılacak türden bir

şeydi.

[…] Gitmiş olan gençliğimdeki en sevdiğim arkadaşımdı, onunla aramda

birçok ortak nokta vardı. Dünyayı, yaşamı ve en güzel şeyleri beraber

keşfetmiştik. Şiiri, resmi, müziği, dağları beraber öğrenmeye başlamıştık.

[…]” (Buzzati, 1990: 224)

104

Buzzati öykünün sonunda yalnızca kendisinin değil, herkesin bahçesinde

tümseklerin meydana gelebileceğini yazar. Bahçede kendisini simgeleyen küçük bir

tümseğin de ortaya çıkabileceğini ve bir kişinin ona ayağı takıldığı zaman kendisini

düşünebileceğini umut eder:

“Kör olası karakterim nedeniyle metruk ve ıssız bir koridorun sonunda bir

köpek gibi yalnız ölebilirim. Bununla beraber o akşam bahçede ortaya çıkan

küçük tümseğe bir kişinin ayağı takılacaktır, ertesi gece de aynı şey olacaktır

ve her defasında, umudumu bağışlayınız, bir parça özlemle „Dino Buzzati‟

adında bir kişiyi düşünecektir.” (Buzzati, 1990: 228)

Piccola Circe (Küçük Fettan) adlı onikinci öyküde Buzzati‟nin Umberto

adındaki evli bir arkadaşının genç bir kızı sevmesi, ama bu sevginin arkadaşına

mutluluk getirmemesi anlatılır. Buzzati bu öyküde, evliyken bir insanın başka bir

insanla ilişki yaşamasının yanlış olduğunu ve olumsuz sonuçlara yol açacağını

simgesel bir anlatımla vurgular. Buzzati söz konusu düşüncesini „Köpek‟ simgesiyle

anlatmaya çalışır.

Buzzati‟nin Umberto Scandri adında otuz altı yaşında, evli, matbaacı olan

ve editörlük yapan, ressam, içten, iyi ve akıllı bir arkadaşı vardır. Umberto‟nun eşi

ise uysal biridir. Zaman içerisinde Buzzati ile Umberto‟nun görüşmeleri azalmaya

başlar. Buzzati onun artık eskisi gibi neşeli ve sevecen biri olmadığını, arkadaşını

üzen bir şeylerin bulunduğunu anlar. Umberto ise sorununu Buzzati‟ye açmamayı

tercih eder. Günün birinde Umberto Buzzati‟ye derdini anlatır. Umberto genç bir kızı

sevmektedir, ancak kız onu sevmez. Kız güzeldir, ancak hesapçı, kurnaz, paraya

105

düşkün ve taş kalplidir. Umberto kızın bu olumsuz yönlerini bildiği hâlde, ondan bir

türlü vazgeçemez.

Bir gün Buzzati kızı Umberto‟nun stüdyosunda görür. Lunella adlı bu kız

sıradan, ancak şık ve kendine has özellikleri olan biridir. Ama Umberto‟nun

anlattıklarıyla tam tersi özellikler sergilemektedir. Çünkü kız Buzzati‟de neşeli,

kaygısız, yaşama sevinci olan biri izlenimini uyandırır. Kız abartılı bir şekilde

kendisini överek, Umberto ile cilveli cilveli konuşur. Umberto‟ya „Sümük‟ adını

takan kız, kendini beğenmiş bir tavırla Umberto‟dan kendisine „Sincabım‟ demesini

ister. Buzzati bu olanları yadırgasa da Umberto kızın davranışlarından oldukça

memnun görünmektedir.

Buzzati uzun zaman boyunca arkadaşını ve kızı görmez. Bir gün

Umberto‟nun eşi, Umberto‟nun eve ve bürosuna uğramadığını söyleyerek

Buzzati‟den kocasını bulması için yardım ister. Bunun üzerine Buzzati Lunella‟nın

evine gider. Lunella Umberto‟yu iki aydan beri görmediğini belirtip, umursamaz bir

tavırla konuyu geçiştirmeye çalışır. Konuşmaları sırasında Lunella birden „Bobi,

Sümük!‟ (Buzzati, 1990: 242) diye seslenerek iki köpeğini çağırır. Buzzati „Sümük‟

adlı bokser cinsi köpeği tanır gibi olur. İki köpek kızın üstüne atlayarak ona sevgi

gösterisinde bulunurlar, ancak kız bundan hoşlanmayıp köpekleri bir sopayla

eğitmeye çalışır. Bu arada bokser cinsi köpeğin sergilediği garip davranışlar

Buzzati‟nin dikkatini çeker. Köpek sanki Buzzati‟den kaçıyor gibidir:

106

“Çağrılan iki köpek salona girdi. Küçücük bir fino köpeği ve bir bokser.

Bokser oldukça şişman ve yumuşaktı ve nasıl olduğunu bilmiyorum ama,

sanki önceden bir yerlerde onu görmüş gibiydim.”

[…]

“Bokserin bana bakmadığını gördüm. Üstelik varlığımdan rahatsız olmuş

gibiydi. Ona dokunmaya çalıştığımda ise kenara çekildi. Garip. Bokserler

genellikle doğrudan insanın yüzüne bakarlar.” (Buzzati, 1990: 242)

Lunella bokser köpekle eğlenmeye başlar. Lunella bokserin zeki olduğunu

göstermek için köpeğin burnuna bisküvi koyarak o şekilde durmasını ister. Köpek

dayanamayıp bisküviyi almaya çalışınca, kız hemen köpeğe vurur:

“O anda kız sol eliyle bisküviyi köpeğin burnunun üzerine koydu. Ve sağ

eliyle tehditkâr bir şekilde değneği salladı.

-Bekle, Sümük, doğru dur!

Burnunun üzerinde dengeli bir şekildeki bisküviyle bokser hareketsiz

duruyordu ve ağzının iki tarafından iki sıra hâlinde salyalar akıyordu.

-Bekle diyorum!

Bekleyiş bir dakika sürdü. Sonunda bokser artık dayanamadı ve bisküviyi

almaya çalıştı. Kız yıldırım hızıyla ona değnekle sert bir darbe indirdi.

Bisküvi yere düştü.

[…]

Bokser bisküviyi alarak bir anda midesine indirdi.” (Buzzati, 1990: 242)

Buzzati köpeğin adının „Sümük‟ oluşundan ve köpekteki yara izinden

şüphelenir. Bunun üzerine kız, türlü bahanelerle Buzzati‟nin bu konudaki merakını

gidermeye çalışır. İkisi arasında geçen konuşmalar şu şekildedir:

107

“-Niçin ona adını „Sümük‟ koydunuz?- diye sordum. -Umberto‟yu da bu

şekilde çağırmıyor muydunuz?

-Doğru. Ancak bu basit bir tesadüf… Kimbilir, belki Umberto‟yu

sevdiğimin bir işaretidir.

[…]

-Garip- dedim. -Sol gözünün köşesinde bir yara izi var. Tam da

Umberto‟nunki gibi.

-Gerçekten mi?- diye sordu Lunetta, neşeli bir şekilde. -Fark etmemiştim. ”

(Buzzati, 1990: 246)

Diğer köpeği kıskandığı için kızdan tekme yiyen bokser, masanın altına

gider ve oradan üzgün bir şekilde Buzzati‟ye bakar. Buzzati o köpeğin arkadaşı

Umberto olduğunu anlamıştır:

“Masanın altına uzanmış titreyen köpek, gözünü hiç ayırmadan bana baktı.

Kederli, yenik, sönük, yıkılmış, küçük düşmüş yine de hayal meyal

kaybedilen gençliğinin gururunu hatırlayan birinin bakışlarına sahipti.

Bana bakıyordu. Ve gözyaşları gözlerinden damla damla akıyordu. O göz

bebekleri, o yüz ifadesi, o ruh. Bana nasıl da bakıyordu! Zavallı Umberto!”

(Buzzati, 1990: 248)

Viaggio agli inferni del secolo (Yüzyılın Cehennemlerine Yolculuk) adlı

sekiz öyküden oluşan bu bölümde Buzzati‟nin gazetedeki görevi nedeniyle

„Cehennem‟ diye adlandırılan, aslında Milano olan yere gidişi ve orada yaşadıkları

simgesel olarak anlatılır. Bu bölümde Buzzati, Dante Alighieri‟nin La Divina

Commedia (İlahi Komedya) adlı başyapıtından etkilenir. Dante yapıtında öbür

dünyaya yaptığı yolculuğu anlatır, Cehennem adlı bölümünde ölmüş günahkârların

108

ruhlarının öbür dünyada yer alan cehennemde nasıl ceza çektiklerini dile getirir.

Buzzati‟nin yapıtında ise dünyevi yaşamla cehennem aynıdır. Yapıtta dünyevi yaşam

cehenneme benzetilerek, dünyadaki insanların yaşamlarının sanki cehenneme

döndüğü vurgulanır.

Viaggio agli inferni del secolo bölümünün Un servizio difficile (Zor Bir İş)

adlı ilk öyküsünde Buzzati‟nin çalıştığı gazetenin müdürü Buzzati‟ye bir iş verir.

Buzzati, tesadüfen Milano Metrosu kazıları sırasında Furio Torriani adlı bir işçi ve

onun bir arkadaşı tarafından keşfedilen „Cehennem‟in kapısından içeri girmek için

görevlendirilir. Cehennem, Buzzati‟nin söz konusu yapıtında dünyadaki büyük

kentleri simgeler. Buzzati bu konuyu müdürle konuşur. Müdürün anlattığına göre

gazete bu kapıyı tesadüfen öğrenir, çünkü Torriani‟nin eşi gazetede eskiden çalışan

birinin kızıdır. Torriani‟nin yanındaki arkadaşı merak ettiği için kapıdan içeri girer,

ama dönmez. Dante‟nin rehberi Virgilio‟dur, ama Buzzati dikkat çekmemek için o

kapıdan rehbersiz girecektir. Dante‟nin yapıtında öbür dünyaya yaptığı yolculukta

ruhlar bulunur. Oysa Buzzati‟nin Cehennemindeki insanlar etten, kemiktendir.

Torriani müdüre bu yerdeki insanları tasvir etmiştir. Müdür, bu yerle ilgili

Torriani‟nin kendisine anlattıklarını Buzzati‟ye şöyle aktarır:

“[…] Torriani göz ucuyla oraya şöyle bir baktığını, görünüşte her şeyin

buradaki, bizdeki gibi olduğunu ve insanların etten kemikten, hiç de

Dante‟nin yapıtındaki gibi olmadığını söyledi. Bizim gibi giyinmişler.

Torriani orada elektrik ışığının ve arabaların olduğu bizim kentlerimiz gibi

bir kentin olduğunu da söyledi. Bu şekilde oraya karışarak kendini o ortama

109

uydurmak oldukça kolay, buna karşılık yabancılara kendini tanıtmak zor

olacak.” (Buzzati, 2009: 407- 408)

Buzzati bu öykünün sonunda, büyük kentlerin kötü koşullarından dolayı

zorlaşan yaşam şartları nedeniyle bu kentlerdeki yaşantının Cehennem‟e benzediğini

vurgular.

I segreti della “MM”19

(MM‟nin Sırları) adlı ikinci bölümde Buzzati, bu

konuyu ayrıntılı olarak öğrenmek üzere Torriani‟nin evine gider. Torriani ilk başta

meseleyi geçiştirmeye çalışarak, inkâr eder. Bu nedenle Torriani‟den hiçbir bilgi elde

edemeyen Buzzati tam evden çıkarken küçük bir masanın üstünde, Gustave Doré

tarafından çizimleri yapılan La Divina Commedia adlı yapıtı fark eder. Dante ile

Virgilio‟nun birlikte olduğu sayfalardan biri açıktır:

“O anda bakışlarımı çevirdiğimde, küçük bir masanın üstünde Doré

tarafından resimlerle süslenen La Divina Commedia‟nın eski bir baskısının

olduğunu fark ettim. Tehlikeli kayaların arasından uçurumun kara ağzına

doğru ilerleyen Dante ve Virgilio‟nun uzaktan görüldüğü bölüm açıktı.”

(Buzzati, 2009: 256)

Torriani Buzzati‟ye her şeyi itiraf ederek giriş kapısını göstermeye karar

verir. Olanlara inanmamasına rağmen Milano Metrosu‟nda görevli Mühendis

Roberto Vicedomini, Buzzati ve Torriani‟ye eşlik etmeyi kabul eder. Üçü metroya

geldiklerinde aşağıya inerler. Kırmızı ve gri lekelerin olduğu bir panelin olduğu yere

gelirler. Panelin arkasındaki o ünlü kapının dörtte üçü duvarla kaplıdır, ancak

19

“MM” ile kastedilen Milano Metrosu‟dur.

110

aşağıda, içinden emekleyerek geçilebilen metal bir kapı vardır. Aslında metroda

çalışanlar bunun farkındadırlar, ancak Sforza Kalesi‟ne ulaşan yeraltı yollarından biri

olduğunu düşünürler. Torriani burayı görmeye tek başına girdiğini anlatır. Torriani,

yaklaşık yirmi metre indikten sonra, dipte biraz ışık olduğunu görür. Bulunduğu

yerden yüzeye çıkan dar bir merdivenden yukarı çıkar. Torriani çıktığında gördükleri

sanki herhangi bir yeryüzü kentinde yaşananlar gibidir. Otomobillerin olduğu bir yol

ve insan kalabalığı vardır. Torriani‟nin bu anlatılanlara pek inanamayan mühendisle

arasındaki konuşma şu şekilde devam eder:

“[…]

-Bunların hepsi cehenneme ait mi? Bilmediğiniz, yakından geçen bir yol

olabilir.

-İmkânsız. Hem düşünün, mühendis Vicedomini: Yeraltı geçidine

girdiğimde, saat gecenin ikisiydi ve orada… orada gündüzdü. Geriye

döndüğümde ise, olsa olsa on dakika geçmişti, geceydi. Eğer cehennem

değilse… ” (Buzzati, 1990: 264)

Anlaşıldığı üzere, Buzzati Dante‟ye gönderme yapmaktadır. La Divina

Commedia‟nın Cehennem adlı bölümünün otuzdördüncü ve son kantosunda, artık

Cehennemden ayrılırken Dante ile Virgilio Belzeboth‟un20

tüylerinden indikten

sonra, Dante geceyken birden gündüz olmasına şaşırır ve Virgilio‟ya şöyle sorar:

20

Belzeboth: Şeytanların başına verilen ad; Dante bu adı Lucifer için kullanıyor. Bu bilgi Dante‟nin

La Divina Commedia adlı yapıtının Rekin Teksoy tarafından yapılan çevirisinden alınmışır.

Alighieri, Dante, Ġlahi Komedya- Cehennem- Araf- Cennet, Çev. Rekin Teksoy, İstanbul, Oğlak

Yayıncılık, 2001. Ancak “Belzeboth”, Dante‟nin söz konusu yapıtının çevirisinde “Belzebuth” olarak

geçmektedir. Buzzati‟nin söz konusu yapıtında ise “Belzeboth” olarak geçtiğinden, bu tez

çalışmasında “Belzeboth” ifadesi kullanılır.

111

“[…]

-Güneş nasıl geçti geceden gündüze,

birkaç saat içinde?- ” (Alighieri, 2001: 282)

Torriani ile mühendisin konuşmaları şu şekilde devam eder:

“ […]

-Eğer Araf ise… Kükürt kokusu var mıydı? Alevleri gördün mü?

-Alev değildi. Özellikle ateş o mutsuzların gözlerinin içindeydi. ” (Buzzati,

1990: 264)

Sonra bir işçi tarafından kapı açılır ve Buzzati içeri girip ışığın olduğu yöne

doğru sürünerek ilerler. Buzzati bu öyküde insanların büyük kentlerdeki „Cehennem‟

yaşamında oldukça mutsuz olduklarını, mutsuzluklarının neredeyse gözlerinden bile

okunabildiğini vurgular. Buzzati bu düşüncesini „Ateş o mutsuzların gözlerinin

içindeydi‟ şeklindeki ifadeyle simgesel olarak anlatmaya çalışır.

Le diavolesse (Kadın Şeytanlar) adlı üçüncü öyküde Buzzati yeraltı

yolundan „Cehennem‟e ulaşır. Buzzati metro istasyonundayken gecenin ikisidir.

Ancak Buzzati, Torriani‟nin dediği gibi, burada gündüz olduğunu görür. Buzzati

Torriani‟nin anlattıklarının aynısıyla karşılaşır. Bu kentin yeryüzü kentlerinden hiçbir

farkı yoktur. Trafik lambasının yeşil olmasına rağmen arabalar tıkanıklıktan hiçbir

şekilde hareket edemezler. Arabaların içlerindeki insanların ruh durumlarının iyi

olmadığını fark eden Buzzati, insanların tasvirini öyküde şu şekilde yapar:

112

“Duran arabaların içinde çoğunlukla yalnız olan insanlar vardı. Onlar da

gölge gibi görünmüyorlardı, bilakis etten ve kemiktendiler. Direksiyonun

üstündeki elleriyle, soluk yüzleriyle, hareketsiz bir şekilde olmalarıyla

uyuşturucunun etkisinde kalmışcasına, ağır ve güçsüz bir hâlleri vardı.

İsteseler bile arabalardan çıkamıyorlardı, çünkü arabalar sıkışık

duruyorlardı. İfadesiz yüzlerle camlardan dışarı bakıyorlardı. Ara sıra birisi

kornaya dokunuyordu, uyuşuk bir şekilde, güvensiz, hüzünlü bir ses

çıkarıyordu. İnsanların benzi soluktu, içleri boşaltılmış ve cezalandırılmış

gibiydiler, yeniktiler. Ve artık hiçbir umutları yoktu.” (Buzzati, 2009: 423)

Buzzati bu bölümde kentlerde yaşayan yorgun, mutsuz ve umutsuz

insanların yaşantılarında karşılaştığı zorlukları vurgulayarak, bu insanların bir yerden

bir yere yaptıkları yolculuk sırasında çektikleri sıkıntıları göstermeye çalışır.

Ardından Buzzati, orada yaklaşık kırk yaşında, çok güzel bir kadınla

karşılaşır. Bu kadın Buzzati‟yi içinde genç kızların olduğu bir büronun onuncu katına

götürür. Rosella adındaki genç kız Buzzati‟nin daha önceden bu kentte kaydının

olduğunu tespit eder. Böylece Buzzati‟nin de günahkâr biri olduğu anlaşılır. Buzzati

buraya hiç gelmemesine rağmen, burada kaydının çıktığına şaşırır. Kadın Buzzati‟nin

kenti iyi tanıdığını, çünkü buranın Milano olduğunu vurgular. Ayrıca bu kentin

Hamburg, Londra, Amsterdam, Chicago ve Tokyo kentlerinin de olduğunu belirtir.

Buzzati‟nin bu konuşma sırasında „Cehennemlik‟ olduğu ortaya çıkar. İkisinin

arasındaki konuşma şu şekildedir:

“-Milano işte, değil mi?- diye sordu. -Sen neresi olduğunu düşünüyordun?

-Bu kent Milano mu?

113

-Kesinlikle Milano. Ve aynı zamanda Hamburg, Londra, Amsterdam,

Chicago ve Tokyo. Sana hayret ediyorum. Yaptığın meslek gereği, iki

dünyanın, üç dünyanın… nasıl söylenir… biri diğerinin içine girmiş bir

şekilde, aynı yerde birlikte var olabildiğini bilmen gerekirdi. Bunu bildiğini

düşünüyordum.

- Peki ya ben… Ben cehennemlik miyim?

- Öyle olduğunu düşünüyorum.

-Kötü bir şey mi yaptım?

-Bilmiyorum- dedi. -Önemi yok. Sen cehennemliksin, çünkü böylesin. Senin

gibi kişiler çocukluğundan beri cehennemi içinde taşır.” (Buzzati, 2009:

427- 428)

Buzzati bu öyküde büyük kentlerin adları farklı olsa da yaşam şartlarının

hemen hemen aynı olduğunu savunur. Bu düşüncesini, birkaç büyük kentin adını

verip onları birbirleriyle iç içe geçmiş gibi göstererek simgesel olarak anlatır. Ayrıca

büyük kentleri simgesel olarak „Cehennem‟e benzettiğinden, bu kentlerde yaşayan

insanların günahkâr olduğunu, kentte yaşadığı için kendisinin de günahkâr biri

olduğunu belirtmiş olur. Bize göre Buzzati, büyük kentlerdeki yaşantının aynı

olduğunu düşünerek, karamsarlığa kapılıp önyargılı bir tutum sergiler.

Buzzati, kadının ısrarıyla, „Cehennem‟e baktığında Milano, Detroit,

Düsseldorf, Paris ve Prag kentlerinin birbirine karışmış olduğunu, bu cehennemi

andıran kalabalık kentte insanların sıkışıp kaldığını görür. Ayrıca insanlar mutsuz,

hırslı ve kendilerinden geçmiş olarak bu kentte yaşam mücadelesi vermektedirler:

“O sırada aşağıya baktığımda, en uç uzaklıklara kadar olağanüstü bir

kusursuzlukla kenti gördüm. Günün donuk ve solgun ışığı azalınca

114

pencereler aydınlanmıştı. Yapılarla ve uçurumlarla birlikte bir çılgınlık

içinde birbirine karışan Milano, Detroit, Düsseldorf, Paris ve Prag

ışıldıyorlardı ve bu ışık yoğunluğunda, zamanın akışıyla sıkışan insanlar, bu

mikroplar, hareket ediyorlardı. […]” (Buzzati, 2009: 428)

Buzzati‟nin bu öyküsünde büyük kentlerin „Cehennem‟ gibi olması,

insanların bu kentlerdeki yaşama alışmaya çalışırken, mutsuzluğa sürüklenmeleri

vurgulanır.

Le accelerazioni (Hızlanmalar) adlı dördüncü öyküde Buzzati pencereden

kente baktığında, insanların hareket ettiklerini görür ve gördüğünün hangi kent

olduğunu düşünür. Öykünün başında yer alan bölüm şöyledir:

“Salonun büyük penceresinden korkunç kentin manzarası görülüyordu. Kent

„Cehennem‟di. Birmingham mı? Detroit mi? Sydney mi? Osaka mı?

Krasnojarsk mı? Semerkant mı? Milano mu?

Karıncaların, mikropların, insanların birer birer yorulmaz bir yarış içinde

hareket ettiklerini görüyordum: Ne amaçla? Koşuyorlardı, ona buna

çarpıyorlardı, yazıyorlardı, telefon ediyorlardı, tartışıyorlardı, birşeyler

kesiyorlardı, yemek yiyorlardı, açıyorlardı, bakıyorlardı, öpüyorlardı,

itiyorlardı, düşünüyorlardı, sıkıyorlardı, icat ediyorlardı, deliyorlardı,

temizliyorlardı, eşyaları kirletiyorlardı: Giysi kollarının kıvrımlarını,

çoraplarındaki sökükleri, omuz çizgilerini, gözlerin etrafındaki kırışıklıkları

görüyordum. Gözlerini ve içlerindeki ihtiyacın, isteğin, acının, sıkıntının,

açgözlülüğün, para kazanma hırsının ve korkunun yarattığı o ışığı

görüyordum.” (Buzzati, 2009: 431)

115

Bu öyküde sanayici mühendis Stephen Tiraboschi‟nin çalışırken iş

yoğunluğuna dayanamayıp, rahatsızlanması anlatılır. Mühendisin bu rahatsızlığının

nedeni, Rosella‟nın kullandığı mekanizmadır. Ayrıca mühendisin sevgilisi olan

Rosella, onun yaşamını adeta cehenneme çevirmek ister. Stephen, Rosella‟nın

kullandığı bir çeşit televizyondan görülür. Bu düzenekte düğmeler ve kaldıraç vardır.

Rosella, Stephen‟in işlerinin daha yoğun olması için kaldıracı kendisine doğru çeker.

O anda bürosunda çalışan mühendisin işleri artar, bu nedenle mühendis sıkıntılı anlar

yaşar. Üstüne bir de Rosella‟nın onunla telefonla konuşurken kendisiyle görüşmek

için ısrar etmesi, Stephen‟i daha da çok sıkıntıya sokar. Stephen‟in o zor durumda

kalışı öyküde şöyle anlatılır:

“Adam ekranda güçlükle nefes alıyordu, artık dinç değildi, hatta kademe

kademe artan yoğunluğun altında bocalıyordu: sekreter, Livorno‟dan telefon

çağrısı; Profesör Fox ile randevu; Rotary ile konuşma; kızının doğum günü

için alınacak hediye; Rotterdam Kongresi için bilgi yazısı; Tampomatic‟in

reklâm tanıtımı: sekreter, telefon, telefon. „Hayır‟ diyemiyor,

kurtulamıyordu. Zamanında yetişmek için koşmak, hızlı olmak, işe

yoğunlaşmak gerekiyordu, aksi halde o cehennemlik kız, o çiçek, o kalleş

kesinlikle onu bırakırdı.” (Buzzati, 2009: 436- 437)

Rosella son kez kaldıracı kendine çektiği zaman artık kendinde olmayan

Stephen, rahatsızlanarak kendisini oradan oraya savurup yere yığılır. Rosella‟nın bu

son hareketi ve Stephen‟in çöküşü öyküde şöyle anlatılır:

116

“Yoğun bir hainlik duygusu içinde dişlerini sıkan Rosella her iki eliyle

kaldıracı yakaladı ve buna bir son vermek için tüm gücüyle onu kendisine

çekti.

[…]

Birden, bir kez daha telefonun ahizesini yakalamak üzereyken, sıçrayan bir

oyuncak gibi en azından iki metre havaya fırladı ve uçarken başı, rüzgârda

dalgalanan kâğıttan bir bayrak gibi sağa-sola sallandı. Karın üstü, yere

düşüverdi.” (Buzzati, 2009: 437)

Buzzati bu öyküde, büyük kentlerin „Cehennem‟ yaşamındaki zorluklarına

dayanamayan insanların mutsuz olduklarını, bunun sonucunda ise mahvolduklarını

vurgulamak ister.

Le solitudini (Yalnızlıklar) adlı beşinci öyküde Buzzati „Cehennem‟

kentindeki insanların yalnızlıklarından bahseder. Bu kalabalık kentte insanların

yalnızlık çektikleri, mutsuz oldukları vurgulanır. Ayrıca Buzzati burada Dante‟ye

gönderme yapar. Dante‟nin yapıtında Cehennem, dibe doğru gittikçe daralan,

merkezleri aynı olan dokuz yuvarlak tabakadan ya da kattan meydana gelir ve

karanlıktır. Buzzati bu öyküde apartmanın dokuzuncu katından başlayarak aşağı

doğru inen katlardaki insanların yalnızlığını gözlemler.

Dokuzuncu katta, o anda annesi ve babası evde olmayan çocuğun yalnızlığı

anlatılır. Çocuk yalnız başına oyuncaklarıyla oynamaya çalışsa da, bundan vazgeçer.

Ailesini özlediği için bir süre sonra ağlamaya başlar. Bize göre, „Oyuncak‟ çocuğun

yalnızlığını simgeler. Her ne kadar oyuncağı da olsa, çocuk ailesiyle iletişim kurmak

ister, ancak ailesi yanında olmayınca yalnız kalır ve bundan dolayı çok üzülür.

117

Sekizinci katta yer alan çalışma odasında kırk beş yaşındaki bir adamın çektiği

yalnızlık anlatılır. Gündüz kendisiyle iş için iletişime geçen insanlar akşamın

olmasıyla adamın yanından ayrılırlar. Adam ise akşam bürosunda yalnız kaldığında

beş adet siyah telefonunu, sanki kedi sever gibi severek, onların anlamsız şeyler

anlatmalarını ister. Ama telefonlardan ses seda çıkmaz. Akşam olunca kimsenin

adama ihtiyacı kalmaz. Bize göre, „Siyah telefon‟ adamın mutsuzluğunu ve

yalnızlığını simgeler. Adam yalnızlığını gidermek için telefonlarla iletişim kurmak

ister. Ancak telefonlar adamın yalnızlığını gidermez, çünkü insanın yerini tutamaz.

Yedinci katta ölmüş çocuğunu öbür tarafa temiz olarak gitmesi için yıkayan annenin

yalnızlığı anlatılır. Çocuğunun ölmesinden dolayı anne artık yalnızdır. Bize göre ölü

çocuğunu yıkaması, annenin yalnızlığını ve mutsuzluğunu simgeler. Altıncı katta

birinin bezle yerdeki uzunca, kan rengindeki bir lekeyi ovduğu görülür. Genç adam

yalnız başına sigarasını yavaşça içtikten sonra yine o lekeyi ovmaya devam eder.

Leke ise gittikçe uzar, genişler ve şişer. Bize göre kan rengindeki bu leke ve onun

gittikçe genişlemesi, kişinin mutsuzluğunun ve yalnızlığının gittikçe artmasını,

kişinin lekeyi ovmaya çalışması ise mutsuzluğundan ve yalnızlığından kurtulmaya

çalışmasını simgeler.

Buzzati beşinci katta eski bir arkadaşının yalnız başına ayakta, aynanın

önünde durduğunu görür. Buzzati arkadaşının yalnız olma nedenlerini kendi

kendisine sorar. Bu bölüm öyküde şöyle anlatılır:

“Niçin öyle kımıldamadan duruyor? Nesi var? Anılar mı? Ara sıra kıvranan

ve kanayan eski, utandırıcı bir yara mı? Vicdan azabı mı? Her şeyi yanlış

118

yapmanın verdiği düşünce mi? Kaybedilen arkadaşlar mı? Ya da özlemler

mi?

Ne ile ilgili özlemler? Sona eren gençlikle mi ilgili? Ama o, gençliğe

gülüyor, gençliği ona acıdan ve can sıkıntısından başka bir şey vermedi ki.

O, buna güler, ah, ah. O, insanın dürüstçe istediği ne varsa, hepsine sahiptir.

[…] Her şeye değil, bilakis yalnızca bazı şeylere sahiptir. Şimdi bunu

düşünürken, hiçbir şeye sahip olmadığını anlar.” (Buzzati, 2009: 444)

Buzzati arkadaşına selam vermek istese de, arkadaşı pek aldırmaz. Buzzati o

anda, arkadaşının aslında „Kendisi‟ olduğunu ifade eder. Aynada gördüğü yansıma

aslında „Kendisini‟ simgeler. Buzzati kentte yaşadığından, kendisinin de kentteki

diğer insanlar gibi yalnız olduğunu vurgulayarak, bu düşüncesini aynada gördüğü

kendi yansımasıyla anlatmak ister. Yalnızlık çekenin aslında Buzzati‟nin kendisi

olduğu, öyküde şöyle anlatılır:

“O anda pencereden sarkarak ona bağırdım. „Merhaba‟ dedim, çünkü eski

bir arkadaşımdı. O, dönmedi bile, sağ eliyle „Gidiniz‟ der gibi bir işaret

yaptı. O hâlde, elveda. Üstünde gri bir kıyafet, ceketinin iç cebinde dolma

kalem ve tükenmez vardı, ensesi ise biraz çukurdu. Onu görmek

gerekiyordu. Ellerini beline koyarak doğrulmaya çalışıyordu, budala. Hem

de gülüyordu. O bendim.” (Buzzati, 2009: 444-445)

Üst katta bulunan Buzzati, alt kata inerek bir davete katılır. Orada bazı

tanıdığı kişilere rastlar. İnsanlar birbirine bakar, ama hiç kimse birbirini tanımaz.

Buzzati o insanların bir arada olsalar da özgür olamadıklarını öykünün sonunda şu

cümleyle belirtir:

119

“[…] Ne var ki hiç kimse özgürlüğüne kavuşamıyordu, hiç kimse

doğumundan beri içinde kapalı olarak bulunduğu demir evden, yaşamın

kibirli aptal kutusundan çıkamıyordu.” (Buzzati, 2009: 446)

Buzzati büyük kentlerde yaşayan insanların arasındaki iletişimin yaşamın

zorluklarından dolayı koptuğunu ya da aralarında çıkar üzerine kurulu bir iletişimin

olduğunu dile getirir. Bu nedenle yalnızlık içinde olan insanların, kentlerin o ruhsuz

yaşamından sıyrılamayarak istedikleri gibi hareket edemedikleri ve adeta

programlanmış bir yaşam sürdükleri ön plana çıkar.

L’Entrümpelung adlı altıncı öyküde Buzzati, „Cehennem‟ kentinde yaşayan

insanların, yaşlı akrabalarından kurtulmaya çalışmalarını simgesel olarak anlatır.

İnsanların yaşlı akrabalarını sokağa atması ya da huzurevine göndermesi,

günümüzün önemli bir sorunudur. „Cehennem‟ kentinde bu kurtuluş “Entrümpelung”

adlı bir bayram günü gerçekleşir. Mayıs‟ın ortasında olan bu bayram Alman

geleneğine dayalıdır ve „Boşaltma, ortadan kaldırma‟ anlamına gelir. Her ev,

takvimler 15 Mayıs‟ı gösterince, eskimiş ne varsa ondan kurtulur. Buzzati bu

öyküde, yaşlıların istenmeyip sokağa atılmasının kötü bir davranış olduğunu, çünkü

herkesin günün birinde yaşlanacağını, bu nedenle gençlerin yaşlıları anlayıp gereken

sevgi ve saygıyı onlardan esirgememeleri gerektiğini vurgular.

Buzzati „Cehennem‟e vardığında karşılaştığı Bayan Belzeboth‟un kendisine

ayırdığı apartman dairesindeyken sabah vakti birtakım gürültüler duyarak uyanır. Bu

kadın kötü olduğundan Buzzati onu Belzeboth‟a benzetir ve bu nedenle kadına bu

adı takar. Dairesinden çıkıp gürültünün kaynaklandığı yere geldiğinde, merdiven

120

sahanlığında yaklaşık yetmiş yaşlarında bir kadın görür ve onunla konuşmaya başlar.

Yaşlı kadın üç gün sonra “Entrümpelung” adlı temizlik bayramının olacağını söyler.

O gün insanların işe yaramayanları -yaşlılar da dâhil- attığını ve belediyenin bir

kamyon ile onları alıp götürdüğünü anlatır. Kadın sonra Buzzati‟yi yeğeni Gianni

Kalinen ve onun eşi Fedra ile tanıştırır: Onlar tarafından dışarı atılmayacağından

oldukça emindir ve bunu Buzzati‟ye yansıtır. Ancak ne yazık ki yanıldığını

anlayacaktır.

Bayram günü sabahında Buzzati dışarı çıktığında, bir yığın eskimiş ve işe

yaramaz eşyanın sokağa atılmış olduğunu görür. Ayrıca içinden inlemelerin

duyulduğu bir çuval dikkatini çeker. Bu çuvala önce oradan geçen bir çocuk tekme

atar, sonra bir bakkal dükkânının sahibi çuvalın üstüne bir kova su boşaltır. Bundan

sonra Bayan Belzeboth, Buzzati‟ye istenmeyen yaşlı insanlarla ilgili birtakım

görüntüler göstermek üzere onu bürosuna götürür. Buzzati bürodaki ekrandan, yarı

yarıya gövdesi alçılı yaşlı bir kadının hastanede yattığını görür. Çocuk bakıcısı olan

bu kadından kurtulmak için üç kadın ve beş çocuk, kadını camdan aşağı atmıştır.

Burada kadına, kendisinin baktığı kadınlar ve çocuklar tarafından yapılan nankörlük

anlatılır. Öyküde kadının aşağı düşmesi şöyle anlatılır:

“[…] Üç kadın ve beş çocuk kadını korkunç bir şekilde yataktan itip camdan

aşağıya atarlar. -Yaşasın Dadı!- diye bağırırlar. Aşağıdan korkunç bir düşme

sesi çıkar.” (Buzzati, 1990: 280)

Bayan Belzeboth Buzzati‟yi başka bir ekranın olduğu yere götürür. Buzzati

bu ekranda çelik fabrikaları olan ünlü Walter Schrumpf‟a şövalyelik unvanı verilişi

121

nedeniyle kendisi için yapılan kutlamayı görür. Ancak bu kişi de yaşlı olduğundan

ondan kurtulmak isteyenler onu vinçle alıp götürürler:

“[…] Gökyüzünden çok yüksek bir vincin kancası iner, onu bir domuz gibi

ayaklarından asarlar. Schrumpf şaşkınlıktan ve korkudan sersemlemiş bir

şekilde belli belirsiz bazı sözcükler kekeler. -İğrenç yaşlı, emretmeyi bırak!-

Onun yanına dizelenirler ve ona korkunç tokatlar atmaya başlarlar. Yirmi

darbeden sonra artık gözlerini, dişlerini, hislerini kaybeder. Vinç onu yukarı

kaldırır ve alıp götürür.” (Buzzati, 1990: 282)

Buzzati üçüncü ekranda önceden tanıştığı Tussi teyze, yeğeni Gianni ve

onun eşi Fedra‟yı yemek masasında otururken görür. Akrabalarının kendisinden

kurtulmak istemeyeceğinden emin olan Tussi teyzeyi kötü bir sürpriz beklemektedir:

Kendisini evden alıp götürmek üzere iki belediye çalışanı gelir ve ona yeğeninin

imzasının olduğu bir belge gösterirler. Tussi teyzenin yalvarışları ve evden

götürülüşü öyküde şöyle anlatılır:

“-İmkânsız!- diye bağırır Tussi teyze. -Yeğenim imzalamış olamaz, bunu

yapmış olamaz… Öyle değil mi Gianni?

Ancak Gianni konuşmuyor, açıklama yapmıyor. Gianni ağzını açmıyor ve

eşi de ağzını açmıyor, hatta çocukları eğlenceli bir hava içinde bakışıyorlar.

-Konuş Gianni, sana yalvarıyorum!- diye yakarır Tussi teyze.

Çalışanlardan biri atılarak kadını bileğinden yakalar. Bir kız çocuğu gibi

hafif ve narindir. -Kımıldan, cadı, yan gelip yatma zamanı sona erdi.- ”

(Buzzati, 1990: 284)

122

Tussi teyze evden götürüldükten sonra yeğeni, eşi ve iki çocuğu yemeklerini

yemeğe devam ederler.

Belva al volante (Direksiyondaki Vahşi Hayvan) adlı yedinci öyküde

Buzzati‟nin anlatmak istediği, araba kullanan sürücülerin trafiğe çıktıklarında

çevreye ve insanlara zarar vererek canavarlaştıklarıdır:

Buzzati araba almak için gittiği dükkânda Rosella‟yı görür. Rosella orada da

çalışmaktadır. Rosella Buzzati‟nin arabasını gözden geçirir. Buzzati ilk başta bu

gözden geçirmenin ne olduğunu anlayamasa da, daha sonra buna anlam verecektir.

Buzzati arabasını kullandıkça kendisini daha çok beğenmeye ve hız yaptıkça

kendisini daha çok farklı biri gibi görmeye başlar. Yani kendisini artık tanıyamaz

olur. Buzzati „Cehennem‟de arabaların direksiyonlarına özel bir vernik uygulandığını

duymuştur. Bu da sürücülerin arabaları kullanmaya başladıklarında sabırsız, kaba ve

hoşgörüsüz olmalarına neden olur. Buzzati artık „Cehennem‟in içinde olduğunu,

kötülük yapmaktan zevk aldığının farkına varır:

“[…] Demek ki, „Cehennem‟ kanımın içine girdi, kötülük yapmak ve

başkasının küçük düşmesi hoşuma gidiyor, insanları ezmekten keyif

alıyorum, sık sık kamçılamak, vurmak, parçalamak ve öldürmek istiyorum.

Bazı günler, kavga etmem, içimdeki nefret ve şiddeti dışa vurmam için bana

izin veren bir kazanın olmasının umuduyla, saatlerce amaçsızca, güçlü

arabamla kenti dolaşıyorum.” (Buzzati, 2009: 460)

123

Buzzati arabasıyla park yerinden çıkarken bir araba onun yolunu keser.

Buzzati bu nedenle ona çarpar. Bunun üzerine Buzzati, adeta kendinden geçerek

onunla konuşur ve arabanın sürücüsüne çok sert davranır. Buzzati ayrıca adamın

burnuna vurmaya başlar. Beşinci vuruşta adam kibar bir şekilde Buzzati‟yi geriye

doğru iter. Bundan sonra daha çok sinirlenen Buzzati adama daha sert davranmaya

başlar. Buzzati‟nin öfkesinin doruğa çıktığını gösteren, adamla konuşmasının son

cümleleri şöyledir:

“[…]

Beşinci küçük vuruşta adam, neredeyse zarif bir hareketle beni arkaya

ittirerek karşılık veriyor.

-Aferin!- diye karşı çıkıyorum. -Şimdi de şiddet ha, yumruklama da var mı?

Onu bir kolundan yakalıyorum, kolunu sırtının arkasına acımasızca

büküyorum, onu eğilmeye zorluyorum.

-Alçak- diyor. -Yetişin! İmdat!

-Şimdi sen, serseri, arabamda meydana getirdiğin zararı öpeceksin, onu

köpekler gibi dilinle yalayacaksın. […]” (Buzzati, 2009: 461-462)

Buzzati bu öyküde sürücülerin trafik kurallarına uygun ve dikkatli bir

şekilde araba kullanmaları gerektiğini, aksi takdirde başkalarına zarar

verebileceklerini vurgular.

Bölümün sekizinci ve son öyküsü olan Il giardino‟da (Bahçe) güzel bir

bahçesi olan ev sahibi yaşlı kadının tüm itirazlarına rağmen kentteki insanların

hırslarından ve açgözlülüklerinden dolayı bahçenin yıkılarak tanınmaz bir hâle

geldiği anlatılır. Bize göre bahçe içindeki evlerin yıkılması, günümüzdeki kentlerde

124

en önemli sorunlardan biridir. Buzzati bu öyküde, dünyanın insanların kötülükleri

yüzünden yaşanmaz bir hâle geldiğini ve dünyadaki kötülüklere maruz kalan her yaş

kesiminden insanların sıkıntı çektiklerini vurgulayarak bu duruma bir son verilmesini

ister. Dante yapıtında Cehennem ve Araf‟‟a uğradıktan sonra Cennet‟e ulaşır.

Buzzati‟nin yapıtında ilk bakışta „Cennet‟e ulaşılmaya çalışılsa da „Cehennem‟

baskın çıkar. Buzzati, „Cehennem‟in insanın olduğu her yerde olabileceğini

göstermek ister.

Buzzati Bayan Belzeboth‟un ekranlarından birinde sanki cennet bahçesi gibi

bir bahçe görür. Bahçe bu öyküde ilk başta „Cennet‟e ulaşmada bir umut ışığı gibi

görünür. Bahçe sanki barış, huzur, umut, sağlık, güzel kokuların ve sessizliğin

simgesidir. Bahçede dağlardaki gibi güneş ışığı yansır, güneşle doğrudan kurulan bir

temas vardır. Bahçenin bir tarafında yaşlı bir kadının eski bir evi, diğer tarafında ise

başka bir ev vardır. O sırada yaşlı kadın evde piyano çalmaya başlar. Diğer evden ise

küçük bir kız bahçeye çıkar ve bahçede yuvası olan yabani bir tavşanla oynamaya

başlar. Her şey görünürde mutlu ve mükemmeldir. Buzzati bu olanlara bir anlam

veremez, buranın „Cehennem‟ olduğuna bir türlü inanamaz. Bunun üzerine Bayan

Belzeboth, „Cennet‟ olmadan „Cehennem‟in olamayacağını vurgular. Bu

düşünceden, dünyada yapılan kötülüklerin iyilikler nedeniyle ortaya çıktığı

anlaşılmaktadır. Dünyada yaşayan insanlar çıkarları uğruna iyi olan ne varsa yok

etmeye çalışıp iyi ve güzel giden bir şeyi kötülük yaparak mahvetmek isterler.

„Cehennem‟i simgeleyen kötülük, iyilikleri ve güzellikleri simgeleyen „Cennet‟ten

kaynaklanır. Buzzati ile Bayan Belzeboth‟un arasındaki konuşma şu şekildedir:

125

“ -Bunu nasıl açıklayabiliriz, hanımefendi? Burası, Cehennem mi?

[…]

-Oğlum, Cennet olmasaydı, Cehennem de var olmazdı.” (Buzzati, 2009:

464)

Ardından Buzzati yaşlı kadının kendisine proje gösteren bir adamla

konuştuğunu ekranda görür. Adam kadına yüksek rakamlar önerse de, kadın

redderek bahçeyi satmaktan vazgeçer. Başka bir ekranda ise Kent Meclisi‟nin yaptığı

bir toplantı göze çarpar. Toplantıda parklardan ve bahçelerin denetiminden sorumlu

belediye danışmanı Massinka konuşma yapmaktadır. Konuşmasında zehirlenmiş

kentin akciğerleri olan yeşili, çayırları, ağaçları savunur.

Buzzati yine yaşlı kadının evine bakar. Kadın bu defa başka bir ziyaretçiyle

konuşmaktadır. Otobüs garajının inşa edilebilmesi için bahçenin bir bölümünün

kamulaştırılması gerekir. Kadın buna protesto eder, bunun üzerine adam elindeki

belgeyi piyanonun üstüne bırakıp, evden çıkar. O anda dışarıda bir gürültü duyulur.

Bahçenin bir duvarı yıkılır. Küçük kız yuvasında olan tavşanı zamanında kurtarır. İki

ay geçtikten sonra Kent Meclisi‟nde Profesör Massinka, o yeşil alanın bozulmasını

protesto etmeye devam eder. O arada yaşlı kadın evinde başka biriyle konuşur.

Kentin yapılaşmasından dolayı meydana gelen sorunları azaltmak ve kentteki trafik

tıkanıklıklığına çözüm bulmak üzere yeni bir ana caddenin açılması, bu nedenle

bahçenin ikinci bölümünün kamulaştırılması gerekmektedir. Kadın bahçesinin

yıkılmasından oldukça üzüntü duyar. Bahçenin içinde üç ağacın bulunduğu yeşillikli

küçük bir bölümü kalır.

126

Ekranda yine Profesör Massinka‟nın konuşması göze çarpar. Massinka, geri

kalan küçük yeşil alanın kurtulmasının ölüm kalım meselesi olduğunu vurgular. O

sırada yaşlı kadın başka biriyle konuşmaktadır. Kişi, bahçenin geri kalan üçüncü

bölümünün kamulaştırılması için kadını satma konusunda ikna etmeye çalışır.

Kadına yüksek rakamlar önerir. Kadın üzgün bir şekilde soyadının son harfini

yazamadan dışarıdan büyük bir gürültü duyulur. Bayan Belzeboth ve yanında çalışan

kızları bu duruma oldukça sevinir. Artık bahçe yoktur, bahçenin yerinde uğursuz bir

çukur oluşmuştur. Düşüncemize göre, burada sanki cennet bahçesi cehennem

çukuruna dönüşür. Güneş, sessizlik ve yaşama sevinci artık oraya asla

ulaşamayacaktır. Öyküde güneşle ilgili şu cümle yer alır:

“[…] Yüzyıllar boyunca güneş artık asla oraya ulaşamayacaktı, ne sessizlik

ne de yaşama sevinci. […]” (Buzzati, 2009: 468)

Buzzati, kentlerdeki doğal güzelliklerin çıkarlar uğruna insanlar tarafından

nasıl bozulduğunu ve bu nedenle kentlerin artık yaşanmaz hâle geldiğini vurgular.

Buzzati öykünün sonunda çocukların da „Cehennem‟de olabileceğini,

„Cehennem‟in olduğu yer konusunda çelişkiye düştüğünü ve kendisini

Cehennem‟deyse bu durumun, insanların esrarengiz bir kaderi olduğu şeklindeki

düşüncesi ile dile getirir. Öykü bu düşünceleri ifade eden cümlelerle sona erer:

“ „Cehennem‟de çocuklar var olmadığı için şimdi benden bununla ilgili

düzeltme yapmam istenecek. Hâlbuki orada çocuklar var. Muhtemelen her

şeyden daha kötü olan çocukların acısı ve umutsuzluğu olmasa, „Cehennem‟

nasıl olması gerektiği gibi olabilirdi? Hem sonra, ben oradaydım.

127

„Cehennem‟in orada olup olmadığı ya da öbür dünya ile bizimki arasına

yayılıp yayılmadığı tam açık değil. Duyduğumu ve gördüğümü esas alacak

olursam, kendime sorarım: Acaba tesadüfen „Cehennem‟ burada olamaz mı?

Ve ben hâlâ „Cehennem‟deysem, bu yalnızca bir cezalandırma değilse,

esrarengiz bir kaderden söz edilebilir.” (Buzzati, 2009: 468-469)

Buzzati „Cehennem‟de çocukların olmadığını, ancak yaşadığımız dünyanın

„Cehennem‟e benzediğinden, çocukların öbür dünyada „Cehennem‟e gitmeden,

kısmen de olsa, bu dünyada „Cehennem‟i yaşadıklarını belirtir. Buzzati başta

çocuklar olmak üzere, her yaştaki insanın dünyadaki kötülükler nedeniyle çektiği

sıkıntı ve acıları düşünerek „Cehennem‟in yalnızca öbür dünyada değil, bu dünyada

da olabileceğini, bunun yaşamın esrarengiz bir kaderi olduğunu vurgular.

128

“Il colombre” adlı öykü derlemesinin kapak resmi

129

“Colombre” adlı kitabın kapak resmi

130

7. DINO BUZZATI’NĠN DĠLĠ VE ÜSLUBU

Dino Buzzati, yapıtlarında masalsı ve büyülü bir hava yaratarak başlıca şu

konuları ele almıştır: Endişe, ölüm ve ölümden duyulan korku, sihir, gizem, mutlak

ve üstün olanı arayış, sıradan bir durumdan kurtulma fırsatı için umutsuz bir

bekleyiş, dağ ve doğa sevgisi, aşk ilişkilerinde anlaşılmazlık ve bilinemezlik, Tanrıya

olan inanç. Yapıtlarında değindiği en önemli konu ise kaderdir. Yapıtlarında kader,

ne yapılırsa yapılsın önüne geçilemeyen, her şeye gücü yeten, ironik bir özelliğe

sahiptir. Kaderin neden olduğu tutarsız durumlar, büyülü bir ortam içinde endişe

verici bir nitelikle olası metafizik gerçekleri yansıtmaya çalışır. Buzzati‟nin yapıtları

bazen korku türüne yakın görünse de aslında fantastik türün özelliklerine sahiptir.

Yapıtlarında kullandığı fantastik üslupla yazılmış olaylarla dönemindeki küçük

burjuva gerçeklerinden uzaklaşma çabasına girer. Buzzati‟nin masalsı dünyası,

gerçek masallardaki öğelerden oluşup “Kuzey Avrupa‟ya özgü” ya da doğrudan

doğruya “Gotik” kültürden doğan bir zevkin ürünü olarak ortaya çıkar.

Buzzati‟nin yapıtlarında gerçeğin ardında ve gerçeğe yabancı olmayan,

ironik mesajlarla olayların nedenini ve gizli kalmış yönlerini ortaya çıkaran “İkinci

bir dünya” göze çarpar. Kahramanları, gerçekle konu arasındaki bağlantıyı oluşturan

bilinçaltında yer alan mesajları ortaya çıkararak gerçekle bağlantılı gizemli bir

iletişim meydana getirirler. Dolayısıyla Buzzati‟nin fantastik üslubu, gerçeğin

boyutlarından anlaşılmaz bir durumun boyutlarına geçerken karmaşık bir yapıya

sahip olmaz. Bu durumda gerçek, Buzzati‟nin yapıtlarında kullandığı “Çölün uçsuz

bucaksız yalnızlığı” ve “Dağ” öğelerinde olduğu gibi, metafizik bir sessizliğe

131

bürünür. Bu sessizlik içinde, yapıtlarında yer alan ayrıntılarda yaşamın sıkıntısının

vermiş olduğu bir durgunluk görülür. Böylece gizemli öğeler ortaya çıkar ve bu

öğelerin yer aldığı “İkinci bir dünya” ile yapıtlarında bağlantı kurulmuş olur.

(Vanelli, 2006)

Buzzati‟nin öykülerinin yapısı “Olağanüstü bir mekanizma” üzerine

kuruludur. Yapıtlarındaki gerçek, baştan çıkarıcı bir etkiye sahip olmakla beraber,

bazen düzensiz ve büyüleyici bir biçim sergiler ve gizemli nesnelerle doludur. Ayrıca

Buzzati‟nin yapıtlarındaki gerçeği aşma sırasındaki gerilim, bir öykünün içinde

gelişir ve kesin bir sonuca götürerek heyecan verici bir ortama okuyucuyu sürükler.

Gizli kalmış gerçeğin yavaş yavaş ortaya çıkmasıyla olay ve izlenimlerin çeşitliliği

bu duruma eklenir. Bu mekanizma içinde, Buzzati‟nin yapıtlarına olan bakış

sırasında duyulan etkilenme ve heyecan, konudaki hareketsizlikten olayları algılama

sırasında ortaya çıkan hareketliliğe doğru bir geçiş yapar. Böylece her şey bir coşku

ve heyecan içinde yenilenip değişerek akıp geçiverir. Bu olgu, Buzzati‟nin

yapıtlarındaki en önemli ve göze çarpan özelliklerden biridir. (Vanelli, 2006)

Eleştirmenlerden bazıları Buzzati‟nin edebi yapıtlarını iki döneme ayırır: İlk

dönem yapıtları eleştirmenler tarafından daha başarılı kabul edilir. Il grande

ritratto‟dan itibaren kitaplarında Kuzey Avrupa‟ya özgü öğelerden çok varoluşçu

öğeler görülür ve söz konusu süreç yazarın ikinci dönemi kabul edilir. Eleştirmen

Cecchi, ikinci dönem yapıtlarında hayal gücü yerine gerçeğin ön plana çıktığını

savunur.

132

Buzzati‟nin gazetecilik geçmişi ve deneyimi onun yazım sanatı hakkında

bilgi vermektedir: Yapıtlarında yer alan casusluk, hapis, yargılama gibi konular

gazetelerin birinci sayfasında geçen konulardandır. Buzzati‟nin fantastik anlayışı,

gazetecilik geçmişiyle bağlantılı olarak gerçek yaşamla iç içedir. Yapıtlarında

metafor ve hayal gücünü büyük bir uyum içinde kullanır. Düşüncemize göre Buzzati,

imgelem dünyası ile gazetecilik arasındaki ilişki ile ilgili düşüncelerini şu sözleriyle

çok iyi açıklar:

“Bana öyle geliyor ki imgelem dünyası, gazetecilikle mümkün olduğunca

yakın olmalıdır. Gazetecilik imgelem dünyasının içine girse de bu durum

için „Sıradanlık‟ doğru bir sözcük değildir. Demek istiyorum ki, bir fantastik

öykünün etkili olması, en yalın ve anlaşılır sözcüklerle anlatılmasına

bağlıdır.” (http://en.wikipedia.org/wiki/Dino_Buzzati, 21.02.2010)

Yazarlığın gazetecilikle uyum içinde olması gerektiği Buzzati‟nin şu

sözlerinden daha iyi anlaşılır:

“O zaman, yanılmıyorsam, Voltaire‟in de dediği gibi edebiyatın tüm türleri

sıkıcı olmamak koşuluyla akla yatkın olma özelliğine sahiptir. Eminim ki,

birçok tanınmış meslektaşım gazetecilik mesleğinde tecrübe edinmiş

olsalardı – üç aylık bir tecrübe değil, benim yıllar boyunca edindiğim gibi

bir tecrübe – yazmış olduklarından çok daha anlaşılır biçimde kitap yazmış

olurlardı. Çünkü modern öykü edebiyatındaki kusur, önemli bir kusurdur ve

korkunç bir durumun ortaya çıkmasına neden olur, bu nedenle bazı iyi

kitaplar vardır ki yalnızca okunmaktan öteye gidilmez. Bunun böyle

olmasının nedeni, gerçek yazarlık mesleğinin nasıl olması gerektiğini

bilmeyen insanlar tarafından yazılmış olmalarıdır. Yazarlık, gazetecilikle

133

tam bir uyum içinde olmalıdır ve mümkün olduğunca anlatılmak isteneni

daha yalın, daha açık, daha dramatik, hatta mümkün olduğunca şiirsel bir

şekilde anlatılması gerekir.” (Crotti, 1977: 2-3)

Buzzati‟nin dili ve üslubuyla ilgili özellikleri toparlamak gerekirse, yazar

yapıtlarında günlük hayatta konuşulan sözcüklere yer vermiş olup yapıtlarını sade ve

anlaşılır bir dille yazmıştır. Kullandığı sembollerle gizemli bir hava yaratmayı

amaçlamıştır. Bunu yaparken de sembollerin oluşturduğu gizemi yorumlama çabası

içine girmez. Zira bu sembollerle anlatmak istediğini, aslında üstü kapalı olarak

sunup okuyucunun bulmasını ister. Buzzati‟nin süslü bir anlatımı yoktur.

Yapıtlarında bulunan gizem, hayal ve korku öğelerini lirik yorumlar yaparak

yumuşatmamaya çalışır, bunları düşsel bir oyun içinde en yalın şekliyle sunar.

Buzzati yalın bir üslupla gerçeküstü olayları anlatabileceğini yapıtlarıyla kanıtlar.

(Özkan, 1995)

Dino Buzzati

134

8. SONUÇ VE DEĞERLENDĠRME

“Dino Buzzati‟de Fantastik Öğeler” adlı tez çalışmasının sonucunda şu

önemli noktalara ulaşılmıştır: Roman, öykü ve tiyatro yazarı, gazeteci, şair ve aynı

zamanda ressam olan Dino Buzzati, vermeyi amaçladığı mesajları yapıtlarında

kullandığı yalın dil ve sembolleri aracılığıyla okuyucuya aktarmaya çalışır. Vermeyi

amaçladığı bu mesajların günümüzdeki geçerliliğini koruması Buzzati‟nin edebiyat

dünyasındaki önemini daha da artırmaktadır. Yapıtlarındaki bu geçerlilik,

Buzzati‟nin gazetecilik mesleğinden ötürü güncel olaylarla ilgilenmesiyle iyice ön

plana çıkar.

Buzzati‟nin dağlara olan tutkusunun yapıtlarına yansıdığı görülür. İlk

romanı Bàrnabo delle montagne‟de dağları adeta büyülü bir hava içinde yansıtır.

Buzzati, dağlardan kopamadığını simgesel olarak anlatmaya çalışmıştır. Ayrıca,

romanda „Zamanın akışı teması‟ göze çarpar. Buzzati bir türlü geçmek bilmeyen

zamanın aslında çabucak geçtiğini bu romanında vurgulamak ister. Bu romanda

zamanın akışıyla bazı şeylerin değişebileceği ve zaman geçtikçe acıların dindiği

belirtilir.

Bu çalışmada önemli olan noktalardan birisi de, Buzzati‟nin çevreci yönünü

ön plana koymasıdır. Bu yönü, Il segreto del Bosco Vecchio romanında net bir

şekilde görülür. Bu romanda insanların çevreyi ve doğayı koruması gerektiği

savunulur. Fantastik öğelerin yoğun olduğu romanda çocuklarla doğa arasındaki o

masum uyum ve iletişim göze çarpar. Bu uyum ve iletişim öylesine güçlüdür ki, doğa

135

iyi bir durumdayken çocuklar iyidir, ama doğaya zarar verildiğinde çocuklar

kendilerini kötü hisseder. Ayrıca, insanlar çocuklara zarar verdiklerinde doğa

insanları cezalandırır. Yetişkin insanlar çıkarlarından dolayı doğaya zarar verirler, bu

nedenle yetişkin insanlarla doğa arasındaki iletişim yok olur. İnsanoğlu doğaya nasıl

davranırsa doğa da insanoğluna o şekilde davranır. Doğaya zarar verilirse, doğanın

geri dönüşünün bedeli ağır olur. İnsanoğlunun doğaya verdiği zarar gün geçtikçe

artmaktadır, bu durum yaşantımızın en önemli sorunlarından biri haline gelmiştir.

Yetişkin insanlar doğayı korudukları takdirde, çocukluklarında olan doğayla

aralarındaki uyumları devam edebilir. Ayrıca Buzzati bu yapıtında insanların

çıkarları uğruna değişebileceklerini, kişiliklerinden ödün verebileceklerini, bunun

sonucunda yakınlarının onları terk edebileceğini, böylece bu durumun kendilerine

zarar getireceğini vurgulamak ister.

Buzzati‟nin Il colombre adlı yapıtında Dante etkisi hissedilir. Buzzati

yirminci yüzyılın büyük kentlerindeki adeta insan yaşamını cehenneme çeviren etkiyi

bu yapıtında ortaya koyar. Dante‟nin La Divina Commedia adlı yapıtındaki

Cehennem bölümünden esinlenip bu bölümü günümüz kentlerindeki yaşama

uyarlamaya çalışarak bunu yapıtına yansıtmayı başarır. Buzzati yirminci yüzyıldaki

yozlaşmış yaşantıları ele alarak insanlara ve gelecek nesillere elde edilen sonuçları

göstermek ister. Görülen odur ki, yirmibirinci yüzyılda da bu yozlaşmış yaşantı göze

çarpar. Durum, düzeleceği yerde, gittikçe daha kötü bir hâl alır. Anlaşılan, gerekli

tedbirler alınmazsa büyük kentler artık yaşanmaz bir hâle gelecek, böylece bu

kentlerdeki insani duygular yok olacaktır. Buzzati ayrıca kaderin önüne hiçbir şeyin

geçemeyeceğini, insanın kaderinde ne varsa onun olacağını bu yapıtında gösterir.

136

Buzzati bu yapıtta günümüzde insanlar arasında yaşanan bazı sorunları ön plana

çıkarıp bunlardan almamız gereken dersleri yansıtmaya çalışır.

Buzzati‟nin Kafka‟nın yapıtlarından etkilenmiş olması ve bunu yapıtlarına

yansıtması, Buzzati‟nin en önemli edebi yönlerinden biridir. Her iki yazarın

yapıtlarında benzerlikler olsa da, Buzzati yapıtlarında kullandığı simgeleri ve

vermeyi amaçladığı düşüncelerini kendine özgü bir dil ve üslup kullanarak ortaya

koymaya çalışır. Bu yönüyle Buzzati‟nin Kafka‟dan ayrıldığı ve edebiyat dünyasında

ayrı bir yere sahip olduğu anlaşılmaktadır.

137

ÖZET

Dino Buzzati‟nin Bàrnabo delle montagne, Il segreto del Bosco Vecchio

romanlarındaki ve Il colombre öykü derlemesindeki fantastik öğelerin incelenmesi

çalışmamızın konusunu oluşturur.

Düş gücüyle meydana gelen öğelerin egemen olduğu ve olayların gerçek

ortamlarda geçtiği fantastik edebiyatın İtalya‟daki en önemli temsilcilerinden biri

olan çağdaş İtalyan yazar Dino Buzzati, yapıtlarında kullandığı fantastik öğelerle

vermek istediği düşünceleri yalın bir dil ve üslupla okuyucuya sunar. Ayrıca Buzzati

fantastik öğeleri kullanmakla dönemindeki gerçeklerden uzaklaşmaya çalışır. Buzzati

yapıtlarında fantastik dünyayı gerçek dünya ile bir arada kullanarak gizem öğesini ön

plana çıkarıp okuyucunun çıkarması gereken dersleri gözler önüne serer.

Buzzati çocukluk ve gençlik yıllarını geçirdiği yerleri yapıtlarında büyük bir

ustalıkla kullanır. Bunu özellikle Bàrnabo delle montagne ile Il colombre adlı

yapıtlarda açıkça görebiliriz. Il segreto del Bosco Vecchio adlı yapıtta ise Buzzati

çevreye olan duyarlılığını ve çocukların doğayla olan iletişimini vurgular. Ayrıca

Buzzati‟nin dünyaca ünlü edebiyatçılardan olan Dante ve Kafka‟dan etkilenmiş

olması, yazarı edebiyat dünyasında daha da önemli kılar.

Sonuç olarak bu çalışma Dino Buzzati‟nin çağı içindeki öneminin daha iyi

anlaşılması bakımından yararlı bir kaynak olup, adı geçen üç yapıtındaki fantastik

öğelerle aktarılan düşüncelerin günümüzdeki geçerliliği üzerine ışık tutar.

138

ABSTRACT

The subject of this study is formed by analyzing the fantastic elements in

Bàrnabo delle montagne, Il segreto del Bosco Vecchio and Il colombre by Dino

Buzzati.

The contemporary Italian writer, Dino Buzzati, who is one of the most

important representatives of fantastic literature in Italy, in which the elements

produced by the capacity of imagination exist and the events happen in real places,

presents with the simple language and style the thoughts which he wants to give with

the fantastic elements he used in his works to the readers. Additionally, Buzzati tries

to move away from the realities in the period in which he lived by using fantastic

elements. By using together the real world and the fantastic world in his works,

Buzzati foregrounds the element of mystery and reveals the main themes which the

reader must find.

In his works, Buzzati uses with great mastery the places where he passed his

childhood and youth years. It can be clearly seen especially in Bàrnabo delle

montagne and Il colombre. In Il segreto del Bosco Vecchio, Buzzati emphasizes his

environmental sensitivity and the communication between children and nature. Also,

being influenced by Dante and Kafka, the world-famous men of letters, makes

Buzzati more important in literature.

139

As a result, this study is a useful resource in understanding the importance

of Buzzati more comprehensibly in his period and sheds light on the validity of the

thoughts in our day transmitted by the fantastic elements in three works by Buzzati.

140

KAYNAKÇA

Alighieri, Dante, Ġlahi Komedya- Cehennem- Araf- Cennet, Çev. Rekin Teksoy,

İstanbul, Oğlak Yayıncılık, 2001.

Ana Britannica Genel Kültür Ansiklopedisi, C. 7, İstanbul, Ana Yayıncılık, 1994.

Ana Britannica Genel Kültür Ansiklopedisi, C. 10, İstanbul, Ana Yayıncılık,

1994.

Ana Britannica Genel Kültür Ansiklopedisi, C. 13, İstanbul, Ana Yayıncılık,

1994.

Ana Britannica Genel Kültür Ansiklopedisi, C. 17, İstanbul, Ana Yayıncılık,

1994.

Ana Britannica Genel Kültür Ansiklopedisi, C. 29, İstanbul, Ana Yayıncılık,

1994.

Ana Britannica Genel Kültür Ansiklopedisi, C. 31, İstanbul, Ana Yayıncılık,

1994.

Ana Britannica Genel Kültür Ansiklopedisi, Cilt 32, İstanbul, Ana Yayıncılık,

1994.

Barron, Neil, Fantasy Literature: A Reader’s Guide, New York & London,

Garland Publishing, Inc., 1990.

Boccaccio, Giovanni, Decameron, Çev. Rekin Teksoy, İstanbul, Oğlak Yayıncılık,

2001.

Buzzati, Dino, Il colombre-Le K, Paris, Librairie Générale Française, 1990.

Buzzati, Dino, Bàrnabo delle montagne, Milano, Mondadori, 1994.

Buzzati, Dino, Il segreto del Bosco Vecchio, Milano, Mondadori, 1999.

141

Buzzati, Dino, La boutique del mistero, Milano, Mondadori, 1999.

Buzzati, Dino, Colombre, Çev. Eren Cendey, İstanbul, Can Yayınları, 2007.

Buzzati, Dino, Il colombre e altri cinquanta racconti, Milano, Mondadori, 2009.

Buzzati, Dino, Dağların Adamı Barnabo, Çev. Elçin Kumru, İstanbul, Timaş

Yayınları, 2010.

Campanella, Tommaso, GüneĢ Ülkesi, Çev. Vedat Günyol, Haydar Kazgan,

İstanbul, Sosyal Yayınlar, 1996.

Carnazzi, Giulio, Dino Buzzati- Opere scelte, Milano, Mondadori, 1999.

Clute, John, Nicholls, Peter, The Encyclopedia of Science Fiction, New York, St.

Martin‟s Press, 1993.

Collodi, Carlo, Pinokyo, Çev. Egemen Berköz, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür

Yayınları, 2006.

Collodi, Carlo, Pinokyo’nun Serüvenleri: Bir Kuklanın Öyküsü, Çev. Eren

Cendey, İstanbul, Can Çocuk Yayınları, 2009.

Crotti, Ilaria, Dino Buzzati, Firenze, La Nuova Italia, 1977.

Ertem, Cengiz, “Fantastik Edebiyat ve Aşkı Giyinen Adam”, Littera Dergisi, Nisan

2003, C. 12, s.189-212.

La Nuova Enciclopedia Della Letteratura Garzanti, Milano, Garzanti, 1995.

Lodoli, Marco, Aylaklar, Çev. Nevin Özkan, İstanbul, İletişim Yayınları, 1993.

Mathews, Richard, Fantasy: The Liberation of Imagination, New York, Twayne

Publishers, 1997.

Öncel, Süheyla, Ġtalyan Edebiyatı Tarihi, 1. Kitap: BaĢlangıç Döneminden

Aydınlanma Çağına Kadar, Ankara, İtalyan Kültür Heyeti, 1997.

142

Özkan, Nevin, “Dino Buzzati: Yaşamı ve Sanatı”, Littera Dergisi, 1995, C. 6, s.78-

81.

Özkan, Nevin, Speelman, Raniero, ÇağdaĢ Ġtalyan Edebiyatından Fantastik

Öyküler, Ankara, Phoenix Yayınevi, 2006.

Pazzaglia, Mario, Gli Autori Della Letteratura Italiana - Dalle origini alla fine

del Cinquecento, Bologna, Zanichelli, 1997.

Prosciutti, Ottavio, Pagine di scrittori italiani: ad uso degli studenti stranieri,

Perugia, Grafica, 1978.

Steinmetz, Jean-Luc, Fantastik Edebiyat, Çev. Hasan Fehmi Nemli, Ankara, Dost

Kitabevi Yayınları, 2006.

Tasso, Torquato, KurtarılmıĢ Kudüs (Seçme Kantolar), Çev. Alpay İzmirlier,

Elçin Kumru, M. Volkan Taşan, Ankara, İtalyan Kültür Heyeti, 1995.

Todorov, Tzvetan, Fantastik: Edebi Türe Yapısal Bir YaklaĢım, Çev. Nedret

Öztokat, İstanbul, Metis Yayınları, 2004.

Vanelli, Paolo, Le icone del testo: Saggi sulla narrativa italiana contemporanea,

Genova-Milano, Marietti, 2006.

Yılmaz, Zuhal, “Tatar Çölü”, Littera Dergisi, Nisan 2003, C. 12, s.131-136.

Yılmaz, Zuhal, “Fantastik Edebiyata Genel Bir Bakış-Stefano Benni ve

Stranalandia”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi,

2006, C. 46, S. 2, s. 127-142.

143

Elektronik Kaynaklar

http://biografieonline.it/img/bio/d/Dino_Buzzati.jpg

http://en.wikipedia.org/wiki/Dino_Buzzati

http://lafrusta.homestead.com/ rec_buzzati.html

http://papersbyjoantaber.blogstop.com/2006/10/dino-buzzati-inside-fantastic.html

http://s1.e-monsite.com/2008/11/17/10/880819769788804461104-jpg.jpg

http://teatroterze09.altervista.org/blog/wp-content/uploads/2008/01/buzzati.jpg

http://www.einaudi.it/libri/autore/marco-lodoli/0000550

http://www.ficciones.com.ar/Critica/alighieribuzzati.htm

http://www.ibs.it/code/9788804598947/segreto-del-bosco/buzzati-dino.html

http://www.ilknokta.com/kitap/77541/Colombre.html

http://www.italialibri.net/autori/buzzatid.html

http://www.lastampa.it/redazione/cmsSezioni/cultura/201004articoli/

54504girata.asp

http://www.liberolibro.it/dino-buzzati-barnabo-delle-montagne/

http://www.tdkterim.gov.tr/bts/

http://www.timas.com.tr/Icerik/Hakkimizda/Haberler/Daglar%C4%B1n-

Adam%C4%B1-Barnabo.aspx

http://www.wikipedia.org/