Download - KARALAMA FANZİN 11. SAYI
DÜŞÜNMEYECEKSİN simon
DÜŞÜŞ
Arnavut kaldırımda, yeni aldığı kunduranın kösele tabanının kaymaması için, adımlarını
dikkatlice atarak iniyordu yokuşu. Sonbaharın adeti bu işte; ansızın yağıp, ansızın kesilen
yağmurlar bir kayak pistine çeviriyor, evin önündeki dar sokağı. Bir aydır her sabah, yirmi
metre kadar aşağıdaki sekiz basamaklı merdivene varıncaya kadar aynı macerayı yaşıyordu bu
yüzden. Ancak ana caddeye açılan tırabzanlı merdiven ve sonrası güvenliydi.
Kafası düşmek fikrinin yarattığı tedirginlikle dolu olarak adımladı yokuşu. Baldırlarını o
kadar çok kasmıştı ki, yere sağlam basabilmek için, dizlerinden ayak parmak uçlarına kadar
varan, serinliğin yün karışımı kumaş pantolonunu hiçe saymasıyla daha da pekişen, mayhoş bir
uyuşukluk içerisinde merdivenin en üst basamağına bastı ilk adımını.
Ana caddede telaşla koşturan kalabalık her zamanki gibiydi. Gazete kağıdına sarılmış bedenler,
camekanlarda gördükleri hayatlarını kazanmanın derdiyle, birbirlerini fark etmeksizin akıp
gidiyorlardı işte. Caddenin hemen öte yanındaki vapur iskelesinin ardında ise sabah güneşi, az
önce yüklerini boşaltan hantal yağmur bulutlarının arasından sakince yükseliyordu.
Böylece ana cadde ve taşıdığı kalabalığa beş basamak daha yaklaşmıştı. Gayri ihtiyari,
insanların daha yoğun bir şekilde kendisine doğru ilerledikleri sağ tarafa döndürdü başını.
Dizlerine kadar uzanan kırmızı kaşe montu, kırmızı topuklu ayakkabıları, kırmızı ruju ve ayak
bileklerinden inceliği sezinlenen vücudu ile adeta güz günü açmış bir karanfili andıran genç
bayan caddede dikkatini çeken ilk şey olmuştu.
Ansızın içerisinde ilk gençliğinden bu yana duyumsamadığı fırlama bir fikrin uyandığını
hissetti. Çapkın bakışlarla bu bayanın dikkatini üzerine çekip ve göz ucuyla alacağı karşılık
neticesinde; belki de centilmence bir reveransla, belki “Kırmızının son derece iddialı bir renk
olduğu” bahsi ile, ya da bir başka sebep bularak sohbete girişebilir; hatta yeterince yakınsa
bayana aceleci yürüyüşünde, gideceği yere kadar eşlik etmeyi teklif edebilirdi.Kim bilir belki
bir randevu dahi koparabilirdi bu sayede… Evet, lise çağlarından bu yana yapmamıştı böyle bir
şeyi.Yağmurun tekrar başlamasından korkarak, yağması kesilmişken, acele ile evden çıkmıştı ve
yazıhanedeki mesaisinin başlamasına henüz epey vakit vardı da zaten.
Bayanın dikkatini çekebilecek kadar yakınlaşmak için hızlanması gerektiğini hissetti ve
tırabzanlara dokunmadan, daha az kontrollü ancak kendine güvenini sonunda kadar yansıtan dik ve
son derece dinamik bir tavırla kalan son birkaç basamağa doğru attı sol adımını.
Ancak bir anda film koptu…
Islak basamakta yerinden oynamış bir taş, kösele tabanlı kundurasının altından kayıp
yuvarlandı. Ve koca cüssesi ile kendisini zemine paralel bir şekilde gri bulutlara bakarken
buldu.
Ne olup bittiğini anladığında sol elindeki evrak çantasının sapına sıkıca tutunmuş, sağ
elindeki şemsiye ile ise tırabzanlara tutunmak için başarısız bir hamle yapmıştı. Yakasında
bağlı bulunan kravat, sağ omzu üzerinden sırtına bir sıçrayış gerçekleştirmiş ve sol kalça
kemiğinden beline ve oradan da tüm vücuduna yayılan sızı, nihayet şakaklarında da bir
zonklamaya yol açmıştı.
İnce bir sesin “İyi misiniz?” sorusu ve kendisine doğru uzatılmış ince, uzun, beyaz beş
parmağın manzarası ile kendine geldi. Yaşadığı şoku üzerinden henüz tam olarak atamamış
olmaktan kaynaklı boş bakışlarla, başını yukarı doğru kaldırdığında, bukleleri gökyüzünden
kendisine doğru yağan kumral şaçların arasına gizlenmiş, yuvarlak bir çehre üzerinde şaşkınlık
ve şefkatle yüzüne bakan bir çift iri ela göz ve “İyi misiniz? Bir şeyiniz yok ya?” sorusunu
yineleyen, kırmızı ruja boyanmış dudaklar zihninde doğaüstü bir manzarayı çağrıştırdı.
Fakat derhal, nahoş düşünceler içerisinde, başına vuran ağrının daha da artmakta olduğunu
hissetti.
Kahretsin!
Çapkın bakışlarla kendisini fark ettirmek niyetiyle hamle yaptığı bayan, hiç ummadığı bir
sebepten ötürü kendisini fark etmiş ve karşısında kendisine doğru hafif eğilmiş vaziyette, iki
ince bileğinin ve kırmızı topuklu ayakkabılarının üzerinde yükselmekteydi.
Tanrım şu perspektifle kendisi ne kadar aciz ve zavallı, buna karşın önünde dikili duran bayan
ne kadar ihtişamlı idi. Tam o an, utancından, bir çocuk gibi annesinin eteği ardına saklanmak
istedi.
Üçüncü “Beyefendi, iyi misiniz?” ikazı nihayet adam akıllı kendisine gelmesini sağladı. Sağ
eliyle, sol eline yapışmış küçük çakıl tanelerini temizleyip, bir eliyle tırabzanlara asılıp,
diğer eliyle de vücudunu dengeleyebilmek için bayanın kendisine doğru uzanmış narin eline
hafifçe tutunarak, kendisini yukarı doğru çekti.
Kalp atışlarının daha önce bu denli arttığını hatırlamıyordu. Doğrulduğunda dördüncü kez “İyi
misiniz?” sorusunu işitti… Ve her ne kadar heyecan ve utancından güçlükle nefes alsa da,
kendisini toparlayıp “Çok sağ olun… Bir şeyim yok. İyiyim.” diyebildi. Bir yandan da eliyle
pantolonuna ve trençkotuna bulaşan toz ve çamuru silkelemeye çabalıyordu.
Genç bayan bir şeyi olmadığına ikna olmuş olacak ki, “Yağmur yüzünden her yer ıslak, daha
dikkatli olun!” diyerek uzaklaşmak maksadıyla hamle yaptı.
Ah dudaklarından dökülmek için hangi kelimeler bir bir sıraya geçmişti boğazında. Mesela
“Kırmızının son derece iddialı bir renk olduğunu” söyleyebilirdi. Ama iç dünyasının yaşadığı
tüm bu hengameye rağmen, sadece basit, yalın ve donuk bir “Teşekkürler…” çıkabildi ağzından.
Ve bayan başıyla nazik bir selam vererek, hızla kalabalığın akışına karışıp uzaklaştı.
Bir müddet ayakta öylece dikilip bayanın gitti yöne doğru baktı. Ardından eğilip evrak çantası
ve şemsiyesini yerden aldı. Derin bir nefes alıp verdi ve caddede ilk adımını yazıhanenin
bulunduğu yöne doğru attı.
Kimsenin duyamayacağı kadar çaresiz bir sesle “Lanet olsun!” diyebiliyordu sadece…
Kösele taban, ıslak merdiven, yuvarlanan taş,…
“Lanet olsun!”
Zaten başka ne söylenebilirdi ki ?
simon
BİR DEMET KIRÇİÇEĞİ
Kaybolmayı severim, kimi zaman şehirde, kimi zaman kendi içimde.Ceplerimde kırgınlıklarımla
soğuğa aldırışsız, dolaşır dururum kentin en ücra sokaklarına dek.Başımda yıldızlar, gönlümde
sevda türküleri yalnızlığıma katık olur.
Böyle böyle biraz düşünceli biraz ürkek dolaşırken şehirde, gecenin dağdağasında beni çağıran o
müphem yeri yine bulamamış olmanın üzüntüsüyle dönerken eve, üst geçitin alt tarafında gördüm
onu.On-on ikiyaşlarında ya var ya yoktu.Sırtında ince bir hırka, sepetini mısırcı amcanın
ocağının yanına koymuştu.Yalnızca bir sepet değildi o.Tezgahıydı, ekmek teknesi, yaşamla olan
kavgası...
Nefes alıp verdikçe dudaklarının arasından çıkan buharda ailesine yiyecek götürecek olmanın
gururu ve heyecanı vardı adeta.Unutmuştu yorgunluğu.Fakat elleri, küçük elleri buzkatı
olmuştu.Oğuşturup duruyordu.Halbuki sepet de boştu.Sadece bir demet kırçiçeği kalmıştı.Belli ki
bir türlü satamamıştı onu.Havanın etkisiyle olacak çiçekler de oldukça mahzun
gözüküyordu.Bazısı büzüşmüşse de kimisi hala direniyordu.
Ve işte şimdi tılsımlı bir vakit.Ansızın gözlerim, çocuğun ekmek derdindeki işçi kavgasına
saplanmış yemyeşil gözleriyle buluştu.Kalakaldım, zihnim durdu.Ayaklarım kilitlendi.
Neden sonra ona doğru yöneldim?
Gözlerini hafifçe kısarak:''Alır mısın abi?'' diye sordu.
Hadi bakalım sulugöz.Bu kez ağlama da şu çocuğu mutlu et.
Parayı uzattım.Saplarını özenle sarıp çiçekleri verdi ve teşekkür etti.
''İyi geceler abi...''
''...''
İyi geceler çocuk.Sıcak geceler sana...
Önce yüzünde tatlı bir tebessümle ağır ağır toplanan çocuğa baktım.Sonra çiçeklere, sonra
kendime.
Ben, aşka
Çiçekler, soğuğa
Çocuk, hayata kırgın...
Kırgın; ama gülümsüyor...
şizoşems
KIRMIZILI KADIN
Sarılırken kolları yandı ve söküldü yerinden kadının
Bakışları başka iklimlerin rüyalarına kandı ve kaçtı
Sokağın ortasında kırmızılı kadın kırmızılara karıştı
Bir kalp yıkılışının yankıları incitti kulağımın vicdanını
Kalemlerim arasından dolaştı kırmızılı kadın kağıtları kanattı
Yalnızdı, aşksızdı ve aldatılmıştı bu ince dudaklı ruh
Sarıldı parmaklarıma ve bana bir gözyaşı masalı yazdırdı
BİR NEFES
Bir nefes al ısıt ciğerlerinde
Dudaklarının kokusunu karıştır
Değsin geçerken atmosfer izine
Sonra soluk boruma girsin incitmeden
İncitmeden, incelirken iplerini ömrümüzün
Ne olur bana son bir nefes var...
Ekim şairi
Kalabalık Yalnızlık
Bugün tekrar elveda
Elveda çocukluğum, yırtık pabuçlarım
Kısa pantolonum, dağınık saçlarım
Babamın kokusu, annemin sıcak elleri
Elveda tüm kahramanlarımın güleç yüzleri
Soframdaki zeytin, ince belli bardağım,
İlk sigaram
Dostumun bakışları, ebedi sözler hepinize elveda Yalnızlık yalnızken yaşanmaz,
Yalnızlık kalabalıklar içindedir.
Aynaya bakarken çoğalır,
Uykusuz göz çukurlarında yaşar.
Yalnız, yalnızlığınızı öyle atmayın yabana
Tüm sevdiklerinizin emeği vardır onda.
#çoban
Bir Film : FRANCES HA
Türkiye'de ! bağımsız film festivali ve Başka Sinema kapsamında izleyici karşısına
çıkmış bir Noah Baumbach filmi Frances Ha. 'Bir büyümenin hikayesi' diğer bir dille. 27
yaşındaki bir kadının büyüme hikayesi bu. Filme adını vermiş olan Frances Halladay, 27
yaşında, dış görünüş olarak büyük görünse de baktığımız zaman büyümemiş sayılan bir kadın.
Büyümemiş bir Frances acemi ve başarısız bir dansçı. Hayatındaki ufak aksamalar yüzünden
büyümeye karar veren ve büyümek isteyen bir Frances, danstan farklı bir alanda bir iş
bularak para kazanmakta. Büyümüş Frances ise usta bir dansçı olmakla birlikte iyi bir dans
öğretmeni.
Kadın erkek fark etmeksizin bireyin insan ilişkilerini, dostluk,iş, aile kavramlarını,
ayakta durma çabalarını bir kadın karakteri üzerinden anlatan bir film. Karakterimiz
Frances bir David Bowie şarkısı eşliğinde koşarken, aynı şekilde koşuyorken düşünüyor
insan kendini. Belki çocukken düşlediğimiz gibi aksiyon müziği eşliğinde karizmatik bir
şekilde yürüyüş sergileyemeyedik ama biz de bu şekilde naif sayılabilecek bir müzik
eşliğinde kendimizi bir yere yetişirken bulduk dedirtiyor insana. Doğal ve gerçekçi bir
havası var filmin.Bana göre; baş kahramanın hayatını anlatan filmleri sevmek, baş
kahramanı sevmek ile alakalı. Bazı filmlerde görürüz, baş kahramanımız o kadar kasıntı ve
o kadar gerçeklerden uzak olur ki, kendisinden de filmden de soğutur bu yüzden. İşte
Frances Ha, doğal ve abartısız olduğu için sevdirdi kendini bana, onun hayatını anlatan
film de kendini sevdirebildi o yüzden.Kendi 27 yaş halimi hayal ettirdi bana. Frances gibi
olmayacağımı düşündüm, hayatımda bazı şeyler daha belirgin olur herhalde. Yaşların insan
hayatı üzerindeki etkisini, net bir şekilde görmemi sağladı.
Film genelinde sürekli macera halinde olma durumu söz konusu değil. Sakin bir şekilde
ilerleyen bir film. Siyah beyaz ama eski değil. Filmde görünen dokunmatik telefon,
bilgisayar gibi ögeler mevcut, bunlar sizi şaşırtmasın. Siyah beyaz, filmin sonlarına
doğru bir kısmında karanlığımsı bir hal alıyor. Bu durum izlerken beni sıktı ama film
hakkındaki yorumlarımı değiştirmedi. Son yıllarda yapılan siyah beyaz filmlere ilgisi olan
biriyim. Eğer siz de renkli bir dünyada siyah beyaz film beni boğuyor diye düşünenlerden
değilseniz, bu film sizin de hoşunuza gidebilir.
Kalyopi
Bir VAHA
Ben yalnız, itirafı ve itirazı güç, kıymetli bir arzunun --bir gencin, intihar etmemesi için
ya da evreni kundaklamaması için gereken-- gücüne muhtacım!
Bazı sakinler için; kurak mı kurak, çakıllı mı çakıllı şehirlerinde serin, gölgeler içinde
bir Kastelin anlamı kadar, gezginlerin; çorak mı çorak, kumlu mu kumlu , ıssız çöllerinde
karşılaşacakları bir vaha da o kadar değerlidir. Hele ki, yapacağın uzun yorucu bir hicretinde
öyle kıymet şayandır ki bu yerler, öyle ki, bir endüljans peyleyecekmişçesine ararsın.
Böyle ıssız bir yolculukta, gölgeli korulardan, kuytu kaynaklardan fışkıran serap
manzaralarının çok uzağında da olsan, yine de hayallerin alacakaranlığından kurtulamazsın. Ve
söylenir, de! Söylenir, de; çaresizce, durmadan;
Yok yok! Bana bu yapma cennetler değil, çakma çehreler değil…Bana, hata arayan gözlerin kör
olduğu, kusur işiten kulakların sağır, küfür konuşan dillerin ahraz olduğu bir agora lazım.,
İçten ağlamaklı ve kendi gözyaşlarında boğulmuş bütün aymazların toplandığı, tüm kıtlıklarımı,
tüm yitiklerimi bulacağım ve onacağım; sessiz korkuların, sessiz koşturmacaların ülkesi,
bir cennet lazım bana! Fani ömründe, yeryüzündeki bir tek karıncanın bile incinmesinden
kendini sorumlu tutan ve bu uğurda sakallarını gözyaşlarıyla yıkayan ya da çaresiz yolan
yüreklerin vatanı.. Ya da gece olup gizlenmekli konuşan, gündüz olup saklanmaklı konuşan,
sobelenme yoksunu; nefesim olup, derdim olup söylenmekli konuşan lafazan bir dilberin, sustuğu
bir ülke!
Gaws
KÖRLÜK
Yine kızgınlığımdan, dilimin ucundakileri söyleyemeyişimden yazıyorum. Bazı insanların
yapmayı en sevdiği şey küçümsemek, yerin dibine sokmak, karşı düşünce mantıklı olsa dahi
dinlememek değil midir doğru olan? Peki okuduğu yazara, dinlediği şarkıcıya, sevdiği hocasına
körü körüne bağlı olan sen kendinde misin? Ben onu anlamam çünkü ona tapmıyorum. Sen onu
anlarsın çünkü o senin beyninde. Sen düşünemiyorsun ki. Kendince onun gibi önemli ve değerli
birisin. Bir hırsız, bir şebek ya da her ikisi birden. Başka birinin
fikirleriyle ortada dolanıp ukalalık yapan bir boş kafa. Bana göre asıl saygı
duyulması gereken insan ise senin hayran olduğun kişilerin ne dediğini
anlayan, belki de onları haklı gören ama düşüncesinin temeline inip irdeleyen,
kendi içinde, tamamen kendi fikir ve cümlelerine sıkı sıkıya bağlı olandır.
Boş konuşup zaman çalmaya, kendini entelektüel gösterip beğeni toplamaya
çalışmadan önce, kendi başına, susarak, düşünerek, aklındaki ideale ulaşıp onu
savunmayı denemek düşündüğünden daha üst seviyede bir saygıyı hak ettirmez mi?
Ben ne yapsam ne etsem de insanların şu burunları inmiyor. Her şeyi bilen, her konuda haklı
olanlar bitmiyor. Durup düşünmeli, ne yapıyorum ben diyen yok. Sadece bağırıyorlar,
ağızlarından çıkan her kelime aynıymış, her gün aynı şeyleri söylüyorlarmış gibi. Tamamen
aynaya karşı, kendini aslında kendisinin olmayan fikirlere bir kere daha bağlamak ister gibi…
bezzaka
Cırcır böcüğü
Ah ne yalan şeymiş gece
Zaman durmaz ne de
akmaz ki geçe
yıllar mı geçmeli
anlamak için seni
ben kendimden geçtim
yetmez mi ki ne
sesin çıkmaz oldu mu ne
yoksa cırcır böcüğü mü oldun
sesini duyamasam da
sabahı berarber ettiğim
şarkılarda mısın yoksa
tozlu kitapların sayfalarında mı
hani okuyup okuyup anlamadığım
hiçi okumadığım şiir misin
yoksa boş sayfalarda mı
hiç yazmayacağım
sanrı
BEYAZ GECE
Bu kim bilir kaçıncı rüyaydı.Hemen hepsinde mutlu gülüşlere uyanıp sevinçle başladım güne.Fakat
bu sefer ki daha fazla kurcaladı aklımı, zihnimin bir yanı hep oradaydı.Olduk olmadık şeylere
gülüyor, sürekli tebessüm eden bir yüzle etrafımdakilere derin derin bakıyorum.
Beyaz bir gecelik, gerdan kısmı dantel oyalı.Ayak bileklerine doğru inen bu kumaş, sanki bu
naciz bedeni sardığı için anlatılmaz bir neşe duyuyor.Sonra,
saçların,
Her telinde bir düşümü sakladığım,
buğusu kalbime doğru esen aşk kokulu tütsü misali, beni benden alan ve ruhumu bilinmeyen
diyarlarda efsunlu gezintilere çıkaran saçların. Kelebek biçimli pembe bir tokayı çıkarıp
onları serbest bırakmışsın. Yavaşça yatağa doğru geliyor derin bir nefes alıp başucu tarafına
oturuyorsun. Ayaklarını karnına doğru çekiyor kollarını dizlerinin hemen altında bağlıyorsun.
Bu arada, ne de cici ayakların var. Sahi ne de tatlılar. Sanki o küçük parmakların her biri gülümsüyor
ve bir şeyler söylemek
istiyor. Ve ayak bileklerinde anlatamadığım bir parıltı var. Sahilde yürümüşsün de sudan
damlacıklar orada hal hal olmuşlar. Sonra,
gözlerin,beni hayallerin en ücra noktalarına taşıyan, umuda ışıyan bir güneş misali kan uykusu
gecelerime doğan o güzel gözlerin. Gülümsüyorsun, güldüğün zaman titreşerek, neşeyle dans
ediyor gözbebeklerin.
Baktığın her yer aydınlanıyormuşcasına berrak,
çiçeklerden bir görüntü sunuyormuşçasına renkli.
Bir an kalkıp, cama yöneliyorsun.Pencerenin ardında şehir beyaz bir deniz olmuş
uzanmış.Karlarla örtünmüş ki şimdi kim bilir nasıl üşümektedir telefon kulubelerinde uyuyan
simitçi çocuklar.İçin bir an cız etmiş aklına gelince onlar.Sonra pencerenin buğusuna bir
şeyler yazıyorsun.Gözlerin süzgün.Pembe dudaklarını bükmüşsün.
El sallar gibi gecenin ortasında bir yere,
sanki beklenen ama gelmeyen birine
umutla süren bekleyişlerin verdiği hüzünle aheste
gözlerin tâ uzaklara dalıyor.
Hasret kokusuyla ağırlaşırken havası odanın, gözlerine uyku ağır ağır doluyor.Başını hafifçe
bırakıyorsun yastığa, uykunun kollarına.Gözkapakların yeniden açılmayı düşünmemecesine
kapanırken, ansızın bir ses: ...
Zil çalıyor.Hızla kalkıp kapıyı açıyorsun.Gözlerin kamaşıyor bir zaman.Ve bakıyorsun hayran
hayran.Kapına gelen, beyaz geceye...
şizoşems
ARGO üzerine
Bir yazarın üslubunu ortalama bir hızda okuyarak tamı tamına kestiremem. (Anlamak, süreç
gerektirdiğinden) Genelde bir lügatlik anlaşılmaklı yazarlarda bu yöntem iş görür ama, sanatçı
kişilikli, estetik becerikli usta yazarlarda tutmaz!
Onun için belirli sıklıklarda döner, tekrar tekrar okur, bu defalık bir yüksek, bir de yavaş
hızda okur ve: Anlarım!
Ne kadar bilginin efendisi olduğunu! Özgün bir düşüncesi olup olmadığını,
yazısının veriminden.. Yahut bir araklama düşünceyi taşımakta ne kadar
hazin yahut gülünç düştüğünü! Ve taşırken de bu düşünceyi ne kadar ciddi ve sadık, dürüst
kaldığını!
Ne kadar yeterli, ya da ne kadar eksik olduğuna da takılırım bir ara: Bu durum bir şüphe
gerektirir ki; o zamanlar da, bir " bilen" olduğum durumlardan çok, bir "anlayan" olduğum
hallerden daha çok emin olurum. Halim haline uymuyorsa da sezgilerim vardır, konuşur ve çok az
emin olurum!
Edebiyat, üslup demek! Üslubun yoksa, ya da oturmamışsa üsluplar bilmek demek! Ve sen! Madem
ki nasihate yok tahammülün, argodan anlamaklısın! Dinle o zaman ciğerum!
Ben bir möhendisim, tefekkürümdür, iki çeşit mekanizma bilirim! Biir! Dıştan
kaymalı bok mekanizması, İkii! İçten kaydırmalı kuşkonmaz mekanizması.Sen sıra sıra parmakların
tutmuş karıştırıyorsun, ben sadece tek parmak çalıştırıyorum..
Senden, senin dahi altında yatacağın tezekler fışkırıyor,
benimse sonsuz çocuklarım...
Senindir tüm o bokların! Seni bir götsiklopedi yapacak, beniyse bu döller, tüm analarda
yaşatacak...
Adam ol! Bana öfke duyacağına, gel bir tokat at!
Erkek ol! Kin tutacağına, koş bir yumruk at!
Şayet, yoksa senigidi hayvanat! Varsa da senigidi…
Anlarsın!
Tümör kesmiş düşüncelerinden önce, pespaye, horoz osurmalı
duygularının çatladığını, bu tokatla!
Ve hissedersin!
O duygularının, bir magma misali patladığını ve dağılıp yok
olduğunu bu yumrukla!!!
Aklını, kılıcı; Vicdanını, kalkanı yapmış, yaşamış ve bunu da böyle bilmiş bir erkeğin
öyle zavallım söylenimleri, serzenişleri olmaz! Argo, sen gibi
biçare ödleklerin, kancıkların dilidir. Sen gibiler
söversiniz, tıpkı bir kadını alt etmekle veya
inletmekle, kükrediklerini (!) erkekleştiklerini sanan piçler gibi!
Argo, dalkavukça söylemlerden, kaypaklıktan, yavşaklıktan ve ölçü mahrumu her vaziyetten
nemalanır.
Argo, cıvıkların dilidir. Argo, ayaktakımının lafızlarını, sokak iti gibi ulurcasına, yad
edenlerin; cibilliyetsiz, soysuz dürzülerin çenilemesidir.
Eyy, sahte oyuncaklarla ya da oyuncaksız yetişmiş çocuk, dinle!
Argo, sıpaların anırmasından, eniklerin havlamasından, pisiklerin miyavlamasından öte bir şey
değil!
Belagat, en ehemmiyetli gemidir, yol alırken bu Edebiyat sularında.Ve kaptandır, üsluuub! En
gözükara, apaş yüzücülerin sığınakları bir sürüngü, tutunaklarıysa bir arrgo! İşte Onların,
değil bu gemide, bu geminin en facia zamanlarına tesadüf, kementler bağıyla dışarı fırlatılmış
filikalarında bile yeri yok.
Gaws
YALNIZLIGIN AYAK SESLERİ Ruhumun derinlerinden bir ince mürekkep sizintisi dustu kalemimin ucuna bu gun, Biraz dolastim sokaklarda, degisik yuzler izledim... Mutlulugu izledim mesela, kucuk pantolonlu bir cocugun gozlerinde, Bir pembe pamuk sekeriydi bugun mutluluk. Babasinin saticiya para uzatmasini beklerken gozlerinde parlayan sabirsizligi gordum mesela...ve yürüdum.Cok uzak degil,bir harabe evin kosesinde yillarin yüzüne cizikler attigi yasli bir amcada hasretleri izledim... Yillara ve yollarin goturduklerine titrek elleri ve yasli gozleriyle vedalarini izledim. Sahi en son hangi dostunu ,sevdigini yolcu etmisti ki kara topraga? Hangi kefeni toprakla muhurlemisti yasli elleri ?.. Hangi gun gelecegini bilmedigi bir vapura son hazirliklarinin telasesindeydi. Yorgun hafizasinda,kendisine ilk sefere sira bicmisti ama garip bir yolculuktu bu,Biletler tarihsiz,siralar isimsizdi... Ve yine yurudum soguk yagmurlu yollarda Yalnizlikti gelen karsidan İlk goruste tanimistim. Kalabaliklar arasindan kosarak geldi. Uzaktan fark etmisti beni... Coskulu bir heyecanla atladi boynuma,sarildik... O tanidik kokusu hemen gelmisti burnuma. Halimi en iyi bilendi o Tuttu ellerimden,bir mermer sominenin titrek alevlerinde ben söyledim o dinledi.. Ve dolastim gecenin mavisinde. Kisa bir gezintiden geriye kalan ise... birkac islak goz, bir pembe pamuk sekeri ve yalnizligin tanindik ayak sesleri....
medcezir
Artık yok zeytin karası gözlerin
Artık yok zeytin karası gözlerin
Ellerin yok artık yırtıp da atan
Tütün acısı da kalmadı dudaklarımda
Kalmadı eski hıncımda, deli gibi sayıklamıyorum artık
Taşkınlara uğramış gibi gezindiğim sokaklar
Saydığım kaldırımlar…
Artık uğramıyorum o semtlere.
Yağmurlu havalarda çıkmıyorum evden,
Islanmıyorum…
Hatta bakmıyorum dışarı bile
Bana seni hatırlatırlar diye
#Çoban
İSYAN
--Bende sığar iki cihan ben bu cihana sığmazam.--
Nesimi
Hiçbir şey masum değil göründüğü kadar. Kaldır kafanı yerden etrafa bir bak.
Dünyaya, gökyüzüne, ağaçlara, toprağa bir bak. Sor kendi kendine: Nerde özgür
insan? Nerde ahlak? Nerde adalet? Nerde onurlu yaşam? Dünya zıtlıklarıyla
vardır derler. Karanlığın bittiği yerde aydınlık başlar mı o zaman. Bu karanlık
bu çılgınlık ne zaman tersine dönecek. Karanlığın dibini görmedik mi hala. En
dibe ne zaman vuracağız. “Fikirler ölmez” derler ne zaman tarihin
derinliklerinden bu fikirleri bulup çıkaracağız?
Haykırıyorum sana kafanı kaldır etrafa bir bak. Nefes al ciğerlerine, bir bebek
gibi yansın ciğerlerin ve yaşadığını hisset. Dinle kendini.At üzerinden
yorgunluğunu. Sarıl dört elle hayata.Ne kadar değerli olduğunu bir düşün.
Doğa
BİR KADINDA
Bir kadın ağlamasını ve şarap içmesini biliyorsa aynı bardaktan
Bakışlarıyla genç bedenimin arzularını zincire vurabiliyorsa
Eğer tek teli saçının değdikçe nefesime beni kokusuna buluyorsa
O gün geldiğinde sevmeyi geç aşık dahi olabilirim ben
Sade gecelerimi örtüyorsa eğer ipekten bir şal gibi sözleriyle
Saniyelerimi benden her çalışı asırlar dolusuna sığıyorsa
Yağmur bedenlerimizi birbirine sarmaşıklar gibi doluyorsa
O gün geldiğinde sevmeyi geç aşık dahi olabilirim ben
Ekim şairi
Beni Orada Arama Bu filmi ne zaman izlediğimi hatırlamıyorum bile. Televizyon da tesadüfen görmüştüm, müziklere ve görüntülere büyülenmiştim. Eşi benzeri olmayan senaryosunda her bir karakteri ayrı ayrı düşünüp parçaları birleştirmek gerekiyordu. Sözlerini anlayamasam da şarkılarla kendimi filmin içinde hissetmiştim. En çok siyaset ve dönemin içinde bulunduğu durumu işleyişinden etkilendim. Müziğin sadece eğlendirme ya da aşk meşk işlerinin aracı olmadığını o zamanlar anlamıştım. Müzikte daha fazlası vardı daha doğrusu bütün duygular müzikle anlatılabilir, söylemeyi ve dinlemeyi başarabilirsek tabi. Daha sonra filmin Bob Dylan’ın biyografisi olduğunu okudum.Ama bildiğimiz biyografilerden değil.Bir insanın hayatının farklı dönemlerindeki ruh halini, bazen birbirleriyle hiçbir alakası yok gibi duran farklı yönlerini mükemmel bir dille anlatılıyor.Yaşadığımız hayatın gerçekten bizim hayatımız mı sorusu bizi oradan buraya sürükleyen ‘belirsizlik’ olarak adlandırıyor.Tabi müziğin eşliğinde.
Filmde Bob Dylan’ı gösteren altı karekteri eş zamanılı yaşamış.Hatta “Ben? Bir günde değişebilirim… Uyanıp kalktığımda eminim bir başkası oluyorum… Çoğu zaman kimim, ben bile bilmiyorum… Sanki elinizde dün, bugün ve yarın var… Hepsi aynı yerde…” diyecek kadar hem de.
Güzel bir film izleyip iyi vakit geçireyim diyorsanız bu film size önermiyorum.Evet keyifli saatler yerine dün, bugün ve yarın içinde ki yerinizi sorgulayıp ‘ben kimin?’ diye sorup huzursuz olmanız gerekiyor.Ve belki hali hazırda devam etmekte olan ‘değişimde’ bu huzursuzluğunuzu mırıldanmaya başlarsınız.Ben size eşlik etmeye hazırım. Son iki üç <başlıyoruz>
Sanrı
Babam geldi aklıma
Babam geldi aklıma, tütün kokan elleri avuçlarımda
Annem dedim sonra, başımı dizlerine yasladım boş odamda
Yine hasta ve huysuzum anne, küçükken de böyleydim ya
Sızlanırdım ya uyumayacağım diye, hâlâ uyuyamıyorum
Ağlamıyorum anne, bak diz kapaklarımda yaralar
Yaralar anne, sadece diz kapaklarımdalar
Hayır, anne gitmeyeceğim bir daha uzaklara
Kaybolmayacağım bir daha anne
Erkek adam der babam…
Babam sıkı sıkı tut da silkele beni
Beni bana tekrar ver baba
Kız, bağrı çağır ama beni bana getir babam
Getir beni bana, bir daha asla gitmeyeceğim uzaklara
Kaybolmayacağım bir daha, beni bana getir baba
Bu kez de haklısın baba, tutamadım sözlerimi
Ama bir daha ağlamayacağım baba
Bak diz kapaklarımda yaralar, bir daha asla
Asla ağlamayacağım baba
Çoban
SENİN İÇİN
Söylemiyorsam eğer dilimin ucuna gelenleri
Saklıyorsam içime yığdığım tüm o sıkıntı ve derdi
Tek sebebi incinmesin diyedir narin bileklerin
Taşırken içimden geçenleri sol omzunun üstünde
Öyle eski, ağır ve de yeşil bir testi gibi
Ben sanki seni koruyorum kendimden her saniye her nefes
Benim kaçamak bakışlarla dil ucuyla sevdiğim kadınım
Sana değecek diye de korkuyorum kızgın bakışlarım
Dokunabiliyorum sadece fotoğraflarının soğukluğuna
Koklayabiliyorum paylaştığımız şu atmosferin keskin mavisini
Senden doğacak olan çocuklarımızın isimlerini seviyorum bir de...
Ekim Şairi