Download - Bengütaş Duvar Gazetesi Mayıs Sayısı
0
Her Zamanki Gibi - Özer ŞENÖDEYİCİ Prof. Dr. Cengiz Alyılmaz ile Türkoloji Üzerine Söyleşi - Havva KARA - İhsan BAYRAK Aya-
ğını Mushaf Üzerine Uzatan Kâfir - Ahmet TANYILDIZ Yerden Göğe - Ozan YILMAZ Yalnızlar Rıhtımı - Esra HAMAMCI Kaçış - Halil Sercan KOŞİK Türk Milletini Dizilerle Sıraya Dizerek Dize Getirmek - Nurullah Çetin Masal Akşamı - Çağlar Uzun Anla-
saydın - Saliha Yılmaz Yeniden - Serap Çetin Bir - Yücel Dursun Kalabalık’lardaki Yalnızlığım - Nazlı (Nazime) Ekinci Olabildik-
lerim - Kevser Beyazıt 4 Bâb Ömür - Mesut Yılmaz Kayıp - Sü-heyla Seha Kartal Kör Çocuğun Renkleri - Nazlı Özlemiş Gün Doğar ve Batar - Yunus Emre Bolat Bâkî’nin Fezâil-i Mekke Adlı
Eseri Üzerine Halil Sercan Koşik Deli Gönlüm - Yusuf Bağcıoğlu Bizim Zamanlar - Gülsüm Simay Kanoğlu Dâstân-ı Mihribân-
Gözlerin (Be-Nâm-ı Mihribân) - Yavuz (Fermân) KILIÇ Lisyantus - Melek ÇİFTÇİ Senden Ötürü - Hilal TUNA Son Mendil - Duygu
ÇEKİÇ Acıyı Sevmek - Engin Çağdaş BULUT Kaldırım Taşına Mesai Yaptıran Kardeş - Ünal DERELİ Cam Kırıkları - Tuba YENİ Kadim Bir Gelenek: Mayıs Yedisi - İskender KELEŞ Ve Biliniz - Görkem Saliha KARADENİZ Vuslatsız Bir Aşkın İlk Meyvesi: Bir
Mihribân Vardı - Nuray ACAR Can Eriği - Birgül KAYA
1
Editör
Doç. Dr. Özer ŞENÖDEYİCİ
Editör Yardımcısı
H. Sercan KOŞİK
Tashih
Kübra İLDAŞ
Merve KALAYCI
Yavuz (Ferman) KILIÇ
İletişim Sorumları
İhsan BAYRAK
Röportaj
İhsan BAYRAK-Havva KARA
Haberler Turgay KABAK
Nuray ACAR
Bilgisayar ve Jenerik
Yunus Emre BOLAT
Bayram AKI
Pano ve Arşiv
Nuray ACAR
Meral ŞEKER
Gülsüm KANOĞLU
Meryem ZENGİN
Adres: Karadeniz Teknik Üniversitesi Edebiyat Fa-
kültesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, Trabzon.
bengutasduvargazetesi.blogspot.com
Her hakkı saklıdır.
Bengütaş Duvar Gazetesi’nin yazılı izni olmaksızın herhangi
bir vasıtayla kısmen de olsa çoğaltılamaz.
Kaynak göstermek şartıyla alıntı yapılabilir. Gazetede yayın-
lanan yazıların tüm sorumluluğu
yazarlarına aittir.
Copyright©2014
Editör’den
HER ZAMANKİ GİBİ
Doç. Dr. Özer ŞENÖDEYİCİ
Değerli okurumuz;
Ulaştığımız nokta itibariy-
le yol kat’ ettiğimiz söyle-
nebilir. Ancak hâlâ varmaya çalıştığımız menzil-
den çok uzaktayız. Üstelik uğramamız gereken
nice durak, alt etmemiz gereken nice engel var.
Türk dili ve edebiyatına yeni kalemler
kazandırmak ve bunun kıvancı ile yeni ufuklara
açılmak isteyen Bengütaş, kısacık ömrüne nice
kalemler sığdırdı; üç aylık bir sürede edebî zemi-
ne, asırlık çınarlara yakışan kökler saldı.
Her sayımızda kendi sahasında önemli
işler başaran değerli akademisyenleri konuk ettik.
Onlar, genç arkadaşlarımıza yürüdükleri yolun ne
kadar çetin, ne kadar ulvî ve ne kadar keyifli
olduğunu anlattılar. Bundan sonra da aynı çizgi-
de, Türk diline, edebiyatına ve kültürüne hizmet
eden değerli insanları ağırlamaya devam edece-
ğiz. Ayrıca üniversite öğrencilerinin derslerinde
ve araştırmalarında materyal olarak kullanabile-
cekleri bazı notları da yayımlamayı sürdüreceğiz.
Sözü olan, güzel dilimize hizmet etmeyi amaçla-
yan tüm gençlerimizi bu güzel teşebbüste gör-
mek, yegâne arzumuzdur.
Söylenecek fazla söz yok. Ortaya koy-
duğumuz güzelliği dikkatlerinize sunuyoruz.
İyi okumalar dileriz.
1
Röportaj
PROF. DR. CENGİZ ALYILMAZ İLE
TÜRKOLOJİ ÜZERİNE SÖYLEŞİ
İhsan BAYRAK- Havva KARA
-Öncelikle bize zaman ayırıp bu röportajı kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz.
- Ben de teşekkür ederim.
-Hocam, bize biraz kendinizden
bahseder misiniz?
-Ben Karslıyım, yedi nüfuslu bir ailenin 3
numarasıyım. Babam şeker fabrikalarından
emekli, işçi emeklisi, anam ev hanımı 4 er-
kek 3 kız kardeşiz. Ben erkeklerin ikincisi
ailenin 3 numarasıyım. İlkokulu Kars'ta, or-
taokulu ve liseyi Aydın'da ve son sınıfını
Kars'ta okudum. Erzurum Edebiyat Fakültesi
Türkoloji bölümüne geldim ve Efrasiyap
Gemalmaz hocanın derslerine gösterdiğim
başarıdan dolayı ve Eski Türkçe derslerine
daha fazla ilgi duyduğumdan hocalarım bana
Eski Türkçenin sözlüğünü tez olarak verdiler.
Tezimi 2. sınıfta alıp 3. sınıfta bitirmiştim.
Eski Türkçenin Sözlüğü 3. sınıfta yardımcı
ders kitabı olarak basıldı.. Diğer derslerimde
de iyiydim, hocalarım ben okulu bitirdiğimde
asistan olarak kalmamı istemişlerdi. Ama ben
öncelikle yüksek lisansa başladım, ondan
yaklaşık altı ay sonra asistan oldum. Fran-
sa'da bulunduğu yıllarda Strazburg'da ünlü
Türkolog René Giraud, bir asistan almasını
ve bu asistanı Eski Türkçe alanından çalış-
tırmasını istemiş Efrasiyap Gemalmaz
Bey'den. Özellikle Orhun Yazıtları söz dizi-
minin bir Türk tarafından mutlaka yapılması
gerektiğini söylemiş. Hocam da beni asistan
olarak aldığında benim Eski Türkçe alanında
özellikle de Orhun Yazıtları üzerine doktora
yapmamı istedi. Ben de Efrasiyap Gemal-
maz'ın asistanı olarak 1987 yılında Atatürk
Üniversitesi'nde göreve başladım. Hocam
Edebiyat Fakültesindeydi, ben Eğitim Fakül-
tesinde asistan oldum. Sebebi şuydu: Edebi-
yat Fakültesinde Eski Türkçe dersleri vardı.
Göktürkçe, Uygurca, Karahanca dersleri ve
Çağdaş Türk Lehçeleri dersleri dersleri vardı.
Orada bu dersleri hocam okutuyordu. Bu
derslerin Eğitim Fakültesinde de paraleli var-
dı. Benim de burada bu dersleri okutmamı
istediler. Sonra Sovyetler Birliği o zamanlar
henüz dağılmamıştı. 1989 yılıydı ve Efrasi-
yap Gemalmaz hocam, benim Sovyetler Bir-
liği'ne gitmemi ve oradaki Türkologlarla gö-
rüşüp onların Orhun Yazıtları ile ilgili yap-
tıkları araştırma ve incelemeleri yerinde
görmemi istemişti. 1989'da henüz yeni ev-
lenmiştim. Evliliğimin henüz ilk aylarıydı,
belki de birinci ayın sonuydu. Ben bir mace-
rayla Erzurum'dan Trabzon'a, Trabzon'dan
Soçi'ye, Soçi'den Bakü'ye, Bakü'den Mosko-
va'ya, Moskova'dan Almatı'ya böyle nerede
Eski Türk dilcisi varsa o hocalarla gidip gö-
rüştüm. Onların çalışmalarından yararlandım.
Sonra 1991 yılında Sovyetler dağılınca çok
daha geniş bir ortam oldu benim için. Türk
dünyasına daha sık gidip gelme imkânım
oldu ve Türk dünyasına çok sık gidip geldi-
ğim bu 1991-1994 yıllarında Almatı'da Uy-
gur Şinaslık Enstitüsü'nde çalışmaya karar
verdim. Orada bir süre çalışıp hem Kazakça
2
öğrenmek, oradaki Uygurlara eski Uygurca
dersleri almak, böyle bir merak içerisindey-
dim. Gittim, gidişimin 15. günü beni geri
çağırdılar ve askere aldılar. 6 ay asker ola-
cakken 1994-1996 yılları arasında tam 2 yıl
asker oldum. Askeri terminoloji sözlükleri
hazırladım. Döndükten sonra da devletimiz
Moğolistan'da Türk Anıtlar Projesi'ni başlat-
tı. Bu projeye Epigrafya grup başkanı olarak
katıldım. 1997'den 2001'e kadar projenin
aynı zamanda üst kurul üyesiydim. O üst
kurulda A. Bican Ercilasun, Reşat Genç, Yu-
suf Halaçoğlu, ben ve o zamanki TİKA Baş-
kanı Öner Kabasakal vardı. Projeden 2001
yılında kendi isteğimle ayrıldım. Çalışma
prensiplerime, bilimsel anlayışıma uymadığı
için ve yöneticilerin tavırları yüzünden ayrıl-
dım. Ayrıldım ve kendi ekibimi kurdum.
Gürcistan, Azerbaycan, Özbekistan, Kırgızis-
tan, Kazakistan, Sibirya, Çin, Japonya, İran,
Arabistan, Moğolistan bu coğrafyalarda ne-
rede Türklerin adım attığı yer varsa mümkün
olduğunca oralara gidip Türk kültür ve uy-
garlığını ait anıtları, yazıtları, eserleri, derle-
yip toparlamayı kendime adeta görev edin-
dim. Ekipler kurdum, genç arkadaşların ye-
tişmesine vesile oldum. Onlarla birlikte ben
de gençleştim. Çalışmalar yaptıkça yaşım
ilerledi, bugün 50 yaşındayım. Ama benden
çok daha genç, dinamik kardeşlerim ve arka-
daşlarım var. Bunlarla birlikte TEKE dergi-
sini çıkarıyoruz. TEKE dergisi içerisindeki
arkadaşlarımız aynı zamanda Türk dünyasın-
da çalışmalar yapan ciddi bir akademik ekip
ve bu ekip, bu genç dinamik ekip, TEKE ile
birlikte Türk dünyasının her yerinde bilimsel,
akademik çalışmalar yapıyorlar. Derliyorlar,
getirip onları birlikte değerlendiriyorlar. Bir
kardeşlik atmosferi içerisinde, Türkoloji'de
belki de örnek teşkil edecek bir kardeşlik
atmosferi içerisinde bu çalışmaları yürütüyo-
ruz. Bunları yaptıkça, güzel şeyler ortaya
koydukça da arkadaşlarımla gençleşiyorum,
mutlu oluyorum ve kendimde daha güzel
işler yapabilecek cesareti buluyorum. Hali
hazırda Çin'de bir projemiz var. Bu proje
Pekin Üniversitesi ile Atatürk Üniversitesi
arasında bir proje ve buna eş başkanlık yapı-
yorum. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü'nün
müdürlüğünü yapıyorum. TEKE dergisi ile
Türkiyat Araştırmaları Dergisi'nde bilimsel
ve akademik ortamda çalışmalarımızı yürü-
tüyoruz. Türkiyat'ın editörlüğünü Osman
Mert yapıyor. Benim ilk asistanım, şu an
doçent. TEKE'nin editörlüğünü ben yapıyo-
rum. Eşim Semra Alyılmaz ve asistanlarım
benim en büyük destekçilerim, yardımcıla-
rım. Bazen çok şey yapmak istersiniz, para-
nız çok olur yapamazsınız. Bazense paranız
olmaz ama çok akıllı, çok iyi dostlarınız,
arkadaşlarınız olur ve paranız olmasa da on-
lar size cesaret verir ve güç verirler. İşte be-
nim eşim ve arkadaşlarım bana en büyük
gücü verenler. Bu millet için, bu devlet için
ne kadar çalışsam azdır. Çünkü ben dışarıda
bizimle ilgili insanları gördüğümde, onların
gayretlerini gördüğümde bizim çok az çalış-
tığımızı görüyorum. Türk milleti olarak çok
daha fazla çalışmamız gerektiğine inanıyo-
rum. Birbirimizi yiyeceğimize, birbirimizi
üzeceğimize, birbirimizle ilgili kötü şeyler
söyleyeceğimize ortak dilimizi, kültürümüzü,
tarihimizi, medeniyetimizi araştırsak, incele-
sek çok daha güzel şeyler ortaya koyarız diye
düşünüyorum. Bir kızım var, o bizim alanı-
mızı ne yazık ki seçmedi. Tıp fakültesinde ve
bu sene inşallah okulunu bitirecek. Türkoloji
ile ilgili, çok ilgili fakat belki de bizim yaşa-
dıklarımızı, çektiklerimizi gördüğü için Tür-
kolog olmak istemedi. Çünkü ben şunu söy-
lüyorum: Bu işler muhakkak desteklenmesi
gereken işlerdir. Yeterince devlet desteği
alıyor musunuz, hayır almıyorsunuz. Bu
kötü. Üniversitenin size sağladığı sınırlı
imkânlarla, maaşlarınızla siz bir şeyler yap-
maya çalışıyorsunuz. Milyon dolarları bir
yerlere verenler sıra bilime gelince maalesef
sırtlarını dönüyorlar. İşin doğrusu biz artık
bir şey beklemiyoruz. Çünkü "akçe alan buy-
ruk alır" diyor Fatih Sultan Mehmet. Kimse-
nin akçesine ihtiyacımız yok. Ama yaptıkla-
rımızı takdir etsinler hepsi o kadar.
İyi insanların önünü açmak lazım. Başkaları yapınca onunla gurur duyuyoruz, bizden
biri yapınca onu görmezden geliyoruz. En acı şey budur.
3
-Henüz 24 yaşındayken Türk Dili
Uzmanı oldunuz. Sizi Türkoloji alanında
çalışmaya iten sebep neydi? Neden Türk
dili?
-Aslında Türk dili ve tarihi. Biliyor-
sunuz ki Türkoloji, bütün Türk dilini, tarihi-
ni, kültürünü, medeniyetini, astronomisini,
astrolojisini, nümizmatiğini her şeyini içine
alan bir bilim dalı. Türkoloji çok kapsamlı ve
zaten onun için Türkoloji'yi seçtim. Tesadü-
fen Türkoloji bölümüne gelmedim. Benim
rahmetli dedem çok aklı başında bir insandı.
Benim adım tesadüfen koyulmuş bir ad de-
ğildir. Benim adımı Cengiz, kardeşimin adını
Toper koyuyor: Cengiz ve Toper. Diğer abi-
min adı Mustafa, diğer kardeşimin adı Ke-
mal. Yani tarihle ilgili, soyu ve sopu Kafkas-
ya'dan gelmiş bir Türk ailesi. Geçmişini bili-
yor, tarihini biliyor, nereden geldiğini biliyor.
Bu yüzden çoluğunu çocuğunu bu işe yön-
lendiriyor. Asistanlıkta hocalarımın da bunda
büyük rolü var. Özellikle Efrasiyap Bey'in,
rahmetli Şerif Aktaş hocanın bizim Eğitim
Fakültesine alınmamızda büyük rolü vardır.
Şimdi İstanbul Üniversitesi'nde olan Kemal
Yavuz Bey'in, Recep Toparlı Bey'in, Orhan
Okay Bey'in, Mustafa İsen Bey'in ve burada
adını sayamayacağım hocalarımın rolü çok
büyük. Siz bir şey yaparsınız, birilerinin de
bunu görmesi lazım. Yani hocalarımın da
büyük rolü vardır ama Türkoloji'yi seçmem
tesadüf değildir. O derslerde çok başarılı ol-
duğum için, hazırladığım Eski Türkçenin
Sözlüğü yayımlandığı için ben yüksek lisans
yaptım. Öğretmenlik sınavı ilk bizimle baş-
lamıştı ve ben öğretmenliği de kazanmıştım
ama gitmedim. Sırf arkadaşlarımla vakit ge-
çirmek için girdim o sınava, öğretmen olma-
yacağımı zaten biliyordum. Çünkü bana hitap
edecek şey araştırmaydı, ben serhat çocu-
ğuydum. Babalarım, dedelerim, milletim
benden bunu istiyordu. Rahmetli babam bana
hiçbir zaman "Yahu oğlum, nereye gidiyor-
sun, oraya da gitme." demedi. Hep "Git."
dedi. Eşim ve annem de bana hep "Git." dedi.
Bizim kardeşimiz 1991'den beri Türk dünya-
sında. Şimdi Kırgızistan'da bir iş adamı.
Ağabeyim yıllarca Kazakistan'da görev yaptı.
Aile olarak biz zaten Türk dünyasının içinde
olan bir aileyiz. Onun için bu bölümü seç-
mem tesadüf değildir. Bu uğurda çile çektim,
çekiyorum. Bunlar olacak, zaten ben bunu
hayat biçimi hâline getirmişim. Bu benim
hayatı yani. Ben buna inanıyorum. Ben so-
yumun sopumun bir hizmetkârıyım. Bunu
yaparken kimseye bir üstünlüğüm yok be-
nim. Ben sadece soyunu sopunu arayan, ona
ait değerleri ortaya çıkarmaya çalışan bir
bilim işçisiyim. Hepsi o kadar. Bu ummanda
bir katre olabilirsem ne alâ.
-Hocam TİKA işbirliği ile yazıtla-
rın korunması ile ilgili projede görev aldı-
nız. Moğolistan'da Türkoloji'nin açılma-
sında katkılarınız oldu. Şu anda o çalışma-
lar ne durumda?
-Maalesef biz Türk gibi başlarız,
Türk gibi bitiremeyiz. Bu böyledir. Biz 2001
yılında bu projeden ayrıldık. Biz projeden
ayrılınca tarihçi ve sanatçı, sanat tarihçisi
arkadaşlarımız projeyi yürütüyorlardı. Götü-
remediler, yapamadılar. Çünkü uluslararası
ortam çok farklıdır. Profesyonellik ve pro-
fesyonel bir tavır ister. Siyasileri işin içine
katmayacaksınız. Siyaseti katarsanız bilim-
den uzaklaşırsınız. O zamanlar TİKA'da kim
nereye gelecek kim projeyi yürütecek gibi
şeylere siyasiler karar veriyordu. İşin içine
siyasi bir tavır girince proje yürümedi. Şu an
maalesef yürümüyor. Moğolistan'da Türkolo-
ji Merkezi var, devam ediyor. Çok güzel öğ-
renciler yetiştiriyorlar. Benden doktora yapan
Prof. Dr. T. Battulga da merkezin müdürü.
Bizim üniversitemizden benim öğrencimin
öğrencisi Fatma Albayrak, (Osman Mert be-
nim öğrencim, Fatma Albayrak da onun öğ-
rencisi) o merkezde Türkçe okutmanlığı ya-
pıyor. Moğolistan Milli Üniversitesi bünye-
sindeki Türkoloji Merkezi faaliyetlerine de-
vam ediyor. Ama maalesef Türkiye böyle bir
projeyi, böyle bir fırsatı kaçırdı. Biz kendi-
miz Atatürk Üniversitesi ile bu projeyi yürü-
tüyoruz. Tamamen kendi çabalarımızla yürü-
tüyoruz.
4
-Birçok projede görev aldınız ve
almaya devam ediyorsunuz. Geleceğe yö-
nelik projeleriniz hakkında bize bilgi ve-
rebilir misiniz?
-Geleceğe yönelik öncelikle şöyle:
Çin'de çok geniş bir coğrafyada Türk kültür
ve uygarlık eserleri var. Onların ortay çıka-
rılmasını öncelikle planlıyoruz. Pekin Üni-
versitesi ile Atatürk Üniversite arasında bir
antlaşma ve çalışma var. İkinci olarak da
Sibirya bölgesinde çalışıyoruz. Tuva, Hakas-
ya ve dağlık Altay bölgesi ile Minusinsk ve
Krasnaya bölgelerinde eski Türk anıt ve ya-
zıtlarıyla Türk kültür ve uygarlık eserlerini
ortaya çıkarmaya çalışıyoruz. Şu an öncelikli
olarak yapmaya çalıştıklarımız: Çin'deki pro-
jelerin sürdürülmesi ve Sibirya bölgesindeki
projelerin başarıyla devam etmesi, bunlarla
ilgili kitapların bir an önce yayınlanması. Pek
yakında bir kaç kitap yayınlanacak.
-Uluslararası Türkçe Edebiyat
Kültür ve Eğitim Dergisi'ni bilim dünyası-
na sundunuz. Derginin çalışmaları hak-
kında bize bilgi verebilir misiniz?
-Bu dergiyi çıkarmaya öncelikle ben
ve eşim Semra Hanım karar verdik. Bunu
çıkarmak zorundayız dedik. Çünkü biz çok
yeni çalışmalar yapıyoruz ve bu yeni çalış-
malarımızı dünyaya duyurmamız gerekiyor.
Daha önce bir tecrübemiz vardı. Efrasiyap
Gemalmaz hoca Türkiyat Araştırmaları Ens-
titüsü müdürlüğü yaparken biz Türkiyat
Araştırmaları dergisinin 32 sayısını hocamla
birlikte çıkarmıştık. Bu tecrübemizi ve biri-
kimimizi daha üst seviyeye çıkarabiliriz de-
dik. Genç bir kadromuz vardı. Osman Mert,
Nurşat Biçer, Erhan Durukan, Onur Er, İs-
mail Çoban, Kürşad Çağrı Bozkırlı, Bahadır
Güneş, Nurullah Şahin, Sıddık Bakır, Fatma
Albayrak, Trabzon'dan Aykut Güveli( Benim
burada öğrencimdi, şimdi orada öğretmenlik
yapıyor). Biz bir aileyiz bunlarla. Bunlar
Türkiye içindeki arkadaşlarımız. Türkiye
dışından da birçok dostlarımız, arkadaşları-
mız var. Dergimizin sanat danışmanı Levent
Alyap Bey var. Bu dergiyi
çıkarmaya karar verdiğimizde kimse TE-
KE'nin adını bile bilmiyordu. TEKE ne di-
yordu? Türkmenlerin bir boyu sanıyorlardı.
Evet, doğrudur ama aynı zamanda Teke,
Türk boy ve topluluklarının ortak damgala-
rından biridir. Türkçe Edebiyat Kültür ve
Eğitimin de kısaltılmış halidir. Bugün geldi-
ğimiz noktada birçok tarama şirketi dergimizi
tanıyor, tarıyor. İki yıl geçti, çok başarılı ve
çok iyi bir okunma oranına ulaştık. Bugün
Türkoloji'nin, Türkçenin, edebiyatın, eğiti-
min vazgeçilmez bir dergisi haline geldik.
-2013 yılında TDK’nin Bilim
Kurulu üyesi seçildiniz. Yazıt Bilimi Kolu
ve Türkçenin Öğretimi Kolunun kurulma-
sına öncülük ettiniz. Tüzüğünü ve çalışma
prensiplerini hazırladığınız Yazıt Bilimi
Kolu Başkanı olarak çalışmalarınızdan ve
hedeflerinizden bahseder misiniz?
-Yazıt bilimi, öncelikle Köktürk
harfli yazıtların ortaya çıkarılması, restoras-
yon ve konservasyonlarının yapılması, albüm
ve kataloglarının hazırlanması, bilim dünya-
sına tanıtılmaları amacıyla kuruldu. Ama
bizim yazıtlarımız sadece Köktürk harfli ya-
zıtlardan oluşmuyor. Bizim Arap harfli yazıt-
larımız var, özellikle girdiğimiz farklı dinler-
den dolayı mensubu olduğumuz dinlerin al-
fabesini esas alarak kullandığımız alfabeler
var. Grek harfli yazıtlarımız var, Nestoryen
yazıtlarımız var. Bütün bunların en önemlisi
bizim İslâm ile şereflendikten sonra kullan-
dığımız Arap alfabesi var ve Arap harfli ya-
zıtlarımız var. Biz bütün Türklere ait olan
petrogliflerden, kaya üstü tasvirlerden Arap
harfli yazıtlara kadar ne kadar alfabe kullan-
mışsak, bunlarla ilgili ne kadar eser vücuda
getirmişsek, kayalara, paralara, kağıtlara,
dikili taşlara, farklı objeler üzerine neler
yazmışsak yazıt bilimi bunların hepsini kap-
sar. Biz de bunların araştırmasını, inceleme-
sini yapmak adına böyle bir kolun kurulma-
sına vesile olduk. Şimdi bu kol Türk Dil Ku-
rumu'nun en faal kolu haline geldi. Türki-
ye'nin ve Türk dünyasının farklı bölgelerine
5
gidip oralarda konferanslar veriyoruz. 5-8
Haziran tarihleri arasında Ahlat'ta Arap harfli
yazıtlar ve Ahlat mezar taşları ile ilgili bir
sempozyum yapacağız. 25-28 Haziran tarih-
leri arasında da Moğolistan'ın başkenti Ulan
Batur'da Köktürk harfli yazıtlarla ilgili bir
sempozyum düzenleyeceğiz. Makaleler, ki-
taplar yayınlıyoruz, güzel çalışmalara imza
atıyoruz diye düşünüyorum.
-Hocam, yazıtların yanında dam-
galar üzerine de araştırmalarınız var.
Damgalar üzerine yapılan çalışmalar bu-
gün ne durumda?
-Önce söz vardı. İnsanoğlu sözü
belgelemek istedi ve böylece grafiksel dil
öğeleri doğdu. Yani önce resim yazısı vardı,
sonra damgalar ve o damgalardan da harfler
doğdu. O harfler de bütünüyle alfabeyi oluş-
turdu. Bizim için Köktürk yazıtlarıyla Türk
milletine ait bir damganın hiçbir farkı yoktur.
Çünkü damgalar, kültür ve uygarlığın, etnik
ve kültürel kimliğin kristalize olmuş şekille-
ridir. Adeta onlar bir milletin DNA'sı gibidir.
Ay yıldızı gördüğünüzde heyecan duyuyor-
sunuz. Neticede ay ve yıldız da bir damgadır.
Bu milletin ortak damgasıdır, simgesidir.
Kayı boyu da Osmanlı için böyledir, kayı
boyu damgası da böyledir. Teke damgası da
Köktürkler için ve onlardan öncesi için de
böyle bir damgadır. Onun için de damgalar
grafiksel dil ögeleridir ve bizim için çok
kıymetlidir. Bizim araştırmalarımızda da
etkin rol oynarlar. TEKE dergisinde kullan-
dığımız damga, tüm Türk ve Kuman kağanla-
rın kullandıkları; asaleti, cesareti, kararlılığı
sembolize eden bir damgadır.
-Araştırmalarınız sırasında As-
ya'yı ve Türk kültür havzasını karış karış
gezdiniz. İzlenimlerinizi bizimle kısaca
paylaşır mısınız?
-Ooo! Bu çok zor... Her biri bir
ömür... Hangisinde başlayacaksınız ki, nasıl
anlatacaksınız ki. Bir ömür tüketmişsiniz
orada. Ben çok genç yaşta o bölgelere gittim
ve şimdi 50 yaşındayım. Kızım nasıl büyüdü
hatırlamıyorum. Dağlara, taşlara, yazıtlara
ayırdığım vakti hiçbir zaman aileme ve ço-
cuğuma ayırmadım. Onlar da kararlığımı
görünce bana destek oldular. Gittiğimiz yer-
lerde de bizi her zaman gülle, çiçekle karşı-
lamadılar, bunu da söyleyeyim. Zor, çetin
coğrafyalarda çalıştım. Alanım zaten zordu.
Dağlarda, ovalarda, yollarda yazıtlar; dağla-
rın tepesinde petroglifler aradım. Çadırlarda
yaşadım, hijyen kelimesinin olmadığı coğ-
rafyalarda çalıştım. Suyun olmadığı, tuvale-
tin olmadığı dağların tepelerinde günlerce,
yeri geldi aç ve susuz kaldım. Zordu. Ama
severek yaptım bunu. Bir Kazakla, bir Kır-
gızla, bir Özbekle, bir Başkırtla, bir Tatarla,
bir Salarla, bir Uygurla bir araya geldiğimde
ben bütün yorgunluğumu unuttum. Bir yazıt
bulduğumda dünyanın en mutlu insanı ol-
dum. Onu okuduğumda kendimi Allah'ın çok
şanslı kulu hissettim. Ve hâlâ en büyük ar-
zumdur yeni yazıtlar bulmak ve atalar diya-
rında yeni şeyler keşfetmek. Ben hiçbir za-
man çok lüks bir evim olsun, yatım katım
olsun hiç istemedim. Ben Antalya'yı 50 ya-
şında iken gördüm. O da geçenlerde üniversi-
te ile ilgili bir sınava davet etmişlerdi de ona
gittiğimde gördüm. Bunun için hiç daha önce
"neden görmedim" gibi bir kaybım olmadı.
Dağlar beni daha çok cezbetti. Oralar Tan-
rı'ya yakın mekânlardı. O yüzden oralar be-
nim için çok farklı oldu.
-Yani Orta Asya'daki Ata toprak-
ları insana manevi yönden bir şeyler veri-
yor mu?
-Vermez mi, başka türlü siz orada
niye durursunuz ki. Duramazsınız. Sizin için
değeri olmasa, sizin için bir kutsiyet taşımasa
siz orada duramazsınız. Çocuğunuzu, eşinizi,
ailenizi, yaşınızı feda ediyorsunuz, gençliği-
nizi feda ediyorsunuz. Ben çok iyi bir spor-
cuydum meselâ. Voleybol ve masa tenisinde
çok iyiydim. Şampiyonluklar yaşadım. Ama
yazıtlar olunca hiçbir şey aklıma gelmiyor. O
şey sizin önceliğiniz oluyor. Bunun sebebi
şu: Siz biliyorsunuz ki orada atalarınız sizin
için bir şeyler yazmış, mektup yazmış ve o
6
mektubu okumalısınız. Size bir mektup gel-
miş ve orada duruyor. Siz onu okuyacaksınız
ve herkes sizden bekliyor. "Ne diyor, ne
yazmış?" Sizin ona kayıtsız kalma gibi bir
lüksünüz yok. Siz biraz ulaksınız, siz biraz
postacısınız. Anlatabiliyor muyum? Siz ala-
caksınız o mesajı ve getirip sahibine verecek-
siniz. Benim işim bu.
-Günümüzde Türkçenin yozlaştı-
rıldığıyla ilgili görüşler var. Özellikle sanal
alemde daha yaygın olduğu görülüyor. Bu
konuyla ilgili ne düşünüyorsunuz?
-Ben şunu söyleyeyim: Vokallerin,
ünlülerin kullanılmaması bir tahribat değil.
Çünkü bir dilde daima ünsüzler birincil, ün-
lüler ikincildir. Orhun Yazıtlarında alfabeye
bakarsanız ünlüler çoğu kez kullanılmamıştır.
Bu, dilin gelişmişliğinin göstergesidir. İnter-
net ortamı sanal ortam, çok önemli değil.
"İi"den "iyi" anlıyorsanız, "Cngz" yazıyorsa
ve "Cengiz" olduğunu anlıyorsanız hiç önem-
li değil. Varsın vokallleri yazmasın. Önemli
olan alıcı ile verici arasında bunun anlaşılır
olmasıdır. Sizin diliniz eğer bir dünya dili
ise, gittiğiniz yerlerde, İpek Yolu'nda veya
Avrupa Birliği ülkelerinde, Amerika'da ya da
dünyanın herhangi bir yerinde siz konuştu-
ğunuzda insanlar sizi anlıyorsa sizin diliniz
dünya dilidir, sorununuz yoktur. Ama sizin
diliniz dünya dili değilse, gittiğiniz yerde
sizin pasaportunuz geçmiyorsa, paranız geç-
miyorsa, diliniz geçmiyorsa o zaman siz ken-
dinizi sorgulamalısınız. Sorun burada bence,
üreten bir toplum olmaktan çıktık biz. Üreten
değil tüketen bir toplumuz. Üreten bir toplum
olsak biz üreteceğiz, adını da biz koyacağız
ve bizim dilimiz de bütün dünyaya yayılacak.
Tüketici bir toplum daima emperyalist, kapi-
talist bir baskı altında kalır. Bunlar daima
sömürürler. Sömürü daima yok eder. Kültü-
rü, uygarlığı, medeniyeti yok eder. Onun için
dilinizin güçlü olmasını istiyorsanız kendiniz
güçlü olacaksınız. Ekonomik, bilimsel, aske-
ri, alanda güçlü olacaksınız. Kendi içinizde
güçlü olacaksınız ki dilinizde o güçle birlikte
dünyaya yayılsın. Sizin gidemediğiniz yere
dilinizin gitmesi mümkün değildir. Siz gide-
ceksiniz ve sizin varlığınız o dil için güvence
olacak. Paranız geçmiyorsa diliniz de geçmi-
yordur. Bunlar arasında bir paralellik vardır.
Realite budur. Bir zamanlar çok güçlüymü-
şüz ve paramız da dilimiz de her şeyimiz de
geçiyormuş. Şimdi güçlü değiliz, onun için
gerçekçi olacağız. Bu bir realite, dünyada
güçlü olanın dili de her şeyi de güçlü oluyor.
-Türkoloji alanında ileriye yönelik
proje ve çalışmalarımızda gerek yazıtlar
gerekse başka alanlarda eksiklerimiz sizce
neler?
-Benim gördüğüm şey şu: İnsanların
kendisiyle alakalı eksiklikler vardır. Onları
mutlaka telâfi etmek zorundadırlar. Öncelikle
çok iyi dil bilmek lazım. Çalıştığınız alanı
çok iyi bileceksiniz. Dili değil dilleri çok iyi
bileceksiniz. Köktürkçe çalışıyorsanız Uy-
gurcayı da bileceksiniz. Birkaç Türk lehçesi-
ni de bileceksiniz. Mesela Moğolca bilecek-
siniz, Çince bileceksiniz, Japonca bileceksi-
niz. Bunlar yetiyor mu? Yetmiyor, ölü dil
dediğimiz spesifik dilleri bileceksiniz. Aslın-
da hiçbir dil ölmez. Sanskritçe, Eski Hintçe,
Soğdca, Tibetçe bileceksiniz. Çünkü siz eğer
Eski Türkçe çalışıyorsanız bu alanla bir ba-
ğınız var. Ortak eserleriniz var, ortak dini
kabul etmişsiniz. Budist olmuşsunuz, mani-
heist olmuşsunuz. "Ben Farsçayı bilmiyorum,
Arapçayı bilmiyorum" deme lüksüne sahip
değilsiniz. Türkologsanız zaten bunları bile-
ceksiniz. Bu anlamda çok dil bilmek lazım ve
alana ilgili olmak lazım. Devlet olarak hata-
mız şu: Ekonomik destek yok. Ekonomik
olarak destek görmek lazım. Bunu devlet
politikası haline getirmelisiniz. Bilimi şahıs-
ların inisiyatifinden kurtaracaksınız, politika-
nın tuzağına sokmayacaksınız. İnsanların
önünü açıp genç akademisyenleri yurt dışına
göndereceksiniz. Masa başında bilim yaptır-
mayacaksınız. Bilim adamının mesai kavramı
olmaz. Bilim adamı oturuyorsa sadece değer-
lendirme adına oturmalı, derlediklerini değer-
lendirme adına oturmalı. Bilim adamı masa-
da boş oturuyorsa dedikodu yapar, sokaktaki
insandan farkı kalmaz. Ona o zaman soracak-
sın:" Niye oturuyorsun?" diye. "Çalış" diye-
7
ceksin, "git köylere derleme yap" diyeceksin.
Hiçbir şey yapamıyorsan "git köylerde yaşlı
annelerden, babalardan, ninelerden, dedeler-
den halk kültürüne ait envanteri derler" diye-
ceksin.
-Son olarak Bengütaş Duvar Gaze-
tesi hakkında neler söylemek istersiniz?
-Ben sizi çok candan kutluyorum,
candan tebrik ediyorum. "Bengü" kelimesi-
nin "ebedi, ölümsüz" anlamı var. Bu adı ya-
şatmanız bile muhteşem. Bugünlerde alıcısı
olmayan değerlere değer verdiğiniz için size
çok teşekkür ediyorum. Çünkü siz Türk dili-
ne, tarihine, kültürüne, uygarlığına ait çok
güzel şeyler yapıyorsunuz. Bu gayretin içeri-
sindesiniz. Sizi yetiştiren hocaları da candan
kutluyorum. K.T.Ü ve Trabzon her zaman
onurlu tavrını göstermiştir. Bu milletin ger-
çekten sıkıntılarını yüklenen, sıkıntılarına
katlanan, şehitler veren, şehzadeler yurdu,
mert, cömert insanların çıktığı yerdir Trab-
zon. Fabrikası olmayan ama adamı olan bir
memlekettir Trabzon. Bana sorduklarında,
"Trabzon" dediklerinde: "Fabrikası olmayan
ama adamı olan yer. " derim Trabzon için.
Böyle bir yer, fabrikası yok ama insanları
memleketine, vatanına, milletine, devletine,
dinine, diyanetine bağlı insanlar. Ve buradan
yetişen gençler Türk milleti adına çok güzel
şeyler yapıyorlar. Ben Karadeniz Teknik
Üniversitesi'ni, oradaki arkadaşlarınızı, Mev-
hibe Hanım'ı, tarihçi Mehmet Tezcan Bey'i,
Bahadır Bey'i, Kemal Üçüncü Bey'i ve bura-
da adını sayamadığım hepsini candan kutlu-
yorum. Çok güzel şeyler yapıyorlar. Sizlere
de çok teşekkür ediyorum.
-Biz de teşekkür ederiz.
8
Deneme
AYAĞINI MUSHAF
ÜZERİNE UZATAN KÂFİR
Doç. Dr. Ahmet Tanyıldız
Eski[mez] şiirimiz, yüzyıllar boyu, şapkadan tavşan çıkarmayı seven
mazmun avcısı şairlerle hayatını idame ettirir. Zaman olur kalbin en ince hatıratını sayfalarca
mesnevilere aktarır; zaman olur cümle cihanı bir beyte sığdırabilir. Bahis konusu olan divan
dünyası olduğuna göre, en önemli figürü, yani sevgiliyi bütün yönleriyle tasvir etmek kaçı-
nılmazdır. Güzelliği sağlayan unsurları birer birer anlatılır mahbubun…
O, bakışıyla âşıkların ruhunda fırtınalar estiren, edasıyla agyârı kendine râm eden,
rindi cândan, zahidi dinden imandan eden eşsiz bir güzeldir. Saçının her bir telinde bir meftu-
nun gönlü asılıdır.
Sahi, mahbubun zülfünden dem vurmuşken,
ona kutsallık atfedildiğini fark etmiş miydi-
niz? Aslına bakarsanız güzelin her bir uzvu
mukaddestir. Lâkin yüz ve unsurları bir baş-
ka önem taşır âşık şairlerin gözünde. Öyle ki
gamzesi Hz. Haydar’ın Zülfikâr’ı, yanağı da
Hz. Osman’ın mushafıdır ve üzerinde kan
lekeleri vardır. Nihayet mahbubun yanağında
da allıklar mevcut değil midir?
Sevgilinin cemali Mushaf olunca,
tefsir ve şerh etmeye ihtiyaç vardır. Ama ne
mümkün!.. Sevgilinin hatları ve zülfü, bu
güzellik mushafının mana ve mefhumunu o
denli güçleştirir ki, kelam ve anlam dünyası
birbiri içre girer. Öyle değme müfessir ve
şarihler onu yorumlayamazlar.
Ama öyle esrarlı bir yanı vardır ki
bu mushafın… Bir yandan, üzerine ciltlerle
tefsirler yazılırken, diğer yandan bu cemal
mushafını ümmiler bile anlayabilmektedirler.
Zira okuması yok ama irfanı çok ümmiler,
sevgilinin gül cemalinden Nur Suresi’ni oku-
yabilirler. Cemal, o denli parlaktır ki…
Malumunuz klâsik eserlerimizde ve
mukaddes kitabımızda tezyin [süsleme] ve
tevzin [düzen] son derece önemlidir. Ayetle-
rin diziliş biçiminden, sayfaların kenar süs-
lemelerine; ciltleme özelliklerinden iç kapak-
ların şekillerine kadar, son derece titiz ve
ince bir zevkin göz nurları düşer eserler üze-
rine… İşte bu güzellik mushafının kenar süs-
lemelerine, şemselere, zencireklere ihtiyacı
yoktur. Yanaklarında halka halka dökülen
kâkülleri bu tezyini lâyıkıyla yapmaktadır.
9
Mahbubun güzellik unsurları kimi
zaman, Mushaf’ın kenar süslemesi sıfatını da
aşarak bizzat kutsi kelâmı teşkil eden harfler
olur. Şair ne zaman Mushaf’a el vursa karşı-
sına çıkan ilk ibare Elif Lâm Mîm’dir. Hâl
böyle olunca, sevgilinin zülfü, boyu ve ağzı
âşık şairin övgüsünü alır. Boyu elif, zülfü
lâm ve ağzı da mîm olur.
Onun endamı, servi misali nazlı ve
elif harfi gibi vakur; zülfü, yüzünün güzellik
hazinelerini koruyan efsanevi bir yılan gibi
siyah ve cim harfi gibi kıvrımlı; ağzı da de-
ğerli diş incilerini muhafaza eden bir sedef
gibi narin ve mim harfi gibi küçüktür. Lakin
burada deruni bir keder de gizlidir. Bu harf-
ler, peşi sıra dizildiğinde elem olup yaralar
kalpleri. Yani güzelliğin zahiri süsüne al-
danma durumunda, ikinci anlam sarıverir
âşıkları.
Kültürümüzde mukaddes olana say-
gı esastır. Bundan hareketle İlahî Kelâm, göz
nuru ve emek mahsulü olan mushaflarda be-
ka bulmuştur. Bu metinler de, her daim el
üstünde tutulmuştur. Mushafların evlerimiz-
de yüksekçe bir yerde durmasının sebebi
budur. Ayrıca mushafları bel hizasından daha
yukarıda tutma gayretimiz de bunun göster-
gesidir. Lâkin buna pek aldırmayan biri var-
dır. O da sevgilinin güzellik mushafına fütur-
suzca ayak uzatan cîm gibi eğri olasıca zü-
lüf...
Saçla ilgili en ilginç tasvirlerden biri
de, güzellik mushafı olan yüzün üzerine dü-
şen bu kâküllerdir. Şair bir vesileyle bu denli
büyük kusur işleyen zülüf için mahkeme ku-
rulmasını talep eder. Sonuç ne olur dersiniz?
Şairin kurgu mahkemesinde, kitap ve ayet ile
zülfün küfrüne hükmedilir.
Küfr kelimesinin asıl ve yan anlam-
larına dikkat buyurursak, şairin ince zevk
dünyasını takdir etmekten kendimizi alıkoy-
mayız: Örtmek, inkâr etmek ve siyah[lık]…
Sevgilinin yüzünü örten siyah zülüf, musha-
fın güzelliklerine engel olmakta ve onu bir
nevi hor görmektedir.
Sevgilinin yüzüne pervasızca ayak
uzatıp gül cemalini örten ve güzellik hazine-
sine ulaşmayı engelleyen zülüf için kâfir it-
hamında bulunan şair o kadar da haksız değil
galiba…
Âyet ile küfrüne hükmetse hattın vechi var
Zülfün ki ayağın uzatdı Kur’ân üstüne
Şiir
KAÇIŞ
Halil Sercan KOŞİK
Kaçabilir misin yaşamdan
Trenin altına atlamakla
Yahut kendini bir gece vakti
O soğuk iple asmakla
Ne kadar içsen de ilaç
Sokaklarda gezsen aç bilaç
Arayıp da bulur seni yine
Adına hayat denen o meşum sarkaç
10
Deneme
YERDEN GÖĞE
Doç. Dr. Ozan YILMAZ
Klasik Türk Şii-
ri’nin “klasik” olması yo-
lunda, hatırı sayılır bir te-
mel oluşturan Necâtî (ö.
1509), yıllara direnip hiç
eskimeyen beyitlerinden
birinde şöyle buyurur:
Mâl-ı dünyâ ile şerh eyler tecerrüd hâlini
Yerde Kârûn bir yana gökte Mesîhâ bir yana
İlk bakışta, Kârun ve Mesîh gibi iki zıt
ismi buluşturmasıyla dikkat çeken beyit, “Bir
yandan yerde Kârun, bir yandan gökte Mesîh
(Hz. İsa), tecerrüd (soyutlanma) hâlini dünya
malıyla açıklar” manasına gelir. Tasavvufta
önemli bir merhale olan “tecerrüd”, dünyadan
elini eteğini çekme ve dünya malına önem
vermeme anlamıyla “Allah dışında her şeyden
kendini soyutlama hâli”dir. Bu yüzden “bir
şeyi açıklamak, herkesin anlayamayacağı bir
manayı açığa çıkarmak” anlamına gelen “şerh”
kelimesinin de beyitteki rolü tesadüfî değildir.
Zira soyut bir şeyin açıklanması için en iyi araç
somut bir örnek olacaktır. İşte bu noktada şâir,
Kârûn-Mesîh, yer-gök zıtlıklarını ustaca bir
araya getirirken, bu iki ismin ibret verici ortak
bir hâlinden hareket eder. Kârun ve Mesîh’in,
Necâtî’ye bu beyti yazdıracak kadar mal ile
özdeşleşmiş olmasının arkasında birtakım dinî-
tarihî temeller vardır.
Kur’an’da ve dahi muharref Tevrat’ta
anlatıldığı üzere, Kârun, Hz. Musa döneminde
yaşamış fakir bir kimsedir. Hz. Musa’nın am-
cası oğlu olmakla birlikte, kız kardeşiyle evli
olmak şerefine de naildir. Tevrat indirildikten
sonra Allah tarafından Hz. Musa’ya Tevrat’ı
altın suyuyla yazması emrolunur. Musa, fakir
olduğunu öne sürüp nasıl altın bulacağını so-
runca, kendisine, toprağı altına çevirme ilmi
olan ilm-i kimya öğretilir. Hz. Musa, o vakitler
gayet yoksul olan, geceleri namaz kılıp gün-
düzleri oruçla geçiren Kârun’a acıyınca, kimya
ilmini ona da öğretmekte bir sakınca görmez.
Kârun, bu yolla epeyce mala ve mülke sahip
olur, öyle ki sadece hazinelerinin anahtarını
yüz devenin çektiği rivayet edilir. Mal birik-
tirme derdine düşen Kârun, bilhassa nafile iba-
detlerini tamamen terk eder. Bir süre sonra
Kârun’dan malının zekatını vermesi istenir.
Çok malının gideceğini gören Kârun, zekat
vermek şöyle dursun, bir de Hz. Musa’ya iftira
atma hatasında bulunur. İsrailoğulları arasında
nam salmış oldukça güzel bir kadını tenbihle-
yip, Musa’dan hamile olduğu yalanını söyle-
mesini ister. Kadın tam konuşacakken hükm-i
İlahi’yle dili döner ve olanı biteni olduğu gibi
anlatır. Bunun üzerine Kârun oradan kaçar. Bu
durum çok gücüne giden Hz. Musa, kendisini
takip eder. Onu evinde altın bir yatakta, ipekten
döşekler ve yastıklar arasında bulur. Yere, “yut
onu” diye emredince önce yatağı batar. Kârun
can havliyle yalvarmaya başlasa da ikinci “yut”
emriyle malı mülkü ve nihayet kendisi yerin
dibine geçer.
Beyitte, Mesîh’in dünya malını gökte
temsil ediyor olması da başka bir anekdota
dayanır. Dünya malına hiç önem vermemesiyle
bilinen, ölüleri dirilttiği için Mesîh lakabıyla
anılagelmiş Hz. İsa, yanında dünyaya ait sade-
ce bir tarak, bir tas, bir de kırık iğne taşımakta-
dır. Saçlarını eliyle tarayan birini görünce ta-
raktan, eliyle su içen birine rastlayınca da tas-
tan vazgeçer. Ancak meşhur çarmıh hadisesin-
de, Allah tarafından göğe yükseltildiği vakit,
bir türlü terk edemediği kırık iğne üzerinde
kalır. Bu sebeple göğün ancak dördüncü katına
kadar çıkmasına izin verilir, buradan ötesine
geçişi mümkün olmaz.
Hâsılı Necâtî’nin Kârun ve Mesîh’i
buluşturduğu ortak nokta “mal sevgisi”dir.
Anlatılanlara bakılacak olursa malın azı da
çoğu da insana dünya sevgisi olarak geri dö-
nüp, uhrevî hediyelerin verilmesinde bir engel
olarak görülmüştür. “Tecerrüd” hâlini öne çıka-
ran şâirin, Kârun ve Mesîh’in durumlarına ba-
kılacak olursa “yerden göğe” haklı olduğunu
kabul etmemek mümkün değildir.
11
Mektup
YALNIZLAR RIHTIMI
Esra HAMAMCI
Günaydın gözümün nuru… Bugün de her zamanki gibi saat
07.00’ı gösterdiğinde açtım gözlerimi. Hiç şikâyetçi değilim inan.
Çünkü senden kalan tek alışkanlığım bu. Ah bir de gözlerimi açtığım-
da gördüğüm kireçleri kabarmış boş bir tavan değil de senin çimen
yeşili gözlerin olsaydı. Ne vardı beni bu kadar erken koyup gidecek.
Bugün hafta sonu gül yüzlüm. Senin ördüğün siyah hırkamı giydim,
tıraş da oldum. Beyaz saçlarım, kırışmış tenime inat hala yakışıklıyım.
Sen yine üzülmeyeyim diye ümit etme diyeceksin ama bu sefer gele-
cekler biliyorum. Torunlarımızı görmeyeli tam üç koca yıl oldu, bir
ömür gibi… Her kapı gıcırtısında onlardır diye içimde kelebekler uçuşuyor, ne yazık ki ömür-
leri kısa oluyor. Penceremin kenarında duran, eskimeye yüz tutmuş, yılların yaralarını üzerin-
de taşıyan kırmızı koltuğuma oturdum yine. Krem rengine dönmüş tül perdemi aralayıp camı
usulca açtım. Sabahın ılık rüzgârı senin pamuk ellerin gibi tenimi okşadı. Her şey çok sıkıcı
her şey çok sıradan… Yemeğini ye uyku vakti geldiğinde uyuyabiliyorsan uyu. Senin gibi
yalnızlık çekenlerle hatırlayabiliyorsan anıları paylaş. Her yer aynı; tozdan griye dönen kah-
verengi konsol kapıdan girenlere selamlıyor utanarak hemen üzerinde senelerin acımasızlığını
yüzüme vuran ayna alay edercesine bakıyor yüzüme. Hele yerde cansız bedeniyle boylu bo-
yunca uzanan halı yok mu “ İşte senin sonun da benim gibi olacak. ” diyor sanki. Yatağımın
kıyısında eğreti duran yaşlı bir sehpa, üzerinde yakın gözlüklerim ve senden sonra tek yolda-
şım olan kitaplarım, hepsi aynı yerinde. Bir tek başucumdaki siyah- beyaz resimlerinin yerleri
değişiyor her gece. Bakma bana öyle sensiz uyumaya alışamadım bir türlü. İpekten saçlarını
okşuyor, seni kollarımla sarıp öyle uyuyorum. İnsanlar aynı; bazen yeni yüzler geliyor ve za-
manla onlarda aynılaşıyorlar. Açık pencereden tutîlerin musikîyi andıran sesleri geliyor kula-
ğıma. Yapraklarından sıyrılmış çıplak ağaç dallarında bir o yana bir bu yana koşturuyorlar.
Özgürce kanat çırpışlarını izledikçe bu dört metrekarelik kafesimde daralıyorum. Benim kafe-
simin kapısı açık fakat uçacak kanatlarım kırık. Kahverengi eski taş binanın hayata açılan
kocaman bahçesini dallarından rüzgârın kopartarak dört bir yana savurduğu sararmış yaprak-
lar kaplamış. Bu mevsim adından mıdır bilinmez daha bir hüzünlendiriyor insanı. Doğa bile
yaslara bürünüyor. Banklarda üçerli beşerli insan grupları, hepsinin üstü başı hüzün kokuyor.
Birçoğu odasına sığamamış, bir umut bahçede sevdiklerinin yollarını gözlüyor. Kimisi aile-
sinden göremediği desteği bastonunda bulmuş, küçük adımlarla yürümeye çalışıyor. Onların
adımları gibi yavaş ilerliyor bugün akreple yelkovan. Her geçen saat emektar koltuğuma daha
da gömülüyorum. Beklenenler gelmiyor belki ama bazı gençler geliyor ziyaretlere. Onlarda
gelip gidiyorlar işte sonra yine yalnızlığıyla baş başa kalıyor insan. Güneş dahi ümidini kesti
sulatanım. Bu hafta da gelmediler ama bir gün gelecekler biliyorum.
12
Deneme
TÜRK MİLLETİNİ
DİZİLERLE SIRAYA
DİZEREK DİZE GETİRMEK
Prof. Dr. Nurullah Çetin
Bir türlü Türk olamayan iri “Türkiyeli!...” televizyon kanalları, akşamları en verimli
izlenme saatlerini dizi filmlerle dolduruyor. Hangi kanalı açsanız dizi film. Bu dizilere şöyle
bir göz gezdirince hemen hepsinin tek bir merkezden kaynaklanan bilinçli bir proje ürünü
olduklarını anlıyorsunuz. Hepsinin ortak özelliği, çok güzel kadınlarla çok yakışıklı erkeklerin
havuzlu, hizmetçili, gösterişli lüks villalarda, pahalı arabalarda, şatafatlı eğlence mekânlarında
İslam ahlâkına ve Türk töresine aykırı karmakarışık aşk maceralarına sahne olmaları. Olumlu,
iyi, faydalı, güzel hiçbir millî ve İslamî değer telkin etmiyorlar. Yerli, millî ve İslamî bilgi ve
bilinç aktarmadıkları gibi; evrensel anlamda insanî değerler de telkin etmiyorlar.
Bu diziler, bir taraftan tamamen vakti boş ve anlamsız bir şekilde harcamaya dönük
olarak kurgulanmış. Öbür taraftan da alttan alta, Türklük ve Müslümanlık inançlarını, yaşama
biçimini, değerler ve kabuller dünyasını yok etmeye dönük sinsi bir kurgusal yapıya sahipler.
Bu dizilerde bilinçli, planlı ve programlı bir
şekilde izleyici kitlenin duyma, düşünme ve
hayal etme biçimleri üzerinde etkili bir
yönlendiricilik ve istenilen algıyı oluşturma
çabası açıkça görülüyor.
Diziler, bir yönüyle kapitalist pazar adına
gerekli gereksiz her şeyi satın alma ve bol
tüketim beklentisi oluşturma zemini döşüyor.
Kapitalizm, kendisi için pazar oluşurmada bu
dizileri araç olarak kullanmakta, tüketici kitle
oluşturmaktadır. Bu bağlamda diziler, ustaca
kullanılan bir reklam çalışmasıdır.
Zira dizilerde gösterilen, âdeta gözlere sokulan, kullanılan eşyaların, ürünlerin ne-
redeyse tamamı, emperyalist Batının milletlerüstü soygun çeteleri gibi çalışan haramî şirketle-
rinin piyasaya sürdüğü ürünler. Dizi izleyen kalabalık izleyici kitlesinin bilinçaltına farkına
varmadan gördüğü ürünlere sahip olma arzusu yerleştiriliyor. Böylece kalabalık tüketici
kitleler, gerçek dışı ihtiyaçları doğal bir gereksinim olarak benimseyerek emperyalist pazarın
gönüllü kölesi haline getirilmiş oluyor.
Akşam saatlerimizi işgal ve istila eden bu sefil dizlerde millî, İslamî, insanî
manada hiçbir değer yer almıyor. Tam tersine izleyici üzerinde yıkıcı, tahrip edici etkiler
oluşturulmaktadır. Zira dizi izleyen insanların hem ruh sağlığında, hem inançlarında, hem
13
hayat anlayışlarında, hem dünyaya, kendine ve diğer insanlara bakışlarında olumsuz anlamda
büyük değişiklikler ortaya çıkmaktadır.
Dizilerin telkin ettiği değer, hayatın tamamen hayvanî bir güdüyle, salt madde planında zevk,
eğlence, gösteriş, lüks içinde yaşanması gereken bir süreç olduğu inancını aşılamak. Bu da
Müslüman Türk’ün hayat anlayışına taban tabana zıt bir algıdır. Hedeflenen de Müslüman
Türk milletinin inanç, ruh, zihin ve kalp dünyasının iğdiş edilmesidir. Diziler kanalıyla hayat
yüce, kutsal, millî, İslamî ve insanî amaçlar uğruna değil; salt hayvanî anlamda bireysel zev-
kler uğruna ve tamamen tüketime ve eğlenceye dayalı bir zaman geçirme olarak belletiliyor.
Dizilerin sanal, parıltılı dünyasıyla özendirilen, önemsetilen, yüceltilen, yükseltilen,
öne çıkarılan, kutsanan, kutsallaştırılan temel değerler şunlardır: Güzellik, yakışıklılık,
zenginlik, başarı, güç, tüketim, eğlence, gösteriştir. Bunları elde etmek için hak, hukuk, ada-
let, insanlık, şefkat, merhamnet, saygı, sevgi, çalışmak, emek gibi değerler yok sayılabilir,
çiğnenebilir, yerle bir edilebilir.
Diziler vasıtasıyla izleyici, hayatına anlam yükleme sürecinde çarpık biçimde
yönlendirilmektedir. Hayatın anlamı ne sorusu, temel, evrensel, insanî bir sorudur. Bunun
doğru cevabı, tek hakikatı yani İslam’ı bulmak ve ona göre yaşamak iken, diziler hayata
bunun tam tersine bir anlam yüklüyorlar. Yani ebedî olanın değil fani olanın, ahiretin değil
dünyanın, kutsal değerlerin değil maddenin, menfaatin, zevkin, gösterişin, üretimin değil tü-
ketimin, soyut manevî, ilahî değerlerin değil; somut, maddi, vahşi değerlerin, yani insanlık
dışı yöntemlerle rekabet ve mücadele sonucu birbirini ezmenin ve yok etmenin önemli olduğu
algısı oluşturuluyor.
Dizilerde sanal, gerçek dışı, bizi ilgilendirmeyen sorunlar, dünyalar, yaşantılar,
beklentiler, üzüntüler, sevinçler yaşatılmaktadır. Bu da izleyicide kişilik bölünmesine hatta
parçalanmasına sebep olmaktadır. Kendi gerçeğimizden kopup dizi kahramanlarının sanal
gerçekleriyle özdeşleşmeye ve kendi dünyamızda değil, onların dünyasında yaşamaya
başlıyoruz. Bu da aslında kişinin kendi tabiatına bir ihaneti demek olan kişilik bozukluğunu
doğurur.
Televizyon dizileri, büyük oranda yerleşik, millî, İslamî nitelikli Müslüman Türk
hayat tarzını ve değerlerini yerle bir etmeyi, yıkmayı, parçalayıp yok etmeyi hedef almaktadır.
Türk-İslam hayat tarzını ve değerlerini itibarsızlaştırarak, değersizleştirerek, an-
lamsızlaştırarak, yok sayarak saldırgan bir tutum takınmaktadır. Öbür taraftan tamamen batılı
bir hayat tarzını özendirmektedir.
Dizilerde Türk-İslam kültürünün cinsel ahlâkı
ve mahremiyet kavramı hedef alınmaktadır. Buna gore
İslam’ın haram kıldığı, uygun görmediği cinsel ilişki
biçimleri meşrulaştırılmakta, normal ve olağan
gösterilmektedir. Nikâhsız birliktelikler, evli insan-
ların eşlerinden habersiz gizli aşk yaşantıları, aile ve
akraba içi yasak aşk ilişkileri yaygın biçimde ön plana
çıkarılarak bilinçaltımıza bu sapıklık, olağan bir du-
rum olarak telkin edilmektedir.
14
Çocuklar için yapılan dizilerde de özellikle sihir, büyü, esrarengiz gizemli figürler,
olaylar, dünyalar yoğun olarak ön plana çıkarılmaktadır. Bu da çocukların ruhsal dünyalarında
büyük tahribatlara yol açmaktadır. Gerçeklikle gerçekdışılık arasındaki farkı ortadan
kaldırmakta, çocukların gerçeklik algısını yerle bir etmektedir. Dizi esiri edilmiş çocukların
sağlıklı ruhsal gelişimleri darmadağın edilmektedir.
Dizilerin muhatap kitlesi, genellikle ve çoğunlukla entrik olayları merak etme duy-
gusu tahrik edilmeye en çok müsait olan genç kızlar, hanımlar ve çocuklardır. Türk milletini
bilinçli bir millet olmaktan çıkarmanın yolunun, toplumun ana omurgasını oluşturan bu kitleyi
bozmaktan, çürütmekten geçtiğini bilen ifsat komiteleri, projelerini akıllıca uyguluyorlar.
Dizilerde gerilim motifi, çok kötü bir niyetle ve amaçla kullanılmaktadır. Sert
tartışmaların, büyük kavgaların, çıkar çatışmalarının, acımasız mücadelelerin yoğun bir şekil-
de sergilendiği dramatik ve trajik olayların insan psikolojisini darmadağın ettiği bu dizilerin
etkisi, fert ve milet hayatında büyük yıkımlara yol açmaktadır. Gergin, huzursuz, stresli,
umutsuz, korkulu, kaygılı, endişeli, tedirgin, güvensiz, sevgisiz bir kalabalık yığın
üretilmektedir.
Dizilerde sürükleyiciliği, ilgiyle
izlenmeyi, ekrana hapsetmeyi sağlamak için
yoğun olarak öne çıkarılan unsurlar şunlar: Aile
içi şiddet, boşanmalar, kız uğruna cinayetler,
çocukların anne babalarına asi olması, mutlu-
luğu uyuşturucuda, içkide, yasak ilişkilerde,
sokakların karanlık, izbe köşelerinde arama,
lüks yaşama tutkusuyla helal haram demeden,
kısa yoldan çok para bulma ve tüketme ihtirası.
Bunlar, insanı insan olmaktan çıkaran hallerdir
ve diziler, aslında insanımıza bunları telkin
ediyor.
Tabii dizilerin bir diğer önemli işlevi, Müslüman Türk milletini güncel anlamda siya-
si, toplumsal, ekonomik, kültürel sorunlardan uzak tutmaktır. Dizilerin işlevi, Haçlı-siyon
emperyalizminin Türk millet birliğini paramparça edişini, Türk milletinin tasfiye edilişini,
Türk vatanının gâvura peşkeş çekilişini, bağımsız millî Türk devlet kurumunun yok edilişini
perdelemek ve gizlemektir. Yani altından vatan ve millî kimlik halısı çekilen Türk milletini
dizilerle sıraya dizip dize getirme projesi gerçekleştiriliyor. Dizilerle uyutulan, uyuşturulan,
mankurtlaştırılan, millet olmaktan çıkarılıp kuru, ruhsuz, şuursuz, milliyetsiz bir kalabalığa
dönüştürülen insanlar kolayca sömürülebilir, güdülebilir ve istenilen şekilde kullanılabilir.
Haçlı-Siyon emperyalizminin istediği budur ve bunu da diziler kanalıyla ustalıkla başarıyor-
lar.
Kötü dizi furyasına karşı alınacak tedbir, bu yazıda ortaya konan eleştirilerin içinde
gizlidir. Yani eleştirilerle aslında dolaylı olarak bunların tersi teklif edilmektedir. Türk mil-
letinin önüne olumlu, faydalı, iyi, güzel sıfatlarına layık değerleri telkin eden, Türk-İslam
hayat tarzına uygun ve bunu özendiren, doğru bilgilere dayalı Türk-İslam tarihini günümüz
15
şartlarında faydalanılacak, örnek alınacak bir zemin olarak sergileyen, eğitici, olumlu anlamda
bilgi ve bilinç sunan diziler yapılmalıdır. Bugün televizyon, en etkili kitle eğitim,
yönlendirme, şekillendirme kurumu haline gelmiştir. O bakımdan ilgili kişi ve kurumların
acilen bu alana el atmaları, yerli, millî, İslamî bir ruhla Türk-İslam değerlerini tahkim edici,
sanat ve telkin gücü yüksek, çok kaliteli, ilgi çekici, cazibeli, etkileyici, evrensel nitelikte
değere sahip bir dizi çalışmasına vakit geçirmeden başlaması gerekiyor.
Şiir
MASAL AKŞAMI
Çağlar UZUN
Bir yalnızlık akşamında ölüm
Bir sevdanın ortasında kördüğüm
Bir haykırış sabahında düğün
Perilerin bağrında ince bir düğüm
Denizin derinliklerinde inleyen bir yakamoz
Bir düşman ensesinde pusu kurmuş
Güneşin son sedası bu akşam
Kaybolan bir şairin gönlüne hapsolmuş
Sarı laleler buselerini son bir kez,
Kondururken deryaya
Son bir feryatla, battı semalara
Bıraktı yerini kara kalpli gardiyana
Yine sustu bu dem perilerin aguşunda
Ağlamaklı son selamlar geliyor enginlerden
Bir günün cenazesini kılıyor mâhım
Kurtuluşu beyhude birkaç asker
Şehit oluyor bu serin sessizlikte
Güneşi yolluyor ensesinde düşmanla,
Çıkıyor kara atlarıyla bu gamlı süveyda
16
Mektup
YENİDEN
Serap CENGİZ
Usulca girdiğim kapıdan pencerelere takıldı gözleri. Toprak damlı
evlerin yağmur sularıyla bezenmiş kasabalardan birindeydi. Tavanda rutubetten kabarmış
boya izleri, defalarca beyaz ve griye çalan fırça darbelerine rağmen gitmeyen bir mavi…
Bütün kasabayı tek bir lamba aydınlatıyordu. Zemheri ayında sakin bir o kadar da müteham-
mil duruşu çevredekileri bir kere daha düşünmeye sevk ediyordu. Bir şeyler yapmalıydı…
Başka yerde başka zamanda olanlara bu toprak damlı evleri, merakla bakan gözleri, mevsim-
leri anlatmalıydı. Satırlar zihnin süzgecinden geçip bir bir demlenmeliydi yüreklerde. Aynı
sesi duymalıydı. Duvarlar yeniden boyanmalı, yeniden sevmeliydi dünyayı. Sabahın tan vak-
tinde yeniden sulanmalıydı fidanlar. Büyüdükçe kirlenen dünyamıza “yeniden” bakmalıydı.
Zihninden geçen armoni bundan ibaretti. Her şey yeniden olmalıydı. Mühlik havadan kurtul-
malı, serlevhası eksik yazılar bir bir tamamlanmalıydı. Yazmalıydı, hemen şimdi yazmalıy-
dı…
Bayım!
Bu mektubu size çok uzaklardan değil iki sokak öteden yazıyorum. Siz akasya koku-
lu sabahlara uyanırken ben yağmur kokan sokakları geziyor, meraklı bakışları izliyorum. Ya-
rım kalmış şarkıları size bırakıyorum. Bu defa geç kalmamalıyım… Burada çocuklar kuşlarla
konuşuyor, horoz hep aynı saatte ötüyor, kız çocuklarının saçları her sabah anneleri tarafından
düzenli olarak taranıyor, örülüyor… Erkek çocukları küçük bedenlerine büyük elbiseler giye-
rek etrafı seyrediyor. Bayırda gezen çobanlar, iki dağın arasında kalan suya koyunlarını salı-
yor, civar köylerden gelen seslere kulak veriyor. Ve ben tüm bu sesin içinde kelimelerimle
ördüğüm mektubu yazıyorum size.
Uzun soluklu yolculuğumda belki de bir daha tanık olmayacağım resimler geçiyor
gözlerimin önünden. Saçları iki yandan örülmüş kolalı yakalığı ve siyah önlüğüyle karşımda
duran; kalemi açılmaktan küçüldüğü için ağlayan Kalender, akşamları babasının kahvesine
giderek yeşil mendilin içine biriktirdiği lügazları bir bir sayan Muammer, ve tüm bunları hay-
ret ve şükranla izleyen dalgalı saçlı, kendine münhasır gözleriyle etrafını seyreden minik elli
sevgilin. İki yıl sonra birlikte kuracağımız kütüphanenin içinde yıllardır okuduğumuz gerçek
öykülere tanık oluyorum şimdi. Kitaplardan öğrendiklerimizi bir gün yaşama ümidiyle kapat-
tığımız sayfaların izlerini sürüyorum bugünlerde. Ağır ağır dökülüyor incilerim. Anlattıklarım
belki o kitaplardaki gibi masal olacak, belki de uzun zamandır masaldılar.
Şişttt ağlamak yok. Birlikte söylediğimiz türküyü fısıldıyorum şimdi kulağına.
Dinle…
Ben gidersem sazım sen kal dünyada
Gizli sırlarımı aşikâr etme
Lâl olsun dillerin söyleme yâda
Garip bülbül gibi ah u zar etme
17
Gizli dertlerimi sana anlattım
Çalıştım sesimi sesine kattım
Bebe gibi kollarımda yaylattım
Hayali hayır et beni unutma
Benim her derdime ortak sen oldun
Ağlarsam ağladın gülersem güldün
Sazım bu sesleri turnadan mı aldın
Pençe vurup sarı teli sızlatma
Bahçede dut iken bilmezdin sazı
Bülbül konar mıydı dalına bazı
Hangi kuştan aldın sen bu avazı
Söyle doğrusunu gel inkar etme
Al sazını ve birlikte söylediğimiz bu türküye ses ver benimle. Ben gittiğimde ve sen
gittiğinde sazın, sesim ve kitaplarım kalsın. Masallar zaten her daim var olacaklar…
Şiir
BİR
Yücel Dursun
Benim için
Parmaklıkların bir ardı var
Bir de ötesi.
Ardında bir ben varım
Ötesinde bir tek sen.
Ve
Önümde soğuk, demir parmaklıklar.
Benim için
Mutluluğun bir çilesi var
Bir de tarifi.
Çilesinde bir ben varım
Tarifinde bir tek sen.
Ve
Önümde günahım, kaderim parmaklıklar.
18
Şiir
KALABALIK'LARDAKİ
YALNIZLIĞIM
Nazlı (Nazime) Ekinci
Ayaz gecelerde muammalarla çağladı sensizliğim
Umutsuz yansımalarla ovuşturdum ellerimi
Kalabalıkların gölgesine sakladığım düşlerim
Yalnızlığın zikzaklı yollarına takılı kaldı şimdi...
Bir çığlık koptu adeta !
Yüreğimin sızılı haritalarında..
Malumun olsun yar!
Bir düş değdi çocuk yüreğime..
Topla beni kalabalıklardan..
Ört yalnızlığımı!
Düğüm düğüm yutkunuyorum
Ardımda bıraktığım kırıklarımı..
Bir mavzer çığlığı düştü sineme
Yakıp yıktı kalbimin en olunmazını !
Konuşamıyorum şimdi
Buram buram hasret kokuyor her yanım
Lime lime işliyorum adını her yad/ımda
Kendi kuyusunda
Utangaç bekleyişlerle bükülüyor dudaklarım
Kalabalıklardaki yalnızlığımı arıyorum...
Hani olur ya
Kaçtığım gözleri
Kirpiklerimde asılı kalan
İki damla yaş ile
Bir kaç satır şiir/e gömer beni
Ve bir alev topu sarar tüm hücrelerimi…
‘’Belki...’’ derim sonra
Ölgün duvarların arka yüzünde
Mevsimler bekler beni
Belki de bu son gözyaşımdır...
Sonbahara meydan okuyup
Kışlara sırt çevirme vaktidir..
Düşsel gerçeklerin nidalarını yüreğimden koparma vaktidir!..
Köklü bekleyişlerin çarpılarla demlenmiş molalarında
Şimdi bir sevda hesaplaşması boy göstermekte
Ufuk çizgisi aralandı yine
Eğer bu limandan bir gemi kalkacaksa efsanevi buluşmalara
Götürsün beni ‘’Kalabalık'’ lardaki öznesi gizli yalnızlığıma!..
19
Deneme
OLABİLDİKLERİM
Kevser BEYAZIT
Bazen bir adım gidişlerdeyim bazen bir adım kalmalarda. Çok
şeye şahit oldum. Belki bir vedaya belki de bir kavuşmaya… İnişler ve
çıkışlarda hayatı yaşadım, çıkışlar zordu adımlar ağır ve temkinli… Çoğu
düzlüğü tercih etti. Böylesi daha kolaydı belki. Yorucu olmayan tek düze
giden dümdüz bir yol. Zoru seçmiştim. Adım adım her çıkışta bir düşün-
ce vardı. Başı çocukluk, ortası gençlik, sonu yaşlılıktı. Başlangıcım ve
bitişim bir ömrü anlatıyordu.
Hayat diyorlardı ve ben bazen hayatta bir engel gibi görünüyordum insanlara. Bir eve
ulaşmak için bir sona ulaşmak için sevilene ulaşmak için… Ya da hayallerdeydim. Çocuksu
düşüncelerde gökyüzüzne ulaşıyordum. Belki bir masalda iyi sona ulaşmayı hedefliyordum.
‘’ben’’ini bulmaya çalışan insana benliği ile arasında bir yoldum. Belki de altından geçilmesi
uğursuz sayılandım.
Konuşabilsem anlatacaklarım vardı. Çok şey gördüm, yaşadım, hissettim diyecektim.
Gidenlerin ardından seslenecektim; gitme! Ardından kalanları bırakma diyecektim. Konuşa-
bilsem anlatacaklarım vardı. Bazı köşelerde ıssızım sarmaşıklar sardı dört yanımı diyecektim.
Yıllarca hüznü de mutluluğu da taşıdım başlangıcında ve bitişinde olabildiklerimle.
Şimdi yine bir adım başındayım her şeyin, şimdi bir şairin dizelerindeyim,
Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden
Eteklerinde güneş rengi bir yığın toprak
Ve bir gün bakacaksın semaya ağlayarak…
Şiir
4 BÂB ÖMÜR
Mesut YILMAZ
Hayat;
Ne mutlu ettin geleni,
Ne vazgeçtin üzmekten gideni,
Ne öldürdün, ne güldürdün kimilerini.
Zaman;
Ne geçmek bildin dar anda,
Ne de durdun, mutlulukta,
Esir ettin hayatı kollarında.
Kader;
Demedik mi her şey yazılmış,
Yazılanlar bir bir yaşanmış,
Meğer hepsi birer yalanmış.
Ölüm;
Kapıda bekler her an,
Tutar ansızın kolundan,
Vakit dolduğu zaman.
20
Hikâye
KAYIP
Süheyla Seha KARTAL
‘’Ellerimi tutsun, kirli elleriyle, gözlerime baksın, yerden yere
vursun gözlerimi. Mazimi mahvetsin, karıştırsın ortalığı savaş alanına
dönsün her şey. Beni, ben de kaybetsin. Aramayı öğretsin, vazgeçme-
den yolu kendisi bulsun veyahut kendi yolunu kendisi çizsin ama çok
uzak olmasın. Ben sabırlı biri değilim özlerim rengimi, kaybettim bir
keresin de bu defa olmaz. Belki de yeniden olmayacak.’’ diyerek baş-
lamıştı ve devamını getiremedi. Kaybettikleri uğruna.
Nasıl bir hayat’ derdi. Ama bilmi-
yordu ona verilen en güzel hediye hayat.
Zamanın da değerini bilmediği ve şimdi keş-
keleri olan hayatın içinde. Nasıl bir renk
aşkıymış bilmiyordu. Şimdi bunu çok iyi
anlıyordu. Renk değişik olsun yeter ki gerisi
mühim değil tarz veya başka bir şey artık ne
derdi.
Ellerimi tuttu ve gözlerimi kapat-
mamı istedi. Açmamam için sıkı sıkıya tem-
bihledi. Yavaş yavaş yürümeye başladık.
Önce yolu ıslak bir yerden geçtik. Evimin
önü olduğundan emindim ama daha önce
yürüdüğüm yoldan ben ilk kez yürüyor gi-
biydim. Bir süre yürüdük ve sessiz bir yere
geldik. Gıcırdayan bir kapının ardından tah-
taların eski olduğunu ve rutubetle beraber
küf kokusunu duyduğum bir yere girdik.
Korkuyorum,
-Korkma, korkacak bir şey yok, gel-
dik zaten. Hem yabancı bir yer de değil.
Her yer kapkaranlıktı bir şey göre-
miyor beraberinde bunun korkusuyla duy-
muyordum sanki. Elini bırakıp oradan kaç-
mak istedim. Beni böyle iğrenç bir yere ge-
tirdiği için de ona kızmak, bağırmak belki de
bir savaş yaratmak istedim. Denedim ama o
kadar sıkı tutmuştu ki uçurumun kenarında
olsam bu derece tutuş olmayacağını biliyor-
dum. Çünkü panik olduğunu, çabuk vazgeç-
tiğini aynı zamanda direncinin zayıf olduğu-
nu biliyordum. Buraya neden geldiğimizi bir
türlü anlamadım ve sonunda dayanamayıp
sordum.
-Neden geldik,
-Sana bir sürprizim var, dedi.
Böyle bir yerde nasıl bir sürpriz ola-
bilir. Neden daha güzel, şaşalı veya daha
zarif bir yer değil. Anlayamadım. Nasıl da
cevabını bulmadığım belki de soramadığım,
söyletemediğim sorular çoğaldı kafamda.
Küf kokusunun yok olmaya başladığını his-
settim. Bir kapıdan geçtik. Beni eskimiş ama
hala yumuşaklığını korumuş üzerine örtü
örtülmüş bir koltuğa oturttu.
-Ne yapıyorsun?
-Şimdi sürprizi okuyacağım.
-Okuyacak mısın?
Nasıl da mutlu olmuştum. Sen iste-
diğini oku, o güzel sesinle ben sonuna kadar
dinlerim. Nefesin kesilene kadar oku. Sen
sadece oku.
-Evet, dedi.
-Peki, ne okuyacaksın?
-Bir yazarın yarım kalan hikâyesini.
-Peki, kim bu yazar?
-Elime yeni geçti kitabı, okudum ve
çok beğendim. Keşke yazmaya devam et-
seymiş.
Kaybettiği şeyler bedelini yazmayı
bırakarak çıkartıyor.
-Neden yazmıyor?
-Öğrendiğime göre gözleri görmeyi
unutmuş ama konuşmayı unutmamış bunun
farkında değil sanırım.
-Benim yazdıklarımı mı bana okuya-
caksın?
-Evet,
-Peki, başla o zaman.
21
Şiir
GÜN DOĞAR VE BATAR
Yunus Emre BOLAT
Gün doğar ve batar…
Bir sen kalırsın geriye, bir ben…
Bir de aşkımız, gülümseyerek bize bakar.
Yavaş yavaş değişir her şey…
Değişmeyen tek şeysin sevdiğim…
Gözümüzden damla damla yaş akar.
Söyle ne kalır? Söyle değişmeyen bir şey.
Nedir ki aynı kalır gün batarken?
Lâkin durur öyle sevda pınarından düşen sular.
Değişmez ki ölüm vakti gelmemişken…
Gün doğar ve batar…
Bir sen kalırsın geriye, bir ben…
Bir de aşkımız, gülümseyerek bize bakar.
Yeşerir gözlerinde yeniden, sönen umutlar…
Tanır mısın ki sen, nasıldır insanlar?
Sen bir beni tanırsın, ben de seni…
Mühim midir ki zaten geriye kalanlar?
Sen, ben ve o büyük aşkımız…
Daha ötesinde ne var?
Kimin gücü yeter ki sönsün sevdamız…
Gün doğar ve batar…
Bir sen kalırsın geriye, bir ben…
Bir de aşkımız, gülümseyerek bize bakar.
Beklenir kavuşacağımız günler.
Kalpler ki yan yanaysa eğer,
Yan yana olmazsa ne değişir bedenler…
Sökülmesin yüreklerden sevgiler.
Gözler görmese de olur simaları
Her şey değişirken, değişmesin sevdaları.
Gün doğar ve batar…
Bir sen kalırsın geriye, bir ben…
Bir de aşkımız, gülümseyerek bize bakar.
22
Hikâye
KÖR ÇOCUĞUN RENKLERİ
Nazlı ÖZLEMİŞ
En güzel düşümden annemin sesiyle uyandım. ‘Hadi oğul okula
geç kalacaksın’ dedi. Doğruldum. Yatağın üzerine oturdum. Banyoya
gidip yüzümü yıkamak için yataktan kalktım. Adımlarımı saymaya baş-
ladım. Bir, iki, üç, dört … on. Şimdi sağa; bir, iki, üç, dört. Tamamdır.
İşte buldum banyoyu. Soğuk suyu yüzümde hissetmek bana bü-
yük haz veriyordu. Yine adımlarımı sayarak mutfağa gittim. Annem
kahvaltıda en sevdiğim şeyleri hazırlamıştı. Sucuklu yumurta, çay, do-
mates, beyaz peynir.
Kahvaltıyı kısa kestim. Annem okul önlüklerimi ütülemiş, yatağın üzerine bırakmıştı.
Hemen giyindim. Çantamı aldım ve annemle birlikte okul yolunu tuttum. Annem yanımda
olmasına rağmen içimden hâlâ adımlarımı sayıyordum. Üç yüz altmış beş, üç yüz altmış al-
tı… Bahardı. Papatyalar açmıştı her tarafta. Kokularını alabiliyordum muzip kır çiçeklerinin.
Cıvıldayan kuşların kanat seslerinden anlıyordum, bir o yana bir bu yana uçtuklarını.
Okulun soğuk demir kapısına gelmiştik. Küf kokuyordu. Annem açtı kapıyı, çıktık
merdivenleri birer birer. Okula her zamanki gibi sekiz yüz doksan adımda gelmiştik. Cam
kenarındaki sıraların en önündeki sıra da oturuyordum. Annem bana oraya kadar eşlik etti.
Saçlarımdan öptü ve gitti. Okulu çok seviyordum. Bir de arkamda oturan yağmur kokulu kızı.
Oysa ne kadar yakışırdı uzun sarı saçlarına papatyalar. Hayal etmek zordu fakat hayal kur-
maktan vazgeçemiyordum.
Ona papatyalardan taç yapıp saçlarına takmak isterdim. Bütün papatyalar sanki onun
için yaratılmıştı. Ona bunları söylemek isterdim, ders dışında bir şeyler konuşuyor olabilsey-
dik. Söyleyemiyordum. Söyleyemeyecektim ne kadar güzel koktuğunu. Resim öğretmenimiz
sınıfa girdi. Hep birlikte ayağa kalktık. Selamlaşma seremonisinden sonra oturduk. Resim
öğretmenimiz evde bir resim yapmamız gerektiğini, onu haftaya derse getireceğimizi ve bu
resimden not alacağımızı söyledi. Bir portre çizmemiz gerektiğini de ekledi.
Ben bu zamana kadar ki çizdiğim resimleri hep kafama göre çizmiştim. Hiç görmedi-
ğim ağaçları, kuşları, insanları yaşatmıştım kalemimin ucunda. Portreyi nasıl çizeceğimi dü-
şünürken bir el omzuma dokundu. ‘Sen muafsın’ dedi. O an onun o koca elini tutup kırabilir-
dim yine de sakinliğimi korudum. ‘Hayır hocam. Bende çizmek istiyorum diyebildim.’ ‘Ama
bu bir portre seni muaf tutuyorum’ dedi. ‘Yapabilirim’ dedim. ‘Ama sen renkleri göremiyor-
sun suretleri de’ dedi.
Oysa ben biliyordum papatyanın, lilyumun beyaz, gülün kırmızı, gökyüzünün mavi
olduğunu. Denizin sonsuz, yıldızların parlak olduğunu da biliyordum. Bastığım toprağın kah-
verengi, karanfillerin hep ölüm koktuğunu da biliyordum. Yağmur kokulu kızın sarı saçlarını
da. ‘Yapabilirim.’ dedim tekrar. ‘Tamam sen bilirsin genç adam.’ dedi. Oysa benim sadece
gözlerim yoktu. Yani vardı da işlevsizdi. Ellerim yerindeydi çok şükür. Ellerim olmasa da
muaf olamazdım. Ayak parmaklarımla çizerdim resmi. Tıpkı sadece sol ayağını kullanabilen
Christy gibi. Sonra ders bitti. Annem geldi. Kapıdan girer girmez duydum sesini. ‘Yusuf hadi
23
oğlum’ dedi ve elimden tuttu. Eve dönüyordum. Sekiz yüz doksan adımda anneme resim der-
sinde olanları anlattım. Gülümsedi. Hissettim. “Üzülme oğlum Yusuflar hep kuyularda kal-
mayacak, ben sana renkleri veririm hem sana yardım edecek parmaklara da sahibim.” dedi.
Canım annem… “Tamam anneciğim hemen çizmeye başlayalım o hâlde.” dedim. Bir kaç kez
yağmur kokulu kızı çizmeyi denedim. Ama olmuyordu. Annem “Olacak Yusuf’um.” diyordu.
Sabır diliyordum. Pes etmedim. Edemezdim. Annem gözlerim oldu. Önce yağmur kokulu
kızın derin mavi gözlerini çizdim. Sonra uzun kirpiklerini. Parmaklarımla yüzünün koordina-
tını çıkarıyordum. Tanımak maksatlı yüzüne birkaç kez dokunmuşluğum vardı.
Küçük burnu ve dudakları derken sıra uzun sarı saçlarına geldi. “Anne saçları nasıl?”
dedim. “Kıvrımlı” dedi. Ellerimle dokundum resme. Hissediyordum sadece. Sarı boya kale-
mimle saçlarını çizmeye başladım. Annemin elleri ve kendi ellerimle kurduğum açıyı kaybe-
dersem resim mahvolurdu. Sarı saçları arasına kahverengi gölgeler attım. Anneme “Neye
benziyor?” dediğimde “yağmura” demişti.
Ertesi hafta, annemle birlikte yine okul yolunu tuttuk. Derse girdim. Resim öğretme-
nim geldi. Tek tek resimleri kontrol ediyordu. Sıra bana geldi. Omzuma dokundu. “Tebrikler”
dedi. Yağmur kokulu kızın resmini çizebilmiştim; ama kimse onun olduğunu anlamadı. O
bile. Yine de çok beğendiler resmimi. Öğretmenim resmimi istedi, verdim. Sergiye gönderdi.
Sergi de resmim çok beğenilmiş olmalı ki resmimin adını “Kör Çocuğun Renkleri” koymuş-
lar. Kör çocuk. “Asıl kör olan kendi beyinleri. Neyin körlüğü bu? ” diye iç geçirdim. O res-
min adı “Yağmur Kokulu Kız” diyemedim.
Oysa görebiliyordum ben yozlaşmış kalplerin arkasında kalan kırıntıları. Biliyordum
gökyüzünün mavi, güneşin turuncu, yaprakların yeşil, gecenin siyah, sütün beyaz, menekşele-
rin mor renkli olduklarını. Karanfillerin hep ölüm koktuğunu da biliyordum. Yağmur kokulu
kızın sarı saçlarını da…
Şiir
ANLASAYDIN
Saliha YILMAZ
Anlasaydın,
evren gülümseyerek sana tacını giydirir,
yeryüzü şaha kalkar,
ve sen,
bir menekşe kokusunda boğulabilir,
boğazına kadar batabilirdin sevdaya.
Sükutun derinliklerinde kaybolurken ,
zamanın ardında kocaman bir tebessüm çi-
zerdin.
Anlasaydın,
gözlerinin önünde bir dünya serilir,
çocuklar hep güler,
ışıklar hep yanardı.
Anlasaydın,
hayallerin yemyeşil olur,
umutların özgürlüğe kanat çırpardı.
Zamansız bir çığlık,
belki biraz hassas,
ağız dolusu nefes bağışlardın,
toprağın insanına.
24
Tanıtım:
BÂKÎ’NİN FEZÂİL-İ MEKKE
ADLI ESERİ ÜZERİNE
Arş. Gör. Halil Sercan KOŞİK
Türk edebiyatının en büyük ve güçlü şairlerinden birisi olan
Bâkî, H. 933 (M. 1526/1527)’te İstanbul’da fakir bir ailenin çocuğu ola-
rak dünyaya gelmiştir. Babası Fatih Camii müezzinlerinden Mehmet
Efendi olan Bâkî’nin küçüklüğünde bir müddet saraç çıraklığı yaptığı
bilinmektedir. Buna rağmen kaynaklar onun iyi bir eğitim aldığı konu-
sunda hemfikirdir. O, zekası, okuma isteği ve yeteneği sayesinde kısa
zamanda kendisini bu alanda öne çıkarmıştır. Çok iyi bir medrese tahsili
geçiren Bâkî, özellikle Ahaven lakabıyla meşhur Karamanî Ahmet ve
Mehmet Efendiler ile Kadızade Şemseddin Ahmet gibi devrinin tanınmış
alimlerinden çok yararlanmıştır. Ayrıca Bâkî’nin birlikte ders okuduğu
arkadaşları içerisinde ileride büyük ün yapacak alim ve şairler de bulun-
maktadır. Çok erken yaşlarda şiir yazmaya başlayan Bâkî, Zâtî’nin devrin bir edebiyat okulu duru-
mundaki remilci dükkanına sık sık uğrayıp ona yazdığı şiirleri okumuş ve “Reis-i Şairân-ı Rum” olan
Zâtî’nin bu hususta takdirlerini kazanmıştır. Böylece o daha yirmili yaşlarındayken devrin tanınmış
genç şairleri arasında öne çıkmaya başlamıştır.
Bâkî bir medresede danişmendlik yaptığı sırada şiirlerini Semiz Ali Paşa ve Mirâhur Ferhat
Ağa aracılığıyla Kânunî Sultan Süleyman’a ulaştırmış ve padişahın ilgisini çekmeye muvaffak olmuş-
tur. Şair bu sayede 25 akçelik medrese müderrisliği görevine getirilmiştir. Bu tarihten sonra şiirlerini,
kendisi de Muhibbî mahlasıyla şiirler yazmakta olan sultana kabul ettirerek onun daha yakın bir ilgisi-
ne mazhar olmuştur. Bundan sonra Bâkî, mesleğinde hızla yükselmeye başlamıştır. Şâir, koruyucusu
ve kollayıcısı durumundaki Kânunî’nin vefatından sonra büyük bir üzüntü duymuş, bunu da onun için
yazdığı ölümsüz mersiyesiyle göstermiştir. O, Kânunî dışında II. Selim, III. Murat ve III. Mehmet
devirlerini de idrak etmiştir. Türk edebiyatının bu büyük şairi medrese müderrisliğinin yanısıra Mek-
ke, Medine ve İstanbul kadılığı ile Anadolu ve Rumeli kazaskerliği görevlerinde de bulunmuştur.
Bâkî, çok istediği şeyhülislamlık makamına ulaşamadan H.1008 (M. 1600) yılında hayata gözlerini
yummuştur. Cenaze namazını devrin şeyhülislamı Sunullah Efendi kıldırmış ve oradaki geniş kitleye
şairin şu güzel beytiyle seslenmiştir:
Kadrüni seng-i musallâda bilüp ey Bâkî
Durup el bağlayalar karşuna yârân saf saf
[Ey Bâkî! Dostların senin kadrini ancak musalla taşında anlayıp karşında saf saf elleri bağlı bir
şekilde saygıyla duracaklar.]
Devrinde “sultânü’ş-şuarâ” unvanıyla anılan Bâkî, daha çok bir gazel ve kaside şairi olarak
bilinmektedir. Bâkî’nin şairliğinin yanında alim bir yönünün olduğu da unutulmamalıdır. O, devrinin
tüm ilimlerine vakıf olup Arapça ve Farsça’yı da bu dillerde şiir yazıp tercüme yapacak kadar iyi bil-
25
mektedir. Bâkî, Türkçeyi bütün inceliklerine hâkim bir biçimde kullanmaktadır. Kânunî’nin isteği
üzerine derlediği divanının pek çok tertibi bulunmaktadır. Bunda şairin sonradan yazdığı şiirlerin bu
divanlara girmiş olmasının payı büyüktür. Eserin Türkiye ve Avrupa kütüphanelerinde pek çok nüsha-
sı vardır. Ayrıca bu divan değişik zamanlarda farklı kişilerce de basılmıştır. Bâkî, büyük şöhretini
divanındaki şiirlerle kazanmışsa da onun mensur sahada da kaleme aldığı eserler bulunmaktadır.
Fezâil-i Mekke, Fezâil-i Cihâd ve Meâlimü’l-yakîn fi sîreti Seyyîdi’l-Mürselîn ismindeki bu eserler
dinî nitelikte olup tercüme olma özelliği gösterirler. Cihadın faziletlerini anlatıp İslam askerlerini
kâfirlere karşı cihada teşvik eden Fezâil-i Cihâd adlı eser, Ahmed b. İbrahim’in Arapça olarak kaleme
aldığı Meşâirü’l-eşvâk ilâ Mesâri’i’l-uşşâk’ın Türkçeye yapılan tercümesidir. Aynı şekilde Meâlimü’l-
yakîn fi sîreti Seyyîdi’l-Mürselîn de İmâm Şihâbüddîn Ahmed b. Hatîbi’l-Kastalânî’nin el-Mevâhibü’l-
ledünniyye bi’l-minâhi’l-Ahmediyye adlı eserinin Türkçeye tercüme edilmesiyle meydana gelmiş bir
siyer kitabıdır. Bu eserler dışında Bâkî’nin Terceme-i Hadîs-i Erbaîn isminde Hz. Ebu Eyyübe’l-
Ensari’ye rivayet edilen kırk hadisi tercüme ederek oluşturduğu bir eserden Atâ’î’nin Şakayık Zey-
li’nde bahsediliyorsa da bu kitap şu an için elde değildir. Görüldüğü üzere Bâkî’nin mensur eserleri
siyer, cihad, Mekke ve hadis gibi daha ziyade dinî konularda yazılmış olup hepsi de Arapçadan Türk-
çeye tercüme edilerek meydana getirilmiştir.
Bâkî’nin yazmış olduğu mensur eserlerden biri olan Fezâil-i Mekke, onun Mekke kadılığı sı-
rasında Sokullu Mehmet Paşa’nın emri üzerine Arapça’dan Türkçe’ye tercüme ettiği mensur bir eser-
dir. Eserin Arapça ismi el-İlâm bi-Alâmi Beledillâhi'l-Harâm olup daha ziyade Mekke ve Yemen’e
dair eserleriyle tanınmış meşhur tarihçi, hadis ve fıkıh alimi olan Ebû Abdillâh Kutbüddîn Muhammet
b. Ahmet b. Muhammet el-Mekkî en-Nehrevâlî (ö. 990/1582) tarafından H. 985 (M. 1577)’de yazılmış
ve Sultan III. Murat’a takdim edilmiştir. Müellif bu eserini oluştururken Ebü’l-Velîd el-Ezrakı, Fâkihî,
Takıyyüddin el-Fâsî ve Muhibbüddin İbn Fehd gibi tarihçilerin çalışmalarından yararlanmıştır. Eser
gerek III. Murat gerekse de Sokullu Mehmet Paşa tarafından çok beğenilmiş olacak ki Bâkî’ye bu
eseri Türkçeye tercüme etme görevi verilmiştir. Bâkî, eserin tercümesini H. 987 (M. 1579) yılında
tamamlamış, iki yıl sonra İstanbul’a döndüğünde de eserini Sultan III. Murat’a sunmuştur.
26
Doktora tezi1 olarak çalıştığımız
Bâkî’nin Fezâil-i Mekke yahut diğer ismiyle Ter-
cüme-i el-İlâm bi-Alâmi Beledillâhi'l-Harâm adlı
eserinin yurt içi ve dışında çok sayıda yazma
nüshası bulunmaktadır. Ayrıca eser 1869’da Ka-
zan’da Joseph M.E. Gottwald tarafından basıl-
mıştır. Bâkî’nin kendi kaleminden çıkan nüsha
ise Topkapı Sarayı Kütüphanesinde bulunmakta-
dır. R. 1475 arşiv numarasıyla kayıtlı olan bu
nüsha nesih yazıyla gayet okunaklı olarak yazıl-
mıştır. Eser, 174 varak olup 23 satırdan oluş-
maktadır. 220-135 mm. boyutunda olan eserin
mıklebli kahverengi bir deri cildi, tezhipli bir
serlevhası ve yaldızlı cetvelleri vardır. Eserde
bölüm başlıkları kimi zaman yaldız kimi zaman
da kırmızı mürekkeple belirtilmiştir. Başlıklarda
bazen sadece siyah mürekkebin kullanıldığı da
görülmektedir.
Fezâil-i Mekke, bir mukaddime, dokuz
bâb ve bir hâtime kısmından oluşmaktadır. Yazar
mukaddimesinde Allah’a hamt ü sena, Hz. Pey-
gamber’e de salat u selamdan sonra Sultan III.
Murat ile Sokullu Mehmet Paşa’nın övgüsü ile
eserin telifi hakkında bazı bilgilere yer vermekte-
dir. Eserin bu kısmı oldukça süslü ve sanatlı bir
dille kaleme alınmıştır. Bâkî bu kısımda olabildi-
ğince Arapça ve Farsça kökenli kelimelerle zin-
cirleme tamlamalar oluşturmuş ve secili bir anla-
tıma başvurmuştur:
“Ammā baǾd bāǾiŝ-i Ǿaķd-i iĥrām-ı
Ǿazįmet-i sevķ-i kelām ve sebeb-i şedd-i ĥarām-ı
rāĥle-i taķrįr-i merām oldur ki vaķtā kim
Ǿimāret-i Mescįd-i Ĥarām ve tecdįd-i ķıbāb-ı
ĥarem-i bā-iĥtirām işbu eyyām-ı ħuceste-
fercāmda aǾnį Ħudāvendigār-ı AǾžām ve Şe-
hen-şāh-ı MuǾažžam Sulŧān-ı Selāŧįnü’l-Āfāķ
Mālik-i Serįrü’l-Ħilāfet Bi’l-İstiĥķāķ Ħādimü’l-
Ĥarameynü’l-Muĥterimeyn ve Maħdūmü’l-
Mülūk ve’l-Ħulefāǿ-ı Beyne’l-Ħāfıķayn-ı
1 Tezimizin ismi Bâkî – Fezâil-i Mekke (Tercüme-i el-
İlâm bi-Alâmi Beledillâhi'l-Harâm): İnceleme-Metin
olup Doç. Dr. Özer Şenödeyici danışmanlığında Kara-
deniz Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalında sürdürül-
mektedir.
ǾAvnü’l-İslām ve Žahįrü’l-Müslimįn Ġıyāŝü’d-
Devlet ve’d-Dünyā ve’d-Dįn.”
Eserde asıl konunun anlatıldığı kısım
ise dokuz bâbdan oluşmakta olup her bâb içeri-
sinde bir konu başlığı taşımaktadır. Bu bâbların
her biri de yine kendi içerisinde çeşitli fasıllardan
meydana gelmektedir. Eseri oluşturan bâbların
başlıkları şunlardır:
“Bāb-ı evvel şehr-i Mekke-i Müşerre-
fe’nüñ vażǾ u heyǿeti ve anda vāķiǾ olan
emākin ü mesākinüñ beyǾ ü icārelerinüñ keyfiy-
yet-i śıĥĥati ve beled-i ĥarāmuñ ĥükm-i mücāve-
reti beyānındadur.
Bāb-ı ŝānį KaǾbe-i MuǾažžama’nuñ
bināsı beyānındadur.
Üçüncü bāb vażǾ-ı Mescid-i Ĥarām
eyyām-ı cāhiliyyetde ve śadr-ı İslām’da ne ĥāl
üzere idi anuñ beyānındadur ve zamān-ı śaĥābe-i
kirām’da tevsįǾ ü ziyādeden ve sāǿir taśarrufāt-
dan ne vāķiǾ olmışdur anı źikr ider.
Dördüncü bāb Mescid-i Ĥarām’a
ħulefāǿ-ı benį ǾAbbās’uñ itdükleri ziyādeler
beyānındadur.
Beşinci bāb Mescid-i Ĥarām’uñ
terbįǾinden śoñra vāķiǾ ziyādeler beyānındadur.
Altıncı bāb mülūk-ı Çerākise beyānında-
dur.
Yedinci bāb güzįde-i selāŧįn-i zamān ve
ser-āmed-i mülūk-ı memālik-i Ǿarśa-i cihān olan
el-ǾOsmān Ħulledallāh TeǾālā devletühüm ilā
inķırāżü’d-devrān ĥażretlerinüñ menāķıb-ı Ǿaliy-
ye ve meĥāmid-i celiyyeleri değerindedür ve
eyyām-ı devlet ü ezmān-ı salŧanatlarında ĥāśıl
olan vażǾ-ı cedįd-i Mescid-i Ĥarām ve maŧāf-ı
şerįf ü ĥavālį-i ķıble-i enām bu bāb içre şerĥ ü
beyān olunur.
Sekizinci bāb Sulŧān-ı Ǿālį-şān u sāmį-
mekān Sulŧān Süleymān Ħān Ǿaleyhi’r-raĥmeti
ve’r-rıđvān devleti beyānındadur.
Ŧokuzuncı bāb śāĥib-i serįr-i memālik-i
salŧanat-ı cihān-bānį Sulŧān-ı AǾžam Selįm Ħān-
ı Ŝānį devleti beyānındadur.”
27
Bu başlıklardan da görüldüğü üzere
Fezâil-i Mekke, Mekke şehrinin faziletlerini,
Ka’be’nin inşa sürecini, Mekke’deki önemli ve
kutsal mekanları ve Mescid-i Haram’ın çeşitli
dönemlerde geçirdiği tamirleri anlatmaktadır.
Bunların yanında tarihte Mekke şehrine hakim
olan Abbasiler, Memlükler ve Osmalıların Mek-
ke şehri ve Kabe-i Muazzama’yla olan ilişkileri-
ne ait bilgiler bulundurmaktadır. Bunlar anlatılır-
ken doğal olarak söz konusu devletlerin tarihin-
den bazı kesitler de okuyucuya sunulmaktadır.
Eserde özellikle Yavuz Sultan Selim, Kanûnî
Sultan Süleyman, II. Selim ve III. Murat dönemi
icraatları ile bu padişahların Haremeyn’e yönelik
hizmetleri önemli bir yer tutmaktadır.
Eserde asıl konunun anlatıldığı bu bö-
lümde Bâkî, bir sanat göstermekten ziyade eserin
okuyanlar tarafından daha iyi ve kolay anlaşıla-
bilmesini amaçladığı için sade bir dil kullanmış-
tır. Bu nedenle asıl konunun anlatıldığı bölüm ile
mukaddime ve hâtime kısımları büyük tezat oluş-
turmaktadır:
“Aśĥāb-ı tevārįħ bunlardan ġayrı baǾz-ı
mināreler daħi źikr itmişlerdür ve lākin el-ān
anlardan nām u nişān nā-peydādur ve kimler binā
itdükleri dahi nā-maǾlūmdur dimişler ve Mekke-
i Müşerrefe’nüñ yuķaru cānibinde Mescid-i
Rāyet dinilen mescidüñ Resūlullāh -śallallāhu
Ǿaleyhi ve sellem- fetĥ güninde ol mescidde
rāyetin dikmişdür. Anda daħi bir mināre-i ķadįme
vardur. Depesi gitmişdür. İki şerefelü mināre
imiş. Ramażān gicelerinde üzerinde ķandįl yaķar-
lar ve aħşām eźānın oķurlar tā kim ol mekān ehli
ifŧār zamānı olduġın bilürler. Saĥūr zamānından
śoñra yine ķandįlleri söyündürürler.”
Fezâil-i Mekke’nin hâtime kısmı
“Ħātimetü’l-kitāb fį źikrü’l-mevāżiǾü’l-
müberreke bi-Mekke şerefehāllāhu TeǾālā”2
şeklinde bir Arapça başlık altında verilir. Bu
bölümde Mekke’deki mübarek sayılan yerler
anlatılır. Mekke-i Mükerreme’deki bu yerlerde
dua etmenin müstecap olduğu belirtilir. Buralarda
2 Anlamı: “Yüce Allâh’ın şerefli kıldığı Mekke’nin mübarek
yerlerinin bahsi hakkındadır.”
hangi zaman diliminde dua etmenin müstecap
olduğu konusunda da eserde ayrıntılı bilgi bu-
lunmaktadır.
Eserin bitişi ise şu cümlelerle haber ve-
rilmektedir: “Çün Ǿināyet-i Ĥażret-i Ħāliķu’l-
Enām Müdebbirü’l-Leyyālį ve’l-Eyyām silsile-i
cereyān-ı kelām ĥadd-i itmāma yetişmek rūzį
ķılındı. Lāyıķ-ı sezā-vār oldur ki cām-ı encām ve
kās-ı iħtitām duǾā-yı devlet-i pādişāh-ı İslām’la
miskįn-ħitām ola.” Daha sonra Bâkî devrin padi-
şahı olan Sultan Murat için dua eder ve sözü ese-
rin yazılmasını emreden Sokullu Mehmet Paşa’ya
getirir. Nâsirin Sokullu Mehmet Paşa’nın övgüsü
ve duası için ayırdığı bölümde Arapçayı tercih
ettiği dikkati çekmektedir. Eserin sonunda bulu-
nan ferağ kaydında eserin H. 987 (M. 1579) se-
nesinin Rebiü’l-evvel’inde bizzat şair Bâkî’nin
eliyle kaleme alındığı bildirilmiştir.
Sonuç olarak Mekke’nin tarihi ile Os-
manlı padişahlarının bu kutsal şehire yaptığı
hizmetler hakkında bilgi veren Fezâil-i Mekke
adlı eser, büyük bir divan şairi olan Bâkî’nin
Arap dilinin yanında Türkçe’ye olan vukufunu
göstermesi açısından da önemli bir çalışmadır.
Sağlam bir dil ve üslûba sahip olan Bâkî, nazım
sahasında olduğu kadar nesirde de ne kadar başa-
rılı olduğunu bu eseriyle bir kez daha ortaya
koymuştur. Bunun yanında Fezâil-i Mekke’nin
Mekke tarihi üzerine verdiği bilgilerle sadece
döneminde değil günümüzde de faydadan hâli
olmadığı akıldan çıkarılmamalıdır. Bütün bunla-
rın ötesinde söz konusu eserin Bâkî gibi zaman
ve mekana sığmayan bir şairin elinden çıkmış
olması da bu yapıta ayrı bir önem atfetmeyi
gerekli kılmaktadır.
KAYNAKÇA
Ahmet Atilla Şentürk – Ahmet Kartal, Eski Türk
Edebiyatı Tarihi, Dergah Yay., İstanbul 2010.
Eymen Fuâd Seyyid, “Nehrevâlî” Mad., İslam
Ansiklopedisi, C. 32, TDV Yay.,. Ankara 2006, s.
547-548.
Haluk İpekten, Bâkî Hayatı-Sanatı-Eserleri, Ak-
çağ Yay., Ankara 2010.
Muhammet Nur Doğan, Bâkî, Metropol
Yay.,İstanbul 2002.
28
Deneme
BİZİM ZAMANLAR
Gülsüm Simay KANOĞLU
Değişen bir şeyler var bizim zamanlardan bu yana. "Bizim
zamanlar" diyorum. Hani sokaklarında korkmadan oynadığımız, dün-
yanın o sokaklardan ibaret olduğunu sandığımız, her köşesine bir
anımızı sığdırdığımız ve bir başkası bulmasın diye köşe bucak saklan-
dığımız zamanlar mı? Ya da her devrin bir önceki devri hasretle yâd
ettiği zamanlar mı bunlar?
Benim bahsettiğim, su misali akıp giden 90'lı yıllar... Bir bakmışız ki bu zamanlardan
sıyrılıp büyüyüvermişiz. Büyüyen yalnızca bedenimiz değil; ruhumuz, beklentilerimiz ve her
şeyden önemlisi belki de hırslarımız. Küçülen bir şey de vardı elbette; inancımız.
Peki yalnızca bizim olması mıydı o zamanları bu denli değerli kılan?
Bizim zamanımızda sokağa çıkmak için yarım bırakılırdı tabaklar. Bir daha eve girer-
sek ne mutlu annemize. Eve sokamadığımız bu çocukları sokağa çıkaramaz olduk şimdilerde.
Ne ara bu kadar evcimen olduk?
Bizim zamanımızda gözlerimizi bir bez parçasıyla kapatıp içinde bulunduğumuz ka-
ranlığı soyutlaştırarak arkadaşlarımızı yakalamaya çalıştığımız körebe vardı. Bu bez parçası-
nın örtmeye yetmediği gözlerimiz; ne ara tüm olup bitenlere bu kadar kör oldu?
Bizim zamanımızda leblebi tozları vardı. " Yusuf Yusuf " demeye çalışırken ağzı-
mızdaki bu tozları dökmemeye gayret ederdik. Ne ara ağzımıza geleni söyler olduk?
Bizim zamanımızda can, istop(stop), yakar top vardı. Birbirimize top atarak yakmaya
çalışırdık. Topun arkadaşımıza yalnızca değmesi kazanmamıza yeterdi. Ne ara bu denli birbi-
rimizi topa tutar olduk?
Bizim zamanımızda cipslerin içinden çıkan tasolar vardı. Mahallede en çok tasoya sahip ol-
mayı amaçlardık. Ne ara bu kadar amaç edindik kendimize?
Bizim zamanımızda düz çubuğun gelmesini beklerken sabretmeyi öğrendiğimiz Tet-
ris vardı. Ne ara bu kadar sabırsız olduk?
Bizim zamanımızda sosyal ağlarda en çok beğenisi, takipçisi olan değil; mahallede en
çok futbolcu kartlarına sahip olandı havalı. Ne ara bu kadar sosyal medya havası taşır olduk?
29
Bizim zamanımızda dedelerimizin, ninelerimizin anlattığı Robin Hood'ların, Pollyan-
na'ların varlığına inanırdık. Ne ara insanlara olan inancımızı kaybettik?
Bizim zamanımızda gazetelerde verilen kartonlardan kesip birleştirdiğimiz evler,
bebekler, elbiseler vardı. Onları kendimize oyuncak yapardık. Bununla yetinmesini bilirken;
ne ara bu kadar doyumsuz olduk?
Bizim zamanımızda ipler bileklerimizi acıtıncaya kadar oynadığımız ip ayağımız
vardı. Arkadaşımızın canı yanmadan oynamaya çalışırdık. Ne ara bu kadar acımasız olduk?
Zamanın değerli olmasında bunlar yeterli değildir elbette. Ama biz böyle bir kuşağın
çocuklarıydık. değişmedik diyemiyorum. yine de her şeye rağmen ümitliyim. Çünkü biz de
bir sonraki kuşağın "bizim zamanımızda" diyeceği kuşaktayız. Çünkü biz de, bizden önceki
nesilden arta kalanları eskiterek büyüdük. Bu nedenle de küçülen yüreklerimize büyük umut-
lar inşa edebilecek olanlar yine bizleriz. Benim hala umudum var..
Peki, neydi değişen? Biz mi devri değiştirmiştik devir mi bizi değiştirmişti?
Velhasıl kelâm, bizim o kirli sokaklarımızdan arta kalan temiz yüreklerimiz var.
Şiir
ACIYI SEVMEK
Arş. Gör. Engin Çağdaş BULUT
Her şey dün gibi yanı başımda dururken
Yıkılıyorken hatıralar üstüme üstüme
Kaçmazdım, hiç kaçamazdım senden
Sonsuzluğu yazmıştı Tanrı gözlerine
Bir an buluştuğunda bakışlarımız ansızın
Deva bulmaz bir illete dönüşürdü sızım
Sevgi dolu bir kapı eşiğinde beklerdim seni
Mefhumsuz bir zamanın yollarına bakardım
Gelmezdin, yolun nerden geçer bilmezdim
Ardına düşer seni arardım, geceleri hani
Bir dert girdabında, gözlerin yaşlı bulurdum
Kimsenin bilmediği bir derde hacettin oysa
Tarif edemediğim bir huzura varırdım
Hem söyler, hem dinlerdim adını
Hayatın anlamı olurdun birden,
Kalbime sen dolardın
Herkes yakarken sana ait yasaklı düşlerini
Pişman olup, vazgeçerlerken seni sevmekten
Ben direnirdim, yokluğunda parçalanan dün-
yaya
Acıyı sevmek olur mu hiç? Severdim.
Yalnızlığı severdim,
Serseri bir sevdanın koynunda
Sen bu dünyayı sever miydin sahi,
Seni seven biri olmasa…
30
Şiir
DÂSTÂN-I MİHRİBÂN-
GÖZLERİN
(be-nâm-ı Mihribân)
Yavuz (Fermân) KILIÇ
Gece güdüz her ân zikrini ettiğim
Sâye-i ism-i sübhândı gözlerin
Noktası noktasına hıfzettiğim
Hâtıralarıma nâm u nişândı gözlerin
Zamân hızla geçip ömrümü yerken
Tükenen cânıma, cândı gözlerin
Ömür bitti, yolculuk vakti derken
Hayâta döndüğüm ândı gözlerin
Görsem inanır mıydım ki rüyâda
Vuslat niyâz etmezken bu sevdâda
Kendimi şâir bilirken dünyâda
Şöhretimi yakan şândı gözlerin
Çile-hânemde vaktime gün sayarken
Bî-ümît dert üstüne dertler koyarken
Bir ara haddi aşıp câna kıyarken
Beni, hayâta bağlayandı gözlerin
Su misâli akıp giden şu zamân
Edice beni âteş önünde saman
Zannederken yoktur dertlerime dermân
Tükenmez dertlerime, dermândı gözlerin
Kara düşüncelerim hâtıralarımı bölerken
Hâtıraların izlerini yavaş yavaş silerken
Ben çâresizlikten kendi derdime gülerken
Benim için ağlayandı gözlerin
Bu pejmürde hâl ile düşmüş iken dile ben
Sürgün sürgün gezmiş iken ilden ile ben
Hakîr köle yanında olmuş iken köle ben
Başımın tâcı sultândı gözlerin
Ne olacak bilemezdim onlarca hayalim
Âh u zâr içinde kalmayınca mecâlim
Kimseler bilmez iken ne olacak hâlim
Beni bir tek anlayandı gözlerin
Mecnûnî-veş bî-ser ü sâmân olmuş iken
Vaktimi şaşırmış bî-zamân olmuş iken
Özümde çöllere mihmân olmuş iken
Gözlerimde dâ’im, mihmândı gözlerin
Sürgün olmuş olsam da ilden ile
Hem düşmüş olsam da dilden dile
Vadem dolmuş, ölmüş olsam bile
Benimle birlikte yaşayandı gözlerin
Kendimden uzaklaşıp, kendime geldiğim
Kendimi kaybedip, kendimi bildiğim
Uğrunda yaşamak isterken öldüğüm
Sanki bir başka zamândı gözlerin
Başımın tâcı olan sultândı gözlerin
Adın gibi Mihribân’dı gözlerin
Cânıma cân katan cândı gözlerin
Câna cân, katle Fermândı gözlerin
31
Deneme
LİSYANTUS
Melek ÇİFTÇİ
Yalnızlık uzundu, soluksuzdu. Sonra sen geldin gözlerim sende kaldı, ben
sende kaldım.
Bundan yıllar önceydi sıcacık bir yaz gününde dalgın dalgın yeryüzünü dinlerken
yanımdan geçenleri görmediğim bir gündü. Ama sen geldin, yürüdün. Yürüdüğün yola baktım
önce Arnavut kaldırımlı daracık bir sokak kaldırımın üstünde hayatın hala yaşanabilirliğini
anlatan üç beş çocuk gülümsemesi, senin yüzünde ise onlarınkinden daha muzip bir ifade.
Yürüdün pembe ayakkabıların incecik bacakların diz kapağına kadar inen sarı pileli eteğin
pembe kemerin sanki ılık bir gün ortasında değil de okyanus ötesini hatırlatan krem tiril tiril
gömleğinden esen yel ile içime okyanus kokusu çekiyordum. Sen tam gönül köşküme adım
atacakken mahallenin gülen yüzü Eliz birden‘’Deniz ağabey bana karamelli dondurma alır
mısın?’’ diye bağırdı. Sen gelip geçtin…
Eliz ile hemen yanı başımızdaki küçük bakkal dükkânına girdik. Dondurmayı aldık.
Ah Eliz dedim içimden, sonra dondurmayı eline tutuşturduğumu hatırlıyorum. Birde senin
muzip gözlerini, bana bakmadın belki ama ben sende kaybolmuştum. Bir daha ne zaman gö-
recektim seni ya da görebilecek miydim? Ne kadar da çabuk gelip geçtin sokaktan. Eliz dedim
ah Eliz.
Günlerce içimdeki okyanusu soludum. Kim olduğunu, nereden geldiğini, sesini bile
bilmeden okyanus oldun içimde. Günlerce seni gördüğüm yerde oturup sana baktım, hayaline.
Gelmen çokta önemli değildi ama gelseydin çok daha güzel olurdu. Bakakaldım, Eliz geldi,
yanıma oturdu, dondurmasını yaladı. Ben seni bekledim.
Bir daha görsem dedim bir daha konuşsam anlatsam beni içimdeki okyanus hâlini.
Evet konuşacaktım. Karanlık olan her şey aydınlandı birden, bu konuşma fikri aydınlattı dün-
yamı. Hafta sonu geçmiş, çalışma zamanı gelmişti. Sabah erkenden uyandım annem yaşlılığı-
nın verdiği yorgunlukla yine uyanamamıştı. Ben usulca kapıyı çekip çıktım. Arabaya atladım,
Uğur’u aldım ve atölyeye geldik. Yine her yer rengarenkti. Sarılar, pembeler, maviler, beyaz-
lar, allılar, morlular, çiçekler, böcekler, yuvarlak olanlar, kare olanlar, katlı olanlar hepsi muh-
teşem görünüyordu. ‘’Günaydın’’ dedi, Umay. Günaydın dedim bende ve hemen giydik ön-
lükleri. Yuvarlak bir kek kalıbını önüme koydum. “Umay yeni bir sipariş var mı?” dedim.
‘’Evet var usta Lisyantus çiçekli bir pasta istediler mor renkli içi sade.’’
Aldım Lisyantus’u elime işledim ilmek ilmek. Bütün gün içimdeki okyanusu renklere
boğdum. Birden irkildim. Umaydı bu. ‘’Usta pasta olmamış müşteri beğenmedi’’ dedi. Neden
nesi varmış, dedim ve mavi beyaz önlüğüm, beyaz şapkam ile çıktım atölyeden. Buyrun, der
demez içimdeki okyanus gökyüzü oldu sonra. ‘’Merhaba’’ dedi. Gerisini hatırlamıyorum.
32
Oydu işte okyanus kraliçesi bana merhaba dedi ve gitti. Neydi bu yoksa rüyamı yollar bize mi
çıkmıştı? ‘’Ah Lisyantus!’’ dedim.
O gün her şey onunlaydı. Adı Asuman, gökyüzüymüş bende ki okyanusun sebebi
oymuş meğer Asuman’daymış. Yerle gök birleşir mi? Birleşti. Anlattım ona içimdeki mor
Lisyantuslu okyanusu.
Ertesi gün buluştuk. Gökyüzüme bir demet mor Lisyantus aldım. Çiçek satıcısı:
“Eğer elinizde bir demet lisyantus varsa kocaman bir hazine sahipsiniz demektir bu. Çünkü;
Lisyantus çiçeğinin üzerinde onlarca gonca vardır ve hepsi açmadan bu çiçek solmaz yani
elinizde iki demet Lisyantus olur.’’ dedi. Uzattım çiçeği. Asuman okyanus kraliçem merhaba
dedim. ‘’Merhaba’’ dedi. Gözleri muzip güldü. Teşekkür etti çiçek için. Anlattım ona onu ilk
gördüğüm günü gülüştük. Bir ara neden pastamı beğenmediğini sordum. Oda hiçbir şey aslına
bu kadar benzetilemezdi ve aslında çok beğendiğini ve bunu yapan ustayı görmek istediği için
böyle bir şey söylediğini anlattı. Yine gülüştük. Asuman dedim gök kubbem olur musun?
Güldü, kızardı ve kısık bir sesle evet dedi. Okyanusum daha da büyüyecekti artık. Sonra her
gün her an onunlaydı elinden tuttum ve ebediyete yürüdük.
Mor Lisyantus ‘’Baba karamelli dondurma alır mısın?‘’diye bağırdı. Bende ah Eliz
ahh dedim.
Şiir
SENDEN ÖTÜRÜ
Hilal TUNA
Gözlerimin içi güler benim
Bazen benden
Ama çoğu zaman senden ötürü
Kalbim kanatlanır
Ve içim içime sığmaz benim
Bazen benden
Ama çoğu zaman senden ötürü
Sana gelirken
Heyecandan yanaklarım al al olur benim
Yüreğimin genişlediğini
Ve tüm canlıları sevdiğimi hissederim
Bazen benden
Ama çoğu zaman senden ötürü.
İki kişilik fedakarlığın
İki kişilik sessizliğin
İki kişilik aydınlığın
Ve iki kişilik karanlığın anlamını öğrendim
ben
Evet, bunları öğrendim; senden ötürü.
Zamanın nasıl işlediğini öğrendim ben
Hani şu senin yanında pervaneleşen
Sensizken işlemeyen zamanın.
Dünyanın en güzel yerinin
Senin yanın olduğunu öğrendim
En güzel kokunun
Senin kokun olduğunu...
Özlemin, ayrılığın ve
Ölümün ne olduğunu öğrendim.
Affetmeyi, kaybetmeyi ve
Korkuyu öğrendim.
Kavuşmanın ne büyük bir
Haz olduğunu
Aşk denen güzellikte
Gurur denen şeyin olmadığını öğrendim.
Ne çok şey öğrenmişim ben
Senden ötürü.
Gecem aydınlanır benim
Ve ara ara gündüzlerimin de karardığı olur
Bazen benden
Ama çoğu zaman da senden ötürü.
33
Hikâye
SON MENDİL
Duygu ÇEKİÇ
Bir nisan sabahı, yaprağın başını eğiyor bir yağmur tanesi. Ellerini bacaklarının ara-
sına alıp, ayaklarını kendi haline bırakan kaldırımlar henüz uykuda. Gidemediğim yolların
yorgunluğu var adımlarımda. Neyse ki ayaklarım daha yabancılaşmadı, hala yalnızlığı sevmi-
yorlar.
Bir köşe başına sığındım. Büyük insanların sığ gölgeleri düşmez buralara. Hem yağ-
murlar da bilmez bizi. Derken, gecenin gözlerinde unuttuğu mor halkalar, güneşimin önünü
kesti. Eğildi. Mendil… Yarım kaldı cümlesi. Sesini tren istasyonlarının siren sesinde kaybet-
meseydi, limanını yakıp giden gemilere el sallayabilirdi. Mendil uzattım, ağlamaya devam
etti. Oysaki ona iyilik yapmıştım, gülmeliydi. Mendilin hakkını vermek istedi sanırım. Gül-
düm.
İki yabancı yürüyor kol kola. Biri duymak istemedikleri için dilsiz, diğeri söylemek-
ten bıkmış bir sağırdı. Yaşamak sessizce ölmekti kim bilir. Yazık daha fazla yaşamak için,
daha fazla öldüler. Sırt sırta vermiş evlerin arasında örülmüş duvarlar, aşıyor boyumu. Birinin
bahçesindeki sarmaşık atlamasaydı diğerinin duvarına, boşuna çalacaktı aşk şarkıları. Pence-
reyi açmaya yüzü yok rüzgârın. Sessiz sinema oynuyor perdeler. Duvarda asılı unutulmuş bir
resim konuşuyor: “Şşşt ölüler giderken ses çıkarmazlar.”
Kelebekler gibi olmak için, kırdılar bütün kanatlarını. Güya daha az yorulacaklar.
Öyle ya kelebekler boşuna mı uykusuz kaldılar?
Havada alaca bir karanlık… Gene mendebur sokak lambalarının cılız ışığı sarmış
köşe başlarını. Yıldızlar kaçacak delik arıyor. Haydi, çocuklar uyanın! Nuh’un gemisinde
size de yer var. Bir bayrak el sallıyor, ölüme daha var.
Eve dönmeli artık. Anneler pencere önünde üşür bu saatlerde. Kapısı olmayan bu
şehir, ah ziline basıp kaçtılar. Neden ellerin bu kadar kısa özgürlük, bak çatılar gökyüzüyle el
ele.
Şimdi otobüs durağında sıra bekleyenler, vapur geçmeyecek haberiniz olsun. Pencere kena-
rından görüldüğü kadar mükemmel değil yalnızlık. Arka koltukta uyuyanlara duyurulur.
Hikâyemiz bitti sanki, ortalıkta dolaşıyor işsiz kahramanlar.
Bizim ev, duraklara uzaktır, yürüyerek daha yakın. Annem kapıyı açtı: “ Bu ne hâl,
ıslanmışsın!”
Çocuk içeri girerek: “Mendillerim kuru kaldı ama anne. Bütün gün insanlara hikâye-
lerini anlattım, hepsi alışmışlar. Mendillerimi satamadım ki anne hepsi kuru kaldılar.”
34
Deneme
KALDIRIM TAŞINA MESAİ
YAPTIRAN KARDEŞ
Ünal DERELİ
Sırtını dayadığın topraktan, göğsünü yasladığın gökyüzünden iki dakika uzaklaş da
beni dinle. Az önce on kişiden dokuzunun çok hoşuna gidebilecek bir olaya şahit oldum. Ben-
ce çok lakayt bir durumdu. Çünkü onuncu kişi bendim. Ne olmuş yani illâ hoşuma gitmek
zorunda mı? Tamam tamam, itiraf ediyorum; biraz kıskandım. Sakın biraz mı, diye sorma!
Yoksa ne olduğunu anlamadan karşı mağazanın camıyla düşman oluverirsin. Tüm suçu da
üzerine yıkarım. Hah şöyle, kendine gel. Tamamen uyandığına göre de terapiye başlayabiliriz.
Biliyor musun, elimden senin gibi kaç bin
tanesi geçti? Bu işi yapmaya ise, ağabeyi-
min vefat ettiği ay başladım ve tam beş yıl
oldu. Evet, ne eksiği var ne de fazlası tam
tamına beş yıldır uyuyordu ağabeyim.
Bir gün okuldan eve gelmiştim.
Tesadüf bu ya ilk kez zili çalmadan, kendi
anahtarımla eve girmiştim. Salona girdi-
ğimde; ağabeyim ağzı açık bir şekilde ama
horlamayarak, elleri göbeğinin üzerinde
bağlı, savunmasız bir şekilde uyuyordu.
Üstelik yine pantolonunu ve gömleğini de
çıkarmadan uzanmıştı koltuğa. Her şey çok
normaldi. Öyle normaldi ki; her zaman
olduğu gibi yine üzerini örtmemişti. An-
nem her defasında: ''Oğlum, üzerine batta-
niye al. Üşüteceksin! ''dese de; o cevap
vermez, bildiğini okurdu. Ağabeyim uyur-
ken annem üzerini örtse bile, her uyandı-
ğında yine: ''Oğlum niye laf dinlemiyorsun
sen, neden üzerini örtmüyorsun? ''diye so-
rardı. Ağabeyim aynı soruları, yine aynı
soğuk kanlılıkla geçiştirirdi. Ben bunun
sebebini ağabeyime hiç sormadım. Cevap
vermeyeceğinden veya korktuğumdan de-
ğil, cevabını bildiğimden. Hayır hayır, üze-
rini örtmemesinin sebebi tembelliğinden
değildi. Her yattığında üzerini örtecek biri-
nin var olduğunu bilmek, ona büyük bir
mutluluk veriyordu bence. Ne de olsa ince
ruhlu bir adamdı, şairdi.
Hay Allah! Neye bastım öyle. Ne
düşürdün yere be ağabey? Kitapmış.2006
Şiir Yıllığı. Allah Allah! Ağabeyimin eline
son üç yıldır hiç şiir kitabı aldığını gör-
memiştim. Liseden beri şiirler yazar, bütün
harçlığını da şiir kitaplarına yatırırdı. Hatta
lise düzeyinde yapılan yarışmalarda da üç
kere birincilik almıştı. Zaten okulda; Şair
Ali derlerdi ona. Tabi bana da; şairin kar-
deşi. Ağabeyim sayesinde okuldaki kızlara
çok hava atmıştım. Öyle ki; birkaç şiirini
çalıp hoşlandığım kızlara vermiştim. Ağa-
beyimin bu durumu üniversite ikinci sınıfa
kadar böyle devam etmişti. Yani hem yazdı
hem okudu. Ben de hem çaldım hem de
utanmadım. Sonra birdenbire şiir okumayı
da yazmayı da bıraktı. Bunun
sebebini, ne kadar sorduysam da cevap
alamamıştım. Şimdi ise yeniden şiir oku-
maya mı başlamıştı? Hem okuyorsa yazı-
yordur da. Söz sana ağabey, sen yeter ki
yaz. Vallahi bu sefer şiirlerini çalmayaca-
ğım, hem kızlara da vermeyeceğim. Ağa-
beyim hayatında hiçbir kıza şiir vermemiş-
ti. Ama çok şiir yazmıştı. Nerden mi bili-
yorum? Çünkü şiir yazdığı iki defteri vardı
ve bu defterleri; kilidi ve anahtarı olmasına
rağmen hiç kilitlemediği çekmecesine ko-
yuyordu. Sanırım ben daha kolay bulabile-
yim diye böyle yapıyordu. Ya da ben ken-
dimi kandırıyorum. Zaten kız arkadaşı da
hiç olmamıştı.
35
Üstelik yakışıklılar kategorisinde
yer almasına rağmen. Benimse beş altı tane
kız arkadaşım olmuştu hem de bu çirkinli-
ğime rağmen. Ağabeyime bunun sebebini
sormak için tam bir ay düşünmüştüm. Kı-
zacağından değil, onu kırmak istemedi-
ğimden. Zaten bu hayatta incitmekten ve
kırmaktan korktuğum bir ağabeyim kal-
mıştı. Sonunda meraktan beni kudurtan bu
soruyu bahçede çay içerken soruvermiştim.
Ağabey dedim sen hiç aşık oldun mu?
Güldü ve dedi ki: Oğlum ben sen miyim?
Şurada ciddi bir şey soruyorum, dalga ge-
çiyorsun. Senin neden hiç sevgilin olmadı
dedim. Yine gülerek fakat onu önceden mi
yazmıştı yoksa o an mı aklına gelmişti,
kestirememiştim. Fakat şöyle demişti:
''Kimi niyet edipte, secdelere sevdalansam;
Dualarım kabul olmadı.
Çok sonra anladım ki; Kıblelerimiz fark-
lıymış.'' Dedim ya zarif adamdı ağabeyim,
şairdi. Anlıyor musun, ey taş oğlu taş? An-
lıyorsan cevap ver bana şimdi. Sevdim
yaşım on altı belki yirmi altı, anam bilmez
ağabeyim bilirken; şimdi saçları cefa ko-
kan bu gökyüzünün altında, Allah'ın lütfu
bu susuzlukla ne yapabilirim ki? Hem de
topraklarım yağmura meftun bu dünyada.
Şiir
CAM KIRIKLARI
Tuba YENİ
İnsan kaybolmak ister
Bir acıda, bir sevinçte, bir kavgada
Bir hikayede erimek ister.
Kendi çıkmazında silinip gitmek…
Çünkü başka türlü katlanamaz,
Sırtında kambur gibi taşıdığı hatalara
Aslında paramparçadır
Cam kırığı dolu içi…
Birbirine çarpa çarpa, canları yana yana
Bölünen cam kırıkları…
Her kırılmada o da kanar seninle
Hikayeleri vardır açık yaralar gibi kanayan
Herhangi bir zaman diliminde yaşıyor olacak
Senden bihaber…
Zaman o hikayeleri tedavi etmeye çalışacak durmadan
Niye bilinmez, her seferinde hiç bir şey olmamış gibi
Camdan dünyalar kurar kendine
Sanki tekrar hiç kırılmayacak gibi…
36
Araştırma
KADİM BİR GELENEK:
MAYIS YEDİSİ
İskender KELEŞ
Mayıs Yedisi, Miladi 20 Mayıs'ta Doğu Karadeniz’in Trabzon, Giresun, Ordu ilerin-
de kutlanılan bayramdır. Rumi takvimde de 7 Mayıs'a denk gelmesinden dolayı Mayıs Yedisi
olarak adlandırılmıştır. Bu gelenek, Mayıs Yedisi, Su bayramı, Deniz Bayramı gibi isimlerle
adlandırılmaktadır. Yörede her yıl bu bayram festivaller ve şenlikler eşliğinde kutlanılmakta-
dır. Beşikdüzü Mayıs Yedisi Şenliği ve Giresun Aksu Festivali bunların en tanınmışları ol-
makla beraber, bu etkinlikler su ile karanın buluştuğu yerlerde yapılmaktadır. Mayıs Yedisi
kutlamalarının temel ritüelleri şunlardır:
1) Sacayaktan Geçme: Çocukları olmayan
kadınlar üç kez sacayaktan geçerler. Bu sayede
çocuklarının olacağına inanırlar. Sacayak burada
soyun devamı ve bereketin simgesidir. Bu özellik
Türk destanlarında görülür.
2) Denize Taş Atma: İnsanlar: “Derdim
belam denize.” diyerek yedi çift bir tek taşı suya
atarlar. Burada doğanın canlanmasıyla tüm kötü-
lükleri götüreceği inancı vardır. Burada yedi sayı-
sı önemlidir. Yedi sayısı Türklerin kutsal sayıla-
rındandır.
3) Su Kenarlarında ve Ada Etrafında Dolanma: Hasta kişiler, çocuğu olmayanlar, dile-
ğinin kabul olmasını isteyenler yedi kez Giresun adası etrafında dolaştırılır. Ada turu, Hamza
taşı etrafında başlar ve tekrar orda biter. Beşikdüzü’nde ve kutlamanın yapıldığı diğer yerlerde
ise yedi dere ağzı dolaşılır. Özellikle bu alanlarda sara hastaları dolaştırılır.
4 ) İnekleri Yıkama: Hayvanlar denize getirilerek suyla arındırılır. Suyun hayvanlara
güç ve enerji verdiğine inanılır. Hayvanlar yayla göçü öncesi yıkanarak göçe hazırlanır. Bu
ritüel artık yazın geldiğinin ve denize girilebileceğinin de göstergesidir.
Bu temel uygulamaların dışında var olan ina-
nışlar ve ritüeller şunlardır:
1) Dere ile denizin birleştiği yerlerden seher
vakti su alınıp ve o suyla yıkanılır. Dereden alınan
suyun hastalıkları götürdüğüne inanılır.
2) Denize kıyısı olmayan ilçelerde yedi dereden
su alınarak bu uygulama gerçekleştirilir. Suyun sert
37
aktığı şelalelerin altından da su alınır. Bu suyun kutsal olduğuna inanılır.
3) Sağ ayak ile denize girilir ve yedi dalga üzerinden geçilir. Yedi dalga üzerinden
geçen kişinin evinde yıl boyu bereket olacağına inanılır.
Mayıs Yedisi’nin kutlandığı yerlerde kutla-
nış şekillerinde küçük farklılıklar vardır. Bu
faklılıkları yukarıdaki maddelerde birleştirdik
ve bu yazıda Mayıs Yedisi’nin Beşikdüzü
İlçesinde kutlanılış şeklini anlatacağız. Her yıl
20 Mayıs günü halk yiyeceklerini ve inekleri-
ni alarak Ağasar deresinin denize döküldüğü
yerde toplanır. Köylerden deniz kenarına inen
halka kemençeciler eşlik eder. Yörede şifa
bulmak isteyen hastalar, kısmet bekleyen genç
kızlar, çocuğu olmayan kadınlar yöresel kıya-
fetlerini giyerek bu bayrama katılırlar.
Tören alanında köylülerin bir gün öncesin-
den hazırladığı mısır ekmeği, sumur, mıh-
lama, otluk tavası gibi yöresel yemekler de
yenir. Tören alanında Mayıs Yedisi helvası
yapılır. Süslenilen inekler yıkanır ve yarış-
tırılır. Hayvanların yıkanması; yayla göçü-
ne hazırlıktır. Hayvanlar yıkandıktan sonra
yaylaya çıkılacaktır. Yedi dalgadan atlanı-
lır, su ısınmış halde ise altından geçilir.
Suyun insanda ki hastalıkları götürdüğüne
inanılır. Yerden yedi çift taş alınıp denize
atılır. Avuca su alınıp besmeleyle el ve yüz
yıkanır. Teknelere insanlar bindirilerek
dolaştırılır. Bu dolaştırmada hastaların iyi-
leşmesi için yedi tane derenin denize dö-
küldüğü ağızlar dolaşılır. Deliklitaş isimli
kayanın altından geçilir. Hastalar bu şekil-
de yılın bütün sıkıntılarını denize attıkları-
na inanırlar. Deniz suyunun onlara şifa
verdiğine ve kötü ruhlardan, belalardan
kurtulduklarına inanırlar. Şenlik alanında
kemençe, davul, zurna eşliğinde horon
oynanılır. Bunların dışında şenlik esnasın-
da diğer yöresel oyunlarda sergilenir. Ma-
yıs Yedisi kutlamalarında yaşanmış acı bir
kaza vardır. 2000 yılında Beşikdüzü İlçe-
sinde, Mayıs Yedisi kutlamaları sırasında
denizde turlama ritüelini yerine getirmek
için kayıklara dolan 38 kişi, kayıkların
alabora olması sonucu hayatlarını kaybet-
mişti. O yıldan sonra, bu elim kazada haya-
tını kaybedenler; her yıl Deniz Şehitleri
olarak anılmaktadır.
Mayıs Yedisi çok köklü bir kültü-
rel geçmişe sahiptir. Bu konu hakkında
birçok görüş ileri sürülmüştür. Mayıs Ye-
disi bugün çoğunlukla 24 Oğuz boyundan
biri olan Çepnilerin yaşadığı bölgede kut-
lanılmaktadır. Mayıs Yedisi’nin içerisinde
var olan su kenarı ve adalar etrafında do-
laşma, çağlayanları ziyaret etme, yedi dal-
ga, yedi taş, yedi dere geçme, sacayaktan
geçme uygulamaları mitolojimizde var
olan özelliklerdir. Çin kaynakları ve mito-
lojimizden, Türklerin bu bayrama benzer
kutlamalar yaptığını öğrenmekteyiz. Bu
bağlamda Mayıs Yedisi Orta Asya’dan
Anadolu’ya gelen Türklerin yaz mevsimi-
nin gelişine yönelik ritüelleri olarak görü-
lebilir. Mitolojik unsurlar, tarihi bilgiler ve
çıkarımlar doğrultusunda bu kültürün Kıp-
çak Türkleriyle Karadeniz’e geldiğini ve
Oğuzlar ile günümüze ulaştığını söyleyebi-
liriz. Bu bayram Türkler arasında yüzyıl-
lardır kutlanılmaktadır. Bu yönüyle bu
kültür kadim bir geleneğe sahiptir. Mayıs
Yedisi’ni sonradan üretilmiş bir uygulama
olarak görmek bu kadim gelenekten haber-
dar olmamaktır. Mayıs Yedisi bayramının
daha nice yüzyıllar Karadeniz de kutlanılıp
yaşatılması dileğiyle…
38
Şiir
VE BİLİNİZ…
Görkem Saliha KARADENİZ
Ve biliniz ki dostlarım ;
Adem benden yaratılmıştır
ve hepinizde biraz benden vardır.
Yağmurdan sonra en sevdiğiniz kokuyum !
ölü koyunca içime mezar olurum ,
ev dikince üstüme hayat
kan dökünce uğruma vatan olurum.
Büyük bir yüreğim var benim;
kucaklarım
taşları hazineleri
ve beraberinde çiçekleri böcekleri
kötülüğün zirvesini yaşamışları da
küçük masum bedenleri de hazmederim
ben dünyayım
dünya benim!
Bir suçum yoktur üzerlerinde
Ademden beri gelenlerin beni tercih etmele-
rinde
fakat anlatamam insanlara derdimi;
derler ki aldığını vermiyor geri !
Isınırsam baharı getiririm
bu sebepledir ;
hava ve sudan sonra cemrenin düştüğü üçün-
cü meskenim!
Dünyadaki her şeyi beslerim inanın ,
yeter ki bana biraz su verin.
Bazen işe yaramadığımı da hissederim
en çok da Afrika’da olduğum zamanlarda
dayanamam seslenirim:
Eyy su ,
Keşke keşke biraz da sen olsaydın kardeşim!
Sarı çiçeğe annesini babasını sorar hep
Dervişe söyleyin onun annesi de babası da
benim.
Nerede olduğumu sorarsanız ;
insanın bir güneş gibi doğuşunun ve batışının
kesiştiği ufukta,
doğanın haykırmak için köklerini saldığı do-
rukta,
şairin de dediği gibi Afrika’nın hariç olma-
dığı yerlerdeyim.!
Dünyada ebedi kalacağını sananlara kızma-
yın
gözlerinin doyması için onlara benden sadece
bir avuç gösterin !
Ben ki karıncanın yuvası,
Aşık Veysel’in sadık yariyim ..
Ve artık bildiniz dostlarım!
Adem topraktan yaratılmıştır
Mezar mı ,hayat mı,vatan mı bilinmez
Hepinizde biraz toprak vardır
39
Kitap Tanıtımı
VUSLATSIZ BİR AŞKIN İLK
MEYVESİ: BİR MİHRİBAN VARDI
Nuray ACAR
Bölümümüz 4. sınıf öğrencilerinden Yavuz Fermân
Kılıç’ın kendi tabiriyle “Vuslatsız Bir Aşkın İlk Meyvesi:
Bir Mihriban Vardı” adlı şiir kitabı okuyucusunu kelimelerle
ilmik ilmik örülmüş bir aşk serüveninin içine çekiyor.
“Haddini bilmez deli gönlün sarayında müstesna bir insan
vardı. O, merhum Abdurrahim Karakoç’un Mihribân şiiri,
Mihribân hikayesi ve Mihribân ile alakalı olan sözleri vası-
tasıyla bu ismi aldı ve orada bir sır olarak kaldı.” Sözlerini
iki dizesi en güzel şekilde özetler:
“Bir sır var özümde sakladığım
Engin denizlere dahi haykıramadığım”
İnsanın kendi dünyası dışında yaşayacağı bir dünya yoktur. Bu manada onun şiirleri
onun dünyasını açık bir şekilde yansıtır. Zaman zaman bekleyişler, arayışlar, vazgeçişler, iç
hesaplaşmalar, karşılıklı iç konuşmalar, kabullenişler, reddedişler, sükûta isyanlar dizelerinin
ruhunu oluşturur. “Bir ölüm vefâlı, bir de sonbahar” dizesini kullandığı şiirlerinde yaşamın
kendisinin şiir yazmaktan çok daha gerçek, çok daha derin olduğunun farkındadır.
“…
İnsan ağlar, yaprak ağlar
Bulut ağlar, toprak ağlar
Geçen zamanı geri getirmez ah ile zar
Bir ölüm vefâlı, bir de sonbahar” (s.44)
Yavuz Ferman, şiirlerini kaleme alırken Mihribân ile yazıyormuş gibi yazdığını, bu
eseri aslında birlikte yazdıklarını ama onun haberi olmadığını ifade eder. “Yaşanan an da anı
olacak” sözü çağrışım yapıyor zihnimde. Öyle ya anlar anılarla kökleştikçe şiirler anların göl-
gesi olarak kalır zihinlerde.
“…
Hepsi bu kadar mı?
Son bir soru:
Bulutlar açmadı, mavi gök orada mı?”(s.67)
Sözcüklerine esen rüzgârlardan gün doğumuna, yağmur sonrasının derin uykusuna
köprü misali dizeler... Kaleminden sözcüklere süzülen yağmur ıslaklığındaki harfler gökkuşa-
ğı misali…
“…
40
Benimle birlikte aklımdaki seni de ıslatan yağmur
Yağacak zaman mıydı diyeceğim şimdi, yağmur
Durunca kimseler beni tanımaz olur.” (s.28)
“Niyetimde vuslat yok ama kaderimde varsa yapacak bir şeyim yok.” dese de temel-
de umudu olmayan insanın şiir yazamayacağını ifade ederek, şiirin umudun bir kanıtı olduğu-
nu destekleyen bir şiiriyle yazımıza nokta koyalım.
“Sabah rüzgârlarının ahenginde aradım seni
Elimle kendi elimi tutarak
Dökülen yaprakların renginde aradım seni
Âmin diyerek, olmayacak duaya
Gerek kendimi unutarak
Gerek aklımı oynatarak” (s.78)
Şiir
ZAMAN ALDI SÖZÜ
Arzu KÜÇÜKOSMAN
“Şimdi” raks ederken “Dün” ün karşısında gururla
“Yarın” girdi içeri alaycı bir tavırla
Saatler, dakikalar başladılar fısıltıya
“Dün” kalktı yerinden büyük bir hırsla
Döndü “Şimdi” ye:
- Bir saat sonra “Dün” diyecekler sana!
Ne bu eda, hava, gurur anlatsana!
Sonra döndü “Yarın” a:
- Ya sana ne demeli? “Bugün” ün sırtından geçiniyorsun asırlarca!
Kalktı “Yarın” yerinden bir hışımla:
- Hepiniz bir merdiven değil misiniz insanların ayağında?
Dillerinde hep yok mu “Yarın” a çıkmak umuduyla?”
Saniyeler, saliseler başladılar kaçmaya
Bunları duyan “ZAMAN” gelmişti oraya
“Dün”, “Şimdi”, “Yarın” çekildiler bir kenara
“ZAMAN” ın sesini duyunca, çoktan susmuşlardı ya
“ZAMAN” aldı sözü:
Hanginiz beşerde bakîsiniz pek meçhul
Bir “An” değil mi ki hepinizin rakibi
Ben sırtımda taşırken hepinizi
Hesabını yapmıyorum “Acaba en ağır hangisi?”
41
Hikâye
CAN ERİĞİ
Birgül KARA
Koşarak masama oturdum. Bitiş çizgisine yetiş-
mek için koşan bir atlet kadar hırslı ve hızlıydım.
Birkaç saniye geç kalsam aklıma gelen milyon-
larca saçma sapan düşünceler sabun köpüğü gibi
yok olacak diye korkuyordum. Bir yandan da
kendime şaşıyordum. Saçma sapan şey diye ta-
nımladığım düşüncelerimi yazmak için can atı-
yordum. Ve kalemim kağıdın üzerinde Brezilya
karnavalında ki sambacıları anımsatıyordu. Tu-
tamıyordum… Eee bende bıraktım bu karnaval
kaçmazdı. Uzun süredir beklediğim bir sahneydi.
Bu dakikaları geri sarıp sarıp izleyebilirdim. Hadi
kalemim meydan senin
Bir an durdum ve bu örümcek ağını andı-
ran bütün cümlelere ve kelime kargaşalığına bak-
tım ve bana bu gördüklerim hiçbir şey anlatmı-
yordu. Bir yerde yanlışlık yapmış olmalıyım.
Problemi çözmüştüm ama sağlamasını yapamı-
yordum. Bu muydu? Elinden şekeri alınmış bir
çocuk kadar küskün ve ağlamaklıydım. O şekeri
ve yeryüzündeki bütün şekerleri dilerim çürüyüp
dökülene kadar yemek istiyordum. Hâlbuki ben
her şeyi yapmıştım. Beynimi ve kalemimi özgür
bırakmıştım. Eee harfi harfine uymuştum beynim
de kalemim de özgürdü. Peki neden?
Aynı aşk hikâyelerinde sevdiği kızı ara-
maya çıkan beyaz atlı prens gibi durmadan ara
vermeden yazdım. Ama kelimelerim yağmurdan
sonra toprağa düşmüş yaprak kadar ilgisiz, dik-
katsiz ve yorgundu.
Benden bu kadar. Silahımdaki son kurşu-
nu da attım. Bunu okuyan kalbe isabet edip et-
mediğinden bir haberdim. Yüzümde bir ilkbahar
gecesinin serinliğini hissediyordum. İlkbahar
denince aklıma yaz, yaz denilince aklıma can
eriği gelir. Pardon bu kısım yok… Radyom başka
bir frekansa bağlanmış. Ama can eriği olsaydı
fena olmazdı hani!
Elimdeki kalemi bıraktım. Karnım acık-
mıştı. Midemden gelen sesler karnaval müziğine
eşlik ediyordu. Kalktım buzdolabına doğru yürü-
düm. Buzdolabının kapağını açtığımda bir tabak
yeşil erik görür gibi oldum. Susuz kalmış birinin
vahada serap görmesi gibiydi. Çok sürmedi ek-
meğime bir parça peynir koydum ve tekrar ma-
sama döndüm. Yazı yazmak için vezir olmaya
giden bir piyon kadar kararlıydım. Peki ne yaz-
mıştım onca saat. Kâğıtları elime aldım ve hepsi
bomboştu.
Şiir
DELİ GÖNLÜM
Yusuf BAĞCIOĞLU
Sükût etme artık deli gönlüm
Bu gönül yârsız olur mu?
Canan canansız olur mu?
Sükût etme artık deli gönlüm.
Devri âlemin dilinde bu sevda
Canan yardan ayrı kalırsa
Nasıl yaşar sensiz bu sevda
Sükut etme artık deli gönlüm.
Aşk onun elinden zehir olsa
İçerim elinden kana kana
Canım ondan başka kime feda
Sükût etme artık deli gönlüm.
O yârin ela ela gözleri, alır benden beni
O yârin zülüfleri, bağlar kendine kalbimi.
Yarin sevgisi de gözlerinden belli
Sükût etme artık deli gönlüm.
42
BÖLÜMÜMÜZDEN HABERLER
3 MAYIS TÜRKÇÜLÜK GÜNÜ ANMA PROGRAMI DÜZENLENDİ
Turgay Kabak-Nuray Acar
3-4 Mayıs 2014 tarihlerinde KTÜ
Karadeniz Araştırmaları Enstitüsü Müdürü
Prof. Dr. Kemal Üçüncü’nün bilimsel koor-
dinatörlüğünde ve Büyük Ülkü Derneği Plat-
formu'nun ev sahipliğinde düzenlenen 3 Ma-
yıs Türkçülük Günü çalıştayında Türkiye'nin
değişik üniversitelerinden, Azerbaycan ve
Kırgızistan'dan katılan birçok bilim insanı
tebliğlerini sundular. Çalıştayda Türk milli-
yetçiliği, Türkçülük gibi kavramlar dil, din,
ekonomi ve teori, kuram ve gelecek planla-
ması açısından tartışmaya açıldı. Bu konular-
da sunulan her bildirinin ardından 15 dakika
tartışma bölümü açıldı ve burada bütün fikir-
ler soru cevap şeklinde tartışıldı. Bilimsel ve
düşünsel anlamda çok verimli geçen çalışta-
yın geleneksel bir hâle getirileceği ve her yıl
yapılacağı Prof. Dr. Kemal Üçüncü tarafın-
dan ifade edildi.
Ayrıca Hacettepe Üniversitesi Gele-
neksel Müzik Kültürü Araştırma ve Uygula-
ma Merkezi (HÜGEM)’nden gelen müzik
grubu katılımcılara Türk Dünyası Müzikle-
rinden bir dinleti sundular.
ÜNİVERSİTEMİZDE “KTÜ ve MESLEK TANITIM FUARI” DÜZENLENDİ
Nuray ACAR
Farklı şehirlerden gelen lise son sınıf
öğrencilerine geleceklerini planlamada rehber
olmak adına Karadeniz Teknik Üniversitesi ola-
rak 30 Nisan 2014 tarihinde Prof. Dr. Osman
Turan Kültür ve Kongre Merkezi’nde mesleki
tanıtım fuarı gerçekleştirildi. Üniversite bünye-
sindeki tüm bölümler kendi tanıtım stantlarını
kurdular. Öğrenciler ilgilendikleri bölümler hak-
kında ilk elden bilgi edindiler. İstihdam olanakla-
rı, Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne ilgi duyan
öğrencilerin genel itibariyle ilk sorusunu teşkil
etti. Ayrıca bölümümüzün kültürel faaliyetler
alanında aylık çıkardığı Bengütaş Duvar Gazete-
si, tanıtıma özel tasarlanan ve basılan kitap ayraç-
larıyla ilgililerine sunuldu. Stantta, Türk Dili ve
Edebiyatı bölümüne dair önemli kaynak kitaplar-
dan bazılarına da yer verildi.
43
GELENEKSEL TİYATRO BULUŞMALARI
Trabzon Sanat Tiyatrosu oyuncularının Hü-
seyin Kazaz Kültür merkezinde geleneksel olarak
Necati Zengin yönetmenliğinde sahneledikleri tiyat-
ro gösterisine bu yılda ilgi yoğundu. Geçen yıl Ya-
şar Kemal’in Ağrı Dağı Efsanesi adlı eserini sahne-
leyen oyuncular bu yıl ise Herkes (mi?) Hırsız? adlı
oyunu izleyicisiyle buluşturdu. Karadeniz Teknik
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebi-
yatı Bölümü ve İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü
öğrencileri bu yılda oyuncuları yalnız bırakmadı.
HURUFİLİĞİN GİZEMLİ DÜNYASINA FERİŞTEOĞLU’NUN AÇTIĞI
PENCERE
Serap Cengiz-Nuray Acar
Bölümümüz öğretim
üyelerinden Doç. Dr. Özer
Şenödeyici ile Doç. Dr. Fatih
Usluer ve Yrd. Doç. Dr. İs-
mail Arıkoğlu’nun birlikte
hazırlamış olduğu “Hurufilik
Bilgisi / Ferişteoğlu Abdül-
mecit Külliyatı” Gece Kitap-
lığı yayınları arasından çıktı.
21.yüzyılın başlarına
kadar devam eden Hurufilik
günümüzde form değiştire-
rek Bektaşilik ve Hamzavilik
gibi tarikatlarda varlığını
sürdürür. Hurufiliğin ilk ve
temel kaynaklarını okumuş
olan Ferişteoğlu, Hurufilik
tarihi için Fazlullah kadar
önemli bir zâttır. Hurufiliğin
Anadolu’da yayılmasında en
başat rolü oynayan Ferişte-
oğlu’nun Hurufi eserleri
Türkçeye çevirmesi, akımın
tekrar canlanmasında büyük
rol oynar. Hatta etkisini Bal-
kanlara kadar sürdürür. Hu-
rufiliğin önemli bir kısmını
öğrenmek için fazlasıyla
yeterli olan Ferişteoğlu’nun
eseri üzerine yapılan bu nite-
likli çalışma, araştırmacılara
yeni ufuklar açmayı hedefler.
SERAP CENGİZ’DEN KUTSAL MELODİ
Nuray ACAR
Bölümümüz 3.sınıf öğrencisi Serap
Cengiz dinleyicileriyle medyaktü.com’da
yeniden buluştu. Her Perşembe 20.00-22.00
saatleri arasında “Kutsal Melodi” adlı prog-
ramıyla gönüllere seslenmeye devam ediyor.
Medyaktü.com’da bu olanakları bize
sunan kurucu ve yönetici Ahmet Aksu’ya
teşekkürlerimizi sunarız. Kıymetli Bengütaş
Duvar Gazetesi okuyucularının aynı zamanda
medyaktü.com’un dinleyicileri olmasını te-
menni ederiz.