estetİk alanda deĞİŞİmler ve bati sanati tarİhİndekİ

149
1 SANAT FELSEFESİ Anadolu Üniversitesi Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü Ders Notları Doç. Dr. İ. Özgür Soğancı & Araş. Gör. Dr. K. Evren Bolat Aydoğan / Bahar 2014

Upload: phungtuyen

Post on 01-Feb-2017

241 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

Page 1: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

1

SANAT FELSEFESİ

Anadolu Üniversitesi Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü Ders Notları

Doç. Dr. İ. Özgür Soğancı & Araş. Gör. Dr. K. Evren Bolat Aydoğan / Bahar 2014

Page 2: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

2

Raphael / Francesco Clemente / Yüksel Arslan Marlene Dumas / Alex Katz / Leon Golub

Modigliani / Nuri Ġyem / Vincent Van Gogh

Page 3: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

3

İçerik

ESTETĠK ALANDA DEĞĠġĠMLER VE BATI SANATI TARĠHĠNDEKĠ BAZI ĠZDÜġÜMLERĠ

Öncesi ve Sonrasıyla Modernizm

Postmodernizm TEMEL KAVRAMLAR

SANAT FELSEFESĠ / ESTETĠK ESTETĠK BĠLĠNÇ GÜZELLĠK-HAKĠKAT-ĠYĠ-HOġ-YÜCE ĠLĠġKĠSĠ SANAT YAPITININ DÜZENĠ ESTETĠK NESNE ESTETĠK SUJE VE ESTETĠK TAVIR ESTETĠK TAVIR VE ESTETĠK HOġLANMA, ESTETĠK HAZ YANSITMA TEORĠSĠ ĠDEALĠST TEORĠ

ESTETĠK ALANINA KATKIDA BULUNAN BAZI ÖNEMLĠ KURAMCILAR:

PLATON (PLATO, EFLATUN) (i. Ö. 427-347)

ARĠSTOTELES (ARISTOTLE, ARĠSTO) (i. Ö. 384-322)

IMMANUEL KANT (1724-1804)

FREDERICH HEGEL (1770 -1831)

FRIEDRICH SCHILLER (1759-1805)

ARTHUR SCHOPENHAUER (1788-1860)

JOHANN WOLFGANG VON GOETHE (1749 - 1832)

FRIEDRICH NIETZSCHE (1844-1900)

LEO TOLSTOY (1828-1910) BENEDETTO CROCE (1866-1952) MARTIN HEIDEGGER (1889-1976) WALTER BENJAMĠN (1892-1940) JEAN PAUL SARTRE (1905-1980)

MAURICE MERLEAU-PONTY (1908-1961)

HANNAH ARENDT (1906 – 1975)

ARTHUR DANTO (1924)

HENRI MALDINEY (1912-2001)

NELSON GOODMAN (1906-1998)

JOHN BERGER (1926)

PIERRE BOURDIEU (1930-2002)

JACQUES DERRIDA (1930-2004)

Bu metin aĢağıda belirtilen Ģekilde kaynak gösterilerek ve içerdiği alıntılara sadık kalınarak makul oranda çoğaltılabilir. Soğancı, Ġ. Ö. (2006-2011). Sanat Felsefesi ve Estetik (YayınlanmamıĢ Ders Notları), Anadolu Universitesi, EskiĢehir.

Page 4: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

4

Page 5: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

5

ESTETĠK ALANDA DEĞĠġĠMLER VE

BATI SANATI TARĠHĠNDEKĠ BAZI ĠZDÜġÜMLERĠ

Günümüzde batı uygarlığında kullanılan birçok ana kavramın temelleri “Eski Yunan” (ya da “Antik Yunan”) denilen ve Ġsa‟dan önce beĢinci yüzyılla baĢlayıp Roma uygarlığından hemen önce ömrünü tamamladığı belirtilen dönemde atılmıĢtır. Sokrates, Eflatun (Plato), Aristo (Aristotle), Öklid, Epikür, Pisagor, Diyojen gibi düĢünürleri yetiĢtiren bu uygarlık, edebiyatta da Sofokles, Aristofanes, Homeros, Ezop gibi yazarlarla dünyaya öncülük etmiĢtir. Bilim ve felsefe gibi birçok temel alanın ilk sistemli çalıĢmalarının

baĢlatıldığı bu dönem sanat, güzel, yaratım, taklit, beğeni ve benzeri kavramların bize ulaĢabilen ilk tartıĢmalarını konuk etmiĢtir.

Eski Yunan‟ın büyük düĢünürlerinden Sokrates, Eflatun, Aristo (dünyaya geliĢ sıralarına göre).

Yunanca‟da “tekhne” Latince‟de ise “ars” kelimesiyle karĢılanan sanat terimi, ilk kullanıldığı çağlarda bugünki kısıtlı anlamı olan “güzel sanatlar” yerine değil insan eliyle gerçekleĢen tüm aktiviteler anlamında benimsenmiĢti. Mesela Aristo (Aristotle, Ġ. Ö. 384-322) sanatı bilgiye dayalı ve kurallarla gerçekleĢtirilen bir çeĢit aktivite diye tanımlar. Ona göre bir birey ressam,

Page 6: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

6

heykel ustası ya da ayakkabıcı olabilmek için mesleğe has belli kuralları bilmekle yükümlüdür. Eski Yunan kainatta algıladığı kaosa düzen getirmek iddiası ile hep kurallara sarılmıĢtır. Bu dönem filozofları bilinçli bir Ģekilde hemen hiç durmadan düzen, denge, uyum (armoni), ve yalınlık peĢinde koĢmuĢlardır. Onlara göre kurallar doğa üstünde kontrolü ve bu da bir çeĢit kavrayıĢı getiriyordu. Bu kuralcı yaklaĢım “klasik” denilenin doğasıyla örtüĢür ve dolayısıyla gelenekçi ve tutucu olarak nitelendirilebilir. Böyle bir yaĢam ortamında eski Yunan yontucuları ve ressamlar diğer meslek erbablarından çok da farklı görülmüyorlardı. Beğenilmeleri kendi mesleklerinin sıkı kurallarını iyi uygulayabildikleri ölçüde, yani teknik yeteneklerinin elverdiği kadardı. Ne ressam ne de yontucu “ilham, esin, etkilenme, v.b.” sezgisel ve içgüdüsel kavramlar ıĢığında iĢler ortaya koyabilirdi. Resim ve heykel asla Ģiir ve müzik gibi seçkin ve bu yüzden de günlük iĢleri düzenleyen kurallar dıĢında tutulan uğraĢlardan değildi. ġiir ve müzik en saygıdeğer uğraĢlardan kabul edilir ve hatta onlara bir çeĢit kutsal statü bile verilirdi. Müziğin ve Ģiirin çoktanrılı Yunan inanç sisteminde Zeus‟un kızları olan tanrıçaların ilgi alanında olması, görsel sanatlara bu çeĢit bir tanrısal uğraĢ statüsü tanınmaması bile resim ve heykelin görece düĢük seviyesini anlamak için yeterince kanıtlayıcıdır. Eski Yunan dilinde ressam ya da yontucu için kullanılan banausos kelimesi esas itibariyle el emeğiyle iĢ yapan zanaat erbabı, usta anlamına gelir. Bu kelime, el emeğini küçümseyen o dönem aydınları da gözönünde bulundurulursa, resim ve heykelle uğraĢanların ait görüldüğü sosyal sınıfı da tanımlıyor. Pratik bir yarar için el emeğiyle çalıĢmayı öteleyen ve görece kıymetli bulmayan bu önyargı günümüzde de bir dereceye kadar zanaat ve sanat arasındaki farkı anlatmak için kullanılır.

Page 7: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

7

Eflatun (Plato, Ġ. Ö. 427-347) ve Aristo‟dan sonra geç antik çağda yapılan

(Liberal Arts ya da Sosyal Bilimler) tasniflerde gramer, retorik, dialektik, aritmetik, geometri, astronomi ve müzik yer alırken bugün güzel sanatlar dediğimiz uğraĢı alanının resim ve heykel dallarının yer almaması tesadüfi değildir. Eski Yunan ve daha sonra Romalı aydınlar güzel sanatlar diye bir sınıflandırma yapma gereği duymadılar ve görsel sanatların tümünü el sanatları baĢlığı altında incelemekten yana bir yol izlediler.

Ġsa‟dan sonra 2. yy.‟a tarihlenen bu büst Anatlaya‟da Perge kazılarında gün yüzüne çıkarılmıĢ. Yontucusu bilinmiyor ama Antinous adlı yarı-tanrı‟ya ait. Görüldüğü gibi yontu ustasının adı zamanla unutulabiliyor. Bunu belki de bu ustaların guünümüz anlamında sanatçı olarak değil de zanaatçi olarak algılanmalarına borçluyuz. Benzer Ģekilde tapınaklarda süsleme yapan ya da bahcçıvanlık yapan kiĢilerin adları da bilinmiyor, daha doğrusu hatırlanmaya değer görülmüyor.

Page 8: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

8

Erken Ortaçağ, Geç Antik dönemden miras kalan bir tutumla sanatı

“öğretilebilir” aktivite olarak gördü. Bu görüĢ incelendiğinde karĢımıza keskin kurallara dayanan, yaratıcılığı ve bireyselliği dıĢlayan, dehaya ve orjinalliğe pek de yer tanımayan bir sanat görüĢü çıkar. Artista teriminin çıkıĢı da bu döneme denk gelir. Günümüzde kullanılan “artist” kelimesinin atası olmakla birlikte bu kelime ilk kullanımı itibariyle zanaatkar ya da yukarıda belirttiğim Liberal Arts alanlarında öğrenci anlamındadır. Bu tutum yüzünden Ortaçağ boyunca eser vermiĢ birçok ressam ve heykelcinin ne adı bilinir ne de sonraki dönemlerde sanatçıların hakkettiği düĢünülen üst sınıf bir yaĢam standartları olmuĢtur. Soylular ve bazen de halk bunların eserlerini zevkle izlemiĢ ve birçok yaĢam alanını bu eserlerle süslemiĢlerdir, ancak takdir ettikleri, eliĢçiliğindeki marifetlilik, kullanılan malzemenin değerliliği ve benzeri zanaat kavramına ait yönler olmuĢtur. Bu dönemde görsel sanat eseri söz konusu olduğunda beceri ve teknik hep imgelem, sezgi, düĢünsellik gibi kavramların önünde yer almıĢtır. 12. ve 13. yüzyıllarda bilginin tasnifi üniversitelerin açılmaya baĢlamasıyla değiĢime uğramıĢ, fakat tıp, ziraat, tiyatro ve benzeri dalları içine alıp geniĢleyen sistem güzel sanatları ayrı bir disiplin ya da dal olarak değil de esas dallara yardımcı alanlar olarak görmüĢtür. Örneğin resim anatominin yardımcı bir dalı heykel ise fizikle ilintili bir çalıĢma alanı kabul edilmiĢtir.

Page 9: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

9

Rönesans dönemi (14. ve 16. yy.) sanatçının sosyal ve kültürel

pozisyonuna birçok önemli değiĢim getirdi. Bu dönemin baĢından sonuna dek ressam, heykelci ve mimarın statülerinde yükselen bir grafik, görsel sanatlara olan ilgi ve beğenide de artıĢ gözlemlenir. Bu dönemin sanatçıları toplumun Ortaçağ‟da kendilerini koyduğu alt tabakadan yükselmek ve kendilerini zanaatçı etiketinden kurtarmak için didindiler ve belli oranda da baĢarı sağladılar. 14. yy. baĢında bazı resim ve heykel sanatçıları ait oldukları zanaat örgütlerinden ayrılarak yeni guruplar kurmaya baĢladılar. Bu hareket 15. yy.‟da artık eskisiyle kıyaslanamayacak bir sanatçı imajını ortaya koymuĢtur. Öyle ki bindörtyüzlerde bir ressamın eğitimi matematiksel perspektif, optik, geometri ve anatomi gibi aĢağı sosyal sınıfların bihaber oldukları disiplinleri içeriyordu. Rönesans‟ta büyük “geliĢmelerden” biri de bugün imge teknolojileri dediğimiz ve optik alanındaki buluĢlarla (lens benzeri geçirgen camlar, camera obscura, ölçüm aygıtları, vb.) desteklenen gerçekçi tasvir olgusunun resim ve heykelde vurgulanmasıdır. Öyle ki doğayı taklit bu dönemde optik fenomenlerin bilimsel incelenmesi haline dönüĢmüĢtür. Üç boyutluluk, ıĢık, gölge ve ilüzyonvari (yanılsamaya dayalı) boĢluk betimleri yeni geliĢtirilmiĢ olan çizgisel (linear) perspektifle mümkün kılınmıĢtır. Bu tip değiĢimler resmi ve heykeli entellektüel, kuramsal ve de bilimsel bir tabana oturturken, sanatçıları da, zanaatçıdan üstün, mesleğı bilgi ve entellektüel yetiler gerektiren bir birey durumuna getirmiĢtir. Ve nihayet resim ve heykel temel alan tasniflerinde tıp ya da ziraat gibi kendi baĢina yer alan ana dallar olmustur.

Page 10: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

10

Üstte Alman sanatçı Albrecht Dürer‟in 1528 tarihli artistik anatomi konulu 142 ağac baskıdan oluĢan kitapçığından insan anatomisi Ģemasi örneği. Altta yine Dürer‟in Londra‟da British Museum kolleksiyonunda yer alan 1515 tarihli gergedan etüdü. Görüldüğü üzere 16. yy. ürünü bu imgeleri yapan sanatçı doğayı körükörüne taklit eden bir birey olmaktan ziyade entellektüel bir merakla ve bilimsel yöntemlerle onu analiz eden ve yapıtını bu analizler ıĢığında ortaya koyan ve böylelikle kendisini zanaatkardan ayıran bir birey.

Page 11: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

11

Rönesans dönemi görsel sanatçıları kendilerini Ģairlerle eĢ düzeyde görüyorlardı. Bu görüĢleri belirli derecede destekçi de bulmuĢtu. Rönesans döneminde resim ve Ģiir “kardeĢ sanatlar” olarak görülmüĢ, bazen de resme “sessiz Ģiir” ve benzeri yakıĢtırmalar yapılmıĢtır. Bugün anladığımız sanatçı kavramı iĢte böyle bir dönemde doğmaya baĢlamıĢtır.

Hem Hıristiyan hem de Ġslam ortaçağını büyük ölçüde etkileyen filozoflardan birisi olan Plotinos (M.S.205–270) ise ciltler tutan eserlerinde güzelliği, psikolojik ve metafizik yönleriyle ele alarak, hem doğaya karĢı sanata tanınan ayrıcalık hem de buna iliĢkin deha kültü bağlamında, yüzyıllar boyu geçerliliğini koruyacak bir değerlendirme modeli oluĢturmuĢtur. Nitekim Plotinos için doğanın kendisinden geldiği rasyonel biçimlere ulaĢan sanat, gerekli durumlarda eksikliği de tamamlamaktadır; çünkü güzelliğin sahibidir o. Ayrıca, güzelliğin ruha tanınmıĢ bir ayrıcalık olduğu düĢüncesi, Plotinos için sanattaki yaratıcı gücüyle, insanoğlunun tanrısal olandan pay alabileceğini göstermektedir bize (Ergüven,1992,s.26).

Yine aynı dönemde, yaygın olan Eflatun (Plato) felsefesi de sanatçı kavramının yüceltilmesine araç olmuĢtur. Eflatun‟a göre müzisyen, Ģair ve peygamberler tanrısal esinle doluydular ve bu yüzden doğaüstü yetilere çok yakındılar. Esasen tanrı onların vasıtasıyla konuĢuyordu. Romalılar tanrısal olduğuna inandıkları bir yüce ruhun, yani genius‟un, seçilmiĢ bireylerce tanrı buyruğunu kendilerine ilettiğine inanırdı. Modern Ġngilizce‟de “dahi” anlamına gelen bu kelime din ve devlet iĢleri ayrıldıktan sonra bile sanatçılara atfedilen bir kavram olarak kalmıĢtır.

Page 12: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

12

Mikelanj (Michelangelo) ve benzeri sanatçılar iĢte böyle bir atmosferde

çağdaĢları tarafından kutsallıkla özdeĢleĢtirilmiĢ, onlara yarı-mübarek bir mevki layık görülmüĢtür. Yine bu sıralarda sanatçıya kutsallığa ek olarak bir baĢka sıfat daha yakıĢtırılmaya baĢlanır: Yaratıcılık. Önceleri sadece tanrının bir vasfı olan bu yeti, sanatçı özelinde insanlığa mal edilmeye böyle baĢlamıĢtır.

Hz. Musa, Mikelanj, 1547, Papa II. Julius‟un mezarı, Roma, Ġtalya (genel, tam boy ve detay).

.

Page 13: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

13

Avrupa sanat dünyasında bunlar olurken Anadolu ve orta doğunun birçok

kısmında hüküm süren ve Bizans‟ı yani Ġstanbul‟u fethetmiĢ olan Osmanlılar çok farklı bir sanat anlayıĢı ve estetik tavır sergilemekteydiler. Sanat tarihleri genellikle Fatih Sultan Mehmet‟in Ġtalyan ressam Bellini ve beraberindeki heyeti Ġstanbul‟a davet etmesini ve onları uzun bir süre Ġstanbul‟da ağırlamasını ön plana çıkartırlar ve bunun Osmanlı‟nın temsil ettiği doğu uygarlığının Rönesans Avrupa‟sına yaklaĢma isteği olarak algılanması gerektiğini savunurlar. Bunda kısmen haklılık payı olsa da Fatih‟in gerçekçi bir anlayıĢla portresini yaptırmıĢ olması Osmanlı sanat anlayıĢında ancak bir istisna olarak yerini alır. Nitekim, sözkonusu portre Fatih‟ten sonra tahta geçen oğlu II. Bayezit tarafından Venedik‟li tüccarlara verilmiĢtir ve bugün British Museum‟da asılıdır. Bayezit‟in anlayıĢı batılı anlamda resme pek iltifat etmeyiĢinin bir sonucudur. Bu iltifat etmeyiĢ ise daha derin bir dünya görüĢü ve kavrayıĢının sonucu olarak değerlendirilebilir. Bu görüĢ ve kavrayıĢ Osmanlılar‟ın Ġslami tavrından kaynaklanan bir estetik duyarlılıkla izah edilebilir ve bu duyarlılık özde Rönesans sanatının bir çok anlayıĢından farklı hatta o anlayıĢlarla taban tabana zıttır. BeĢir Ayvazoğlu bu estetik duyarlılığı Ģöyle anlatıyor:

Bu estetiğin en önemli prensiplerinden biri, hiç Ģüphesiz, Ġslam‟ın putperestliğe karĢı verdiği büyük mücadelede asıl ifadesini bulan, sınırları hadislerle çizilmiĢ tasvir yasağıdır. Tasvir yasağı olarak bilinen ve genellikle en kaba hatlarıyla bilinen ilkeyi, doğrudan doğruya temel ilkeye, Tevhid‟e bağlı ikincil bir ilke olarak anlamak gerekir. Bu ilke müslüman sanatkarları mimesis‟ten alıkoyarak tasvirci, antropomorfist sanat anlayıĢından uzaklaĢtırmıĢ ve soyutlamaya yöneltmiĢtir. Soyutlama, eĢyanın ssadeleĢtirilerek bir çeĢit geometriye dönüĢtürülmesini sağlar; böylece görünen dünyanın nesneleri, tek tek, ferdi özelliklerinden uzaklaĢarak tümeli yansıtan kliĢeler haline gelir ve biçimler özelden genele doğru değiĢerek temsili karakter kazanır. Hatta zamanla elde edilen yeni biçim, kaynağı hiç hatırlanmayacak Ģekilde dönüĢüme uğrar.

Page 14: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

14

Tasvir yasağının zorunlu bir sonucu olarak soyuta yönelen müslüman sanatkarlar, soyutlama irade ve heyecanlarına tasavvufta çok parlak bir karĢılık bulmuĢlardır. Pratikte varılan sonuç, hiçbir fenomenin doğrudan dile getirilmediği, iç gayesi, görünenlerin ardındaki görünmeyene ulaĢmak, dıĢ gayesi ise dünyayı güzelleĢtirmak olan, baĢka bir deyiĢle, deruni olarak ne kadar dini ise, dıĢarıdan o kadar pürist ve o kadar profan bir sanattır. Bütün metafizik arka planına rağmen, ĢaĢırtıcı bir biçimde hayatın içinde yer alır. Camideki mihrap, mutfakta kullanılan kap kacak, atların koĢum takımları vb. aynı prensipler çerçevesinde tezyin edilir, yani güzelleĢtirilir.

15.yy.‟a ait ünlü Topkapı Rulosu‟ndan detay.

Page 15: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

15

BaĢlangıçta, günah iĢlemiĢ olmamak için, yani sadece iktisadi endiĢelerle figürden kaçan veya figürü cansızlaĢtırarak bir çeĢit nakıĢ haline getiren doğulu sanatkarlar, zamanla tasvir yasağının basit bir yasak değil de temel bir ilke olduğunu anlamıĢ ve bu ilkenin üzerine baĢlıbaĢına bir estetik inĢa etmiĢlerdir. Mimariden müziğe, Ģiirden tezyinata, hat sanatından arabeske kadar, Ġslam sanatı deyince aklımıza gelen bütün sanatların arkasında, özellikle sufiler tarafından bu ilke tarafından dantela gibi örülmüĢ ince estetik ve görkemli metafizik yatmaktadır. Bu estetik sanatın çeĢitli güçler tarafından istismar edilmesini, bir telkin ve kandırma aracı olarak kullanılmasını da önlemiĢtir. Batıda klisenin, sosyal sınıfların ve ideolojilerinin tasvirci sanatı birbirlerine karĢı bir çeĢit silah olarak kullandıkları biliniyor. Tasvirci sanat, ister istemez, tasvir ettiğini ya yüceltir, yahut küçültür, yani meydan okuyan bir sanattır. Halbuki hiçbir fenomeni dile getirmeyen tezyini sanat, yukarıda ifade ettiğimiz temel hedefin dıĢında, dünyayı güzelleĢtirmek gibi bir görevi üstlenmiĢtir. [Ayvazoğlu, BeĢir. (1997). Geleneğin DireniĢi. Ġstanbul: Ötüken Yayınları.]

Yastık Kılıfı, 17. Yüzyıl, Osmanlı; Ġpek ve metal dokuma, Metropolitan Sanat Müzesi, New York.

39 5/8 x 25 1/4 in. (100.6 x 64.1 cm)Theodore M. Davis Collection, Bequest of Theodore M. Davis, 1915 (30.95.66)

Page 16: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

16

Mimar Sinan‟ın eseri 16. yy. Rüstem PaĢa Camii‟nden bir oda, Ġstanbul. Fotoğrafta görülen stilize edilmiĢ bitkisel form, geometrik süsleme ve hat sanatı örnekleriyle bu mekan Ġslam sanatının tasvire mesafeli, figüratif olmayan genel estetik eğilimini yansıtmakta.

Page 17: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

17

. Binaltıyüzlü yıllarda Avrupa‟da sanatçı, deha formatı içinde, normaldıĢı

düĢüncelerle dolu bir entellektüel, tanrısal esin ve ilhamla dolu özel bir birey olarak tanımlanır. Sanat eseri ise biriciktir ve bu biriciklik tanrısal yaratıcılığın bu dünyadaki temsilcisi olan belirli bir ressam ya da heykelcinin eseridir. Onların isimleri ögrenilir ve hatta bazı durumlarda belirli eserleri görmek için kutsal bir görev yerine getiriyormuĢcasına kilometreler kat ediler.

16. yy.‟da resim ve heykel sanatçılarının iĢleri hemen algılanabilirden öte, salt görüntülerinin dıĢında daha derin ve ulvi birĢeye sahipmiĢ gibi düĢünülmeye baĢlandı. Sonraki sanat tanımlarının birçoğunda da bu tanımlanması zor tinsel öge ya da ruhani öz hatrı sayılır yer tuttu. Sanat eserinin bu yönü değiĢik dönemlerde farklı ele alınmıĢ olsa da, bu gizemli yan onu üreten sanatçı kitlesine hep bir üstünlük olarak yansıdı. Sanatçı ile kutsallık arasindaki bu farazi bağlantı zamanla sanatçının kiĢiliğine yönelik bir bilme ihtiyacı doğurdu. Belli bir görsel sanat eserini oluĢturan adam (kadınlar sanat dünyasında azınlıktılar) nasıl biriydi? Belirli çeĢitte bir yaratımı bize sunan bu bireyin mizacı ne idi, nasıldı? Bu sorulara verilen belirli cevapların Avrupa toplumlarının süzgeçlerinden geçerek oluĢturacağı imaj 17. ve 18. yüzyıllardaki sanatçı imajının da temellerini atmakta idi.

Page 18: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

18

Bu arada, 16. yy. Floransa‟da açılan ilk sanat akademisine de tanık olmuĢtur (1562). Anatomi ve geometri gibi derslerin verildiği bu ilk sanat kurumunu Roma‟da açılan ve sanat kuramlarına ve estetiğe daha fazla vurgu yapan baĢka bir akademi izledi. Daha sonra 1648‟de kurulan ve önceki Ġtalyan örneklerden esinlenen Fransız Kraliyet Resim ve Heykel Akademisi muhtemelen ilk kez “beaux arts” (güzel sanatlar) kelimelerinin kullanıldığı sanat kurumudur. I683 yılında bu kurumun direktörü olan Charles LeBrun öğrencilerin önce resimlerden çizgisel kopyalar, sonra cansız modelden çizgisel çalıĢmalar ve daha sonra da canlı modelden desen çalıĢmaları yaptıklarını ve en nihayetinde de tual üzerine yağlı boya tekniğine geçildiğini anlatır, ve aslında bu günümüze kadar sürmüĢ bir sanatçı yetiĢtirme yöntemidir. Bahsi geçen bu okul deseni, yani çizgisel ağırlıklı çalıĢmaları renkten üstün tutmuĢtur. Hatta çizginin akla, rengin ise zavallı duyulara hitap ettiği savı da bu okulda desteklenmiĢtir. Daha açıldığı ilk zamanlardan itibaren Fransa Akademisi vazifesini klasik sanat geleneğinin idealist tavrını bilen ve bunun uygulamasında yetkin öğrenciler yetiĢtirmek olarak belirlemiĢtir. Amaç Raphael ya da Poussin gibi ressamların çizgisinde mükemmelliğe ulaĢacak sanatçı adaylarını eğitmekti.

Page 19: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

19

Sanatta mükemmeli arama arzusu altında da yine Eflatun‟un idealar

öğretisi yatar, çünkü Eflatun‟un idealar dediği bu dünyada kendiliğinden bulunmadığına inandığı ve sanatın amacı olarak öğütlediği mükemmelliklerdir. Bu yüzden 15. yy.‟dan baĢlayarak klasik dönem sanatçılarının mükemmelliği dünyevi ve bayağı olan nesneleri inceleyerek değil de Eflatun‟un ancak akılla ulaĢılabileceğini savunduğu ölümsüz formlara yönelerek yakalayabileceği düĢünülüyordu. Böylelikle Rönesans ve sonrası sanat kurumlarında da klasik dönem örnek, ölçüt ve de model alındı ve akademiler klasik dönem sanatını tüm sanatın tek normu olarak tanımlamaya baĢladılar. Sonuç olarak klasisizm bir sanatsal akım olarak ve aynı zamanda da belli ideolojik temaları içerdiğinden akademi ve dolayısıyla da devlet mekanizmalarıyla kuvvetli ittifaklar kurabildi. Akademinin arkasındaki sürekli devlet desteği onun topluma yaydığı hiyerarĢik değer sistemini ve güç iliĢkilerine olan saygılı tutumunu benimsemiĢtir. Derinlemesine bakıldiğinda görülecektir ki, Rönesans ve sonrasında, klasisizm akımının benimsediği güç dağılımı yapısı devletin beklentileriyle uyuĢur ve en üsttekilerin en üstte kalmaya devam ettiği kurulu düzeni sürdürmeye yöneliktir.

Page 20: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

20

Jan Bruegel, Hollanda Atasözleri , 1559, MeĢe panel üzerine yağlıboya, 117 x 163 cm, Berlin Müzesi, Almanya.

Page 21: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

21

Öncesi ve Sonrasıyla Modernizm

Yakın zamana kadar “modern” kelimesi genellikle çağdaĢ ya da çağcıl anlamalarında kullanılırdı; buna göre, yapıldığı dönemde tüm sanat yapıtları moderndir diyebiliriz. Ancak tarihsel bir terim olarak modernden sözaçtığımızda kabaca binsekizyüzaltmıĢlarla baĢlayıp 20.yy.‟ın ikinci yarısı itibarı ile sonuçlanmıĢ bir dönemi kastediyoruz. Öyleki bu tarihler arasında sanatta ve hayatın hemen her alanında modernist dediğimiz belli tasarılar, tutumlar, seçimler ve sonuçlar ortaya konulmuĢtur. Sanatta modern ise belli kuramlar ıĢığında kurgulanmıĢ belli bir duyuĢ ve düĢünüĢ tarzını akla getiriyor. Bu açıdan modernizm terimi modern sanat dediğimiz kavramın felsefesi olarak da anlaĢılabilir.

Bu metinde daha sonra açıklayacağım sebeplerden ötürü görsel sanatlarda modernizm denilince daha çok biçimci sanat kuramı ele alınır. Sanat tarihçileri modern sanattan bahsederken öncelikle ritm, denge, çizgi, renk ve benzeri kavramlardan yani eserlerin yapı bakımından organizasyonundan dem vururlar. Sanat yapıtının konusu modernizmin baĢlangıcından sonuna doğru yavaĢ yavaĢ önemsizleĢmeye, biçimsel özelliklerse değerlendirmede en önemli payı kapmaya baĢlamıĢtır.

Page 22: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

22

Sanat tarihçileri modernizmi genellikle Manet‟nin Le Dejeuner sur l’herbe (Kırda Öğle Yemeği) adlı yapıtıyla baĢlatırlar:

(Üstte) Kırda Öğle Yemeği, Edouard Manet, 1863, Tual üzerine yağlıboya, 81 x 101 cm., Musee d'Orsay, Paris. (Altta) Olympia, Edouard Manet, 1863, Tual üzerine yağlıboya, 130.5 x 190 cm., Musee d‟Orsay, Paris.

Page 23: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

23

Peki Manet niçin bu resmi yaptı? Bunun alıĢılmıĢ cevabı Ģudur: Çünkü o yeni konu, yeni resimsel değerler ve yeni espas iliĢkileri arıyordu. Ama belki sorulması gereken daha esaslı bir soru vardır: Manet niçin böyle bir arayıĢa girmek zorunda hissetti kendini? 1863 yılında Paris‟te ilk sergilendiğinde bu resmi görenler onun sergilenmesinin bir skandal olduğunu düĢündüler. Birkaç yıl sonra Olympia‟nın sergilenmesi daha da büyük rahatsızlık yarattı. Manet niçin insanları Ģok edecek resimler yapıyordu?

Modernizmi geniĢ perspektifte anlamak bu tip soruları cevaplarken

karĢılaĢacağımız kavramları irdelememizle olacak bir iĢtir. Ancak bu geniĢ bağlamda, modernizm denilen ana söylemin ya da tutumlar bütününün amaç ve araçları gün ıĢığına çıkar ve sanatın algısı ve algılanıĢına getirdiği yenilikler netleĢebilir.

Page 24: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

24

Bazı sanat tarihçileri modern sanatın babası olarak Goya‟yı öne çıkarırlar. Bu tarihçiler çoğu düĢün insanının yaptığı gibi modernizmin köklerini 19. yy. ortalarından çok daha derinlere Rönesans‟a kadar götürür. Rönesans döneminde seküler hümanizmle ilk karĢılaĢtığımız, tanrının değil de insanın herĢeyin ölçütü olduğu düĢüncesine ilk rastladığımız, dünyevi ve sivil bir bilinçlilik halinden ilk sözedildiği ve toplumsal beklentilerin çoğalmaya baĢladığı ilk yıllardadır modernizmin temelleri. Aklın hiç olmadığı kadar ön plana çikacaği gelecek dönemleri müjdelercesine, daha 1790‟larda Goya metal plakanın üstüne aĢağıdaki çizgileri döktürmüĢtür:

“Aklın Uykusu Canavarlar Üretir”, Francisco Goya, 1797-98, Gravür, 21.6 x 15.2 cm., The Metropolitan Museum of Art, New York. [El sueno de la razon produce monstruos.]

Page 25: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

25

Dahası yine Rönesans hümanizmi içinde bir çeĢit modernist tema sayabileceğimiz insanlığa inanç, insanın kendi kaderine ve dolayısıyla geleceğe hükmedebileceği düĢüncesi, ve evreni, doğayı anlayıp, öğrenip, onu kontrol edebileceği savı yeralır. Bu ve benzeri kıpırdanmalar 1800‟lerde daha kuvvetli dalgalanmalar oluĢturmaya baĢlarlar. Belki tam burada önemli bir kutuplaĢmadan, dalgalanmanın iki ucundan sözetmekte yarar var. Bir kutup nostaljiyle, daha doğrusu geçmiĢe muhafazakar bir özlemle bakıp iyinin geride kaldığını ve geriye dönmenin tek çıkar yol olduğunu savunurken diğer kutup, yani kendilerine modern diyenler, baĢlarını belirsiz ama umutla baktıkları bir geleceğe çevirmiĢ durumdadır. 18. yy., aydınlanma çağı, bu ikinci gurubun zaferiyle, hümanist ideallerin entellektuel olgunluğa eriĢmesiyle ve yalnızca bu ideallerin insanlığı yönlendirmesi istemiyle doludur. Mantık yoluyla insanı aydınlığa ve aydın bir akılla da batıl ve cahilce olanın esaretinden kurtuluĢa yönelten bu dönem yepyeni ve heyecan verici bir dünya tasavvuru sunmuĢtur.

Page 26: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

26

Aydınlanmanın en etkin uyaranı hiç kuĢkusuz 17. ve 18. yy‟da meydana

gelmiĢ bilimsel geliĢmelerdi. Galileo Galilei ve Isaac Newton gibi büyük bilimadamları doğayı akıl yoluyla inceleyerek müthiĢ bilimsel keĢifler gerçekleĢtirdiler ve bunların birçoğu bilgi alanının o zamanki tek sahibi olan kilisenin önermeleri ile doğrudan çeliĢiyordu. Örneğin, kilisenin yüzyıllardır savunduğunun aksine, bilimsel metod dünyanın güneĢ etrafında döndüğünü kuĢkuya yer bırakmayacak netlikte ortaya koymuĢtu. Bu ve benzeri buluĢlar ve değiĢen ekonomik iklim daha iyi bir hayat idealinin dinsel dogmaya yaslanarak değil de ileriye dönük bilimsel çabayla olacağı fikrini güçlendirdi. Böylelikle 18.yy. sonlarına gelindiğinde kilise ve etrafındaki monarĢik örgütlenmeler hayatın belirlenmesindeki nerdeyse sınırsız hegomanyalarını kaybettiler.

Tüm sanat alanlarında, özellikle de edebiyat alanında bu yeni düĢünüĢ biçiminin manifestoları adeta kurulu düzeni topa tutuyordu ve nihayet yeni kurulan Amerika BirleĢik Devletleri‟nde Özgurluk Bildirgesi (1776) ilan edildi. Bu bildiriye göre daha mutlu bir hayat için tüm insanların eĢitliği önkoĢuldu.

1789‟daki kanlı Fransız Devrimi‟yle de mutlak monarĢi ve feodal yapı

net bir yenilgiye uğratıldı. Bu devrimi omuzlayanların ana temaları Amerika‟daki bildirinin ruhuna uygun, yani eĢitlikten ve özgürlükten yanaydı. Her iki olayda da o zamana kadarki çoğu idealist yaklaĢımın vurguladığı öbür dünya saadeti yerine bu dünyada mutlu olma beklentisi ağır basar. Bu iki ana olaya ek olarak, toplumdaki bilinç değiĢiminin yansıması olarak, belki örnekleri arasında en idealisti olan ve 20.yy. baĢlarında gerçekleĢen Rus Devrimi‟ne (1917) de yer verilebilir.

Page 27: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

27

18. ve 19. yy.‟lar, aynı zamanda, sanat felsefesi ve eleĢtirisi, estetik

kuramlar ve genel anlamda felsefe açısından diğer dönemlere kıyasla çok daha yoğun ve üretken olmuĢtur. AĢağıdaki portre gurubunda temsil edilen bu yüzyıllarda yaĢamıĢ sanatçı ve düĢünürlere bakılırsa sözkonusu üretkenliğin boyutları daha net anlaĢılır:

IMMANUEL KANT 1724

JOHANN WOLFGANG GOETHE

1749

FRIEDRICH SCHILLER

1759

GEORG WILHELM FRIEDRICH HEGEL

1770

ARTHUR SCHOPENHAUER

1788

FRIEDRICH NIETZSCHE

1844

Dünyaya geliĢ sıralarına göre ünlü Alman düĢünürler. NIETZSCHE hariç hepsi 18. yy. doğumlu.

Page 28: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

28

Yinelemek gerekirse, Ģu söylenebilir: Modernizm denilen kavramın öncü güçleri köklerini aydınlanma ideallerinden alır ve basitçe özetlemek gerekirse bu idealler özde daha iyi bir toplum yaratmak isteminden baĢka bir amaç gütmez.

Bizde artık klasikleĢen “Hayatta en hakiki mürĢit ilimdir” (Mustafa Kemal Atatürk) sözü ile özetlenen düĢünce Batı‟daki birçok ülkede modernizm öncesi bu büyük toplumsal değiĢimler sürecinde ortaya çıkmıĢtır. “En gerçek kılavuz bilim” olunca doğal olarak eğitim sistemi denilen ve daha çok asil ve kentsoyluya yönelik kurgulanmıĢ düzenekte reformlar yapılmaya baĢlanır. Eğitim kurumları nitelik ve nicelik olarak, ve daha da önemlisi, kapsama alanları bakımından devasa bir değiĢime sokulur. Tam anlamıyla örgün bir eğitim verilemese de, 19. yy.‟da birçok Batı ülkesi vatandaĢlarının çoğunluğuna sivil ve seküler eğitimin temellerini oluĢturacak yaklaĢımda bir okul yapılanması sağlayabilmiĢtir. Böylelikle amaçlanan, politik-ideolojik ve dinsel-dogmatik kirlenmenin akıl yoluyla (pozitivism ile) temizlenmesidir.

Çağının en prestijli ressamlarından ve Fransız devrimine verdiği destekle tanınan Jaccques-Louis David (1748-1825) Ģöyle diyordu: “Sanatlar toplumun eğitimine güçlü katkıda bulunmalıdır.” David‟in bazı tablolarında, belki de bu yüzden, didaktik denilebilecek ögeler bulunur. Ünlü resmi Marat‟ın Öldürülmesi‟nde devrimin önde gelen destekçilerinden arkadaĢı Jean-Paul Marat‟ın son anlarını klasik döneme has bir ustalıkla ancak aynı zamanda da çarpıcı ve isyankar bir havayla yansıtmakla belki de bunun hesabının sorulmasının gereğini izleyicisine hatırlatmaktadır.

Marat‟ın öldürülmesi, Jaccques-Louis David, 1793, Tual üzerine yağlıboya, 165 x 128.3 cm, Musees Royaux des Beaux-Arts de Belgique.

Page 29: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

29

Sanatın dini, ahlaki ve felsefi yapılardan koparak bağımsızlaĢması, kendine yeter bir düzeye gelmesi, sanat yapıtının içsel yapısallığına yönelik araĢtırmaları da beraberinde getirmiĢtir. Ancak bu değiĢimin kamuoyu tarafından paylaĢılması için ise sanat yapıtı ile kitleleri bir araya getirecek sergileme iĢlevine ihtiyaç duyulmuĢtur. Bu anlamda 18. yüzyılın ortalarından itibaren, Louvre‟un kare salonunda, Avrupa‟nın her yerinden gelen yapıtlardan seçici kurul tarafından beğenilen yapıtlar, her yıl düzenli olarak halka sunulmuĢtur. Bu sunumlar ilk düzenli görsel sanatlar sergileri olarak değerlendirilebilir. Böylelikle sanat yapıtı ulaĢılmaz olmaktan çıkarak halkın ziyaretine açık hale gelmiĢtir. Sanatın demokratikleĢme sürecini hızlandıran bu durum aynı zamanda sanat yapıtlarının bir arada görülerek farklı izlenim ve değer yargılarının oluĢmasına ve birbirleriyle kıyaslanmasına da olanak vermektedir. Önceden topluma kapalı kısıtlı bir çevrede yaĢanan sanatçılar arası rekabet de artık gözler önüne serilmiĢtir. “Her Ģey, tartıĢmaya açıktır artık: Sanatseverliğin anonim yapısı kırılmıĢ, toplumun beğeni çizgisine zamanla yön verecek yeni bir disiplin ortaya çıkmıĢtır” (Özsezgin,2002,s.88). Bugün bu disipline görsel sanatlar

alanında Sanat eleĢtirisi diyoruz.

Page 30: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

30

28 Ağustos 1789'da Fransız Ulusal Meclisi

tarafından, Fransa İnsan ve Yurttaş Hakları

Bildirisi kabul edildi. İnsanların eşit

doğduğu ve eşit yaşamaları gerektiği, her

bireyin zulme karşı direnme hakkı olduğu,

her türlü egemenliğin esasının millete dayalı

olduğu ve mutlak egemenliğin bir kişi ya da

grubun elinde bulunamayacağı, devleti idare

edenlerin esas olarak millete karşı sorumlu

olduğu, hiç kimsenin dini ve sosyal inançları

yüzünden kınanamayacağı gibi birçok

önemli fikir bu belgeyle Avrupa kıtasında

hızlı biçimde yayılmaya başladı.

Fransız devrimi

sonrası yeni tanımlamalar yapılırken yelpazenin “modern” tarafında kalanlar yeni bir sanat akımına dahil edilmeye baĢlandı: Romantisizm. Görsel sanatlarda, yazında, mimari ve müzikte boy gösteren bu akım batı uygarlığına 19.yy. ortalarına dek süren bir tavır ve entellektuel konumlanıĢ getirdi. Bu akım klasisizmi karakterize eden dingin, düzeni yücelten, uyumlu, idealizasyonu öğütleyen ve onlara göre tekdüze bir mantığı barındıran eski kavramlarla hesaplaĢmayı ve nihayetinde reddetmeyi amaç edinmiĢti. Bir ölçüde de aydınlanmayı, aydınlanmanın abartılı rasyonalizmini ve materyalizmin aĢırı yorumlarını hedef alıyordu. Romantikler bireysel, spontane, duygusal, aĢkın, ve imgesel tasarımı ön plana alan bir sanat anlayıĢından yana durdular ve yapıtlarında zeka yerine duyuları rasyonalite yerine duygusallığı öne çıkardılar. “Ġçe dönmek” denilebilecek bir tutumla kuralların biçimselliğine tutunmaktansa sanatçının kiĢisel yaĢantısından çıkan yaratıcı güdüler yoluyla hayalgücünü sanat emrine vermeyi uygun gördüler. Romantiklerin desteklediği bir diğer tavır da halk sanatlarına ve etnik alana duydukları ilgi dolayısıyla uzaklardaki “mistik” ve ”egzotik” tecrübeleri Avrupa içlerine kadar davet etmeleri oldu ve böylelikle estetik kavramını “güzel” dıĢıda “tuhaf, yabanıl, çirkin, ilkel, korkunç, Ģeytani”, ve benzeri önceleri dıĢlanmıĢ sıfatlarla buluĢturdular. Bu arada oryantalist (ġarkiyatçı) sanat akımı da romantiklerin bu ilgisiyle yükseliĢe geçmiĢtir denilebilir.

Page 31: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

31

Romantikleri akademi karĢıtı ve sol yelpazede olmakla suçlayan ve

klasisizm döneminin parıltısını özleyen azımsanamayacak bir kitle de sanat dünyasında tutucu denilebilecek ve romantizmi reddeden kanadı oluĢturuyordu. Bu görüĢ farklılığı aĢağıdaki iki sanat yapıtında net olarak göze yansır:

(Solda) Scios Katliamı, Eugène Delacroix, 1824, Tual üzerine yağlı boya, Louvre, Paris. (Sağda) The Vow of Louis XIII, Jean-Auguste-Dominique Ingres, 1824,Tual üzerine yağlıboya, 421 x 262 cm., Cathedral of Notre-Dame, Montauban.

Bu iki resim Paris‟te aynı salonda sergilendiğinde Ġngres‟in çalıĢmasını eleĢtirmenler “le beau”, yani “güzel olan” diye niteleyip eski sanatın klasik akademik kuramını gözler önüne sermekteki baĢarısını vurguladılar. Diğer tarafta ise Delacroix‟nın tuali “le laid”, yani “çirkin olan” etiketine layık görüldü. Dikkatli bakılırsa Delacroix‟nın klasik, ölçülü ve uhrevi bir armoni yerine anarĢi dolu, materyalist ve daha bireysel bir bakıĢı içeren bir resim yaptığı anlaĢılır. Oysa Ġngres‟in çalıĢması temsil ettiği düzen sebebiyle dönem muhafazakarlarına “eski mesut günleri” çağrıĢtırıyor ve geleneksel değerleri yüceltiyordu. Bu resimdeki tutumuyla Delacroix, zamanına hitap etmekten çok, kendinden sonra gelecek modern yaklaĢımlara öncülük

Page 32: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

32

ediyordu. Ġlerici modernizm diyebileceğimiz ve daha sonraları Gustave Courbet ve Edouard Manet tarafından sırtlanacak yaklaĢım aslında, azımsanamayacak ölçüde, Romantik Delacroix‟nın mirasıdır. Daha sonraları sanat tarihine damgalarını vuracak bu üç ressam da kurulu düzenle çeliĢen idealler ve politik düĢünceler benimsediler ve bu yüzden de sanat dünyasında önemli yerler edindiklerinde bile eserleri hep içeriklerinden dıĢlanmıĢ olarak salt biçimsel (formalist) açılardan değerlendirilmiĢtir. Bu, yerleĢik sanat kurumlarının özellikle Courbet ve Manet‟in keskin eleĢtirel tavrına karĢı geliĢtirdiği bir çeĢit etkisizleĢtirme, nötr kılma ve depolitize etme yöntemidir. Örneğin Courbet‟nin “TaĢkırıcılar” adlı çalıĢması içerdiği toplumsal duyarlılık bir yana bırakılıp sadece renk, doku ve benzeri artistik ögeler bazında ele alınmaya çalıĢılmıĢ ve ondaki toplumcu gerçekçi yan neredeyse yok sayılmıĢtır. Bu tip bir nötrleĢtirme bu dönemden sonra da sürecek ve modernizm sonrası birçok sanat akımının estetik eğilimlerinde önemli bir etmen olarak yer alacaktır.

TaĢkırıcılır, Gustave Courbet, 1849, Tual üzerine yağlıboya, II. Dünya SavaĢı sırasında kayboldu.

Page 33: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

33

19. yy.‟da sanat dünyasının egemen sınıfı kendilerini “akademik

modernist” olarak lanse eden ve modernizmin diğer bir kısmını oluĢturan bazı sanatçılarca muhafazakar olarak nitelenen guruplardı. Bunlar “iyi muhafazakar değerler, Hıristiyan duyarlılığı ve ahlakçı ilkeler” gibi unsurları yapıtlarında ön plana çıkarıyor ve daha ilerici modern sanatçılar tarafından kurulu düzeni sürdürmekle suçlanıyorlardı. “Ġlerici” olarak tanımlanan sanat insanları inanç ve umutlarını, dinsel ya da ahlakçı öğretilerin kuralcılığından çok, insanlığın bireysel özgürlüklerine ve kurumsallaĢmanın getirdiği yozluğu ortadan kaldıracak sivil insiyatiflere bağlıyorlardı. Sonuç olarak bu tavırlarıyla azımsanamayacak ölçüde otoriteye meydan okumayı ve bilinçli ya da sezgisel biçimlerde muhafazakar burjuva değerlerini tartıĢmaya açmayı baĢardılar. Sanat dünyası daha önceki hiçbir dönemde politik ve sosyal mevzularla bu denli ilgili olmamıĢtı ve ezilen iĢçiler, kapitalist sömürü, köylerdeki yaĢam Ģartları ve benzeri gerçeklikler bu netlikte yüzeye ya da hacme yansıtılmamıĢtı.

Burada muhafazakar ya da ilerici tabirlerini karikatürize etmek gerekirse ilk guruptaki modernistlerin geriye, yani eski Hıristiyan Avrupası‟na, ikinci guruptakilerin ise ileriye, aydınlanma çağında ortaya konulan temel ilkelerin daha da ötesine baktığı söylenebilir. Bu yüzden ilerici modernistler bir askeri terim olan ve “öncü” anlamına gelen Fransızca “ avant-garde” kelimesiyle de anılırlar. Birinci dünya savaĢı bu öncü ressamlar için geleneğin katostrofik çöküĢünü imledi. Bu büyük savaĢın duygusuz ve mekanik ceseti “bilimsel ve teknolojik ilerleme” denilen ve güç dengelerini soylu sınıftan burjuvaya kaydıran tutucu modernist süreci apaçık zaafa uğrattı ve kimilerine göre de modernist dönem sendelemeye baĢladı.

Bu dönemde ortaya çıkan ve ilerici modernistlerden çok daha ağır eleĢtirilerle dünyanın halini sorgulayan Dada akımı belki de modernizmin ötesine bakmayı, onun tüm hayatı saran ağırlığında ilk yırtığı açmayı hedefliyordu. Bu anlamda Dada, yaklaĢımı ve felsefesi çok farklı olsa da, modern sonrası ya da post-modernizm diye adlandırılacak dönemin erken taslaklarından sayılabilir.

Page 34: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

34

Bütün bu önemli görüĢ ve süreçler sonunda kendisine daha çok güvenen, konu, tarz, malzeme, ve hedef kitlesini eskiye göre çok daha geniĢ bir yelpazede seçebilen bir sanatçı tipi ortaya çıktı. Öyle ki görsel sanatlar bu sanatçı tipi sayesinde yalnızca dinsel ve mitolojik öyküleri resimleyen bir uğraĢ, hayatı güzelleĢtiren bir süs ya da saray duvarlarında kıymetli mücevher konumundan çıkmıĢ hayatın hemen her alanında söz söyleyebilen daha özgür bir konuma yerleĢmiĢtir.

Adnan Turani‟nin Dünya Sanat Tarihi adlı yapıtında “dramı olan sanatçılar” kategorisinde incelediği ve 19. yy.‟ın ikinci yarısında sanatsal üretimdeki genel yaygınlık ortamı içinde kendi dönemlerinde olmasa da sonradan önemli yer kazanan Gauguin (1848-1903) ve Van Gogh (1853-1890) yukaridaki parağrafta belirttiğim bu eskiye göre özgürleĢmiĢ konumdan yararlanmıĢlardır. Aynı dönemin bir diğer ismi Paul Cezanne (1839-1906) Van Gogh ve Gaugin gibi sansasyonel yönü ağır basan biri olmasa da resim sanatına getirdikleriyle sonraki kuĢaklar için devrim niteliğinde yeniliklere zemin hazırlamıĢtır. Bazı tasniflerde yersizce izlenimci olarak adlandırılsa da, Cezanne (izlenimcilerde olduğu gibi) geçici olanın değil kalıcının izini sabır ve kararlılıkla sürmüĢtür. Bu iz sürüĢte doğanın sadık bir gözlemcisi olmayı ve kendi bireysel doğrultusundan ödün vermemeyi esas alan bu sanatçı baskın olarak figüratif olan dönem sanatının sınırlarını zorlamıĢ, ilerde “soyut sanat” diye adlandırılacak bir çerçeveyi kurgulamıĢ ve Aristo‟dan bu yana hemen hiç kesintiye uğramadan süregelen mimetik sanat kuramını tehdit etmiĢtir. Bunu 20. yy‟da ortaya çıkacak ve kendisini resim anlayıĢlarının babası sayacak Matisse ve Picasso bizzat ifade etmiĢlerdir. Yetenek, el becerisi, marifet, ilham ve benzeri metafizik kökenli kavramların sanattaki hegomanyası Cezanne resminin kararlaĢtırılmıĢ, hesaplı ve düĢünce yüklü yapısında zaafa uğramıĢtır. Tüm bu anlamlarda Paul Cezanne kendisinden sonra gelen tüm sanatı değiĢtirme kudretini gösterebilmiĢ nadir sanatçılardan biridir.

Page 35: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

35

Sainte Victoire Dağı, Paul Cezanne, 1902

Diğer yandan Cezanne, Van Gogh, ve Gaugin gibi sanatçıların da kismen dahil edilebileceği genel bir tavır sanat dünyasına egemen oluyordu: “Sanat sanat içindir.” Bu yüzyılda sanatçılar sadece akademik sanatın koyu kurallarından değil aynı zamanda da toplumun kendilerinden talep ettiklerinden azat olmak peĢindeydiler. Bu yüzden sanatın toplumun belirli beklentilerini karĢılamak için değil de kendi otonom varlığı adına üretilmesini savunmaları beklendik bir davranıĢ oldu ve anlamlılık ve amaçlılık gibi bazı unsurlar yeni sanat yapıtlarında daha az görünür oldu. Sanatın bir Ģeyler öğütlemesi, öğretmesi veya belli mesajlar sunması, bu yeni yaklaĢımca, burjuvanın sanattan beklentisi olarak algılandı. Örneğin bu dönemin ünlü ressamlarından James Abbott McNeill Whistler yapıtlarının bu beklentilerin hiçbirini karĢılamak gibi bir derdi olmadığını açıkça belirtmiĢtir.

Page 36: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

36

“Sanat sanat içindir” düĢüncesi her ne kadar sanatı otonom bir platforma

taĢıma amacıyla bir özgürleĢme edasıyla savunulduysa da aslında geri tepen bir silah gibi ilerici modernistlerin toplumsal dönüĢüm ideallerini sekteye uğratmıĢtır. Akademik modernistler ve sermaye kesimi “sanat sanat içindir” düĢüncesi sayesinde kendilerini tehdit ettiğini düĢündükleri birçok sanat yapıtını içeriğinden boĢaltıp sadece formalist (biçimci) açıdan incelemeyi öven bir gelenek baĢlattılar. Bu geleneğin izleri bugün bile oldukça belirgindir.

Geç 19. yy.‟da sanatın, eleĢtirmen ve sanat tarihçilerince neredeyse hep biçimsel yönleriyle tartıĢıldığını görürüz. Öyle ki yapıtlardaki belirgin ya da örtülü mesajlar, anlam yada amaç gibi unsurlar ya hiç dile getirilmez ya da önceliksiz dile getirilir. Bu dönemde görsel sanatlar, çizgi, renk, leke, boĢluk, kompozisyon ve benzeri ögelere indirgenmiĢ, bir açıdan bakıldığında sanat kavramına bakıĢ eski Yunan‟daki teknik özelliklerin abartıldığı ve sanatın zanaattan pek ayrılmadığı döneme dönüĢ yapmıĢtır. Bu Ģu demek olabilir: Sanatta modernist ideal kentsoylu, elit, ve muhafazakar toplum katmanlarının kontrolüne geçmiĢtir ve birçok sanatçı daha önceleri farklı yaklaĢımları savunmuĢ olsalar dahi kendilerini bu güçlü kontrolün buyruğundan kurtaramamıĢlardır.

Diğer taraftan, sanayi toplumunun mekanik, duygusuz, yabancılaĢtırıcı ortamından sanatı kurtarma içgüdüsüyle kendiliğinden sanatın biçimsel yönlerini vurgulayan ünlü sanatçılar da yok değildir. Öyle ki bu sanatçıların elinde modernist sanat kapalı formalist bir kutunun içinde dıĢ dünyanın tahribatından ve bulaĢıcı yozluklardan karantinaya alınmıĢtır. Bu temel olarak iki sonuç doğurdu: Toplumun genelinden adamakıllı kopmuĢ ve yalnızca tarz meselelerini kendine dert edinen otonom bir sanatçılar, eleĢtirmenler, sanat tüketicileri dünyası. Sanki resim ve heykel ideal/Platonik bir alanda, saf bir görsellikler diyarında, dünya iĢlerinden muaf, sürüklenmektedir.

Page 37: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

37

Sanatın otonom kurgulanıĢı, daha önce hiçbir dönemde, 20. yy.‟da olduğu kadar ön plana çıkarılmamıĢtır. Buna göre sanat konusunda sorulacak herhangi bir soru yine ancak sanat denilerek kastedilen birikimin kaynaklarından yanıtlanabilir. Örneğin modernist sanatın tarihi sadece kendisine referansla kurgulanabilir, yani o özyetkinlik denebilecek bir haldedir ve baĢka referans noktalarından anlaĢılamayacak hale gelmiĢtir. Yine örneklemek gerekirse, Ģu söylenebilir: Bir resmin değeri onun daha evvelki stilistik geliĢmelerden ne kadar beslendiği, onları ne kadar sorguladığı, ne kadar aĢtığı ve sonraları kendi oluĢturdugu stilistik temelden baĢka hangi adımlar atıldığı sorularına alınan cevaplarla belirlenir (Mesela izlenimcilik denilen sanat akımı tarihsel değerini Courbet ve Manet gibi ressamların realizminden beslenmesi, onları yeni boyutlara taĢıması ve kendisinden sonra gelecek post-impressionism ya da izlenimcilik sonrası dönemi hazırlaması gibi dıĢ dünyayla değil ama sanat dünyasının içiĢleri sayılabilecek baĢarılara borçludur diyebiliriz.).

Geçen yüzyıl baĢlarında sözkonusu otonomluk anlayıĢının bir diğer dıĢavurumu da “soyut sanat”‟tır. Bu anlayıĢın belki en radikal temsilcisi olan Piet Mondrian‟ın Ģu sözü kendi sanatına atfettiği otonom yapıyı net olarak ortaya koyar: “Benim resmim kendi kendisinin resmidir. O yaĢayan bir organizmadır.” Kandinsky ve bir gurup çağdaĢı da sanatın dünyevi nesnelerin taklitini bir yana koymakla ve bilindik nesneleri andıran formları terketmekle saflaĢacağını ve dikkati dağıtan gereksizliklerden arınacağını düĢünüyorlardı. Tualde yanlızca çizgi ve renk gibi resimsel elemanlar kalmalıydı ki esas sanatsal değer aracısız ortaya çıkabilsin. Yine aynı gurup için soyutlama (abstraction) materyalist etmenlerin ayıklanması ve ruhani denilebilecek esas özleri ortaya çıkarmanın bir yöntemi olarak algılanmıĢtır.

(Solda) Kırmızı, sarı ve mavili kompozisyon, Piet Mondrian, 1921, Tual üzerine yağlıboya, 39 x 35 cm. (Sağda) Kompozisyon No 8, Wassily Kandinsky, 1923, Tual üzerine yağlıboya, 140 x 201 cm., Guggenheim Museum, Bilbao, Spain.

Page 38: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

38

Önceki paragraflarda sunulan otonom yapı tanımları elbette, kapitalizmin palazlandığı ve artık “beğeni üretimi” denebilecek bir sektör oluĢturduğu, müzeciliğin ve yaygın teĢhir teknolojilerinin sermayeyle kol kola gezdiği ve sanatın uluslararası düzeyde pazarlanabilir bir meta konumu aldığı bir etmenler bütünü içinde değerlendirilmelidir. Bu bütünsellik içinde sanatçının ve sanat tüketicisinin rolü adamakıllı azalmıĢtır. Marcel Duchamp ve bir dizi çağdaĢının isyanı baĢka tepkisellikleri içerse de esasen bunadır. Dada en çok bundan sıkılmıĢtır ve nihayet sanatın azımsanamayacak biçimde kavramsallaĢması ve yine azımsanamayacak sayıda sanatçının modernist estetik denen sanat reçetesini izleyenleri hayrete düĢürecek bir kararlılıkla yırtıp atması en çok bu sıkıntı ve isyanda aranmalıdır. Böylece birçok kurum ve değerleri hayatımızın orta yerinde hala duruyor olsa da modernizm ve modern sanat çalıĢabilir bir mekanizma olmaktan çıkmıĢ, 1950‟lere gelindiğinde düĢün dünyasındaki savunanlarını ve bu dünya üzerindeki etkisini büyük oranda yitirmiĢtir.

Postmodernizm

Ġlk defa Arnold Toynbee tarafından 1939‟da yayınlanan bir eserinde kullanıldığı sanılan postmodernizm terimindeki post eki sonra anlamına gelmekle birlikte modernizmden devam eden, ondan kaynaklanan ve onun sorunsallaĢtırılması ve aĢılmaya çalıĢılması anlamlarına gelir. Bu bakımdan postmodernizm öncelikle modernizm ile bir hesaplaĢma demektir. Postmodernizm bu anlamda modernizmden kopma anlamı taĢımakla beraber, modernizmin kendi içindeki bir eleĢtiri olduğunu savunanlar da vardır. Burada modernizmle paradoksal bir iliĢki söz konusudur. Postmodernizmde modernizmin savunduğu tek bir amaç fikrine karĢı çıkılır. Kısaca post modernist yaklaĢım her sorunun tek bir doğru cevabı olduğu düĢüncesini yadsımakta, aksine, her türlü sorunun birden çok doğru cevabı olabileceğini ya da hiç doğru cevabı olamayacağını öne sürmektedir (ġaylan,1996,19). Postmodernistler için ana ilkelerden biri çoğulculuktur. Bu anlamda “postmodernizmin eklektizmi, modernizmde söz konusu olduğu gibi geleneğin cüretkar bir reddediliĢi olmaktan ziyade, geleneğin ya da hiç olmazsa geleneklerin kabul ediliĢini gösterir. „Yeni Gelenek‟ yerine „birçok

Page 39: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

39

geleneğin bileĢimi‟, „geleneklerin çarpıcı bir sentezi‟ söz konusudur” (Kumar, 2004, 130). Postmodernizm ister siyasi, ister dinsel, ister toplumsal ister kültürel nitelikte olsun, modernizmin savunduğu küresel, her Ģeyi kapsayıcı dünya görüĢlerine karĢı çıkar. Bu bakımdan postmodernizm parçalanmayı savunur ve toplumsal, kültürel, ekonomik ve ideolojik modernizm ilkelerinin iĢleyemediği ama yerlerine tam anlamıyla yeni bir değerler sisteminin konmadığı bir dönemi ifade eder. Nitekim bu durum postmodern sanat için de geçerlidir. Turani de postmodernizmi, sanat açısından tanımlarken kesin bir akımı ve anlayıĢı ifade etmeyen „farklı bir sanat süreci‟ olarak ifade eder (Turani, 2000,114). Ayrıca postmodernistler yaĢamın kitleselleĢmesinden yola çıkarak, sanat yapıtının estetik ölçütlerini kitlelerin belirlemesi gerektiği fikrini öne sürer. Modernizmde sanatın yaĢama yön vermesi ya da yaĢamı sorgulaması söz konusudur ve sanatın seçkinliği ve yaratıcılığın özgün olması fikri de benimsenmektedir. Postmodernizmin ise bugünü ve geçmiĢi anlatan bir çabası vardır. Bununla birlikte yerellik de son derece hâkimdir postmodern sanat anlayıĢında. Giderer de sanatta postmodernizm denilince temel önemi olan özellikleri Ģu Ģekilde sıralar: “Sanatla gündelik yaĢamın arasındaki ayrımın silinmesi, yüksek ve popüler kültür arasındaki ayrımın çökmesi, biçimsel eklektizim ve kodların karıĢımı”(Giderer,2003,108). Bu durum Yıldızoğlu‟na göre ise postmodern sanatçının sanatı tümüyle metalaĢtırarak toplumla bütünleĢtirmesinin sonucudur (Yıldızoğlu,2005,156). Bu anlamda postmodernizm kavramı 1960‟larda soyut ekspresyonist olarak nitelendirilen Robert Rauschenberg‟in resimlerinde kolajların yer almasıyla plastik sanatlarda duyulmaya baĢlamıĢtır. Ama asıl etkisini Lyotard‟ın (1924-1998) Postmodern Durum adlı kitabıyla göstermiĢtir. Ġdeolojilerin ve üst-söylemlerin sonuna gelindiğini ifade eden Lyotard, yeni enformatik çağı ile sosyal durumun, geliĢen teknoloji ile üretim iliĢkilerinin değiĢtiğini ileri sürmüĢtür (Akay,2005,7-8). Fransız felsefeci ve kültür kuramcısı olan Jean-François Lyotard sanat konusunda da kapsamlı yazılar yazmıĢtır. Özellikle modernizmin, 20. yüzyılın büyük bölümündeki sanatsal etkinliğin ve estetik kuramın üst anlatısı olduğunu belirten Lyotard‟a göre üst anlatılar sanata uymak

Page 40: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

40

zorunda oldukları bazı normlar getirmiĢtir. Postmodernizm ise böyle zorunlulukların karĢısında olup tam tersine farklılıkları, çeĢitlilikleri teĢvik etmektedir (Murray,2009,221-222). Bunun için de sanat ile gündelik yaĢam arasındaki sınırların silinmesi, seçkin kültürü ile popüler kültür arasındaki ayrımın kalkması gibi durumlar söz konusu olur. Artık sanatsal üretimde özgünlük, dahilik gibi beklentiler yoktur ve sanatın bundan böyle yinelemeye dayalı bir etkinlik olabileceği ileri sürülmektedir. Ayrıca:“postmodernizmde sürekli olarak seçmeciliğe, düĢünümselliğe, özgöndergeliliğe, aktararak söylemeye, alıntılamaya, yapıntıya, rastlantısallığa, anarĢiye, parçalılığa, pastiĢe ve benzetmeye baĢvurma söz konusudur. Bunun da ötesinde, postmodernizmin son yıllardaki geliĢimiyle birlikte hemen her Ģeyi „metinleĢtirme‟ yönünde bir hareket doğmuĢtur. Bu anlamda tarih, felsefe, hukuk, sosyoloji, öteki bütün diğer disiplinler keyfi „yazı türleri‟ ya da olması zorunlu olmayan söylemler olarak ele alınmaktadır” (Sarup,2004,189). Görüldüğü üzere postmodernizm belli bir sanat stili olmayıp, avangard bir felsefe olarak nitelendirilmektedir. 1950‟lerden sonra tarihin akıĢında meydana gelen metamorfoz ile toplumlar post-endüstriyel, kültürler de post-modern bir çağa girmiĢlerdir ve bunun yansıması da bilim ve sanatta yeni ide‟ler, gerçeklikler ve yaĢamda da yeni formların oluĢmasına neden olmuĢtur. Tüm bunların modern ile bağı, bir hesaplaĢması olduğu da gerçektir. 19. Yüzyıldan itibaren her alanı etkileyen modern düĢünce aslında aydınlanma düĢüncesinin bir uzantısıdır. Bilim ve felsefe mantığını, dünya, toplum anlayıĢını kökten değiĢtiren aydınlanma düĢüncesine göre; insan aklı dünyaya egemen olmalıdır ve bu ancak bilimle gerçekleĢir (pozitif doğa bilimi). Tüm bu yaklaĢımın pratikteki ürünü ise teknoloji ve endüstrinin geliĢmesiyle makine çağının baĢlaması Ģeklinde olmuĢtur. Aklın tek güç olarak görülmesi tek sesli bir yaklaĢımı da beraberinde getirmiĢtir. Sanat anlayıĢını de değiĢtiren aydınlanma düĢüncesi ilk olarak kübizmde görülür daha sonra soyut, non figüratif ve suprematizm ile minimalist, pürist bir yönde ilerlemeye devam ederek „modern sanat‟ adı altında kültür endüstrisi içerisinde yer almıĢtır. Ama zamanla bu sanatsal yaklaĢımlara karĢı eleĢtirel bir tavır alınmıĢ, bu tavır özellikle varoluĢçu felsefe, yapısalcılıkta ve hermeneutik‟te daha belirgin olarak gözlenmiĢtir. Tüm bunlar da postmodernitenin düĢünsel arka planını oluĢturmuĢtur. Buna göre insanın duygu, düĢünce, inanç, hayal gücü gibi tinsel varlık öğelerine vurgu yapan bu anlayıĢlar modernitenin tek boyutlu yaklaĢımına

Page 41: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

41

karĢı çok sesli sanat dilini yeniden kurmak istemiĢlerdir. Fakat burada eskisi gibi mimetik bir amaç yerine doğa varlığının yanında endüstri ürünlerini de sanata dâhil eden bir tutum söz konusudur. Dünya artık fiziksel bir varlık olmaktan çıkarak insanın tinsel güçleri ile yarattığı, doğaya alternatif, tasarımsal böylece daha sanatsal, estetik bir dünyadır. Özellikle Bauhaus, sanatı müze ve galerilerden yaĢam mekânlarına taĢıyan, gündelik kullanım eĢyasına kadar yaygın ilgi alanı ile bu dünyanın yaratılmasında öncü olmuĢ okullardan biridir. Sanattaki bu çeĢitliliği ve değiĢimi en iyi anlatan söz ise modernist mimar Mies van der Rohe‟nin “az çoktur” sözüne karĢın postmodernsit mimar Venturi‟nin “az sıkıcıdır” sözü örnek gösterilmektedir. Bu anlamda postmodernist sanat için tek tip bir yaklaĢımın aksine yenilik bir saplantıdır adeta. Bu nedenle de postmodernist sanat avangard olarak nitelendirilmektedir. Modernitedeki aklın yasalarına karĢın postmodernite de bireye ve bireyin özgür yaratmalarına yönelinmekte ve akla dayalı bir yaklaĢımın aksine insanın duygularına, bu duyguların farklı olabileceğine ve dolayısıyla farklılıklara ve çeĢitliliklere her Ģeyden önce yenilik ve özgürlüğe odaklanılmaktadır. (Tunalı,2008,206-209).

Page 42: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

42

Bakirelikten gelinliğe geçiĢ, Marcel Duchamp, 1912.

20. yy.‟ın ilk çeyreğinde Dada hareketinin en tanınmıĢ kuramcı ve katılımcılarından Francis Picabia, 1920 tarihli yandaki yapıtıyla gelenekle alay ediyor. Hem biçimi hem de içeriğiyle bu yapıt o zamana kadar görülmemiĢ bir netlik ve kararlılıkla kendinden önceki yapıt kavramının ve sanatçı tipinin artık öldüğünü ilan ediyor. Yapıtın alt kısmında (maalesef yanda net olarak okunmuyor) Fransızca‟da “ölü doğa(lar)” anlamına gelen “natures mortes” terimi yazılı. Üstte solda yer alan Mona Lisa çalıĢmasıyla Duchamp, arkadaĢı Picabia‟dan bir yıl önce batı sanatının baĢyapıtlarından biri sayılan bu resmi benzer alaycı bir tavırla yeniden üretiyor. Bu iĢinde Duchamp daha

sonra birçok sanatçının ilgileneceği “seri üretim” kavramına da göndermede bulunuyor. Mekanik çoğaltım nihayetinde sanat yapıtını seri üretim çarkına sokan ve onun eski tanımlarındaki biriciklik ilkesini altüst eden bir geliĢmedir. Kopyanın üzerine kondurulmuĢ bıyık ve sakal ise yine öncü bir tavırla sanatı elbecerisi çerçevesinden çıkarıp düĢünsel bir zemine taĢıyor. Daha sonra “kavramsal sanat” diye adlandırılacak yeni sanat formları bütünü iĢte bu zeminde dünyaya gelmiĢtir. Bu tip eserlerle birlikte klasik estetik tanımları da değiĢmiĢ ve hatta zaman zaman estetik kavramı sanatın orta yerinde kurduğu tahttan indirilmek durumunda kalmıĢtır. Bir

Page 43: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

43

diğer deyiĢle görsel sanatlardaki görme eylemi fizyolojik görmenin ötesine taĢınmıĢ ve sezgisel/kavramsal/düĢünsel boyutlarla anlam geniĢlemesine uğratılmıĢtır. Öyle ki o zamana kadar görsel sanatların temel girdileri olan yüzey/boya/hacim gibi unsurlar dahi artık vazgeçilmez değildir. Yapıt/resim/heykel kelimeleri yerini “iĢ”‟e bırakmıĢtır.

Burada belki bir küçük paragrafla Marksist estetik eğilimden de söz etmek gerekir, çünkü sanatın kavramsallaĢmasında Marks (Marx) ve Engels‟in dağınık metinleri de rol oynamıĢtır. Bu ikisinin yazılarına göre, “Zihinsel bir üretim biçimi olarak sanat ... insanın nesnel gerçekliğine dayanır. Politika, hukuk, din, felsefe, yazın ve sanat birbirlerini etkiledikleri gibi ekonomik temeli de etkiler.” Ancak marksist estetik söz konusu olduğunda üzerinde özenle durulması gereken sav Ģudur: son kertede her etkileĢimde ağırlığını koyan ekonomik zorunluluk temelidir. Buna göre sanatın aldığı biçimde üretici güçlerin yani ekonominin belirleyici bir rolü vardır. [Sibel Uzun, M. Tolga Kadıoğlu. (2007). Herkes sanat yapabilir. Başka dergisi. Sayı 1. Mart 2007. s. 4-6.]

20. yy. özellikle ilk yarısıyla sanat ortamına daha önce görülmemiĢ bir yaklaĢım zenginliği getirmiĢ, modernizmin yıkılıĢ sancıları sanatçıları denenmemiĢ yollardan gitmeye itmiĢtir. Bir düĢünülürse Dada‟ya ek olarak post-izlenimcilik, dıĢavurumculuk, Die Brücke, fovizm, kübizm, Bauhaus, sürrealizm, soyut dıĢavurumculuk, popart, minimalism, ve daha irili ufaklı birçok akım ya da sanat gurubu bu dönemde adeta sanat tarihinin sitilistik çizgiselliğe (linear) dayanan ve “bir akım biter digeri baĢlar” önyargısına saplanmıĢ yazılma biçimini yıkar gibi neredeyse eĢzamanlı olarak ortaya çıkmıĢtır. Hatta altmıĢlı yıllar sonrasında yaĢayan birçok kavramsal sanat insanı, artık stiller döneminin bittiğini duyururcasına, kendilerini sanat tarihinin tasnif edici alıĢkanlığına bırakmamayı yeğlemiĢlerdir. Sanatın temelden, kavram olarak sorgulandığı bu bağlama artık Ģucu ya da bucu sanat demek zorlaĢmıĢ ve hatta bazı durumlarda “sanat” kelimesinin ömrünü tamamladığı ve geçmiĢte kendisine yüklenen onlarca anlamdan yorgun düĢerek kategorik yanını yitirdiği bile savunulabilir.

Post-modernizm olarak adlandırılan ve modernizmin (detaylarını yukarıda verdiğim) tasnifçi, ölçmeci, tek tip, aklı yegane kılavuz sayan, batı-merkezci, ve dolayısıyla (özellikle batılı olmayanlar için) dıĢlayıcı politikalarının sonunu imleyen bakıĢ tarzı Ģu anda bile sanatçının ve sanat “tüketicisinin” rolünü, ereğini, anlamını ve konumunu sorgulatmaktadır. Toplumun bir adım önünde giden ve onunla asla uyuĢamayan, dehasıyla onu aydınlatan, halkın anlamadığı ve zamanında anlaĢılmayan, imtiyazlı

Page 44: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

44

sanatçı tipi ve benzer kliĢeler toplumun sanat konusundaki alıĢkanlıklarıyla ters düĢmek pahasına, bugün, artık, yerlebir olmaktadır denilebilir.

Bunların yanısıra politik olanla doğrudan ilgi ve onun içinde taraf olarak yer alma diyebileceğimiz bir tavır da bu yeni sanat ortamında kendine yer bulmuĢtur. Örneğin, 20. yy.„ın en üretken sanatçılarından biri olan Picasso aynı zamanda komünist parti üyesidir. Benzer Ģekilde Rus devrimi sonrası, propoganda, aktivizm, anarĢizm ve benzeri kavramlarla sanatlarını bütünleĢtiren ve estetik anlayıĢlarını tüm diğer zamanlardan daha net olarak ideolojileriyle besleyen bir gurup sanatçi da ortaya çıkmıĢtır. Bu tip bir tavır alıĢta hiç kuĢkusuz II. Dünya savaĢında Hitler ve hükümetinin ırkçı ve ideolojik sebeplerle yeni sanatı “dejenere” olarak teĢhir etmesi ve belli sanatsal yöneliĢleri “uygun” diğerlerini ise “uygunsuz” ilan etmesi körükleyici etki yapmıĢtır.

20. yy. Dünya savaĢları sonunda ilerici modernizm denilen anlayıĢ da

azımsanamayacak bir düĢkırıklığına uğramıĢ ve büyük insanlığa olan inancını neredeyse kaybetmiĢtir. Auschwitz Nazi kamplarındaki rezaletin ortaya çıkmasından sonra Theodor Adorno Ģöyle sorar: “Sanatın artık var olmaya hakkı var mıdır?” Almanya, bilimi ve sanatıyla, en nihayetinde, modernizm projesinin en önemli destekçilerinden birisidir ve dolayısıyla Nazi katliamı modernizmi küle çevirmiĢtir.

(Üstte) 1937 yılında Münih kentinde Naziler‟in açtığı Entartete Kunst ya da “Dejenere sanat” sergisinden bir kare. Sergilenen çalıĢmalar arasında Paul Klee, Wassily Kandinsky, Edvard Munch, Pablo Picasso, ve dünya sanatında iz bırakmıĢ ikiyüz kadar isim yer almıĢtır. (Solda) Benzer bir serginin orjinal afiĢi.

Page 45: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

45

Modern sonrası dönem hakkında yazılan yazılarda ortak kelime olarak

kullanılan postmodernizm, bir diğer tanımı gereği, modern dünya görüĢünün üstesinden gelmek ister ve onu sürdürülebilir kılan farzediĢleri, önkabülleri, ve dogmaları aĢmaya çalıĢır. Bunu en belirgin olarak “yapısökümcüler” (deconstructionist) olarak adlandırılabilecek ve postmodernizm ile burada sadece modernizm sonrası bir düĢünüĢ Ģekli olduğundan iliĢkilendirdiğim gurup yapar. Yapılan bir çeĢit kabuk kırma, ezber bozma, paket açma iĢlemine benzetilebilir. Modernist dünya görüĢünü oluĢturan kurucu parçalar ortaya dökülür ve temel önkabuller ortaya serilirek, bunların kime ya da hangi amaçlara hizmet ettiği, böyle bir kurgunun kimin niyetleri dogrultusunda Ģekillendiği ve benzeri durumlar araĢtırılır, yorumlanır, ya da sanat tüketicisine yansıtılır. Bir diğer deyiĢle bu tanımıyla yapısöküm kavramına yakın bir postmodernizm,

modernizmin bulduğu cevaplarla bulanıklaĢmıĢ esas soruları ortaya koymak anlamına gelir.

Bir diğer açıdan bakarsak, moderni kapatıcı, tartıĢmaları mutlak doğruları bulup bitirmekten yana, tekilci, postmoderni ise belirsizliğe dayanıklı, sınıflandırma ve sonuçlandırma arzusunu öteleyen, sınır, limit, tanım ve benzeri kavramlara mesafeyle yaklaĢan çoklukçu olarak niteleyebiliriz. Elbette içerdiği çoklukçu vasıflardan dolayı postmodern modern kadar rahat tanımlanamamakta, çünkü farklı, hatta çeliĢen unsurlar dahi bünyesinde barınabilmekte. Öyle ki Ģüphe, emin olamama, gerçekle ilgili tedirginlik, ve benzeri birçok kavram durağan değil ama hep oluĢum sürecinde yani devingen olarak postmodern kavramlar paketine dahil edilebilir. Bu çağın sanatçısı belki de postmodernizmin bu ele gelmez karmaĢasını anlamlandırabilmek için önce kendinden, kendi rolünden, kendisini sorgulamaktan medet umar ve kendi kiĢisi, bedeni, kavramları ile hesaplaĢmacı bir yol tutar. Bu bahsedilene iyi bir örnek Joseph Beuys‟un Ģu iĢi olabilir:

Page 46: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

46

(Solda) Joseph Beuys‟un „7000 MeĢe” (7000 Eichen) projesi için hazırladığı kartpostal. Üst kısmında “Bir fikir kök salar” (An Idea Grows Roots) yazıyor. (Sağda) Bu proje kapsamında dikilen ağaçlardan beĢini yanıbaĢlarındaki bazalt taĢlarıyla gösteren dia. Bu “kentsel yenilenme” projesi 1982 yılında Almanya‟nın Kassel kentinde düzenlenen Documenta 7‟de baĢlar ve 1987‟de Documenta 8‟in açılıĢında Beuys‟un 7000. meĢeyi dikmesiyle sonuçlanır.

Yukarıda gördüğünüze benzer iĢlerini sanat eseri kategorisine sokmakta tereddütü olanlara Beuys Ģöyle diyordu:

Yaratıcılık sanatçı denilenin tekelinde değildir. Bu benim farkına vardığım en mühim gerçektir, ve benim sanat kavramım bu geniĢ yaratıcılık fikrindedir. Herkes sanatçıdır dediğimde herkesin hayatın içeriğini kendi alanında belirleyebileceğinden sözediyorum; resimle, müzikle, mühendislikle, hastalara bakarak, iktisat alanında ya da baĢka Ģekilde. Her tarafımızda hayatın temel kavramları yeniden yaratılmak veya biçimlendirilmek için bize haykırıyor. Fakat bizim kültür kavramımız o kadar kısıtlı ki biz bunu hep sanata uyarlıyoruz. Müzelerin ve diğer kültür kurumlarının ikilemi kültürün izole bir alan haline gelmesindendir, ve özellikle sanat daha da sınırlandırılmıĢ durumdadır: Önce eğitim ve kültür sisitemleriyle ve daha sonra da medya denilen ve yine kültürün bir parçası olan Ģeyle çevrelenmiĢ bir fildiĢi kule. HerĢeyi temelinden sarsan sınırlı bir kültür fikri mevcut, ve iĢte müzeleri bugünki zayıf ve izole konumlarına getiren de bu fikrin temelinden sarsık sanatıdır. Oysa sanat kavramı everensel ve üniversitenin [bu kelime Latince‟de “evren” anlamına gelen kökten türemiĢtir) disiplinlerarası doğasına sahip olmalıdır, ve yeni sanatla ve bilimle uğraĢacak bir üniversite bölümü kurulmalıdır. (Joesph Beuys, 1979, Franz Hak‟la görüĢmesinden).

Page 47: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

47

Beuys bunları söylerken baĢka önemli bir etmen daha dünya gündeminde

yerini almaya baĢlamıĢtı: Popüler Kültür. Daha altmıĢlı yıllarda Amerikan sivil hak mücadelesinde, Vietnam SavaĢ‟ına karĢıt gösterilerde, Kadın hakları hareketlerinde ve 68 ögrenci olaylarında toplumda belirgin değiĢimler su yüzüne çıkmıĢtı. Medyanın kuvvetleniĢi ve izler/okur kitlesinin yaygınlaĢması önceleri politik beklentilere dönük bir ortaklığın, medya/toplum ekseninde kurulmasına yol açtı. Bu ortaklık sonraları, özellikle seksenlere gelindiğinde medyanın çok daha kuvvetlenmesini ve popüler kültür denilen kendi elindeki iletiĢim araçları sayesinde hızla yaygınlaĢabilen bir kavrama önayak olmasını sağladı. Andy Warhol ismiyle temsil edilebilecek bir sanat eğilimi iĢte böyle bir ortamda pop art adıyla anılmıĢtır ve bakıldığında içerdiği postmodern karakter özellikleri su götürmez Ģekilde açıktır: Örneğin “Amerikan Rüyası” ile dalga geçmek veya modern hayatın bize özendirilerek sunulan çeĢitli yönlerini alaya almak. Warhol‟un sanatı felsefe profesörü Arthur Danto‟nun deyiĢiyle sanat dünyasında bir dönüm noktasıdır ve “[Warhol, 1967‟de Brillo kutularının aslına sadık kalarak yaptiğı kopyalarını sergiledikten sonra] birĢeyin sanat olup olmadığını artık söyleyemeyiz. Bu konu bitmiĢtir.” 19. yy. sonu ve 20. yy. boyunca sanat dünyasi, daha önce hiç izlenmediği kadar yakından izlenmeye baĢlandı. Dahası sanat tarihi, sanat eleĢtirisi, sanat sosyolojisi, sanat psikolojisi ve benzeri disiplinler ya yeni kuruluyor ya da etkinliklerini arttırıyorlardı. GeçmiĢ yüzyıllarda egemen olmuĢ tarz, stil, akım, ekol, sanat gurubu ya da okulu ve benzeri oluĢumlarla 20. yy.‟dakiler kıyaslanırsa bu yeni disiplinlerin etkinliği ve de sanat dünyasındaki hem bunalımlı hem de doğurgan ortam daha iyi anlaĢılabilir. Birazdan göreceğiniz tablo bu açıdan düĢünmek için bize yardımcı olabilecek niteliktedir. Özellikle Dünya savaĢının hemen sonrasında Ģahit olunan çokluk ve çeĢitlilik dikkat çekicidir.

Page 48: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

48

[ 1880 SONRASI SANAT HAREKETĠ ĠSĠMLENDĠRMELERĠ ]

1880

Tonalizm - 1880 - 1920

Sembolizm - 1880 - 1900'ların baĢı

Post-empresyonizm - 1886 - 1905

Neo-empresyonizm - 1886 - 1906

1890

Ekspresyonizm - 1890 - 1939

Fauvism - c. 1898 - 1906

1900

Die Brücke - 1905 - 1913

Art nouveau - 1905 - 1939

Kübizm - 1908 – 1939

Fütürizm - 1909 - 1939

1910

Süprematizm - 1915 - 1920'ler

Dada - 1916 - 1923

Bauhaus - 1919 - 1933

1920

Neue Sachlichkeit - 1920'ler - 1940'ler

Konstrüktivizm - 1920'ler ve sonrası

Art deco - 1920'ler - 1930'ler

de Stijl - 1920'ler - 1932 Sürrealizm - 1922 - 1939

1930 - II.Dünya SavaĢı

Soyutlama - 1931-1936

Sosyalist realizm - 1930 - 1950

1945

Soyut dıĢavurumculuk -

Aksiyon resmi ('Action Painting')

Renk alanı Resmi ('Color Field Painting')

Art informel - 1940'ların ortası - 1950'ler

Art brut - 1940'ların ortası ve sonrası

Tachism - geç 1940'lar - 1950'ler

1950

Neo-dada - 1950'ler

Pop art - 1950'lerin ortası ve sonrası

Durumculuk (Sitüasyonizm) - 1957 - 1970'lerin baĢı

1960

Op Art - 1964 ve sonrası

Geç-resimsel soyutlama ('Post-painterly Abstraction') - 1964 ve sonrası

Sert kenar resmi ('Hard-Edge Painting')

Fluxus - 1960'ların baĢı - 1970'ların sonu

Minimalizm - 1960'lar ve sonrası

Kavramsal sanat - 1960'lar ve sonrası

Performans sanatı - 1960'lar ve sonrası

Fotogerçekçilik - 1960'ların ortası ve sonrası

Süreç sanatı - 1960'ların ortası - 1970'ler

Arazi sanatı - 1960'lar - 1970'lerin baĢı

Post-Minimalizm - 1960'ların sonu - 1970'ler

Page 49: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

49

Burada yeni bir paragrafla Duchamp‟tan ve onun sanat tarihindeki ayrıcalıklı konumundan biraz daha söz etmek günümüz sanatını anlamak açısından yerinde olacaktır. Ahmet Oktay (2003) Madde ve Karanlık isimli kitabında Duchamp‟a Ģöyle yer veriyor:

Kübizm ve Soyut resimden söz etmeden, onların doğuĢuyla aĢağı yukarı aynı ana rastlayan ve 45 sonrası sanatı için (öyleyse günümüzün sanatı için) büyük önem taĢıyan bir isme değinmek gerekir burada: Marcel Duchamp‟a. Marcel Duchamp, dadaist bir nihilizmden yola çıkarak geliĢtirdiği ready-made‟lerinde Cezanne‟ın doğruyu arayıĢını bir bakıma boĢa çıkartmıĢtır. Cezanne bütün arayıĢında ve Merleau-Ponty‟nin deyimiyle “Ģüphesinde”, bir inanç adamıydı –ya da hiç değilse trajik bir deneylemeci. Aynı Ģey, Kandinsky ve Klee için, Picasso ve Braque için, Matisse ve Bonnard için de söylenebilir. Ama Duchamp ile birlikte yeni bir sanatçı tipi ortaya çıkmaktadır: fenemonolojik doğaya mesafeli, onun doğrusunu aramayı artık görev edinmeyen; sanatın ve sanatçının nerdeyse dini anlamda yaratıcı, kutsal kabul edilmiĢ yanını yok sayan; yapıtı, güncel hayatın diğer olayları arasında –ve güncelliği de hesaba katan – bir “olay” olarak ele alan; “olayı” da (genellikle) eleĢtirinin ağırlığına sahip olmayan, ve güncel iĢaretlerle birlikte onların “gücünü” –dolayısıyla izleyicinin (olaya katılanın) “gücünü” – değiĢtirmeyi hedefleyen ironik bir gerçekleĢim olarak ele alan; bütün bunlarla birlikte geleneksel medyumları ve zeminleri dıĢlayıp, yeni ve deneysel medyumlara, zeminlere (teknolojik olanakları da hesaba katarak)

açılan. Günümüzün sanatı, büyük ölçüde post-duchampien‟dir. (s. 58-59).

20. yy.‟ın son çeyreğine gelindiğinde ise sanat, adına “kavramsal”

denilsin veya denilmesin, ya da bazılarınca artık varolmadığı söylensin, eskiye göre çok daha kavramsal bir alan halini almıĢtır. Öyle ki biçimsel bir takım sınıflandırma ya da tanımlama çabaları, ya da eskinin biçimci (formalist) kriterleri manasız kalabilmektedir. Bu nedenle “kavramsal” kelimesi günümüzde performans sanatından, yerleĢtirmeye, ready-made‟den earth art‟a kadar birçok sanat biçimi ve anlayıĢını temsil eder niteliktedir.

1950 sonrası dönemde ortaya konan sanat yapıtları ya da yeni tabirle „iĢler” geleneksel sınıflandırmalara karĢı koyar niteliktedir. Örneğin bir sonraki sayfada yer alan Joseph Kosuth çalıĢması ne bir çizimdir, ne bir rölyef, ne fotoğraftır, ne de tam bir metin. Dahası ne minimalisttir, ne izlenimci, ne de noktacı. Hatta bunların hiçbiri bu eserin niteliği olmaya uygun da görünmemekte. Kısacası iĢ modernist sınıflandırılmaya direnmektedir.

Page 50: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

50

Beyaz ve Siyah [Fikir Olarak Sanat Fikri (Art as Idea as Idea) serisinden], Joseph Kosuth, 1966, Mukavva üzerine büyütülmüĢ fotoğraf negatifleri, Herbiri 121.9 x 121.9 cm., The Allen Memorial Art Museum, Ohio, USA.

Kosuth son dönem çalıĢmalarını 1968 yılında yazdığı bir kitapta Ģöyle açıklıyor:

EĢanlamlılar sözlüğünden belli kategoriler üzerine kurulu son dönem çalıĢmalarımda, herhangi bir Ģeyin düĢünsel olarak çeĢitli boyutlarını araĢtırmaktayım. Sunum biçimini değiĢtirerek fotostat üzerine çalıĢmayı bıraktım, bunun yerine yapıtlarımı gazete ve dergilerde yer satın alıp bu yerlere aktarmaya baĢladım. Bu Ģekilde, aynı yapıt, çeĢitli dergilerde, beĢ ya da altı yer iĢgal edebiliyor.Bu Ģekilde, yapıtın nesnesizliği vurgulanmıĢ oluyor. Bu yeni yapıtlar, değerli bir nesneyle iliĢkili olmayan, dekoratif olmayan ve olabildiğince çok insanla iliĢki kurma amacı taĢıyan yapıtlar. Mimariyle bir iliĢki yok; evin içine ya da müzeye sokulabilir, ama her ikisini de düĢünerek yapılmıĢ değil; yer aldığı yayından yırtılarak, bir dergiye yapıĢtırılarak ya da duvara ililĢtirilerek izlenebilir- ya da hiç yırtılmayabilir yer aldığı sayfadan. Bu kararların hiçbiri, yapıtın durumuyla iliĢkili değil. Benim sanatçı olarak iĢlevim, yapıtın yayımlanmasıyla

sona eriyor. (Antmen, 2009).

Page 51: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

51

Ġster geleneksele mesafeli dursun, ister ona Ģiddetle karĢı çıksın ya da

muhafazakar bir tutumla onu benimseyen iĢler yapsın, günümüz sanatçısı ve onun temel uğraĢı olan güncel sanat tarihin, sosyal yapının, ekonomik düzenin ve teknolojinin getirdigi türlü unsurların da katılımıyla bir çeliĢkiler ortamı, bir baĢka deyiĢle paradoksal bir hal almıĢtır. Bugün güncel sanat denilen eklektik bütünle uğraĢan hiç kimse kendini kolaylıkla bu paradoksal halden kurtaramamaktadır. Bazılarına göre sanat daha önce hiç görülmemiĢ bir buhranda kıvranmakta, bazılarına göre de eski iktidarını kaybetmektedir. Fakat sözkonusu paradoksları günümüz sanatının doğası kabul eden ve onlarla yasamaya alıĢmayı deneyen bir sanatçı çoğunluğundan da söz edilebilir. Ġster umutla ister kötümser bir ruh haliyle ele alınsın, sanat onbinlerce yıldır olduğu gibi insan zihninin en ilginç ürünlerini sınırları ve genel kabulleri zorlayarak ortaya koymayı sürdürmektedir. Belki Ģöyle bir yargı içinde bulunduğumuz zaman için her zamandan daha geçerli sayılabilir: Günümüz sanatı en çok sanat denilen seyin neliğini, nasıllığını, niyeliğini, onun geçmiĢi ve geleceğini, kullanım alanları ve sunumunu, yan kavramlarını, toplumun sanatı sanatın toplumu ele alıĢını ve buna benzer mevzuları konu almaktadır. Bu anlamda özellikle 1970‟ler sonrası sanat dünyası genel anlamda içe dönen ve durmadan kendi kategorisini sorgulayan bir yapıda görülebilir. Neyin sanat eseri olduğu, neyin olmadığı gibi tartıĢmaların bu denli artmasının ve bu aĢırı artıĢ sonunda bazen neredeyse önemsizleĢmesinin altında yatan Ģey bu çetin sorgulama güdüsüdür. Ve çok genel bir cümleyle bu bölümü sonlandırmak gerekirse Ģunu söylemek akıllıca olur: Günümüz sanatı konusunda yapılacak her tahlil sanat denilenin niteliğini sorgulamaktan, imge teknolojilerinin ulaĢtığı noktalardan ve kapitalist üretim ve tüketim biçimlerinin metalaĢtırıcı etkisinden bağımsız yapılamaz.

NOTLAR: 1- Bu metin genel içeriği ve kurgusu itibarı ile sanat tarihi profesörü, Dr. Christopher L.C.E. Witcombe‟nin fikirleri ve bazen de aĢağıdaki internet adresinde yer alan metinlerinin direk çevirisi yapılarak oluĢturulmuĢtur. http://www.arthistory.sbc.edu/artartists/artartiststoday.html 2- Burada genel bir tarihçesi verilen modernizm kültürü, oryantasyon olarak batılı, ekonomik eğilim olarak kapitalist, sınıf karakteri olarak burjuva, ve kuramcıları olarak çoğunlukla beyaz ve erkek unsurlardan ibarettir. 3- BaĢlıkta da belirtildiği gibi bu metinde sanat tarininde ve kuramında yer alan bazı unsurlar iĢlenmiĢtir. Burada estetik dersinin genel amaçları için yeterince önemli saymadığım sanat olaylarına, kiĢilerine, yapıtlarına ve derste ayrıca üzerinde durulacak konulara yer vermedim.

Page 52: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

52

20. yy.‟ın önemli sanatçılarından Pablo Picasso‟nun genç yaĢlarda füzenle yaptiığı otoportre. Picasso, popüler ve magazinvari analizlerin dıĢına çıkıp bakılırsa, en önce deneyci ruhuyla ve çalıĢkanlığıyla dikkat çeker. Kendisinden önceki sanattaki katı stil tutumunu durmadan değiĢken resimler yaparak ve en önemlisi zihnini her tür geliĢmeye açık tutarak yıkmıĢtır. Yanlızca kübist dönemi bile incelenirse endüstri devriminden, makinalaĢmadan, Cezanne‟dan ve Afrika sanatından nasıl beslendigi net olarak anlaĢılır. Hiçbir resimsel düĢünceyi mutlaklaĢtırmamıĢ, dahası kendisini asla belli bir tarza mahkum etmemiĢtir.

Page 53: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

53

Ġnsanın ilk ifadesi,

tıpkı ilk rüyası gibi estetikti. KonuĢma, iletiĢim talebinden değil, Ģiirsel bir çığlıktan doğdu.

Nasıl, yalnız kalan köpek aya karĢı ulursa, estetik de bu ilk ulumaya benzer.

Ġnsanın kökeni, sanatçının kökeni ile aynıdır.

Donald Kuspit / SANATIN SONU

Page 54: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

54

Bir UĢak halısı.

Page 55: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

55

Page 56: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

56

TEMEL KAVRAMLAR SANAT FELSEFESĠ Sanatın ne olduğunu, sanatın olanaklarını, ölçütlerini, sanatçının etkinliğini ele alan felsefe dalıdır. Bazı düĢünürler estetiğin sanat felsefesinden kapsam olarak farklı olduğunu düĢünse de, genel görüĢ Alman filozof Kant‟ın felsefeden ayrı bir alan olarak düĢünülen “estetik” alanını felsefeyle yoğurarak onu bir çeĢit sanat felsefesi haline soktuğu yönündedir. Bu bağlamda, dersimiz kapsamında sanat felsefesi ve estetik kavramlarını eĢanlamlı olarak kullanıyoruz.

ESTETĠK “Estetik” sözcüğü Grekçe “aiesthesis” ya da ”aisthanesthai” sözünden gelir. “Aisthesis” sözcüğü duyum, duyulur algı anlamına gelir. Estetik bu anlamda, duyulur algının, duyusallığın sağladığı bligi ile ilgili bir bilim olarak düĢünülüyor. Sözcüğün kökeninde bulunan bu duyusallık, estetik dediğimiz bilimin adının dıĢında da bu sözcüğün yaĢadığını gösterir. Günümüz tıp terminolojisinde rastladığımız “anesthesia total” (tam anestezi) ya da “anesthesia local” (lokal anestezi) terimleri bunun somut örnekleridir. Birincisi ameliyatta tüm duyarlığımızın yok edilmesini, öbürü de ameliyat edilecek bölgede duyarlığın yok edilmesini ifade eder. Kimi düĢünürlerde bu “estetik” sözcüğünün her iki anlamda da kullanıldığı

Page 57: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

57

görülebilir. Örneğin Kant (1724-1804) estetik sözcüğünü hem duyusallık anlamında hem de bugünkü estetik bilimi anlamında kullanır. (2) Biz dersimizde estetik denilen çalıĢma alanını sanatsal duygulanımı, sanatta güzellik kavramını ve bu ve benzeri kavramların zamanla geçirdiği evreleri bilimsel metodları da uygulayarak inceleyen disiplin olarak tanımlıyoruz. Estetik disiplininde üretilen bilgiler fizik ya da kimya bilimlerindeki bulgular kadar nesnel, deneye dayalı ve dolayısıyla kalıcı ve kesin olmadığından estetiği tam bir bilim olarak değerlendirmekten kaçınıyoruz. Sanat yapıtı ve güzellik kavramları felsefeyle birlikte doğmuĢken, estetik kavramı görece olarak yenidir, çünkü Baumgarten bu yeni sözcüğü 18. yy.‟ın ortalarında, duyarlı bilgi bilimini belirtmek üzere ortaya koymuĢtur (bkz. Esthetique, Fr. Çev. J. Y. Pranchere, L‟Herne Yay. 1988). (1) Baumgarten‟a göre duyarlılığın alanı bireyin güzellikte ortaya çıkan özüdür; anlama yetisinin alanı ise genel tanımlamalardır. Güzellik anlaĢılır özellikte değil, duyarlıklı özelliktedir; estetik düĢüncenin baĢta gelen özgünlüklerinden biri budur: aĢamalarla da olsa güzellikten kavrama geçilemediği gibi, duyarlı bilgiden entellektüel bilgiye de geçilemez; birinciler ile ikinciler arasında nitelik bakımından fark vardır: Cassirer‟in çok güzel açıkladığı gibi, “bir manzarayı en küçük ögelerine kadar ayrıĢtıran ve bu ögelerin her biri için farklı bir kavram arayan, dolayısıyla da bir bakıma manzarayı dil ve bilimsel yerbilim aygıtı aracılığıyla betimleyen ve yaptığı bu iĢlemden aldığı izlenimi bize iletmek isteyen kiĢi, bunu yapmakla yeni bir bilimsel görüĢe ulaĢılabilir ama bu görüĢün içinde söz konusu manzaranın “güzelliğinden” geriye en küçük bir iz bile kalmamıĢ olur. Bu manzara kendini yalnızca bölünmez sezgiye, manzaranın saf izlenme olgusuna bir bütün olarak sunar” (La Philosophie des lumieres, VII. 6, “Fondation de l’esthetique systematique – Baumgarten”, Fr. Çev. P. Quillet, Pocket Yay., 1966, s. 427). (1) Duyarlı bilgi, entellektüel bilgi gibi, kendi nesnesine uygun düĢecek biçimde geliĢtirilip yetkinleĢtirilebilir. … Sanat yapıtı bu durumda, hem duyarlı bilginin yetkinliğe ulaĢmasının aracı olarak ortaya çıkar: sanat uğraĢı bize güzelliği algılamayı öğretir. Dolayısıyla, estetik kuram doğduğu anda,

Page 58: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

58

benzersiz bir gerçeğin ifadesi olarak bir sanat düĢüncesidir. Gerçek, güzellik, sanat, bunlar estetiğe özelliğini veren üç ögedir.(1) Oysa bu üç ögenin iĢlevi, modern sanatı temsil eden sanatçılar ya da kuramcılar tarafıdan teker teker çürütülecektir. Gerçekten de 19. yy.‟ın sonundan baĢlayarak, öncelikle sanat yapıtı ile güzellik arasındaki gerekli bağı koparmayı amaçlayan bir karĢı çıkma hareketinin baĢladığını görürüz. Bu tutku once gerçeğin bir zorlaması adına ortaya çıkar. Gerçeklik çirkin ya da korkunç ise, onun olduğu gibi gösterilmesi, sanat yapıtının da, yanıltıcı bir zevk vermek yerine, bizi baĢkaldırmaya ya da iğrenmeye zorlaması gerekir. Ardından da bir yeniliğin zorlaması olarak ortaya çıkar. Örneğin Duchamp‟a göre estetik, yapıtlarını onun ölçütlerine göre tasarlamıĢ olan tüm sanatçılar tarafından basitçe aĢılmıĢ ve tüketilmiĢtir. Göreneksel hale gelmiĢ estetik kavrayıĢ bundan böyle ĢaĢırtıcı olma özelliğini yitirir. Oysa sanatçının, tersine, yolunu değiĢtirmesi, hatta yitirmesi; bunu sağlamak için de yerleĢmiĢ kurallara uymaktan kaçınması gerekir. Böyle olunca, zevk ile ortaya konmuĢ “estetik” yapıtları, öncelikle anlama yetisine seslenmek amacıyla ortaya konmuĢ “sanat” yapıtlarından net olarak ayırt etmek doğru olur. Duchamp Ģöyle der:

Resmin fiziksel eylem oluĢturan yanından uzaklaĢmak istiyordum. Resmi kendi amaçlarımın hizmetine sokmaya ve onun „fizikselliğinden‟ uzaklaĢmaya çalıĢtım. … DüĢüncelerle ilgileniyordum –ve yalnızca görsel ürünlerle ilgilenmiyordum.” (Duchamp de signe,

Champs-Flammarion Yay., 1994, s. 171-172) (1) Bu arada bu son durumda sanat yapıtı hangi özelliğiyle ayırt edilebilir? Bir nesne, sanat yaptını geleneksel olarak belirten özelliklerden yoksun olursa, bu sınıfa ait olup olmadığını bilmenin yolu nadir? ÇağdaĢ düĢüncenin bir bölümü, özellikle Anglosakson düĢünce, bu sorunun incelenmesiyle ilgilenir. Bu çözümlemelerin her Ģeyden önce, ortaya konmuĢ sorunun yeniden formüllendirilmesiyle iĢe baĢlaması dikkat çekicidir. Gerçekten de söz konusu sorunun çözülemez gibi görünmesi ölçüsünde, bu çözümsüzlüğün nedenini aramak gerekir. Oysa, bu düĢüncenin sonuçsuz kalmasının ndeni, basitçe, yanlıĢ sorulmuĢ bir soru ile karĢı karĢıya bulunulması olabilir. AlıĢılagelmiĢ “SANAT NEDĠR?” sorusu sanatın, kendisini etkileyen deneysel değiĢkenlerden bağımsız olarak varolduğu düĢüncesini içerir. Ne var ki bu ön düĢünceye bile karĢı çıkılması gerekir:

Page 59: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

59

sanatın özünün varlığı söz konusu değildir, söz konusu olan yanlızca bu terimin farklı kullanımlarıdır. Dolayısıyla, geleneksel sorunun yerini, daha

verimli olduğu düĢünülen baĢka sorular almıĢtır: “sanat hangi durumda vardır?” (bknz. Nelson Goodman) ya da “sanata sanat statüsünü veren kimdir?” (Kurumsal Kuram adı verilen bu kuram için bknz. Arthur Danto).(1)

GeçmiĢ sanatın estetik yargılarınca asla sanat statüsüne sokulmayacak 3 “yapıt”: Magritte‟den “Bu bir pipo değildir,” Duchamp‟tan “Paris Havası” adlı iĢler ve Klee‟den tual üzerine yağlıboya kompozisyon.

Sonuç olarak bu yeniden formülleĢtirme, sanat yapıtının estetik tarafından yapılan tanımlamasının bir yana bırakılmasıyla koĢuttur: sanat yapıtı, sanat yapıtı olarak “iĢlev gören” ya da kendisine bu ad verilen Ģeydir. Dolayısıyla burada söz konusu olan, estetik ile sanat yapıtı arasındaki geleneksel bağı oluĢturan tüm belirlemelerin bir yana bırakılmasıdır: bilgi, güzellik, yapıtın özerkliği, izleyicinin yarar gözetmemesi, bütün bunlar, tarihsel olarak aĢılmıĢ yapıt ile varolan bağın özel tarzlarından baĢka bir Ģey değildir. (1)

ESTETĠK BĠLĠNÇ Ġnsanların doğayla olan estetik ilintisi, ta baĢından, bağımsız bir zihinsel etkinlik biçimi değildir. Bu ilinti, toplumsal praksis‟in ve toplumsal bilincin uzun yıllar geliĢmesi ve yetkinleĢmesi süresi içinde oluĢmuĢtur. Bu ilinti, kökeni bakımından, tam anlamıyla insanın değer-yönlendirmesinin ayrıĢmamıĢ biçimi olarak tanımlayacağımız, en eski ve eklemleĢmemiĢ bilinç tipinin bir dıĢ yüzeyidir. (3) Estetik bilinci, biyofizyolojik, salt hayvansal hoĢlanma düzeyinden, insana özgü, manevi haz düzeyine; organizmanın kendisini doğal dıĢ dünyada

Page 60: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

60

içgüdüsel olarak yönlendirmesi düzeyinden, toplumsal olarak koĢullanmıĢ, değer ölçüleri taĢıyan yönlendirme düzeyine doğru yapılmıĢ nitel bir sıçrama‟yı gösterir. (3)

GÜZEL / HAKĠKAT / ĠYĠ / HOġ / YÜCE ĠLĠġKĠSĠ Filozof ve estetikçiler güzeli tanımlarken, gerçek, faydalı, iyi, hoĢ, yetkin, latif, yüce gibi nitelikler kullanılır. Güzellik, bazen bunlarla karıĢtırılır, bazen bu kavramlarla sıkı sıkıya bağlanır. Güzel ile bu kavramlar arasındaki benzerlik ve farklar nelerdir?(6)

GÜZEL VE HAKĠKAT (DOĞRULUK) Eserlerin fikirlere ve özlere uygun olması, onun doğruluğunu gösterir. Doğru ve güzel, bir bakıma özdeĢtir. Boilau “hiçbir Ģey doğrudan daha güzel değildir” diyor. Mistik idealistler, güzelliği tanrısal doğrunun yansıması olarak görür. Platon‟da, Hegel‟de doğa ve sanat eserleri ideyi yansıttığı ölçüde güzeldir. Realistler de, sanat eserinin gerçeği doğru olarak yansıttığında güzel olduğunu söylerler.(6) Oysa doğru ve güzel aynı Ģeyler demek değildir. Doğru, akla hizmet eder, genel ve soyuttur. Oysa güzel, duygularımıza ve hayal gücümüze hitap eder ve somuttur. Bazı doğruluklar güzeldir, ama bazıları hayranlık, heyecan ve coĢku uyandırmadığı için güzel bulunmazlar. Matematikteki, fizik ve kimyadaki bir çok doğru ile güzel arasında ne bağlantı vardır? Bazen doğrulukla ilgisi olmayan, hayal gücü ile yapılan eserler güzeldir. Doğruluk bir mantık yargısı, güzellik ise bir değer yargısıdır. Bilimsel doğrulukları ve sanatsal güzellikleri anlamak farklı eğitimler gerektirir.(6)

GÜZEL VE ĠYĠ Sokrates, Platon, Aristoteles, ve bunlar yanında Descartesçı ve Kantçı filozoflar ahlakçı filozoflardır. Bunlar güzel ve iyi arasında doğrudan bir bağlantı kurarlar. Güzellik; doğruluk, dürüstlük ve iyiliktir. Güzel iyidir ve iyi güzeldir (kalo-kagathia). H. Pierren “güzel, iyinin bir baĢka adıdır” diyor. Ahlakçı düĢünürler sanatla ahlakı birleĢtirip, güzelle iyinin özdeĢ

Page 61: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

61

olduğunu savunuyorlar. J. M. Guyau‟ya göre, iyi daima faydalıdır, faydalı daima güzeldir; bu itibarla iyi de güzeldir. Shaftesbury‟e göre de orantı ve düzenin olduğu yerde güzellik, güzelliğin olduğu yerde erdem ve iyilik vardır. (6) Oysa daha yakından incelendiğinde, güzel ve iyinin böyle içice olmadığını görürüz. Ġyi amaçlıdır, faydalıdır; güzelin ise her zaman amaçlı ve faydalı olduğu söylenemez. Ġyilik genellikle sağduyuyla, güzellik ise genellikle sezgiyle anlaĢılır. Ġyiliğin belli yasaları, bağımlılıkları vardır; güzellik ise özgürlüktür. Ahlaksal iyi her zaman çekici ve sempatik değildir; güzel ise insanları çeker ve heyecanlandırır. Bir sanat yapıtındalki çıplak bir görünü ahlak bakımından kötü algılanabılir, ama güzel olması mümkündür. Ġyilikler çıkarlara ve durumlara göre değiĢkenlik gösterir. (6)

GÜZEL VE HOġ Güzelin, hoĢumuza gittiği için güzel olduğunu düĢünürüz. HoĢluk da aklımızla değil, güzellik gibi, duygularımızla ilgilidir. HoĢumuza giden Ģey haz ettiğimiz Ģeydir. Haz ve hoĢluk güzel üzerinde yoğunlaĢmıĢ gibi gözükür. Ancak, güzeli, haz veren ve hoĢa giden eserlere indirgemek doğru olur mu? (6) Güzel eserler hoĢtur, kiĢiye haz ve keyif verir. Ama bu her zaman böyle olmaz. Her zaman bize hazlık ve hoĢluk veren bir eser, bir durum güzel olamaz. Belli bir durumda hoĢumuza giden Ģey, durum değiĢtiğinde hoĢluğunu kaybeder. HoĢluk ve haz peĢinde koĢan, bazen alçaltıcı durumlara düĢebilir. Oysa güzel tutkusu insanı büyütür, yüceltir, asilleĢtirir. Güzel bizi sürekli kendine çeken bir güçtür. Haz ve hoĢluğun çekimi daha kısıtlıdır. (6)

GÜZEL VE FAYDALI Bizler günlük konuĢmalarda “güzel faydalı olmalıdır” ya da ”faydalı olan Ģeyler güzel de olmalıdır” gibi temenni (dilek, istek) ifadeleri kullanıyor olsak da yarar, çıkar, fayda ve benzeri kavramlarla güzellik kavramı asla aynı değildir. Tıpta kullanılan ve ne hoĢ ne de güzel bulunabilecek (hatta korkunç ve tiksindirici bulabileceğimiz) bir uygulama bir hastanın sağlığı için olağanüstü faydalı olabilir. Aynı Ģekilde su faydalıdır ama, suyun faydalı olduğu ve onu güzel bulduğumuz zamanlar her zaman aynı değildir (gün batımını izlerken suya bakmak / çölde susamıĢken suya ulaĢmak).

Page 62: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

62

Birçok düĢünür güzelle faydalıyı ayıran örnekler üzerinde durmuĢtur ve hatta Schiller ve Spencer gibi filozoflar güzel ile faydalının birbirine aykırı olduğunu savunmuĢlardır. Kant‟ın estetik yargıyı pratik beklentilerden bağımsız yargı olarak tanımlaması da modernist dönemde temel bir ilke olarak kabul görmüĢtür. (6)

GÜZEL VE YÜCE Yücelik, genellikle alıĢılmıĢın dıĢında oran ya da miktarlar, büyüklük, sınırsızlık gibi kavramlarla ortaya çıkan bir durumdur. Ġnsanın kontrol sınırları dıĢında kalan, gücünü yüksek oranda aĢan ve onu neredeyse ezen olaylar, biçimler karĢısında içine düĢtüğü acz ile de iliĢkilendirilebilecek bu duyum güzellik dediğimizle her zaman uyuĢmaz. Bir sanat yapıtında korkutucu oranda yücelikle donatılmıĢ biçimler illa güzel olmak durumunda değildir. Yüce genellikle aĢkınlık, boyun eğme, akla sığmama ve hayranlık gibi durumları doğurur ve esas kaynağı güzelde olduğu gibi ölçülülük değil bunun tam tersi bir durum olan ölçüsüzlüktür. Günlük dil, güzel ve yüce arasında yalnızca dereceklenme farkı gözetir. … Güzellik kavramı düzen, ölçü, sınırlama, düĢüncesini içerir, oysa yücelik kavramı, tersine, bunun tam karĢıtı olan düzensizlik, ölçüsüzlük, ve sınırsızlık özellikleriyle tanımlanır. (1) Yunan düĢüncesinde özün beliriĢi olarak kavranan güzellik, hemen düzen ve ölçü anlamlarını, yani tek sözcükle söylemek gerekirse yetkinlik anlamını yüklenir. Yücelik de bu durumda kökünü kaostan alıp ona düzen vererek güzelliğe ulaĢtırması yüzünden, aracı bir terim olma özelliğine bürünür. (1) … Kant, çözümlemesini yüce ile güzel arasındaki kökten bir farklılık üzerinde temellendirir, çünkü ona göre iki terim neredeyse her noktada birbirine karĢıttır. Güzel olan imgelem ve anlama yetisi gibi bilgilenme yeteneklerini uzlaĢtırıp özümlerken, yüce olan öncelikle canlandırma olgusuna direnen Ģey olarak tanımlanır. Ġster gücünden, isterse büyüklüğünden kaynaklansın, yüceliğin görünümü canlandırılabilir bir Ģey değildir. (1)

Page 63: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

63

SANAT YAPITININ DÜZENĠ Sanat yapıtı, doğa gerçekliği içinde rastladığımız, taĢlar, ağaçlar ve hayvanlar gibi, var olanlar arasında herhangi bir var olan değildir. Sanat varlıklarını, ya da sanat yapıtlarını insan, doğa varlıklarını önünde hazır bulduğu gibi hazır olarak bulmaz. Sanat yapıtı ya da sanat varlığı özel bir etkinlik iĢidir. Bu etkinliğe sanat etkinliği, sanat yaratması dendiği gibi, bu yaratma iĢinde bulunan kiĢiye de, sanatçı adı verilir. Yaratma özel bir etkinliği gösterir, yaratmak sıradan bir süje-obje iliĢkisi değildir. Sanat yaratması, „sanat içeriği‟ olarak kurgulandıktan sonra, ancak, belli bir „sanat biçimi‟ içine sokulabilir.” (2) Yaratma, bilgi olayında bulduğumuz herhangi bir süje-obje ilgisi türünden bir ilgi değildir. Böyle bir bilgi ilgisi, Marksizm için bir yansıtma olduğuna göre, sanat yaratması, yansıtmayı aĢan bir etkinliktir. “Ġnsan,” diyordu Marx, “güzellik yasalarına göre biçim verir.” Böyle bir etkinlikte insanı yöneten yeti, hayal gücünü kullanarak, duyusal gerçekliği değiĢtirerek, duyusal somut gerçekliğin bir yansıtıcısı olmaktan kurtulur ve etkinliği de bir yaratmak etkinliği olur. (2) Buna göre, sanat yapıtı, var olanlar arasında herhangi bir var olan değil de, hayal gücünün nesneleri değiĢtirmesiyle sanatçı tarafından yaratılan, kendine özgü bir varlıktır. Sanat yapıtının bu kendine özgü varlığı nedir? Sanat yapıtının varlıkça nasıl bir yapısı vardır? (2)

Page 64: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

64

Sanat yapıtları bize hem aĢina hem yabancıdır. AĢinadır, çünkü onlara

heryerde rastlarız. Biçim olarak roman ya da film olsun, röprodüksiyon ya da anıt, bunların dıĢında da yaratıcısının yeteneği sayesinde sanat yapıtı katına yükselmiĢ, her gün kullandığımız eĢyalardan biri olsun, bütün bunlar farklı adlarla bizim günlük yaĢamımızın birer parçasıdır. Öte yandan hepimiz, okul dönemi içinde kalmıĢ da olsa, bir sanatın uygulamasıyla, fotoğrafı ve videoyu bir yana bırakacak olsak, örneğin desen, resim, müzik ya da güzel yazıyla ilgilenmiĢizdir. Bu çifte aĢinalığa karĢılık bir sanat yapıtının ne olduğunu bilmemeyi yine de sürdürürüz. Gerçekten de “bir Ģeyin güzel canlandırılmıĢ biçimleri” ile (Kant), bunların bitmiĢ ve özerk, içine beceri ve esin katılarak üretilmiĢ biçimleriyle, çağdaĢ sanatın büyük bir bölümüyle gerçekleĢtirmeye çalıĢtığı “açık yapıtlar” arasında ortak olan nedir? Rembrandt‟ın, Picasso‟nun, Duchamp‟ın ya da Lichtenstein‟ın yapıtlarını (son iki sanatçının sanat yapıtı kavramını bile yok etmeye çalıĢtıklarını düĢünecek olursak) aynı kavram temelinde anlayabilir miyiz? Duchamp‟ın ready-made‟lerinde “sanat zevkini uyuĢturma”, “her türlü estetik tat almayı dıĢlama” peĢinde koĢtuğunu, Lichtenstein‟ın “kimsenin alıp duvara asmayı düĢünmeyeceği kadar iğrenç bir resim yapma” isteğini bildiğimiz halde bunu yapabilir miyiz? (1)

Gelenekçi estetik yargılar egemenliğindeki güzellik anlayıĢını 20. yy.‟da büyük değiĢime uğratmıĢ üç sanatçıdan birer çalıĢma: Chaim Soutine, Pablo Picasso, Francis Bacon.

Page 65: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

65

ESTETĠK NESNE Estetik nesne doğanın ya da yaĢamın bir parçası olduğu kadar sanatçının bir gizidir. Çünkü o sanatçının doğayı ya da dünyayı görme biçimine bağlı olarak kurulur: görülmüĢ bir Ģey olduğu kadar kurulmuĢ bir Ģeydir, vardır ve görülmüĢtür, görüldüğü yerde kendisi olacak ve yeni bir Ģey olarak belirlenmiĢtir. Belirleyici özelliği yeniliğidir, benzersizliğidir. Kendinden baĢka hiçbir Ģeye benzeneyendir o. Estetik nesne buna göre hem kendi yasalarını kendinde taĢıyan, hem kendi yasalarını dıĢtan edinmiĢ olan nesnedir. (7) Her estetik nesne Ģimdi‟den geniĢ zamana, bura‟dan evrene doğru açılır. (7) Her yetkin bilinç, her estetik nesnede ya da her sanat yapıtında bir görünmezin peĢinde gibidir. Görünmez olan varolmayan değildir. Olan‟da her Ģeyi bütün açıklığıyla göremeyiz: zamansal ve uzamsal engeller vardır her zaman. (7) Estetik nesne canlıdır, devingendir, çokyapılıdır, ayrıca bizimle değiĢmeye hazırdır. Bizimle bir kavuĢma, bir bütünleĢme, aynı zamanda bir karĢıtlık içindedir. (7) Estetik nesne verilmiĢ değil kurulmuĢ bir Ģeydir. Durağan bir Ģey değil dönüĢen bir Ģeydir. Bu dönüĢme en yüksek düzeyde estetik nesne olan sanat yapıtının tam olarak gerçekleĢmesine kadar sürer. (7) Gündelik yarar açısından bir hiç olan sanat yapıtı tüm insanların belli bir anlam çerçevesinde bir araya gelmelerini sağlayan bir ortam olabilir. Sanat yapıtında bir sanatçının öznelliğinden kalkarak bütün bir insanlığa kavuĢtuğumuzu duyarız. Sanatın insana sağlayacağı en büyük yarar budur. (7)

Page 66: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

66

ESTETĠK SÜJE (ÖZNE) / OBJE (NESNE) / TAVIR Estetik süje bir estetik obje‟yi algılayan, onu kavrayan ve ondan estetik olarak hoĢlanan, ondan estetik haz duyan bilinç varlığı, „ben‟ anlamına gelir. Böyle bir estetik süje bir estetik objeyi kavrarken ondan haz duyarken bu estetik obje karĢısında tavır almıĢ olur. Çünkü bir objeyi algılamak, onu

kavramak, ondan haz duymak, onun karşısında tavır almak anlamına gelir. (2)

Bir portakal bahçesine giren bir kimse, eğer ağaçların ne tür portakal ağaçları

olduğu sorusu ile bahçeye bakarsa, bu bilgisel-entellektüel bir tavır olur. Eğer

bu bahçe bu yıl ne kazanç sağlar sorusuyla bahçeye bakarsa, aldığı tavır pratik-

ekonomik bir tavır olur. Ama başka biri çıkar da aynı portakal bahçesini salt bir

renk armonisi olarak görür ve yanlızca hoşlanarak, haz duyarak bahçeyi

seyrederse, böyle bir tavır estetik tavır olmuş olur. (2)

Estetik Tavır ve Auto-Teles (Ereği Kendinde Olmak):

Estetik tavrın kendi dışında bir ereğinin varolmayışı durumuna auto-teles denir.

Sözgelimi, bir müzik dinlerken, bir şiir okurken ya da bir resme bakarken, sanat

yapıtlarıyla kurduğumuz ilginin kendisi dışında bir başka ereği yoktur. Bir şarkıyı

niçin dinleriz? Ondan haz duymak için mi yoksa müzik eğitimimizi arttırmak ve

kültürümüzü zenginleştirmek için mi? (2)

Sözkonusu hazzın estetik hazza dönüşmesinin koşulu yaklaşımımızda

yaklaşımımızın dışında başka herhangi bir erek gözetmemektir. Salt estetik haz

için bakarsak o bakışta auto-teles vardır.

Estetik tavrın ereği estetik tavrın içinde bulunur. Estetik tavrın bu niteliğini

görenler, estetik tavrı çocukların oyun oynamalarına benzetmişlerdir. Her iki

tavırda da auto-teles vardır. Bunu gören düşünürlerin başında (Kantçı

önermeleriyle dikkat çeken) Alman ozanı Friedrich Schiller gelir. (2)

Page 67: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

67

ESTETİK TAVIR / ESTETİK HOŞLANMA / ESTETİK HAZ Estetik hoĢlanma ve estetik haz, estetik tavrın organik parçaları olarak görülebilir. Estetik yaĢantının estetik hoĢlanma ve estetik haz amacını güttüğünü söyleyebiliriz. (2) Her estetik yaĢantı ve tavır alma duyusal bir temele dayanır. Duyusal duyu organlarımızla elde ettiğimiz her tür duyumun alanıdır. Bu duyusallık, özellikle görme ve iĢitme duyuları yoluyla olur. Bir manzara resmi karĢısında estetik bir tavır alıyor, ondan hoĢlanıyor, ondan haz duyuyorsak, bu, görme duyumuzla onu kavradığımız için oluyor. ... Duyusallık, estetik tavır ve yaĢantı için zorunludur. ... Duyusal hoĢlanmalar belirli bir dıĢ uyarıcının varlığına bağlı olup, o uyarıcı var olduğu sürece sürer; uyarıcı ortadan kalkınca duyusal hoĢlanma da ortadan kalkar. Buna karĢılık, estetik haz, örneğin dinlediğimiz müzik bitse de sürer. Seyrettiğimiz bir oyunun, dinlediğimiz bir Ģarkının etkisi altında uzun süre kalmamız bu olayı doğrular. Oysa bir parfümden duyduğumuz hoĢlanma onu taĢıyan insanın uzaklaĢmasıyla kaybolup gider. (2) Estetik haz duyu temeline dayanır ve fakat duyusallığı aĢan bir boyutu da bünyesinde barındırır.Kokladığımız bir koku kiĢiliğimizde hiçbir etkilenme, hiçbir sarsılma meydana getirmez. ... Oysa, estetik haz bizi değiĢtiren, bize mutluluk veren bir hazdır. Bundan ötürü, Aristo (M.Ö. 384-322), tragedyanın (biz bugün buna, tüm sanatın da diyebiliriz) ereğini

„katharsis ton pathe ma ton’ (ruhun tutkulardan arınması) olarak açıklar. Gerçekten de estetik haz bizi gündelik yaĢamın tutkularından, gündelik kuĢku ve kaygılardan kurtarır ve bizi arıtır. Bir konser salonundan çıkarken, konsere girerkenki insan olmadığımızı yaĢantılarımızdan biliriz.

ĠĢte burada söz konusu olan yaĢantı estetiktir ve katharsis yoluyla estetik hazza ulaĢılmıĢtır yorumu yapmak yerinde olacaktır. (2) Estetik hazla duyusal haz arasında Ģu yönden de önemli bir ayrılık kendini gösterir. Duyusal haz (günlük konumda –hoĢlanma- dediğimiz Ģey) daima pozitif bir duygu tonu olup, bu, acı dediğimiz duygu tonunun karĢıtıdır. Aynı Ģekilde, nerde acı varsa orada duyusal hazzın varlığı riske düĢecektir. Estetik haz bu açıdan bakıldığında, duyusal haz ve acının dıĢında, onların üstünde yer alır. (2) Duyu alanını aĢan bu estetik haz, duyusal hoĢlanmadan kesin çizgilerle ayrılır. Bu ayırıcı özellikleri estetik tarihinde ilk ve en açık biçimde

Page 68: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

68

belirleyen Immanuel Kant olmuĢtur. Kant bu ayırıcı özelliği çıkar-ilgi (Intresse) kavramında bulur. Kant‟a göre duyusal hoĢlanma çıkar ve ilgilere bağlı bir hoĢlanmadır. Hava sıcak değilse soğuk bir içecek hoĢuma gitmeyebilir. Bir yemekten hoĢlanmak ya da hoĢlanmamak, benim o andaki iĢtahıma bağlıdır. Bunlardan hoĢlanıp hoĢlanmamam bir genelliği değil de bir özelliği gösterir. (2) Buna karĢılık estetik haz, tüm ilgi ve çıkarlardan bağımsızdır. Çünkü, estetik haz, yalın bir duyusal uyarıma değil, tersine bilgi yetilerimiz olan

duyarlık ile zihin arasındaki uyuma ve özgür oyun‟a dayanır. Bu uyum subjektif (öznel) olmakla birlikte, kiĢisel, insandan insana değiĢen bir olay olmayıp, bütün insanlar için geçerliği olan, genel bir fenomendir. Bundan ötürü, böyle genel bir duyarlık-zihin arasındaki uyuma dayanan estetik haz da aynı Ģekilde genel olacaktır. (2) Görüldüğü gibi estetik haz yalın bir duygu olayı değildir. Gerek Aristo‟nun

katharsis kavramı ile, gerekse Kant‟ın duyarlık ile zihin arasındaki uyum ve özgür oyun ile dile getirdikleri estetik haz, derin bir psikolojik-estetik anlamı içeriyor. (2)

Page 69: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

69

YANSITMA KURAMI Yansıtma (mimesis) kuramı sanat felsefesinin en eski en tanınmıĢ kuramlarından biridir. Bu anlayıĢa göre, nesneler dünyası, doğa biçimleri sanat için daima bir örnek, bir model oluĢturur. Sanata düĢen görev, doğa biçimlerini, nesnel gerçekliği tanımak, onlar üzerine eğilmek ve onları sanatta, edebiyatta, figüratif sanatlarda yansıtmaktır. Böyle bir sanat teorisi için, sanat biçimleri örneklerini doğadan alacak, sanat güzelliğine doğa güzelliği kılavuzluk edecektir. (2) Yansıtma (mimesis) kavramı ile ilk Grek felsefesinde, Sokrates, Platon ve Aristo‟nun sanat felsefelerinde karĢılaĢırız. Xenophon‟un “Sokrates Anıları” adlı yapıtında Sokrates, resimde, heykelde sanatçının, insanın fiziksel yanı ile birlikte ruhsal ve ahlaksal yanını da yansıttığını söyler (Bknz. Ġ. Tunalı, Grek Estetik‟i). Platon ise mimesis kavramını yanlız estetik kuramının değil, aynı zamanda felsefenin de bir anahtar deyimi olarak kullanır. Ama ne var ki, Platon, mimesis kavramına dayanarak tüm sanat etkinliğine ve sanat güzelliğine karĢı olumsuz bir tavır almaya gider. Çünkü, Platon‟a göre, sanatın yansıttığı Ģey, asıl gerçeklik olan idea‟lar değil, tersine idea‟ların bir kopyası olan nesnelerdir, görünüĢlerdir, kısacası, duyusal dünyadır. (2)

Ġstersen bir ayna al eline, dört bir yana tut. Bir anda yaptın gitti, güneĢi, yıldızları, dünyayı, kendini, evin bütün eĢyasını, bitkileri, bütün canlı varlıkları. [...] Evet, görünürde varlıklar yaratmıĢ olursun ama hiçbir gerçekliği olmaz bunların (Platon, Devlet, 596, d, e).

Nesneler idea‟ların bir yansıması ve sanat yapıtları da bir yansıma olan nesnelerin yansıması, yani yansımanın yansıması olur. (Özetle, Platon sanatı 2.elden yansıtma, daha acımasızca söyleyecek olursak 2. elden kaba taklit olarak görür). Buna göre Platon, sanatı bizi gerçeklikten uzaklaĢtıran zararlı bir etkinlik olarak düĢünmektedir.(2)

Page 70: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

70

Aristo ise mimesis sorununda daha farklı düĢünür. Soruyu Ģöyle ortaya koyar:

Bir resme bakan, ona bakarken bu resmin neyi anlattığını, realitedeki bu ya da Ģu kimsenin resmi olduğunu öğrenir, bundan ötürü de resme hoĢlanarak bakar. Ama, resmin ilgili olduğu obje, eğer tesadüfen daha önceden görülmemiĢse, o zaman bir taklit olan o resim, böyle bir taklit ürünü olarak ona bakanda bir hoĢlanma duygusu uyandırmaz (Aristo, Poetika, V, 1).

Böylelikle Aristo, sanatın nesnesinin doğa olduğunu söylemektedir. Bu görüĢ Rönesans‟ın (Renaissance) natüralist sanat anlayıĢında o derece geçerlilik kazanır ki, bunun sonucu olarak 15. yy. Floransa resim atölyeleri doğa incelemelerinin, anatomi araĢtırmalarının yapıldığı bilim labaratuvarlarına dönüĢür ve resim ya da heykel yapmak, insan ya da hayvan anatomisini olanca açıklığıyla ortaya çıkarmak anlamına gelir. (2) Yansıtma kuramı yanlız Antikite‟de değil, zamanımızda da görürüz. Günümüzde bu anlayıĢın en önemli temsilcisi Georg Lukacs da vaktiyle Aristo‟nun ortaya koyduğu temel düĢünceden hareket eder:

Yansıtma her bilginin temelini oluĢturur. Ġster doğa ister toplumsal gerçeklik olsun, gerçekliğin her doğru bilgisinin temelinde, dıĢ dünyanın objektifliğinin, yani onun varlığının insan bilincinden bağımsızlığının onaylanması bulunur (Lukacs, Theorien der Kunst, herausgegehen von D. Heinrich und W. Iser, 3. Auflg. 1987, Frankfurt, s. 260).

Özetlemek gerekirse, yansıtma kuramı sanatı doğayı yansıtan, doğa güzelliğini örnek alan bir uğraĢ olarak ele alır. Bunu daha yalın olarak dile getirirsek: Doğadaki güzellik ile sanattaki ğuzellik aynı güzelliktir. (2)

Page 71: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

71

ĠDEALĠST KURAM (Aristo / Kant / Hegel) Sorularla baĢlayalım:

Doğada güzel bulduğumuz bir nesne, örneğin güzel bir kadın, bir resmin obje‟si olduğunda doğadaki güzelliğini Ģimdi bu kez sanat güzelliği olarak sürdürür mü? (2)

BaĢarılı bir sanat yapıtı olsun ya da olmasın; doğadaki bu güzel kadın bir sanat yapıtı olarak da güzel midir? (2)

Aynı soruları tersten yinelemek gerekirse:

Doğada güzel bulmadığımız bir nesne sanat yapıtına konu olunca çirkinliği devam eder mi? Nesnesi çirkin olan yapıt da çirkin midir? (2) Doğadaki güzelliğin natüralist anlayıĢa göre sanat güzelliği ile örtüĢmesi gibi, doğadaki çirkinlik ile sanattaki çirkinlik de örtüĢür mü? (2)

Velasquez‟in yaptığı Ġspanyol kral ailesini yansıtan portrelerinden örnekler. ġimdi bakalım: Bir doğa varlığı olarak bu kimseler hiç de güzel, hayranlık verici, çekici değildirler, hatta çirkindirler bile. Ama, bir sanat varlığı olarak olağanüstü güzel oldukları düĢünülmüĢtür.

Page 72: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

72

Yine Rembrandt‟ın son yıllarında yaptığı kendi portrelerine bakarsanız, bunlarda da aynı Ģeyi görürsünüz. Doğadaki çirkinlik, yetenekli bir sanatçının elinde güzel bir obje olarak sanata yansıyor ve sanatsal-estetik bir değer, “güzellik” elde ediyor. Aynı Ģeyi tersinden de söyleyebiliriz: Doğadaki güzellik baĢarısız bir sanat yapıtına konu olunca, güzelliğini yitirir ve sanatsal-estetik bakımdan çirkinleĢir. Buradan sanatsal güzellikle doğal güzelliğin baĢka baĢka değerler olduğu saptanabilir. Bunlar açıklıkla birbirleriyle örtüĢmemektedirler. (2)

Otoportre, Rembrandt, Harmenszoon van Rijn, 1669, Tual üzerine yağlı boya, 86 x 70.5 cm, National Gallery, London.

Aristo Ģöyle der:

Realitede hoĢlanmayarak baktığımız bir obje, özellikle tamamlanmıĢ bir resim haline gelince, ona bu kez hoĢlanarak bakarız, örneğin tiksinti uyandıran hayvanların ve cesetlerin resimlerinde olduğu gibi.

Sanat tarihi açısından baktığımızda, doğa ve sanat güzelliklerinin ayrılığı ancak geçen yüzyılın sanatçıları, izlenimciler (impressionists) tarafından ilk kez kavranmıĢtır, diyebiliriz. Ġzlenimci ressamlar doğanın ve doğal güzelliklerin sanatları için önemsizliğini kanıtlamak için saman ve çöp yığınları resimleri yapmıĢlardır. Ġzlenimciler için “bir baĢ lahana ya da bir Madonna baĢı resmetmek tamamen aynı Ģeydir” (Bknz. Ġ. Tunalı, Felsefenin Işığında Modern Resim). (2)

Page 73: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

73

Kant, güzel‟i, hoĢ‟tan, iyi‟den, doğru‟dan, yararlı‟dan ayırırken, güzel‟in kavramdan, erek tasavvurundan yoksun olduğunu söyler ve Ģöyle der:

Bir doğa güzelliği güzel bir Ģeydir, sanat güzelliği ise bir Ģey hakkında güzel bir tasavvurdur.

Kant için Ģey, nesne kavrama dayanır. Güzel bulduğumuz bir karĢı cins için güzel yargısı yapıyorsak, onda o karĢı cinsin kafamızdaki karĢı cins kavramının doğa tarafından gerçekleĢtirilmiĢ halini görüyoruzdur. Bu tek bir kadına ya da erkeğe bakarak kadınlık ve erkeklik kavramlarına ulaĢabiliriz. Güzel kadın ya da erkek böyledir ama Kant sanatsal güzelliği tanımlarken bu açıklamasını farklılaĢtırır. Sanatsal güzellik, kavrama, ilgiye ve herhangi bir ereğe dayanmadan hoĢa giden bir tasavvurdur. Bir diğer deyiĢle, Kant‟a göre, (ereği sadece kendisi ve kendisinde olan) estetik tavrın dıĢındaki herhangi bir maddi-pratik-cinsel-dini ve benzeri açıyla oluĢan beğeni sanatsal güzelin alanında kabul edilemez. Hegel‟e göre ise “sanat güzelliği tinden doğan bir güzelliktir, tin ve tin ürünleri doğanın görünüĢlerinden üstündür”. Bundan ötürü estetik‟in ele alacağı güzellik yalnız sanat güzelliği olacaktır. Estetik‟in konusu olan da bu sanat güzelliğinin doğa güzelliğine olan üstünlüğü, relativ (bağıl) bir değerlendirme değildir, tersine, yalnız tin doğruluk olduğuna ve her Ģeyi kendi içinde kuĢattığına göre, güzel de doğruluğa dayanacak, tine katılacak ve tin taraından meydana getirilecek. “Bu anlamda” diyor Hegel, “doğa güzelliği tine ait güzelliğin bir reflex‟idir”. (2)

.

Page 74: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

74

ESTETĠK ALANINA KATKIDA BULUNAN BAZI ÖNEMLĠ

KURAMCILAR

Ġtalyan Ressam Raphael‟in 1509-1510 tarihleri arasında Vatikan‟da Apostolic Palace adı verilen saray duvarına fresko tekniğiyle yaptığı “Atina Okulu” adlı (Scuola di Atene, 5m. x 7m.) eserde antik dönemlerden 16. yy.‟a kadar düĢünce dünyamıza önemli etkide bulunmuĢ bir çok filozof idealize edilmiĢ bir atmosferde resmedilmiĢtir. Bu filozoflardan bazıları Ģunlardır: Aristo (Aristotle), Epikür (Epicurus), Pisagor (Pythagoras), Sokrat (Socrates), Heraklitos (Heraclitus), Eflatun (Plato), Öklid (Euclid), ArĢimet (Archimedes).

Page 75: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

75

PLATON

SANATIN YALANI Platon, Devlet, X, 595b-601c.

Platoncu sanat eleĢtirisi Devlet'in daha ikinci kitabından baĢlar. Bu eleĢtiri, onuncu ve baĢlangıç bölümü burada özet olarak verilen sonuncu kitapta sona erer. Bu eleĢtiriyi anlamak için, onu söz konusu yapıtın genel çerçevesi içine yeniden oturtmak özellikle önemlidir. Devlet, adaletin doğası hakkında oluĢturulmuĢ bir düĢüncedir: Adalet nedir? Nasıl gerçekleĢtirilebilir? Çözümleme, bireyin, Site (devlet) gibi, farklı bölümlerden oluĢtuğunu gösterir: Ruh üç öğeye bölünür (akıl ya da akla özgü olan bölüm olan nous; coĢku ya da yüreklilik olan thumos ve iĢtahlar anlamına gelen epithumia). Buradan yola çıkarak adalet, alt bölümlerin üst bölüme, yani iĢlevi doğruyu araĢtırıp öğretmek olan akıl bölümüne tabi olması olarak tanımlanmıĢtır. Adalet, Ģu halde bir bireyde, bir Site'de olduğu gibi, tüm bölümlerin gerçeğin araĢtırılmasına katılmasıyla gerçekleĢir. (1) Oysa öykünmeci sanatlar gerçekten uzaklaĢır ya da daha doğrusu, gerçeğin doğası hakkındaki düĢünceyi bulandırır -ve bu düĢünce, Platon'un eleĢtirisinin temel noktasını oluĢturur. Gerçekten de, gerçeği aramak, öncelikle kendimizi dönüĢtürmek, Ģeyleri bizim için ifade ettikleri Ģey açısından yargılamayı bir yana bırakıp, onlara kendi özlerinde oldukları halleriyle bakmak demektir. Buysa, ruhun öteki iki bölümünü akıl

Page 76: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

76

yönetmezse gerçekleĢmesi olanaksız olan Ģeydir. Akla coĢkunun ya da iĢtahların egemen olduğu durumlarda gerçek, bunları doyuran Ģeylerle özümlenir, akıl da böylelikle, adı geçen savı doğrulamak için kullanılamaz. (1) III. kitapta karar verildiği gibi Ģairlerin Site'den sürülmesi üzerine, olayı kutlamak için Sokrates'in geri dönüĢünü anlatan X. kitapta iĢte bu izlekler geliĢtirilecektir. Platon, bu düĢüncesini doğrulamak için üretimi bir öykünme olarak tanımlar, sonra da iki tür öykünme ayırt eder: ortaya koyacakları iĢi gerçekleĢtirmek için, ele aldıkları nesneyi tanımak zorunda olan zanaatçılar Ġdea'lara öykünürler, oysa "öykünmeci" adı verilen kiĢiler bu bilgiye hiç gerek duymazlar, çünkü onların becerileri görünüĢler üretmekten ibarettir. Böyle olunca, sanat yapıtları Ģeyleri bize, bunların özünde sahip oldukları biçimleriyle değil, bizim gözümüzde ne ise o biçimiyle gösterir: böylelikle bizi, Ģeyler bize nasıl görünüyorsa o biçimiyle vardır, diye düĢünmeye zorlar. Dolayısıyla, X. kitapta, öykünmeci sanatın eleĢtirisi kesin yargılar içerir hale gelir: eleĢtiri, III. kitapta olduğu gibi, yalnızca tutkuları zayıflatan ya da boĢanmasına yol açan sanata değil (398a-b), sanatın kendi ilkelerine yönelir. Sanat, eğitim amacıyla kullanılsa da temelde daha az tehlikeli hale gelmez, çünkü o durumda da zorunlu olarak aĢkın bir gerçekliğin araĢtırılmasını saptırır. (1) Eflâtun, güzellik üzerindeki düĢüncelerini, Büyük Hippias, Şölen ve Phaidros baĢlıklı diyaloglarında toplamıĢtır. Ama baĢka diyaloglarında da serpiĢtirilmiĢ olan bu konudaki düĢüncelerine rastlanır. Büyük Hippias, güzelin ne olduğundan çok, ne olmadığını anlatan çürütücü (refutatif) bir diyalogdur. Bu diyalogda konuĢanlar, Sokrates'le sofist Hippias'tır. Eflâtun'un konu ile ilgili bu ilk kitabında Sokrates sorar (5): Güzel nedir? Hippias, güzel diye ona tek tek nesneleri gösterir. Güzel bir kadın, gerçek güzelliktir der. Sokrates'in güzel bir kadının güzel Ģeylerden biri olabileceğini, ama güzelliğin kendisi olamayacağını söylemesi üzerine, bu defa Hippias: Her Ģeyi güzelleĢtiren altındır cevabını verir.

Page 77: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

77

Ama bu tanım da inandırıcı değildir. Çünkü Sokrates güzel kavramının tanımını istemektedir. Sofist ise tekil olan bir Ģeyi kavram diye gösteriyor, yani filozof güzelliğin kendisini sorduğu halde sofist ona güzel olan Ģeylerden birini göstererek cevap veriyor. Bu defa: Güzel uygunluktur diyor. Sokrates bunu da Ģöyle çürütüyor: Hayır, diyor, içinde sebze kaynatılan bir çömleğe uygun olan kaĢık, tahta kaĢıktır. Çömleği kırabilecek olan altın kaĢık değil, o halde güzel olan tahta kaĢıktır. Bu cevap Hippias'ın demin vermiĢ olduğu tanımla çeliĢiktir. Ama bu baĢarısızlık Hippias'ı yıldırmaz: Güzel, faydalıdır der. Sokrates'in cevabı Ģu olur:

Eğer bu doğru ise, kötülüğün de güzel olması gerekir. Çünkü faydalı Ģey kötülüğe de götürülebilir.

Güzel, iyiye götüren faydalı olmasın? Sokrates'in cevabı hazır: Böyle olursa, iyi güzelin sonucu olur. Ġdeaların düzeni bozulur. Bu cevap üzerine sofist yeni tanım denemelerine giriĢir ve filozof bunların hepsini de çürütür, diyalog da belli bir sonuca varmadan son bulur. Olumlu bir sonuca varamamasına rağmen bu diyalogun taĢıdığı önem, düĢünce tarihinde ilk defa “güzel”‟i konu olarak ele almıĢ olmasıdır. (5) Eflâtun'a göre biri duyular dünyası, öbürü de akıl dünyası olmak üzere iki dünya vardır. Duyularımıza vuran, gelip geçici çokluk dünyası, yanıltıcı dünyadır. Gördüğümüz cisimler büyük veya küçüktür; küçük büyür, büyük küçülür. Bunlar görünüĢlerinden baĢka bir Ģey değildir. Yalnız Büyük, Küçük birer gerçektir. Kavramlar birdir ve değiĢmez. Biteviye değiĢen atlar

Page 78: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

78

olmasına karĢılık, onları kapsayan At kavramı her zaman aynıdır. Bir yanda değiĢen Ģeyler, bir yanda tek ve gerçek olan kavramlar. (5) Bu aldatıcı duyusal dünyanın üstünde, aĢama sıralarına göre yer almıĢ, Ġdealar'dan kurulu, akılla kavranılan bir dünya daha vardır ki, en üstte, yetkinlikte en yüksek olan kavramların en geneli bulunur ki bu, Ġyi fikridir. Çünkü canlı ve cansız varlıklar, Ġyiye katıldıkları oranda vardırlar; yetkinlik varlığın sebebidir, iyiliktir ve en üstün iyi, en üstün güzelliktir. Eflâtun'un tanrısı budur. (5)

MAĞARA ALEGORĠSĠ (MESELĠ) Eflâtun ikili dünya görüĢünü Cumhuriyet'in VII. kitabında mağara alegorisiyle açıklamak suretiyle sembolleĢtirir. Bu alegoride gölgeler, duyusal dünyanın verileridir; gerçek nesneler, idealardır. GüneĢ, Ġyi ideasıdır. (5)

Yer altında bir mağara tasarla. Mağaranın kapısı bol ıĢıklı bir yola açılıyor, ama mağarada oturan insanların kolları boyunları ve bacakları zincirlerle bağlanmıĢ, sırtları da ıĢığa çevrilmiĢ; öyle ki sadece karĢılarındaki mağara duvarını görüyorlar, baĢlarını arkaya çeviremiyorlar, kendilerini bildikleri andan beri de burada böylece oturmaktalar. DüĢün ki sırtlarının arkasındaki ıĢıklı yoldan bir sürü nesne geçiyor, ıĢık bu nesneleri mağaranın duvarına yansıtıyor. ġimdi bu adamlar sadece mağaranın duvarına yansıyan hayalleri görebilirler, o hayalleri meydana getiren gerçek nesneleri göremezler, değil mi? Demek ki bu adamlar birbirleriyle konuĢabilselerdi duvarda gördükleri hayallere bir takım adlar vereceklerdi, çünkü bu hayalleri gerçek sanmaktadırlar. Bu adamların gözünde gerçeklik, asıl gerçeklerin duvarda yansıyan hayallerinden ya da gölgelerinden baĢka bir Ģey değildir. ġimdi bu adamlardan birinin zincirlerini çözüp ayağa kalkmasına ve baĢını asıl gerçekliklere çevirmesine izin verelim. Gözleri bol ıĢıktan kamaĢır ve asıl gerçeklikleri göremezdi, değil mi? Dahası, kamaĢan gözlerini yeniden duvara çevirirdi ve duvardaki hayallere rahatlıkla bakardı. Ama gözlerini yavaĢ yavaĢ alıĢtırarak asıl ıĢığın kaynağına da pekala bakabilirdi. ĠĢte o zaman arkadaĢlarıyla gördüğü Ģeylerin birer hayalden ibaret olduğunu,

asıl gerçeklerin Ģimdi gördükleri olduğunu anlayacaktı. (10)

Page 79: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

79

ARĠSTOTELES

ÖYKÜNMENĠN ZEVKĠ Aristoteles, Poetika Böl. IV, 48b4-19.

ġiir sanatının kökeni ve insanların bu sanattan aldığı zevkin doğası üzerine kaleme alınmıĢ bu kısa metin, Poetika’nın en ünlü ve en fazla yorumlanan metinlerinden biridir. Aristoteles, bu yapıtı temel alınarak sanat kuramının babası kabul edilmiĢtir. Bu kurama göre sanat bir öykünmedir, bir modelin tıpatıp kopyasıdır, sanattan alınan zevk de bu kopyanın kusursuzluğunun insanda uyandırdığı hayranlık ve bu kopyanın zararsız bir canlandırma nesnesine indirgenmiĢ olması dolayısıyla insanın bir an için gerçekliğin baskısından kurtulmasının sağladığı rahatlamadır. Ayrıca, Aristoteles‟in sözünü ettiği, kusursuz bir ölü hayvan imgesinin bize verdiği zevkin ancak, sanatçının üstün becerisiyle ve ürettiği iĢin gerçekdıĢı özellikte olması, bunun da huzursuz olan izleyiciyi bir Ģey yapma zorunluluğundan kurtarmasıyla açıklanabileceği ileri sürülür. Bununla birlikte, Aristoteles‟in bu Ģekilde anlaĢılması, onun gerçek düĢüncesini yansıtmaktan uzaktır. Aristoteles‟e göre öykünme, sanatçının gördüğü Ģeyi büyük bir dikkatle canlandırması, imgenin sağladığı bütünüyle edilgen zevk de izleyicinin gerçeklikten uzaklaĢıp düĢsel bir dünya içine dalması değildir. Tam tersine, öykünme, burada, ayrıntıyla ilgili, rastlantısal olan her Ģeyi dıĢlayıp modelin özünü korur; bu anlamda da bir tanıma, bilgilenme edimidir. Ġzleyicinin kendi hesabına aldığı zevk de sonuçta, bilgi edinmenin sağladığı zevktir: bir modelin sanatçı tarafından canlandırılması, varlığın, ayrıntı olan her Ģeyin bir yana bırakılıp, özünü oluĢturan belirli Ģeyleri koruyarak

Page 80: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

80

yapılmıĢ bir tanımlaması gibi düĢünülebilir. Yapıtta, modelin özünün canlandırılmıĢ biçimini gören izleyici, modele geri döndüğünde onu kolaylıkla tanıyabilir. Sanat böylece, gerçeklikten kaçmayı değil, onu daha iyi anlamayı sağlamıĢ olur. (1) Ġnsanların doğasında, çocukluktan baĢlayarak, aynı zamanda hem canlandırma eğilimi -ve insan öteki hayvanlardan, canlandırmaya karĢı özel bir yatkınlığa sahip olmakla ve öğreniminin baĢlangıcında canlandırılmıĢ Ģeylere baĢvurmasıyla ayırt edilir-, hem de kendisine canlandırma olarak sunulmuĢ Ģeylerden zevk alma eğilimi olduğu görülür. Bu olgunun pratik deneyimde bir örneğini Ģunda görürüz: Ģeylerin, gerçeklikte bakılması bize en zor gelen görünüĢlerinin, örneğin bir hayvanın son derece çirkin biçimlerinin ya da kadavraların en özenli biçimde yapılmıĢ imgelerine bakmaktan zevk alırız; bunun nedeni, öğrenmenin yalnızca filozoflar için değil, aynı zamanda öteki tüm insanlar için de (ne var ki aralarındaki ortaklık çok az Ģeyle sınırlıdır) bir zevk oluĢudur; gerçekten, insan imgelere bakmaktan zevk alıyorsa, bu onun, bakarken bilmeyi öğrenmesinden ve “bu Ģey, odur” dediğinde, kendini o Ģeyin ne olduğunu artık biliyor kabul etmesinden kaynaklanır. Çünkü o Ģeyi daha önce görmemiĢ olsa, onun canlandırılmıĢ biçimi ona zevk vermez ve söz konusu zevk, ortaya konan bitmiĢ iĢte kullanılan renkten ya da benzeri bir baĢka nedenden kaynaklanmıĢ olur. (1)

KATHARSĠS / TUTKULARIN ARINMASI Aristoteles, Poetika, böl. VI, 49b24-50a6.

Katharsis ya da tutkuların arınması kuramı en çok yankı uyandıran kuramlardan biridir;bu yankı yalnızca dram türünün tarihi için değil, genelde sanat tarihi için de söz konusudur, öyle ki, üzerinde en çok konuĢulup tartıĢılan, buna karĢılık ne ifade ettiğini kimsenin tam olarak anlamadığı bir kurama dönüĢmüĢtür. Bununla birlikte bu kuramın baĢarısı, ortaya koyduğu izleklerin öneminden, yani sanat yapıtının etkilerini ve iĢlevini konu etmesinden kaynaklanır. (1) Bununla birlikte bu kavram, Aristoteles‟in Poetika‟sının yeniden bulgulanmasından baĢlayarak Rönesans, özellikle de Klasisizm döneminde gerçek bir ilgiyle karĢılanmıĢtır. Bu olguda, haya duygularına aykırı düĢen her Ģeyi doğrulamaya yarayan bir kavramın basit yararlılık etkisini görmemek gerekir. Bu kavram gerçekten de tutkulara iliĢkin daha geniĢ,

Page 81: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

81

klasik tragedyanın tam özünde yer alan bir düĢünceyle bütünleĢir. Tutkuları nasıl etkilemeli? Akıl yoluyla mı? Katharsis bu durumda, kavrama yetkisinin heyecanlar üzerindeki etkisi olarak anlaĢılır. Aristoteles‟in düĢüncesine en uygun düĢen yorumun da zaten bu olduğuna kuĢku yoktur; acıma ve ürküntü, eylemi etkileyen zorunluluğun kavranmasıyla yatıĢtığından, tutkunun yerini hayranlık alır. Bu arada, tutkularla belki yalnızca baĢka tutkular aracılığıyla savaĢabileceği düĢünülebilir: tragedya bu durumda, yüce tutkuları uyandırır, bunlar en bayağı tutkulara egemen olur ve bunlar aklın yanında yer alır. (1) Bir baĢka Katharsis açıklaması da ahlak alanını bir yana bırakarak bu olguya fizyolojik yorum getirir: arınmadan ya da “iç söktürme”den, sözcük anlamıyla, beden içinde yoğunlaĢmaları tutkuların bozulmasına yol açabilecek “iç enzimlerin, birikintilerin, sıvıların” boĢlatılmasının anlaĢılması gerekir. (1) Tragedya, sonuna kadar götürülen ve belirli bir süreyi kaplayan soylu bir olayın, yapıtın değiĢik bölümlerine göre farklı anlatım biçimleriyle süslenip yüceltilmiĢ bir dille canlandırılmasıdır; dramanın kiĢilerince gerçekleĢtirilen canlandırma öykülemeye baĢvurmaz; ve, acımayı ve ürküntüyü canlandırarak bu tür heyecanların arınmasını sağlar. (1) Aristo‟ya göre sanatın ruhu ezici üzüntülerden, çeĢitli iç baskılardan kurtarmak gibi büyük bir görevidir Katharsis. Ġnsan Ģiddeti heyecanlar duymak ihtiyacındadır. Oysa sosyal hayat normal olarak bu heyecanları duymamız için yeterli vesileler vermez. Verse de tehlikeli olabilir. ĠĢte tragedya bu Ģiddetli heyecanları duymak ihtiyacını tehlikesiz imgelerle sağlar ve bizde korku, merhamet ve aĢk gibi duygular uyandırır. Bu gibi sanat eserlerinin, kurtarıcı bir görevi vardır. Bir serumun vücutta bağıĢıklık (muafiyet) sağladığı gibi, sanat eseri de manevî bir muafiyet sağlar. Aristo‟ya göre tragedya, tutkularımızı tehlikeli bir alandan tehlikesiz bir alana aktarmak suretiyle insanları kurtarır. (5)

.

Page 82: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

82

Aristo, Eflâtun gibi duyumlar (sensations) dünyasını küçümsemez. Tersine incelemek istediği asıl bu dünyadır. Eflâtun‟un baĢka bir dünyada aradığı kavramları O, yeryüzünde aramaktadır. Aristo bir ilim kafasıdır. Tabiat ilimlerinin kuruluĢuna büyük ölçüde katkıda bulunmuĢtur. Estetik düĢüncelerinin bu anlayıĢtan ayrılmayacağı tabiidir. (5) Aristo‟nun da Eflâtun gibi doğrudan doğruya estetik üzerine yazılmıĢ bir eseri yoktur fakat eldeki eserlerinden, özellikle Metafizik ve Poetika‟sından, bir estetik sisteminin bazı önemli konularını meydana çıkarmak mümkündür. (5) Ġlkin Aristo Ġdea‟ların kendi kendine var olduğuna inanmaz. Ona göre bunları soyutlayan kendi düĢünme gücümüzdür. Önemli olan Ģu içinde bulunduğumuz dünyadır; realite sadece budur. Bu realiteyi tanımak istiyorsak, onun nedenlerine inmemiz gerekir. Nedensel araĢtırma. gerçek ilimdir. Bu anlayıĢla hareket eden Aristo, güzelin hem nesne, hem özne yönünden incelenebileceğini ve böylece iki yoldan gidilerek güzelliği ve onunla iliĢkili sorunları tam olarak aydınlatmanın mümkün olacağını sanıyor. Filozofa göre: Güzel, nesnel olarak incelenirse:

BaĢlıca alâmetlerinin (ordre), simetri ve sınırlılık (determination) olduğu görülür. Bunlar, matematik ilimlerin de baĢlıca konusudur. O halde, güzel, matematik ilimlerin araĢtırma alanına girer. («Metafizik» XIII. Kitap III. Bölüm).

Demek oluyor ki, güzellik matematiğe yabancı değildir. Nitekim Aristo, Metafizik‟inde değindiği bu konuya Poetika‟sının 7‟inci bölümünde daha bir açıklık verir:

ÇeĢitli parçalardan bileĢmiĢ olan bir varlık veya bir Ģey ancak belli bir düzen içerisinde yerleĢmiĢ oldukları ölçüde güzel olabilirler. ... Ayrıca bunların keyfe bağlı olmayan bir boyutu da olması gerekir. Çünkü güzel, düzene ve büyüklüğe dayanır. Bundan çıkan sonuç Ģudur ki güzel bir varlık aĢırı küçük olamaz, çünkü [o zaman] görünüm bir anda olup bittiği için onu ancak belirsizce görebiliriz. Güzel bir varlık aĢırı bir büyüklükte de olamaz. Çünkü bu defa da onu toplu olarak kavrayamayız.

Page 83: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

83

Aristo düzeni her yerde, hem tabiatta hem toplumda buluyor. Ona göre iyi düzenlenmiĢ bir evde olduğu gibi, evrende de her Ģey öyle düzenlidir. Tabiatta düzensiz hiçbir Ģey yoktur. Kanun, toplumdaki düzendir. Düzensizlik ve karıĢıklık zarardan baĢka bir Ģey vermez. Hastalıklar, tabiatın düzene uygun olmayan vücut hareketlerdir. Görülüyor ki düzen hem matematik, hem yaĢam ve toplum yönlerinden de aynı düĢünce ile açıklanmaktadır. (5) Aristo taklit konusuna da değinir ve “hayvanların en taklitçisi insandır” der. Çünkü taklit, zevk vererek öğrettiği için, insan taklit edilmiĢ Ģeyleri sever. Estetik davranıĢı bir bilgi olayına bundan daha kesin olarak çevirmek mümkün değildir. Ġnsanlar öğrenmeyi, bilmeyi taklit olarak sevdikleri için güzel‟i seviyorlar. Demek oluyor ki güzel Ģeylerin algısı, esasında bilgi edinmekten farklı bir iĢlem değildir. (5) Demek oluyor ki insanın taklide olan doğal eğilimi ona hem bilgi, hem zevk veriyor. Böylece kendiliğinden sanatta yaratılıĢ sorununa gelmiĢ oluyoruz. Aristo‟ya göre, insan, tabiatı taklit eder: yalnız bu taklit görünüĢle yetinmez. Sanatçı eĢyayı ya oldukları gibi ya olmaları gerektiği gibi gösterebilir, tabiatın bıraktığı yerleri, tabiatın izlediği yönde ne kadar iyi tamamlayabilirse eser o oranda güzeldir. (5) Görülüyor ki, Aristo gerçek anlamda yaratıĢ sorununa parmak basmıĢtır. Düzen, birlik, taklit ve özellikle idealleĢtirme, estetiğin baĢlıca zihinsel unsurlarıdır. (5) Aristo, niyete çok önem veren ahlâkçı ile, yaratıĢa önem veren sanatçının rollerini de birbirinden ayırmıĢtır. Sanat için sanat görüĢünü daha o zaman sezmiĢtir denilebilir. Phidias‟a ve Polykletes‟e sırf sanat çabaları için bilge deyimini kullanan o değil midir? Bununla birlikte Aristo, sanatı eğitime ve ahlâka bağlı tutmaktadır. Eflâtun için olduğu gibi Aristo içinde sanatın amacı kendi değildir, eğitimde veya siyasettedir. (5)

Page 84: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

84

KANT

SANAT YAPITLARI VE DOĞA ÜRÜNLERĠ

Kant, Yargılama Yetkisinin EleĢtirisi (1970).

Sanat ile doğa iliĢkileri konusundaki tartıĢmada Kant doğaya öncelik tanır: Dehanın aracılığıyla “doğa, sanata kurallarını verir” (§46, s. 293). Bununla birlikte burada öykünme izleğinden uzaktayız. Sorun çok daha geniĢtir, çünkü Kant Yargılama Yetkisinin Eleştirisi‟nde, doğa yasaları ile insanın özgür varlık olarak dayattığı yasalar arasında, ahlak yasasının gerçekleĢtirilmesini olası kılabilecek bir uzlaĢma olasılığı üzerinde durulur. Estetik yargıda, daha sonra da sanat yapıtı hakkındaki yargıya iliĢkin çözümlemeler, iĢte bu çok geniĢ çerçeve içinde yer alır. (1) Estetik yargı bize nesneye iliĢkin hiçbir bilgi aktarmaz, çünkü öznenin sahip olduğu yetkilerin oluĢturduğu belirli bir uyum durumuna denk düĢer. Bu durumda, doğal güzelliklere ve sanatsal güzelliklere aralarında hiçbir ayrım gözetmeksizin yönelmesi ĢaĢırtıcı değildir. Oysa durum bu değildir: doğaya özgü bir zevk ile sanata özgü bir zevkin varlığı söz konusudur. … Usta bir sanatçının elinden çıkmıĢ öykünmeden baĢka bir Ģey olmadığını anladığımız anda doğal güzellik tüm çekiciliği yitirir; tersine, bir yapıtı değerlendirebilmemiz için, onun sanat ürünü olduğunu bilememiz gerekir. Her iki güzellik türünün de kendine özgü bir zevk içerdiği açıktır. Bununla birlikte bu zevk bize kendini çeliĢkili biçimde sunar, çünkü doğaya özgü zevk bunu sanat olarak düĢünür (bkz. §23), oysa sanata özgü zevk bunda

Page 85: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

85

doğanın varlığını tanır. Burada üzerinde durulacak olan iĢte bu noktadır. (1) Doğal güzellikte, tat alma yargısı entelektüel ilgi ile karĢılaĢır, buysa bizim doğa ile bilgi edinme yetilerimiz arasındaki uyumdan, bu uyumun kendi ahlaksal amacımızın gerçekleĢtirilmesi yönünde olası bir gösterge olarak göründüğü ölçüde zevk almamızı sağlar. Sanat söz konusu olduğunda, tersine güzel yapıtların çekiciliği hiçbir biçimde ahlaksal niteliklerin göstergesi değildir: “Tat alma ustaları, basit olarak yaygınlıkta değil, bütünüyle alıĢkanlık haline gelmiĢ bir tutumla kendini beğenmiĢ, inatçı, kendilerini tehlikeli tutkulara kaptırmıĢ kiĢilerdir, ve [...] ahlak ilkelerine baĢka insanlar kadar bağlı olmama ayrıcalığına sahip olduklarını ileri sürebilirler” (§42, s.283). Bununla birlikte, doğaya ya da sanata özgü olsun güzellik, sonuçta ahlak güzelliğinin simgesi (§59, s.342), tat alma da “ahlaksal Ġdea‟ların duyarlı biçimde somutlaĢtırılmasını değerlendirme yetisi” (§60, s.345) olarak tanımlanır. AĢağıdaki metin, bizi bu sonuca götürecek kanıtlamanın temellerini atıyor. Doğa ile sanat, ilkinin ürettiğini amaçsız olarak üretmesi, oysa sanatçının yapıtını bir amaca yönelik olarak ortaya koymasıyla birbirinin karĢıtıdır. Ne var ki biz, doğal güzellik karĢısında, biçim güzelliğinin bize vaat ettiği amacı boĢuna ararız. Çünkü sanat yapıtı hiçbir kavramı belirtmez: doğanın görüĢüne bürünür. (1) Kant Ģöyle düĢünür:

43. Sanat Hakkındaki Genel GörüĢler 1. Sanat ile Doğa arasındaki fark, yapıĢ (facere) ile genelde davranıĢ ya da ortaya koyuĢ (agere) arasındaki fark gibidir; sanat ürünü ya da sonucu da yapıt (opus) olarak; doğanın ürününden sonuç (effectus) olarak farklıdır. Hukukta, yalınızca özgür olarak yapılan üretme, yani aklı eylemlerinin temeline oturtmuĢ özgür birinin gerçekleĢtirdiği üretime sanat adının verilmesi gerekir. Çünkü arıların ürettiği peteği (balmumundan yapılmıĢ düzgün altıgenler) sanat yapıtı olarak tanımlanmaktan hoĢlansak bile, bunu yine de peteği sanatla kıyasladığımız için yaparız; arıların ortaya koyduğu iĢi kendilerine özgü hiçbir akılcı düĢünceye dayandırmaksızın yaptıklarını düĢündüğümüz anda, bunun onların doğasından kaynaklanan (içgüdüsel) bir ürün olduğunu ve bu ürünün bir

Page 86: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

86

sanat yapıtı olarak yalnızca onları yaratana mal edilebileceğini kabul ederiz.

DEHA ĠLE BEĞENĠNĠN ĠLĠġĠSĠ HAKKINDA Kant, Yargılama Yetisinin EleĢtirisi (1970)

Fr. Çev. A. Renaut, Bibliotheque philosophique, Aubier yay., 1995, s.294 – 299

Yargılama Yetisinin EleĢtirisi, estetik yargılama yetisine iliĢkin önsel bir ilkenin varlığını ortaya koyar. Bu, saf öznel nitelikte bir ilkedir, çünkü öznenin yetileri arasında oluĢmuĢ iliĢkilerin ürünüdür yalnızca: güzellik yargısı, anlama yetisi ile imgelemin özgür iliĢkisi sonucu ortaya çıkar, nesnenin niteliklerinden birinin tanınmasından kaynaklanmaz. Önsel özellikte oluĢu, evrensellik savının temelini oluĢturur: dolayısıyla, beğeni yargıları yalnızca deneyime bağlı olarak farklılık gösterir. (1) Kant‟ın beğeni öğretisinin zorluluğu, bu öğretinin çeliĢkili olmasından kaynaklanır: beğeni yargısı hakkında yaptığı dört tanımlama aĢaması içinde karĢı sav özelliği taĢımayan tanımlama yoktur :

yarar gözetmeyen zevk

kavramsal olmayan evrensellik

ereksiz ereklilik

gerekli zevk Beğeni yargısı bir kavrama bağlı değildir, yani bir nesneyi güzel bulmamız için, o nesne hakkında bilgiye sahip olmamız hiç gerekmez. Ne var ki, beğeni yargısı bazı durumlar dıĢında (özgür güzellik) hiçbir zaman saf değildir ve bir nesneden alınan zevk, onun sahip olması gereken biçim hakkında yargı ile karıĢır ( bağlı güzellik):

Bir insanın güzelliği, bir atın [...], bir yapının güzelliği; Ģeyin olması gereken biçimi belirleyen bir amaç kavramını, dolayısıyla da ona iliĢkin bir yetkinlik kavramını gerektirir, ona basitçe bağlı güzellikle iliĢkilidir.

Sanat alanında ortaya çıkan, uygulanan bu beğeni yargısıdır: estetik zevk, entektüel zevke karıĢmıĢtır. Dolayısıyla, “güzel beğeni”, bir yapıtın canlandırdığı Ģeye uygunluğu hakkında yargıya varabilme yeteneğidir.

Page 87: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

87

Bununla birlikte yapıtın baĢarılı sayılması için, güzel beğeniyi doyurması yeterli değildir. Eksik olan nedir? Yanıt bu alıntının hemen altında verilir eksik olan ruhtur, yani burada, canlandırma yeteneğini geniĢleterek ruhun yaĢamını zenginleĢtiren ilkedir. Yapıtlarına bu ruhu ancak, ortaya koyduğu canlandırmalara onu aktaran –bunu yalnızca o yapabilir- dâhi verebilir. Peki, beğeni ile deha arasında ne tür bir iliĢki vardır? Bu iliĢki bir yanıyla çatıĢkılıdır: dâhi, yapıtını özgün yasalara göre yaratır; bu yönüyle de yargılanmaya karĢı çıkar. Kant, bu çatıĢkıda beğenini yanında yer alır: Beğeni, genelde yargılama yetisi gibi, dehanın disipline alınmasıdır ya da eğitilmesidir); dehanın kanatlarını acımasızca kemirir, onu uygarlaĢtırır yada düzeltir; ama aynı zamanda, belirli bir ereğe uygunluğunu koruması için ona hangi noktaya kadar gidebileceğini belirten bir yön çizer; ve aklın içinde yer alan çok sayıda düĢünceye açıklık ve düzen getirerek idea‟lara tutarlılık kazandırıp onların kalıcı ama aynı zamanda da evrensel ölçüde kabul görmeye yeteneğine ulaĢmalarını sağlar. (1)

. Estetik doktrinler tarihin de Hutcheson ve Du Bos ile görecelik (relativisme) dönemi kapanır, Kant ile eleĢtirel (critique) dönem açılır. … Kant‟ın modern estetiğe kaynak olan Yargı Gücünün Eleştirisi (1790): Salt Aklın Eleştirisi (1781) ile Pratik Aklın Eleştirisi (1788) arasındaki bir köprü vazifesi görür. Bu bakımdan Kant‟ın estetik doktrinini anlamak için onun yalnız Yargı Gücünün Eleştirisi ile yetinmemek, genel felsefesini açıklayan öbür iki kitabını da hatırlamak gerekir. (5) Ġlkin üzerinde durulması gereken nokta, Kant‟ın eleĢtiriyi metot olarak benimsemiĢ olasıdır. Filozof, Salt Aklın Eleştirisi‟nde insanın kendi dıĢında zaman ve mekân olmadığını, dünyaya gelirken bunları kendisiyle birlikte getirdiğini ileri sürer. (5) Duyarlığımız (sensibilitê), her türlü deneyden önce, bütün dıĢ olayları (bütün nesneler) mekân içinde: bütün iç olayları da (bütün bilinç halleri) zaman içinde algılayacak tarzda biçimlenmiĢtir. Zaman ve mekân, içinde deneylerimizin gerekli olarak yer aldığı, önceden tespit olunmuĢ çerçevelerdir. Burası aklın dünyasıdır. Onunla ilgili alan tabiatıdır. Gereklilik Kanunu hüküm sürer bu alanda; yani irade yoktur. Aklın

Page 88: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

88

hükümleri, nedensellik (choses en soi) bu çevrelerin dıĢındadırlar bu yüzden bilinemezler. Bunlara Kant, phenomene (olay) in karĢıtı olarak noumene asını vermektedir. Dünyayı incelediğimiz zaman, baĢka bir Ģeyle ilgilenmemekliğimiz gerekir. (5) Kant, ikinci kitabı olan Pratik Aklın Eleştirisi‟nde eylemin alanı olan ahlâk dünyasını inceler. Burada irade hüküm sürmektedir. Yapamam gereken Ģeyi yapmaklığım için , onu yapabilmem, yani hareketlerimde hür olmam gerekir. Ahlâk dünyası, hürlük dünyasıdır. Hürlüğümüz olmasaydı vazife kavramı saçma ve anlamsız bir Ģey olurdu. Bu ikisinin yani kurumsal (nazari) akıl ile pratik akıl arasında, yargı yetisi yer almaktadır. Teorik aklın konusu doğru olan Ģey, alanı tabiat ve zorunluluk (nêcessitê)dur. Burada hürlük yoktur. Ptarik aklın konusu iyiliktir. Hür iradeyi gerektirir. Yargı yetisi veya estetik duyarlılık (sensibilitê) esthêtique), doğru ile iyi, tabiat ile hürlük arasında bir bağlantı kurar. (5) Kant, yargıyı (judgement) ikiye ayırır: birine estetik yargı, öbürüne de têlêologique (gaî) yargı adını verir. Birincisinde yalnız beğeni (goût) egemendir; fayda veya amaca uygunluk düĢüncesinin bu yargı ile zerrece ilgisi yoktur. Oysa ikincisinin temelinde bunlar vardır. DüĢünce, çıkarcılık ve yaĢamaya yararlılığın baskısı altındadır. Kant yalnız estetik yargıyı, yani Ģu güzeldir dediğimiz zaman verdiğimiz yargıyı ele alarak eleĢtiriyor ve onda Ģu dört özelliği buluyor:

I Güzel olan Ģey bize yarar gözetmeyen, çıkarsız (dêsintêressê) bir haz verir. Bu bakımdan reddedilemez bir gerçektir ki, beğeni yargısı öznel (subjectif) olmakla beraber sırf duyumlardan ibaret değildir ve bu yargının konusu olan güzellik, hoĢ (agrêable)la karĢılaĢtırılamaz. Bir Ģeye güzel dediğimiz zaman bu yargımıza ahlâk kanunu da karıĢmaz. Çünkü estetik haz, ahlâki hazdan farklı olarak, konusunun realitesi ile ilgilenmez. Demek ki, zevk yargısında hiçbir gerektirici kavram (concept) da yoktur. Sadece iç âleme bir dalıĢ (contemlation)tır bu zevk. … ĠĢte her türlü çıkardan sıyrılmıĢ böyle bir hazzın konusuna güzel deriz. (5)

II Güzel‟in verdiği hazzın bir özelliği de belli hiçbir kavrama bağlanmadan, evrensel oluĢudur. Bir Ģeyi güzel bulduğum zaman, duyduğum hazzın, o Ģey karĢısında bulunan baĢkaları tarafından da paylaĢılmasını beklerim. Güzel,

Page 89: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

89

bir kez daha bencil ve kiĢisel olan hoĢtan ayrılmıĢ oluyor. Eğer bir tatlıyı hoĢ, lezzetli bulursam, bunu baĢkasına kabul ettirmek aklımdan bile geçmez. Gerçi bazı hallerde hoĢ duyumu bir genellik kazanabilir; fakat bu genelliği bize öğreten gene deneydir. Bu deneyi kendi hesabına yapmadıkça, hiç kimse o zevki duyamaz. Oysa güzelliğin verdiği haz, evrenselliğini deneylerden önce alır. ġu var ki, güzellik hazzı evrensel olmakla birlikte, bu hazzı veren Ģeyin belli bir kavramına dayanmaz. Çünkü bu Ģey, sözgelimi bu çiçek güzeldir yargısını vermekliğim için, bu çiçeğin neye yaradığını bilmekliğim hiç de gerekli değildir. Sadece onun bende estetik bir haz uyandırması yeterlidir. (5) Aynı Ģeyi ahlâk hakkında da söyleyebiliriz «Her insan vazifesini yapmalıdır» yargısı da evrenseldir. Fakat buradaki evrenselliği, vazife kavramından ayırmaya imkân yoktur. O halde güzel, kavramsız olarak herkesçe hoĢa giden Ģeydir. (5) Burada bir soru ile karĢılaĢıyoruz. Güzel‟in verdiği hazzın evrenselliğini belirten Kant, bu evrensellikle hazzın kiĢiselliğini nasıl uzlaĢtırabiliyor? Bir yargı aynı zamanda hem evrensel, hem kiĢisel olabilir mi ? (5) Bu soruyu Kant Ģöyle cevaplandırır: bir Ģeye güzel dememizi gerektiren haz, hayal gücü (imagination) ile düĢünme gücü (entendement) arasındaki ahengin bilincidir. Duyarlık (sensibilitê) kiĢiden kiĢiye değiĢse de bilgi yetilerimiz genel kanunlara uymaktadır; bu kanunların evrenselliği zevk yargısının evrenselliğini gerektirir. (5)

III Güzel‟in üçüncü özelliği ereksiz bir âhenk, ya da –Kant‟ın deyiĢiyle- amaçsız bir amaçlılık (finalitê) oluĢudur. Gördüğümüz gibi zevk yargılarına, ne hoĢ (agrêable)la, ne de iyi (bien) ile iliĢkili yargılar karıĢtırılabilir. Çünkü zevk yargıları, birincilerden farklı olarak evrenseldirler; ikincilerden de belirli bir kavrama (concept) dayanmadıkları için ayrılırlar. (5) Demek oluyor ki, zevk yargıları, ne hoĢ duyumların ihtiyacına, ne fayda, ne de iyilik düĢüncesine dayanır. Kant bunu kendi felsefe dili ile “zevk yargısının ilkesi öznel bir amaçlılık (finalitê) dır” diye ifade eder. Kant‟a göre genel olarak, bir Ģeyde ancak amaçlar olursa finalitê söz konusudur. Bu amaçlar hem kendimizde, hem kendi dıĢımızda olabileceği için öznel ve nesnel olmak üzere iki türlü amaçlılık vardır. (5)

Page 90: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

90

Pratik hayatta mantığa uygun bir düzen olunca bir amaç vardır. Marangoz bir masanın türlü unsurlarını düzenlediği zaman bunu bir maksatla yapar. Bu ahengin, bu finalitê‟nin bir ereği vardır. Oysa, güzellikte ahenk ve amaçlılık varasa da amaç yoktur, erek (but) yoktur. Amaç, yetkinlik (perfection) olabilirdi. Ama buna da imkân yoktur. Çünkü bir Ģeyin yetkinliği hakkında hüküm verebilmek için önce o Ģeyin ne olması gerektiği hakkında bir fikrimiz olmalıdır. Oysa beğeni yargısı; bir Ģeye güzel dediği zaman o Ģey hakkındaki düĢüncemizin gerektirdiği Ģu veya bu Ģartları yerine getirmeyi düĢünmez. Sözgelimi, bitkilerle uğraĢan bilgin çiçeğin amacını bilir. Bilir ki, bitkinin döllenme organıdır bu. Ama çiçeğin güzelliğinden zevk aldığı zaman, biçiminin unsurları arasındaki ahengi, dolayısıyla değiĢiklik içindeki birliği ifade etmiĢ oluruz. Fakat bu uyum ve birlik, zevk konusu olarak o Ģey hakkındaki öncel hiçbir fikirle belirlenmemiĢtir. Onun güzelliğini meydana getiren, tekrar edelim, bu izleme vesileyle, hayal gücü ve düĢünme gücü arasında o anda kurulan hür ahenktir. Güzel sanatlardan bir örnek verelim. Musikide, öncel herhangi bir kavrama baĢ vurmadan, bir esere güzel deriz. Ama “ĠĢte, dini bir musiki” dersek, verdiğimiz hüküm artık tamamıyla estetik değildir. Çünkü bu yargı ile bu musiki eserinin amacına çok iyi uyduğunu söylemiĢ olmaktayız. Güzel, bazı belirli koĢullara uyduğu için artık hür değildir. (5) Kısacası, zevk yargısının konusu olan güzellik, öznel ve nesnel bütün amaçlardan uzaktır; yani bir Ģeydeki biçimin, hayal gücü ile düĢünme gücü arasındaki hür bir oyuna (jeu) uymasından ileri gelmektedir. Fakat bir bakıma, bu uyma ve uygunluk (concordance) bir finalitê sayılabilir: Gerçekten zevk, bir Ģeyin güzelliğine hükmettiği zaman, bu Ģey hoĢumuza gitmek için bir amaçla yapılmıĢtır, tabiat onun parçalarına özel bir maksatla bu biçimi vermiĢtir inancı bizde uyanır. Gerçekte bu Ģeyin karĢısında hayal gücü ile düĢünme gücü‟nün ahengi, gerek öznel, gerekse nesnel herhangi bir amaç fikrinden uzak, bağımsız olduğu için, burada finalitê (gaiyet, amaçlılık) nin yalnız biçimi (forme) vardır. Bunun içindir ki estetik hazzı uyandıran Ģey, bir nesnenin madde ve konusu olmayıp sadece biçimi (forme) dir. ĠĢte ilk bakıĢta garip görünebilen, ama, Ģimdi kolayca anlaĢılan, güzelin Ģu üçüncü tanımlamasına varıyoruz: “Güzel, belirli bir amaç düĢünmeksizin, bir Ģeydeki amaçlılığın, ahengin yalnız biçimini algılamaktır.” (5)

IV

Page 91: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

91

Güzelin dördüncü bir açıdan tanımlamasına gelince, güzellik yargısı, evrensel olduğuna göre, zorunlu (nêcessaire) du. Bir Ģeye güzel dedik mi, herkesin de o Ģeye güzel demesini, aynı görüĢü benimsemesini isteriz. Bu hal, bizim için bir zorunluluktur. Ama bu zorunluluk, bilginin (connaissance) ilkelerine dayanmaz, çünkü zevk hükümleri mantık hükümleri değildir ve hiçbir belirli fikre dayanmamaktadır. Bu zorunluluk pratik de değildir. Ahlâk duygusu gibi irade (volontê) nin ilkelerini de gerektirmez. Bilgi yetilerimizin iĢlemde bulunmalarını mümkün kılan öznel Ģartların bu evrenselliğine Kant sens commun (ortak duyu) adını veriyor. Bu duyu kuramı (thêorie) bir Ģeye her güzel dediğimizde uygulanmaktadır. Çünkü hiçbir objektif ilkeye, deneye dayanmadan herkesin bizimle birlikte aynı kanıda olmasını isteriz. Bu suretle zevk yargılarından ayrılmayan öznel gereklilik, nesnel bir gerekliliğe dönüĢüyor. (5) Söylediklerimizi özetlersek diyebiliriz ki zevk yargısında evrensel kabullenme (consentement universel)nin gerekliliği ortak duyu kuramı ile birlikte nesnel olarak tasavvur olunan öznel gerekliliktir. Kant dördüncü tanımlamasını Ģöyle formülleĢtiriyor: “güzel, kavramsız olarak zorunlu bir haz almanın konusu bilenen Ģeydir.” (5) Kant‟ın nitelik (qualitê), nicelik (quantilitê), iliĢki (relation) ve yön (modalitê) bakımlarından ele aldığı güzellik tanımlamasını Ģu dört maddede bir arada sıralayalım. Kant‟a göre güzel :

I. Nitelik bakımından, çıkarsız olarak hoĢa giden Ģeydir.

II. Nicelik bakımından, herkesin hoĢuna giden Ģeydir. III. ĠliĢki bakımından, kendi dıĢında hiçbir erek

olmadan hoĢa giden Ģeydir. IV. Yön bakımından, zorunlu olarak hoĢa giden Ģeydir.

Page 92: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

92

HEGEL

SANAT AKLIN ÜRÜNÜDÜR Hegel, Estetik Dersleri, cilt I,

“Sanatsal Güzellik Ġdea‟sı, ya da Ġdeal”.

Hegel‟in estetik derslerinden özellikle akılda kalan ve bizi haklı olarak ĢaĢırtan, sanatın ölümü izleği olmuĢtur. Bu derslerin asıl konusu daha çok unutulmuĢtur: “Ġdea‟nın duyarlı belirtisi” olarak güzel sanat yapıtı kavramı, onu, sanatı akla indirgemekle ve duyarlılığa hiçbir özerklik tanımamakla suçlayan eleĢtirilerin ağırlığı altında ezilmiĢ görünmektedir. Hegel‟in sanat felsefesi, sanattan çok, felsefeye hakkını teslim eder izlenimi bırakır. Bu eleĢtiriler ne kadar haklı olursa olsun, Estetik Dersleri, sanat düĢüncesinin temel metinlerinden biri olarak kalmıĢtır. Hegel‟e göre, sanatın geliĢmesi, Ģu üç biçimin tarih sırasına göre art arda geliĢiyle gerçekleĢir; bunlar, simgesel sanat, klasik sanat ve romantik sanat akımlarıdır. Sanatsal üretim, öteki tarih olaylarında olduğu gibi (Bkz. Tarih Boyunca Akıl), aklın kendinden aldığı bilinç ile bu bilince karĢıt olan Ģeyin ifadesi olarak çözümlenir. Belirli bir döneme ait sanat yapıtları böylece, doğa ile insan düzeni, duyarlı olan Ġdea, beden ile akıl arasındaki iliĢkilerle çağdaĢ olan kavrayıĢı sergiler. Ġran‟a ya da Mısır‟a ait sanat yapıtlarının, giderek daha tehditkâr bir doğaya karĢı, inançların o döneme özgü, çoğu kez uğursuzluk düĢüncesiyle ya da en azından çok anlama çekilebilen düĢüncelerle donattığı uygarlıkların zorunlu kıldığı bağımlılıkla ortaya konduğunu gözler önüne serer. TanrılaĢtırılmıĢ hayvanlar, dev boyutlarda yapılar; aklın kendini kendisi olmayan Ģey içinde bulup yerine oturtmaktaki güçsüzlüğünü kanıtlar. Oysa Hegel‟in aklın geliĢimini bu terimle

Page 93: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

93

tanımladığı bilinir: mutlak akıl, ilerlediği yolda kendisinin dıĢında hiçbir Ģeyin varolmadığı bilir. Klasik sanat, bu yolda bir ilerleme kaydeder. ĠÖ 5. yüzyıldaki Yunan sanatı, aklın ulaĢtığı huzuru ve dengeyi sergiler. Yunan klasik dönemine özelliğini veren, doğa ile uyum, anlama yetisi gibi beden kültürünün de geliĢmesi, ölçü idealidir. Bu arada, aklın kendi bilincine varması için, önüne veri olarak konan Ģey karĢısında bütünüyle özgür olduğunu öğrenmesi gerekir. Romantik sanat (ya da Hıristiyan sanatı) iĢte bu noktada aklın, kendisi olmayan üzerindeki eĢitliksiz –ama çatıĢmasız değil- egemenliğinin ifadesini ortaya koyar. (1)

ESTETĠK DOĞAL GÜZELLĠĞĠ DIġLAR Hegel, Estetik Dersleri, Cilt I, “GiriĢ”.

Hegel burada, incelediği konunun tanımını yapıyor. Estetik güzel sanatın felsefesidir, doğal güzelliği dıĢlar. Öncelikle bir görüĢ değiĢikliği ortaya koyan bu ifadeyi dikkate almak gerekir: Baumgartner, estetiği “duyarlı bilginin bilimi” olarak tanımlamıĢtı, Kant da özneden yola çıkarak bu yaklaĢım biçimini kesinleĢtirmiĢti, çünkü estetik yargı, nesne hakkında hiçbir bilgi sağlamıyor, yalnızca öznenin durumlarından birini ifade ediyordu. Hegel, felsefesinin geri kalan bölümünde olduğu gibi, bu Kantçı incelemeye ilke olarak karĢı çıkar. Onun estetiği, öznenin bildiği Ģeylerin ya da yetilerinin içinde bulunduğu durumun çözümlenmesi değil, sanatın gösterdiği geliĢmenin incelenmesidir; böylelikle özne ile nesnenin birbirinden ayırt edilmesi gerçekten aĢılmıĢ olur. ġunu anımsatalım ki, sanat onun gözünde, aklın, bilincine vardığı her Ģeye özdeĢ olarak kendini yakaladığı bir kavrayıĢ biçimidir. Akıl ile akıl olmayan Ģey arasındaki çeliĢkiler önce sanatta aĢılır. Sanatçının üzerinde çalıĢtığı malzeme, yapıt ortaya çıktığında bağımsızlığını yitirir: bundan böyle bir canlandırmayı ortaya koymaktan baĢka bir iĢe yaramaz. Buna karĢılık, bu canlandırma da söz konusu malzeme karĢısında özerkliğe sahip değildir, çünkü duyarlı niteliklere göre değiĢir. Resim ya da yontu yapma, hatta kalem ile fırça arasında seçim yapma ediminin yapıtın doğasını değiĢtirdiği açıktır. AĢağıdaki metnin önemi, bunun dıĢında, doğal güzelliğin dıĢlanmasından kaynaklanır; bu doğa ile akıl arasındaki iliĢkinin bütünüyle tersine çevrilmesine yol açan bir dıĢlamadır. Örneğin Kantçı görüĢ, doğal güzellikte, aklın zorunlulukları ile doğa yasaları arasında olası bir uyumun simgesini görüyordu, oysa Romantikler onda duyumlarla algılanamayan bir

Page 94: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

94

dünyanın ifadesini buluyordu. Burada, tersine, doğal güzellik sanatsal güzelliğin altında yer alıyor. Bunun nedenleri, doğal güzelliğe ayrılmıĢ bölümde uzun uzun geliĢtiriliyor. EleĢtirinin ilkesi Ģudur: doğanın ortaya koyduğu Ģeyler, hiçbir zaman aklın ifadesi değildir. Oysa güzel olan yalnızca aklın ifade ettiği Ģeydir. Doğa güzelse bu, aklın doğada kendini bulduğu ölçüde bir güzelliktir yalnızca; akıl da bunu ancak kısmen gerçekleĢtirebilir. (1) Hegel Estetik Dersleri adlı eserine Ģöyle baĢlar:

Bu dersler estetiğe ayrılmıĢtır; güzelliğin engin krallığı‟nı konu alır, daha açık bir ifadeyle sanat, hatta güzel sanat konusunu iĢler. Estetik adı bu konuyla tam olarak uymuyor elbette, çünkü “estetik”, daha doğru olarak duyarlılık bilimini, duyumsama bilimini belirtir: ve Wolff okuluyla birlikte, kabul edilmiĢ bu biçimiyle yeni bir bilim olarak, daha doğrusu, ancak o biçimiyle bir felsefe disiplini olması gereken bir Ģey olarak ortaya çıktığında, sanat yapıtları, Almanya‟da, uyandırdıkları duygular, örneğin hoĢluk, hayranlık, dehĢet, acıma, vb. gibi duygular açısından ele alınıyordu. Bu adın, konusuna uygun düĢmediği, daha doğru deyiĢle, yapay özellikli olduğu dikkate alınarak, yeni adlar bulma yoluna bile gidildi, örneğin “callistique” adı ileri sürüldü. Ne var ki bu ad da doyurucu olmadı, çünkü söz konusu bilim genel olarak güzelliği değil, sanatsal güzelliği inceleyen bir bilimdir. Bize gelince, “estetik” adını korumamızın nedeni, bunun yalnızca bir ad olarak bizim için fark etmemesi, ayrıca, yaygın olarak kullanılan dile iyice oturmuĢ olması dolayısıyla korunmasında bir sakınca olmamasıdır. Bununla birlikte, bizim ele aldığımız bilime zorunlu olarak uygun düĢen formül, “sanat felsefesi” , kesin olarak da “güzel sanat felsefesi”dir Oysa biz bu deyimi ileri sürmekle, iĢin baĢında, doğal güzellik‟i dıĢlamıĢ oluyoruz. Konumuzu bu biçimde sınırlamamız, belirli açıdan, keyfi bir belirleme gibi görünebilir ve her Ģey bir yana, her bilimin kendi alanını iĢine geldiği gibi sınırlayabildiği ileri sürülebilir. Ne var ki bizim estetiği yalnızca sanatsal güzellikle sınırlamamız bu anlamda anlaĢılmamalıdır. Günlük yaĢamda elbette güzel bir renkten, güzel bir gökyüzünden, güzel bir ırmaktan söz edilir, halk arasında çiçeklerin, hayvanların, özellikle de insanların güzel oldukları söylenir; ne var ki, burada, söz konusu nesneleri “güzel” olarak nitelemenin hangi ölçüde doğru olduğu tartıĢmasına girip, genel planda doğal güzelliği sanatsal güzelliğin yanına koymak istememekle birlikte, sanat güzelliğin doğanın ortaya koyduğu güzellikten daha üst düzeyde yer aldığını Ģimdiden ileri sürebiliriz. Çünkü sanatsal güzellik, aklın ve aklın ürettiği Ģeylerin doğaya ve doğanın ortaya koyduğu Ģeylere her zaman üstün oluĢu ölçüsünde, sanatsal güzellik de doğal güzellikten üstündür. Hatta, aklımızdan geçecek kötü bir düĢünce bile, biçim açısından, doğanın ortaya koyduğu herhangi bir Ģeyden her zaman daha üstündür, çünkü o düĢünce her zaman tinsellik ve özgürlük taĢır.

Page 95: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

95

[ ... ] Bunu söyledikten sonra, aklın ve onun ürünü olan sanatsal güzelliğin, doğal güzellikten daha üstün olduğunu damdan deĢer gibi ileri sürmek, bir bakıma ortaya hiçbir Ģeyin konmadığını söylemek olur, çünkü “daha üstün” deyimi, bütünüyle belirsiz oluĢunun dıĢında, sanatsal güzellik ile doğal güzelliği hâlâ yan yana konmuĢ gibi gösteriyor ve yalnızca nicel, dolayısıyla da dıĢsal bir farklılık belirtiyor. Oysa aklın ve ortaya koyduğu sanatsal güzelliğin doğaya üstünlüğü, basit olarak göreceli bir üstünlük değildir: gerçek olan akıldır ve her Ģeyi içerir, öyle ki, güzel olan her Ģey bu üstün kendilik‟e katıldığı ve onun ürünü olduğu ölçüde gerçekten güzeldir. Bu anlamda, doğal güzellik ortaya ancak, akla özgü güzelliğin bir yansıması, yetkin olamayan, tamamlanmamıĢ bir kip, özüne göre aklın kendi içinde yer alan bir yansıma olarak çıkar.

. Kant‟a dayalı olarak geliĢen idealist estetik, tepe noktasına Hegel (1770 – 1831) estetik‟inde ulaĢır. Daha ileri gidip, Platon‟dan kalkan güzellik felsefesinin çağlar geçerek Hegel‟de doruğa eriĢtiğini söyleyebiliriz. Hegel estetik‟inde, tıpkı Hegel felsefesinde olduğu gibi, Hegel‟e kadar gelen bütün estetik‟ler düğümlenir ve Hegel‟den sonra gelen estetik‟ler de bu düğümün bir açılıĢıdır. (3) Hegel estetik‟i ve güzellik felsefesi, doğal olarak onun felsefesinden kaynaklanır. Bunun için ilkin kısaca, bir iki çizgi ile Hegel felsefesine değinmek istiyoruz. Hegel felsefenin çıkıĢ noktası, mutlak kavramı ya da tin (Geist) kavramıdır. Mutlak, kavram, ide ya da tin, dinamik bir varlıktır ve bu dinamizm bir diyalektik süreç içinde somutlaĢır. Felsefenin konusu, ide‟nin, kavramın, tinin bu geliĢmesini incelemektedir. Kavram, ide, tin kendi baĢına gerçeklikten yoksun bir olanaklar varlığıdır. Tin, kendi bilincine ulaĢabilmek için gerçeklik kazanmak ister ve bunun için kendi dıĢına çıkar, kendini dıĢlaĢtırır. Kendi kendine bir thesis olan kavram, ide, tin kendi dıĢına çıkmakla kendi özüne yabancı olan bu varlık, ide‟nin diyalektik geliĢmesinde anti-thesis adımını oluĢturur. Doğayı inceleyen felsefe de doğa felsefesi adını alır. (3)

Page 96: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

96

Doğada kendini gerçekleĢtirirken, kendi özüne yabancı, kendine karĢıt bir varlık olan ide, tin, geliĢmesinin üçüncü basamağında kendine geri döner, ama, bu kez gerçeklik kazanmıĢ olarak. Bu basamak da tinin diyalektik geliĢmesinin synthesis basamağını oluĢturur. Ġde‟nin, tinin bu kendi özüne dönüĢü üç aĢama içinde olur:

I. Sübjektiv tin : Bu, bireysel tin olup, bunu antropoloji, fenomenoloji ve psikoloji inceler.

II. Objektiv tin : Bu, özgür istem‟in (irade) objektivleĢmesini gösterir.

a. Özgür istemin objektiv gerçeklik olarak ürünü hukuk‟tur. b. Kendi üzerine katlanıp düĢünen istem moralite (ahlâk) olarak ortaya çıkar.

Burada istem, vicdan olarak kendini belirler. c. Ahlâklılık. Burada süje, ahlâksal olan Ģey ile, aile, burjuva toplumunu ve

devlet ile bir olma bilincine varır. Devlette objektiv ahlâk en yetkin biçimde gerçekleĢir. Devlet, mutlak ahlâklılığı, mutlak doğruluğu (hakikat) ve mutlak özgürlüğü, hegel‟in deyimi ile devlet yeryüzünde Tanrısallığı ifade eder.

III. Mutlak tin : Sübjektiv ve objektiv tinlerin bir sentezi olup, onda tin kendi

kendinin tam bilincine varır. Bu da yine üç aĢamada olur:

a. Tinin kendi özünü özgürce seyretmesi ile sanat doğar. b. Tinin kendi özünü simgelerle kavramasıyla din doğar. c. Tinin kendi özünü kavramsal – düĢünsel olarak kavramasıyla felsefe

doğar. Felsefe, tinin en üst geliĢme basamağıdır. Bütün bu tin sistemini araĢtıran felsefe de, tin felsefesi adını alır. (Bkz. Ġ. Tunalı, Marxist Estetik). (3)

Görüldüğü gibi, sanat, mutlak tinin kendine dönüĢü içinde ilk basamağı oluĢturur. Sanatı ve sanat ile ilgili fenomenleri, bu arada güzelliği inceleyecek bir felsefe olan estetik‟in konusu, mutlak tin‟dir, kendini özgürce seyrederek kavrayan tin‟dir. Böyle bir estetik de tinsel bir felsefe olacaktır. Böyle bir estetik‟i Hegel, “Estetik Dersleri” (Vorlesungen über die Aesthetik) adlı yapıtında temellendirir. Bu yapıtın ana düĢüncesi ve çıkıĢ noktası, „estetik, sanat güzelliğin bilimi‟dir düĢüncesidir. Doğa güzelliği bu tanımın ve bu belirlemenin dıĢında kalır. Çünkü, yalnız «sanat güzelliği tinden doğmuĢtur ve bu bakımdan da sanat güzelliği doğa güzelliğinden üstündür.» Tin ürünleri doğa ürünlerinden üstün olduğuna göre, bir tin

Page 97: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

97

ürünü olan sanat güzelliği de doğa güzelliğinden üstün olacaktır. Hegel‟e göre, estetik‟in konusu, sanat güzelliği olarak belirlenince, buradan bir güçlük doğar: Sanat güzelliği ya da güzel sanat bilimsel bir araĢtırmaya değer mi? Çünkü, Hegel‟e göre, sanat en ilkellerin ürünlerinden en yüce tapınaklara kadar uzanır ve yaĢamın dıĢında kalır. Sonra, sanat ve güzel olmasın? Hegel‟e göre, güzellik ve sanat, bir aldanma ve bir aldatma değil, yalnızca bir görünüĢtür. Yine Hegel‟e göre, sanat güzelliği duyusallığa ve hayal gücüne dayanır. Bilimin konusu ise, soyut, düĢünsel obje‟lerdir. Nasıl olur da sanat güzelliği gibi hiçbir düĢünsel yanı olmayan bir obje alanı bilimsel bir araĢtırmanın konusu olabilir? (3)

Hegel, bu her iki eleĢtiriyi temelden çürütmek ister. Sanat güzelliği bir görünüĢtür, ama bu bir özün (essentia), bir tözün (substans) görünüĢüdür. Bu görünüĢ, yaĢam ve dünyanın keyfilik ve rastlantılarının tinselleĢtirilmesiyle bir realite kazanması anlamına gelir. Bunun için, felsefenin, estetik‟in incelediği sanat güzelliği bir aldatma değil, tinsel bir gerçekçiliktir, tinin duyularda kendini dıĢlaĢtırmasıdır. Sanat ve sanat güzelliği, bir bilimsel araĢtırmaya değdiği gibi, böyle tinsel bir gerçekçiliğin bilimsel olarak incelenmesi de aslında gereklidir. (3)

. Hegel, sisteminin mantık gereklerine uymak için, sanatın yerini felsefeye bırakıp sessizce geçmiĢe karıĢacağını istemeye istemeye kabullenmiĢtir. Çünkü filozofa göre mutlak ruhun geliĢimi içinde sanatın önemli bir yeri vardır. Ama ruhu, bütün derinliği ve zenginliği ile ifade edemediği de gözden kaçmamaktadır. Yalnız gerçeğin bir bölümü sanat aracılığı ile ifade edilebilmektedir. Ama sanat, tarihsel aĢamaları sonunda, duyulur (sensible) bir biçim (forme) içinde ruhu ifade edemez bir duruma düĢecek, ve sonunda felsefe önünde silinip gidecektir. Hegel 19. ve 20. yüzyılların sanat ürünlerini görmüĢ olsaydı gene böyle mi konuĢurdu? (5)

Hegel‟in sanat felsefesinde en çok eleĢtirilen yönlerden biri, güzel sanatları sınıflandırma tarzıdır. Biliyoruz ki Hegel‟in sanatları sınıflaması, sisteminin doğal bir sonucudur. Sistemi bakımından çok doğru görünen bu sınıflama,

Page 98: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

98

gerçeğe pek uymamaktadır. Gördüğümüz gibi idealist görüĢe bağlı kalan filozof, ilkin sanatları sembolik, klasik ve romantik diye adlandırdığı bölümlere ayırmıĢtı. Mimarî sembolik, heykelcilik klasik; resim, musiki ve Ģiir romantik sanatlarda yer alıyordu. Bu sınıflandırmanın, görme ve iĢitme duyularına göre yapılan doğal sınıflama ile çeliĢkiye düĢtüğü görülüyor. Bir mekân sanatı olan resmin, bir zaman sanatı olan musiki veya Ģiirin yanında iĢi ne? Öbür yandan, her ikisi de mekân sanatından oldukları halde, romantik resim ile klasik heykel, birbirine karĢıt gösterilmiĢtir. … Filozof tarih metodunu baĢarı ile kullanmıĢ, ama aĢırılığa düĢmekten kendini koruyamamıĢtır. (5) Hegel, tabiat güzelliğine, bir çok estetikçinin verdiği önemi vermemiĢse, bunun nedeni sanattaki güzelliğin, tabiatta yankılandığı oranda varolduğu içindir. Bu bakımdan Hegel‟i yermek değil övmek gerekir. (5)

Hegel‟in, sanatın özerkliği, ahlâkla olan iliĢkileri, türlü sanatların konuları üzerine olan görüĢleri, sanatın asilliğine yaraĢan sayfalardır. Nihayet sanat eseri, bugünkü anlayıĢımızla, her ne kadar evrensel, mutlak ruhun madde içinde görünüĢü değilse de, bir ruhun halinin bir biçimle görünüĢüdür. (5)

Page 99: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

99

SCHILLER

Bir Kantçı olarak estetik düĢünme yaĢamına giren Friedrich Schiller, ilkin «dağınık GörüĢler» (Die zerstreuten Betrachtungen) adlı yazısında tıpkı Kant gibi, güzel‟i, güzel‟e yakın kavramlardan ayırmak ister. Bu yakın kavramları Schiller, hoĢ, iyi ve yüce‟de bulur. Bu kavramları güzel‟den ayırırken: «HoĢ sanata lâyık değildir, iyi sanatın ereği değildir, çünkü sanatın ereği hazdır. Ve iyi, ister pratik isterse teorik olsun, duyu aracı olamaz. HoĢ, yalnız duyuların hoĢuna gider, iyi yalnız aklın hoĢuna gider. Güzel ise, duyusal hoĢlanma için bir araçtır ve bu yönden iyi‟den ayrılır. Ama, biçimi nedeniyle aklın da hoĢuna gider, bu yolda hoĢtan da ayrılmıĢ olur. Biçimi ile hoĢa gider. HoĢun ise biçimi yoktur, yalnız maddedir. Ġyi düĢünülür, güzel seyredilir, hoĢ ise duyularla duyulur.» diyerek, Kant‟ın bu konuda söylediklerini baĢka sözcüklerle dile getirmiĢ oluyor. Buna göre de, güzel, hoĢ ile iyi‟nin, duyularla aklın bir sentezi olmuĢ oluyor. Ama, bu noktadan sonra Fr. Schiller‟in giderek Kant‟tan ayrıldığını görürüz. Kant için salt teorik bir kavram olan güzel‟in, Schiller için insanın geliĢmesi, insanın kültürce biçim kazanması ve insanın insansallaĢması için çok önemli bir eğitsel görevi yüklendiğini görürüz. Bunu Schiller en önemli felsefe yapıtı olan «Ġnsanın Estetik Eğitimi Üzerine Mektuplar» adlı yapıtında ele alır. Yapıtın özü, 18. Mektup‟ta dile gelir: Ġnsan, tıpkı Kant‟ta olduğu gibi, iki yana ayrılır. Bu yanlardan biri, duyusal yan, öbürü de akıl yanıdır. Duyusal yan maddeye bağlıdır, akıl ise biçime. Güzellik, bu iki yanın harmonisinden ortaya çıkar. Güzellik, teorik olarak „güzellik

Page 100: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

100

duygusu‟dur, pratik olarak insanın estetikçe biçim kazanmasıdır. Erek, duyu ile aklı güzel‟de birleĢtirmektir. BaĢka türlü dendikte, güzellik, aklın (özgürlüğün) görünüĢte (duyularda) ortaya çıkmasıdır. (Die Schönheit ist die Freiheit in der Erschwinung). Schiller sanata dair düĢüncesini Ģöyle özetler: Ne var ki, insan varlığı yalnız bu iki kuvvetin egemenliği altında olsaydı, bu iki içtepinin karĢıt kuvvetlerinin sürekli bir çatıĢma alanı olurdu. Ama, insan varlığını böyle bir çatıĢma alanı olmaktan, böyle bir düzensizlikten kurtaran, onun sahip olduğu bir üçüncü içtepidir: duyu içtepisi yaĢama yönelir, biçim içtepisi biçime, akla yönelir, oyun içtepisi ise, her iki içtepinin obje‟lerini birleĢtirerek canlı biçime yönelir. ĠĢte, bu canlı biçim ise, yeni bir ad alır: Güzellik. Buna göre, oyun içtepisinin objesi güzellik‟tir ve güzellik de canlı biçimin biçimidir. Güzellik, ne yalnız duyusaldır ne de yalnız akılsaldır, tersine güzellik duyu ve aklın bir uyumudur (harmoni). Yukarda iĢaret ettiğimiz Schiller‟in «güzellik, görünüĢ içindeki özgürlüktür» sözü bu anlamda anlaĢılmalıdır. Güzellik, insanın ve insan eğitiminin, biricik ereğidir. Çünkü, güzellikte‟te tek baĢlarına insanı egemenliği altına almak istenen madde içtepisi ve biçim içtepisi bir uyum içinde birleĢirler, her ikisinin zorlayıcı gücü oyun içtepisinin özgürlüğünde ortadan kalkar. Böyle bir insan, artık estetik bir insandır. Estetik insan, oynayan insandır ve biricik oynayan varlıktır, özgür bir varlıktır. Bu düĢünceleriyle Schiller, çıkıĢ noktasını oluĢturan Kant ahlâkını ve Kant estetik‟ini çok aĢmıĢ oluyor. Kant‟ta güzel, insanı zorunluluk dünyası olan duyu dünyasından alıp, özgürlük dünyasına olan akıl-ahlâk dünyasına geçiren bir aracı idi. Çünkü, güzel, hem duyusal hem de akılsaldır. Oysa, Schiller‟e göre, özgürlük aklın, ahlâkın dünyasında değil (Schiller için akıl-ahlâk dünyasında da zorlayıcı kuvvet vardır, oyun içtepisinin obje‟si olan güzellik‟te bulunur. Güzellik, canlı biçim olarak bize ne moral ne de düĢünsel olarak herhangi bir Ģey sağlamaz, ama, ancak « güzellik‟te biz sonsuzluğa ulaĢabiliriz.» Ġnsanlığın ideali, insan bütünlüğünün gerçekleĢmesi olduğu kadar, ölçü ve uyum idealidir. ĠĢte Schiller burada, insanın bütün yetileri arasındaki güçlü bir uzlaĢmayı amaç ediniyor ve bunu yalnız güzelliğin baĢarabileceğini söylüyor. Güzellik ise her iki içgüdünün konusudur. Ġnsan ancak güzel bir Ģey karĢısında bulunduğu vakit insanlığının tam sezgisine erecek, kendisini tüm olarak insan hissedecektir. Yalnız güzelliğin etkisiyledir ki insanın iki içgüdüsü anlaĢacak, duyuları düĢünceleriyle; duyuların çıkarlarını aklının

Page 101: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

101

yasalarıyla uzlaĢacaktır. Güzellik, oyun içgüdüsünün konusudur demiĢtik. Hemen söyleyeyim ki Schiller oyun kelimesini baskı yokluğu anlamına kullanmaktadır. Nitekim bu özelliği 15. Mektup‟ta açık olarak söyle belirtir: «Güzellik algısında ruh, yasayla ihtiyacın mutlu her birinin baskısından kurtulmuĢtur.» Dikkat edilirse görülür ki Schiller‟in oyun içgüdüsü, aĢağı yukarı insan yetilerinin ahengine karĢılıktır. Bu bakımdan oyun, güzelliğin kendisidir, insanlığın gerçekleĢmesidir, yaĢayan biçimdir (forme vivante). Burada yaĢayan biçim deyimi hem yaĢam, hem de biçimleme içgüdülerini birleĢtirmektedir. Schiller‟e göre insan, oynamadığı müddetçe tam olarak insan sayılmaz. Çünkü çift tabiatını yalnız oyunda birleĢmiĢ bulmaktadır. Güzellik, iki içgüdünün veya madde ile biçim arasındaki dengenin karĢılığı ise de, gerçekte tam bir dengeye hiç bir zaman ulaĢılamaz; dalma birinin ötekine üstünlüğü görülür. Buna göre güzel, tek bir nitelikte değildir. Güzel, iki biçim olabilir: yumuĢatıcı güzellik (beautê amallissantê) ve erkel güzellik (beautê ênergique). Birincisi insanı gevĢetir, ikincisi onu geçer, ideal olan ikisinin uyumlu bileĢimidir. Böylece güzellik, duyuların insanını biçime, düĢünceye; düĢüncenin de insanını da maddeye ve duyuların dünyasına götürür. [...] Schiller‟in güzellik konusundaki düĢüncesini daha iyi belirtmek için estetik yargı üzerinde biraz daha duralım: gördük ki bu yargı, güzel nesnenin yalnız biçimi ile iliĢkilidir. Bu bakımdan o nesnenin varlık nedenleri veya amaçları dikkate alınmalıdır; özellikle onun ahlâki bir amaçla meydana getirilip getirilmediği hiç aranmamalıdır. Ahlâki amaç, güzelliği meydana getirmediği gibi güzelliği engellemez de. Ama güzel olan nesne, sanatçının o nesneye soktuğu din veya ahlâk düĢüncesine rağmen, o düĢünceyi gizleyebildiği ve kendiliğinden doğuyormuĢ, o nesnenin tabiatından özgür olarak geliyormuĢ kanısını verdiği oranda ancak güzel olacaktır. Schiller güzelliği, madde ile biçimin uyumlu bir karıĢımı olarak gördüğü için estetiği; estetik doktrinler tarihinde, kendisinin de belirttiği gibi, zihincilerle (intellectualistes) duyumcular (sensualistes) arasında bir noktada bulunmakttadır.

Page 102: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

102

SCHOPENHAUER

SANAT, DOĞANIN ANLAġILMAZ BĠÇĠMDE SÖYLEDĠĞĠ ġEYĠ ĠFADE EDER

Ġrade ve Gösterim Olarak Dünya.

Schopenhauer, yarar gözetmemeyi kendi sanat felsefesinin merkezine yerleĢtirmiĢ bir düĢünürdür. YaĢam acı çekme, sanat da kurtuluĢtur, çünkü sanat, pratik ya da bilimsel olsun, insanı sıradan bilgi düzeyinden (Platoncu anlamda) Ġdea‟lar katına yücelterek onu dünyaya bağlayan bağı koparır. Dolayısıyla, nesne ile bağımızı bütünüyle değiĢtirir; derin düĢünmede, “artık mekânı da, zamanı da, Ģeylerin nedenini de, neye yaradığını da düĢünmeyiz, buna karĢılık onların doğalarını katkısızca ve basitçe düĢünürüz” (s. 231) bu yetenek gerçek olarak yalnızca deha sahibi insanlarda vardır; sıradan insan, böyle bir derin düĢünmeye ancak ĢimĢek çakar gibi zaman zaman ulaĢabilir buna karĢılık, çoğu kez, “dikkatini Ģeylere ancak, bunlarla kendi iradesi arasında belirli bir bağ olduğu –bu bağ ne kadar uzak olursa olsun- ölçüde verebilir” (s.242), böylece, deha, yarar peĢinde koĢmaktan vazgeçme yeteneği olarak tanımlanır. Deha, “akıl ilkesinden kurtulma, ancak bağların varlığıyla varolabilen özel Ģeyleri soyutlama, Ġdea‟ları tanıma, ayrıca, bağlılaĢık olarak kendini onların karĢısına, birey olarak değil, bilen katıksız özne olarak koyma” anlamına gelir (s. 251). Ġdea‟lara dönüĢün gerçekleĢtirebilmesi için, dehanın her Ģeyle bağını koparması gerekir. Peki, gördüğünü nasıl aktarabilir? Ġdea‟lar doğrudan iletilebilen Ģeyler değildir; bu yüzden, araç olarak temsil yada canlandırma öğesinden yararlanması gerekir. Sanat yapıtı böylece, derin düĢünmeyle keĢfedilen Ģeyin yeniden canlandırılmasına benzetilebilir:

Page 103: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

103

sanat yapıtı “düĢüncenin bilinmesini kolaylaĢtıran bir araçtan, estetik zevki oluĢturan bilgiden baĢka bir Ģey değildir.” (agy.) Yine de Ġdea‟nın ne olduğunu iyi anlamak gerekir: sanat yapıtı, her hangi bir kavramın açıklanması değildir; Schopenhauer, resim sanatında kullanılan alegorileri eleĢtirerek bu nokta üzerinde durur. “bir insanın kendini vazgeçilmez ve sürekli biçimde, ünlü olma isteğine kaptırdığını varsayalım; üne, kendi meĢru malı gibi bakar; zaten bir Ģeyleri kendi malı olarak ileri sürmedikçe doyuma ulaĢamayacağına inanmıĢtır; bu kiĢinin, Carracci‟nin bir tablosunun önünden geçtiğini düĢünelim, tabloda ün meleğini defne dalından tacının baĢına takmıĢ olarak görür; bu, onun ruhunu bütünüyle uyandırır, etkinlik gücünü bütünüyle harekete geçirir; öte yandan, “ün” sözcüğünü bir duvarın üstünde iri harflerle, açık seçik yazılmıĢ görseydi, aynı Ģey yine olurdu” (s.306) bir Ģeyin göstergesi, onu tanıtan belirti değildir. Peki, bu belirtiyi nasıl açığa vurmalı? Doğa, ilkesindeki Ġdea‟yı açığa vuran güzel yapıtlar üretir: bu durumda, doğaya mı öykünmek gerekir? AĢağıdaki metin, bunun söz konusu olmadığını gösteriyor. Gerçekten, doğanın üretimi, sanat üretiminden bambaĢka niteliktedir. Doğanın üretiminde birbirinden farklı kuvvetler iĢe karıĢır; bu kuvvetlerin her biri, olayların bütününü harekete geçiren yaĢam isteğini farklı derecelerde ortaya koyar. Doğanın ortaya koyduğu yapıtlar; her biri kendine ötekilerin zararına ortaya koymaya çalıĢan bu kuvvetlerin bir araya gelemsi sonucu ortaya çıkar; doğal güzellik, rastlantısal ve beklenmedik bir uyumun meyvesidir. Dolayısıyla sanatı doğadan hareketle anlayamayız: tersine, Ġdea‟ların derinlemesine izlenmesi, bize bunların olaylar içindeki varlıkların ortaya çıkarılma olanağını sağlar. Schopenhauer İrade ve Gösterim Olarak Dünya‟da Ģunları bildirir:

Doğa böyle davranır. Peki, sanat ne yapar? Kimileri onun doğaya öykündüğünü düĢünür. Ġyi de, kafasının içinde deney öncesi doğa kavramı yoksa, sanatçı doğanın içindeki baĢyapıtı, öykünmesi gereken modeli nasıl tanıyacak, onu, bir sürü kusurlu varlık arasında nasıl ayırt edecek? Öte yandan, doğa Ģimdiye kadar her Ģeyiyle kusursuz güzellikte bir insan yaratmıĢ mıdır? –Bir baĢka görüĢe göre, sanatçı, çok sayıda birey arasında ayrık ve dağınık olarak duran güzelliklerin peĢine düĢmeli, sonra, elde ettiği bu malzemelerle güzel bir bütün oluĢturmalı; buysa, saçma ve üzerinde kafa yorulmamıĢ bir düĢüncedir. Çünkü, bu durumda aynı soru bir kez daha karĢımıza çıkar: Sanatçı, belirli biçimlerin kesinlikle güzel olmadığını nereden anlayacak? –Öte yandan, eski Alman

Page 104: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

104

ressamlarının doğaya öykünerek güzellik konusunda hangi noktaya ulaĢtıklarını biliyoruz. Bunu anlamak için, onların yaptığı çıplak figürleri incelemek yeterlidir. –Hayır; güzellik hakkında, yalnızca deneye dayanarak sonsal hiçbir bilgi edinemeyiz; bu bilgi bize, kısmen de olsa, her zaman önsel olarak gelir; akıl ilkesinin aynı biçimde önsel olarak bildiğimiz ifadelerinden çok baĢka türde olsa da bu böyledir. Söz konusu ifadeler, olay olarak düĢünülen olayın genel biçimiyle-bu biçimin bilgi edinme olasılığının genel koĢulunu oluĢturması olarak – ilgidir; olayı ele alan genel ve evrensel soru olan “nasıl” sorusuyla ilgilidir; saf matematiği ve saf doğa bilimlerini ortaya çıkaran bu tür bilgidir; tersine, güzelliğin gerçekleĢmesini olanaklı kılan baĢka tür önsel bilgi, biçimle değil, olayların içeriğiyle ilgilidir; canlandırmanın „nasıl‟ıyla değil, yapısıyla ilgilidir. Gözümüzle gördüğümüzde hepimiz güzelliği ayırt edebiliriz; ama gerçek sanatçı onu öylesine açık seçik ayırt edebilir ki, o güzelliği bize hiç görmediğimiz biçimde gösterir, onun yarattığı Ģey doğayı aĢar; böyle bir Ģey ancak, biz o iradenin kendisi olduğumuz zaman olanaklıdır; bizim burada söz konusu bu iradeyi çözümlememiz ve buna uygun nesnelleĢtirmeyi, bu nesnelleĢtirmenin üst derecelerini ortaya koymamız gerekiyor. Bu bize, kendi yapıcı irademizle özdeĢ olan doğanın neyi gerçekleĢtirmek istediği hakkında gerçek bir önsezi sağlayabilir: deha olarak adlandırılmayı hak eden deha, bu ön seziye benzersiz bir düĢünce derinliği katar; özel Ģeylerdeki Ġdea‟nın varlığını sezinler sezinlemez, gerisinin gelmesine gerek kalmadan doğayı anlayıverir; onun ağzında gevelediği Ģeyi hemen orada kesin biçimde ifade eder; doğanın bin bir giriĢimden sonra ulaĢabildiği o biçim güzelliğini mermer üzerinde ölümsüzleĢtirir; onu doğanın karĢısına koyar, ona Ģunu söyler gibidir: “ĠĢte, senin ifade etmek istediğin Ģey.” “Evet, benim ifade etmek istediğim Ģey, iĢte bu” diye yanıt verir, izleyicinin bilincinde çınlayan bir ses. –Yunan dehası, insana özgü biçimin ilksel biçimini iĢte böyle bulup kendine özgü heykel okuluna yasa olarak dayatmıĢtır; her birimiz ancak böyle bir önsezi sayesinde, doğanın eksik de olsa gerçek olarak yarattığı „güzel‟i tanıma yeteneğini kazanırız. Bu önsezi ideali oluĢturur: idea denen Ģeydir; en azından yarısı önsel olarak ortaya çıkan ve bu niteliğiyle doğanın sonsal verilerine eklenip onları bütünleyen Ġdea‟dır; ve sanat alanına bu koĢullarda

Page 105: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

105

geçer. Sanatçı ve izleyici, güzel olanı önsel olarak, biri önsezisiyle, öteki tanıyarak anlama yeteneğine sahipse bu, her ikisinin de doğal öz olarak, nesnelleĢen irade olarak birbirine özdeĢ olmasından kaynaklanır. Gerçekten, Empedokles‟in dediği gibi, özdeĢik ancak özdeĢ olan tarafından anlaĢılır; doğayı ancak doğa anlar; doğanın derinliklerine ancak doğa inebilir; aklı da ancak akıl anlar.

Page 106: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

106

GOETHE

SANAT ÖYKÜNME MĠ, YARATMA MI?

[...] Dolayısıyla, böyle olması iyidir, çünkü sanat kendi türünde kusursuz yapıtlar ortaya koyar ve Goethe –insan ile doğa arasında bağ olduğunu ileri süren eski düĢünceyi tersine çevirerek- bu durumdan, sanatın özerk olduğu sonucunu ortaya çıkarır. Doğa, ona göre, aklın karĢıtıdır; her ikisi de yapıtlarını kendilerine özgü yasalara uygun olarak ortaya koyar. “Sanatsal gerçeklik ile doğanın gerçekliği birbirinden bütünüyle farklıdır; sanatçının görevi de ortaya koyduğu yapıtın bir doğa yapıtı gibi görünmesini sağlamak değildir, hatta bunu yapmaya hakkı yoktur.” (“Gerçek ve Gerçeksi Hakkında”, Sanat Hakkında Yazılar‟da, s.183) (1) Sanat, doğanın enginliğiyle ve derinliğiyle yarıĢma amacını gütmez, doğa olaylarının yüzeyinde kalır. Ne var ki o kendi derinliğine, kendi gücüne sahiptir. Yüzeyde gerçekleĢen bu olayların en yüce anlarını yakalayarak onlarda doğa yasalarına uygun olanı keĢfeder, iĢlevsel oranın yetkinliğini, güzelliğin doruğunu, anlamın saygınlığını, tutkunun yüceliğini keĢfeder. (1) Doğa kendisi için hareket ediyor görünür, sanatçıya insan olarak, insanların iyiliği için davranır. YaĢamımız boyunca doğanın bize sundukları arasından, arzu edilir ve hoĢ Ģeyleri aĢırı özenle seçeriz. Sanatçının insanlara sunduğu her Ģey, onların bunu duyularıyla yakalayabileceği nitelikte olmalı, onlara hoĢ gelmelidir, uyarıcı ve çekici olmalıdır, onlara

Page 107: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

107

zevk ve doyum sağlamalıdır, akıl için besleyici ve biçimlendirici olmalı, onları yüceltebilmelidir. Sanatçı böylelikle, kendisini de yaratmıĢ olan doğaya minnettarlık duyarak ona ikinci bir doğa, ama duyumsanmıĢ, düĢünülmüĢ ve insan ölçüsünde yetkin kılınmıĢ bir doğa kazandırır. (1)

Page 108: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

108

NIETZSCHE

SANAT YAġAMIN ÖNEMLĠ UYARICISIDIR Neitzsche, Putların Alacakaranlığı,

“Güncel dıĢı Oyalanmalar”.

Sanatın oynadığı rolün çözümlenmesinin Nietzsche‟nin düĢüncesinde, kaleme aldığı ilk yapıtından baĢlayarak öncelikli bir yeri vardır. Önceleri onun için söz konusu olan, sanatın özel etkileri üzerine düĢünmek ya da Tragedyanın DoğuĢu‟na dönüĢünün de ortaya koyduğu gibi, sanattan belirli sınırlar içinde yararlanmak değildi: “Sanat ile gerçek arasındaki iliĢki, üzerine kafa yorduğum ilk konular içinde yer alır. Bu ikisinin birbirine düĢman oluĢu Ģimdi bile beni inanılmaz bir korkuya boğuyor. Ġlk kitabım bu olguya aldanmıĢtı. Tragedyanın DoğuĢu sanata inanır ve bu inanıĢın geri planında, insanın gerçekle birlikte yaĢamayacağı olgusu vardır” (La Volontê de puissance, II, III, §557). Bu sözün yalnızca sonucu bile sorunun bütünüyle tersine çevrildiğini ortaya koyuyor: Sanat ile gerçeğin birbirine düĢmanlığı izleği Platon‟un Devlet‟inden bu yana beylik bir düĢünce haline gelmiĢ olmakla birlikte, sanat ilk kez gerçeğe karĢı savaĢmak için kullanılıyor, onun kılık değiĢtirme gücü hem kabul ediliyor, hem yüceltiliyor, sanatçı bir yalancı olarak düĢünür için örnek oluĢturuyordu. Sanat, bilginin dünyanın çeĢitlilik ve çeliĢiklik özdeĢliğinin olumsuzlanması, yaĢama karĢı çıkan bir basitleĢtirme olması ölçüsünde bilginin karĢıtıdır. BaĢka bir yaĢam, daha iyi bir dünya isteyen, kendi değerlerini ortaya koymak ve Tragedyanın DoğuĢu‟ndaki Sokrates gibi,

Page 109: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

109

kendi zayıflığını zafere ulaĢtırmak için yaĢama karĢı çıkan kiĢi, gerçeği de ister. Bilgi, tepkisel yaĢamın hizmetindedir. Dünyanın acımasızlığına neĢe içinde meydan okumak için daha büyük bir güç gerekir; trajik olan iĢte budur: “SavaĢım, acı, olayların yıkımı bize Ģimdi gerekli gibi görünüyor [...] DehĢet ve acıma duygularına karĢılık, yaĢamanın mutluluğuna varıyoruz; bireyler olarak değil, hepimizi yaĢamı doğuran Ģehvet içinde sarıp sarmalayan, biricik olan canlı töze katılan kiĢiler olarak” (Tragedyanın DoğuĢu, § 17). Sanatın ortaya koyduğu iĢte bu sevinç ve yaĢamın zararına peĢinden koĢulan bir gerçeğin üzerine yükseliĢtir. (1)

.

ĠLHAMA ĠNANMA Sanatçılar bizim ani kavrayıĢ parıldamalarına, ilham (inspirationen) olarak adlandırdığımız Ģeye inanmamıza ilgi duyarlar; sanki bir sanat eserinin, bir Ģiirin ve bir felsefenin temel düĢüncesi hakkındaki fikir gökten zembille inermiĢ gibi. Aslında, iyi sanatçının ya da düĢünürün hayal gücü (phantasie) sürekli olarak iyi, vasat ve kötü Ģeyler üretir, ama onun bir hayli keskinleĢmiĢ ve pratikleĢmiĢ olan yargı gücü (urtheilskraft) reddeder, seçer ve bir araya toplar; böylece Beethoven‟ın not defterlerine baktığımızda, onun en iyi melodileri aĢamalı olarak bir araya topladığını ve onları, o halleriyle, birbirinden farklı baĢlangıçlardan seçtiğini görüyoruz. ġeyleri daha az katı biçimde sınıflandıran ve taklitçi anımsamadan feragat etmek isteyen biri belirli koĢullar altında büyük bir doğaçlamacı olabilir; ancak ciddi ve özenli biçimde seçilmiĢ sanatsal düĢüncelerin yanında sanatsal doğaçlama zayıf kalır. Tüm büyük sanatçılar, yalnızca yaratmada değil, aynı zamanda reddetmede, elemede, yeniden biçimlendirmede ve düzenlemede de yorulmak bilmeyen büyük iĢçilerdi (arbeiter). (8)

Page 110: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

110

TOLSTOY

Üç ayrı sergi izledim: Sembolist, empresyonist ve yeni empresyonist. Üç ayrı akımı dikkatle izlerken bir yandan da kafamda evirip çevirdim, ilk sergi Camille Pissarro‟ya aittir. Bütün resmilerde, saçma sapan fırça hareketleriyle oluĢturulmuĢ, ahlâksızca, baĢtan çıkarıcı ve komik renkli figürler vardı. Hiçbir gerçek anlam ifade etmeyen resimlerde saçmalıktan ve sapıkça duygulardan baĢka bir Ģey algılanamıyordu. Resimlerde, açık mavi ve yeĢil renkler ağırlıkta, diğerleri ise oldukça azdı. Bir kadın figürü olduğu anlaĢılan resimlerde eller, bacaklar, göğüs ve gövde tuhaf bir renklendirmeyle birbirine karıĢmıĢtı. Aynı srgide, Paris de Cleuvannes Maret, Renoir, Sisley‟in resimleri de sergileniyordu. Bunların hepsi empresyonist sanatçılardı. Bir tanesinin bile bilinçli bir eser çıkardığını hatırlamıyorum. Leonardo da Vinci‟nin çalıĢmaları nerede, bunlar nerede? Renoir diye birisi... Yüzler maviyle renklendirilmiĢ. Yüz hatlarına değiĢik bir ifade vermek için tual kızıla boyanmıĢ, hayır adeta batırılmıĢ. Bu tablo, insanın sinirlerini ayaklandırmaktan baĢka bir Ģey yapmıyordu. (4)

Page 111: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

111

BENEDETTO CROCE

20. yüzyılın ilk yarısında Ġtalyan Felsefesinde etkin olan Ġdealizmin kurucusu olan Croce aynı zamanda devlet adamı olarak da tanınmıĢ bir kiĢilik olmuĢtur. Croce‟nin estetik alanına en büyük etkisi, Baumgarten, Kant ve Hegel‟den kaynaklanan geleneksel estetik anlayıĢının araĢtırma alanı güzellik ya da sanat iken Croce estetiğinde ise sezgi‟dir. Sezgi, “kavramsal bilgiden önce gelen, onun temelini oluĢturan, bize bireysel olanı veren en yalın bilme biçimidir” (Tunalı,2008a,17). Bu anlamda algılar ile gerçeği, real olanı; sezgiler ile hem gerçeklikleri hem de gerçek olmayanları biliriz. Algı gerçeğe zorunlu olarak bağlıdır, kavram ise zihinsel bir etkinliktir, duyum ve tasavvur ise eylemsizliğe ve maddeye dayanır. Buna karĢın bir Ģeyin sezgi olabilmesi için ifade olarak objektivleĢmesi gerekmektedir ve bu anlamda sezgi bir ifadedir ve çok geniĢ bir alanı kaplar. Sezgi ve ifade alanını incelemesi gereken bir tümel bilim ise Croce‟ye göre „estetik‟tir (Tunalı, 2008a, 18). Tüm bunlarla birlikte belirtilmelidir ki Croce‟de sanat felsefesi bir dil felsefesidir. Croce‟ye göre yaratma sürecinde sezgi, ifadeye yani dile dönüĢen bir sezgidir ve ifadeler bir dilde kendisini söz, renk, çizgi, ses ve görüntü olarak gösterebilir. Dil bu anlamda sanatçının dilidir ve estetik de bunu konu almaktadır. Sanatçının sezgisi burada en önemli noktadır çünkü her türlü teknik ve ustalığa karĢın sezgi olmadan sanatçı olunamaz. Bu bakımdan Croce‟ye göre sezgi ve ifade aynı Ģeydir. Bundan dolayı sanat bilimi ve dilbilimi yani estetik ve dilbilim aynı Ģeydir ve genel dilbilimi ile

Page 112: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

112

uğraĢan kiĢi aslında estetik sorunlar ile uğraĢmaktadır. Böylelikle de „içerik mi, biçim mi‟ sorusu Croce tarafından sanat her ikisidir Ģeklinde yorumlanır. Croce‟de sanat mimesis kuramcılarındaki gibi ne ahlak, ideoloji açısından ne de fiziksel bir hazzı belirtmek için ele alınır, sadece estetik anlamda baĢarılı bir ifade olarak ele alınmaktadır. Bu bakımdan Croce anlatımcı kuramın çağdaĢ bir felsefecisi olarak nitelendirilmektedir. Buradan da anlatımcılık kuramının temel kavramı „duygu‟ ya varılmaktadır. Duygu “algının kavramsallaĢması ya da yaĢantıya girmesidir” (Turgut, 1990, 62). Böylelikle de duygu dilde imgeleĢir yani sanat eserinde kendine özgü bir dilde kendini anlatır. Bununla birlikte Croce‟ye göre sanatçı duygu uyandırmak için duygularını anlatmaz ki duygulandırmak ya da eğlendirmek sanatın iĢi değildir. Sanat eserleri her Ģeyden önce izleyici de ayrı bir yalantı kazandırmak amacındadır. Sonuç olarak Croce‟nin bu görüĢleri sanatın özerkliği ile ilgili olmak adına sanat felsefesinde ayrı bir yere sahiptir. Çünkü Croce‟nin dile getirdiği sezgi ile yaratma ve onu ifade ile birleĢtirmesi sanatın özerkliğine vurgu yapmaktadır. Burada sezgi ile tutarlık ve birlik veren de duygudur. Bu anlamda kısacası Croce için sanatın temel öğesi sezgi olmaktadır (Turgut,1990,61-64). Estetiğin temel sorunu olan güzellik sorununa gelindiğinde ise, Benedetto Croce bu sorun karĢısında farklı bir tavır alarak doğa güzelliğini ve sanat güzelliğini „fizik güzel‟ adı altında ele alır. Bununla birlikte güzel ise fizik güzel ve özgür ve özgür olmayan güzellik olarak ikiye ayrılmaktadır. Fizik güzel‟in içerisinde yer alan doğal güzel‟e cansız doğanın güzelliği (kristallerin, kayaçların v.b. güzelliği) ve canlı doğanın (insanların, hayvanların v.b. )güzelliği girmektedir. Croce‟ye göre doğadaki güzel estetik dıĢı bir Ģeydir. Çünkü güzelliğin kaynağı tinsel bir dünyadır ama doğa ise tine karĢıt bir varlıktır. Böyle olunca da neden doğaya güzel dediğimiz sorusu karĢımıza çıkmaktadır. Croce‟ye göre bunun nedeni doğayı bir estetik obje olarak görmemizdir. Yani doğaya bakan süje‟nin ruhunda, tininde kaynağını bulan bu hoĢlanma neticesinde doğa artık, doğa verisi olmaktan uzaklaĢarak tinselleĢmiĢ bir doğa olmaktadır. Bu durum doğanın sanatta bir model olarak ele alınmasından farklıdır. Mimesis teorisi olarak anlaĢılabilecek bu yaklaĢımın karĢısında yer alan Croce‟ye göre sanatçı doğayı taklit etmez, doğa sadece pedagojik denebilen bir araçtır. Doğal güzel bu açıdan hiçbir zaman model olmayıp sadece ilham kaynağıdır. Kısacası doğa kendi baĢına ne güzeldir ne de çirkin. Fizik güzel içerisinde yer alan yapma güzel ise sanat yapıtlarının güzelliğidir. Sanat yapıtları ve güzelliği de Croce‟ye göre belli baĢına bir amaca sahip olmayıp bir amaç için yardımcı aracılardır. Bunun açıklaması da estetik yaratma süreci içersinde yer almaktadır. Dört aĢamadan oluĢan bu sürecin ilk aĢaması olan

Page 113: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

113

„izlenimler‟ de sanatçı dıĢ dünyadan sürekli izlenimler alır ve ikinci aĢama olan „ifade ya da tinsel estetik sentez‟ de bu izlenimleri bir araya getirerek bir sentez gerçekleĢtirir. Ġzlenimlerin bu Ģekilde tinsel öze dönüĢmesi bir ifadedir. Tinde meydana gelen bu ifadeye sanatçının ruhunda meydana gelen haz duygusunun eĢlik etmesi ile üçüncü basamak: „hedonist eĢlik‟ basamağı gerçekleĢmiĢ olur. Son basamak olan; „estetik olgunun fizik fenomenlere aktarılması‟ ile de estetik yaratma süreci tamamlanmaktadır. Son aĢamada sanatçı yarattığı tinsel sentezi süreklileĢtirmek amacıyla ses, ton, boya, mermer v.b. gibi varlıklarda dıĢlaĢtırma yoluna gider. Bu dıĢlaĢtırmanın sonucunda da sanat yapıtları meydana gelmektedir. Bu anlamda sanat yapıtlarının güzelliği asıl güzele yani sanatçının tininde meydana gelen güzele götüren yardımcı araçlardır. Bununla birlikte doğa güzel ve yapma güzel fizik güzel içerisinde yer alsa da Croce‟ye göre insanlar tarafından yaratılan yapma güzel daha yaygın ve etkili bir yardımcı araç olarak daha üstündür. Bu açıdan sanat güzelliği doğa güzelliğinden üstündür. Fizik güzelden sonraki diğer seçenek ise özgür ve özgür olmayan güzelliktir. Kant‟tan beri özgür olan ve özgür olmayan sanatlar olarak ayrım yapılmakta ve buna göre özgür sanatlar; güzel sanatlar olarak nitelendirilirken, el becerinse dayalı dülgerlik, kuyumculuk gibi sanatlar olarak ise; özgür olamayan sanatlar olarak nitelendirilmektedir. Croce de güzellik sorununu ele alırken özgür ve özgür olmayan güzellik diye ayrım yapma gereği duymuĢtur. Buna göre özgür güzellik salt estetik bir ereğe hizmet ederken, özgür olmayan güzellik ise hem estetik hem de estetik dıĢı bir ereğe hizmet eder. Bundan dolayı özgür olmayan güzellik içine uygulamalı sanatlar girmektedir. Croce‟ye göre mimarlık bunun için en iyi örnektir. Ayrıca endüstriyel sanatlar da bunlara dâhil edilmektedir (Tunalı,2008a,182-190). Bununla birlikte Croce‟nin felsefesinde insanlar iki büyük etkinlik gerçekleĢtirirler; bunlar bilgi edinmek ve eylemde bulunmaktır. Bilgi ya sezgisel ya da kavramsaldır, eylem ise ekonomik ya da ahlaksaldır. Ve tüm bunlar birbirleriyle yakından iliĢkilidir. Sezgi ile bilinç doğmaya baĢlar ve böylelikle dünyayı yargılamaya, çözümlemeye, incelemeye baĢlarız. Zihnimizin fark ettiği nesneleri ve olayları yapılandırmaya yardımcı olurken, bu yapılandırıcı sürecin kendisi ise „sezgi‟ olmaktadır. Bu yapılandırma geliĢigüzel bir süreç değildir ve bu bakımdan her seziĢ bir ifade‟dir ve her seziĢ hem ait olduğu insanın kiĢiliğini, geçmiĢini, duygularını hem de bütün insanların paylaĢtığı evrensel düĢünce ve duyguları ifade eder. Croce‟ye göre seziĢler sanatsaldır hatta sanat bütünüyle seziĢtir. Gündelik yaĢamdaki seziĢler sanat eserlerinden daha az

Page 114: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

114

sanatsal değildir ama sanat yapıtlarındaki seziĢler daha karmaĢık, daha zengin ve daha açıklayıcıdır. Croce aynı zamanda sadece galerilerde, konser salonlarında v.b. mekânlarda yer alan nesne ve olayların sanat yapıtı olarak adlandırılmasına karĢı çıkmaktadır. Bunlar kendi baĢlarına sanat yapıtı değillerdir sadece dıĢlaĢtırılmıĢlardır ve dıĢlaĢtırılmamıĢ, bilinmeyen bir sanat yapıtı da bunlar kadar sanat yapıtı sayılmalıdır. Çünkü önemli olan sezgidir ve dıĢlaĢtırma araçlarının varlığını bunu etkilemez. Tüm bu görüĢler baĢta sanat tarihi ve sanat eleĢtirisi olmak üzere sanat alanında derin etkiler yaratmıĢtır. Çünkü Croce‟ye göre her bir sanat yapıtının kendine göre bir bireysel yapısı vardır ve bu nedenle de sanatsal tarzların incelenmesine gerek yoktur. Çünkü sanatsal üslupların incelenmesi sanatın değil sanat dıĢı bir Ģeyin incelenmesi anlamına gelmektedir ve bu yüzden „dönemler‟, „okullar‟, „akımlar‟ gibi yaklaĢımlar sanat tarihi ve eleĢtiri için yanlıĢ yönelimlerdir. Sanat yapıtlarının dıĢlaĢtırılmasını sağlayan teknikler ise sanatsal teknikler değildir. Ayrıca sanat yapıtlarının hiç biri tarihi, simgesel ya da felsefi göndermesi yoktur ve bu anlamda kavramsal bir içerik söz konusu değildir. Croce‟nin bu Ģekilde zanaatkârlığın sanatsal olduğu düĢüncesini reddediĢi ve sanatın maddesel olmayıĢında ısrar etmesi birçok eleĢtiriye yol açmakla birlikte çoğu kez görüĢleri de göz ardı edilmiĢtir (Murray,2009,101-104). Croce‟nin önerdiği estetik anlayıĢı da fazla ilgi görmemiĢ ve geleneksel estetik anlayıĢında ısrar edilmiĢtir. Bu anlayıĢ da doğa, toplum ve teknolojik gerçeklikle bağı olmayan yapısı ile çağdaĢ sanatın müze ve galerilerden uzaklaĢarak daha çok toplumsallaĢmaya, teknolojik gerçekliğe inmeye çalıĢan değerlerini analiz edememektedir (Tunalı,2008a,18).

Page 115: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

115

HEIDEGGER

ÇAĞDAġ METAFĠZĠK‟TE „GÜZEL‟ SORUNU ÇağdaĢ felsefe ve çağdaĢ estetik için de „güzel‟ canlı bir metafizik sorun niteliği taĢır. Bu metafizik nitelik belki de en açık bir biçimde existentializm‟de (varoluĢçuluk) ve özellikle de Martin Heidegger‟de gün ıĢığına çıkar. ġimdi, „güzel‟ sorununu biz de Heidegger‟de ele alarak çağdaĢ felsefede güzel sorununu incelemeye geçmek isitiyoruz. O halde, ilkin Heidegger için güzel nedir? Heidegger‟ e göre “güzellik, varlığın aydınlanmasıdır, doğruluktur (hakikat).” doğruluk da artık burada mantıksal anlamında değil (veritas), metafizik anlamında (aletheia) anlaĢılmalıdır. Heidegger‟e göre, Batı felsefesinde bozulma ve yozlaĢma, eski greklerin doğruluk (hakikat) kavramının Latinceye mantıksal anlamındaki doğruluk (veritas) sözcüğü ile çevrilmesi ile baĢlar. Böylece de, metafizik anlamındaki doğruluk mantıksal bir doğruluk haline gelince, felsefe, derinliliğini, kaynağını yitirmiĢ olur. Bunun için doğruluk, Heidegger, “var olanın gizlilikten kurtulmasıdır. Doğruluk, varlığın doğruluğudur. Güzellik, bu doğruluğun yanında ortaya çıkmaz. Eğer doğruluk bir yapıt içine girerse görünür. Görünen Ģey, doğruluğun yapıt içindeki bu varlığı olarak güzellik‟tir.” (Holzwege). Tıpkı Hegel‟de, Vischer‟de olduğu gibi, Heidegger‟de de güzellik ile doğruluk aynı Ģeydir, onun deyimi ile, “güzellik, doğruluğa katılır.” Böylece güzel, doğruluğun ortaya çıkmasından pay alır. Güzel, göreli olarak hoĢlanmadan ve bu hoĢlanmanın obje‟sinden sayılamaz. Güzel, biçime dayanır, Ģundan ötürü biçime dayanır, çünkü biçim, bir zaman var olanın varlıklığı olarak varlıktan ıĢıklanmıĢtı. (Holzwege). Bu ifadeleri, Heidegger bir iki özel

Page 116: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

116

kavramla daha somutlaĢtırmak ister. AydınlanmamıĢ varlık, ona göre topraktır, aydınlanmıĢ, biçim kazanmıĢ, doğruluk ve güzellik elde etmiĢ varlık dünyadır. Bu iki yeni kavramla aynı süreci dile getirirsek: Varlığın aydınlaması, „toprak‟ın „dünya‟ haline dönüĢmesini ifade eder. Bu dönüĢüm, toprağın dünya haline gelmesi, aydınlanması ise doğruluğu dile getirmesi demektir. Gizli olan varlık, bu yolla aydınlanır. Böyle aydınlanan Ģey, sanat yapıtında görünüĢe çıkar. Sanat yapıtında aydınlanan, kendini gösteren Ģey de güzel‟dir. “Güzellik, doğruluğun bir süreç biçimidir.” (Holzwege). (2) Görüldüğü gibi, Heidegger‟de güzellik, tıpkı Platon‟da olduğu gibi, varlığın özüne ait bir nitelik, varlığın özünün dıĢlaĢması (doğruluk-aletheia) olarak anlaĢılıyor. (2)

Dünya'da insan varlığının iliĢkide bulunduğu Ģeylere anlam ve önem kazandırılması söz konusudur. Tıpkı sanatçının dünyası, ressamın dünyası ya da filozofun dünyası gibi deyiĢlerle parmak basıldığı üzere, dünya anlam ve önem kazandırma yoluyla her anlamda yaratılan bir Ģeydir. Heidegger için insan çoğunluk

birbiriyle örtüĢen bu türden pek çok dünya içerisinde aynı anda yaĢamaktadır. Ama bu dünyaların özünü oluĢturan, Heidegger'in kendi deyiĢiyle "bütün bu dünyaların dünyaliklarını" belirleyen, insan ilgileri bağlamında Ģeyler üzerine kunılan olanakli anlamlandırmalardır. Heidegger bu düĢüncelerini Sanat Yapıtının Kökeni‟nde (Der Ursprung des Kunstwerkes, 1960) Van Gogh 'un 1885 tarihli "Köylü Ayakkabıları" adli eserine iliĢkin yaptığı açımlamalarla ayrıntılı bir biçimde dile getirmiĢtir. Buna göre köylü ayakkabılarında o ayakkabıları giyen köylünün bütün bir dünyası açıklıkla gözler önüne serilmektedir. Heidegger'e göre, burada kendisini gösteren dünya, doğrudan Varlığın kendisini göstermesi olarak anlaĢılmalıdır. Buna karĢı Heidegger, insan varliklarına en yakın olan dünyayı "gündelik yaĢam dünyası" diye adlandırmaktadır. Bu dünyanın en

Page 117: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

117

belirgin özetliği, insanın yaĢamsal gereklerini yerine getirmek amacıyla oluĢturulmuĢ bir dünya olmasıdır. Sözgelimi barınmak için bir ev yapma amacı böyle bir yaĢamsal gereğin sonucudur. Bu anlamda gündelik yaĢam dünyasının anlamlandırımı, birtakım araç-gereçlerin belli amaçlar doğrultusunda doğrudan ya da dolaylı olarak kullanılmasıyla kendisini gösteren yararlardan doğmaktadır. (9)

Vincent Van Gogh‟un ayni temalı 3 yapıtı (1886-87-88)

Page 118: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

118

WALTER BENJAMĠN

MEKANĠK ÇOĞALTIM AġAMASINDA SANAT YAPITI

Sanat ile teknik arasındaki iliĢkileri nasıl tanımlamak gerekir? Sanat, yapıtın gerçekleĢmesini sağlayan teknik olanakların üzerinde mi yer alır? Ya da tersine, tekniğin belirli bir dönemdeki durumunun ifadesi midir yalnızca? Sanatın özerk olduğu savına karĢılık, Walter Benjamin bu sonuncu seçeneğin altını çiziyor. Sanat yapıtı, içinde doğduğu koĢullardan bağımsız değildir, dolayısıyla sanat yapıtını tarihsel bir çözümlemenin dıĢında anlamaya olanak yoktur. Sanat yapıtının dönemlerine göre değiĢen iĢlevini, birbirine sıkı sıkıya bağlı iki öğe belirlerler: bir yandan toplumsal dönüĢümler, öte yandan mekanik bulgulamalar. Walter Benjamin burada ikinci öğenin üzerinde durmakla birlikte, halkın sinemaya duyduğu hayranlığı ele alıp bunu insanın mekanikleĢmeye karĢı kazandığı bir zafer olarak yorumlamakla, ilkini de gözden kaçırmıyor. Denemenin ilk bölümü sanat yapıtların, sanatın iĢlevini kökten biçimde dönüĢüme uğratan çoğaltma tekniklerinin bulgulanmasından önceki biçimiyle inceliyor. Bir sanat yapıtını bu altüst oluĢtan önce niteleyen, Walter Benjamin‟in onun “ayla”sı (aura/hale) olarak adlandırdığı Ģeydir. Sanat yapıtı biriciktir, yok olmaya yargılı ya da yok olmuĢ yerlerin ve zamanların belleğidir. Aylayı oluĢturan, sanat yapıtının aynı zamanda kalıcı ve kırılgan oluĢudur, çünkü sanat yapıtı ancak “burada ve Ģimdi” vardır ve

Page 119: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

119

yok olup gitmesi için, çok önemsiz bir neden yeterlidir. Onu izleyen kiĢide saygı, hatta ululama duygusu uyandırır. Aylası olan bir sanat yapıtı, yaĢamayı sürdüreceği zamanın üzerinde yer alıyor izlenimi bırakır; özerk olduğu düĢüncesi iĢte bu izlenimden kaynaklanır. Ne var ki, sanat yapıtının “çoğaltılabilirliği”, izleyicinin onunla kurduğu bağın doğasını dönüĢüme uğrattığı gibi, yapıtın doğasını da dönüĢüme uğratarak bu kavrayıĢın tarihsel niteliğini ortaya koyar. Buna göre; mekanik olarak yeniden üretilen bir nesne olduğu için fotoğraf özgünlükten yoksundur. Eski sanat eserlerinin aurası onların biricikliğinden ve dinsel kültlerdeki özel güçlerinden kaynaklanırken, fotoğraf ile „orijinal‟ geçersiz kılınmıĢtır Freeland,2008,s.168).Bununla birlikte mekanik çoğaltımın görevi ise orijinale ulaĢmanın mümkün olmadığı yerlerde, orijinalin kopyasını koymak olduğu Ģeklinde yorumlanmaktadır (Sontag,2008,s.159). Belirtildiği üzere sanatta yaĢanan değiĢimleri „aura‟nın (hale) kaybına bağlayan Benjamin, bu kaybı da röprodüksiyon tekniklerindeki değiĢimlerle açıklamıĢtır. Bunu da ilkin eser ile izleyici arasındaki iliĢkiyi ele alarak yapan Benjamin (Bürger burada aura‟nın varlığını eser ile izleyici arasındaki „yaklaĢılmazlık‟ olarak ifade etmektedir) izleyicinin algılama Ģeklinin değiĢtiğini bunun da nedeninin röprodüksiyon tekniklerindeki değiĢimlerden kaynakladığını ileri sürmüĢtür. Nitekim sinema, fotoğraf gibi röprodüksiyon üzerine kurulu sanat anlayıĢlarındaki izleyicinin eserle olan iliĢkisi kitlelere özgü alımlama Ģekline dönüĢmüĢtür. Bir anlamda ritüle dönüĢmüĢ olan önceki sanat anlayıĢına (Benjamin hem sanatın kilise ayinlerinin parçası olarak görüldüğü dinsel sanat dönemini hem de burjuva toplumuyla birlikte geliĢen ve kendine özgü bir estetik geliĢtiren özerk sanat dönemini de bu sanat anlayıĢı içersinde görmektedir) karĢın artık sanat kutsal halesinden (aura) sıyrılmıĢtır. Ayrıca, Benjamin‟e göre daha sinemanın keĢfinden önce Avangard sanatçılar özellikle de Dadaistler resim sanatının araçlarıyla sinemanınkine benzer efektler yaratarak eserlerin bir tefekkür konusu olmasını önlemek ve yaratımlarının aura‟sını yok etmek istemiĢlerdir. Burada teknolojik değiĢimden kaynaklanan bir yaklaĢım değil sanatçının bilinçli davranıĢından kaynaklanan farklı bir aura kaybı söz konusudur. Genel anlamda ise teknolojik geliĢmeler (üretici güçlerin geliĢimi, değiĢimi) sanatın doğasını değiĢtirmiĢtir. Bu anlamda Marx‟ın teoremini esas alan Benjamin‟in görüĢleri teknik olarak çoğaltılabilirliğin, baĢka bir algılama tarzı yarattığı, dolayısıyla eser-izleyici iliĢkisini yeniden biçimlendirdiği ve bundan dolayı da sanatın doğasını değiĢtirdiği Ģeklinde

Page 120: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

120

özetlenebilir. Bununla birlikte Bürger‟e göre; belirtilmelidir ki fotoğrafın keĢfi gerçekliğin mekanik olarak yansıtılmasını sağlarken, sanatın mimetik iĢlevine sekte vururken, bu durumun edebiyat için geçerli olmaması da bunun sınırlılığını ortaya koymaktadır(Bürger,2003,s.71-79). Bununla birlikte Benjamin‟e göre yeni teknik araçlar özgürleĢtirici olanaklar sağlamaktadır ve bu anlamda demokratik yeni açılımlar yaratması bakımdan olumlu olarak karĢılanmalıdır. Çünkü ona göre seri üretim yeni eleĢtirel algı kiplikleri geliĢtirerek insanın özgürleĢmesine katkıda bulunacaktır. Örneğin sinema, ağır çekim, yakın plan gibi teknikler sayesinde duyum algısını artırma olanağı vereceğine inanan Benjamin, diğer çağdaĢı diğer kuramcıların sinemayı ticarete dökülmüĢ kaba bir kaba kitle sanatı olarak görmesinin aksine, sinemayı avangard sanatın amaçları ve etkilerli ile karĢılaĢtırarak olumlamıĢtır. Sinemadaki montaj (kesme ve yapıĢtırma) gibi tekniklerin kullanılmasını izleyicinin normal algı dizgesi ve ritmini bozmak yerine gerçeküstücü yönetmenlerin (Dali, Bunuel v.b.) araĢtırdığı yollardan insanın algısı açacağını düĢünmüĢtü. Ayrıca sinemanın „uzaklık‟ etkisini öven Benjamin‟e göre izleyiciler daha önceden bildikleri oyuncuları beyaz perdede görerek filmin sahte gerçekliğine kendilerini kaptırmıyorlardı. Popüler bir Chaplin filmlerinin sıradan izleyiciyi bile incelikli eleĢtirel farkındalığa ulaĢtırabileceğini buna karĢın avangard sanatın anlaĢılmazlığı ile izleyiciyi uzaklaĢtırdığını ve bu anlamda herkesin anlayabilmesi ve ulaĢabilmesi açısından filmlerin daha demokratik olduğunu ileri sürmüĢtür (Freeland,2008,s.167-169). Bu anlamda sinema, bu kökten dönüĢüme –Walter Benjamin‟in iki dönem arasında bir geçiĢ sanatı olarak kabul ettiği fotoğraftan sonra- bütünüyle tanıklık eden sanatların ilkidir. Gerçekten de Benjamin, “çoğaltılabilirliğin” yapıtın temel özelliği haline gelmesinden sonra, yapıtın özgünlük ve doğallık özelliğinin bütünüyle ortadan kaldırılabilir hale geldiğini ortaya koyuyor: filmin tüm görüntülerine “isteğe bağlı olarak” rötuĢ yapılabilir. Dolayısıyla, çoğaltılabilirlik, insanla sanat yapıtı arasındaki iliĢkiyi, hayranlıkla izleme yerine tüketimi ve eğlenceyi koyduğu ölçüde yeni bir temele oturtmuĢtur.

Page 121: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

121

JEAN PAUL SARTRE

Fransız felsefeci, yazar ve eleĢtirmen Sartre, „VaroluĢculuk‟ felsefesi ile tanınmaktadır. Kökeni Sokrates, Descartes‟e kadar uzanan varoluĢculuk, bu felsefe içerisinde yer aldığı sayılan Kierkegard, Heiddeger, Marcel, Jospers, Sartre gibi düĢünürler tarafından ortak noktaları da içinde barındırmakla beraber farklı yaklaĢımlarla ifade edilmiĢtir. Önce özün sonra varoluĢun geldiğine inanan geleneksel felsefeden farklı olarak varoluĢçulukta önce varlık olarak insan vardır ve insan özünü sonradan yaratır. Bunun için insan dünyada acı, yalnızlık çeker ve yabancılaĢarak kendi kendini tamamlayıp özünü belirler. Nesneler için ise bunun tam tersi söz konusu olur. Tekniğin, endüstrinin ilerlediği, kapitalizmin yayıldığı ve sınıflar arası ayrımın arttığı, I. ve II. Dünya savaĢlarının insanlarda derin izler bıraktığı tedirginlik döneminde varoluĢçuluk da sanatla birlikte geliĢip yayılmıĢtır. Bu dönemin içinde bulunduğu buhrandan etkilenen varoluĢçular, umutsuzluğu, kötümserliği dile getirdikleri gibi insanın özünü yaratmasının bilincinde olması gerektiğini, baskılardan kurtulmak gerektiğini, özgürlükçü felsefe ve sanat anlayıĢı ile dile getirirler. Sartre özellikle „Varlık ve Hiçlik‟ adlı eserinde buna değinerek, özgür insanın ancak kendini belirleyip kiĢilik kazanabileceğini ama özgür insanın aynı zamanda sorumlu bir varlık olduğunun altını çizer. Bu konuyu irdelediği „Bulantı‟ adlı ilk romanından sonra „Sinekler‟, „Kirli Eller‟ gibi oyunlar yazan, senaryo ve sayısız denemeleri olan Sartre bu eserleri ile çok eleĢtiri toplasa da

Page 122: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

122

düĢünceleri çok geniĢ bir zemine yayılmıĢtır. Eserlerinin türü ne olursa olsun her Ģeyden önce felsefe gelmektedir ve bu nedenle sade ve yalın gerçeklikle ilgili olan felsefe gibi yazarın dili de sade ve yalındır. Kendisi de dili edebiyat dili ve Ģiir dili olarak ikiye ayırır ve sade ve konuĢma dili olarak gördüğü düz yazı dilini, edebiyat dilini tercih eder. ġiir dilini ise metaforlarla süslü olması ve anlamlardan çok sözcüklerin önem kazanması nedeniyle, resim, müzik gibi sanatlarla eĢ tutar. Ona göre renk resim için, nota müzik için neyse sözcük de Ģiir için odur. Bu görüĢleri nedeniyle de eleĢtirilen Sartre‟a göre önemli olan sanat eseri ile bireyi düĢündürmektir. „Sanat sanat içindir‟ iddiasına karĢı çıkan yazara göre salt sanat boĢ sanattır ve burada önemli olan sanatçının ahlaksal bir sorumluluğu olmasıdır. (Turgut,1990,89-91). Bunu en iyi ressam Lapoujade için söylediği sözlerden anlarız:

“…tekrar gündeme getirilen bir kliĢe daha var: “Sanat sanat içindir”. Ama bu bir saçmalık! Hiç kimse sanat yaratmak için ya da sanat olsun diye boyamaz tuvalini. Sanatçı, sadece yapar. Lapoujade tuvalinin her santimetrekaresini güzelliklerle doldurma beklentisiyle boyamaz. Yaptığı Ģey, sanatın özünden kaynaklanan konularını, amaçlarını, kafasını meĢgul eden düĢüncelerini ve kendi motiflerini tuvaline yerleĢtirmekten ibaret. Sanat dünyası kendini zorlayan figürü çözümleyip bir kenara koyduktan sonra, varlığını hangi iddia ile sürdürecek acaba? Aslında, gördüğümüz her sanatın kökeni aynı. Diğer hepsi gibi, HiroĢima da önce sanat ile iĢgal edildi. ġu belki biraz sarsıcı gelebilir: Politikacıların, sanatçılardan büyük küçük bazı hizmetleri yaĢama geçirme beklentileri oldukça eskilere dayanır. Garip amaçların hizmetine her verildiğinde, resmin öldüğüne yığınla kanıt vardır. DeğiĢik Ģeyler kullanarak insanları Ģeytana karĢı uyarma arzusunda olan ressamlar, aslında Ģimdiye kadar hiç de istemedikleri iki seçenekle karĢı karĢıyaydılar: Ya ahlaki değerlere önemli bir katkıda bulunmadan resme; ya da Güzellik uğruna, insanoğlunun acılarına ve kızgınlıklarına ihanet edeceklerdi. Hangi yolu seçerlerse seçsinler, sonuç ihanetti” (Sartre,1999,102-103).

Kısaca 1789 Fransız Devrimi‟nin getirdiği özgürlük ve insan hakları ilkelerinin sanata yansıması olan VaroluĢçuluk ile sanat eserlerindeki kiĢilerin; özgür, baĢkalarının özgürlük haklarına saygılı, kahraman

Page 123: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

123

olmayan, sade kiĢiler oldukları görülür. Bununla birlikte Sartre‟ın romanlarındaki kiĢilerde karamsarlık o kadar derin boyuttadır ki özgürlük de bir kurtuluĢ yolu değildir. Bu kiĢiler alıĢılmıĢın dıĢında, sürekli bir tiksinti ve bulantı içerisinde farklı davranıĢlar sergileyen kiĢilerdir ve özgürlük de aslında bu davranıĢlardadır. Buna karĢın bu eserler bunalım ve kötümserliği körüklemektedir ve bir bakıma zaten varoluĢçuluğun amacı da budur. Sartre da güzeli ve iyiyi ayıran bir estetik anlayıĢa sahiptir. Sartre için güzel olumsuzdur, kötüdür. Geleneksel „güzel‟ anlayıĢından farklı olarak güzel iyi değildir. Platon‟da ise iyi olmayan güzel değildir. Geleneksel mutlak ve ideal güzellik anlayıĢına karĢın Sartre da „güzel ya da güzellik‟ varlığın sapması yani varlıktan uzaklaĢıp hiçlik hakkında düĢünmedir. Ġmgesel olan, Ģiirsel olan güzeldir. Ġyinin varken, güzelin sosyal ya da ahlaksal değeri yoktur. Bu nedenle edebiyat iyidir. ġiir ise güzel. ġiir resim, müzik gibi gerçekten uzaklaĢmak, kaçmak ister, edebiyat ise gerçeğe ulaĢmak istemektedir (Turgut,1990,91-93). Çünkü Sartre‟a göre yazar, „hiç kimsenin kendini dünyada olup bitenden sorumsuz tutmaması için kalemi eline alan kiĢidir‟. BaĢka bir deyiĢle de; „baĢka bir özgürlüklere seslene bir özgürlüktür ve yöneliĢler önerir‟. Son çalıĢmalarına bakıldığında Sartre‟ın, yazarları bir insan olarak bütünlüğü içerinde kavramaya çalıĢtığı yeni bir antropoloji kurma çabasında olduğu görülmektedir. Aynı Ģekilde kendi öz yaĢamını ele aldığı çalıĢmasında da kendi çocukluğundan hareket eden yazar, kendini „varoluĢsal psikanaliz‟ini de yapmıĢtır (Rifat,2008,80).

Page 124: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

124

MERLEAU-PONTY

RESĠM GERÇEK OLANIN ĠMGELEMSEL DOKUSUNU GÖZE SUNAR

Marleau-Ponty, Göz ve Tin (1960) “Bedenim fiziksel nesne ile değil, sanat yapıtı ile kıyaslanabilir” (Algılamanın Görüngübilimi, “Has bedenin sentezi”), çünkü beden, sanat yapıtı olarak “ifadenin canlı bir düğüm noktasıdır” (s.177). bu metin, beden, yapıt ve ifade arasındaki bu bağıntıya ıĢık tutuyor. Duyarlı bir deneyimin oluĢumu, duyuların, heyecanların, ifadelerin birleĢimi, çağdaĢ bilimlerin aĢırı nesnelleĢtirme yüzünden artık açıklık getiremeyeceği bir süreç olarak kalmayı sürdürüyor: “Bilim, Ģeylere istediği biçimi verir, onları oldukları gibi benimsemeyi reddeder”(Göz ve Tin). Görüngübilim (fenomenoloji) buna karĢılık, duyarlı deneyimin oluĢum sürecinin içinde, mantıklı ifadelerin ve değer yargılarının öncesinde yer alarak bu bütünlüğün doğasını aydınlatmayı ümit edebilir. Oysa benim bedenimin, yani “sözlerimin ve eylemlerimin gerisinde sessizce duran nöbetçi”nin (agy. S.13) içinde benim haberim olmaksızın yaĢanan deneyimin aynısı tabloda da oluĢur. Tablo, algılama öğelerinin anlamlı biçimde yeniden düzenlenmesi değil, deney bütünlüğünün ifadesidir, bir iç görünüĢün ifadesidir: gözde görülür dünyanın “insan bedenine uygun benzeri” olarak “Ģeyler arasındaki kurucu bağlantıları yeniden düĢünme olanağı akla sunmaz, benimsemesi için bunları bakıĢa sunar, içimize özgü görünüĢün izlerini, bunları içsel olarak kaplayan Ģeyi, gerçek olanın imgelemsel dokusunu göze sunar”. “Ġnsan bedenine uygun benzeri”, bu deyiĢ ĢaĢırtıcı

Page 125: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

125

olabilir. Ġnsan bedenini oluĢturan, “duyumsayan ile duyumsamayan arasında” bir bölünmezliğin varolmasıdır. Onun aynı zamanda hem bütünlüğü, hem gizini oluĢturan, bu bölünmezlik bilincidir; bu aynı zamanda resmin de konusunu oluĢturur. Tablonun bize sunduğu Ģey –bunu, bir yorumlama ya da belirli bir varoluĢ biçimi olarak değil, her türlü varsayımdan önce, hatta özne ve nesne olarak her türlü ayrımdan önce bizim bir Ģeyler görme biçimimizin maddesellik kazanması olarak anlarsak- dünyayı belirli bir görme biçimi değildir. Bu yüzden, görülebilir olanın yaratılıĢı olarak anlaĢılan resim; görme biçiminde de söz konusu olduğu gibi, hiçbir mekânsal sınırlamaya indirgenemez.

Page 126: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

126

ARENDT

MODERN ĠNSANIN KOġULLARI Ġnsana özgü becerilere –varlığı olmaksızın insanların hiçbir zaman içlerinin rahat etmediği- bir kalıcılık kazandıran nesneler arasında, tam anlamıyla hiçbir yararı olmayan, üstelik biricik oldukları için değiĢ tokuĢ edilemeyen, bu yüzden de, örneğin para gibi, ortak bir payda aracılığıyla eĢitlenmeye baĢkaldıran nitelikte olanlar vardır; öyle ki bunlar satıĢa sunulacak olsa, fiyatları ancak keyfi olarak saptanabilir. Daha da ötesi, insanların sanat yapıtlarıyla iliĢkisi, kesinlikle “onlardan yaralanma” üzerine kurulmamıĢtır; tersine, sanat yapıtının dünyada kendine uygun yeri bulmak için, sıradan kullanım bağlamına giren nesnelerden özenle ayrılması gerekir. Hatta olabildiğince ilgisiz olduğu günlük gereksemelerden ve zorunluluklardan da ayrılması gerekir. Sanat yapıtının her zaman yararsız olduğu ya da vaktiyle sözümona dinsel gereksinmelere, sıradan gereksemelere hizmet eden sıradan nesneler gibi hizmet etmiĢ olması burada konumuzun dıĢında kalan bir sorundur. Hatta tarihsel kökeninin son derece dinsel ya da mitsel nitelikte olmasına karĢılık sanat, dinden, büyüden ve mitten ayrıldıktan sonra da varlığını görkemli biçimde sürdürmüĢtür.

Page 127: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

127

DANTO

SANAT DÜNYASININ TANINMASI Danto, “Sanatın Dünyası”,

Analitik Estetik Felsefe içinde.

Bütünüyle sıradan nesnelerin sanat nesnesi olarak kabul edilmesini nasıl açıklamalı? Arthur Danto‟nun ( çağdaĢ çözümlemeci filozof ) çözümlemesi, ĢaĢırtıcı bir olaya, Andy Warhol gibi sanatçıların günlük tüketim nesnelerinin her bakımdan benzeri olan nesneleri her yerde sergilemelerinin toplumun tüm kesimlerince tanınıp baĢarı kazanmasına açıklık getirme amacını güdüyor. Burada söz konusu olan, sanat yapıtını çözümlemeci felsefenin seçimlerine uygun olarak tanımlamak değil, terimi ve bu terimin içerdiği Ģeyleri incelemektir. Danto, bu amaçla, Brillo kutularının Warhol tarafından onlara tıpatıp benzer olarak üretilen benzerlerinin sanat yapıtı olarak nitelendirilebilmesinden yola çıkıyor. Bu yargı hangi temele oturuyor? Bu nitelendirmeyi belirten, bu kutulara, bunların dizi halinde üretilmiĢ olanları arasındaki görünüĢ farkı değil –her ikisi de birbirine özdeĢ biçimde yapılmıĢ olduğuna göre – , ilk kutunun elle yapılmıĢ olması. Bu durumda sorgulama nesneyi bir yana bırakıp, o nesnenin üreticisi olan özneye yöneliyor: o kiĢi bu kutuları neden ve hangi amaçla yapıyor? Danto der ki:

Bir Ģeyi sanat olarak görmek, gözün fark edemediği bir Ģeylere sahip olmayı gerektirir – sanatsal kuram atmosferi, sanat tarihi konusunda bilgi: sanat dünyası.

Page 128: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

128

Pop sanatçısı Bay Andy Warhol, Brillo kutularının tıpatıp benzerlerini, kutular birbirinin üzerine gelecek biçimde, bir antrepoda olduğu gibi çok düzenli kümeler halinde sergiliyor. Bu kutular tahtadan yapılmıĢ ve karton kutulara benzesin diye boyanmıĢ; neden olmasın? Times’da çıkan eleĢtiriyi açımlamak için söyleyelim: Bir insanın tıpatıp benzeri bronzdan yapılabiliyorsa, kartondan yapılmıĢ bir Brillo kutusunun tıpatıp benzeri, neden kontrplaktan yapılmasın? Bu kutuların maliyeti, günlük yaĢamda kullanılan kutuların maliyetinin 2 0 katına ulaĢıyor – bu, yapılıĢ sürelerinin uzunluğuna bağlanamayacak kadar büyük bir fark. Aslında, Brillo‟da çalıĢanlar biraz daha yüksek bir maliyetle kendi kutularını kontrplaktan yapabilirdi ve bunlar sanat yapıtı sayılmazdı; Warhol da kendininkileri kartondan yapabilirdi; buna karĢılık bunlar sanat yapıtı olma özelliğini yitirmezdi. Neyse, biz kutuların maliyet hesabını bir yana bırakıp kendimize, Brillo‟dakilerin neden sanat yapıtı üretemediklerini, öte yandan Warhol‟un da neden yalnızca sanat yapıtları ürettiğini sorabiliriz. Eh, onunkiler elde yapılmıĢtır elbette. Buysa Picasso‟nun, bir Ģeye tıpatıp öykünmekten kaygı duyan akademik sanatçının, gerçek nesneden her zaman kaçınması düĢüncesine karĢılık, sanatçının o nesnenin kendisini neden kullanamayacağını sorarcasına, yaptığı bir desenin üzerine bir Suze ĢiĢesinin etiketini yapıĢtırdığında uyguladığı stratejinin çılgınca tersine döndürülmüĢ biçimidir. Pop sanatçısı, mekanik üretimle elde edilmiĢ nesneleri, elde tıpatıp yeniden üretiyor; örneğin, kahve kutularının üzerine boya ile etiket yapıyor ( bu nesnelerin karĢısına geldiğinde sanat rehberinin sıkılarak söylediği alıĢılmıĢ övgüyü insan duyar gibi oluyor: “bunlar bütünüyle el iĢidir” ). Ne var ki, aradaki fark seçilmiĢ olan meslekten ileri gelmiyor: taĢların üzerine çakıl taĢları yontan ve adını Çakıl Yığını koyduğu, özenle yapılmıĢ bir yapıt meydana getiren bir yontucu, bu yapıtına istediği fiyatı açıklamak için, değer-iĢ kuramını ileri sürebilirdi; ne var ki, sorulması gereken soru Ģu: Bunları sanat yapan Ģey ne? Ve Warhol neden bunları yapma gereği duyuyor? O kutulardan birinin üzerine yalnızca imzasını çiziktirmek neden yeterli olmuyor? Ya da onlardan birini ezip, Ezilmiş Brillo Kutusu olarak (MekanikleĢmeye karĢı bir protesto…”) sergilemek ya da kartondan bir Brillo kutusunu

Page 129: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

129

Ezilmemiş Bir Brillo Kutusu (“Sanayi ürünü bir Ģeyin plastik özgünlüğünün cüretli biçimde olumlanması…”) olarak sergilemek? Bu adam, elini sürdüğü her Ģeyi sanat altınına dönüĢtüren bir Midas mı? Ve dünya bütünüyle, gerçek yaĢamdaki ekmekle Ģarabın ayırt edilmez biçimde ete ve kana dönüĢmesi gibi, gizlenip yattığı yerde, karanlık bir büyü sonucu biçim değiĢtirmeyi bekleyen yapıtlarla mı dolu? Brillo kutusunun iyi sanat, hatta büyük sanat olmama olasılığının fazla önemi yok. ĠĢin etkileyici yanı, o kutunun sanat olması. Ġyi de, o kutu sanat ise, antrepoda birbirinden ayırt edilmez Brillo kutuları neden sanat değil? Ya da sanat ile gerçeği birbirinden ayıran farkların hepsi bundan böyle yıkılıp gitti mi? Bir insanın eĢya koleksiyonu (ready-made‟ler) yaptığını varsayalım, bu koleksiyonun içinde bir de Brillo kutusu bulunsun; onun sergilediği eĢyayı çeĢitliliği, iç temizliği yüzünden ya da ne isterseniz o yüzden beğeniriz. Aynı adam daha sonra yalnızca Brillo kutuları sergilerse, bu kez onu, Marienbad’da olduğu gibi sıkıcı, yinelemeli, aĢırmacı oluĢu yüzünden eleĢtiririz – ya da (daha derin bir düĢünceyle) onda, Marienbad’da olduğu gibi, düzenlilik ve yinelemecilik saplantısı olduğunu ileri süreriz. Ya da kutuları, birbirinin üstüne arada dar bir geçit bırakacak biçimde dizmiĢse, düzenli, saydamsız yığınların arasından kendimize bir geçit bulup, bunun ĢaĢırtıcı bir buluĢ olduğunu söyleriz ve bizi tutuklu gibi içine hapseden tüketim ürünlerini tanımlamak söz konusuymuĢ gibi, bir özet kaleme alırız; ya da o kiĢinin modern bir piramit yapımcısı

olduğunu söyleriz. Bu söylediklerimizi mağaza sahibi için söyleyemeyeceğimiz de doğrudur. Bunun nedeni, antreponun bir sanat galerisi olmaması, ayrıca galeride bulunan karton Brillo kutuları ile oradaki kutuları birbirinden ayırmaktan yoksun oluĢumuzdur; kaldı ki, Rauschenberg‟in yatağını, üzerine yapılmıĢ resimden de ayırt edemeyiz. Galerinin dıĢında bunlar karton

Page 130: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

130

kutulardır. Aynı biçimde, üzerindeki resim silindiğinde, Rauschenberg‟in yatağı, sanat yapıtına dönüĢmeden önceki aynı yataktır. Ne var ki, bu konu üzerinde derinlemesine düĢünecek olursak, sanatçının basit, gerçek bir nesne üretme konusunda gerçek ve zorunlu olarak baĢarısızlığa uğradığını düĢünürüz. O, bir sanat yapıtı yaratmıĢtır, gerçek Brillo kutularını kullanmıĢ olması, yağlıboya resim ya da fırça izi gibi, sanatçıların ellerinin altında bulundurdukları kaynakların bir uzantısı, sanatçılara özgü malzemelere bir katkıdır. Bir Brillo kutusu ile bir Brillo kutusunun oluĢturduğu bir sanat yapıtı arasındaki farkı sonuç olarak yaratan, belirli bir sanat kuramıdır. O nesneyi sanat dünyasına sokan ve (sanatsal özdeĢleĢtirmeden baĢka bir anlamda) gerçekte olduğu nesne olarak kalmasını engelleyen, kuramdır. Kuram olmasa, insanlar onu sanat olarak görmezlerdi elbette; öte yandan, onu sanat yapıtı olarak görebilmek için de sanat kuramının büyük bir bölümünü, ayrıca New York‟un yakın geçmiĢe iliĢkin resim tarihinin hatırı sayılır bir bölümünü de hatmetmiĢ olmak gerekir. Sözü edilen Ģey elli yıl önce sanat olarak kabul edilmezdi. Aynı biçimde, her Ģey aynı kalmak koĢuluyla, Ortaçağda uçak yolculuğu sigortası, Etrüsklerde de daktilo silgisi varolamazdı. Dünyanın bazı Ģeyler için hazır olması gerekir, sanat dünyasının da, gerçek dünyanın da. Sanat dünyasını ve sanatı olası kılma, bugün olduğu gibi her zaman sanat kuramlarının rolü olmuĢtur. Ben, Lascaux mağarası ressamlarının aklına, o duvarlarda sanat yarattıkları düĢüncesinin asla gelmediğini düĢünme eğilimindeyim. Neolitik çağda estetikçiler varolduysa o baĢka elbette.

Page 131: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

131

MALDINEY

SOYUTLAMA SANATIN YAġAMSAL EMRĠDĠR Maldiney, “Resmin sahte ikilemi: Soyutlama ya da gerçek” (1953),

BakıĢ, Söz, Uzam içinde. Soyut resim ile figüratif resim arasında kökten bir kopukluk var mı? Henry Maldiney‟in (yapıtlarının büyük bölümünü, görüngübilim açısından sanatsal ve ruhsal incelemelere ayıran çağdaĢ Fransız filozofu) çözümlemesi bu varsayımı reddeder: soyutlama sanatın, hatta olabilecek en figüratif sanatın özüdür. Hiçbir resmin gerçek amacı, algılanan dünyayı ona sadık biçimde canlandırmak değildir: resimsel algılama öncelikle nesnelere değil, biçimlere ve ritimlere bağlı bir Ģeydir. Örneğin Fouquet‟nin yaptığı Charles VII portresinin önünde durduğunuzda olup biten nedir? “BakıĢımız bir bakıma –görüĢümüzün üslubu haline gelen- bu biçimsel oyuna katılır ve Kral‟ın imgesi bu yaĢanmıĢ dinamik denge izlenimi temelinde ortaya çıkar. Ne var ki artık bir imge değil görüntüdür.” Bu düĢünceden yola çıkılarak, ne tür olursa olsun her resmin sıradan deneyimden ayrıldığı sonucuna varılabilir ki Maldiney‟in yaptığı da bir anlamda budur. Her resim, belirli bir deneyimle bir kopuĢ oluĢturur; bu deneyim bize o kadar aĢinadır ki, resim bizde artık en küçük bir merak bile uyandırmaz. Soyut resmin ortaya çıkmasının nedeni, bir yandan, söz konusu sıradanlaĢtırma yüzünden nesnelerin bundan böyle hiçbir biçimde bizi heyecanlandıran bir olgu oluĢturmamasına, öte yandan, bunun sonucu olarak ortaya çıkan deneyim daralmasına karĢı savaĢmaktadır: “Modern resim, entelektüel resim değildir. Her resmin yaptığı gibi, insan ile dünyanın karĢılıklı yabancılaĢmasının üstesinden gelme giriĢimidir” (agy.) Olgunun yaratılması bundan böyle, “çok açık seçik ve kolay ulaĢılır” (s.1) olan nesnenin canlandırılmasına dayandırılamaz, dolayısıyla da nesneden önce gelene ve onunla bağlantılı olan algılamaya, yani duyuya dayanır. Duyu ise

Page 132: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

132

hiçbir nesneyi belirlemez; nesneyi hiçbir sav ileri sürmeden duyumsar: “Duyumsama ediminin ben‟i, açık ve dolu bir alıcılıktır” (“Erwin Stratuss‟un görüngübiliminde estetik boyutun ortaya çıkıĢı”, Bakış, Söz, Uzam içinde). Soyut resmin tanımaya ve yeniden yaratmaya, böylelikle de her türlü deneyimin kaynağına inmeye çalıĢtığı duyu, yalın alıcılığa sahip bu duyudur. (1) Maldiney der ki:

Her büyük sanatın temelinde her zaman, Cézanne‟ın, E. Bernard‟a Ģu sözlerle olabildiğince yakın olarak açıkladığı o tarif edilmez ilk temas vardır: “Doğarken birlikte getirdiğimiz o belirsiz duyuları ifade etmeye çalıĢmayı sürdürüyorum.” Her türlü nesnellikten önce dünya ile iletiĢim kurmamızı sağlayan bu temel ve belirsiz duyular, günlük yaĢamın zorunlulukları yüzünden, çok kısa sürede açıklığa kavuĢturulup düzeltilir; çünkü günlük yaĢam, iyice belirlenmiĢ, birbirinden farklı, bizi özünde dünyaya bağlayan her türlü duygulanım‟dan özenle arındırılmıĢ nesnelere dayanma gereğini duyar. Biz, bu duyulardan nasıl’ı atıp ne’yi koruduk. BakıĢımızı üzerine çevirdiğimiz Ģu renk, Ģu ıĢık bundan böyle, bir nesneyi ya da günün belli bir saatini belirlememizi sağlayan yansız bir nitelik değildir. Bundan böyle, dünya ile birlikte yaĢama tarzlarından biri değildir. Ne var ki Cézanne için böyleydi. Bunu kanıtlamak için, Cézanne‟ın arabacısının, Gasquet‟nin aktardığı biçimiyle, getirdiği tanıklığa baĢvurmak istiyorum yalnızca: “Cézanne, arabacısının anlattığına göre, yapacağı resme konu olacak yere giderken, çoğu kez arabanın içinde birden doğrulup adamın kolunu yakalıyor ve ona Ģunları söylüyordu: “ġuraya bakın… Ģu mavilere, çamların altındaki Ģu mavilere bakın, Ģuradaki buluta bakın.” Kendinden geçmiĢ durumda ıĢıl ıĢıl parlıyordu; ötekine gelince, onun için hep aynı kalan ağaçlardan, gökyüzünden baĢka bir Ģey fark etmemekle birlikte, o da içini belli belirsiz bir gücün, bir heyecanın kapladığını itiraf ediyordu bana; ve bu heyecan ona, ayakta duran, yüzü değiĢmiĢ,

Page 133: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

133

ellerini omzuna kenetlemiĢ ve içi o gördüklerini kutsayan bir gerçekle dopdolu Cézanne‟dan geçiyordu.” Cézanne, “Dünyanın bakireliğini resmetmek istiyorum” demiĢti. Ne var ki bakir – insan elinin, kızlığını henüz bozmadığı dünya, Cézanne‟ın gözlerinin önünde bir imge olarak sere serpe uzanmıĢ değildir. Kendini ona yalnızca o benzersiz mavi duyulanımıyla verir. Ve ressamın sonradan yapacağı tüm çalıĢma, o maviyi somut biçimde ortaya çıkarmak, onu bir evren iĢlevini üstlenecek bir yapıta dönüĢtürmek olacaktı. Oysa henüz sanal durumda, o belirsiz duyuların kutbu olan ve bu duyuların içinde kendini bir üslup olarak muĢtulayan dünyanın bir evren olarak somutlaĢabilmesi için, söz konusu duygulanım anında bile kendini kararsız biçimde ortaya koyan bu üslubun, belirli bir mekân içinde bedene dönüĢmesi gerekir. Ve üsluba değgin bu mekân, eylemin boĢ ve homojen mekânından ya da onun düzlemsel imgesinden, onun içinde, o mekâna özgü nesnelerin betimlenebilir nesneler olarak kurgulanmasından baĢka bir Ģey olamaz. Ressam böylelikle, Ģeylerin önünde duran kiĢi değil, onların içerdiği gerçeklikle iletiĢime giren kiĢidir. Bu gerçeklik bir nesne değildir. Gerçekten iletiĢim kurulan, kendisine „O‟ denmeyip, „Sen‟ diye hitap edilen insan varlığının da bir nesne olmayıĢı gibi. NesneleĢtirme iletiĢimi yok eder. Bir varlığın tanımlamasını yapar yapmaz, o varlık bizim için bir izleğe dönüĢür dönüĢmez, ona olan sevgimiz bitmiĢ olur, onu artık dıĢa açık bir olasılıklar bütünü olarak anlamaz oluruz. Aynı biçimde, Ģeyler nesneler olarak izlekleĢtiği anda onlarla aramıza bir mesafe girer, kendi içlerine çekilirler. Artık sanat yapmanın olanağı kalmaz.

Page 134: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

134

GOODMAN

DÜNYALAR ÜRETME BĠÇĠMLERĠ

Estetik edebiyatı, “Sanat nedir?” sorusuna verilebilecek umutsuz yanıt giriĢimleriyle doludur. Çoğu kez sanatın değerlendirilmesine iliĢkin “Nitelikli sanat nedir?” sorusuyla karıĢtırılan bu soru, „bulunmuĢ sanat‟ durumunda – yoldan alınıp müzede sergilenen taĢ – keskinlik kazanıyor; çevresel sanat ya da kavramsal sanat* adı verilen sanatlar söz konusu olduğunda durum daha da ciddi hale geliyor. Kaza geçirmiĢ bir otomobilin galeride sergilenen tamponu bir sanat yapıtı mıdır? Peki, bir nesne bile olmayan ve bir galeride ya da müzede sergilenmeyen herhangi bir Ģeye – örneğin Oldendurg**‟un gerçekleĢtirdiği gibi, Central Park‟ta bir çukurun açılıp kapatılması – ne demeli? Bunlar sanat yapıtıysa, yollardaki bütün taĢlar, bütün nesneler ve olaylar da sanat yapıtı mı? Öyle değilse, bir sanat yapıtını sanat yapıtı olmayan Ģeyden ayıran nedir? Bir müzede ya da galeride sergilenmesi mi? Bu sorulara verilecek olumlu yanıtların hiçbiri insana inandırıcı gelmiyor. Bu bölümün baĢlangıcında altını çizmiĢtim; güçlüğün bir bölümü, soruyu yanlıĢ sormaktan kaynaklanıyor – bir Ģeyin bazı durumlarda sanat yapıtı gibi iĢlev görebileceğini, bazı durumlarda da bu iĢlevi yerine getiremeyeceğini kabul etmeye kimse yanaĢmıyor. Uç durumlar söz konusu olduğunda

Page 135: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

135

sorulması gereken soru, “Hangi nesneler (sürekli olarak) sanat yapıtıdır?” değil, “Bir nesne hangi durumda sanat yapıtı olarak iĢlev görür?” sorusudur – ya da koyduğum baĢlıkta olduğu gibi kısaca: “Sanat hangi durumda vardır?” sorusudur. Benim yanıtım Ģu: Bir nesne – örneğin herhangi bir örnek parça – belirli anlarda ve belirli durumlarda bir simge olabildiği gibi, bir baĢka nesne de bazı anlarda bir sanat yapıtı olabilir, bazı anlarda da olamaz. Doğrusunu söylemek gerekirse, bir nesne, belirli bir biçimde bir simge olarak iĢlev gördüğü için ve gördüğü sürece kesin olarak bir sanat yapıtına dönüĢür. TaĢ, yolun üzerinde durduğu sürece sanat yapıtı değildir ama bir sanat müzesinde herkesin bakıĢına sunulduğunda sanat yapıtı olur. Yolun üzerinde genel olarak hiçbir simgesel iĢlevi yoktur. Oysa müzede, özelliklerinden bazılarını örnekler – örneğin biçim, renk, doku özelliklerini. Bir çukur kazılıp doldurulması, örnekleme gerçekleĢtiren bir simge olarak ona dikkatimizi verdiğimiz ölçüde bir yapıt gibi iĢlev görür. Öte yandan, Rembrandt‟ın bir tablosu, kırık bir camı tıkamak için ya da bir Ģeye siper olarak kullanılacak olsa, sanat yapıtı olarak iĢlev görmeyi yitirirdi.

NOTLAR: *Çevresel Sanat (örneğin Christo‟nun gerçekleĢtirdiği ambalajlar), doğal sit alanlarındaki nesnelere yapay markalar koymak ya da teknik iĢlere baĢka görünümler kazandırarak onları dönüĢtürmek olarak tanımlanır. Sanatçının davranıĢı yapıtın önüne geçtiği ölçüde kavramsal sanata yaklaĢır. Kavramsal sanatta yapıtın, gerçekten, her Ģeyden önce sanatçının davranıĢının ve niyetinin göstergesi olarak görülmesi gerekir. ** Claes Oldendurg, ABD‟deki ilk happening‟leri 1960‟lı yıllarda düzenledi.

Page 136: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

136

Hollandalı ressam Hieronymus Bosch‟un 15. yy. sonunda oluĢturduğu “Garden of Earthly Delights” (Dünyevi Zevkler Bahçesi) adlı ahĢap üzerine yağlı boya tablosundan detay. Bosch, çağının gerçeklikleriyle yaratıcı ruhunun sentezini kuzey ülkelerine has dikkat ve titizlikle bizlere sunuyor. Bugünün geliĢkin imge teknolojisi olanaklarıyla dahi pek nadir baĢarılabilen yetkinlikte bir bilimkurgusal, gerçekötesi ve fantastik dünya yaratıyor. ĠĢte bu tasarlanmıĢ, baĢka, kısacası yeni bir dünyadır.

Page 137: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

137

JOHN BERGER

Ġngiliz sanat eleĢtirmeni, ressam ve roman yazarı olan John Berger estetik ve toplumsalın iliĢkisine odaklanan çalıĢmalarında özellikle sanat ve mülkiyet iliĢkileri arasındaki bağı ele almaktadır. Berger‟e göre çağdaĢ sanatın temel sorunu insanın yaratıcılığı ile kapitalist sistemin kendinden kaynaklanan baskısı arasındaki çatıĢmadır. Çünkü sanat insanlığın yaratıcı gücünü temsil ederken mülkiyet ise buna karĢın kapitalist sahiplilik ve üretim iliĢkilerini yansıtır. Bu karĢıtlığa iliĢkin Berger‟in görüĢleri Marksist düĢünürlerle olan bağlantılarının da etkilerini barındırmaktadır. EleĢtirilerinde sanat ve tarih konusunda sağlam genellemeler ve sanatçılara dair derin araĢtırmalara yer veren Berger yazılarında, Marksist eleĢtirinin ilk döneminde vurgulanan „ burjuva toplumu hakiki sanatsal baĢarıya ulaĢmayı son derece güçleĢtiren bir kültürel döneme girmiĢtir‟ ve „bir sanatçı bu koĢullarda baĢarılı olmak için „gerçek‟i çizip temsil etmeyi denemelidir‟ Ģeklindeki iki temayı geliĢtirir (Murray,2009,70-73). Bu anlamda Success and Failure of Picasso (Picasso’nun Başarısı ve Başarısızlığı) adlı kitabında Picasso‟nun 1931-1943 yılları arasındaki çalıĢmalarını hem içsel hem de dıĢsal bir gerçeklikle bağlantıya girmesi yani duygudaĢ bir duyumsallığı yeni bir resim dili yaratarak ortaya koymasından dolayı baĢarılı bulurken, Kübizm ile Rönesans dönemindeki sanattaki devrime benzer bir yenilik getirdiğini dile getirmiĢtir. Buna göre kübizm ile çağdaĢ fizikçilerin buluĢlarına paralel sonsuz etkileĢim içinde görsel bir dünya ortaya konmakta ve bu da seyircinin etkin rol almasını gerektiren bir

Page 138: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

138

görsel süreci iĢaret etmektedir. Berger‟e göre zaten sanat artık sadece bir „süreç‟tir ve „insanın yüce niteliği artık bilgi sahibi olmak değil sürecin bilinçli olarak farkına varmaktır‟ ve sanat yapıtlarını mülkiyet nesneleri olarak anlamlandıran yaklaĢımdan arındırılması gerekir ki ancak böylece sanat yapıtları birer ürün gibi değil de Berger‟in ifadesiyle “kendi yarattıkları sürecin delili gibi ve tamamlanmamıĢ bir iĢ gibi değil de, bir etkinlik gibi görülebilir” (Akt.Murray,2009,74). Bununla birlikte Berger‟in en ünlü belki de en önemli çalıĢması ise Ways of Seeing (Görme Biçimleri)’dir. BBC televizyonu için hazırlanan program dizisi olan Ways of Seeing daha sonra kitap olarak yayınlanmıĢtır. Ġlkin Benjamin‟in yeniden üretim çağında sanat yapıtının aurasını kaybetmesine iliĢkin görüĢlerinden yola çıkan Berger, özellikle ucuz renkli baskılar ile imgelerin her yerde olabilirliği ile oluĢan „yeni bir imge dili‟ üzerinde odaklanır. Ona göre bu yeni dil kiĢisel ve tarihsel yaĢantımızı yeniden tanımlamakta bize yardımcı olabilecek iken toplumun sanat yapıtını alınıp satılabilen bir meta gibi değerlendirerek neyi temsil ettiğine değil ne olduklarına göre değerlendirmesi neticesini doğurmaktadır (Murray,2009,74).

“ÇağdaĢ yeniden canlandırma araçlarının yaptığı, sanatın yetkesini yıkmak ve onu –ya da bu araçların yeniden canlandırdığı imgeleri-koruyucu kabuklardan kurtarmaktı. Tarihte ilk kez sanat imgeleri gelip geçici, her yere taĢınabilen, değeri maddesine bağlı olmayan, kolayca bulunabilen, değersiz bedava Ģeyler oldular. Dilin bizi sarıp sarmaladığı gibi sardılar çevremizi. YaĢamın genel akıĢına karıĢtılar; bu akıĢ üzerinde kendi baĢlarına hiçbir etkileyici güçleri kalmadı artık. Gene de bütün bu olanların çok az kiĢi farkındadır bugün. Çünkü yeniden canlandırma yolları, hemen hemen her zaman hiçbir Ģeyin değiĢmediği yanılsamasını güçlendirmek için kullanılmıĢtır. Ne var ki büyük kitleler yeniden canlandırmalar yoluyla, bir zamanlar yalnızca kültürlü azınlığın yaptığı gibi, sanatın tadına varmaya baĢladı. Halk kitleleri bugün bu sanat karĢısında ilgisiz ve kuĢkuludur; bu da anlaĢılabilir Ģeydir. Ġmgelerin yeni dili değiĢik bir biçimde kullanılsaydı, bu kullanım yoluyla yeni bir tür güç kazanacaktı. Bu imgeler dili içinde, yaĢantılarımızı sözcüklerin yetersiz kaldığı yerlere göre daha iyi

Page 139: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

139

bütünleyebilecektik. (Görme, sözcüklerden önce gelir.) yalnızca kiĢisel yaĢantılarımı değil, geçmiĢle olan iliĢkilerimizin temel tarihsel yaĢantılarını, baĢka deyiĢle, yaĢamlarımıza anlam katma arayıĢını, canlı öğeleri olabileceğimiz bir tarihin anlaĢılması yaĢantısını da bütünleyebilecektik o zaman. GeçmiĢin sanatı, eskiden olduğu gibi değildir artık bugün. Yetkesini yitirmiĢtir. Onun yerine bir imgeler dili oluĢmuĢtur. ġimdi önemli olan bu dili kimin ne amaçla kullandığıdır. Bu da yeniden canlandırmaların yayın hakkı, sanat basımevleriyle yayınevlerinin kimin elinde olduğu, sanat galerilerinin, müzelerin genel tutumu sorununa gelip dayanır. Çoğu zaman dendiği gibi bunlar sanatı ilgilendiren, sınırlı sorunlar değildir. Bu denemenin amaçlarından biri de gerçekten tehlikede olan Ģeyin çok daha büyük olduğunu göstermektir. Kendi geçmiĢinden kopmuĢ bir halk ya da sınıf, seçmede ve eyleme geçmede tarih içinde kendi yerini bulmuĢ bir sınıf ya da halktan çok daha az özgürdür. ĠĢte bunun için –tek neden de budur zaten- geçmiĢin tüm sanatı bugün siyasal bir sorun olarak karĢımızdadır” (Berger.2007,32-33).

Berger‟in üzerinde durduğu bir baĢka konusu ise geleneksel resimlerde kadınların arzu nesnesi olarak temsil edilmesidir. Erkek bakıĢının esas alındığı bu resimlerde kadın imgesi erkeğin hoĢuna gidecek bir biçimde tasarlanmaktadır:

“Avrupa nü sanatında ressamlar ve seyirci-sahipler erkekti, nesne olarak iĢlenen kiĢilerse çoğunlukla kadın. Bu ters iliĢki kültürümüze öylesine sinmiĢtir ki bugün bile sayısız kadının bilincine biçim vermektedir (...) Kadınlar erkeklerden çok değiĢik bir biçimde gösterilir –diĢinin erkekten baĢka olmasından gelen bir Ģey değildir bu- „ideal‟ seyircinin her zaman erkek olarak kabul edilmesinden, kadın imgesinin onun gururunu okĢamak amacıyla düzenlenmesindendir” (Berger,2007,63,64).

Kitapta yer alan ve özel mülkiyetin temsili ile resim arasındaki paralelliği vurgulayan deneme de ise Berger, kapitalizmin yükseliĢi ile birlikte ortaya çıkan yeni toplumsal iliĢkilerde yaĢananlara benzer Ģekilde, resmin her Ģeyi nesneye eĢit bir duruma getirdiğini ifade eder. Bu anlamda Berger‟e göre sanat tarihinin büyük yapıtları, resmin tarihsel varoluĢ nedeni sayılan

Page 140: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

140

nesne fetiĢizminin dayanağını büyük ölçüde zayıflatanlardır (Murray,2009,75). Berger‟in değindiği diğer bir husus ise reklamcılığın kullandığı görsel dildir. Öncelikle reklam kendi baĢına bir dil ve baĢka bir görme biçimidir. Bununla birlikte yağlıboya resim dilinden yararlandığı da bir gerçektir. Ama farklı olarak, resim, sahibinin mal varlıklarını överken, reklam ise satın alınan malın seyircinin hayatını daha iyi hale getireceği inancı yaratma amacındadır (Murray,2009,75).

“Reklamlarda eski sanat yapıtlarına uzanan çizgiler görülür. Bazen reklam imgesinin tümü çok ünlü bir resmin açık bir benzeridir. Reklam imgelerinde, mesaja çekicilik ya da güçlülük katmak amacıyla yontu ya da resimler kullanılır. Vitrinlerde sergilenen nesnelerin yanına çoğu zaman çerçeveli resimler asılır. Reklamlara „alınan‟ her sanat yapıtı, iki iĢi bir arada görür. Sanat bir zenginlik simgesidir; güzel yaĢam demektir: Dünyanın zenginlere, güzellere sunduğu değerli nesnelerinin bir parçasıdır. Oysa sanat yapıtları kültürel üstünlüğü bir tür soyluluğu, giderek bir tür akıllığı da düĢündürür. Bunlar, sıradan nesnelerden üstündür. Yağlıboya resim kültürel mirasın bir parçasıdır, ince zevkleri olan bir Avrupalı olduğunuzu size anımsatan bir Ģeydir. Böylece reklamın içine konan (bu yüzden de reklamın çok iĢine yarayan) sanat yapıtı birbirleriyle çeliĢen iki Ģeyi aynı anda söyler bize: Zenginlik ve üstünlük gösteren o reklam ürünün hem lüks, hem de kültürel değer taĢıyan bir Ģey olduğu imlenmiĢ olur. Aslında reklamcılar yağlıboya resim geleneğini, sanat tarihçilerinin çoğundan daha iyi anlamıĢlardır. Sanat yapıtıyla, seyirci-sahip arasındaki iliĢkilerin niteliğini kavramıĢlar, bu iliĢkileri seyirci-alıcıyı kandırmakta, onun gururunu okĢamakta kullanmıĢlardır”(Berger,2007,135).

Sonuç olarak tüm bu değerlendirmeleri ile Berger, sanata dair bir sorgulama süreci baĢlatmayı amaçlamaktadır. Marksist bir yaklaĢımın da hissediliği bu denemelerde Berger, sanat tarihi araĢtırmalarına ve sanatsal kültürün yeniden değerlendirilmesine büyük katkılar sağlamıĢtır.

Page 141: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

141

PĠERRE BOURDIEU

Fransa‟da doğan ve eğitimini bu ülkede tamamlayan Bourdieu, edebiyat fakültesinden mezun olduktan sonra üniversitede felsefe hocalığı yapmıĢ, daha sonra sosyoloji dersleri vererek sosyoloji profesörü unvanını almıĢtır. Özellikle modern mitleri ya da sanat kültünü açıklamak adına yaptığı çalıĢmalarıyla tanınmıĢtır: “Yazara göre, üretkenliğin kendisi için üretmek çabasına adanmıĢ modernlik çevresinde beliren kapitalist ekonomiyle birlikte, bu ilkeyi düzenli olarak ters yüz eden bir sanat kültü de ortaya çıkmıĢtır. Maddi yarar ya da kitlesel doyum açısından kısa vadede geçerli sayılamayan üretim, ticari mantıktan çok toplumsal gereksinimlere cevap veren resim ya da heykel, kısacası para ve değiĢim değerinden çok, kullanım değerine adanmıĢ sanatsal üretim gibi, baĢka yerlerde hızla silinip giden etkinlikler estetik arenasında değerlenmiĢtir” (Murray,2009,77). Ayrıca sanatsever kültünün derin yapılarını ve yerleĢik inançlarını açıklayan Fransız sosyologa göre; ilkin karizmatik „sanatçı buluĢu‟, ikinci olarak öznel zevke sahip olduğu varsayılan kültürlü sanatsever azınlığın evrensel estetik yargılarda bulunması ve son olarak da modern sanat kültünün Avangard yapıtları tercih eden bir yaklaĢıma sahip olduğu, ana baĢlıklar altında karĢımıza gelmektedir. Buna göre çağdaĢ burjuvazinin tinsel yanı ile doğuĢtan gelen yeteneklere hitap etmeye dayanan sanatsal üretim ve tüketim kültü özdeĢleĢtirilmektedir. Tüm bunlarla birlikte akademik ders programlarında modernist sanatın yer alarak burjuvazinin yasallık kazanmasında önemli rol oynaması da çeliĢki yaratmaktadır. Çünkü anti-kapitalist yaĢam felsefesinin belirlediği modern sanat kendine

Page 142: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

142

ters düĢmektedir. Ayrıca sanat yapıtlarını değerlendirme, estetik tavır konularına da değinen Bourdieu, toplumun güzel diye algıladığı geleneksel görüntü ve nesneleri (kızıl tan v.b.) yeniden doğrularken, toplulukların dünyayı belirli bir biçimde algılama, değerlendirme eğilimlerinin arasındaki farka da (habitus) vurgu yapar. Buna göre eğitim düzeyi belirleyici etkendir ve eğitim düzeyinin en altta olduğu köylüler ve iĢçilerin „saf bakıĢ‟ a (sanat yapıtlarının politik/ahlaksal fikirlerine ayrıcalık tanıyan) daha uygun hareket ettiklerini, buna karĢın yüksek burjavizinin ise „estetik tavır‟a (temsil ya da üslup yaklaĢımına yönelen) uygun davrandıklarını ifade eder (Murray,2009,77-78). Bununla birlikte Fransız sosyologun çalıĢmalarını önemli kılan diğer bir konu da bohem sanatçı dünyasının gerçekçi bir Ģekilde ele alınmasıdır. Ona göre sanat dünyasındaki rolleri belirleyen mantık aslında toplumsal ve ekonomik temellidir. Özellikle sanat galericileri, eleĢtirmenler, kültür aracıları arasındaki iliĢkilerin açığa serildiği bu çalıĢmalarda yazar, „kültür aristokrasisi‟nin sahne üzerinde sahip olduğu kültürel eriĢimin herkese açık olmasına karĢın, sahne arkasında ise kültür oyununun kiĢisel seçkinlik hatta toplumsal dıĢlama alanı olmasını eleĢtirir (Murray,2009,79).

“Sanat, aslında, „inanç‟ (bir iĢi sanat eseri olarak kabul eden ve onaylayan inanç) sayesinde ayakta kalan bir sistemdir. Ġnancın varlığı sanat eseri hakkındaki söylem üretiminin önemini iĢaretler: Eserin değerinin kabul görmesi ve meĢruluğunun onaylanması bu söylem üretiminin bir tezahürüdür (1993b: 36). Sanat eserlerinin sembolik nesneler olarak var olabilmesi için bu Ģekilde bilinmeleri ve kabul edilmeleri gereklidir. Bu da eseri tanımaya ve anlamaya muktedir izler-kitlenin ve dolayısıyla eserin değerine olan inancın üretimini gerektirir. Alan denilen Ģey sanatın üretimi ve bu üretime katkıda bulunan eyleyicilerin (değer üreten eleĢtirmenler, yayıncılar, galeri iĢletenler, akademiler ve öğretmenler (hatta aileler) arasındaki iliĢkisel pozisyonların oluĢtuğu ve oluĢturduğu uzamdır (Bourdieu 1993b: 37). EleĢtirmenler bir eser üzerinde fikir beyan ederken sadece onun hakkındaki yargılarını ifĢa etmekle kalmazlar. Aynı zamanda eser hakkında konuĢma ve yargılama haklarını duyururlar ki bu da sanat eseri hakkındaki meĢru söylem tekeli için yapılan mücadeleye ve dolayısıyla da eserin değerinin üretimine katılmak anlamına gelir. Dolayısıyla „yaratıcı‟dan ziyade „yaratıcıyı yaratanlara‟ ya da „keĢfedenlere‟ bakmak gerekir (Bourdieu 1993b:

Page 143: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

143

77). Bunlar sanatın karizmatik ideolojisinin bizi inandırmaya çalıĢtığı gibi cansiperane bir Ģekilde sanat tutkusu adına çalıĢan kayıtsız eyleyiciler değildir ”

Akademinin ve Salon‟un sanat yapıtlarının seçilmesi, ısmarlanması ve sergilenmesi üzerinde kurduğu tekel, Manet ile baĢlayan dönemde yıkılmaya baĢlarken 1950‟lerde geliĢmeye baĢlayan Avangard bohem dünya ile iyiden iyiye kaybolmuĢ, hatta onun yerine geçilmiĢtir. Bourdieu‟ya göre Manet resme bir Ģeyler söyletme fikrini red ederek büyük bir atılım gerçekleĢtirirken, Marcel Duchamp daha büyük bir adım atarak, hazır nesneleri (ready-made) ile „kurala sokulmamıĢ yeni yapıların saf rastlantısallığı yönünde‟ bir değiĢim gerçekleĢtirmiĢtir. Böylelikle de izleyicinin görüĢleri de sanatın gerekli bir parçası haline gelmiĢtir. Bunun sonucunda da Akademik Yasa‟nın yerine rakip sanat yasaları’nın geçtiği, her kuĢağın kendinden önceki sanat anlayıĢı ile çatıĢarak kendi kurallarını benimsetmeye çalıĢtığı görülür. Sanatın tanımını da tartıĢmaya açan bu çatıĢmalar Bourdieu‟ya göre ancak büyük kentlerde var olmuĢtur çünkü kentsel modernizmin yenilikçi bakıĢ ve bölünme ilkeleri kırsal alanlar için söz konusu değildir. Bu durum da baĢka bir sonucu iĢaret etmektedir; sanatçılar, eğitim ve ailelerinin onlara sağladıkları imkanlar neticesinde var olabildikleri, tanınmayı baĢarabildikleri için sanat alanı iĢçi sınıfına ve köylülere kapalıdır: “Sanatın, eĢit konumdakilerin değerlendirmesi yoluyla saf piyasa ölütlerinden korunmasının bedeli, alt tabakanın, sanatın anlamını çözmekten ve böylece toplu sanat mirasına sahip olmaktan kesinlikle yoksun bırakılmasıyla ödenir”(Murray,2009,80). Bourdieu tüm saptamaların sonunda en son olarak çağdaĢ uygulamaları araĢtırma konusu olarak ele almıĢtır. Modernist alanın bürokratikleĢtirilmesi ve ticarileĢtirilmesini sanatın özerkliğini tehdit ettiğini öne süren yazar, özellikle yeni hamilik sistemiyle sanatın ve paranın daha fazla içli dıĢlı olması ve bürokratik denetimin sanat üzerinde daha etkin bir hal alması ile sanatçıların söz sahibi olduğu eserlerin yerine halkın beğenisinin ön planda olduğu yapıtların tercih edilerek alkıĢlanmasını eleĢtirmiĢtir (Murray,2009,81).

“Edebiyat ve sanat alanı iktisadi ve siyasi alandan ne kadar özerk olursa bir alan olarak mantığını o kadar gerçekleĢtirir. Ama ne kadar bağımsız olursa olsun yine de onu içeren alanların yasalarından etkilenmeye devam eder: yani iktisadi ve siyasi kar. Alanın otonomisi arttığı nispette sembolik iktidar dengesi en otonom olandan yanadır ve

Page 144: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

144

otonom üreticiler ile büyükölçekli üretim (yani piyasa için üreten yazar ve sanatçılar) arasındaki ayrım keskinleĢir. Kamusal baĢarı otonomi derecesinin ve alanın mantığını oluĢturan kayıtsız (disinterested) değerler için temel bir farklılaĢma faktorü haline gelir. BaĢarının yokluğu baĢlı baĢına seçilmiĢ olmanın bir iĢareti ve garantisi değildir (giĢe baĢarısını elde edenler hakiki sanat olarak tanınabilir baĢarısız olanlar da aynı zamanda baĢarısız yazarlar/Ģairler olabilir) (Bourdieu 1993b: 38-39). Edebiyat ve sanat alanında (ki edebiyatın çoğaltılabilmesi nedeniyle resim ya da heykel gibi değerini biricik olmasından (orjinal olma) değil eserini yeniden-üretim teknikleri sayesinde büyük bir izler-kitleye sunmak zorunda kalan ve değeri bir ölçüde ne kadar çok sattığı ile ölçülen edebi türler arasındaki farklılığı da göz önünde tutarak) birbirleriyle rekabet halinde olan 3 meĢruluk ilkesi ile karĢı karĢıyayız: 1) diğer üreticiler için üreten üreticiler (yani kendine-yeterli otonom „sanat sanat içindir‟ dünyası) tarafından bahĢedilen tanıma (recognition); 2) „burjuva‟ beğenisine tekabül eden egemen sınıfın egemen fraksiyonlarınca ve egemenin etik ve estetik (dolayısıyla da politik) eğenilerini tasdik eden salonlar ve akademi gibi merciler (tribunals) tarafından kutsanma 3) ve son olarak, kitlelerin tercihi tarafından bahĢedilen „popüler‟ takdisi savunan meĢruluk ilkesi (Bourdieu 1993b: 51)”

Bununla birlikte Bourdieu‟nun idealleĢtirilen sanatsal kayıtsızlığa iliĢkin eleĢtirileri de „büyük (kutsanmıĢ)‟ Avangard sanatçılar tarafından eleĢtirilmiĢtir. Yazara göre Ġzlenimciler ve sonrasında gelen modernist sanatçılar, galeri sahipleri tarafından yürütülen alım-satım iĢleri ile rahat bir yaĢam sürmüĢlerdir. Sanatçıların „yüceltilmiĢ acılar‟ çektiğine iliĢkin beklentilerin aksine Bourdieu, sanatçıların sanatsal çıkarlar uğruna çok defa Ģiddete baĢvurduğunu da belirtmiĢtir (Murray,2009,81). Kısaca denilebilir ki; “Bourdieu‟nun sosyolojisi sanatçının adının bir fetiĢ olduğu sanat tarihinden bir özne olarak sanatçıları kovarak sanat eserini bir fetiĢ olarak üreten üreticilere ve değere olan inancı yaratan iktidar iliĢkilerine (ve dolayısıyla tüm bunların tarihsel geçiciliğine) odaklanır”

Page 145: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

145

JACQUES DERRIDA

Fransız felsefeci, 1960‟lı ve1970‟li yıllarda Fransa‟da etkili olduktan sonra kendi görüĢlerine dayalı „yapıbozucu eleĢtiri‟ akımının A.B.D‟de geliĢmesi ile birlikte tüm dünyada tanınmıĢtır. Derrida‟nın görüĢleri öncelikle dilbilimcilerin sesmerkezci yaklaĢımını eleĢtirmekte ve yeni bir yazı‟nın mantığını geliĢtirmektedir. Derrida‟ya göre teleffuz edilen söz ile insan sesinin özünde bir yazı biçimi vardır ve bu yazı biçimi bunlardan ayrı düĢünülemez. Bu anlamda yazı ya da ses için bir ilk varoluĢ da söz konusu değildir. Metinler de bundan böyle bütünselleĢtirilmeden, bir anlamlar bütünü olarak değil de tutarlı-olmama ilkesinden yola çıkarak parçalanarak, içerisindeki tutarsızlıklara, çeliĢkilere, kararsızlıklara odaklanarak, göstergeler çözümlenmeli yapıları bozulmalıydı. Böylece yazıbilimi ve yapıbozma iĢlemini ortaya koyan Derrida‟nın görüĢleri, postmodern ya da postyapısalcı olarak nitelendirilen çevreler tarafından yeni bir estetik ve felsefe anlayıĢı ortaya koymak adına geliĢtirilmiĢtir. Bu kiĢiler Derrida‟nın görüĢlerine dayanarak yapı, dizge, iĢlev, kod gibi kavramlara, metinsel tutarlılığa, anlamın inĢa edilmiĢ olmasına v.b. karĢı çıkmıĢlardır. Sonuç olarak çokdeğerlilik, kararsızlık, dizge karĢıtlığı, metin dıĢı özelliklere baĢvurma, parçalara bölme, değiĢkenlik, yöntemli çözümlemeye güvensizlik, sonuç çıkarmayı erteleme v.b. metin çözümlemede önem kazanmıĢtır (Rifat,2008,29-30). Tüm bu geliĢmeler Derrida‟yı kültürel tarih üzerinde etkili olmuĢ en önemli kiĢilerden biri yapmıĢtır. BaĢta dil üzerine odaklanan Derrida‟nın çalıĢmaları -özellikle onunla iliĢkilendirilen ve bir felsefe akımı olarak nitelendirilen yapı-bozmacılık- sanat da dahil olmak üzere birçok farklı

Page 146: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

146

alana uygulanmıĢtır. Sanat alanına geçmeden önce yapı-bozmacılık kuramını detaylandırmak gerekirse; öncelikle Ġsviçreli dilbilimci Ferdinand de Saussure‟nin (1857-1913) dilin sistematik yanına vurgu yaparak, dili kendi iç kuralları ya da gramer‟i olan, kendi iç bütünlüğüne sahip bir yapı olduğunu iddia eden düĢüncelerinin eleĢtirisinden doğmuĢtur. Saussure‟e göre dil, bütün sistemlerin iĢleyiĢine örnek oluĢturur ve kültürel olguları çözümlemenin temelinde de bu örnek yatmaktadır. Bu yapısalcı anlayıĢa göre derin yapılar sistemlere anlam kazandırmakta, göstergeler anlamlarını, sürekli ve kusursuz bir biçimde iletmektedirler. Derrida ise bu fikre karĢı çıkarak, anlamların sürekli bir evrim geçirdiğini, göstergelerin de kendi içerisinde baĢka anlamlar taĢıdığından, tam anlamı veremeyeceğini ifade eder. Buna göre dil çok daha az düzenli bir yapıdır ve onu belli bir düzene sokmaya çalıĢmak doğru değildir. Ayrıca yapısalcı düĢüncenin çoğunlukla dayandığı çift iliĢkilere (örneğin; dil(sistem)/söz (bireysel söylenenler) ayrımı gibi) de karĢı çıkılmaktadır. Çünkü bu ayrımda her zaman bir terim diğer terime göre ayrıcalıklıdır. Kadın/erkek, kuzey/güney gibi ayrımlar kültürel durumlarda olumsuz sonuçlar yaratmaktadır. Bu anlamda yapı-bozmacılık bunlara karĢı çıkarak, bütün buyurgan kuramlar ve sistemlerin yapmacıklığını vurgular. Estetik alanında ise yapı-bozmacılık en çok yazın alanında baĢarılı olmuĢtur. Buna göre hiçbir metin kendi içinde tamamlanmıĢ sayılamaz ve zaman içersinde anlamının ve yorumunun sabit olabileceğinden söz edilemez. The Truth in Painting (1978) adlı eserinde benzer Ģekilde sanat alanı ile ilgili yorumlar ortaya koyan Derrida, bu çalıĢması için Cezanne‟ın Emile Bernard‟a söylediği “resim gerçeğini sana borçluyum ve sana bunun ne olduğunu söyleyeceğim” sözlerinden ilham almıĢtır. Bu sözler ile „resim yaparken gerçeğin kendini ortaya koyabilmek bir yana yetkili bir eleĢtiride bulunmanın ya da estetik yargıya varmanın olanaksızlığı‟ belirtilmiĢtir. Derrida‟ya göre çözüm resmin etrafında dolaĢarak yazmak yani sanata iliĢkin bir anlatım yerine izlenim sunmaktır. Çünkü yapıbozumculukta kesin bir anlatım söz konusu değildir. Buna göre zaten tek bir sanat yapıtı ile bütüne varılmaz. The Truth in Painting‟de kısaca Derrida, resmin gerçeği hakkında hiçbir zaman karar verilemeyeceğini, bu gerçeği bulmaya çalıĢan geleneksel eleĢtiri türlerinin doğru olmadığını ifade etmektedir. Memoirs of the Blind (1990) adlı yapıtında da Louvre‟deki resim ve karakalem çalıĢmalardaki körlük temasını ele alan Derrida, resim sanatında körlük temasının ele alınmasındaki çeliĢkiyi dile getirmiĢtir. Yazara göre resim yapmak yazı yazmak gibi aslından neye yarayacağı konusunda „kör‟ bir biçimde çabalamaktır ve bu bakımdan körlük teması ressamın yaratma sürecindeki kendi konumunu simgelemektedir: „Körlerin resmi körlere ait resimdir‟.

Page 147: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

147

Sonuç olarak yapı-bozmacılık sanat yapıtı ve onu kavrayıĢımızın tümüyle rastlantısal olduğunu, sanat yapıtının kültürel bağlamda anlamını, iĢlevini açıkça ortaya koyabileceğimiz görüĢünün (yapısalcı yaklaĢım) doğru olamayacağını çünkü bireysel kavrayıĢın sabit olamayacağını vurgular. Kısacası bütünlük eleĢtirisi söz konusudur ve amaç bütünlüğünün ve uygulama bütünlüğünün sanat yapıtında en çok aranan ilkelerden biri olmasına karĢın, Derrida tüm sanatsal yaratım sürecine iliĢkin beklenti ve varsayımları sorgulamamızı istemektedir. Zaten ona göre sanat yapıtının baĢarısı da kendinden çok izleyici zihninde muhakeme zinciri yaratma yeteneği ile ilgilidir. Yapı bozmacılık kısaca bizi sanat hakkında yeni bir biçimde düĢünme çağrısıdır, Derrida‟nın deyiĢiyle; „bu düĢünme biçimi, hem seyirciyi hem de sanat yapıtını „rastlantısallık hali‟ne sokacak anın yaratıcı gücüne yönelik olmalıdır‟ (Murray,2009,118-122).

.

Page 148: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

148

Batılı anlamda Türk resmine iki örnek: (Üstte) Ünlü edebiyatçı Bedri Rahmi Eyüboğlu‟nun Anadolu‟da bir köy kahvesinden esinlenerek 1966 yılında oluĢturduğu “Sarı Saz” adlı tual üzerine karıĢık teknik kompozisyon. (Altta) Günümüz ressamı Altan Çelem‟in 2003 yılında yaptığı “Topçu” adlı tual üzerine yağlıboya çalıĢma.

Page 149: ESTETİK ALANDA DEĞİŞİMLER VE BATI SANATI TARİHİNDEKİ

149

REFERANSLAR [Alıntılınan metinler ders notlarında (44. sayfadan itibaren) genellikle her paragrafın sonunda aĢağıdaki

numaralandırma ile belirtilmiĢtir.] 1- Sanat Yapıtı, Beatrice Lenoir, (Çev. Aykut Derman), 2003, YKY.

2- Estetik, Ġsmail Tunalı, 1989, Remzi Kitabevi.

3- Estetik ve Sanat Dersleri, M. Kagan, (Çev. Aziz ÇalıĢlar), 1993, Ġmge Kitabevi.

4- Sanat Nedir, Leo Tolstoy, (Çev. Baran Dural), 2004, Bilge Karınca Yay.

5- Estetik Doktrinler, Suut Kemal Yetkin, 1972, Bilgi Yayınları.

6- Estetik Notları, Prof. Dr. Mustafa Ergün (YayınlanmamıĢ bu notlar internet ortamından Eylül 2005”te alıntılanmıĢtır).

7- Estetik, AfĢar Timuçin, 2000, Bulut Yayınları.

8- Ġnsanca Pek Ġnsanca - I, Friedrich Nietzsche, (Çev. Cemal Atilla), 2004, Say.

9- Felsefe Sözlüğü, Güçlü, A. B.; Uzun, E.; Uzun, S.; UlaĢ, S. E.; Yolsal, U. H. (2002). Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları.

10- Felsefe Sözlüğü, Hançerlioglu, O. (1977). Istanbul: Remzi Kitabevi. AKAY Ali, Postmodernizm, Ġstanbul:L&M Yayınları, 2005 ANTMEN, Ahu, "20. Yüzyıl Batı Sanatında Akımlar", Sel Yayıncılık, 2. Basım, Ġstanbul, Nisan 2009.

BERGER John, Görme Biçimleri, 13. Basım, Çev: Yurdanur Salman, Ġstanbul: Metis Yayınları, 2007. Bourdieu Pierre (1993b) The Field of Cultural Production (der. Randal Johnson), Cambridge: Polity. BÜRGER Peter, Avangard Kuramı, Çev: Erol Özbek, ĠletiĢim Yayınları, Ġstanbul, 2004. DOĞAN Mehmet H., Tekrarın Tekrarı, Ġstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1999. ERGÜVEN Mehmet, Yoruma Doğru, Ġstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1992. ERSOY Ayla, Sanat Kavramlarına GiriĢ, Ġstanbul: Yorum Sanat Yayıncılık, 1995. FREELAND Cynthia, Sanat Kuramı, Çev: Fisun Demir, Dost Yayınları Kültür Kitaplığı:83, Ankara, 2008. ĠĠDERER Hakkı Engin, “Resmin Sonu”, Ankara: Ütopya Yayınevi, 2003. KUMAR Krishan, “Sanayi Sonrası Toplumdan Post-modern Topluma: ÇağdaĢ Dünyanın Yeni Kuramları”, Ankara: Dost Kitabevi, 2004. MURRAY Chris, Yirminci Yüzyılda Sanatı Okuyanlar, Çev: Suğra Öncü, Ġstanbul: Sel Yayıncılık, 2009. MÜLAYIM Selçuk, Sanat Tarihi Metodu, 2. Basım, Ġstanbul: Bilim Teknik Yayınevi, 1994. ÖZSEZGĠN Kaya, “Sanat EleĢtirisi ve GeliĢme Evreleri”, TÖMER Türkiye‟de EleĢtiri ve Deneme Sempozyumu, Ankara; TÖMER Yayınları, 2002 RIFAT Mehmet, YaklaĢımlarıyla EleĢtiri Kuramcıları, Ġstanbul: Sel Yayıncılık, 2008 SARTRE Jean-Paul, Estetik Üstüne Denemeler, 2. Baskı, Çev: Mehmet Yılmaz, Ankara: Doruk Yayınları, 2000 SARUP Madan, Post-Yapısalcılık ve Postmodernizm, 2. Baskı, Çev: Abdülbaki Güçlü, Ġstanbul: Bilim ve Sanat Yayınları, 2004 SEFEROĞLU Nurten, Sanat ve EleĢtiri, YayınlanmamıĢ Yüksek Lisans Tezi, EskiĢehir: Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2000 SONTAG Susan, Fotoğraf Üstüne, Çev:Reha Akçakaya, AltıkırkbeĢ Yayın, Ġstanbul, 2008 ġAYLAN Gencay, “ÇağdaĢ DüĢünce Akımları Postmodernizm”, Ankara: TODAġE Yayınları, 1996 TUNALI Ġsmail, Estetik, 11. Basım, Ġstanbul: Remzi Kitabevi, 2008a TUNALI Ġsmail, Felsefenin IĢığında Modern Resim,7. Basım, Ġstanbul: Remzi Kitabevi, 2008b TURANĠ Adnan, “Sanat Terimleri Sözlüğü”, Ġstanbul: Remzi Kitabevi, 2000 TURGUT Ġhsan, Sanat Felsefesi, Ġzmir: Karınca Matbaacılık, 1990 YILDIZOĞLU Engin, “Köpeğin Ahlakı”, Ġstanbul: Gri Yayınevi, 2005