e yorum dergisi - ulkunet.comulkunet.com/ucuncusayfa/devlet(ii)_004_yeni_8849.pdflıkla...
TRANSCRIPT
e Yorum Dergisi
p ı ^ — ^ ^ ^ ^ —
\ ) \
% • •
o. .4? •
# \ < -
< * • • J?4 .«•
*
İfİEfiilli DEVLET'ten Okuyucuya 1 Ayın Yorumu 2
İç Olaylar '
Dışişleri Çorbası ERGUN GÖZE 5 Eatı'da Aydın Feryadı Prof. Dr. ŞABAN KARAT AŞ 6 Kendi Ambargolarımıza Mahkûmuz NURİ GÜRGÜR 11
Ö. F. Akıncı ile Röportaj 12
Yaktın Bizi Muzaffer AYHAN TUĞCUGİL !5
Burnaka Doç. Dr. AHMET RIFAT 18
Cemil Meriç'le Röportaj 20
Dış Poüika 22 Bilanço Doç. Dr. MEHMET TURHAN 23
Dış Olaylar 25
Üç Aylar Hürmetine Yarabbi Dr. SÜHA DÜNDAR 26 Dr. Halûk Tokuçoğlıı ile Röportaj 27
Yalnız Kahramanlar mı? AYVAZ GÖKDEMİR 29
Demokratik Halk Kooperatifleri Prof. Dr. ORHAN DÜZGÜNEŞ 31
Rus Oyuncağı Ermeniler Dr. AZİZ ALPAUT 33
Ordu Millet Kaynaşması OSMAN OKTAY 36
DEVLETten Okuyucuya
Muhterem Okuyucularımız
Hadiselerin hızla arttığı, iktisadî çöküntünün çılgınca sürdüğü bir ayı daha geride bıraktık. Hükümetin 7 aylık icraatı hakkındaki hüküm kısa ve kesindir : Korkunç.
Anarşi doludizgin gitmektedir. İç sahifelerimizde de okuyacağınız üzere, olaylar,Başbakan ve İçişleri Bakanının her söylediğini tekzip ettiği gibi, artık onların ve hükümetin boyunu çok aşmıştır.
Temmuz ayı içinde çeşitli ziraî mahsuller için tesbit edilen taban fiat-lar müstahsilleri, öncekiler gibi memnun etmemiştir Köylülerimiz adetâ kan ağlamaktadır. Hükümetle Türk—İş arasında imzalanan «Toplumsal Anlaşma» denen hilkat garibesi,Türk—İşe bağlı sendikalardan bile sert tepkiler görmüştür. Halil Tunç'un Türk—İş içindeki yerinin sarsıldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ticaret hayatımızın içler acısı hâli de devam, etmektedir, iflaslar ve protestolar çorap söküğü gibi birbirini kovalamaktadır. Küçük esnaf ve ticaret erbabının yanında büyük müesseseler bile sarsılıyor.
Böylesine kötü bir vas'atta Mübarek Ramazan'ı karşılıyoruz. Bu mübarek ayın kör gönülleri aydınlatması, uyuşuk beyinleri uyarması, kötülükleri azaltmsı niyazımızdır. Mübarek Ramazan'ın okuyucularımıza, milletimize ve İslâm Alemine hayırlar getirmesini Allah'tan diliyoruz.
• • •
Bu sayımızda tefekkür hayatımızın büyük ismi Üstad Cemil Meriç'le röportajımızı orta sayfamızda zevkle okuyacağınızı umuyoruz. Ayrıca MİSK Genel Başkanı Ömer Faruk Akıncı ile «Toplumsal Anlaşma» ve Tıbbiyeliler Birliği Genel Başkanı Dr. Halûk Tokuçoğlu ile «Tam Gün Çalışma» mevzularında iki mülakat yer alıyor.
Yine bu sayımızda, devamlı yazarlarımızın yanında, Prof. Dr. Orhan Düzgüneş'in muhtemelen üç sayı devam edecek araştırmasının birinci kısmını okuyacaksınız. Doç. Dr. Mehmet Turhan da sosyal psikoloji sahasındaki yazılarıyla bundan böyle devamh sizlerle olacak.
Yakın alâkanızın devam edeceğinden emin olarak, Ramazanınızı tebrik ederiz..
Hoşça kalınız.
DEVLET _ AĞUSTOS : 1978
Ayın Yorumu
Bitmeyen Tedhiş ve Anarşi A ylık bir dergi için, her ayın baş konu
su olarak tedhiş ve anarşiyi kapak yapmak ve ayın olayı olarak yorum
lamak iç açıcı bir şey değildir. Milletini ve devletini seven herkese ızdırap veren bu durum şüphesiz bizleri de derecesiz üzmektedir. Tahammül edilir gibi değildir ama ne yaparsınız ki gerçektir; hem de baş gerçek..
«Annelerin gözyaşlarını» bahane ederek ve «dakika beklemeye tahammüllerinin olmadığını» iddia ederek iktidara gelen CHP, devleti batırmak üzeredir. Meselenin şu veya bu bahane ile tevil edilebilir en küçük tarafı kalmamıştır. İddialı CHP'nin bütün bahaneleri tek tek çürümüş; yıkıcılık, bölücülük ve komünizm karşısında ne hallere düştüğü milletçe görülmüş ve acı acı yaşanmıştır.
CHP iktidarının iktisadî mâlî, kültürel, siyasî, sosyal ve sair konulardaki politikasının saçmalıklarına, gülünçlüklerine; dış politikadaki tutarsızlıklarına, her sahadaki acaip icraatına ve beyanlarına muhalefet edecek vakit bile kalmamıştır. Bir muhalefet için kaçırılmaz fırsatlar sayılan ve mizah konusu yapılıp saatlerce gülünecek birçok mesele vardır ama bunlara ayıracak zamanımız ve takatimiz yoktur. Devletimiz bu badireden düze çıktığında, belki neş' lenmek için bunları tek tek hatırlar ve hep birlikte güleriz, ama şimdi değil...
Devletimiz, ne CHP iktidarının bu saçmalık ve komikliklerle yıpranmasını bekleyecek kadar, ne de «bırakalım millet bur ların içyüzünü iyice anlasın» diyecek kadar rahat bir durumda değildir. Devlet ve millet birliğimizi tehdit eden ağır tehlikeler karşısındayız. Her konuda tam bir fiyaskoya uğrayan CHP iktidarı, devleti tehlikeli çiz
giye getirmiştir. Bizim baş konumuz bu o-lacak ve neticeyi temin edinceye kadar da gözümüzü ve dikkatimizi üzerlerinden ayır-mıyacak, zihnimizi bize yem gibi atılan hurda konulardan uzak tutacağız.
Benzin, ekmek ve sigara kuyrukları, döviz sıkıntısı, ham madde yokluğu, sanayiin yarı yarıya durması, işsizlik, yeni bir devalüasyon, pahalılık, işçi ücretlerinin dondurulması, suistimal iddiaları, taban f i yatları, yeni zamlar gibi konular karşısında adeta ikinci sınıf bir muhalefet tavrı içinde kalışımız yanlış anlaşılmamalıdır. Bunlar önemsiz değildir ama devlet birliğinin tehlikeli olduğu bir devrede ister istemez ikinci plâna itilmektedir. İktisadî bakımdan hayatı yaşanmaz hâle getirmiştir bu iktidar. Ama bu yüzden değil, asıl devleti tehlikeye düşürdüğü için düşürülmelidir.
Eğer milletimiz, sadece iktisaden bunaldığı için bu iktidarı alaşağı edecekse ve bu iktidarın önümüzdeki seçimlerde ancak gerçekleşecek bir demokratik cezalandırma ile düşürülmesi siyasilerimizce planlanıyorsa, tehlike yeterince idrak edilememiş demektir. İşte tehlike olan bu idraksizliktir. İşin vehametini artık milletçe kavramalıyız. Şakası kalmamıştır. Bu hükümetin demokratik usûllerle iktidardan uzaklaştırılmasının bin türlü şekli vardır, hem de 1981 seçimlerini beklemeksizin... Ne pahasına o-lursa olsun bu gerçekleştirilmeli ve devlet bu iktidardan bir an evvel kurtarılmalıdır. İşte bu defa biz söylüyoruz : «Milletin bu iktidara bir dakika bile tahammülü kalmamıştır».
D evlet tahrip edilmekte, yıpratılmakta, parsellenmekte, bölünmekte, güçsüz düşürülmekte ve sola parça parça
teslim edilmektedir. Ve bu işlerde bugünkü iktidarın aczi değil dahli mevzuubahis-tir; hiç değilse himayeciliği, göz yumması, yanlış teşhisle yardımcı olması ve İktidar olurken verdiği tavizler mevzuubahistir.
Devletin bölücülükten hüküm giymiş bir Bakanı, güneydoğuda il il dolaşarak adeta bölücülerin lideri gibi-beyanatlar vermekte, Türkiye Cumhuriyeti Devletine yıllarca sömürgecilik yapmış bir devlet kaftanı biçmekte, «size şimdiye kadar kan kusturanla-ra şimdi de biz kan kusturacağız» diyebil-
2 DEVLET — AĞUSTOS : 1978
inektedir. Bunun hesabını hiç kimse vermemekte, kimse bu tehlikeli gidişe dur diye-memektedir.
Bölücülük sadece bazı bölgelerimizde değil, artık en büyük şehirlerimizde bile at koşturmaktadır. Duvarlar, dergiler, gazete ler, miting meydanları bölücü sloganlardan geçilmez hâle gelmiştir. Bu işin tezgahçısı yüzlerce dernek icrayı faaliyet halindedir ve dış mihraklardan da destek görmektedir.
«Kurtarılmış bölgeler» ve «Kurtarılmış mahalleler» vardır. Buralarda ayrı bir devlet gibi yaşanabilmekte, başka lisanlardan eğitim yapılabilmekte, devlet yetkilileriyle tercümanla konuşulabilmekte, Türk bayrağı çekilmemekte, millî marşımız okunmamak-ta, kalelere kızıl bayraklar çekilebilmekte-dir. Bu bölgelere tayin edilen memur ve öğretmenler ve gönderilen öğrenciler müstemleke askeri gibi karşılanmakta, adeta pasaportla hudut kapısından geçen yabancı muamelesi görmektedirler. Tehdit edilerek, dövülerek ve evi kurşunlanarak kaçırılanlar dışında, kalmakta direnenler olursa öldürülmektedir. Birçok il ve birçok mahalle Türkler için girilmez bölgeler olarak ilân edilmiştir.
Piyangotepe'den Esertepe'ye, Ümrani-yeden Dikmen'e ve Tuncellden Diyarbakır'a varıncaya kadar birçok yerde «Halk Meclisi» kurulmuştur. Buralarda ayrı ayrı mahalli idareler, adam yargılamalar, adam cezalandırmalar vergi toplamalar, haraç almalar artık ahvali adiyeden sayılmaktdır.
Hassas bölgelerde yapılan silâh aramalarında, bir orduya yetecek kadar otomatik modern silâhlar ve cephane bulunabilmektedir.
Yabancı devletlere ait bölücü kuvvetler, kendi topraklarımız üzerinde harbede-bilmekte ve hiçbir mukavemete uğramadan sonra da çekip gidebilmekte, bulundukları çevreden destek görebilmektedir.
Mezhep kışkırtıcılığı şehirlerimizi kana boyamakta, dış devletler ve mihraklardan gördükleri destekle de — komünistlerle tam bir işbirliği halinde — faaliyetlerini had safhaya getirmiş bulunmaktadırlar. Mezhep farklılığı kan dâvası hâline plânlı bir tarzda getirilmiştir.
CHP'nin yedi aylık iktidar devresinde
DEVLET _ AĞUSTOS : 1978
Türkiye Lübnana dönmüş gibidir. Siyasî ve ideolojik cinayetlerde ölü adedi 500 civarındadır. Yaralı adedi, hadise sayısı, bombalama, soygun sayısı Cumhuriyet tarihimizde en yüksek seviyeye çıkmıştır. Tam bir iç-harb manzarası memlekete hâkimdir. Bu defa gerçekten «anaların gözyaşı» iktidarı boğacak raddeye gelmiştir.
Hiçbir fakülte,yüksek okul huzur içinde değildir. Özellikle Eğitim Enstitüleri ve Öğretmen Liseleri bir türlü ted
risata açılmamış ve açılamamıştır. Bugün açılan ertesi gün kapatılmakta, sayıları 120 bini bulan bu öğrenci kitlesinin öğretmen yapılmaması için sinsi bir plân uygulanmaktadır. Milliyetçileri okullara sokmamak için, okutmamak, mezun etmemek İçin elden g< len yapılmaktadır.
Polis karakolları Pol-Der'li polislerin kontrolunda işkence yatağı hâline getirilmiştir. Zulüm ve işkence en yüksek seviyeye ulaşmıştır. Polis teşkilâtı tam bir politika batağına itilmiş, emniyet kademeleri solcu militanlara ve partizanlara emanet e-dilmiştir.
Maarif ve kültür hayatımız ile TRT solcu militanlara terk edilmiş, devletimizin ve genç nesillerin geleceği komünizme ipotek edilmiştir.
Gizli açık birçok komünist ve bölücü teşkilât eylemleriyle memleketi kana bulamakta, tedhiş yaratmakta, buna ilâve edilen devlet terörü de ülkeyi kasıp kavurmak tadır. Herkes evinden çıkamaz, dükkânını yürek ferahlığı ile açamaz, çocuğunu okula gönderemez hâle gelmiştir. Sokaklarda anarşi kol gezmektedir.
Birçok müessese, iktidarın imkânlarıyla solcular tarafından işgal edilmiştir. Bizzat iktidar, kanunsuz bir şekilde müessese işgal etmektedir. Öğrenci yurtları tam bir ideolojik yuva haline sokulmuş, solculara teslim edilmiştir. Bütün devlet daireleri solcuların ve partizanların fi i l i işgali altındadır. Buralardaki milliyetçiler sürülmüş, kovulmuş ve sokağa atılmıştır. Cumhuriyet tarihimizde görülmemiş bir kıyım yapılmış, aileler parçalanmış, memur ve öğretmen «dengini hazırlamış .tayin bekler» hâle so-
(Devamı Sayfa 17'de)
BÜYÜYEN ANARŞİ KÜÇÜLEN İKTİDAR... Yedi aydan bu yana korkunç
boyutlara ulaşan anarşi, artık sadece vatandaşın can güvenliğini değil, Türk devletinin varlığını da tehdit eder duruma gelmiştir. İktidarın sık sık bahsettiği «paket tedbirler» ise boş çıkmakta ve göstermelik bazı idarî değişikliklerden öteye gidememektedir. Adalet Bakanı Mehmet Çan'ın toplum polisinin kaldırılacağını açıklaması bunlardan sadece birisi.. Halbuki toplum poli- Edirnekapı Yurdu boşaltılıyor. (Küçülen iktidarın zorbalığı!..»
İÇOMYL/1R sinin kaldırılmasıyla, polisin gücü zayıflatılmış olacak ve
toplu hadiseler daha geç önlenebilecektir. İkinci hatalı hareket ise jandarmanın direkt olarak anarşik hadiselere bulaştınlmasıdır. Zira jandarmayı devriye gezdirerek anarşiyi önlemek de mümkün değildir. Çünkü jandarma ancak toplum polisinin vazifesini ifa edebilecektir. 3-5 kişilik timlerin yaptığı banka soygunları, sabotajlar, adam öldürme, bombalama, gibi hadiseler karşısında ise fazla etkili olunamıyacağı aşikârdır. Aynca bunun en büyük mahsuru, yukarda da belirttiğimiz gibi, jandarmanın anarşik hadiselere direkt olarak karıştırılması neticesinde or
dunun siyasete bulaştırılması ve yıpratılması endişesidir. Aynca ordunun sivil kadroya nazaran bir hiyerarşisi bulunmakta ve özellik arzetmekte-dir.
İrfan Paşa'nın bahsettiği «sivil sıkıyönetim» de herhalde jandarmanın bu şekilde hadiselere kanştınlmasıyla uygulanacaktır.
Bu iktidarın mevcut kadrosuyla, büyüyen anarşi kar
şısında küçüldüğü kanaati, yalnız muhalefet tarafından değil, aynı zamanda bazı CHP milletvekilleri tarafından da paylaşılmaktadır. Nitekim CHP Erzincan senatörü Niyazi Unsal, İçişleri Bakam İrfan özaydmlı ya 12 Temmuz'da gönderdiği mektupta şöyle diyordu: «özaydmlı biraz utan ve kan daha büyümeden çekil.... İki öğrenci öldü diye başbakanlar asıldı. Bugün kan akıyor, Bakan kan... Siz duymuyor, anlamıyorsunuz... Senin çekilmen bazılarının belki aklını başına toplar, gerçeği görür ve anlar. Biz kanla gitmek istemiyoruz. Kalarak yapamadıklarım, belki giderek yaparsın, bizden bunu esirgeme. Çekil hemen çekil..»
Yine aynı günlerde CHP Ankara Milletvekili Eryıldız tarafından, özaydmlı, Can ve Çakmur'un görevden alınmaları için de CHP yönetim kuruluna bir önerge veriliyordu. Böylece anarşi yalnız ülkeyi değil, iktidarı ve CHP'yi de karıştırmaya başladı...
Anarşiye prim veren CHP1İ bakanların yanı sıra, iktidarın ortaklarından bölücülükten hüküm giymiş olan Bayındır
lık Bakanı Şerafettin Elçi'nin «Doğu'nun elçisi (!)» sıfatıyla yapmış olduğu geziler ve «kan kusturmaktan» bahseden demeçleri de anarşiyi körükle-yici rol oynamakta devam e. diyor.
İktidarın aldığı tedbirlerle, sayın Ecevit'in söylediği gibi, anarşinin hergeçen gün nasıl azaldığını (!) 1 Temmuzdan itibaren cereyan eden hadiselere bir göz atarak inceleyelim :
1 Temmuz : İstanbul Edir. nekapı öğrenci Yurdu boşaltılarak, yüzlerce öğrenci sokağa atılıyor. Ve kredileri kesiliyor. G. Antep, Antalya, Silvan ve Ankara'da 4 kişi öldürülüyor, Denizli'de 10 kız öğrenci dövülüyor.
2 Temmuz : Samsun'da 4 derneğin bulunduğu bina yakıldı. Konya'da 1, İstanbul'da 3 yere bomba atıldı.
3 Temmuz : Pol - Der'li polisler Dev.Genç'le işbirliği yaparak afiş asarken yakalandı. Ankara'da bir yüzbaşı ağır şekilde yaralandı. 3 öğrenci öldürüldü, 2 banka ve bir hastane soyuldu. İstanbul ve İzmir'de 2 *yurt ve bir dernek, Elbistan'da 2 hakimin evi kurşunlandı. Ege Üniversitesinde bir dekan dövüldü. Malatya Milletvekili Turan Fırat'ın evi kurşunlandı.
4 DEVLET — AĞUSTOS : 1978
DEVLETLE EıgunGöze
Dışişleri Çorbası
D IŞİŞLERİ Bakanımız Hindistan'a gitt i. O'na göre, Bloksuzlar
dünyasının kapısı Hindistandır. Büyük bir politik manevra çevirmektedir ve bunun için Buda diyarını seçmiştir.
Neden? Hiç belli değil. İyi saatte olsunlar Dışişlerimizin ne yapacağı ve ne yapmayacağı hiç belli olmaz. Ambargo'yıı kaldırayım derken bakarsınız Kıbrıstan Türk bayrağını — Maazallah— kaldırır..
Dışişlerimizde son yapılan tayinlerde de mantık ve ölçü değil, ölçüsüzlük hakim bulunmakta. İslâm dünyasına güya yaklaşma politikasının takip edildiği şu günlerde, İslâm memleketlerine tayin edilen elçilerin ekserisinin hanımı gayri müslim. Hele Afrikadaki İslâm ülkelerinden bir tanesine tayin edilen büyük! Elçi, Allaha inanmayışını bir şerefmiş, aklı evvel-likmiş gibi ilân etmekten zevk duyan bir tip.. Düşününüz ki o memlekette de idare dinî bir «sulta»ya ehemmiyetle istinat etmektedir. Ne büyük bir incelik bizim Dışişlerimizin yaptığı değil mi?
Zaten bizim Dışişlerimizin başı belli değildir sonu belli değildir. Söyler misiniz bizim Dışişleri Bakanımız kimdir ? Bakınız bir Dışişleri mensubu bizim birden fazla Dışişleri bakanımız vardır diyor ve bunları şöyle sıralıyor.
1 — Sayın Rahşan ve Bülent Ecevit.
DEVLET _ AĞUSTOS : 1978
2 — Sayın Şükrü ve Madam Elek-dağ.
3 — Sayın Hasan Esat Işık. 4 — Sayın Hikmet Çetin. 5 — Sayın Gündüz Ökçün. Evet, işte Dışişleri Bakanlarımızın
sıralanması. İşlerimiz çorbaya dönmez mi ?
Şimdi bu Çorbadan sonra bir de «hintyağı» lazımdı ki, Sayın Ökçün kalkıp Hindistana gitt i ...
Dışişlerimiz hem eski ve ekşimiş bir çorbadır. Baksanıza halâ LOZAN'ı kutluyor. Sorarım size, dünyanın neresinde hangi devlet bir muahedeyi böyle kutsallaştırır? Senelerce bir muska gibi koynunda taşır? Senelerce kutupyıldızından istikametini tayin eden gemici gibi bakar bir muahedeye? Lozan nire? Hindistan nire? Eğer Lozan muahedesi ve onun içte estirdiği hava olmasaydı o Bloksuzların çoğu bizim şimdi diplomasimizin gönüllü pıilitanları olacaktır.
Lozanı kutlamak. Lozanı ulaşılmaz hedef olarak görmek. Lozanı eşsiz bilmek. Hem de aradan bu kadar sene geçtikten sonra?
Lozanın üzerinden kaç sene ve kaç harp geçti.
Lozandan beri kaç tane milletlerarası kuruluş meydana çıktı. Kaç yeni devlet kuruldu? Orta-doğuda ne kadar muazzam değişiklik oldu? Acaba İsraili de Lozan mı kurdu? Filistin meselesi karşısında Lozanın çaresi nedir? Arap petrolü faktörü karşısında Lozanın değeri nedir? Ya Nükleer denge karşısında Lozanın kıymeti nedir, ne olabilir?
Bir sürü sual ki aklı başında bir insana bir tanesi kâfi, durup heyecansız düşünmesi, manzarayı soğukkanlı görebilmesi için.
Amma bizim Dışişleri dediğim, gibi çorbadır, çorba.
Yalnız çorba mı? Bir de Lozan gibi temcit pilavı var.
Böyle Dışişleri düşman başına.
4 Temmuz : Elazığ, Antalya ve Ankarada 3 kişi öldü rüldü. Pol.Der ve Pol-Bir yöneticileri görevden alındı.
5 Temmuz : Pol - Der ve Pol-Bir kapatıldı. Fikirtcpc Eğilim Enstitüsü müdür muavini Fahrettin Y'Imaz'da dahil 5 ölü 16 ağır yaralı var. 1 banka, 1 de otobüs soygunu.... Aynı gün bir demeç veren Ecevit «Asayiş konusunda umut verici gelişmeler var» dedi.
6 Temmuz : Pol-Der'e üye 500'den fazla toplum polisi Ankara'da göreve çıkmadı. Ankara ve istanbul'da 2 kişi öldürüldü, 3 ağır yaralı. 1 benzin istasyonu soyuldu. Adana Eğitim Enstitüsündeki olaylar sebebiyle 14 kişi tutuklandı.
7 Temmuz : İstanbul'da 1 ölü, 1 yaralı var. Kızıldere o-layları sırasında tabur komutanı olan Em. Binbaşı Yaşar Çakmak ikinci defa tehdit e-dildi. Ankara'da 2, Trabzon Fatih Eğitim Enstitüsünde 3 yaralı, Diyarbakır'da 1 öldürme, Konya'da 1 bombalama hadisesi...
8 Temmuz : Atatürk Eğitim Enst. Resim öğr . Cuma Ocaklı vuruldu. Konya'da bir ara. ba yakıldı. Adana'da bombalama neticesi 3 kişi yaralandı. Erzincan'da 1 dernek bombalandı, özaydmlı «Anarşik olay. lar azalmaya başladı» dedi.
9 Temmuz : İstanbul ve Ankara'da 2 kişi öldü. 7 yaralı var.
10 Temmuz : Ortaköy Eğitim Enstitüsü Md. Mv. İbrahim Osmanoğlu vuruldu. İçişleri Bakanı Eğitim Enstitülerinde eğitimin güvenlik içinde sürdürüldüğünü söyledi. İstanbul'da bir banka soyuldu, 2 kişi yaralandı. Antalya'da 1 kişi öldürüldü. Ankara'da bir ev bombalandı 3 kişi yaralan. di» Savaştepe Eğt. Enst. Md. Mv. nin evine bomba atıldı.
BATI'DA AYDIN FERYADI
Prof. Dr. Şaban KARATAŞ
D ATI aydınlarından birçoğu yıllardır feryad eder.
Bir zamanlar Andre Gide'i, Arthur Koestler'i, Louis Fis-her'i, Ignazio Silone'yi, Stepnen Spender'i, Richard Wri-ght'ı ve George Orvvell'i dinledik.
Bunların hepsi de komünizmi yakından görmüş, Batı'-nın öz kültürü ile yetişmiş kimselerdi. Komünizmin kafasında ve ruhunda bıraktığı tesiri (Hayvan Çiftliği) ve (1984) isimli eserlerinde dile getiren George Orvvell (hazin son)'u şöyle anlatıyor:
«İkiyüz yıl boyunca bindiğimiz dala bastık testereyi. Ve sonunda, kimsenin tahmin edemiyeceği kadar aniden gayretimiz meyvasını verdi ve düştük. Fakat yazık ki, küçük bir hata ile: Meğer altı-mızdaki gül bahçesi değil, dikenli tellerle dolu bir lağım çukuruymuş.»
Milovan Cilas da yaşadığı komünizm macerasının derslerini (Yeni Sınıf) isimli eserinde toplamıştır.
Şimdi de, Bolşevik ihtilali içinde büyüdüğü halde katıksız Slavlığında ve hristiyanlığından Marksizme fazla bir şey kaptırmadığı anlaşılan Alexander Soljenistsin tekrar konuşuyor.
Üç yıldaniberi A.B.D. Ver-mont eyaletinin bir köyünde yaşayan Soljenitsin uzun bir suskunluktan sonra Harvard Üniversitesinin diploma merasiminde uzunca bir konuşma yaptı. Konuşmanın bazı aydın çevrelerinde sıcak bir ilgiyle karşılandığı, bazılarında da o yağmurlu Haziran gününe uy
gun soğuk bir duş tesiri yaptığı anlaşılıyor.
Soljenitsin Batı'nın bugünkü halinden şikâyetçidir. Aşın emniyetin ve refahın zehirleyici tesirlerini sayıp dökmektedir.
Bu konuşmanın tam metni bir gazetede yayınlanmıştır. Oradan ve Time dergisinden aldığım bazı görüşleri naklediyorum :
Amerikan basını dedikoduya, asılsız habere, yanlış yoruma, saçmalıklara ve boş şeylere batmıştır. Televizyon insanları gevşetip uyuşturmaktadır. Bunlara aşın reklam ve katlanılmaz derecede kötü müzik de eklenince harcıâlem bir kitle hayatı doğmuştur. İnce düşüncenin ve üstün muhakemenin yerini alelade, sathî ve a-celeci değer hükümleri almıştır.
İnsanlar ferdî haklarını sosyal mükellefiyetlerinin önünde ve üstünde gözetme alışkanlığı kazanmıştır. Herkes gibi olmak düşüncesi hâkim ve muzafferdir.
Bu manzaradan çıkan sonuç ruh tükenmişliğidir. Bunun sebeplerini gerilerde, Rö-nesansda aramak lazımdır. Batı insanı o çağlardanberi Hris-tiyan ruhuna sırt revirmiş, in-
ve onuıl maddi ihtiyaçlarına ait ne varsa bağrına basmıştır. Böylece ortaya çıkan felsefeye akılcı hümanizma veya hümanist muhtariyet diyebiliriz. Bu, insanın üstündeki güçlerden kopmasıdır. Bu muhtariyet modern batı medeniyetini insana ve maddeye tapınma ihtiyacına götürmüştür. Halbuki, Amerikan demokrasisinin doğuşunda da olduğu
DEVLET — AĞUSTOS : 1978
gibi, ilk demokrasilerde insan haklan yaratılmış olmanın ayrılmaz unsurlarıydı. Bundan koparak maddeye yöneliş bizi önce radikalizme oradan sosyalizme ve nihayet komünizme götürmüştür.
Batı her ülkede, her hükümette, her siyasî partide ve tabiî Birleşmiş Milletlerde medenî cesaretini kaybetmektedir. Çünkü Batı'nın komünist dünyadan farkı siyasî görüş ayrılığından ibaret değildir. Asıl fark maneviyatın beslediği moral taahhüttür. Burada belirecek irade zaafını hiçbir silâh kapatamaz. Hayatta kalmak ölümü göze almakla mümkündür. Maddî refahı putlaştıran bir cemiyette yetişenlerin ölüm karşısındaki manevî hazırlığı zayıf olur.
Yıllardanberi gördükleri zulüm, çektikleri işkence ve acıdan sonra ruhları güçlenen insanları Batı'nın bu modeline imrendirmek mümkün değildir. Benden ülkeme Batı'yı bu haliyle örnek göstermem istenecek olursa samimî cevabım menfîdir.
Soljenitsinin bu görüşlerine Amerikan aydınlarının tutumunu Time dergisi tesbit etmiş ve 26. Haziran tarihli sayısında yayınlamış.
Başkan Lydon Jhonson zamanında Dışişleri Bakan Yardımcılığında da bulunan Felsefe Profesörü Charles Frankel, cemiyetin çılgınca zevke düşkünlük, şahsî disiplin veya sosyal sorumluluk yönünü düşünmeden ferdî haklara ağırlık vermek gibi rahatsızlıklar içinde bulunduğunu ve aydın kültürünün hülyaya, kuruntuya ve fantaziye kaçtığını kabul e-diyor. Entellektüel ve moral rahatsızlıktan, bugünkü başarımızın sebebi olan düşünce ve davranış âdetlerine yâni entellektüel disipline, objektifliğe ve umumî menfaatin lüzumuna inanmaya, ehliyete ve hürriyetin nâdir nimetlerinden faydalanmaya saygıyı kastediyorsa Soljenitsin haklıdır diyor.
Frankel'e göre Soljenitsin
bunu kastetmiyor. Onun üstünde durduğu husus Batı'nın dünyeviliği, yâni sekülarizmidir.
Halbuki Batı bunda haklı-V . Rönesans, modern ilim
aydınlanma çağı ve kapitalist teşebbüs ortaçağın ruhî ve entellektüel istibdadına isyandır.
Protestan ve Katolik reformunu ateşleyen sebep ortaçağ din kurumlarındaki bozulma, Vatikan'ın dünyeviliği, keşişlerin boşluğu ve papazların materyalizmidir.
Netice olarak Frankel, (Bugün çok çeşitli unsurlardan o-luşmuş kalabalık bir millet şerre hiç taviz vermemek politikası güdemez. Ama Soljenitsin cehenneme çok yakın bir yerden geçip geldiği için kafası cennet hayaliyle doludur. Etrafında ya kızıl alev veya parlak beyazlık görüyor. Bizim orta renklerimiz ona illüzyon gibi gelmektedir) diyor.
Halen Nötre Dame'da Başkanlık yapan, Medenî Haklar Komisyonu eski başkanlarından, din adamı Theodore Hcs-burgh Soljenitsin'in (en değerli varlığımızdan, ruh hayatımızdan mahrum edilmenin arayışı içinde siyasî ve. sosyal reformlara lüzumundan fazla ümit bağlamışız) sözüne dikkati çekiyor ve şunları söylüyor:
Bu manevî temalar co* kidir. Dostoyevski'yi, Tolstoy'-u, Bcrdyayev'i Paternak'ı hatırlatır. Zamanın bayalığından kaçmak isteyenler için bunlar sloganlar değil, ciddî tefekkür konularıdır. Bize üstün kültürümüzü hatırlattığı için, bizi ancak televizyondan tanıyan, yine de dünyada ve ahirette daha ivi bir hayat hakkında beslediğimiz ümitleri paylaşan bu yeni komşumuza minnettarız.
Pulitzer mükâfatına lâyık görülen Archibald MacLeish ve Daniel J. Boorstin Soljenitsin'in Amerikan cemiyetini yakından tanımadığı için böyle konuştuğu noktasında birleşiyorlar. Her ikisi de Amerikalıların cesaret ve irade zaafı
içinde olmadıkları iddiasındadır.
1944-45 yıllarında Dışişleri Bakan Yardımcılığı da yapan şair ve eğitimci MacLeish'e göre Soljenitsin insan hayatıyla ilgili gerçeklerin yetişmiş ve disiplinli bir araştırıcısı, asil ruhlu ve emsalsiz cesaret sahibi bir insandır. Fakat Ame-rikayı sadece televizyondan tanıyor ve etrafına bir sürgünün ruh hali içinde bakıyor. Televizyonun Amerikayı alaya alan programlarını Amerikalılar da seyretmektedir. Bir farkla : Amerikalı parodiyi, a-lay konusunun gerisindeki gerçeği biliyor, Soljenitsin bilmiyor.
Amerikalılar sorumsuz kim. seler değildir. Sorumluluğu ve ferdî hürriyet tercihini Amerikalı bizzat yapar. Bunları o-nun adına başka bir kimse, devlet polisi veya devlet kilisesi kararlaştırmaz. Onun içindir ki, kırk yıl önce insanlığın karşılaştığı felakete karşı Amerikalı üzerine düşeni başarıyla yapabilmiş ve tarihin doruğuna ulaşmıştır.
(Amerikalılar) ve (Teknoloji Cumhuriyeti)'nin yazarı Boorstin, birlik, fazilet, ahlak, yeknesaklık ve haysiyet gibi meziyetlerin devamlı arayıcısı olan Soljenitsin'in taassup içinde olduğu kanaatindedir. Uz-laşma, itidal, nefsinden şüphe, lenme ve tecrübe gibi haslet
lerin varlığına dikkati çeken Boorstin şöyle bağlıyor:
Soljenitsin'in başından geçenler kendisinde onun gibileri affetmiyen kötü bir totaliterliği, yabancı basını men ede. cek, müstehcen yayınlarla cinayet filmlerini televizyon ekranlarından kaldıracak, tüketiciyi serbest piyasaya karşı koruyacak iyi bir diktatörlükle ortadan kaldırma ümidine yol açmış. Fakat nasıl? ' Bu göçmen millet insanları bir araya getiren, cemaat ruhunu genişleten ve derinleştiren yeni imkânların yeknesak-
DEVLET — AĞUSTOS : 1978 7
11 Temmuz : Ankara'da Doç. Bedrettin Cömert öldürüldü. Ayrıca İstanbul ve Ankara'da-ki hadiselerde 2 ölü 24 yaralı var. İsparta 'da çıkan olaylarda 25 işyeri tahrip edildi. Ata-türk Eğitim Enstitüsü süresiz kapatıldı. İstanbul'da bir işa- Ij damı soyuldu. Elâzığ C. Savcısının arabası bombalandı. I
12 Temmuz : Bingöl ve İslahiye'de 2 kişi öldürüldü. İspar ta cezaevinde çıkan olayda 4 kişi, İstanbul'da 1, Ankara'da 2 kişi yaralandı. İstanbul'da 2 yere bomba atıldı. 1 kişi soyuldu. Urfa Eğt. Ens. de 15 tabanca bulundu.
13 Temmuz : Ankara, Urfa ve Elazığ'da 4 kişi öldürüldü. Sakarya'da 1 polis yaralandı. İs
lık değil, farklılık olduğunu göstermiştir. Jefferson'larımız-dan, Lincoln'larımızdan ve ötekilerden bize kalan cesaret, Soljenitsin'inki eibi gerçek nümin cesareti değil, şüphe etme cesaretidir.
Amerikan İşçi Sendikaları Birliği'nin (AFL - CIO) Genel Başkanı George Meany, bu konuşmayı dinledikten sonra Sol-jenitsin'i ilk defa konuşmaya davet etmiş olmakla iftihar ettiğini belirtiyor ve şöyle devam ediyor:
Soljenitsin, soldan ve kendisini Sovyetlerle ticarete delice kaptırmış çevrelerden gelen anti - antikomünizm modasına ve Vietnam sonrasının günahlarına bulaşmış gafilleri uyarıyor.
Söylediklerinin hepsine katılmıyorum ama gafillere bunun üzerinde dikkatle durmalarını tavsiye ederim. Onun kâhince sözleri bunların dünkü klişelerini bastırmıştır.
Vietnam harbine karşı o-lanlar şu sözleri duymaktan hoşlanmamışlardır: (Amerikanın harb aleyhtarı tutumu Uzak Doğu milletlerinin otuz milyon insanını Jenoside ve azaba terketmiştir).
Bazı gazeteciler de şu soru-
tanbul'da 1 banka ile 1 kuyumcu soyuldu. Manisa'da 15 ev ve işyeri tahrip edildi. Disk ve Töb-Der özaydınlı'nın istifasını istedi.
14 Temmuz : Elbistan'da o-laylar çıktı, 1 kişi öldürüldü, 15 kişi yaralandı, Belediye Reisi H. Ahmet özsoy dövüldü. Elazığ'da 1 işçi öldürül dü. Mardin'de CHP'Iiler polisle çatıştı. Adana'da 1 banka soyuldu, bir polisin tabancası alındı. Kırşehir'de bir gruba bomba atıldı; 18 Eğt. Enst. öğrencisi, 1 assubay, 1 er ve 1 polis yaralandı.
15 Temmuz : İsparta'da yargılanan THKP-C mensupları, mahkemede orak - çekiçli bayrak açtılar. Ankara'da 2 kişi öldürüldü, 4 kişi yaralandı.
İstanbul, Konya ve Urfa'da 4 yere bomba atıldı. Emniyet Genel Müdürü Atabek görevden alındı.
16 Temmuz : Manisa'da 1 kişi öldürüldü. İstanbul'da bir hamam soyuldu. TKP/ML örgütü dağıttığı bildiride Bnb. Yaşar Değerii'yi mutlaka öldüreceklerini belirtti. Adana, Pülümür ve İzmir'de 3 yer bombalandı.
17 Temmuz : Toplam 6 kişi öldürüldü, Bor Eğt. Enst. Md. Mv. Tahir Mısırlı yaralandı. Ayrıca yurdun çeşitli yerlerin, deki hadiselerde 13 yaralama, 4 bombalama, 2 soygun oldu. Danıştay Pol-Der ve Pol-Bir'in kapatılmasını durdurma kararı verdi. Irak Jetleri Şemdinli'nin Bayramlı köyünü
lan duymak istememişlerdir: (GazetecilerLnki nasıl bir sorumluluktur? Kamuoyu veya idare doğru olmayan bilgilerle ve ters yorumlarla saptınlır-sa, bu hataları tanımak ve düzeltmek için başka bir yol biliyor muyuz?
Beğensek de, beğenmesek de Soljenitsin haklıdır.
Soljenitsin'in Batı'nın cesaret yıkımı içinde bulunduğu yolundaki ithamına katılıyorum. Bu yıkımın onun ima ettiği kadar derin ve yaygın olduğuna inanmıyonım ama Amerikanın son yıllarda dünya totaliterlerine karşı güttüğü siyasetin onların işine yaradığına da şüphe yok.
Gulak moral tecrübesini geçiren hiçbir insanın Batı'da-ki moral hassasiyeti kâfi görmesi mümkün değildir. Fakat ruhen tükenmekte olduğumuzu veya maddî gelişmemize bir tükenme atfetmenin mümkün olduğunu zannetmiyorum. E-meğin bu gelişmeye katkısı büyük ve vazgeçilmezdir. Maddî refahla manevi huzur arasında bir çatışma da kabul etmiyorum.
Nihayet, Doğu'nun Batı'yı örnek alması gerekmediği konusunda Soljenitsin'le berabe
rim. Fakat dünya politikasının şimdiki konusu bu değildir. Mesele, Sovyetlerin, Çinin, Kü-banın ve diğer totaliter ülkelerin kendi modellerine bizzat karar verip veremiyecekleridir.
Esas itibariyle konu insan haklan ve hürriyettir. Bu hakların kazanılması yolunda hiçbir ses Soljenitsin'inki kadar tesirli ve veciz olamaz.
New York Üniversitesi Felsefe Profesörlüğünden emekli ve halen Stanford Üniversitesinde savaş, ihtilâl ve b a n ş konularında Hoover Enstitüsü hesabına araştırmalarda bulunan Sydney Hook'un bu konuda görüşleri de şöyle:
Soljenitsin'in Harvard nutkunda ifade edilen ahlakî ve siyasî değerlere bütün kalbimle katılıyorum. Birçok siyasî hükümleri de paylaşıyorum. Mutabık olmadığım hususlar esas itibariyle felsefîdir.
Hürriyete veya bir hayır cemiyetine bağlanmak için dinî inanca sahip olmak veya teo-lojik ,yahut metafizik bir mensubiyet şart değildir. Ahlâk mantıken dinden bağımsızdır. Muhakkak ki, hür cemiyet din hürriyetini aziz tutan cemiyettir, fakat bu, inanmak hakkı kadar inanmamak hakkını da
8 DEVLET — AĞUSTOS : 1978
bombaladı. Şerafettin Elçi Beytüşşebabta «Halklara Öz" gürlük» sloganıyla karşılan, di. 18 Temmuz : İstanbul, Diyar
bakır ve Antalya'da 3 kişi öldürüldü. 2 öğrencinin ağır yaralandığı Mardin Eğt. Ens. kapatıldı, Siverek'te bir öğretmen vuruldu, İstanbul'da 1 banka soyuldu. Diğer hadiselerde 9 kişi yaralandı, 2 yer bombalandı. İstanbul Emniyetinde görevli 700 kişi tayin e-dildi. 19 Temmuz : Toplam 2 ölü,
11 yaralı, 1 soygun, 3 bombalama hadisesi var. 20 Temmuz : Bozkır ve Elâ
zığ'da 2 kişi öldü, İstanbul'da 1 kişi yaralandı. Urfa'da 3 yere patlayıcı madde atıldı. İs
tanbul Emniyet Müdürlüğüne şimdiye kadar hiç polislik yap. mamış olan Hayri Kozakçıoğ-lu tayin edildi. 21 Temmuz : İsparta'da 1 ki
şinin ölümü üzerine çıkan o. laylarda birçok bina tahrip edildi, 20° kişi gözaltına alındı. Eskişehir'de 1 öğretmen öldürüldü, Eğt. Enst. Md. mu. avinleri Alaaddin Nacak ile Muammer Uludağ ağır yara. landı. Çanakkale Eğt. Enst. nde yaygın çıktı. Toplam 5
yere patlayıcı madde atıldı, 15 kişi yaralandı. 22 Temmuz : Toplam 1 ölü,
7 yaralı, 4 bombalama hadisesi... 23 Temmuz : Elazığ'da bir
kişi öldü. Ali Ağa Belediye Başkanı ve 2 arkadaşı vurul
du Ankara'da bir polis, İstanbul'da bir işçi yaralandı. Denizli'de bir eve bomba atıldı. 24 Temmuz : Salihli Cezaevi
Müdürü öldürüldü, savcı rehin alındı. Adana'da bir kişi öldürüldü. 2 bakanın oturduğu sitede bomba ve tabancalar patladı. Samsun, Erzurum, Kütahya ve Denizli'de de bombalar patladı.
25 Temmuz : Kırıkhan'daki patlamada 2 kişi öldü, 3 kişi ağır yaralandı. Ankara ve Eskişehir'de de 2 kişi öldü. istanbul da 1 patlama olayı, 1 de polis yaralaması hadiseleri.. Ankara'da bir patlama, 1 soygun.. Elâzığ'da 1 ölü. Afyon, Urfa, Denizli ve Aydm'da patlamalar. Adana Eğt. Enst, deki çatışmada 13 yaratı
içine alır. Dostoyevski, insan Allaha
tapmazsa İblise veya Sezar haline getirdiği nefsine tapar diyordu. Soljenitsin bunu tekrarlıyor. Bu, demokrasinin dayandığı plüralist inanç bakımından şüpheli bir iddiadır. Geçmişte teşkilâtlanmış din istibdadı desteklemiştir, zamanımızda da bazı kilise adamları ayni şeyi yapmaktadır.
Siyasette bir hürriyet bir başka hürriyetle çatışır. Mesela öğrenme hakkı mahrumiyet hakkıyla çatışır. Bunun içindir ki, akıl hürriyetinden başka hiçbir hürriyetin mutlak olmadığı hususunda Soljenitsin'e katılıyorum. Soljenitsin Batı'yı haklardan ziyade mükellefiyetlere ağırlık vermeye çağırıyor. En başta gelen mükellefiyetimiz (akıllı ve bilgili olma ahlakî mükellefiyeti) 'dir.
Soljenitsini komünizme karşı haçlı savaşı açmakla yanlış yere suçluyorlar. Aslında davet hürriyeti, şerefli bir barışın en iyi ümidi olarak, korumaya çıkarılmıştır. Şimdiye kadar öğrenmiş olmalıyız ki, herhangi bir bedel karşılığında barışa razı olmak, vahşî tecavüze tam bir teslimiyettir. Esasında Soljenitsin'in görüşleri Baş
kan John Kennedy'nin hürriyet hakkındaki ilk beyanlarından veya Churchill'inkilerden hiç farklı değildir.
Kamboçyadaki jenosid veya Kübadaki Vietnamdaki zulüm karşısında susarken Güney Ko-re veya Güney Afrika hakkında heyecan fırtınası yaratmak gibi bir tezadın gösterdiği çift ah» lak standardının akademik çevrelerde hüküm sürmesinden Soljenitsin'in şikâyete hakkı vardır. Asabımıza hakim olamayışımızı zemmetmekte de haklıdır. Hayatın birşeyler olmak, bir yerlere ulaşmaktan ibaret olduğunu düşünenler, ha. yatı yaşamaya değer hale getiren unsurları kaybederler demesi yerindedir. Bize, konforu, malı ve emniyeti hürriyetten üstün tutanların, hürriyet teh. likeye düşünce konforu da, malı da, emniyeti de kaybedeceklerini hatırlatıyor. Bu, hiç akıldan çıkarılmayacak bir sözdür.
Bana kalırsa, hür bir cemiyette emeği hakkıyla temsil eden ve belki de bunun için komünizme karşı bu derece uyanık olan George Meany dışındaki bütün aydınlar Soljenitsin'in feryadını, bu feryadın gerisindeki fikir manzumesine göre değerlendirmek zorunda
dırlar. Aksi halde verdikleri cevaplarla Soljenitsin'in kendileri hakkındaki hükmünü tescil etmiş olurlar.
Soljenitsin komünizmin ezdiği insanların ruh yapılarını ve bütün tahassürlerini Ivan Denisoviç'in hayatında, Kanser Koğuşu'nda, ilk Çember'de ve Gulak Takım Adalarında tam bir ehliyetle anlatmıştır. Son konuşması sadece bir feryattır ve Batı'yı anlattıklarını anlamaya davettir.
Komünizmin karşısında erimeye yüz tutmasından korkulan medeniyet Batı medeniyetidir, onun temelindeki kültürdür.
Asimda gamalı haç istibdadının fedailerini batı medeniyetinin fikirleri beslediği gibi, orak. çekiç emperyalizminin diyalektiği de Batı'nın eseridir. Şimdi iki güçlü mihrak etrafında toplanan yok edici silâhların gerisindeki iddialar da Batı menşelidir. Onun için Dante'nin tlahî Komedyasındaki safhalar, dan birini andıran tik Çem-ber'in hitabı boşuna değildir.
Bu felâketin içimizdeki u-zantılarma karşı gelişen ülkücü harekete bizim de milletçe e. ğilmemizin ve hakkını vermemizin tam zamanıdır.
DEVLET — AĞUSTOS : 1978 9
26 Temmuz : Kocaeli Eğt. Enst. ndeki çatışmada ise 7 yaralı. Arifiye Eğt. Enst. ne bomba atıldı. Ankara'da, 1 banka soyuldu, 2 kişi yaralandı. Alanya ve İzmit'te patlamalar oldu. Sarıkamış'ta 1 polis ağır yaralandı. Zeytin, burnunda 1 kişi öldürüldü. Maltepede bir dernek kurşun, landı. Sivas Eğt. Enst.nde 7 kişi tutuklandı. Havana'da (Küba) 28 Temmuz — 5 Ağustos tarihleri arasında yapıl makta olan «Havana 78 Festivaline» CHP Kütahya millet, vekili Nizamettin Çoban'ın yanısıra TSÎP, ÎGD, İLD, DDKD, SGB, ÎLTIP-DER, ÇI-RAK.DER, HAFEST gibi Sovyet yanlısı kuruluşların da katıldığı açıklandı.
27 Temmuz : Adana'daki banka soygunu esnasında 1 kişi öldü, 2 kişi yaralandı. Konya'da 1 kişi öldü. Urfa ve Konya'da patlamalar. Haydarpaşa Tek. öğr. okulunda kavga : 2 yaralı. İzmir'de soygun. Urfa-da 1 ölü. Adıyaman valisinin evi kurşunlandı. G. Antep'te çatışma : l'i polis 2 yaralı.
28 Temmuz : İstanbul ve Elazığ'da 2 ölü Edirne, Manisa, Ankara ve Antalya'da toplam 4 yaralı. îzmit ve Bingöl'de bombalama hadiseleri...
29 Temmuz : Urfa, Balıkesir, Kırıkkale'de 3 ölü. Ankara ve Manisa'da 2 yaralı. Ankara'da 1 soygun, Malatya ve İstanbul'da 2 bombalama hadisesi...
30 Temmuz 16 yaralı.
Toplam 9 ölü,
Görüldüğü gibi jandarmanın devriye gezdirilmeye başlamasından sonra da hadiseler durmamıştır. Bu sebeple daha önce belirttiğimiz, jandarmanın dolayısıyla ordunun yıpratılması, hususundaki en. dişemiz büyüktür, jandarma, İrfan Paşa gibi acemi bir siyasinin emellerine alet edilmemelidir.
Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki, yukarıda belirttiğimiz hadiselerde ölenlerin, yaralananların tamamına yakın kısmı milliyetçidir. Bombalanan, kurşunlanan binalar, evler de keza milliyetçilere aittir. Buradan da anarşinin kaynağını rahatça görebilmek mümkündür herhalde...
Ne diyelim! Anarşik olay. kırda azalma var, değil mi İrfan Paşa!?....
İsçi Ücretlerinin Dondurulması ve «Toplumsal Anlaşma»
tşçi ücretlerinin ve diğer işçi meselelerinin halli için bir aya yakm zamandır sürdürülen görüşmeler, nihayet sonuçlandırıldı ve Ecevit ile Halil Tunç arasında «Toplum, sal Anlaşma» adı verilen ve geniş yankılar uyandıran bir anlaşma imzalandı.
Ecevit ve Tunç'un «ücretlerin dondurulması sözkonusu değildir» demelerine rağmen, sendikacılar uygulamada ücretlerin bu anlaşma ile dondurulmasının kaçınılmaz olduğu görüşünde birleşmektedirler.
Nitekim, CHP Milletvekili ve Harp-lş Sendikası Genel Başkanı Kenan Durukan «işçi ücretlerinin dondurulmasıyla ekonominin düzeleceğini sanmanın safdillik olacağını» söy
lüyordu. DİSK Genel Sekreteri Fehmi Işıklar da «toplumsal anlaşmayı taban kabul etmez, kâğıtta kalır» diyerek bu anlaşmaya karşı olduklarını belirtti. Yine Demir Çelik-lş Genel Başkanı Mustafa Karapınar ise toplumsal anlaşmanın hayal mahsulü ve Tunç'un ihanet belgesi olduğunu belirterek karşı çıkıyordu.
Bu arada Türk-lş üyesi Sağ-hk-lş, Tes-îş, DYF.lş gibi sendikalar da toplumsal anlaşmaya karşı çıkarak, Tunç'u sert bir biçimde tenkid ettiler. Şimdiye kadar bu anlaşmayı sadece bağımsız Türkiye Yeni Metal İş Sendikası desteklediğini açıkladı. MİSK Ge. nel Başkanı Ömer Faruk A-kıncı'nın bu konudaki görüşlerini ise orta sayfamızda bu.
Toplumsal anlaşma mı, yoksa diyet anlaşması mı?
10 DEVLET — AĞUSTOS : 1973
Kendi Ambargolarımıza Mahkûmuz GORUŞL£R
GÜRGÜR
Türkiye'ye uygulanan silah ambargosunun kaldırılması kanunu ABD Parlamentosu'nda bir kere daha oylanırken dikkatler yeniden bu me. sele üzerine toplanmış bulunuyor. Aslında ambargonun kaldırılıp kaldırılmaması kararının Türkiye açısından hayatî bir değer taşıdığını iddia etmek mümkün değildir. Tam bu sıralarda Kıbrıs meselesinin başlıca düğümlerinden birini teşkil eden «Maraş» konusunda ilân edilen yeni Türk teklifi bizden beklenilen tâvizi vermeye hazır bulunduğumuzu dünya ve Amerikan kamuoyuna ilân edilmesinden de ötede, dış politikamızda çok kısa devrelerde bile sebatla tatbik edebileceğimiz insicamlı kararlara ma. lik bulunmadığımızın açık bir belgesi sayılabilir. Bu tâvizi vermek zorunda kalacak idiysek bunca direnmenin ve maddî planda borçlanmayı göze almanın ne gereği vardı?
Ambargo ne ABD, ne de AET ülkeleri tarafından uygulanıyor. Esas ambargoyu kendi kendimize kaç asırdan bu yana tatbik etmiyor muyuz?
Düşüncemiz, vicdanımız, dilimiz, gözümüz ve kısaca bütün ruhumuzda gittikçe sertleşen, seneler geçtikçe ağırlaşan bir ambargonun mahkûmu değil miyiz?
Bu ambargonun tesir ve neticeleri her gün daha hazin ve ürpertici manzaralar şeklinde tezahür ederken, elâlemin birkaç topla uçağı esirgemesinden neden bu derece yakmıyoruz?
Düşünce ve fikir hayatımıza vurulan prangaların mahsûlü diplomalılar kalabalığının, teorik planda entellektüel diye adlandırılan gü. ruhun marifetleri silâh ambargosunu tezgahlayanlarla kıyaslanabilir mi?
Kültür hayatımız iflas hâlinde, imanımız ruh planında tükenmek üzere, sanayileşmenin daha ilk basamaklarında bulunmamıza rağmen sosyal ve ekonomik hayatımız kör ve süflî mad. deci felsefenin tesiri altmda günden güne me-kanikleşiyor. En mukaddes mefhumlar, inanç, lar, töreler, müesseseler her gün yüzlerce de
fa indirilen darbelerle depreme tutulmuş yerden yere vuruluyor.
gibi
Bir devlet hayatı ki, işleyişi ile kendi var. lığını zehirlemekte, tüketmekte...
Bu nasıl bir zihnî keşmekeş ve iflastır ki, Kürtçülükten hüküm giyen, yani Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ni yıkma hareketi içinde olduğu mahkeme kararı ile sabit olan bir kimse hükümet etme mevkiinde bulunabiliyor?
Ve her varlığın mevcudiyetinde mündemiç olan kendini savunma mekanizmasından mahrum, teorik olarak bununla görevli olanların mefluç oldukları bir utanç devresidir ki ilgililerden, yetkililerden ne bir ses, ne bir nefes yükselebiliyor?
Adam Türk devletine kastedenlerin ne ilkidir, ne de sonuncusu. Ne var ki, bu tasavvuru bile ürpertici olan sağır sessizliğin karşısında cür'eti kabarıyor, devletin varlığı ve bütünlüğüne saygılı olduğunu lâfzen bile olsa ifade zarureti dahî duymadan, tam tersine, Türk Mil-liyetçileri'ni tahkire yelteniyor.
Hiç eksilmeyen düşmanlarımızca hipnotize mi edildik, ne?
Amerika silâh ambargosunu kaldırırsa ne olacak; üç beş silâhı daha elverişli şartlarla te. min edebilmiş olacağız. Peki ya kendi dünyamıza kendi elimizle uyguladığımız ambargolar, ruhlarımıza vurulan prangalar; düşünce hayatımızı kelepçeleyen, insanımızı kendi öz varlığımıza yabancılaştıran, onu en kritik çağda yeryüzünde sorumsuz, başıboş ve saygısız kılan, maddeci ve çıkarcı bir zihnî kalıp içerisinde yaşarken ölüme sevkeden, aşağılık bir varlık hâline yönelten şartlar ne olacak?
Bu ikinciler ortadan kaldırılmadan, Türk insanı kendi ruh köküyle başbaşa bırakılmadan, onu kendine, aslına yaraşır bir yüceliğe ulaştıracak hür ve açık bir dünya kurulmadan birkaç silâhın elde edilmesinin hiçbir önemi olamaz.
DEVLET — AĞUSTOS : 1978 11
lacaksınız. Anlaşmaya tepki gösteren Hak-îş Genel Başkanı Mustafa Taşçı'nm yanı sıra, işverenler de «fiatlar alabildiğine artarken ücretle, rin dondurulması kesin çözüm değildir; esas sıkıntı ücret artışından değil, kıdem tazmina-tındandır» diyerek görüşlerini belirttiler.
Anlaşma incelendiğinde, sendikacıların belirttiği gibi anlaşmanın işçiye hiç birşey kazandırmadığı ve tatbikinin
12
çok güç olduğu görülmektedir.
Anlaşmanın hükümete yüklediği görevleri kısaca şöyle sıralayabiliriz :
1 — îşçi ücretlerinden daha az vergi kesilmesini sağlayacak biçimde yeni vergi ka-rununu meclisten geçirmek ,
1 — Enflasyonu önleyecek tedbirler almak,
3 — Kamu iktisadî kuruluşlarını kâr edecek duruma getirmek,
4 — î ş Kanunu'nun 13,17 ve 24. maddelerini değiştirmek.
Hükümetin işçiye yeni hak. I lar verebilmesi için bütün
bunların yapılması gerekmek-I tedir. Ancak görüldüğü gibi
bütün bu görevler hükümetin, bu anlaşma olmasa da, zaten yapmak mecburiyetinde olduğu vazifelerdir. Mevcut iktisadî durum karşısında bun
ların gerçekleştirilmesi ise bugünkü iktidarı aşan mesele-
II 1er olduğundan, tabir caizse
DEVLET — AĞUSTOS : 1978
MİSK Genel Başkanı Ö. Faruk Akıncı ile «Toplumsal Anlaşma» hususunda bir görüşme
DEVLET : Sayın Akıncı, Türk—İş ile hükümet arasında yapılmış olan Toplumsal anlaşma. yi ve sayın Haliü Tunç'un tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
AKINCI : Türk—îş ve Ecevit Hükümeti uyuşmuş bulunmaktadırlar. Bu anlaşmada, ilk bakışta da görüleceği üzere, hayra alâmet bir anlaşma değildir. Zira Türk işçisinin kazanıl, mış haklarına bir el koyma görünümü içindedir bu anlaşma. Öte yandan Ecevit Konfederasyon seviyesinde yapmış olduğu anlaşmada bir tutarsızlığı, bir çelişkiyi, bir hatayı da sergilemektedir. Şöyle ki, daha dün gerekirse kamu sektöründe uzun süreli grevleri göze alarak aşı. rı ücret zamlarını önleyeceklerini imâ eden hükümet yetkilileri bugün hangi kaynaklardan vaadlerini karşılayacaklardır? Bir fikir değişik, liginin sebebi verilecek tavizlerden sonra Türk sendikacılığının ve işçi haklarının kayıtsız şartsız teslimine yeltenmekte ise Halil Tunç da, Ecevit de yanılmaktadırlar.
Çünkü Türkiye'de faşist devlet sendikacılığını yaratmak iseteyen bu kişilere yürürlükteki kanunlar imkân vermeyeceği gibi Türk işçisi de böyle bir açmaza düşecek devrini çoktan geçmiş bulunmaktadır.
DEVLET : Bütün bunların sebebi sizce nedir?
AKINCI : Bütün bu gayretlerin sebebi şudur : Türkiye'nin iç ve dış meselelerine hiç bir çözüm getiremeyen, beceriksizlikleri ve part i-
zanlıklarıyla Türkiye'yi daha ağır bunalımlara doğru sürükleyen ve sallanmakta olan bu iktidara Halil Tunç vasıtasıyla Türk işçisi koltuk değneği yapılmak istenmektedir. Gerçek bu-dur.
Bu davranış Halil Tunç'un dediği gibi millî kaygulardan ve sorumluluklardan kaynaklanmamaktadır. Eğer böyle olsaydı bundan önceki hükümetler zamanında meclis çoğunluğuna dayanan Türkiye Cumhuriyeti hükümetini yıpratmak için genel grev ilan ederek bizzat Halil Tunç şarteli indirmezdi.
Dolayısıyla yapılan bu anlaşmaların sorum, lulukla uzak yakın ilgisi yoktur. Kaldı ki, bir siyasî kuruluşun başarısızlıklarını örtbas et. mek için gösterilen bu gayretlerden maksat, kamuoyunun dikkatlerini başka tarafa çekmektir.
DEVLET : Sayın Akıncı, bu anlaşma hukuki açıdan, sendikaları bağlamakta mıdır?
AKINCI : Hayır! Bu anlaşmalarda varılan sonuçların hiç bir hukuki geçerliği yoktur. Tür.
kiye'de sözleşmeler işverenle yetkili sendika arasında yapılır. Konfederasyonların ise, direkt müdahaleye en ufak bir hakkı yoktur.
Kamuoyunda da tam bir siyasi oyun olarak nitelenen bu davranışların dolayısıyla hiç bir dayanağı kalmamaktadır.
Bu arada sunuda belirtmek isterim ki, bunların bir tek gayesi vardır. Bu gayede Türk.îş de, DİSK de, Ecevit de birleşebilmektedirler. O da işçiye ihanettir. Evet üzülerek ifade ediyorum ki, Türk işçisine ihanet edilmektedir. Yapılan bu anlaşmalar, girişilen bu oyunların altında yatan odur. tnançlı işçiye ihaneti, işçiye oyunu hedef alan davranışlar olduğunu kısa zamanda hep beraber göreceğiz.
Türk siyasal hayatına onüjç başlı parselas. yon hükümetini musallat eden zihniyetten bundan fazlasını beklemek zaten abesle iştigal olaca. ğından MİSK olarak ister üyemiz olsun, ister olmasın bütün işçi arkadaşlarımıza duyurmak isteriz ki; Anayasa'da yerini bulan toplu sözleşme, grev ve sendikal haklardan kimse kimseyi vaz. geçiremez. Ve gene kimse Anayasada yerini bulan haklara dokunamaz. Yapılan anlaşmalar masalarda kalmağa, sumenler arasında unutulmağa mahkûmdur.
DEVLET : Sayın Akıncı, imzalanan bu top lumsal anlaşmada işçi aleyhine hükümler bu. lunmaktamıdır.?
AKINCI : Bülent Ecevit ve Halil Tunç tarafından imzalanan ve adı toplumsal anlaşma olarak nitelenen gerçekte ise, topluma birşey. ler kazandırmaktan çok, bir şeyler kaybettirme gayesini güden bu anlaşmada işçi aleyhine olan hükümleri maddeler halinde şöyle sıralayabiliriz :
1 — Toplu sözleşmelerde 1976 ücretlerine iki yıllık fiyat artışları eklenecektir. Türk parasının 1976 yılma göre değerini düşünerek bu değerlendirmeye kalktığımızda göreceğimiz odur ki, bugün arada bulunan farkla ücretler yalnız sınırlandırıl mamakta aynı zamanda dün taban alındığı için, bugün dondurulmaktadır.
2 — Çalışanların yönetime katılmasından söz edilmektedir. Bizim öteden beri MÎSK olarak tezimiz, yönetime ve kâra ortak bir sistemi var kılmaktı. Eğer emek ve sermaye barışı için. de bunu gerçekleştireceklerse, buna bir diyeceğimiz yoktur. Yalnız sezdiğimiz ve gördüğümüz odur ki, hazırlanacak bir modelden söz edil. mektedir. Bu model nedir? Bu açıklığa kavuşmamıştır.
3 — Asgari ücretleri ve normlan bir teknik komitenin tespitinden söz edilmektedir. Zaten
DEVLET _ . AĞUSTOS : 1978
bundan önce de durum bu vaziyetteydi. Teknik kurullar asgari ücretlerin artışını ve tabanını tespit ederlerdi. Bu sözle neyin kastedildiği neyin yenilik olarak sunulduğu da anlaşılamamıştır.
4 — Toplu pazarlık ve grev toplumsal ihti. yaçlara cevap verir hale getirilecektir, buyurmuşlar. Toplu pazarlık ve greve kötü örnekler getirenler kendileriyle yandaşları olan DÎSK'tir. Bunu, yani grevi gaye olarak değil de son çare olarak nitelemeği göze alacak olurlarsa, o zaman bizim kendilerine (günaydın) demekten başka bir sözümüz olmayacaktır.
5 — Her ne kadar sendika seçme özgürlüğüne saygılı olmaktan söz edilmekteyse de, sendikalar arası rekabetin önleneceğinden de dem vurulmaktadır. Bu da göstermektedir ki, hürriyetlere saygısını hergün biraz daha kaybeden bu hükümet Anayasa'da var olan sendikaların varlığından da şikâyetçidir. Çünkü güdümlü faşist devlet sendikacılığına yönelmeğe yeltenmesi bunun en güçlü delili olarak bu anlaşmada yer almış bulunmaktadır.
6 — Hukukî hiç bir dayanağı olmayan ve kanunlar karşısında sorumsuzca ortaya çıkarılan bu sözde anlaşma, bu gecekondu anlaşmayla işçinin kazanılmış haklarını elinden almak isteyen ECEVÎT ve yandaşı TUNÇ'a en kısa zamanda Anayasal çizgiler içinde MÎSK olarak gereken cevabı vereceğimizi ve inançlı işçi önderliğimizi sürdüreceğimizi bir kez daha açıklamak isterim.
DEVLET : Teşekkür ederiz efendim.
HAR EGZOST TİCARET U. S. 0.
MURAT 124 — MURAT 131 — ANADOL — RENAULT 12 —
MERCEDES-BENZ
EGZOST BORU ve SUSTURUCULARI ANKARA
Bayii ve Servis İstasyonu
Küçük Esat Cad. Yaprak Sok. No. 1 Tel : 25 49 16 -18 73 31 — Ankara
işçiye «balık kavağa çıkınca» size yeni haklar vereceğiz denilmektedir.
Meselenin daha iyi anlaşılabilmesi için anlaşmadaki bazı müşahhas ilkeleri de şöyle sıralayabiliriz:
1 — 1976 yılı satın alma gücü bu dönemdeki toplu sözleşmelerinde ücret artışlarının ta
vam olacak. Sosyal yardımlar da bu tavanın içinde kalacak.
2 — Ekonomik ve toplumsal yardımların asgari normlarını, bir teknik karma komite tespit edecek.
3 — Çalışanların yönetime ve sorumluluğa katılmalarını sağ 1 ayacak bir «model» hazırla
nacak.
4 — Toplu sözleşmelerde, ka. mu kuruluşunda yönetimin etkinliğini azaltacak maddeler konulmayacağı gibi varolanlar da çıkarılacak.
5 — Hükümet ve Türk_İş arasında kurulacak teknik komisyon, yasalarda ve uygulamada yeniden düzenlemeler yapacak. Düzenlemeler şu a. hırtlarda:
a) t ş Yasanın 13., 17.. ve 24. maddeleri (iş akdinin feshi ile ilgili)
b) Yetkili sendikanın tespiti için referandumun yasalaştırılması.
c) Toplu pazarlık ve grev, toplumsal ihtiyaçlara cevap verir hale getirilecek.
6 — Ekonomik kalkınmayı gerçekleştirecek işbirliği için sürekli bir komisyon kurulacak, bu komisyonda bir Devlet Bakam bulunacak.
7 — tşçiye kârdan hisse verilecek.
8 — Ücret lerarası denge için bir fon oluşturulacak, ek protokoller yapılmayacak.
Yukarıda görüldüğü ve daha önce de belirttiğimiz gibi anlaşma işçiye yeni hiç birşey getirmediği gibi, b i r çok karışıklıklara da sebep olacaktır.
Bu arada anlaşma gereği olduğunu ileri sürerek, hükümetin petrol fiatlarına yapılacak zam konusunda Türk-îş 'e akıl danışması da Türk ekonomisinin bir ilkokul mezununun kabiliyetine terke-dildiği intibaını uyandırdığından endişe vericidir.
Bu anlaşma iddia edildiğine
göre, Ecevit ve Tunç'un birbirlerine ödedikleri «diyet anlaşması» olarak nitelendirilmektedir. Ayrıca anlaşmayı takibeden günlerde Halil Tunç'un ikinci defa kontenjan senatörü seçilmesi Ecevit'in bu konuda aktif rol oynadığı iddialarını kuvvetlendirmektedir.
«Kurtarılmış Bölge Safsataları!» Devam Ediyor. Halk Meclisleri ve Halk Mahkemelerinin Yeni Marifetleri
Türkiye'de faaliyetlerini s ü r dürmekte olan komünist teşkilatlar yıkıcılık ve bölücülük hareketlerini son aylarda sür. atle artırmış bulunmaktadır. Komünizmi ve bölücülüğü suç saymıyan bugünki CHP iktidarının tutumu yüzünden Türk devletini tehdit eden bu teşkilâtlar çalışmalarını hızlandırmıştır. Tamamen Türk devletini ve milletini bölmeyi amaçlayan bu hareketler çeşitli sol fraksiyonların stratejik farklılıklarına rağmen belli bir hedefe doğru gitmektedir .
Türkiye'nin çeşitli illerinde bazı bölgeleri «Kurtarılmış bölge» ilân eden ve oralarda başka düşüncelere yaşama hakkı tanımayan bu tür hareketler, şehir gerillacılığının birer merhalesi olarak kabul edilmeli ve buna göre değerlendirilmelidir. Devlet otoritesinin olmadığı bu bölgelerde, halk meclisleri kurulmakta ,halk mahkemeleri bölge halkını yargılamakta ve onları «ölüm» e bile mahkûm etmektedir.
Ecevit iktidarının kurulduğu günlerin akabinde Ümraniye'de böyle bir durum zuhur etmiş 5 ülkücü işçi ölüme mahkûm edilerek karar feci bir şekilde infaz edilmişti. 3on günlerde ise yeni «Kurtarılmış bölgeler» ve «Halk mahkemeleri» görüyoruz. Do-
ğu'da bazı sınır illerimizde vatandaşların pek çoğu eşyalarını toplamış, göç etmeye başlamıştır. Ümraniye olaylarının akabinde bir beyanat veren Başbakan Bülent Ecevit «Kurtarılmış Böige safsatalarına son vereceğiz» şeklinde konuşmuş, fakat bugüne kadar hiçbir tedbir alınmadığı gibi bazı davranışlarla yardımcı olunduğu görülmüştür.
Gazetelerde çıkan en son haberlere göre Kars iline Erzurum plâkalı arabalar sokul-mamakta, giren vasıtalar ise tahrip edilmektedir. Bilindiği gibi Kars ' ta uzun süredir bir terör esmekte ve vatandaşlar göçe zorlanmakta idi. Şimdi ise bir şehre ait bütün arabalar Kars'a sokulmamakta-dır.
Şehir girişinde bazı kişiler tarafından pusu kurularak araçlarının tahrip edildiğini söyleyen şoförler, 25 plâkalı hiçbir aracın Kars'a alınmadığı ve girenlerin ise çıkışta tahrip edildiğini söylemişlerdir. Bu arada Erzurum plâkalı resmi araçlar bile Kars'a girememekte ve başka vilâyetlerin plâkasmı takmak mec buriyetinde kalmaktadır.
ESERTEPE HALK MECLÎSİ FAALİYETTE
Ankara'da iktidar yetkililerinin tamamının bulunduğu bir vilayette ise cereyan eden hadiseler Kars'takinden pek
14 DEVLET — AĞUSTOS : 1978
YAKTIN BİZİ MUZAFFER
Ayhan TUĞCUGİL
(Dikkat! Bu yazı sesli ve topluca okunmak üzere kaleme alınmıştır. Okuyan arkadaşın son derece asık suratlı, o'ınası, en büyük felâketle karşılaşmış gibi bir ifade takınması ve sesinden bitkinlik, teslimiyet ve acı akması gerekir.) Hapı yuttuk ülkudaslarım! En önemli sırla, rımız fâş oldu. En güçlü yeraltı teşkilâtlarımız ve kozmik gizlilikteki plânlarımız ele geçti. Artık yapabileceğimiz birşey kalmadı. Ellerimizi havaya kaldırıp teslim olmaktan gayrı...
Ve bütün bu felâketleri başımıza getiren, Ecevit'in birkaç ay önce düzenlediği valiler toplantısında hız ve ilham alan bir valinin, Ağrı Valisi Muzaffer'in operasyonlarıdır. En çok yandığım şey de bu zaten. Bizi mağlub eden hiç olmazsa Özaydmlı, hiç hiç olmazsa Ankara veya istanbul valisi olmalıydı.
Şiir Ağrı'nın da taşına bak Gözlerimin yaşına bak Muzaffer bizi esir aTdı Şu feleğin işine bak.
Ben, acı haberi, yansız halk çocuklarının gazetesi Milliyet'in 21 Temmuz 1978 tarihli sayısının 9. sayfasında okudum. îliklerim dondu. Milliyet de THA'dan almış Buyrun.. :
«Ağrı Valisi Muzaffer Yüce, «Eğitim Ensti" tüsü'nde çağdaş eğitim ükelerine uygun eğitimin başladığım, yapılan Turancılüc haritalarının ele geçirildiğini» açıklamıştır. Vali, THA muhabirine verdiği demecinde, «Tujrancıhkla ilgili komando haritalarının bulunduğu Eğitim Ensti-tüsü'nde 16 Türk Devleti'nin kurulmak istendiği Orta Asya plânlan da elime geçti.» demiştir.»
Gördünüz mü? Yukarıda sözünü ettiğim valiler toplantısın
dan sonra ben tehlikeyi arkadaşlarıma anlatmağa çalışmış, fakat kimseye dinletememiştim. Hatırlayacaksınız Ecevit valilere «iyi iz kovalamalarını» emretmişti. Valiler iz kovalamaya başlayınca, mesailerini iz sürmeğe hasredip kaabiliyetleri ölçüsünde bu konuda mütahassıs-laştıkça, dağda, bayırda, caddede, sokakta boz-kur t lann izlerini takib ede ede derunumuza sızacakları belliydi. İşte iz kovalamada en mahir
leri, bilemiyorum doğuştan mı yoksa sonradan mı kazanılmış bu yeteneğiyle, Ağrı Valisi Muzaffer bizi yakaladı.
Ülküdaşlarım, artık direnemeyiz. İşte ben, bütün moralimi yitirdim. ETKO'nun (Ecevit'ten Türkiye'yi Kurtarma Organizasyonu) gizli; İTKO ve NETKO'nun (trfan'dan ve Necdet'ten Türkiye'yi Kurtarma Odaları) en çok gizli başkanı olarak bülbül gibi konuşacak ve sırlarımızın tamamını açıklayacağım: (Nasıl olsa her-şey bitti.)
Muzaffer...: Tuttuğun izi biraz daha kovalarsan kurmayı plânladığımız 16 devletin bayraklarını da yakalacaksın. Artık zahmet etme. Ben söyleyeyim : En yakın kitapçıda bulamaz. san, 16 bayraklık takımı, P.K. 284, Bakanlıklar Ankara» adresinden 150 TL'ye ödemeli isteyebilirsin .Yalnız «kurmayı planladığınız» değil, «tarihte kurulmuş» de. Oradakiler öyle bilirler. (Malûm, yeraltı çalışması bu, başka şeye benzemez.) Sizin hangi Orta Asya Turan Komando plânını ele geçirdiğinizi bilmiyorum. Fakat bu plânların son baskıları - yin e civar kitapçılarda yoksa - yukardaki adresten 35 TL karşılığında istenebilir. Yalnız isterken «plân» değil «harita», «kurulacak» değil «tarihte kurulmuş» de. Biz onlara öyle demiştik...
Bülbül gibi konuşmağa devam ediyorum: Bu onaltı devlet ve onların bayrakları, 1969 yılında Ankara'da «Ajans Türk Matbaacılık» adıyla faaliyet gösteren ve Ankara Sanayi Odası'nda tescilli gizli bir anonim şirket tarafından takvim örtüsü altında bastırılmış ve birçok resmî ve özel kuruluşun ve meskenlerin duvarlarım 365 gün boyunca süslemişti.
Muzaffer...! İtiraflarıma devam ediyorum. Nasıl olsa bu iz sürme kaabiliyetinle sen bunları kendiliğinden öğreneceksin: Teşkilâtımız Cumhurbaşkanlığı'na kadar sızmış ve oraya mühim çengeller atmıştır. Bu meyanda Türkiye Cumhuriyeti Riyaseticumhur forsuna kadar nüfuz edilmiş ve bu forsun, kurmayı tasarladığımız 16 devleti temsil etmek üzere, bir güneş etrafında 16 yıldız olması temin edilmiştir. Hem de bu operasyon taa Atatürk zamanında gerçekleştirilmiştir. Cumhurbaşkanlığı Muhafız Birliği'nin sancağında, subay ve erlerinin üniformalarında da bu gizli işaretimiz vardır. Yine Atatürk zamanında «Göç Yollan» ve başka kisveler altında gizli Turan Komando haritalan-nı ilkokullara kadar, müfredat programlanna dek sokmuştuk.
Naapcaz şimdi? İşte heyşey ortaya çıktı. Ortaya çıkmakla kalmadı, Muzaffer'in açıklamasına göre plânlarımızın icrasına da engel olundu. Artık Ağrı Eğitim Enstitüsü öğrencileri-
(Devamı Sayfa 40'da)
DEVLET _ AĞUSTOS : 1978 15
ıisn i t i b a r a » j?aaliy«ts
r l rv ı l4ir.d« VJtV.a .-uvîet
, H 1) »S»*r-t»p«>H<fr<,M«si.''.si» 56Ç«i.§tjt. ...
*aa'K(riy&alas>j:n» lV: I«n i r , . ^ \İ) :"£3art«>p« Hali: MecHei" ^.ev.u* tnrju- ' t . ' c r l o t i n i -.:>.r.ı.'
y ı k i l ı s t-;^ edllsaa*. i ç in çr. s jarenr, | H $ 3 "Saernepe tîaik K e d i s i » VsV.rli arı,?.ı:rl«>;Ia tcrrtar.ır .
.arı <if.&ıtx<r: îsrgü-st arep.'.'İ3<;-.yla Sactgtupa fcsiHinn jsie$, ı:ssAis«v;6 V|.:-j v^üiiiji» . - i * : : . .\vfı Jçar.-arİM- Esortej><3 MI ;;» y4t-S£$lÂn fca£li ..-. ' " !
, e ; "Eser ime >!::.yf Mei_i .:,' rOsrinf. uysâyinlar^ Halk ". " s l t t^İuraergı 2P. i..;: fa .:. •-.. ;-j].ai:iı> va -Uıaar. to.r:t:^,' J
cattHç-vfj
ı «d an > »Ti f, - T ^ :"-" i l i r . j £ML*ÜS»?* £« ^ ^ « K s Ş t*J, Halk K ı e K o i s i r - - .v • ' ; = . . .
Tu>ia yayııîl :;»!>•. \ ; t • -.; '8) Halk. Jk-tlişittir. a l d ı r ı j:.- ,»r! a? jakjnck. yıyxnl<--jnur»l: cî.ra "î
fSö»*« rıûe &»«3>t«p« K: l.a.-ic'^'.iy-ii'olstBİftır;'. ' ^ «
* • • • • • • • ••«. ' * w
H3«rtap6 S â ^ ç i halfcinj., Kal:: Mecl is ini dostc'rlşney» ve r.l<lı$ı Z' s a r a r l a r a uyaaye jc&j.îi.tas.
farklı değil. Ankara'nın bazı semtlerinden sonra «Kurtarılmış bölgelere» yenileri eklenmektedir, işte bunlardan birisi ise Etlik - ESERTEPE halk meclisi. Yukarda klişesini de gördüğünüz gibi bu semtte bir meclis kuruluyor ve meclise bağlı olarak ta bir mahkeme kuruluyor, yayın organı neşrediliyor. Hatta yayın organında bir ibare varki sayın İçişleri Bakanı Özaydınh'-nm okuması ve görmesi gerekir. «Esertepe halk meclisi Esertepe sınırları içinde bütün devlet fonksiyonlarını üstlenir» deniliyor.
Şimdi hepbirlikte 8 Temmuz 1978 tarihinde yayınlanan ve mahalle halkına dağıtılan bildiriyi okuyalım :
ESERTEPE HALKINA 1 — Eesertepe Ha?k Mecli
si 8 Temmuz 1978 tarihinden itibaren faaliyete geçmiştir.
2 — Esertepe Halk Meclisi
Esertepe sınır lan içinde bü. tün devlet fonksiyonlarım üstlenir.
3 — Esertepe Halk Meclisi mevcut burjuva devletini tanımaz ve onun yıkılıp yok edilmesi için çaba harcar.
4 — Esertepe Halk Meclisi belirli aralıklarla toplanır ve aldığı kararları dağıtım örgütleri aracılığı ile Esertepe halkına ulaştırır.
5 — Esertepe Halk Meclisinin aldığı kararlar Esertepe bölgesi içindeki tüm yurttaşları bağlar.
6 — Esertepe Halk Meclisinin kararlarına uymayanlar, Halk Meclisinin oluşturacağı Halk Mahkemesinde yargılanır ve alman kararlar yine Halk Meclisine bağlı silahlı milis güçleri tarafından yerine getirilir.
7 — Meclis Sesi, Halk Meclisinin resmi yayın organıdır
ve düzensiz arahkTarla yayınlanır.
8 — Halk meclisinin aldığı kararlar yalanda yayınlanacak olan «Meclis Sesi» nde Esertepe halkına duyurulacaktır.
Kurtarılmış bölge tabirini «Safsata» olarak nitelendiren Başbakan Bülent Ecevit acaba bun ne diyecek? Merakla beklenmektedir.
Milli Eğtimde Sürgün ve Kıyım Devam Ediyor!
CHP iktidarının uygulamış olduğu kıyım ve sürgün furyası Millî Eğitimde aşırı bir şekilde hızını art ırmakta, kimsenin aklına gelmiyecek sürgünler yapılmaktadır. Geçtiğimiz günler içinde Millî E-ğitim Bakanı'na bir muhtıra veren Ülkü-Bir Genel Merkezi ise Bakan Necdet Uğur'u istifaya davet etmiştir. Verilen Muhtırada 5 Ocak 1978 ta. rihinden bu tarafa 3000 öğretmenin sürgüne uğradığı ifade edilmiş ve iktidarı «kıyım ma-kinası» olarak nitelendirmişlerdir.
Mevcudu Bulunmayan Okullara Yapılan Tayinler?..
Yapılan sürgünlerde eşler birbirinden ayrılmakta, bazı öğretmenler bile bile ölüme gönderilmektedir. Bazıları ise mevcudu bulunmayan okulla ra sürülmektedir. Bunlardan birisi ise Bucak-Burdur Sos. yal Bilgiler öğretmeni Hüseyin Ali özen.
Hüseyin Ali Özen Bucak Lisesi Sosyal Bilgiler öğretmeni iken MEB Orta Öğretim Genel Müdürlüğünün 9019 sayılı 26.4.1978 tarih ve 736 nolu kararnamesi ile Adana-Feke Hasbeyli Ortaokulu Sosyal
16 DEVLET — AĞUSTOS : 1978
Bilgiler öğretmenliğine sürülür. Hani buraya kadar olanına gayet normal diyeceksiniz. 3°00 ülkücü öğretmenin başına gelenlerden pek farklı değil.
Öğretmen Hüseyin Ali özen yeni görevine başlamak için Feke'ye gider ve orada böyle bir okul bulamaz. Kaymakamlık makamına yazdığı bir yazıda ise ilçe hudutları için. de böyle bir okulun bulunup bulunmadığını sorar. Feke kaymakamlığının yazısını ib
retle buraya alıyor ve yayınlıyoruz.
«İL MAKAMINA ADANA
Millî Eğitim Müdürlüğüne:
İlçcnıi/. HasbeyJi Ortaokulu stajyer Sosyal Bilgiler Öğretmenliğine tayin edilen Öğret, men Hüseyin Ali özen, ilçemizdeki görevine başlamak üzere bugün gelmiş ancak ilçemizde böyle bir okul olma-
(lığından göreve başlatılamamıştır.
İlgilinin Kaymakamlığımıza vermiş olduğu dilekçesi ve eki bir kararname sureti ilişiktedir.
Bilgilerinize arz ederim. Abdul'ah Durukan
Feke Kaymakam V.»
Ve bir sürgünün hikâyesi de böyle. Olmaz olmaz demeyin.. CHP iktidarında olmaz olmaz yok.
FEKE J^AYMAK4Mİî6l Ya*i İ^terf Müdürlüğü- ..
m«M& FEftE : ^ f JJi MÂ
.İL'KAKAMINA .f ?•. ,;r. • y ABA:TA
Mili 1 : • İSg i t iıa Mdi&lü^uaâ; * V İ ^ fiçeıaiz kaöbeyi i örâaokula Ş tu^yor^yoo^ l ^ I l ^ i l e r . -.ft̂ M t̂ftösj
l l i * | ^ e t a y i n e d i l e k öğretmen Hüseyin Ali'Üaen» ilçfmiü&deki görevi.»* bi^Ifauıak üzere kugua'^elaiş . . ancak; ilçemizde- böyle b i r okul olmadı- • ğ iA4 a n göreve baçlatı lantaiî i ı^tır» , ;y
, - İ l g i l i n i n Kâykuilcaıaİıgıiaaa,verıaiş olduğu d l l okçee i v» *ki b i r ] ,-kartıraarae s u r e t i i l i ^üc t i r , »
/7\ a i l e l e r i n i z e ax!ö«doxi»«« • y
m U d i A l l f ^ / D U H l M K
Ayın Yorumu (Baştarafı Sayfa 2'de) kulmuştur. Maddî ve manevî işkencelerle milliyetçiler sindirilmek istenmektedir.
Hiçbir iktisadî, siyasî sosyal ve kültürel hata bu saydıklarımızdan vahim değildir. Tehlikede olan, kesemiz, boğazımız, nefsimiz, eğlencemiz, seyahatimiz değildir. Tehlikede olan devletimizdir, devlet ve millet birliğimizdir.
Ecevit ve CHP iktidarının diğer hatalarını ve komikliklerini; onların acemiliklerine, amatörlüklerine ve Ecevit'in Kerenski özen
tisi pozlarına bağışlayabiliriz. Ve bekleriz ki, millet bunlardan bıksın, yorulsun... Ama, devlet varlığımızın içinde bulunduğu tehlikeler karşısındaki tutum ve davranışlarını bağışlayamayız. Buna hakkımız da yoktur. Tarih ve gelecek nesiller bunun hesabını bizden muhakkak sorar.
Türkiye Cumhuriyetinin, bir Kore, bir Vietnam, bir Pakistan, bir Almanya, bir Lübnan ve benzerleri gibi parçalara ayrılmasını istemeyenler; devlet birliği fikrine her kaygıyı aşan bir ciddiyetle bağlı olanlar artık uyanmalı, uyuyanları da uyandırmalı ve sefere koyulmalıdır. Başka hesapları, küçük hesapları sonra görürüz...
DEVLET — AĞUSTOS : 1978 17
BURNAKA
Doç. Dr. Ahmet RIFAT
İ ŞİTMİŞ olmalısınız, bir çok yö rede kavun'un ham'ına, ermemiş'ine
KELEK derler. Hattâ, biraz ham ervah, biraz çiğ, olgunlukdan pek nasibi olmayana—bilhassa gençler arsında— «hadi ordan kelek!..» diye takılırlar. Kelek'in umum naza-rındaki yeri budur.
Tabiî bizim köyde de öyle. Ayrıca bizde kelek de üçe ayrılır :
Birincisi normal kelek'dir. Doğuşu ve gelişmesi normal ve sıhhatlidir. Rengi canlı, biçimi düzgündür. Normal bir şekilde büyür, güzelce erer. Cinsinin iyi bir kavunu olur. İkincisine (Mirtli Kelek) deriz. Doğuşunda, daha çiçekde iken içine yumurta atılmış kurt teşekkül etmiştir. Bu kurt, kelek henüz çok küçükken, taptaze iken onun bir yerini yer, içinden bir kısmını kemirir, sonra bir delik açar çıkar gider. İşte artık kelek yaralıdır, bir yeri delikdir. Orası ve civarı sakatlanmadır. Artık kelek mirtli'dir. Bilhassa o delik ve yaralı kısmı ve civarında gelişme olmaz. Öbür tarafları gelişmeye çalışsa da sakat tarafının tesiri ile bir türlü normal büyüyemez. Rengi kavunu andırsa da tadı hiç de kavun tadında olmaz. Şüphesiz biraz büyür ve olgunlaşır. Ama ne görünüşünde kavun manzarası vardır, ne tadında kavun tadı. Tıpkı ağaçların dibine düşerek, orada zamanla ermiş gibi olan, yumuşayan, rengi değişen armut, elma, erik şeftaliye benzer. Kokusu da yokdur. Velhasıl kavun değildir o, olsa olsa bücür bir kavun müsveddesidir.
Üçüncü nevi keleğe biz doğrudan doğruya BURNAKA deriz. Burnaka, kurt yeniği değildir .Ancak içe veya dışa ait bir sebeple" bir yanı gelişemeyecek derecede sakat o-
lan, yaralı olan, eğri büğrü, yamuk yumuk bir kelek'dir. Netice itibariyle Mirtli Kelek'-den bir farkı yoktur Burnaka'nın. Sağlam tarafı büyümek, gelişmek, ermek ve olmak istidadındadır. Lâkin sakat tarafı, anormal tarafı buna engeldir. Burnaka'yı sağlam, gösterişli, kavuna benzer tarafından ve uzakdan görenler onu görkemli bir kavun olacak zannederler. Aldanırlar tabiî. Erbabı ise onu iyi bilir, uzakdan görür görmez şöyle bir bakar, hükmünü verir: Bu kelek Burnaka'dır, asla kavun olamaz. Gerçi bir yanı, sağlam gibi görünen yanı zaman geçince tıpkı Mirtli Kelek gibi, ağaç altına düşmüş ve orada zamanla yumuşamış erme ve olgunlaşma manzarası kazanmış meyveler gibidir. Kavun zannedilir, ama değildir. Kavun olmuş sanılır; ama nafile, kavun değildir.
Mirtli Kelek ve Burnaka işe yaramaz mı?.. Ne münasebet, yarar tabii... Hiç Allah abes yaratır mı?... Af buyurunuz, bok böceğinin bile azim fonksiyonu olan şu âlemde Mirtli Kelek ve Burnaka da elbet bir, hattâ birçok işe yarayacaktır. Her şeyden evvel sıcak yaz günlerinde tarlaya gidenin hemen susuzluğunun giderilmesinde mühim rolü vardır. Kavun gibi tadı yoksa da hiç olmazsa, henüz kelek iken suludur. Kemire kemi-re yersiniz. Susuzluk giderir, serinlik verir-Ayrıca, kıtlık zamanlarında, mahsûlün olmadığı senelerde, sağlam gibi olan kısımlar., hafif ermeye yüztutunca kavun niyetine yenir. Ne yapacaksınız, koyunun bulunmadığı yerde keçi Abdurrahman Çelebi'dir. Eğer Mahsûl bol ise kavun olarak kimse Mirtli kelek ve Burnaka'nın yüzüne bakmaz. Ama bu hallerde de kadir ve kıymet bilir köylümüz Mirtli Kelek ve Burnaka'yı atmaz. Her ikisinin de sağlam kısımlarından güzel TURŞU yapılır: KELEK TURŞUSU.. Ancak dikkat etmek gerek: Kelek henüz kelek iken kopar-tılmalıdır, yoksa ermeye, kavun olmaya bırakıldı ve hafif sararmaya başladı mı artık ondan turşu olmaz. Bizim köyde bu işi, ke-lek'den turşu kurma işini kadınlar yapar, erkek işi değildir. Eğer zaman yoksa, iş çok i-se kadını da bu işe yanaşmaz. Bu kerre Mirtli Kelek ve Burnaka'Iar toplanır, at, e-
18 DEVLET — AĞUSTOS : 1978
şek, sığır, inek, koyun ve keçi gibi hayvanata taze ve sulu yem olarak yedirilir. Artık bunda kelek iken toplama, ermeye bırakmama endişesi yoktur. Ancak, yine de dikkat etmek gerekir, fazla verilirse İSHAL yapar. Zavallı hayvanlar amel olurlar. Demek bunda da dozunda hareket icap eder. Yoksa fayda yerine zarar getirir.
Köylü, kadını erkeği çocuğu ihtiyarı ile Mirtli Kelek ve Burnaka'yı çok iyi tanıdığı, ona kavun diye hiçbir zaman bakmadığı halde, onu zamanında koparıp Kelek olarak istifade ettiği halde, ömründe tarla ve bostan görmemiş, ziraati radyo ve televizyondan görüp işitmiş, kitaplarda okumuş, saksı çiçeği dışındaki âlemden habersiz, profesör ve ressam çocukları, kısa pantolonla büyümüş problemli apartıman çocukları ilk defa girdikleri bir tarlada, hele karşıdan, sağlam yanından görmüşlerse ve hele ermeye de bırakılmış, zamanında kelek olarak toplanması unutulmuş ise, burnaka'yı kavun olacak kelek zannederler. Ayrıca onların kavun - kelek farkını bildikleri de şüphelidir ama o başka bir mesele.
Mirtli Kelek ve Burnaka'ya, kavun olur belki diye bel bağlayan bostancı aklanmıştır. Boşuna ümitle bekler. Hiç olmazsa gök iken, ermemiş iken turşu olacak, hayvanata yem olacak Mirtli Kelek ve Burnaka bir de ermiş, kavun manzarası almış ise artık onu turşuda da kullanamazsınız, hayvanata yem. olarak da. Onu artık hayvanlar da yemezler. Böylelerinin sonu tarlada çürümek-tir. Ama gübre olarak da işe yaramaz, çürütür, bozar, türlü hastalıklara sebebiyet verir. Bu sebeple Burnaka'ya, Mirtli Kelek'e son derecede dikkat etmek gerekir.
Bunca uzun sözleri niye yazdım?... Elbette maksadım bostan hakkında bilgi ver-mak değil. Böyle bir mecmuada bunun yeri yoktur. Lâkin şöyle bir düşünseniz, etrafa bir bakar, hergün radyo ve televizyon dinler ve seyrederseniz, gazeteleri okur, çok değil, teşehhüt miktarı kafa yorarsanız etrafınızın, üstünüzün, bilhassa devlet ve hükümetin üst katlarının Mirtli Kelek ve Burna-ka'larla dolu, hattâ dopdolu olduğunu görürsünüz. Bunların bir kısmı şeklen fil gibi
dir, ancak ruhen ve aklen Burnaka'dır. Bir kısmı da hem şeklen, hem. de aklen Burnaka... Birisi, birinciler için aklen kasîr, batnen kesîr demişti. Üstad Necip Fazıl da namütenahi bir gövde ve üzerinde toplu iğne başı kadar bir kafa, yani beyin, diye tarif eder. Ancak, tıpkı Mirtli Kelek ve Burnaka gibi bunların da bir sağlam, normal, gelişmeye müsaid yanları vardır. Kendilerini bilip orayı çalıştırsalar, gelişdirseler ve kullanmaya baksalar hem kendilerine ve hem de memleketlerine çok faydalı olurlar. Lâkin tıpkı Mirtli Kelek ve Burnaka gibi çürük, sakat, yampiri, egsantrik tarafları bırakmaz, haset eder sanki! Çıkar karşınıza bir şeytan, hilekâr, hokkabaz, acuze.
B İRİ çıkar, hem de pirleri olan biri, «işgal ve boykot aynı şeydir» der.
Mes'ul mevkide olduğu halde, ikide bir «yarınımızdan emin değilim» diye beyanat verir, ortalık alt üst olur, piyasa durur. Halbuki vazifesi, tam tersine, ortalığı yatıştırmak, olsa bile karışıklığı, emniyetsizliği belli etmemektir. Onun yamağı kalkar, «toprak işleyenin, su kullananın.» der. Milleti birbirine düşürür. Zorbalığı pohpohlar, ok-şar, ayağa kaldırır. İşçiyi kışkırtır, «isteyin isteyebildiğiniz kadar» der. Hariçdeki işçilere, «sakın döviz göndermeyin, çarçur ediyorlar» der. Onları iğfal eder. Her gün kan gövdeyi kötürür, asayiş berkemal diye beyanat verir. Komünist öldürür, milliyetçiyi tevkif ettirir. Katil dururken maktulü yakalar, hem de ölü olduğu halde. Mantığı Burnaka'dır zira, maktul olmasa kaatil fiilini işleyemeyecekti, o halde tutun maktulü diye ve emir verir. Bir başka Burnaka çıkar, çıkar, elin kâfir hatununa şiirler döktürür, bulunduğu ve işgal ettiği makamı düşünmeden. Çünkü aklen de ruhen de Burnaka'dır. Bir kısmı, milletin büyük bir kısmını egsantrik kabul eder. Merkezi olmayanlara, bir türlü bir merkez tutturamayanlara nazaran egsantrik olmak, o merkezden kaçık olmak büyük bir mezi-yetdir, haberleri yok. Biri çıkar yüzde doksan sekizi müslüman ve türk olan bir milletin düşünce ve imanına hücum eder, kınar;
(Devamı Sayfa 30'da)
DEVLET — AĞUSTOS : 1978 19
AYIN RÖPORTAJI Tefekkür Hayatımızın Büyük İsmi
CEMİL MERiC'Is Bir Konuşma
"BİR DÂVA ETRAFINDA TEK KALP TEK VÜCUD OLMALIYIZ..."
DEVLET — Sayın Cemil Meriç Toplumu, muzun uzak ve yalan tarihi hakkında genel bir değerlendirme yapar mısınız?
MERİÇ — İslâm öncesi dönem, belli bir zaman çerçevesine sığmayan bir destanlar çağı. Asırları kucaklayan bu döneme, Danilevsky ve Spenglere uyarak kültür çağıda diyebiliriz. Kavim, bütün serazatlığı, kanından ve coğrafyasın. dan gelen bütün vasıflarıyla kendisidir. Bir çiçeklenme, bir gelişme, bir dal budak salma, bir şuurlanma devresi.
Çeşitli inançlar, çeşitli medeniyetlerle karşı, laşan, iradesi çileler, zafer ve bozgunlarla bilenen bu genç ve yiğit soy, kemalini îslâmda bulur. Yatağına sığmayan o coşkun seli, ulu bir ırmağa kalbeder îslâm. Gittikçe genişleyen, derinleşen, suladığı topraklarda medeniyetin altın meyvalarını oluşturan bir ırmağa.
Spenglere sadık kalırsak İslâmiyet'e kadar uzanan çağ kültür çağıdır. Kalıplaşmayan, seyyal; bir arayış, bir tomurcaklanış çağı.
Selçuklular devrini kültürle medeniyet ara. sında bir geçiş merhalesi sayabiliriz.
Osmanlıda kültür çağının bütün vaadleri gerçekleşmiş, tomurcuklar meyve olmuştur. Ar. tık karşımızda destan sabahlan tahayyül eden, gözünü daldan budaktan sakınmaz delikanlılar değil, kan ve ateş imtihanından yüz akıyla çıkmış ve yüz akıyla çıkacak bir olgun insanlar topluluğu var. Tarihe yön verecek bir topluluk. Medreseleri, tekkeleri, asker ocakları, esnaf teşkilatıyla girift ve yekpare. Tek kitap, tek düşünce, tek gönül, tek bayrak. Vahye dayanan bir medeniyet. Vahye yani ezeli ve mutlak haki. kata. Osmanlının insanlığa en büyük armağanı insanlığın ezeli rüyasını yani insanı gerçekleş, tirmiş olmasıdır. îzmlerin sezdiği, aradığı, fakat bir türlü bulamadığı gerçek insanı.
Bu insan feragettir, sevgidir. Anlayıştır, hamledir. Batı tefekkürü için insan tarihi, may
munun tanrılaşmak için harcadığı cehidler tarihidir. Osmanlı insanı hiç bir zaman böyle bir vehim peşinde koşmadı. Kulların en şereflisi yani eşref.i mahlûkat olmak; gururundan benliğinden nefsaniyetinden sıyrılarak, kainat ni zamı içinde, yerini almak yetmiştir ona.
Batının batıllarıyla afyonlanan nesiller, bu büyük hakikata gözlerini kapamış, Türk'ün mimarı olduğu emsalsiz hamle ve eser medeniyetin, Avrupanın geveze ve dişi medeniyetiyle mukayeseye kalkmışlardır. Bir kere daha hatırlatalım. Türk Medeniyeti, bir kelime ve kitap medeniyeti değildir; bir amel ve iman medeniyeti, dir.
DEVLET — Sayın Meriç, Tarihin en büyük medeniyetlerinden birini kurduktan sonra bu. günkü duruma düşüşümüzü nasıl izah edersiniz?
MERİÇ — «Küllü men a ley ha fan» Medeniyetler de ihtiyarlar. Bir rüyayı, bir ideali, bir davayı gerçekleştirdikten sonra hayat cevheri kurumaya başlar. Zirveye ulaştıktan sonra atı. lacak her adım tehlikelidir; hele bu yürüyüşte tek kılavuzumuz düşman olursa.
Tanzimatın devlet ricali, tslâmla batı arasındaki bu farklı gelişmenin sırlarını aydınlatmaya çok çalıştı. Kimine göre tekâmülün altın anahtarı, hürriyet ve adaletti. Biz, bu ezeli değerlere sadık kaldıkça yükselmiştik. Avrupa, bu mefhumlardan habersiz yaşadığı müddetçe ka. ranlıklarda kalmıştı. Tereddiyi önlemenin biricik çaresi, hürriyet ve adalete pervane olmak, Avrupanın bu esaslara dayanarak inşa ettiği, siyasi ve içtimai müesseseleri tanımak ve İslama ters düşmedikleri ölçüde benimsemektir.
Kimine göre Avrupayı Avrupa yapan mucize, emek ve terakki fikriydi. Hepsi de İslâm
kalarak, çağın icaplarına uymak istiyorlardı. Avrupanın maddi fethlerini belli bir düşünce, nin belli bir umdenin zaferi olarak görüyorlardı. Onlar için mefhumların tılsımlı bir gücü vardı. Liberalizmi İslâmileştirmek terakki kervanına katılmamız için yeterliydi. Liberalizmin na. sil bir halita olduğunu, ne gibi tezatları gizlediğini bilmiyorlardı. Homo moralis, homa economi-cusu anlıyamıyordu. Esasen günden güne yabancılaşan intelijansiyamızın teşhislerini isabet, siz bir zemine oturtmak, kapitalizmin başarıyla uyguladığı bir tabiyeydi.
Avrupalılaşmak, daha doğrusu Avrupa-lılaşmış görünmek Avrupalılarca beğenil, mek ana hedef haline geldi. Giderek kendi samimiyetsizliğimizin kurbanı olduk. İnsan maymunlaştı. Düşmanın elimize tutuşturduğu kurtuluş reçetelerini anlamadan okumağa me. mur yan maymun, yan papağan bir hilkat gari. besi haline geldik. Kaleler birer birer devriliyordu. 19. asrın fikir adamlan toydular. Batıyı gerçek çehresiyle tanımıyorlardı. Ama kendi medeniyetlerinden kopmamışlardı henüz. Kendi mukaddeslerine bağlıydılar. Bocalayacaklardı, aldanacaklardı, hata edeceklerdi. Ne varki bir çok ihtimalleri yokladılar. Dil gelişti, mefhumlar aydınlığa kavuştu. Karanlık bir dünyaya bir parça aydınlık getirdiler. Son yüzyılın düşüncesi, elyordamıyla yapılan bir arayış, ama bir arayış. Henüz, şuurunu ve hafızasını kaybetmemiş nesillerin arayışı. Devrim adı verilen depremler, bütün köprüleri yıktılar. Tefekkür, te. rakü,m demektir. Teraküm olmadan medeniyet olmaz. Belki beşiği kurt kemirmişti. Fakat biz kurdun kemirdiği beşikle beraber çocuğu da attık.
DEVLET — Saym Meriç, bugünkü durumumuzu nasıl görüyorsunuz? Bu büyük badireden nasıl kurtulabiliriz?
MERİÇ — Uçurumun kenarında uyanış. Yamaçlar sis içinde ve etrafımızda hatvelerimi-zi (adımlarımızı) çelmeleyen harabeler. Yapı.
lacak ilk iş molozları temizlemek. Molozlar; yabancı rüzgarların dağlaştırdığı putlar. Başka bir deyişle idrakimizi felce uğratan mefhum İaşeleri. Hepimiz garip bir hastalığın kurbanıyız; kendimizi başkası sanmak hastalığı, önce, kaybo. lan hafızamızı yeniden inşa etmek zorundayız. Kimiz, neyiz, nasıl bir tarihin çocuklanyız? Bizi öteki insanlardan ayıran vasıflar nelerdir?
Ben bütün zelzelelere, bütün ihanetlere rağmen dünyanın en büyük medeniyetlerinden bL rini kurmuş, nesillerin evladı olarak, esasta kaybetmediğimiz ve kaybetmiyeceğimiz birtakım meziyetlere sahip olduğumuza inanıyorum. Bir dönemde felaketimizi yapan bu meziyetler kurtuluşumuzun da zimanı (garantisi) olabilir. Bu cevherlere sımsıkı sanlmak ve ülkemizi tehdit e-den kasırgaların karşısına asli hüviyetimizle çıkmak necatımızın biricik çaresi. Bu vasıflar şöyle sıralanabilir :
Dürüstlük, vekar, diğerkamlık, bir dava et. rafında tek kalb, tek vücut olabilmek. İnsanın izzet ve haysiyetine inanmak.
DEVLET — Efendim son bir sualimiz daha olacak, günümüz fikir ve sanat hayalının bir tenkidini yapar mısınız?
MERİÇ — Yeryüzünde hiç bir millet bizim kadar çetin bir imtihan karşısında değildir. Çağdaş antropoloji, medeniyet şehrahında kavimlerin yerini belirtirken en sağlam ölçü olarak alfabeyi ele alır.
Zenginliğini 10. yüzyıldan beri dosta düşmana kabul ettiren bir dil, kütüphaneler dolusu şahaserlerine rağmen yeni baştan imal edilmek talihsizliğiyle başbaşa.
ömrü bir günlük, tarihsiz, tedaisiz, köksüz, nusikisiz, sehalet ve hamakatin zade-i mel'ane-ti olan bu lafız leşleriyle düşünmek ve sanatın ölümsüz abidelerini kurmak kabil mi?
Kabil. Bu milletin mazisi, kabil olmıyanı kabilleştirmek mucibeleriyle doludur. Müselsel ve müannid tahrip teşebbüslerine rağmen gelişen bir Türk düşüncesi, dipdiri bir Türk ede. biyatı; gelişmekte, kök salmakta meyve vermekledir.
Çağımızın fikri sefaletinden şikayet edenler, kendi tecessüs ve idrak sefaletlerini biricik kıstas telakki eden cüce kabiliyetlerdir. Bir Peya-mi Saf ayı, bir Tanpınar, bir Kemal Tahiri, bir Attila İlhanı tanımayanlardır. Bu ülkenin edebi, yatı kutuplanyla bir bütündür. Düşüncenin filizlenmesini engelleyen en büyük düşman yo. bazlıktır. Her değeri dostça karşılamak, bizim olan her düşünceye eğilmek, samimiyetten başka değer ölçüsü aramamak. Redde hayır, tenki. de evet.
DEVLET — Çok teşekkür ederiz efendim.
DIŞ POLİTİKA
Şartlı Ambargo ve Türkiye
4 sene önce Amerika'nın Yunan menfaatleri lehine Türkiye'ye uygulamaya başladığı «SİLAH AMBARGOSU» geçtiğimiz günlerde Amerikan Senatosu'nun aldığı bir kararla şartlı olarak kaldırılmış ve temsilciler meclisine gönderilmiştir. Dört senedir Türk ve dünya kamuoyunu meşgul e-den ambargo konusu Senatonun aldığı bu şartlı kararla, taraf devletleri ve kamuoyunu epey meşgul edeceğe benzer.. Çünkü karar, tarafları yumuşatıcı ve meselelere çözüm getirici olma vasfı taşımaktan uzak bulunmaktad-r. Senato karar metni okunduğunda, hemen bütün maddelerde göze çarpan, Amerika'nın «süper devlet» siyasetine uygun olarak; hakemlik görevini kendi kendine tekrar üstlenmiş olduğudur. Kıbrıs gibi hasas bir bölge ve konuda barışçı ve uzlaşmacı rolü, tarafsız bir şekilde sürdürmek ne derece imkân dahilindedir, zaman gösterecek.... Karar, Başkan Carter'in Kıbrıs'taki barış çabaları hakkında, 2 ayda bir Kongreye rapor verme mecburiyetini getirmektedir. Yani Amerika, Nato'nun güney ucundaki, Kıbrısj üzerinde sürekli ve direkt etkinliğini — meselede taraf olmamasına rağmen — hakemlik pozisyonu altında sürdürmeye niyetli gözükmektedir. Amerikanın bu pozisyonda tarafları belirli gi. rişimlere zorlayacak baskılarda bulunması ihtimali de gözden uzak tutulmamalıdır.
TAVİZLER
ABD Senatosunda bu kararın elde edilebilmesi için E-cevit hükümeti önemli tavizler vermiştir. ABD yetkilileri, adadaki Türk Silâhlı Kuvvct-erinin çekilmesini, Maraş'a
Rumların geri dönmesini v.b. istemiş ve Ambargo umacısını her defasında karşımıza dikmiştir.
29 Temmuz 1977'de «Ma" raş'ı vermeyi hiç düşünmüyoruz» diyen; 13 Mart 1978'de de «Gölge etme başka ihsan istemem» diyerek Amerika'ya kafa tutan Ecevit iktidarı, sonunda istenileni yaparak,«Ma. raş'a Rumların dönmesi» tavizini vermiş, vermiş fakat Türkiye'nin arzu ettiği istikamette bir karar Senatodan çıkmamıştır. Ayrıca senatonun aldığı bu kararın —şartlı da olsa— temsilciler meclisinde kabul edilip edilmeyeceği şüphelidir..
Dünya kamuoyunda geniş yankılar uyandıran ve batı bloku tarafından olumlu bir gelişme olarak tarif edilen karar; Türkiye'de gerek muhalefet gerekse iktidar tarafından (başarı propagandası yapmalarına rağmen) şüphe ile karşılandı. Başbakan Ecevit «Kuşkulu» olduğunu da belirtmeden geçmedi...
Karar metninde «Türkiye'-nin askeri güç bulundurması, Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyetinin yasal statüsüyle uyuşma" maktadır» ibaresinin yer alması, olmayan bir Bağımsız
Kıbrıs Cumhuriyetinin yasal statüsünden bahsedilmesi, Se-nato'nun gerçeklere gözlerini kapayarak, «Ne şiş yanısın ne kebab» misali karar aldığı ortaya çıkmaktadır. Ayrıca bu ibare, ABD senatosunun Türk Silâhlı Kuvvetlerinin Kıbns-taki varlığını «işgalci» olarak görme fobisinden kurtulamadığı ve askeri konuda da taviz isteğinin sürdüğünü göstermesi bakımından dikkat çekicidir.
Senatoya Ambaronun şartsız olarak kaldırılması takririnin sunulmamış olması, kararın tarafları ve Nato yetkililerini kısmen de olsa memnun etmek ve tavizleri çoğaltmak gayesiyle alındığı intibaını uyandırmaktadır.
Alınan kararla, eskiden şart sız olarak alman 175 milyon dolarlık askeri yardım, şarta bağlanmakta; 160 bin kişilik orduya sahip Yunanistan ile 600 bin kişlik orduya sahip Türkiye'ye aynı yardım miktarı (175 milyon dolar) öngörülmesi dengeyi bozmakta, bunun yanısıra Nato'nun askeri kanadından çekilen Yunanistan'a şartsız yardım e-
dilmesi, Türkiye aleyhine bir durum yaratmış, adaletsizlik meydana gelmiştir.
İktidarın bu noktada, durumu hissi ve fevrî çıkışlardan daha çok, milletlerarası
politik gelişmeleri iyi değerlen direrek ve sahip olduğumuz, Jeopolitik-stratejik önemin
şuurunda olarak, bundan sonraki gelişmeler millî menfaatler ve milli yaklaşımlar açı. sından (Milletler arası dostluk ebedi değil menfaatlerle sınırlıdır prensibini unutmadan) bakmalıdır. Dış politikadaki gelişmeleri de kamuoyuna duyurması, Yunan lobisinin etkin çalışmalarına seyirci olarak değil taraf olarak bakması ve karşı tedbirler alması gerekmektedir.
22 DEVLET — AĞUSTOS : 1978
B İ L A N Ç O
Doç. Dr. Mehmet TURHAN
Ecevit hükümetinin dış politikası, mahalle kahvelerinde emekli memurların tavsiye ettikleri diplomatik stratejiden ilham almışa benziyor. Bu stratejinin esası, büyük devletlerin herbirine ayrı bir göz kırparak hepsinden de menfaat koparmaktır. Böylece dış münasebetlerde alabildiğine oynaklık, dış politikayı yürüten kişide ise «Alinin külahını Veliye giydirme» en makbul vasıflar haline gelir. Bu başarılı hariciyeci ler en çok fitne ve fesat karıştıranlardır.
Başkalarını ahmak yerine koymak gibi çirkin bir basiretsizliği yansıtan bu diplomasi anlayışı köylüde ve genellikle okumuş tabakada yoktur. Ancak aklıselimini yarım-yamalak bir tahsille kaybeden kimseler kendi basitliklerini farkedemedikleri için bunu başkalarının da göremeyeceğini zannederler. Başkaları yapmaya kalkınca hiç de hazmedemediğimiz oynaklığı biz yapınca onların anlamayacağını düşünmek hangi zeki ve hangi selim akıl sahibi kimsenin yapacağı şeydir? İsterseniz şöyle bir tecrübe yapabilirsiniz : Bir yıllık bir süre içinde mesela bir dışişleri bakanının veya dış politikada karar sahibi kimselerin çeşitli meseleler karşısında takındıkları tavırlarla ayni süre içinde halktan gelişigüzel alınmış bir-kaç kişinin ayni konulardaki görüşlerini alın ve bunları karşılaştırın. Halktan kişilerin teknik bilgi eksikliği dolayısiyle düştükleri birtakım hatalar olabilir, ama bunların hiçbirinin de saçmalamayacağından emin olabilirsiniz. Uzun vadede onların görüşlerinin kravatlı ve kolalı gömlekli çok kişiden daha isabetli olduğu ortaya çıkacaktır .
Ecevit hükümetinin yürüttüğü dış politikanın herşeyden önce bir hükümet politikası bile olmadığı açıkça anlaşılmaktadır. Bütün bu dış geziler, nutuklar, görüşmeler hep bir kişinin, yani CHP genel başkanının kafasına göre ayarlanmaktadır. Bize gelen haberlere göre, kabine toplantılarında iç politikada bile kimseye ağzını açtırmayan Ecevit, dış politikada kendisini yegane söz sahibi ilan etmiştir. Bırakın hükümeti, partisi içinde bile onun bir maslahatgüzar çalışkanlığı ve bir kurye sürati ile yaptığı işler hakkında mütalaa yürüten tek kişi çıkmamıştır. Acaba onun yaptıkları hem hükümet hem parti tarafından ittifakla tasvip edildiği için mi kimseden ses çıkmıyor? Böyle olması insan tabiatına aykırıdır. En azından Turhan Feyzioğlu yarın bu hükümet yıkılıp gidince «ben onlara şunu etmeyin, bunu etmeyin diye çok söyledim» diyebilecek akdar aksi fikirlere sahip bulunmalıdır. Fakat bütün CHP'nin ve hükümete katılmış bütün grupların ayakta kalabilmesi için bu hükümetin devamı şarttır, ve onu devam ettirebilmek için oy makinesi Ecevitin kaprislerine evet dememek elde değildir.
Ecevitin dış politikasında geçmiş hükümetlerin politikasına nisbetle iki büyük değişiklik göze çarpıyor. Bunlardan birincisi dış temaslara daha büyük bir hareketlilik vermek ve dış ülkelere «Artık Türkiyede yeni bir hükümet var, bize inanabilir ve güvenebilirsiniz, biz herşeyi yoluna k oyacağız veya koyuyoruz» demektir. İkincisi ise Tür-kiyenin siyasî bloklar karşısındaki tavrında birtakım değişiklikler yapmaktır.
Aklı eren herkesin bu birinci gayeden hiçbir müsbet netice çıkmayacağını bilmesi gerekir .Çünkü dış ülkeler bir memlekette hangi partinin ve hangi iktidarın bulunduğu meselesiyle ilgilenmezler, sadece o memleketin kendileri bakımından ne gibi menfaatları temsil ettiğini düşünürler. Bu yüzden mesela Demirel hükümetinin gidip Ecevit hükümetinin gelmesi veya onun gidip bir başkasının gelmesi çok geri planda bir hadisedir. Kaldı ki, bir yabancı ülkenin devlet admlarına «Bizim ülkedeki eski hükümet gitt i, artık müsterih olabilirsiniz-
DEVLET __ AĞUSTOS : 1978 23
kabilinden sözler etmek insanı o adamlar nazarında küçük düşürür, kendi memleketi için de utanç vesilesi olur.
Kendi ülkesinden çok yabancı memleketlerde cevelan eden devlet adamları da Batılılar arasında hoş karşılanmaz. Dışişleri bakanlarının yapacakları işleri kendi üzerine alan başbakanlar ya devlet işlerini hafife alıyorlar, yahut da kendi bakanlarının kalitesine ve görüşlerine itimat etmiyorlar demektir. Ecevit bu sebeplerden hangisiyle hareket ediyor bilinmez, ama içeride de dışarıda da hafife alındığını bilmelidir. Neredeyse dışişleri bakanlığını Bayan Ecevitin yürüttüğü hakkında bir kanaat uyanacak duruma gelmiştir. Üstelik büyük batılı ülkelere kendisi gidip Dışişleri Bakanını ikinci sınıf yerlere göndermesi akıl ve mantıkla izah edilecek gibi değildir. Şimdiki bakanın iyi niyeti politika anlayışına galebe çal-masaydı, koltuğunda bir gün dahi oturmazdı. Şimdi Ecevitin Dışişleri Bakanlığına ni-için o yumuşak huylu, iffetli halk çocuğunu getirdiği iyi anlaşılıyor.
Maslahatgüzar politikası ile yapılan dış temasların Türkiyeye ne getirip ne götürdüğünü hesap eden kimseye rastlanmadı. Bir defa bu gezilerin dış politikadaki ve dış ilişkilerdeki normal akışın dışında bir bilançosu yapılmak gerekir. «Filan devletle yapılan temaslar sonunda elli milyon dolarlık kredi temin edildi» gibi sözlerin bu iki şeyi birbirinden ayıramayan sorumsuz veya azılı partizan adamlar tarafından sakız gibi çiğnendiği görülmektedir. Bu adamların sözlerine inanacak olursanız, Türkiyenin Ecevit hükümetinden önce hiçbir yerden kredi almamış, hiç bir devlete mal satmamış, hiçbir devletle herhangi bir anlaşma yapmamış olması gerekir. Dünya bankasından para alınması, Romanyadan petrol getirilmesi, ABD Başkanının ambargo aleyhine konuşması Ecevitin kerameti değildir. Suriyeden elektrik satın alınması da herhalde Ecevitin keramet defterine yazılacak birşey değildir. Şimdiye kadar hiçbir devletten Ecevit hükümetinin veya Ecevitin şahsi gayretinin eseri olarak birşey alınmış değildir. Yapılan anlaşmalar karşılıklı mal satımı esasına dayanmaktadır ki bunlar her hükümet devrinde olan şeylerdir. Parayı ve
rirseniz istediğiniz yerden petrol alabilirsiniz, ama para veya onun yerine başka ticaret metaı vermediğiniz takdirde kimse size bir dirhem petrol vermez Nitekim Rusya ile imzalanan anlaşmada petrol maddesi bulunduğu halde, para ödeyemediğimiz için Rusyadan petrol alamıyoruz. Irak borçlarımızı ödemediğimiz ve gelecek alışverişler için istenen miktarda buğday vermediğimizden petrolü kesmiştir. İranın taahhüt ettiği petrol ise Türkiyenin vereceği gıda maddelerine ve özellikle ete bağlıdır ki; birkaç ay sonra Türk vatandaşı İrandan alınan petrol karşılığı kilosu yüzelli liradan et yiyecek demektir.
Ecevit hükümetinin dış politikasındaki ikinci özellik, Batı blokunu bırakmaksızın Doğuya yaklaşma şeklindedir. Bu tehlikeli macera eğer bizi Batıdan ayırmazsa, Tür-kiyeyi ciddiye alınmayan bir devlet durumuna düşürecek, iki taraf nazarında gülünç yapacaktır. Sovyetlerle imzalanan belgenin Türkiyenin Batı ittifakı için nasıl bir tehlike arzettiğini AP Genel Başkanı Dem.irel belirtmiştir. Bu anlaşmaya göre Türkiyedeki Nato üslerinin sökülmesi, ve dolayısiyle Türkiyenin Natodan çıkması gerekiyor. Herhalde Ecevitin yine de ayrılmak istemediği Batılılar bu belgenin nelere yol açacağı konusunda ciddiyetle düşünmektedirler. Türkiyenin Sovyetler Birliği ile çeşitli konularda münasebetler kurmasında ve bunları devam ettirmesinde bir mahzur yoktur, nite' kim şimdiye kadar birçok konularda ikili ilişkilere girmişizdir. Fakat Nato üyesi bir ülkenin savunma konusunda Varşova paktının kurucusu ile ikili münasebet kurması hem tehlikeli hem de gülünçtür.
Hükümet asıl gülünçlüğe Üçüncü Dünya denilen blokla münasebete girmek isteyerek düştü. Bilndiği gibi, Bloksuz ülkeler bugünkü kuvvet bloklarından herhangibirine —Nato, Varşova Paktı, AET, Comecon vs-girmeyen ve bu özellikleriyle başkalarından ayrılan ülkelerdir. Ecevit bunlarla münasebete girmek üzere Dışişleri Bakanını Hin-distana göndermiş, Hindistanın bu hususta aracı olmasını istemiştir- Herkesin bildiği gibi, Hindistan böyle bir teklifi derhal geri çevirmiş bulunuyor. Herhalde Hindistan
24 DEVLET — AĞUSTOS : 1978
Hükümeti Nato toplantılarına gözlemci veya konuk olarak katılmayı teklif etse biz de ayni şeyi yapardık. Hükümet bu abes müracaatı makul gösterebilmek için üye olmak değil gözlemci veya konuk diye katılmak istenildiğini ısrarla bildirmektedir. Tam üye olarak katılmaya zaten hukuken imkan yoktur; bir Nato üyesi Varşova paktına girmeyi düşünebilir mi? Gözlemci ya konuk olarak katılmak için de ortada hiçbir politik sebep mevcut değildir. Bu tıpkı bir adamın hem. erkek hem kadın olmaya kalkması gibidir. Natodan çıkmıyorsunuz. Ortak Pazara girmek için kuyruktasınız ama bir parça da bloksuz sayılırsınız Gogol'ün
kadın kahramanlarından biri karşısındaki erkeği reddedemez, fakat evli olduğunu da inkar edemez, nihayet şöyle der: Ben bir parça da evli sayılırım.
Bir parça Nato üyesi, bir parça AET adayı, bir parça bloksuz, bir parça enternasyonalci, bir parça haşhaş milliyetçisi, bir parça Sovyetlerle saldırmazlık taraftarı, bir parça Amerikaya rest çeker, bir parça A-merikanın senpatisini toplamak için bütün gücünü seferber eder, bir parça ondan, bir parça bundan. En sonunda «hlçblrşey olmadan» çekip gidecek. En kötüsü, yıkılıp gittiği zaman bile henüz «ne olmak istediğine» dair kesin bir karar vermemiş olacak.
DIŞOMVL4R
Detant Masalı Ve...
Nükleer silâh sanayiinin başdöndürücü bir hızla geliş, mesi, bir düğmeye basmakla ülkeleri yok edebilecek nükleer başlıklı füzelerin rampa sayılarının çoğalması (halen
de devam eden silahsızlanma konferansına rağmen) süper devletleri dünya hakimiyeti yarışında biraz daha temkinli olmaya itmiş ve Sovyet Rusya, yumuşama alanındaki «De. tant» kavramını ortaya atarak, milletlerin dostluk ve beraberlik içinde yasamaları (!) gerektiğini belirtmiştir. Fakat aynı zamanda DETANT'ın «İdeolojik mücadelenin bittiği anlamına gelmiyeceğini ve bü. tün ülkelerin işçileri birleşin. ceye kadar mücadelenin devam edeceğini» de belirtmeden geçmemiştir.
(Sosyalist yalan söylemez) ve (Sosyalistler birbirinin kardeşidir) gibi yaldızlı sözler, (Dünya işçilerinin tek bir bayrak altında birleşmeleri) ideali (!) «Yalancının mumu yatsıya kadar yanar» misali,
Sovyetler ve Kızıl Çin arasın, daki hakimiyet mücadelesinin su yüzüne çıkmasıyla adeta bir balon gibi sönmüştür.
Sovyet—Çin sınır çatışmaları, her iki devletin birbirini emperyalistlik — şovenlikle
suçlamalarının yanı sıra ajans, ların bütün dünyaya geçtiği «Vietnam Kamboçya'ya saldırdı» haberi DETANT masalının arkasındaki gerçekleri
bir defa daha gözler önüne sermek gereğini duyurmaktadır.
Eritreli müslümanlann Eti-opya'ya karşı mücadelesini kırmak için emperyalist Habeş'lere yardım eden Rusya, bu sefer de komünist Vietnam'ın yine komünist Kamboçya ya saldırmasının planlayıcısı ve destekleyicisi olduğunu açıklamış, böylece «Ezilen halkların kurtuluşu» «Sosyalistlerin kardeşliği» ve DETANT aldatmacasının çirkin yüzleri olduğu gibi ortaya çıkmıştır.
ÜLKÜCÜLERİN
FİKİR VE SAN'AT
DERGİSİ
TÖRE'yî OKUYOR MUSUNUZ?
ÖRNEK SAYI İSTEYİNİZ.-.
P.K. 211, KIZILAY _ ANKARA
DEVLET — AĞUSTOS : 1978 25
ÜÇ AYLAR HÜRMETİNE YARABBİ!
Dr. Süha DÜNDAR
Ey âlemlerin mutlak hâkimi, sahibi ve halikı olan Cenâb-i Zülcelâl! Bizi yarat
tın, ruhlarımızla sana ezelde teslim olduk; biz hâlâ o söz ve teslimiyet üzereyiz. Bizi bu teslimiyetten ayırma Yarabbi! Bize bu teslimiyetin gerektirdiği şekilde yaşamak imkânı bahşet yarabbi. Ey Kâdir-i mutlak olan Allah'ım! Biz üç günlük dünya hayatı ve fânî zevklerimiz için nefislerimize uyduk, kendimize zulmettik. Senin bahşettiğin pâk ve tertemiz ruhumuzu ve kalbimizi kirlettik, kararttık. Bir türlü pâklaya. mıyoruz. Ruhumuzu tezkiye için tuttuğumuz yollar bizi yeni putlara bağlamaktan başka bir şeye yaramadı. Sen bizleri bu putlardan, bu vasıtalardan, bu gizli ve aşikâr şirklerden kurtar ve koru yarabbi! Sana güvenip, sana dayanıp, sana bağlanacağımız yerde, hep fânî varlıklara bağlandık ve bağlanıyoruz ey Rabbım! Bizi bu hastalıktan ve dalâletten de kurtar yarabbi!
Mülkünde şerikin ve nazirin yok Allah'ım, mutlak hâkimsin. Bunu biliyoruz. Sana koşulan gizli ve açık şirkleri affetmediğin için bizi cezalandırıyorsun. Sen kardeşlerimizin ara. sim bulmamızı emrediyorsun; biz aksini yapıyoruz. Sen çalışmamızı emrediyorsun; tembelli
ğin, .bedavacılığın, hazıra konmanın felsefesini yapıyoruz. Sen en büyük düşmanımızın şeytan ve nefis olduğunu haber veriyorsun; biz ise nefsimizin esaretinde kıvranıyoruz. Nefsimiz sana secde etmeye bile bırakmıyor. Gurur ve kibirimizden tevazuyu da kaybediyoruz. Şeytana kulluk yapıyoruz, şeytanın kullarına uşaklık yapıyoruz. Zinanın, içkinin, kumarın, katlin en büyük günahlar olduğunu bildiriyorsun. Biz zinanın her türlüsünü ilerilik diye gösteriyoruz. Batının aşkı...na kurban gidiyoruz. Sovyet Rusya bile içkiyle mücadele ederken, sarhoşlara bir yıl hapis cezası verirken, Macaristan içki reklamlarını yasak ederken; biz bunları teşvik ediyoruz. Belediyelerimiz şehrin göbeğine mey. hane açmakla meşgul. Kumarı, fakir-fukara oynarsa cezalandırıyoruz, büyüklerimiz oynarsa taltif ediyoruz. Hasılı senin rızana ne kadar muhalif iş varsa ona koşuyoruz. Senin saltana, tını, kudretini unutuyoruz. Gazabından, celâdetinden, azabının şiddetinden korkmuyoruz. Lâik ahlâk ve eğitim bizim idraklerimizi mi köreltti ,ne oldu pek kestiremiyoruz. Senin dîninin
düşmanlarına karşı savaşmamız gerekirken birbirimizle savaşıyoruz. Biz bizi öldürüyoruz. Biz nasıl oldu da bu kadar bölük.pörçük düşman cephelere ayrıldık? İçimizdeki düşmanla dışı
mızdaki işbirliği mi etti? Sen bize idrak ver ya-râb, sen bize şuur ihsan et yarâb! Kalbimiz sevginle dolsun, haşyetinle temizlensin, insanlara kin ve nefretten uzak bakabilelim. Tâ ki eski kardeşliğimiz, birlik ve beraberliğimiz, senin tevhidin etrafında teessüs etsin. Tıpkı ecdat gibi «Ilâ-yı Kelimetullah» uğrunda yaşayalım ve ölelim. Tâ ki senin dînine sahip çıkalım, saltanatına yine teslim olalım. «Devlet-i Ebed Müddet» için, «Nizâm.ı Alem» için, «Huzûr.ı Alem» için çalışalım.
Biz günahkârız, âsîyiz. Dağlar, taşlar, korkudan senin emanetini alamazken; biz onlar kadar bile seni idrak edemiyoruz. Canlı-cansız her varlık seni her ân zikrederken, biz seni ba. zen bayramlarda, bazen de cenaze sırasında a. nabiliyoruz. Biliyorsun camilerimizin cemaat yüzü gördüğünü. Fakat onların da ruhtan mahrum olduklarını da biliyorsun. Bizi sık sık ikaz ediyorsun. Fakat kaç tanemiz bu ikazdan haberdar? Sel veriyorsun, zelzele ile altımızı üstümüze getiriyorsun. Yine keyfimize devam ediyoruz. Bu sefer başımıza komünistleri, sessiz marksistleri, masonu, yahudiyi musallat ediyorsun. Dîni, dindarı, ahlâklıyı hor görenleri ibret bile alamıyorlar. Dün müslümanlığıyla ö-vünenler, bugün onlara yardakçılık yapıyorlar. Tecâvüzler evlere, camilere kadar uzandı. Kimsenin kılı kıpırdamıyor, mütecavizleri hempaları teşvik ediyor, üstelik. Bizim nefislerimizi, kendimizi değiştirmemizi emrediyorsun. Aksi takdirde nimetlerini geri alacağını, başımızda-kileri değiştirmeyeceğini haber veriyorsun. Görüyorsun Allah'ım biz ne nefsimizi değiştirebili. yoruz, ne başımızdakileri. Giden geleni, gelen gideni aratıyor. Bir türlü senin ölçülerini kendimize rehber edinemiyoruz. Sana ve emirlerine sarılmaktan başka çıkar yol olmadığını göremiyoruz, görsek bile yapamıyoruz, söyleye. miyoruz.
Sen bize yardım et yarabbi! Sen çok yardım edicisin. En çok affedicisin. En çok merhamet
26 DEVLET — AĞUSTOS : 1978
edicisin. Settâr.ül uyûb, gaffâr-ül üzzünübsun (Ayıpları en çok örten, günahları en çok affedensin).
Kurtar bizi bu beliyyeden Allah'ım. Bizi her ân imtihan ediyorsun. Zâten hayatı da ölümü de bizi imtihan etmek için yarattın. Bizi bu imtihanlarda muvaffak kıl Allah'ım. Yoksa hu. zûruna yüzü kara, kalbi kara, ruhu kara olarak çıkmak istemiyoruz. Bizi «Karaoğlan»lara ve kalbleri kararmışlara benzetme yarab! İlmiyle âmil, ameliyle salih, makbul kullarından eyle Allah'ım. Bize senin yolunda can vermek için iman ver, ilim ver, cesaret ver, güç ve kuvvet ver Allah'ım.
«Bakma yarab bizim günahımıza — Nazar
et feryâd-ü âhımıza» «Bilürem pâdişah.ı bî niyazsın — Sana yalvaranı mahrum komazsın» «Bilirsin kullarının ne dediğin, verirsin kullan. na istediğin»
Ey daima hayırlı kapılar açan Allah'ım! Bize de hayırlı kapılar aç! Kurtulalım bu belâdan. Lâyık olduğumuz idareye kavuştur, bizi Rabbım! Peygamberdi zîşân hürmetine, enbiya-yı ızâm ve rusul-ı kiram hürmetine; Kur'an-ı Kerîm hürmetine. Kuts.ı Kabe, Merve, zemzem, Arş-i Azam hürmetine; üç aylar Recep, Şaban ve bilhassa Ramazan-ı Şerif hürmetine, Leyle-i Kadr hürmetine bizi geri çevirme, yüzümüzü kara, elimizi boş döndürme Allah'ım! Amin, amin, bihurmct.i Tahâ ve Yasin!..
Tıbbiyeliler Birliği
Genel Başkanı 7
Dr. HalûkTokuçoğlu
ile «Tam Gün
Çalışma»
konusunda
bir sohbet DEVLET Tam Gün çalışma sistemi hakkında ne düşünüyorsunuz?
TOKUÇOĞLU —- Hekimlerin tamgün çalışmaları isteği bir ihtiyaçtan doğmuştur. Türkiye gibi belirli bir sağlık politikası olmayan bir ülkede bu ihtiyaç kendisini daha çok belli etmiştir. Türkiye'de bugün hekim sayısı ihtiyacın çok altındadır. Fakat mevcut hekimlerden de yeterin, ce faydalanıldığı söylenilemez. Gelişmiş ülkelerdekinin aksine bugün yurdumuzda her canı isteyen hastahanelere başvurmakta, bir ön eleme yapılmaktadır. Araştırmalar, hastanelere başvuran hastaların % 95' inin bir önsağlık kuruluşunda muayene ve tedavisinin mümkün olduğunu göstermiş
tir. Bu ön sağlık kuruluşu Batı ülkelerinde «aile hekimliği» «mahalle hekimliği» gibi kuruluşlar olarak belirlenmiştir. Bu ön muayeneden geçmeyen hastalar hastahanelere kabul edilmez. Türkiye'de bunu sağlamak için sosyalizasyon çalışmalarına başlanılmış ise de, bu sistem kısa zamanda yozlaştırılmıştır. Bunda ise oy hesabı yüzünden politikacıların rolü büyüktür. Bütün bu sebeplerle yurdumuzda hastalar, hastahane önlerinde büyük kuyruklar o-luşturmakta, sıra beklemekte ve bu du. rumdan fırsat düşkünlerinin yararlanması ile sömürülmektedir. Hekim ise bu çark içinde hastalarına çok az zaman ayırabilmekte, gününün yansım, bazen daha faz-
DEVLET _ AĞUSTOS : 1978 27
lasını, muayenehanesinde geçirmektedir. Bu şartlar altında hekim hastaneye ancak vaktinin küçük bir kısmını ayırabilmektedir. Hekimlerin gerçekten yararlı olabilmeleri için muayenehane ya da hastane arasında bir tercih yapmaları gerekmektedir.
DEVLET — Yeni çıkmış oln Tamgün çalışma kanununu destekliyor musunuz?
TOKUÇOĞLU — Hayır.. Tamgün çalışma sistemini benimsemekle, çıkmış o-lan kanunu desteklemek birbirinden ayrı şeylerdir. Tam gün çalışma sistemi Türk insanınının sağlık derdine çare olacak Milliyetçi Sağlık Sisteminjn vazgeçilmez prensibidir. Fakat çıkarılmış olan kanunun bu sistemi gerçekleştirebileceğini ummuyoruz.
DEVLET — Neden?
TOKUÇOĞLU — Bir defa, tam gün çalışma sistemi getirilirken bunun yanında bu sistemi destekleyici kanunlarında birlikte çıkarılması gerekmektedir. Muayene hekimliğinin düzenlenmesi, mecburi hizmet kanunu, ihtisas yönetmeliği, sağlık eğitimi gibi konular yanında Tamgün çalışma bir teferruat olarak kalmaktadır. Tek başına tamgün çalışma kanunu hiçbir şeyi halletmeyeceği gibi, yeni yeni meseleler de ortaya çıkaracaktır. Sağlık hizmeti bir ekip işidir, tyi bir sağlık hizmeti için bu ekibin tümünü dikkate olmak gerekir. Çıkan bu kanun Sağlık ekibindeki elemanlar arasında ayırım yapmıştır. Eczacıların bu kanunla hakları verilmemiştir. Ayrıca hastanın bedenî ağırlığım çeken, onlara hizmet eden sağlık işçileri (hastabakıcı, temizlikçi vs.) bu kanunda ihmal edilmiştir. Bir de muayenehanelerin kapatılması için 1 yıllık süre verilmiş ki, bu durum kanunun ruhuna aykırıdır. E-ğer şimdiki durum hasta yönünden sakın-canlı ise-ki öyle olduğu için kanun çıkarılmıştır, bu durumun bir yıl daha devamına kanunen müsade edilmiş bulunmaktadır. Bu kanunun neticesi olarak özel hastanelerin çoğalacağını söylemek kehanet sayılmamalıdır. Kısaca bu kanun bu haliyle bir zam kanunu olmaktan kurtulamıya çaktır.
DEVLET— Muayenehane hekimliği hakkındaki düşünceleriniz nedir?
TOKUÇOĞLU — Türkiye'de her isteyen hekim muayenehane açabilmektedir.
Kanaatimizce bu sakıncalı bir durumdur. Muayenehane hekimliği bir imtiyaz haline getirilmelidir. Topluma olan borcunu ödemiş ve mesleki açıdan yetişmiş hekimlere ancak muayenehane açma hakkı tanınmalı ve vizite ücretlerinin taban ve tavanı belirlenmelidir. Muayenehanesi olan hekimin aynı zamanda Devlet hizmetinde bulunması önlenmelidir. Çıkmış olan kanun sadece bu son tedbiri getirmektedir.
DEVLET — Tam gün çalışma kanununun Anayasaya aykırı olduğu, iddia edilmektedir. Siz bu konuda ne düşü. nüyorsunuz?
TOKUÇOĞLU — Hukukçu olmadığını için bu konuda tam bir açıklıkla konuşa-mıyacağım. Ancak görünüşte bir aykırılık var gibi.. Çünkü diğer fakültelerdeki öğretim üyelerine serbest çalışma hakkı tanınmışken, Tıp Fakültesindeki öğretjm üyelerinden bu hak alınmıştır. Bu ise A-nayasa'nın eşitlik ilkesine aykırıdır.
DEVLET — Bildiğiniz gibi Başbakan Bülent Ecevit, «Hekimlerin muayenehaneden hasta yatırdıklarını bu ka. nunla bu durumun önlendiğini» söy. lemistir. Siz bu konuda ne dersiniz?
TOKUÇOĞLU — Bu sözler Başbakan adına talihsizliktir. Muayenehaneden hasta yatıran hekimler bulunabilir. Hatta vardır. Ama bu, bütün hekimleri itham etme hakkını kimseye vermez. Biz nasıl şimdiki Başbakana bakarak bütün bakanlar hakkında olumsuz fikir yürütemezsek, biraç hekimin hatalı davranışlarıda bütün hekimlere mal edilemez. Kaldı ki muayenehaneden hasta yatırmak suçtur. Başbakana yakışan şey, suç işleyenden şikâyet etmek değil, suç işleyenin yakasına yapışmaktır. Bu arada bu söze hiçbir tepki göstermeyen Tabip Odalan'nın bu tutumu na da dikkat çekmek isterim. Aynı tabip odaları 1 Mayıs komünist hareketine katılmakta beis görmemişti.
DEVLET — Kısaca, çıkmış olan Tam Gün Çalışma Kanununun bir fayda getireceği kanaatinde misiniz?
TOKUÇOĞLU — Beklenen faydayı getirmeyeceği açıktır. Doğu'ya doktor bulmada kısmi bir ferahlık sağlıyacaksa da, bu kanunun getireceği problemler yanında bu fayda çok cılız kalacaktır.
DEVLET — Teşekkür ederiz, efendim.
28 DEVLET — AĞUSTOS : 1978
DOSTLAR DÎVANI
j
Yalnız Kahramanlar mı?
f* özü ve gönlü mühürlenmemiş, Türk milleti ve vatanı namına bir parça hassasiyeti kal.
mış olan herkesin üzgün, endişeli ve tedirgin olduğunu müşahade etmemek imkânsız. Üç, beş, on ve ondan da bir on yıl önce tasavvuru mümkün olmayan hadisat ve vukuat bugün sanki de hayatımızın «onlarsız olmaz» birer tecel- j lisi hâlinde.
Bir zamanlar gizli gizli abdesthâne duvarlarına orak çekiç çizmek, mânâsız bir tablonun şurasına burasına aynı işareti yerleştirmek, bir şiir veya makalede ancak derin ve dikkatli bakan, ların görüp sezebileceği bazı imâlarda bulun, maktan ibaret olan komünist eylem ve propa-gandasi, içtimaî bünyemizin tarihî zaaflarını,
• gaflet ve dalaletlerimizle birlikte sonuna kadar istismar ederek mezhepçi ve etnik bölücülüğü vurucu güç olarak kullanmak suretiyle «şah!» deme merhalesine doğru çılgın, sadist çığlıklarla ilerliyor.
«Delvet-i ebed.müddet» ten yola çıkarak «Türkiye Cumhuriyeti ilelebed payidar olacaktır.» derken en küçük bir tereddüt duymayan, lar, maalesef bugün, bazı alâmetlere bakarak, ister istemez, «Acaba?» demektedirler.
Şahsî kanaatimce devletin kaderi açısından \ ' henüz nihâî safhada değiliz. Esasen görünen
İ komünist stratejisi, akşamdan sabaha kat'î bir I netice almak amacında değildir. Armudu ham I iken silkelemek istememekte, fakat asgarî sü
rede olgunlaştırmak için Türkiye'yi daimî bir I cehennem sıcağında tutmak için de elinden ge-I leni esirgememektedir. ' Şu anda nihâi bir hesaplaşma için Türk [ ordusu, Türk milletinin ve devletinin en büyük l teminâtım teşkil etmektedir ve şâyân-ı şükran-\ dır ki, cemiyetin diğer müesseselerinde görülen i I bozulma ve çözülmelerden şimdilik masundur. ı
Olup bitenler karşısındaki sükûtu ne gafletten, ne bîgâneliktendir; sâdece meseleleri kaabilse normal platformunda, tabiî mercilerinde ve
kendi şartları içinde çözmek arzusundan ve son kozu olur olmaz heder etmemek hassasiyetin-dendir.
Ancak, yarın ne olur? Onu Allah bilir ve lyarına bugünkü teminattan da mahrum olarak çıkıp çıkmamanın mesuliyet ve vebali hepimizindir. I Bu noktada bir hususu ehemmiyetle ve bütün kemâliyle hatırlamalıyız:
Milliyetçi dünya görüşüyle salim bir mantık ve muhakemenin bütün zamanlar, hâdisâtın her türlü inkişâfı, vatan ve hattâ cihan çapındaki her cinsten tahavvülat için geçerli ve sabit birinci unsuru, «Bizim ne olduğumuz, ne yaptığımız, ne yapabileceğimiz» dir. Her durum mu. hakemesinde kanaatimce en evvel bu temel sorunun cevabı, müspet veya menfi hiçbir mübalâğaya ,aldanma ve aldatmacaya yer vermeksizin, hele hele amiyane tâbiri ile kendi kendimize «hava basmadan», en reel şekliyle ortaya konmalıdır.
Cenâb-ı Hakk'ın teminatların teminatı olan ilâhî nusret ve teyidi için de ister fert, ister cemiyet hâlinde olsun, müminlerin kendi hallerinin sahibi olmaları, kendilerini ıslah cehid ve gayreti içinde bulunmaları şartı işaret ve emre-lunmuştur.
Eğer muhakemenin bu noktasında güçlü isek, «Evet, biz varız; olmamız gereken haldeyiz; halde vazifemizi yapıyoruz, istikbalde de yapabilecek İmkân ve kaabiliyetteyiz.» diyebiliyorsak endişeye mahal yoktur. Aktüel durumlar, gelip geçici kayıplar ve kazançlar, galibiyet intibaı veren üstünlükler, mağlûbiyet diye takdim edilen düşmeler hiç mühim değildir. Bunlar sevinmeye de yerinmeye de değmez.
Ancak başlangıç sualimizin cevabı yüz güldürücü değilse, mesele çok ciddî demektir. O takdirde, doğru ve gerçek olması şartının altını tekrar çizerek muhakememizi derinleştirmemiz ve saniyeyi altın değerinde bilerek ferdiyetimizden, nefsâniyetimizden, şahsî ve zümrevî menfaat ve bunlarla ilgili bütün mülâhazalarımızdan sıyrılarak düşman: «İşte bu nihâî safhadır; ya öyle, ya böyle!» demeden hâlimizi ıslah etmemiz lâzımdır. Eğer bunu yapmazsak, hâdisâtın günübirlik inkişaf ve tahavvülatı bize yakın vâdede en büyük gibi görünen başarıları da getirse, netice kötüdür. Zira esas olan, şerrin, küfrün, hıyanetin şah damarım kesmek, kökünü kurutmak ve hep birlikte hayra, felaha, kudrete, nizâm—ı âlem bayraktarlığına yürümektir.
W atan ve devletin kaderiyle ilgili muhakemenin başına aldığımız (BÎZ» den kasıt kimdir? Bu suale endişelerimizi tedirgin
liklerimizi, vatan ve millet hakkındaki telâkkilerimizi paylaşan herkes, diye cevap verebiliriz. Ben milliyetçiyim, diyen herkes diyebiliriz. Daha müşahhas ve bir bakıma daha geniş bir halka çizerek, Türkiye Cumhuriyeti yıkılmasın, kırk
DEVLET — AĞUSTOS : 1978 • 29
küsur milyonluk Türkiye Türklüğü de komünizmin ayaklan altında kalmasın, vatanın doğusunda, batısında, şurasında burasmda ayrı bir takım devletler, devletçikler kurulmasın; yurtta sulh olsun, cihan sulhunda Türk devleti âmil ve müessir olsun, diyen herkes diyebiliriz. Her birimiz, «Biz»i kendimizden başlayarak iç içe bir takım halkalar hâlinde tasavvur edebiliriz. Bu mantık kendini ilk mükellef sayma, cihada kendi nefsinden başlama, takımı kendi tarla- I sından çizme mantığıdır. Olduğu gibi görünme veya görüntüsünün, kalıbının, misyonunun adamı olma mantığıdır.
Ben şahsen muhakemeye esas saydığım kendimizle ilgili değerlendirmede ne iyimser, ne de kötümserim. En büyük kahramanlıkları, destânî kahramanları, korkak somun pehlivanlarını, dönekleri, aptalları, serdengeçtileri, Türk kılığında tecessüm etmiş mizaç yahudilcrini, dostluğu, vefayı, kalleşlik ve kadirbilmezliği; tevekkülü ninelerimizin namaz baş örtüsü kadar lekesiz ve bembeyaz bir vekar ve sükûnet libâsı hâlinde giymiş er oğlu erleri, her şeyin şarlatanı ve taciri olmayı meslek edinmiş cihat tellâllarını, «Hayatı bir cephedeymiş gibi» yaşayanları, «cephede piknik» yapanları.... aynı tablonun içinde görüyorum.
Bu tablodan mutlaka umûmî bir hüküm çıkarmak gerekirse, maalesef korkaklar, ben.
B U R N A K A (Baştarafı Sayfa 18'clc)
türkçülük ve islamcılığından ötürü tenkit eder. Sonra nereden icap etti ise bir cami ziyaretinde, ben islâma ve şeriate değil şe-riatçiliğe karşıyım, diye beyanat verir. Allah Allah, hiç düşünmez ki biri çıkıp —meselâ— ben Cumhuriyete değil, cumhuriyetçiliğe karşıyım dese ne olur...
Şu feleğin çevrine bakın ki tarihin en büyük ve en muhteşem imparatorluğunu ve hattâ imparatorluklarını kurmuş, asırlarca âleme nizam vermiş bir milletin başını BURNAKA'lar istilâ etmiş. Yaralı aslana fareler, böcekler, sefil hayvanat musallat olmuş. Dili Viyana ile Hindistan arasında tek geçer akçe olan bir milletin başında, tar-zanın bile dağarcığını doldurmayan kelime haznesi ile konuşma talimleri yapar bir avuç Burnaka onu idareye kalkmış, ne garip bütün güçler tarafından da destek görmüş ve hâlen görmekte. Şu anda tesbitden
36 /
çiller, gaflet uykusunda yüzenler, tepeden tırnağa nefsâniyete batmışlar, her türlü mes'uli-yetten habersiz yaşayanlar fazla görünüyor. Bunların bir kısmı : «Sâdece kahramanlar tehlikeyi göze alsınlar. Her belâyı dâima ve yalnız başına idealistler göğüslesinler. Zararlar her zaman ve her şart içinde fedakârların hanesine yazılsın. Yılanı başkası tutsun biz de gözüne bakalım!» diyen bir tavır içinde görünüyorlar. Bir kısmının ise bizimle birlikte görünmeye, bizden sayılmaya hakkı yok; tasfiyeleri elzemdir.
Birincilerin «Ya yetmezse?» sualine cevap vermeleri ve tavan çökünce altında yalnız idealist ve fedakârların kalmayacağını düşünmeleri lâzımdır. Herkesin kendi verebildiğinden fazlasını istemeye hakkı yoktur. Sağlıklı iktisadî hayatta, kazançlar, yatırım ve riskle, sarfedilen her türlü emekle mütenasiptir. Vurgunculuksa patolojik ve arızîdir. Bir milletin varlık.yokluk dâvası, «vurguncu - kapkaççı» ahlâkı ve «üç kâğıtçı — gözbağcı» metodu ile asla ve kafa kazanılamaz.
Endişelerimizde ciddî, kaygı ve ıztıraplari-mızda samîmî isek, herkes hamiyyet meydânına önce öz nefsini sürmeli, cihada kendinden başlamalıdır. Fert ve camia olarak nefsimizin tezkiyesi birinci işimizdir. Düğüm buradan çözülür .
başka yapılacak ne var bilemiyorum. Allah şu Burnaka taifesinden kurtulmak için hepimize akıl ve iz'an versin Akıllı ve tedbirli bostancı olalım. Ve başımızı Burnaka'lardan temizleyelim.
özüm. Muhteremi Okuyucularımız; İkti
darın günlük hayatı altüst eden ekonomi politikası matbuat sanayiini de felce uğratmıştır.
DEVLET'in elinizde bulunan Ağustos sayısı için gerekli kâğıdı maalesef kapı kapı dolaşmak suretiyle bulabildik. Zamların ve yoklukların neticesi, DEVLET'in gecikmesine vesile oldu kısacası.
Bundan sonra böyle bir durumla karşılaşmamak için imkânlarımızı zorlayarak gerekli tedbirleri aldığımızı duyurur, özür dileriz.
DEVLET — AĞUSTOS : 1978
INCELEMF
- I -DEMOKRATİK HALK KOOPERATİFLERİ
Prof. Dr. Orhan DÜZGÜNEŞ
CHP yöneticileri ve yandaşları tarafından uzun zamandanberi «Demokratik Halk Kooperatiflerinden söz edilmekte idi. Kooperatiflere böyle bir ismin hangi ülkelerde verildiğini bilenler, toplumumuzun bu kooperatiflerle sürükleneceği istikametten endişe duymakta idiler. Son zamanlarda gerek Başbakan ve gerekse Köyişleri ve Kooperatifler Bakanı'nın bu kooperatiflerin mahiyetleri hakkında yaptıkları a-çıklamalar, bu endişlerin vehim değil, bilâkis ciddî olduğunu göstermiştir. Ne yazık ki bu açıklamalar konu üzerinde yeter bilgiye sahip olmayan tarafsız, iyi niyetli, hattâ milliyetçi görünüşlü bazı aydınlarımız üzerinde bile olumlu etkiler yapmıştır. Biz bu yazımızla «Demokratik Halk Kooperatiflerinin gerek ismi ve gerekse çalışma sistemi üzerinde bir tartışma açmak istiyoruz.
Kooperatifçilik, üzerinde kitaplar yazılmış, birçok orta ve yüksek öğretim programlarında yer almış, bir ilim ve ihtisas koludur. Diğer ilimler gibi bunun da belli kaideleri vardır. Hangi gaye ile kurulmuş olurlarsa olsunlar, bütün kooperatiflerin bu kaidelere uymaları gerekir. Kooperatifçiliği benimsemiş ülkelerde bunların kuruluş formalitelerini ve faaliyetlerini düzenleyen kanun, tüzük ve yönetmelikler çıkarılırken de, bu kaideler gözönünde tutulurlar. Bazı demokratik ülkelerde bu kaidelerin dışına çıkıldığı görülmüştür. Ancak bunun geçici bir zaman için olduğu, sırf bazı konularda kooperatiflerin kurulmasını teşvik ve başlangıçta karşılaştıkları zorlukları yenmelerine yardım gayesini güttüğü tasrih edilmiştir. Komünist ülkelerde ise genel siyasî düzene aykırı düşen,
komünist düzen için tehlike yaratacak kuruluşlara müsaade edilmediğinden, aslında tamamen demokratik olan söz konusu kaideler işletilmezler. Bu sebepten, komünist ülkelerde kooperatif denen teşekküllere gerçekte, ilmî mânâda kooperatif denemez. (1)
Demokratik ülkelerin kooperatifçilik literatüründe «Demokratik Halk Kooperatifleri» diye bir teşekküle rastlanmamaktadır. Halen CHP Senatörü bulunan Sayın Prof. Dr. Z. G. Mülayim'in ders kitabındaki kooperatif çeşitleri arasmda da böyle bir kooperatif yoktur. Bu siyasetçi, ilim adamlığı görevini yürütürken, memleketimizde son yıllarda moda haline gelmiş bulunan ve kurulmalarına devletçe % 70.80 hibe yapılarak yardım edilen «Köy Kalkınma Kooperatifleri»nin de, çok yönlü olmaları dolayısıyla, Türkiye için model olarak kabul edile-miyeceğini bildirmiştir.
Yukarıda sözü edilen kaidelerin başında kooperatiflerin her bakımdan tam demokratik kuruluşlar olmaları gelir. Başka bir deyişle, kooperatifler gönüllü teşekküllerdir; birlik olmada ekonomik faydalar uman kimseler tarafından herhangi bir zorlama olmadan kurulurlar. Kurulmuş bir kooperatife üye olmak isteği de, keza şahsın kendi kararı ile belirir. Bunun gibi, kooperatiften umduklannı bulamayanlar da istedikleri zaman üyelikten ayrılabilirler, idarî ve kanunî mecburiyetlerle veya sosyal ve politik baskılarla hiçbir kimse bir kooperatife üye olmaya zorlanmamalıdır.
Devlet küçük işletmelerin kooperatif kurmak suretiyle gelirlerini ve hayat seviyelerini
DEVLET — AĞUSTOS : 1978 31
yükseltebilecekleri, bunu gerçekleştirdikleri takdirde teknik ve malî yardımlarda bulunacağını sırf eğitim ve özendirmek maksadı ile telkin edebilir, ama zorlayamaz. Anayasa Mahkeme-si'nce iptal edilen Toprak ve Tarım Reformu Kanunu'nda, topraklandırılan işletmelerin başlangıçta üretim girdilerini daha kolay sağlayıp bir an önce üretime geçmeleri için kooperatif halinde teşkilatlanmağa mecbur tutulmuşlardı. İstisnaî bir durum olmasına rağmen bu husus o zaman büyük münakaşalara yol açmıştı. Bereket versin ki bunun uygulanmasına imkân olmadı.
Diğer taraftan kooperatif, bütün üyelerin katılma hakkı olan ve her üyenin yalnız bir oyla temsil edildiği yıllık genel kurulla idare edilir. Kooperatifin bütün faaliyetleri, gelir ve giderleri bu genel kurulda kararlaştırılır. Yönetim ve denetleme kurullarım kendi aralarından seçerler. Her üye yönetim kurulunu hükümete şikâyet etme, hattâ mahkemeye verme selâhi-yetine sahiptir. Kooperatif bir sermaye iştiraki olmadığı için menfaat çatışmasına imkân vermez.
O halde böyle bir demokratik kuruluş için bir daha «Demokratik» sıfatım kullanmak manasızdır. Bu hususta ısrar, ancak komünist memleketlere benzemek hevesi ile izah edilebilir.
Şimdi bu meşhur «Demokratik Halk Kooperatiflerinin yetkililerce açıklanan fonksiyonlarına geçelim. Deniyor ki, Türkiye'de hakim olan küçük ziraat işletmeleri ileri üretim tekniklerinden, bilhassa modern tarla işleme ve hasat makina ve aletlerinden faydalanamamakta ve bu maksatlar için özel kişilere fazla miktarda para ödemektedirler. Bu durumu ıslah için Demokratik Halk Kooperatifleri «Makina Parkları» tesis edecek ve her köylünün özel mülkü olan tarlaları bu makinalarla işlenip hasad edilecektir. Baş tarafta da belirtildiği üzere, birçok iyi niyetli tarafsız aydmlanmızın da tasvip ettikleri bu sistemin teknik ve sosyal neticelerini tartışmak bu safhada büyük önem arzetmekte. dir.
Çeşitli ziraat işlerinin, bilhassa memleketimizde, belirli zamanlarda yapılıp bitirilmesi gerekir. Meselâ tarla tava gelmeden ve tavı kaçtıktan sonra sürülemez. Toprak tavını belirli bir zaman muhafaza eder. Bir köyün bütün tarlaları da hemen hemen aynı zamanda tava gelir ve aym zamanda tavım kaybederler. Bu zaman zarfında kooperatifin traktörleri hangi köylünün tarlalarım ilk önce, hangi köylününkileri de en sonra sürecek ve ekecektir? Sona kalan köylü şikâyet etmiyecek midir ve bu durum köyde huzuru bozmayacak mıdır? Aynı hal ha* sat için de geçerlidir. Hasadı sona kalan tar
lalarda, başaklar fazla olgunlaştıklarından, hasat anında çok miktarda dane dökümü olacak, bundan da o tarlanın sahibi zarar görecek ve şikâyet edecektir.
Bu şikâyet ve huzursuzlukları önlemek için Demokratik Halk Kooperatifi yöneticileri, köylüye iki çare teklif edeceklerdir : 1 — Kooperatifin traktör ve ekipman sayısını arttırmak, böylece köyün bütün tarlalarını kısa sürede sürüp ekmek, çapalamak ve hasad etmek; 2 — Köyün bütün tarlalarım tevhid etmek, köyü bir çiftlik olarak ele almak, hasattan sonra mahsûlü herkese arazisi nisbetinde taksim etmek.
Her iki halde köylü başına düşecek gelir de düşecektir. Birinci halde belki genel verim yükselecek fakat maliyet artacaktır. Çünkü makina parkının masrafları büyüyecektir. Bu masraflar çıktıktan sonra köylüye genel verimin ancak % 40-50'si taksim edilecektir, ikinci halde köy arazisinin genel verimi düşecek, bundan köylüye düşecek pay da azalacaktır. Bir yandan gelir düşüklüğü, bir yandan da köyde insan işine ihtiyacın azalması, şehirlere akını mecburî kılacak, herkes tarlasını satıp şehire gitmeyi tercih edecektir. Fakat bu şartlarda tar. la satm almak kimseye cazip gelmiyeceğinden tarlalar ya terk edilecek veya devlet (kooperatif) tarafından ucuz fiatla satın alınıp Kolhozlar tesis edilecektir..
Bu gelişme Rusya'da aynen cereyan etmiştir. Büyük toprak sahiplerinden alınan topraklar, ihtilâlciler tarafından vaadedildiği gibi, topraksız köylülere dağıtılmış, fakat bunların toprak işleme vasıtaları bulunmadığından Makina Parkları tesis edilmiştir. Bunların masrafı mahsulün % 50'sini aşan nisbetlerde köyulüden alınmış, neticede bu topraklar yok pahasına tekrar devlete geçmiş, halk işçi olarak çalışmayı tercih eder olmuştur. Böylece kurulan kol-hozlarda ziraî üretim seviyesinin özel mülkiyetin hakim olduğu memleketlerdekine (veya za-manlardakine) nazaran yan yarıya düştüğü müşahade edilmiş, buna çare olarak yavaş yavaş kolhozlardaki işçilere 2-3'er dönümlük arazi verilmeğe başlanmıştır.
Bu gerçekleri toprağına bağlı Türk köylülerine anlatmak, bunların gösterişli Demokratik Halk Kooperatifleri ve Makina Parkları vaad-leri karşısında uyanık bulunmalarını sağlamak, bu memleketin ve Türk Milleti'nin istikbâlinden mes'uliyet duyan her aydın Türk için mühim bir vazife haline gelmiştir.
(1) Mülayim, Z.G., Tarımsal Kooperatifçilik. A. Ü. Zir. Fak. Ders Kitabı 1967 No: 108, Sh. 29 - 47.
32 DEVLET — AĞUSTOS : 1978
RUS OYUNCAĞI ERMENİLER
Dr. Aziz ALPAUT
Eski Romalılar : — Errarum humani est — derlerdi. Yani : — Yanılmak — insana hastır... Evet, insan bir aldatılır, iki aldatılır, sonunda aklı basma gelir ve nereye sürüklendiğini anlar. Fakat, ne yazık ki bu gerçeği Ermeni milletini, uzun yıllardan beri, felâketten felâkete sürükleyen, «Hıncak-Daşnak» teşkilâtları, hâlâ anlıyamamışlar, nitekim ilkin ÎNGÎLIZ'lerin, sonra da RUS'ların oyuncağı olmaktan kendilerini kurtaramamışlardır....
tşte, birkaç yıl evvel, Amerikada, «bilgin» geçinen bir Ermeni, tanımadığı, bilmediği, Türkiyeli iki genç konsolosu, enselerine kurşun sıkarak, şehid etmişti. Türkiyeden intikam alıyormuş... Bu cinayeti gizli Ermeni teşkilâtının emri ile yapmış... Ya, bu hınzır teşkilâtın han. gi devletin hesabına çalıştığını bilmiyor muydu, şu alçak cani?... Bilmez olur mu?... Kendisi de zaten, şu «Hıncak-Daşnak» teşkilâtından her hangi birisine mensupmuş....
Sözde, «Hıncak-Daşnak» teşkilâtları Türkiye Türklerinden intikam alıyorlarmış... Gitsinler şu intikamı, kendilerini yok eden, Roma ve Bizans İmparatorluklarından alsınlar!.. Ya Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistandaki, silâhsız Türklere yaptıkları mezalim?.. Bunları niçin ve kimin emri ile yaptıklarını Ermeni milleti bilmezse, «Hıncak-Daşnak» başçıları iyi bilirler, onlara sorsunlar!... Bir Azerbaycanlı olarak, bunları ben anlatayım:
Sene 1905. Bu yıl, Gürcistanm başkenti o-lan, Tiflis şehrinde.. Rusya çarının Kafkasyada temsilcisi, Vali-i Umumi'nin sarayı yakınındaki «I. Tiflis K asik Lisesi»ne yatılı talebe olarak, yeni kaydolunmuştum. Bir yıl evvel, Port-Artur savaşlarında, Japonlar Rus ordusuna müthiş darbe indirmişlerdi... Beklenilmeyen bu yenilgi, bütün Rusya İmparatorluğunu sarsmıştı. Neticede, Rusya'nın bir çok yerlerinde olduğu gibi, Kafkasya'da da kargaşalıklar oluyordu... Meçhul ihtilâlciler tarafından tertiplenen yürüyüşler, emniyet birlikleri ile çatışmalar, Çar idaresine karşı dağıtılan beyannameler, şurada, burada asılan al ihtilâl bayrakları, yürüyüşler sırasında, ihtilâlci Fransızların «Marsellaise» marşının söylenmesi v.s.
Daha bir yıl evvel memleketin manzarası
tam başkaydı. Rus idaresi, harb cephesinden gelen, iyi haberler neşrediyor, Tiflisin ana caddelerinde, mağaza camakânlarında, Japonları küçük düşüren, kocaman renkli afişler asılıyor: Dev cüsseli bir Rus neferinin tek bir avucunda, parmaklarının arasında ezilmekte olan, on kadar Japon neferi... Bir başkasında, Rus süvarisinin göğsündeki fişeklikte lişek yerine takılmış birer minicik Japon askeri... Ve bu, dehşetli, resimlerin altında bir yazı : «Biz şu bodur Japonları böyle ezeriz!»... Fakat, Japon ordusu büyük kahramanlık göstererek, Rus ordusunu perişan edince, çar idaresine Rus milletinin dahi itimadı kalmadı.
îşte, Rusya İmparatorluğuna, zorla bağlanmış bulunan milletler, bu durumdan faydalanmağa kalkıştılar. Bilhassa, eskiden beri gizli siyasi teşkilâtları bulunan, Ermeniler ve kısmen de Gürcüler.
Kafkasyada ciddi bir huzursuzluk başgös-termişti. Tehlikeyi sezen, Rus hükümeti, Ermeni milletinin ileri gelenlerine, Osmanlı Devletinin topraklarında «Büyük Ermenistan» devleti kuracağına dair vaadlerde bulunmuş, bununla da, Ermeni teşkilâtlarının faaliyetlerini hudu. dunun ötesine aktarmağa gayret etmiş, gayri resmi olarak da, Türkiyede ve hudud dışındaki, Ermeni «Hıncak-Daşnak» teşkilâtlarını desteklemişti. Ayrıca, kardaş gibi yan yana yaşıyan, adetleri, türküleri, oyunları, masalları, yemekleri dahi ayni olan, Kafkasya'daki Türk ve Ermeni milletlerin aralarını açmağa çalışmış ve bunu da, kısmen, başarabilmişti.
Çarlık Rusya'nın, Kafkasya'da Ermeni teşkilâtlarını bura Türklerine karşı kışkırtmasında iki sebeb mevcuttu. Bunlardan birincisi, kendisini, silâhsız ve askerlik yapmamış (Türkler Ruslara asker vermezdi!) Türkleri, Ermenilere karşı, koruyucu gibi göstermek, öte taraftan da, kendisi için tehlikeli bir unsur teşkil eden, Ermeni teşkilâtlarının silâh depolarını meydana çıkarmaktı. Bunun gerçek olduğunu ileride göreceğiz.
Babam, 1905 yılının o kargaşalıklı sonbahar günlerinde, vefat etmişti. Halı tüccarı olan, dayım Tiflis şehrinin Türklerle meskûn, Şeytan-pazan ile Ortaçalı mahallelerinin arasındaki a-
DEVLET — AĞUSTOS : 1978 • 33
na cadde de oturuyordu. Babamın kırkında Ba-kü'de bulunamıyacağımdan, dayım Cuma günü lise idaresine gelerek, benim için izin aldı, evine götürdü. Az sonra hocalar ile misafirler de geldiler. îkindi namazını müteakip, Kur'an o-kunmağa başlandı. Üzerinden ancak yarım saat kadar geçmişti ansızın Ermenilerle meskûn dağlık mıntıkadan, silâh sesleri duyuldu... Kur'-anm okunması kesildi. Herkes yerinden kalktı. Ne olmuştu acaba?...
Az sonra, caddeden kadın, çocuk feryadı, ağlamalar duyuldu... Herkes, merak içinde, dışarı fırladı. Avlu kapısı ağzına kadar açıldı. İçeriye bir yığın kadın, çocuk, ağlıyarak koştu. Hepsi de: — Ermeniler evlerimize saldırdılar, yağma ettiler, birçok kimseyi de öldürdüler!.. — diye bağırıyordu...
Derhal, erkekler dışarı koştular. Cadde başındaki barut ve av fişekleri satan, dükkândan gereken malzemeyi temin ettiler, ayni zamanda birkaç atlıyı da yakın Türk köylerine, yardım istemeğe, Ermenilerin, ansızın, yaptıkları baskını anlatmağa koşturdular... Yakın Türk köylerinden yardım ancak 2.3 saatte gelebilirdi. Bu arada eczanelerden, acele sargı, tentirdiyod, kseroform, pamuk gibi malzeme getirildi, hafif yaralı olan, kadın ve çocukların yaraları sarıldı.
Ermeniler ateşe devam ediyorlardı. Birkaç yöne pencereleri bulunan, dayımın evi, kale halini almıştı. Erkekler pencerelerin önüne döşekler, halılar yığdılar, orasını siper haline getirdiler, arkasına da eli silâh tutan erkekleri yerleştirdiler ve Ermenilerin ateşine karşılık ver. meğe başladılar. Arada bir fark vardı: Ermeniler mavzer ile ateş ediyor, bizimkiler, tek kurşun atan, «Berdan» ile.. Büyüklerin anlattıklarına göre, durumumuz çok fena idi. Bütün ümidimiz yakın köylerimizden gelecek yardımdaydı...
Berdan için kurşun dökmek icab ediyordu. Bu vazife biz çocuklara verilmişti. Kömür mangallarında kurşunu eritip, kalıblara döküyorduk. Dağlık mıntıkadan yağan kurşunlar, evimizin kiremitlerini parçalıyor, pencerelerin camlarını kırıyor, kapıları delip geçiyordu... Minicik çocuktum. Korku ile vazifemi yapıyordum. Bir ara başımın üstündeki duvara, çatırtı ile, bir kurşun yapıştı... Korkudan dudağım çatladı... Fakat, bunu büyüklere duyurmadım... Ne olduğunu hâlâ anlıyamamıştım... Yalnız bir ara, yanımdaki siperde ateş eden, bir amcaya sordum: «Ermeniler neden bizi öldürmek istiyorlar?... B'z onlara bir şey yapmadık ki... Benim yakın arkadaşlarım, hepsi de Ermenidir... Onlar beni çok severler...»
Bu sorularım cevapsız kalmıştı... Bunu büyükler de bilmiyorlardı... Düşündüm, babamın da en yakın ahbabı bir Ermeni idi. Sonradan benim coğrafya öğretmenim olmuştu... beni
çok korurdu. Ailece görüşürdük... Bu düşmanlığı bir türlü anlıyamıyordum... Kafamda, durmadan bir soru dolaşıyordu: «Neden.... ne. den?...»
Bütün gece kimse uyumadı. Devamlı ola. rak, silâh sesleri duyuluyordu. Gece, bir ara Türk mahallesinde alevler yükseldi.. Zavallılar!. Ermeniler evlerini yakıyordu... Az sonra, evimiz, kaçıp kurtulabilen, kadın ve çocuklarla doldu. Bir kadın, evinden ancak kafesteki kanaryasını kurtarabilmişti. Kurşun dökmekle meşgul olduğumu görünce, ağlıyarak, boynuma sarıldı, öptü ve sevgili kanaryasını bana hediye etti...
Gece geç vakit, Aktekkc, Karatepe, Karayazı köylerinden silâhlı yiğitler imdadımıza ye. tiştiler. Erzak ve cephanelerini, arabalarda kadınlar getiriyordu.. Yiğitler, yanlarında gelen be . ledlerle, : «Alalı!... Allah!» bağırarak, Türk ma. hailelerine yayıldılar.... Bir ara silâh sesleri fazlalaştı ve sabaha karşı tam kesildi.. Ermeniler susturulmuştu!.. Yalnız karşıdaki dağlık «Hallabar» mahallesinde, bir evden, durmadan bize yaylım ateşi yapılıyordu, Anlaşılan silâh ve malzemeleri boldu... İmdadımıza yetişenlerden, başında koca ak kalpak olan bir delikanlı, mezkûr evin karşısındaki sipere geçti ve o evin ön penceresine bir kurşun yerleştirdi... karşıdakiler bir müddet sustular... Her halde vurulan oldu.. Az sonra tekrar yaylım ateşine başladılar...
Sabah olmuştu. Bu sırada şehrin merkezin, den Rus bölükleri gelmeğe başladılar... Nedense, bütün gece görünmemişlerdi... Bir subay, bölüğü ile beraber bizim eve geldi ve Ermenilerin hangi evlerden ateş ettiklerini sordu. Ak kalpaklı delikanlı, subayı sipere doğru çekti ve karşıdaki, silâh deposu sandığımız, evin penceresine bir kurşun daha iliştirdi:— «İşte, orası!...» — dedi..
Rus subayı askerlerini topladı ve mezkûr eve doğru yollandı...
Sonradan, Rus ordusunda yüzbaşı olan, dayımın damadından öğrendiğimize göre, gerçekten de, mezkûr ev Ermenilerin silâh deposuy. muş... Ruslar silâhları müsadere etmiş, orada bulduklarını da hapse atmışlar...
Netice, gene de Rusların lehine idi: Türki. ye'de olduğu gibi, Kafkasya'da da Türklerle Ermenilerin aralan açılmış, düşmanlık başlamıştı....
Zamanında imdadımıza "yetişen, yiğit köylü kardaşlarımızın sayesinde, Ermeniler ezilince, sabahleyin ateş kesildi ve faytonlara binmiş Ermeni papazları ile bizim hocalar, Gürcüce : «Ertoba!» (Birlik, kardeşlik!) bağırarak, kucak-laşıyor ve her iki milletin yanlış olan, düşman, lık yoluna sapmamalarını diliyorlardı... Netice.
w*» DEVLET — AĞUSTOS : 1978
de, birçok Türk evleri yakdmış, yıkılmış, yağma edilmiş, birçok erkek, kadın ve çocuk öldü-rülmüş ve birçok Ermeni de katledilmişti! Zarara uğratılmıştı. Fakat ne bir Ermeni kadınına, ne de çocuğuna dokunulmamıştı. Bunu o günlerde çıkan Rusça gazeteler de teyyit etmişlerdi!...
Hava sakinleşince, dayım beni liseye kötü-rüp, teslim etmek istemişti. Fakat o gün bizi ziyarete gelen, dayımın subay olan damadı, lise-mizdeki felâketi anlattı. Nitekim, Ermeniler Türklere karşı hücuma geçince, bu kargaşalıktan faydalanan, diğer sosyalist teşkilâtlar da faaliyete geçmişler.
Lisemiz üst sınıf talebelerinin askeri talim yapmaları için verilmiş bulunan tüfeklerden faydalanan ihtilâlciler, bol kurşun tedarik ederek, lisemizi işgal etmişler, üst sınıf talebeleri, ni de kandırarak, lise binasının üst ve yanında bulunan, askeri kışlalara ateş etmeğe başlamışlar. Diğer okulların üst sınıf talebeleri de buraya gelmiş ve isyana katılmışlar... Birkaç saat devam eden karşılıklı ateş teatisinden sonra, avlunun demir kapıları sökülmüş ve Rus askerî birlikleri, ateş ederek, içeri dalmışlar ve liseyi işgal etmişler.. Askerden olduğu gibi ihtilâlcilerden ve liseli talebelerden de birçok ölen olmuş. Hatta bir subay, liseli çocukları kovalarken birisini vurmuş ve, yere ölü olarak serilen çocuğun kendi oğlu olduğunu görünce, ikinci
kurşunu da kendi kafasına sıkmış...
Neticede, yukarıdan gelen bir emirle, lisemizin üst sınıfları lağvedilmişti. Biz küçükler ise evlerimize döndük... Gelecek emri bekliyecektik...
Bakü'ye dönünce, ayni günlerde orada da Ermeni teşkilâtlarına mensub çetecilerin Türklere saldırmış olduklarını esefle öğrendim.... Bakü'de Türkler fazla zaiyal vermemişler ve
kısa zamanda Ermeni çetecilerini perişan etmişler. Araya Türk ve Ermeni ileri gelenleri girmiş ve iki dost milletin arasını bozmağa çalışanları lanetlemişler....
Kafkasyada Türk — Ermeni dostluğu I. Dünya Harbine kadar devam etmişti. Harb patladıktan sonra, Tiflis gazeteleri, Türkiye cephesine giden Ermenilerden, Andronik, Ama. zasp gibi, çete başçılarından bahsetmeğe başladılar. Bu sırada, yani 1915 yılında, lisenin son sınıfındaydım. Ermeni arkadaşlarım subay o-lup, Türkiye cephesine gidiyorlardı. Bunların arasmda çok yakm arkadaşım olan Ermeni Aram Sarkisov da vardı. Burada kendisinin adını, birkaç yıl sonra karşılaştığım için, veriyorum. Birçok Ermeni kız arkadaşlarım da, gönüllü hemşire olarak, Türkiye cephesine gittiler. Kız arkadaşlarımın arasında, ailece görüştüğüm, Astgik Gözelyan da vardı. O bana, Er
menilerin gönüllü olarak, Rus ordusuna katılmalarının sebebini anlattı : «Bu çok gizlidir.. Rus ordusu pek yakında Osmanlı Ordusunu ye. necek.... İstanbul'u kendisine a'acak, bizim için de Büyük Ermenistan'ı kuracak»...
Kışın Kafkasyada bir telâş oldu: Enver Paşa Sarıkamışı işgal etmiş... Türk ordulan Kaf-kasyaya geliyor!..
Bizim liseyi derhal kaldırdılar ve Kuzey Kafkasya'da Stavropol şehrine yerleştirdiler... Liseyi orada bitirdim...
Bir ara Rus ordusu Türkiye'nin Doğusunda epey ilerlemişti.... Ermeni komitecileri, sevine içinde, Rusya'nın o zamanki başkenti olan, Petersburg'a varmışlar ve doğruca, çarın yakını olan, Meclis azası Milyukov'un huzuruna çıkmışlar ve kendisine : — Büyük Ermcnistanın kurulması zamanı artık gelmiştir! — demişler.. Milyukov, yüzlerine bakmış ve gülümseyerek : «Biz Ermenisiz Büyük Ermenistan'ı kurmak niyetindeyiz!».... demiş ve gelenleri huzurundan kovmuştur....
Sene 1918 aylardan Mart, gün 18. Ben Dorpat (Estonya) Üniversitesinde Hukuk tale-besiyken, Şubat 1917 yılı ihtilâli Rus çarını devirmiş, yerine Kerenskıy hükümeti gelmişti. Ekim ayında Krenskiy devrilmiş, Rusya komünist idaresinin tamamen eline geçmiş: Lenin, Trotskiy, Stalin (Cugaşvili) idareyi ellerine almışlar. Fakat Rusya İmparatorluğu paraçlanı. yor... Rus olmayan milletler bağımsızlık için uğraşıyorlar... O sırada Azerbaycanda da bağımsızlık faaliyeti var. Fakat, devleti kurmak için gereken; askeri kadro, cephane yok!... Talebe komitemiz bu yönde çalışıyor, fakat durumu kavrayanlar pek az. Bakü'de Ermeniler, çoğunluk olarak, istasyon mıntıkasında yerleşmişler... Türkiye cephesi çökmüş... Batı cephesinde Alman orduları Baltık Devletlerine ulaşmışlar. Türkiye cepfesinden kaçıp gelen, Ermeni kıtaları da Baku'nun istasyon civarlarına yerleşiyorlar. Ayrıca, Kuzey Kafkasya istikametine çekilmekte olan, Rus birlikleri de Baku istasyonundan geçmekte olduklarından, Ermeniler bizden evvel davranabiliyor ve... silâhlarını satın alıyorlardı...
tşte, bu müsait durumdan faydalanarak ve çatışma için de arada herhangi bir sebebin mevcut olmadığı bir anda, Türklerin ERGENE-KON (NEVRUZ) Bayramı için hazırlıkla meşgul oldukları sırada, Ermeni çetecileri, cepheden kaçan askerlerle birlikte, Türk mahallelerine gece baskın yaptılar... Ermeni «Hmcak.Daş. nak» teşkilâtlan, Baku'nun zengin petrol mıntıkasını da «Büyük Ermenistana» katmak arzu-sundalardı...
Silâhsız, cephanesiz, AZERBAYCAN Türk. leri üç gece Ermenilerin makineli tüfeklerine,
DEVLET _ AĞUSTOS : 1978 35
bombalarına karşı, kahramanca dövüştüler. Zayiatımız çok büyüktü.. On bini aşıyordu şe-hid edilenlerin sayısı... Manzara da feciydi: Ermeniler tarafından, başaşağı asılmış insanların morarmış yüzleri, göğüsleri kesilmiş kadınlar, hamamların havuzlarında boğulmuş çocuklar, kurşun yarasından ölenlerden adetçe çok daha fazlaydı... Buna rağmen, birçok zengin Ermeni aileleri, komşuları olan Türk ailelerini evlerinde saklıyarak, ölümden kurtarmışlardı...
Ayni günlerde, kana susamış Ermeni cellâtları, Azerbaycan'ın Şirvan vilâyetine de dalmışlar, orada da ayni cinayetleri işlemişlerdi... Şimalden, Türk köylülerinin yardıma koştuklarını öğrenen Ermeni çapulcuları, barış istemişlerdi...
Kardaş Türkiye ordusunun sayesinde, A-zerbaycan bağımsızlığa kavuştu. Komşuları Gürcistan ve Ermenistan ile dostluk içinde ya-şîyor... Rusya ile de dostluk ve ticaret anlaşması imzalanmış....
Sene 1920. Kışkırtılan Ermeniler, rahat durmuyor. Ermenistandaki Türk köylerine baskın yapılıyor, ahalisi kesiliyor, soyuluyor... Binlerce Türk ailesi, yerlerini terkediyor. Azer-baycana sığınıyor.. Nihayet Ermeniler, Azerbaycan'ın bir vilâyeti olan, Karabağ'a ece ani baskın yapıyor ve Azerbaycan ordusu Ermenilerle savaşırken, fırsattan faydalanan Kızıl Rusya Ordusu, Azerbaycan'ı «Kurtarmağa» geliyor!..
ORDU - MİLLET KAYNAŞMASI
Osman OKTAY
36
Arkasından Gürcistan Cumhuriyeti de ayni akıbete uğruyor... Ve sonra... «Büyük Ermenistan» hülyası peşinde koşan, milli Ermenistan Cumhuriyeti de, «Kurtarılıyor» ve Rus hamisinin midesine iniyor...
1920 yılı Aralık ayının soğuk bir sabah saati. Ermenistan Cumhuriyeti'ni işgal eden Rusya, bir zaman Türkiye cephesinde kendisine, gönüllü olarak, yardım eden, bütün Ermeni subaylarını toplamış, kurşuna dizilenleri öbür dünyaya gönderdikten sonra, geriye kalanları da Sibirya'ya sürüyor... Biz de o günlerde, ayni yolun yolcusu olarak, sıramızı Baku Bayır hapishanesinde bekliyoruz...
tşte, Aralık ayının o soğuk sabah saatinde, bizi hücrelerden hapishane avlusuna çıkarmışlar. Tam o sırada gardiyanlar avluya bir çok Ermenistan subayını getirdi. Ermenistan. dan buraya kadar yaya getirmişler onları... Rus dostları... Ayakkabıları yolda yırtılmış., tşte, bu hali ile karşıma, çok sevdiğim, lise arkadaşım, Sarkisov Aram çıktı.... Beni görünce, şaşırdı, boynuma sarıldı ve, çocuk gibi, hüngür, hüngür ağladı: «Sen çok haklıymışsın... Bu Ruslar...» .... sözlerini bitiremedi. Rus askerleri gelmiş ve Ermeni subaylarını avludan sokağa çıkarıyorlardı....
Ben Sibirya'dan kurtulabildim.. Acaba arkadaşım Aram, sevgili «dostlarından» kurtula. bildi mi?...
Ağustos ayı içerisinde, Malazgirt, Mohaç ve Dumlupınar gibi önemli zaferlerimizle birlikte, Silahlı Kuvvetlerimizin 2187. kuruluş yıldönümünü de kutluyoruz. 2187 yıl, bugün kul. lanmakta olduğumuz takvimden bile büyüktür. Dünya tarihinin boynunda altın bir kolye olan Türk adı, insanlığa örnek olmuş birçok özellikleri ve değerleriyle birlikte, bu değerlerin korunmasında büyük bir güç olan ordusuyla da asırlardan beri dim dik ayaktadır.
Ordusuz bir millet düşünülemez. Varlığını sürdürmek, doğabilecek iç ve dış huzursuzlukları yenebilmek için her yönüyle iyi yetiştirilmiş, teçhiz edilmiş güçlü bir orduya sahibolmak her devletin ilk önce yapacağı işlerden biridir. Dünya kurulalıdan beri tarih sahnesine çıkan yüzlerce, binlerce topluluktan pek azının bugün varolduklarını ve yine bunlar arasında da çeşitli bakımlardan büyük dengesizlikler olduğunu düşünürsek, başından beri orduların millet hayatında oynadığı rol daha açık bir şekilde ortaya çıkar.
DEVLET — AĞUSTOS : 1978
Türk milleti, maddi ve manevi bütün unsurlarını ordusuyla birlikte yoğurabilmiş ve hatta, bunu en iyi şekilde gerçekleştirmesini bilmiş yegâne millettir. «Askerlik», Türk milletinin ruhuna işlemiştir. Bugün, Anadolumuzun bir çok yerinde «askerlik yapmayana kız ver. mezler», yine bir çok bölgemizde ve hatta yurdu, muzun her tarafında «Askerlik yapmayanı adam saymazlar.» Bu misalleri çoğaltabiliriz. Bunların yanında bir de, köylerimizde vatandaşlarımız, askerde aldıkları rütbe ile yadedilirler. «Hüseyin Onbaşı», «Mehmet Çavuş», «Sarı Çavuş...» Yine, emekli olmuş subay ve assubaylanmız da toplum içerisinde rütbeleri ile ve saygı ile anılırlar: «Başgedikli», «Albayım», «Paşam...» gibi. Bunlardan başka bir de, askerlikten kaçan, «kaytaran» ya da gitmemek için oyunlar kurma peşine düşenler için aziz milletimizde yaşayan çok güzel bir inanç, bir duygu vardır. Böyleleri için halk arasında, «Allah ona, askerden kaçmanın cezasını mutlaka verir, —eğer başına bir ; ş gelmişse— «İşte, askere gitmemenin, hakkıyla askerlik yapmamanın sonu budur..» sözlerini sık sık duyarız.
Bugün, çeşitli ülkelerde bedeli ödenerek, as . kerlik görevinin yapılmadığı, paralı askerlerle ordular kurulduğu düşünülürse, Türk milletinin sahibolduğu bu kutsal duygular gerçekten göz yaşartıcıdır ve «Devleti Ebed Müddet» anlayışını doğuran kaynağın güçlülüğünü de ortaya çıkarmaktadır. Bütün bu yönleriyle askerlik bizde, bir «Vatan borcu» olmanın yanında, milletimizin ayrılmaz bir parçası, bir uzvu olmuştur. Türklerin bu büyük özelliği, tarihin hiç bir devrinde değişmemiş ve zengin kültürümüz içindeki yerini muhafaza etmiştir. Bu, îslâmi-yetten önce de böyledir, îslâmiyetten sonra da. Ecdadımız müslüman olmadan çok daha önce. leri, Göktürkler devrinde Bilge Kağan'm «Tanrı, Türk kavmi yaşasın diye beni tahta oturttu.. Babamızın, amcamızın kazandığı iniktin adı — sanı utulmasın diye kardeşimle (Kültigin) söz. leştik. Türk milleti için gece uyumadım, gündüz oturmadım...» sözleri ile îslâmiyete geçildiği ilk devirlerde Yusuf Has Hâcib'in Kutadgu Bilig'inde yer alan şu dörtlük:
Devletin olması için askere ihtiyacın var. Askerin olması için servet dağıtman gerekir. Servet edinmek için halkın zengin olmalıdır, Halkın zenginliğini ise ancak örfler sağlar.
....Ve, İslâmiyet öncesiyle îslâmiyeti kabul ediş sıralarına ait vermiş olduğumuz bu iki misal, kurduğu büyük Türk — İslâm medeniyeti ve İslâmiyet'e yaptığı büyük hizmetleri yüzün, den Türkler'e «Cundullah», yani «Allah'm Ordusu» unvanını verdirten Selçuklularla, onların başlattığı hareketi doruk noktasına ulaştıran Osmanlıların «Din ü Devlet, Mülk ü Millet»
olarak özetledikleri esaslar arasında en küçük bir fark bulunabilir mi?
İşte, Türklerde ordu, her devirde dinin, devletin, mülkün (yurt — vatan) ve milletin varolup yükselmesi için çalışmış ve bunu başarıyla gerçekleştirmiştir.
Türklerde ordu — millet bütünleşmesini ve bunun başlıca sebeplerini özetledikten sonra, Türk ordusunun kuruluşuna esas olarak alınan M.Ö. 209 yılından günümüze kadar ordularımızın basanlarında bu sebeplerle birlikte rol oynayan diğer bazı âmilleri de misaller vererek görelim.
Bilindiği gibi Türkler, tarih boyunca 16 büyük İmparatorluk kurmuştur. Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti devletimizle birlikte 17 devletimiz olmuştur. Bu devletlerin çok oluşu, hiçbir zaman «Ne kadar devlet kurulmuşsa, o kadar da yıkı! m iş demektir» lâfına göre değil, «Devl e t i Ebed Müddet» anlayışına göre düşünülmelidir. Yukarıda da izah edildiği gibi, devlet anlayışı Türklerde, başından beri bir bütünlük ar-zetmekte ve belli esaslara göre uygulanmaktadır. İdare eden hanedanlar, sülaleler değişmiş, coğrafya değişmiş fakat ana prensiplerden hiçbir zaman vazgeçilmemiştir.
Bilinen en eski Türk devleti, Asya Hun İmparatorluğudur. Genel Kurmay Başkanlığımız,
aldığı bir kararla, Mete Han'm tahta geçtiği ve ordunun en güçlü durumuna eriştiği yılların başlangıcı olan M.Ö. 209 senesini, Türk Kara Kuvvetleri'nin kuruluş yılı olarak kabul etmiştir. Böylece, içinde bulunduğumuz 1978 yılında Silahlı Kuvvetlerimiz 2187 yaşına basmıştır.
İlk daimi ordu olarak kabul edilen Asya Büyük Hun tmparatorluğu'nun ordu mevcudunun yaklaşık olarak, 300 ila 400 bin olduğu bilinmektedir. Bu ordunun hemen büyük çoğunluğu atlı, çok az bir bölümü de yaya idi. Ordu teşkilatı ise, hemen hemen günümüz ordu teşkilatlarından farksızdı. Uygulanan savaş taktikleri de yine savaşların şekli o zamana göre her bakımdan büyük ölçüde değişmiş olmasına rağmen, yakın zamana kadar yapılan çeşitli muharebelerde başarıyla uygulanmıştır.
Asya Hun İmparatorluğunun kurduğu bu disiplinli ve teşkilatlı ordusunun özellikleri, daha sonraki Türk devletlerinin ordularında da aynen devam ettirilmiştir.
Türk devlet adamlarının, ordu komutanlarının ta, ilk zamanlardan beri süregelen değişmez özelliklerinden biri de, orduyu galeyana getirecek, ona heyecan ve ruh verecek davranış ve hitaplardır. Bunu, bazı misallerle görelim:
M.Ö. 36 yıllarında Çinlilerle yapılan bir savaşta ölen Hun İmparatoru Çi — çi, bu savaştan önce ordusuna şöyle hitabediyor :
DEVLET — AĞUSTOS : 1978 ' 37
«Boyun eğmiyeceğiz! Çünkü, öteden beri Hunlar kuvveti taktir eder, uyruk olmayı adilik sayar. Savaşçı süvari hayatımız sayesinde ya
bancıları titreten bir millet olduk. Zira biliriz ki, muhariplerin kaderi, savaşta ölümdür. Biz öl. sek de, kahramanlığımızın şöhreti kalacak, ço. cılklarımız ve torunlarımız diğer kavimlerin efendisi olacaktır.»
İşte aradan geçen asırlara rağmen onların şöhreti silinmemiştir ve halen bize örnek olmaktadırlar. Daha sonraki Göktürk şahlanışı, Bilge Kağan — Kültiğin — Vezir Tonyukuk üçlüsünün bugün için bile geçerli olan ortaya koydukları esaslar, söyledikleri sözler...
Eski devirlere ait bize en iyi ve zengin bil. giy i veren Çin kaynaklan, Göktürkler devrini şöylece özetliyor :
«... Göktürklerin ne zaman ne yapacakları bilinmez. Kağan Bilge iyidir, milletini sever, Türkler de O'ndan memnundur... Kültiğin, savaş sanatının ustasıdır, O'na karşı koyacak bir kuvvet güç bulunur... Tonyukuk ise otoriter ve bilgedir, niyetleri, kurnazlığı çoktur. İşte şimdi bu üç Türk aynı anlayışta olarak bir arada, dır...»
Sonra, Selçuklu şahlanışı... «Malazgirt in Türk'e secde oluşu» ve Alparslan Gazi'nin ordu. suna hitabı :
«Ey yüce Allah'ım! Niyetimiz barbarlık değildir. Dinimiz ve milletimiz için yaptığımız bu savaşta bize yardım et. Sözümde yalan varsa beni kahret! Beylerim! Yiğit erenler!.. Burada Allah'tan başka Sultan yoktur. Buyruk O'nda&r. Savaşmak isteyenler benimle gelsin. Savaşmak istemeyenler de ayrılıp gitmekte serbesttirler!
Eğer şehid olursam, bu beyaz kıyafet benim ketenim olsun. O zaman ruhum göklere yükselecektir... Oğlum Melikşah'ı tahta çıkarınız ve O'na bağTı kaimiz. Zaferi kazanırsak, önümüz, de çok hayırlı günler olacaktır...»
«Nizama Âlem» davası uğruna üç kıt'a üzerine taht kuran Osmanlı İmparatorluğu, ömrü 600 yıldan fazla süren koca bir çınara benzetilir, tşte, o çınarın «fidan» olduğu sırada bu fidana ilk suyu veren Osman Gazi'nin oğullarına,' torunlarına vasiyyeti :
Osman, Ertuğrul oğlusun, Oğuz Kayı Han neslisin
Hakkın bir kemter kulusun, İslâmbol'u aç giilzâr yap!...
Bu vasiyyeti gerçekleştiren, Peygamberimiz Hz. Muhammed (SAV.)'in müjdesine mazhar olan Fatih Sultan Mehmed'in, bu gencecik padişahın ecdadına cevabı :
İmtisâl-i «Caliidû fi-'IIâh» olupdur niyyetüm,
Dîn.i İslâmun mücerred gayretidür gayretlim.
Kabına sığmayan, daha büyük hizmetler yapmaya ömrü vefa etmeyen ve «Hükümdarla, rm toprakları onların nikahlısı gibidir» diyerek başı bulunduğu devlet uğruna her fedakârlıkta bulunmaktan kaçınmayacağını ifade eden Yavuz Sultan Selim, Doğu'ya ve Güney'e doğru yapmakta olduğu en önemli seferi sırasında ordu içinde beliren bir huzursuzluğu nasıl gideriyor?
«Onlar ki, kalplerinin zaafıyla çocuklarının ve karıl arının hayâline düşerler ve buradan öte gidemezler. Öyleleri kendileri bilirler. Geri dö . ilerlerse, «dîn.i mübîn» yolundan dönmüş olurlar. Eğer er iseniz, benimle yola revan olun. Yoksa, ben yalnız başıma da giderim...» Bunu söylemek ve hemen arkasından atını mahmuzlamak... Kimde can kalır!.. Bütün bir ordu yek-vücud padişahının arkasında ve zaferler, zaferler...
Türk'ün tarih boyunca şahlanışı bitmiyor ve bitmeyecek, işte Anadolu şahlanışı ve genç Türkiye Cumhuriyeti!.. «Çanakkale geçilmez!», «Ben Antepli Şahin im — Yumruklarım memleket kadar büyük...» ve, böyle büyük yumruğa «mavzer omuzlara yük», Dumlupınar bir başka, Kocatepe tam Türk'e göre ve gürleyen bir ses, Atatürk haykırıyor: Ordular, ilk hedefiniz Ak-denizdir, ileri!...» Topraklarımızda düşmanın ölüsüne bile yer yok. 9 Eylül'de îzmir körfezi balıklara bayram yeri oluyor.
Kadınıyla, kızıyla, genciyle, ihtiyarıyla bü. tün bir millet coşuyor. «Mehter en güzel marşı, m vuruyor» ve şâirlerimiz harikalar yaratan arslanlarımıza, kazandıkları zaferler kadar büyük destanlar söylüyorlar, türküler yakıyorlar :
«Şühedâ gövdesi bir baksana, dağlar, taşlar, O, rükû olmasa, dünyada eğilmez başla -. Vurulup tertemiz alnından uzanmış yatıyor, Bir Hilâl uğruna Yâ Rab, ne güneşler
batıyor!
Sana dar gelmiyecek makberi kimler kazsın? Gömelim gel seni tarihe desem,
sığmazsın...»
«Tarihe sığmayan» ların tarihle cengi bit . miyor. Yıl 1974... Daha dün gibi yakın. Türk ordusu Kıbrıs'ta. Genel Kurmay Başkanımız Sayın Semih Sancar'ın mesajı:
«Şanlı Türk Silahlı Kuvvetleri ve Milletim :
Mesajımın yayınlandığı şu anda kahraman Türk Silahlı Kuvvetleri Milletinin emrmde ve
38 DEVLET — AĞUSTOS : 1978
yüce varlığından aldığı güçle, Devletlerarası an. kısmaların kendisine tanıdığı haklara dayana, rak Kıbrıs'ta ve bölgede barışı sağlamak, yavru Vatan'da yaşayan Irkdaşlarımızın güvenliğini sağlamak maksadıyla birleşik bir harekâtta bulunmaktadır.
Türk'ün kahramanlığını ve barışseverliğini bir kere daha Cihana ispat eden Silahlı Kuvvetlerimiz!.. Bu hareketinizle şanlı tarihimize ve insanlığa unutulmayacak bir sayfa açmaktası. nız. Kahraman Türk Milleti'nin yıllrca bu barışı gerçekleştirme yönünde gösterdiği metanet de ayrı bir övgüdür. Yüce Türk Milleti zafer haber, (erini beklemektedir.»
Ve, Türk ordusu, tarihin her devrinde olduğu gibi, kendisine bağlanan ümitleri boşa çıkarmamış, Kıbrıs'a yapılan birinci ve ikinci hare. kâtları başarı ile gerçekleştirerek zaferlerine bir yenisini katmıştır. Bu zafer, Türk Silahlı Kuv. vetlerimizin 2183. Kuruluş Yıldönümüne rastlaması bakımından da ayrıca önemlidir.
Ya asker yetiştiren okullarımız... Onlar hangi inanç ve şuurla yetiştiriliyorlar? Ordularımızın kazandığı zaferlerde, onların komutanlarının tutum ve davranışlarının, hitap tarzlarının oynadığı rolü gördük. Yarının komutanları, geçmişin bu sağlam temeli üzerine, zamanımızın yeni teknolojisinden, savaş araç ve gereçleriyle taktiklerinden de faydalanılarak hazırlanıyorlar.
Marşlar, askeri asker yapan, askere her an sorumluluğunu hatırlatan en büyük manevî güçlerden biridir. Harp Okulu öğrencisi,
Yıldırımlar yaratan bir ırkın ahfadıyız Tufanları gösteren tarihlerin yâdıyız Kanla irfanla kurduk biz bu Cumhuriyeti Cehennemler kudursa ölmez nigâhbanıyız
diye başlayıp,
Şahikalar üstünde meydan okur bu erler Yaklaşacak düşmana mezar olur bu yerler Bağlayamaz bir kuvvet bu kasırga milleti Tarihlere sorun ki, bize ölmez Türk derler
diyerek bitirdiği Harp Okulu Marşı'nı günde kaç defa söyler bilir misiniz? Ve, bunları haykıran, haykırdığı şeylere yürekten inanan y a n . nın komutanlan, kumandanlan «kasırga» gibi eserek bu yerlere düşman kondurur mu?
Sonra, Harp Okulu'na öğrenci hazırlayan Kuleli Askerî Lisesi'nin marşı ne kadar anlamlıdır:
DEVLET — AĞUSTOS : 1978
Deniz senin, toprak senin, gök senin, Zafer olsun en mukaddes emeli, Çağlıyanlar gibi kupür, arşa taş, Ufuklardan yüksel şahikalar aş,
Ey Şerefli, şan'ı yuva Kuleli, Hedefindir, bütün cihan, ileri.. Hayat umar vatan tatlı sesinden Miras kalan asil kandır ceddinden
Kızıl hilâl gök yüzünde parlasın Nurunda Türklük dünyayı kaplasın Ey şerefli, şanlı yuva Kuleli, Hedefindir, bütün cihan, ileri...
Bu anlayışla yetişen ve eğitim gören Silahlı Kuvvetlerimiz, daha nice 2187 yıllan yaşamaya lâyıktır ve yaşayacaktır. Odu — millet kaynaşmasını en iyi şekilde kaynaştıran ve «Ordu milletlerin en çok döğüşen en sarpı» olan milletimiz ebediyyen var olacaktır.
TÖRE •DEVLET YAYINEVİ Turizm veTanıtma Bakanlığı roman
TRT radyofonik oyun, Türk Edebiyat Cemiyeti roman, i
Türkiye Milli Kültür Vakfı roman, Armağanları sahibi
EMSİME I Ş I I M S U H
ESERLERİNİ TAKDİM EDER.
4 39
SF ^
TCZİRAAT BANKASI
SİZİN en yakıtı
rdımcınızdın
Yaktın Bizi Muzaffer!
(Baştarafı Sayfa 15'de) nin değil 16, bir devlet kurma «olasılığı» ve «olanağı» kalmadı.
Muzaffer...! Yalnız bizi mahvetmedin. Başta SSCB ve Çin Halk Cumhuriyeti olmak üzere îran, Pakistan, Arganistan ve Hindistan'ı da Ağn Eğitim Enstitüsü öğrencilerinin elinden kurtardın. Bu dünya çapında başann mutlaka tarih sayfalarına geçecek ve belki Ecevit bu muvaffakiyetini basamak yapıp bu ülkelerden petrol ve kredi alacaktır.
Biz ise...
Bittik...
Mahvolduk...
Yaktın bizi Muzaffer!...
TÖRE-DEVLET YAYINEVİ PeyamlŞafii w Dündar Taşcr Roman. bmaÇanfan sahibi
tasan kay itim • İ l ESERLERİNİ TAKDİM EDER.
BÜTÜN KİTAPÇILARDA
DEVLET Milliyetçi Aktual i te Fikir ve Yorum Dergisi
AYLIK DERGİ
Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
MEHMET ÇAĞATAY ÖZDEMİR
Sayı : 440 — Ağustos 1978 II. Dönem : 4
Her türlü haberleşme adresi P. K. 284 Bakanlıklar — ANKARA
Posta Çeki Nıı : 21849
Abone Şar t lan Yıllık : 100 TL.
Yurtdışı Yıllık : 200 TL.
• Yurtdışı Havaleler
Akbank Gençlik Caddesi Şubesi : 4011 no.Ut hesaba gönderilmelidir.
İlân Şar t lan : Tam sayfa arka kapak : 6000 TL. Tam sayfa iç kapak : 5000 TL.
• DEVLET'te yayınlanan yazılar kaynak gösterilmeden iktibas edilemez
Kapak : Kuşak Matbaası — İSTANBUL Dizgi.Baskı : BİMAŞ Matbaacılık Ltd. Şti.
ANKARA
KİTAP ÇOCUĞUN ARKADAŞIDIR. AMA HER KİTAP İYİ ARKADAŞ DEĞİLDİK
EHEHESST
&7 ; • *
& i i*R
4.
Her yaştaki çocuklar için en faydalı kitapları takdim ediyoruz. T e r c ü m a n Gençl ik Yayınlar ı
K a l e m Yayınevi İ r f a n Yay ınev i * DELİ DUMRUL
Dede Korkut * ALA GEYİK
Ziya Gökaip * TEPEGÖZ
Dede Korkut * TOPUZ
Ömer Seyfettin * FORSA
Ömer Seyfettin * YÖRÜK HOCA
Ömer Seyfettin
Toker Yayınları
1 0 . -
10.—
10.—
10.—
10.—
10.—
100 kuruşluk çocuk kitapları 24 çeşittir. 300 kuruşluk çocuk kitapları »ittir. * İLK ÇAĞ İKİZLERİ * ASYALI İKİZLER * JAPON İKİZLERİ * JAPON İKİZLERİ
OKULDA * İSVİÇRELİ İKİZLER
8 çe-
4.— 4.— 4.—
4.— 4.—
KİMSESİZ 5.— ö. Furuk Turan DİLENCİ 5.— M. Emin Bildirici TÜFEKÇİ 5.— Talip Arışahin ŞAKA 5.— M. Emin Bildirici GECEKONDU ÇOCUĞU 5.— A. Kadir özulu MİNİKLER TAKIMI 5.— Talip Arışahin BACAKSIZIN TEVBESİ Faruk ölmez KOLLEKSİYONCULAR KULÜBÜ 5.— Erhan Dilligil VATAN i ÇİN 5.— A. Kadir özulu VATAN SAĞOLSUN 5.— Göktürk Mehmet Uytun İKİ DAKİKA İZ İN 5.— Avni İlhan
* UZAYDAN GELEN ADAM Refik özdek
* BEYAZ GÜVERCİN M. Necati Sepetçloğlu
* HARİKA PRENS Comtesse De Segur
* ŞARKI SÖYLEYEN DEV M. Gülsen Sepetçloğlu
* ÇIRAK HASAN Reilk Sönmezsoy
* CADILAR SAVAŞI Comtesse De Segur
* KUTSAL KAYA M. Necati Sepetçioğlu
•DEMİR DAĞLAR SIRA SIRA M. Necati Sepetçioğlu
B o ğ a z i ç i Yayınları ÜÇ YİĞİT ATLI İNSAN YİYEN KARINCALAR 5.—
D a ğ ı t ı m : AMACIMIZ; SAĞLIKLI DÜŞÜNEN, DÜRÜST YAŞAYAN, GEÇ
MİŞİNE VE GELECEĞİNE SAHİP NESİLLER YETİŞTİRMEKTİR.