fecr-i afak dergisi 5. sayı
DESCRIPTION
fb.com/fecriafakTRANSCRIPT
Takdim
‚Esselamu Aleyküm‛ diyerek başlıyoruz söze.
Sözün kıymetini bilerek… es-Selam olan Rabbimi-
zin ismiyle…
Yarınki Türkiye ve Medeniyet üzerine çok sayıda
fikir beyan edildi. Birazdan okuyacaklarınız sa-
dece bu deryadan bir katre… Fakat bu deryanın
ifade ettiği yegane hakikat, ‚durdurulmuş olan
medeniyetimizin‛ tekrar ayağa kalkması ve pran-
gaları kırılmasıdır.
Belki de Mekke’den Medine’ye tekrar hicret et-
memiz, dünyanın saltanatından kalbimizin ulvi
derinliklerine dönmemiz ve Maveraünnehir’den
tekrar yola çıkmamız gerekliydi. Medeniyetimiz,
iki kanadı koparılmış bir kuş gibi uçamaz hal-
deydi ve şüphesiz biz kendimize zulmettiğimiz
için bu hal ile hallenmiştik.
Tıpkı kış mevsimi gibi bütün canlılık ve toprak,
bir sükûnete bürünmüştü. Baharı beklercesine…
Artık kanatsız olan kuş kanatlarını bulmuş,
durdurulmuş medeniyetimiz yeniden yürümeye baş-
lamıştır.
Nurettin Topçu hocamız nasıl diyordu:
‚Neslimizin duygu ve ideal sahasında sahipsiz
bırakılmış çocuklarını bir bayrak altında bir-
leşmeye davet ediyoruz.‛
Duamız odur ki, Ayasofya Camii’nde bütün ümmet
tek bir secdede buluşalım. Kitap ve Sünnete olan
bağlılığımız daha da kuvvetlensin ve muhabbeti-
miz daim olsun.
Fi emanillah…
#Hak #Tevhid #İlim #İrfan
#akıl #Hikmet #İnsan #Amel
#Adl #Ahlak #Ümran #İslam
“Yarınki Türkiye’nin
kurucuları, yaşama zevkini
bırakıp yaşatma aşkına
gönül verecek, sabırlı ve
azimli, lakin gösterişsiz
ve nümayişsiz çalışan, ruh
cephesinin maden işçileri
olacaklardır. Bu ruh
amelesinin ilk ve esaslı
işi, insan yetiştirmektir.”
Nurettin Topçu
[KIŞ] 2015 ٦٣٤١ │ SAYI:5
İmtiyaz Sahi
bi
Enes KARADEM
İR
Genel Yayın
Yönetmeni
Hamza KAPLAN
Yazı İşleri
Samet TEMİR
Yayın Türü
Yerel Süreli
İletişim Adr
esimiz
afakdergi-
om
E-Dergimizi
Okumak
İçin
www.issuu.co
m/muhal
Web Adresimi
z
facebook.com
/
fecriafak
twitter.com/
fecriafak
Fecr-i Âfâk De
rgisi, hür
tefekkürün bir
kalesi-
dir. Kalesini
kiraya
verenlere çok
kızar.
Çayın dibini g
örmeden
bırakmaz. Bal
reklamla-
rını sevmez ve
muhabbe-
tin baldan tat
lı olduğu-
nu bilir.
Gökkubbede hoş
bir sada
bırakabilirsek
ne mutlu
bize…
Hakikat
Medeniyetinin
Surları Abdürrahim Güner
Dünya; tarih boyunca farklı medeniyetlerin etkisi
altında kalmış, altı asır boyunca ise Osmanlı Dev-
leti yani İslam medeniyeti ışığında huzura kavuş-
muştur. İslam medeniyeti ve son yüzyılda etkisini
gösteren Batı medeniyetini, dünya üzerinde yaşanan
karışıklıklar ve çatışmalar açısından mukayese ede-
cek olursak, ecdadımızın medeniyet değerlerinin,
Batı medeniyetine göre çok önde olduğunu daha net
anlamaktayız. Batı medeniyeti, bilim ve tekniğini
insanlara bir zulüm aracı olarak uygulamış, kendi
geleceği için dünyanın farklı kesimlerindeki coğ-
rafyaları soygununa uğratmıştır. Buradan hareketle
son yüzyılda sürekli karışıklıklar içinde çırpınan
insanlığın bir medeniyet krizi ile karşı karşıya
kaldığı sonucuna kolaylıkla varmamız mümkün.
Osmanlı Devleti’nin çöküş dönemi ile Batı Medeniye-
ti’nin bilim ve teknik açıdan üstünlüğünün daha net
olarak öne çıktığı son yüzyılda esas tartışma bir
medeniyet fikri üzerinden olan tartışmadır. Bu dö-
nemde; ‚Biz yenilmiş bir
medeniyetin evlatlarıyız.
Bu yüzden Batı’yı körü
körüne taklit etmekten
başka çaremiz yok. Yenil-
gimizin sebebi ise; bizim
medeniyetimizdir, değer-
lerimizdir, Müslümanlığı-
mızdır.” diyen Batıcı
elitin karşısında duran
bazı münevverlerimiz de;
‚Hayır; yanılıyorsunuz.
Osmanlı’nın yeniden yükselişinin yolu; medeniyeti-
ne, değerlerine, inancına yeniden dönmesidir.”
diyerek bu çerçevede siyasi fikirlerini oluşturmuş-
lardır. Bu düşüncelerin temelinde “İslam terakkiye
mani midir değil midir?” sorusu yatıyordu. Bu dö-
nemden başlatarak Cumhuriyet’in ilk yıllarından
itibaren günümüze kadar gelen süreçte, “İslam te-
rakkiye mani değildir.” düşüncesi etrafında fikir-
lerini oluşturan birçok münevver olmakla birlikte,
isimlerini zikretmemiz ve dergimizin sonraki sayı-
larında ayrı ayrı irdeleyeceğimiz şahsiyetler; me-
deniyetimize açtıkları ufuklar açısından önemlidir.
Buradan itibaren bu isimlerin en önemlilerini ifade
etmeye çalışacağız.
İlk olarak irdeleyeceğimiz Şehbenderzâde Filibeli
Ahmet Hilmi, fikirlerini İslam Felsefesi ve Medeni-
yetini İhya tezi üzerinde dile getirmiştir. Onun
ifade ettiği “Bir Fransız gibi giyinen, bir İngiliz
gibi gezinen, bir İtalyan gibi şarkı söyleyenimiz
var; fakat bir zırhlı mühendisimiz bir fabrika ku-
cak adamımız yok.” düşüncesi medeniyet sorunlarımı-
zın tespiti açısından önemlidir.
Sait Halim Paşa ise; Siyaset Teorisi ve Siyaset
Sosyolojisi üzerine fikir-
lerini dile getirmiş; mede-
niyet değerlerimizi bu öl-
çüde değerlendirerek katkı
sağlamıştır.
İstiklal Şairimiz Mehmet
Akif Bey ise; Siyasi Viz-
yon, İdeolojik Misyon ala-
nında fikirlerini dile ge-
tirmiştir ki; onun ifade
ettiği çıkış yolu Asım’ın
Nesli’dir. Asım’ın Nesli
bir gelecek, bir umut ve bu ülkeyi kendi değerleri
üzerinde yeniden ayağa kaldıracak bir nesildir.
Dergimizin sloganını da Asım’ın Nesli’ne bir ilham
kaynağı olarak “Gelecek, boyun eğecek Asım’ın Nes-
‚Tanzimat’tan bu yana hazır
elbiseye meraklıyız, hazır
elbise hazır medeniyete…
Tefekkür kılıçla fethedilmez,
bir parça kendi kafamızla
düşünmek ne kadar güç.‛
line.” biçiminde ifade ettik ki; isabetli bir ka-
rar verdiğimiz kanaatindeyim.
Diğer bir isim Hüseyin Avni ULAŞ ise; Cumhuriyeti-
mizin ilk ve en köklü demokratlarından birisidir.
O da fikirlerini elitler ile millet zıtlaşmasından
yola çıkarak; Millet Egemenliği, Hukukun Üstünlü-
ğü, Adalet ve Hürriyetin Tesisi hususunda ifade
getirmiştir.
Ali Fuat BAŞGİL hoca ise; bir çok eser yazmış, bu
eserlerinde; demokrasinin bir sandık meselesi de-
ğil, zihniyet meselesi olduğunu, fert ve cemiyetçe
demokrasi zihniyetini benimsememiş memleketlerde
bu rejimin yerleşip kökleşemeyeceğini, Cumhuriyet
tarihi başından beri tartışma konusu olan laiklik
meselesini ve buna dair eleştirilerini ifade eder-
ken, bunun yanında demokrasi, fikir hürriyeti, in-
san hakları ve anayasa meselesini irdeleyerek me-
deniyetimize ciddi katkılar sağlamış bir şahsiyet-
tir.
Bu isimlerden sonra; Anadolucu, halkçı bir siyaset
çizgisi üzerinde düşüncelerini ortaya koyan Kemal
TAHİR ise; “Osmanlı toplumunun sadece var olması
bile Batılı soyguna direniştir. Bu direniş yalnız-
ca Osmanlı toplumunun değil bir bakıma soyulan bü-
tün bir Doğunun direnişidir.” diyerek bu çerçevede
medeniyet tasavvurumuza katkı sağlamıştır.
Nurettin TOPÇU da Ana-
dolucu, halkçı bir an-
layış çerçevesinde fi-
kirlerini dile getiren
diğer bir mütefekkiri-
mizdir. O; “Cihadımız
fikir ve ruh cephesin-
de, ahlak ve iman cep-
hesinde yapılacak ve
yarınki Türkiye, Ana-
dolu’nun toprağından
kaynaklanan bir kan, cemaat için harcanan emek,
bin yıllık bir tarih, otoriteli bir devlet, edebi
olduğuna inanmış bir ruh temelleri üzerinde kuru-
lacaktır.” sözleri ile özellikle medeniyetimizin
en önemli yapı taşlarından ruh üzerinde durmuştur.
Bu noktadan sonra biraz daha ileriye götürecek
olursak millete ve medeniyete dayalı tefekkür an-
lamında isimlerini saymamız gereken önemli düşü-
nürlerimizden; Necip Fazıl, Sezai KARAKOÇ ve Cemil
MERİÇ de çizgimizi belirlemiş önemli münevverler-
dendir.
Bu isimlerden Necip Fazıl, fikirlerini Büyük Doğu
ismiyle idealize ettiği düşünce hareketi çerçeve-
sinde ifade etmiştir. Ona göre; Batı; aklı ve mad-
deyi temsil ederken Doğu derinlik ve ruhun simge-
sidir. Büyük Doğu mefkûresinin temel prensipleri
de; ruhçuluk, keyfiyetçilik, şahsiyetçilik, ahlak-
çılık, milliyetçilik, sermaye ve mülkiyete tedbir-
cilik, cemiyetçilik, nizamcılık, müdahaleciliktir.
Bu ilkeler ışığında Büyük Doğu’yu Türkiye merkez-
li, Bütün İslam dünyasını kucaklayan ve beslenme
kaynağı İslam olan bir mefkûre olarak görmek müm-
kündür.
Yine bu isimler arasında Sezai KARAKOÇ, daha ev-
rensel düşünen ve bu medeniyet çıkışını isim ola-
rak da daha net yapan bir mütefekkirimizdir.
Ona göre çıkış yolu; Batılılaşmış mefkûrelerin de-
ğiştirilmesi ve yerini evrensel ölçekte doğrulara
bırakmasıdır. O; ‚Kuşatılmış durumdayız. Kendi
kavramlarımızı bile yabancı kavramlarla tanımlıyo-
ruz. Hayat anlayışımızı yabancı kavramlarla ifade
ediyoruz. Oysa biz, büyük bir medeniyet ve kültür
ocağıyız. Bizim kavramlarımız, düşünüş biçimimiz,
hayat algılayışımız, sevgimiz ve öfkemiz bize öz-
güdür. Onun için bulunduğumuz yerde bir bulamaca
dönüşmüş olanı yaşamak bizim için bir çözüm değil-
dir.” diyerek bizlere içinde bulunduğumuz buhran-
dan çıkış yolunu ifade etmiştir. Bunun yanında
Mehmet Akif’te Asım’ın Nesli olarak ete kemiğe bü-
rünen ideal kurtuluş düşüncesi Sezai KARAKOÇ’ta
Diriliş Nesli
olarak karşımıza
çıkmaktadır. Onun
için diriliş; bir
medeniyet tasav-
vurudur. İslam
Medeniyetinin o
eski ihtişamına,
büyüklüğüne, ada-
let ve hikmet
yurdu bir coğraf-
yaya dönüşmesinin anahtar kavramıdır diriliş…
Cemil MERİÇ’in ise; “Tanzimat’tan bu yana hazır
elbiseye meraklıyız, hazır elbise hazır medeniye-
te… Tefekkür kılıçla fethedilmez, bir parça kendi
kafamızla düşünmek ne kadar güç.‛ İfadelerinden de
anlayabileceğimiz üzere medeniyet değerlerimizden
kopuşun en ciddi eleştirilerini yapan bir medeni-
yet mimarıdır. Onun eleştirileri; yıllarca en çe-
likleşmiş kalemiz olan tefekkürün surlarında pat-
layan topların, bizlerde sebep olduğu kaçış ile
başkalarına sığınma talebinde bulunuşumuzun eleş-
tirisidir.
Hakikatlere dair bir medeniyetin en önemli haber-
cileri hakkında, eserleri ve söylediklerinden yola
çıkarak genel bir çerçeve çizmeye çalıştık. Mese-
lemiz; hakikatlere özlem duyan bir milletin çocuk-
ları olarak medeniyet binasında birkaç kum tanesi
olabilmek…
‚Medeniyetimizin yeniden inşası için sözü ve çabası olan herkes
bunun canlı tanığıdır‛
‚Yıllarca en çelikleşmiş kalemiz olan
tefekkürün surlarında patlayan
topların, bizlerde sebep olduğu
kaçış ile başkalarına sığınma
talebinde bulunuşumuzun eleştirisidir‛
Yarınki Türkiye
Enes Karademir
‚Asrımızın Hareket Adamları‛ndan olan Nurettin
Topçu, son devrin nev’i şahsına münhasır bir
münevveridir. Fikirleri itibariyle ruh cephe-
sindeki hareket idealini şuurlara nakış nakış
işlemiş, Anadolu’yu mayalayanlardan biri ol-
muştur. Yaşadığı zaman dilimindeki buhranlara
çözüm yolları sunması ve ‚yeniden diriliş‛ in
meşalelerini ateşlemesiyle sınırların ötesinde
bir ufku olduğunu yakinen hissettirmiştir.
Milletin meselelerine hiçbir zaman duyarsız
kalmamıştır. Fakat bazı imkânsızlıklar ve in-
sanların onu anlaşılamamakla suçlaması trajik-
tir. Suçlayanların aksine, yayınladığı dekla-
rasyon niteliğindeki eserleri ve medeniyetimi-
zin dirilişini tasavvur etmesi dahi onun bu
toprakların evladı olduğuna işarettir. Bu id-
eal çerçevesinde yaşamış ve daima bunu savuna-
rak gönülleri fethetmiştir. Zaten ona göre
büyük fetih, ruhların fethidir. Nurettin Top-
çu’nun uzun yazarlık hayatı içinde en çok yazı
yazdığı yayın organı kurucusu olduğu Hareket
Dergisi’dir. ‚Yarınki Türkiye‛ isimli eseri,
derlenen yazı ve konuşmalarından meydana gel-
miştir. Başta İsmail Kara hocamız olmak üzere
Ezel Erverdi hocamıza ve kitabın yayınlanma-
sında emeği geçen tüm kardeşlerimize müteşek-
kiriz.
‚Yarınki Türkiye’nin kurucuları, yaşama zevki-
ni bırakıp yaşatma aşkına gönül verecek, sa-
bırlı ve azimli, lakin gösterişsiz ve nümayiş-
siz çalışan, ruh cephesinin maden işçileri
olacaklardır. Bu ruh amelesinin ilk ve esaslı
işi, insan yetiştirmektir.‛
Nurettin Topçu esas itibariyle ruh cephesinde-
ki asıl mücadeleye dikkatleri çekmiştir. Bu
cephedeki önemli hareket ise insan yetiştirme
olgusudur. Akabinde insan davranışlarındaki
değeri ortaya koyacak olan ‚hareket ahlakı‛
teorisini savunmuştur. Ruh ve zihin dünyasında
hantallaştırılan, atalete düşürülen Anadolu
evlatlarını münasip bir lisan ile ikaz etmiş-
tir.
‚Anadolu’nun Kurtuluş Savaşı, ruh cephesinde
henüz yapılmadı.‛
‚Anadolu’nun helal sütle büyümüş çocuğuna,
‚Helalin haramın aslı yokmuş‛ dedirten felake-
ti nasıl unuttuk?‛
‚Dünyayı karanlık gören gençler kendi içlerin-
deki karanlığı yok etmeye çalışsınlar. Çünkü
hayatımızın karanlık oluşu, içimizin karanlık
oluşunun sonucudur.‛
Nurettin Topçu kitabın ilerleyen sayfalarında
bir hakikatten daha bahseder. Rönesans… Yani
yeniden doğuş, diriliş… ‚Rönesans’ımızın ilk
ve ana kaynağı Kur’an olacaktır‛ diyerek ölme-
den önce ölen ümmete dirilmeden önce dirilin
mesajını Kur’an’ı merkez alarak veriyordu.
Aslında sözünü ettiği diriliş ‚Her dem yeniden
doğarız bizden kim
usanası‛ diyen Yunus
Emre’nin kastettiği
yeniden doğuş vurgusu
muydu? Nurettin Topçu
bunu 3 basamakta for-
müle etmiştir.
‚Birinci basamak: İl-
kin bir ilahi hareke-
te başlangıç olacak
aşkın, yepyeni bir
neşvenin doğması la-
zımdır. Zira onsuz
hiçbir ruh hareketi
yapılamaz.
İkinci Basamak: Aşkı-
mız kanatlandı. Kendimizi ve gözle görülen
vehimlerin dışında, ancak aklın ulaşabileceği
kâinatımızı arıyoruz.
Üçüncü basamak: Hür düşünüşe ulaşmaktır. Bili-
yoruz ki hürriyetimizin düşmanı olan kuvvetler
hem dışımızda hem içimizdedir.‛
Sağlam bir dirilişin olmasını, bir vecibe gibi
gören Nurettin Topçu, ‚Hareket‛inden ne anla-
mamız gerektiğini de detaylı şekilde açıkla-
maktadır. ‚Bizim hareketimiz mesuliyet hareke-
tidir. Davamız hayata uymak değil, hayatımızı
hakka uydurmaktır. Bizi Allah’a götürecek olan
irademizin iktidarı isyan halinde ifadesini
bulucudur. Hayatımızın içinde hayat yokluğuna,
ruhumuzda aşkın yokluğuna, vicdanlarımızda
mesuliyetin yokluğuna isyan; merkezi, mihrakı,
meşalesi aşk ve iman olan ve aydınlığın sahası
içindeki nesle ilim, sanat, ahlak ve felsefe
yolları açacak olan yaratıcı isyan. Alparslan-
ların, Nizmülmülklerin, Yıldırımlarla Mehmet
Akiflerin ruhaniyetleri üzerinde barınacak
olan isyanımız ruhlarda bir Rönesans başlangı-
cıdır. Her asrın fütühatı vardır. Batı’da 15.
asır keşiflerin, 16. asır Rönesans’ın, 17.
asır metot zihniyetinin, 18. asır inkılabın
fütuhatını terennüm etmişti. Dünya tarihinin
istikametini değiştiren atalarımızı ruh ve ah-
lak sahasındaki nice nice fetihlerinden 500
sen sonra 20. asrın ortasında biz yeni fetih-
ler yapmak azmindeyiz. İlim ve ahlak, hak ve
adalet uğrunda girişeceğimiz bu cihad için,
neslimizin duygu ve ideal sahasında sahipsiz
bırakılmış çocuklarını bir bayrak altında bir-
leşmeye davet ediyoruz.‛
İdealsizleşen, körelen bir nesle en bariz ifa-
delerle sahip çıkmak her mütefekkirin harcı
olmasa gerek. Nesle sahip çıkmanın geleceğe
sahip çıkmakla eşdeğer olduğu aşikâr bir durum
malum. Biraz daha izahat gerekirse, Yarınki
Türkiye için en temel mesele nesillerin dil,
tarih, ahlak ve iman noktasındaki emanetini
kayba uğratmadan gelecek nesillere aktarması-
dır. Bu milletin selametini istemeyen odaklar,
saldıracaklarında ilk bu emanetlere hücum et-
meleri tesadüfi değil. Bunları kaybetmemiz bi-
zim mankurtlaşmamızdır, Cengiz Aytmatov’un de-
diği gibi.
Nurettin Topçu batılılaşma üzerinde de oldukça
önemli tespitler yapmıştır. Batı medeniyetinin
hiçbir zaman bizim için çare ve model olamaya-
cağını, kendi özümüze dönerek büyük işler ba-
şarabileceğimizi, Batı taklitçiliğinin kötü
sonuçları olacağını ifade etmiştir. Bunlar bir
anlamda uyarı mahiyetinde tespitlerdir. ‚Ne
sebepten memleketimizde bir buçuk asırdır
‚Garp! Garp!‛ diye çın çın öten sesler bir
türlü susmuyor. Bunun sebebi Batı medeniyeti-
nin üstün oluşundan ziyade bizde Batı karşı-
sında aşağılık duygusu yaratan tesirlerde ara-
malıyız. Bu tesirler, Ziya Gökalp’e ‚Garp Me-
deniyetindenim‛ dedirten şaşkınlığı yaratmış-
tı. Bizde millet fikrinin Avrupa fikriyle son
ve kati vedalaşma zamanı artık gelmiştir.‛
Nurettin Topçu, kendi yaşadığı devirde bazı
sebeplerden dolayı pek anlaşılmamıştır. Maziye
körü körüne bağlanmayı yani gericiliği reddet-
miştir. Ama maziyi yok saymamış, tarihimizden
aldığımız ilhamlarla yeni şeyler başarabilece-
ğimizi savunmuştur. Yahya Kemal’in söylediği
‚Ne harabîyim ne harabatîyim/ Kökü mazide olan
âtîyim‛ ifadesini farklı formlarda geliştir-
miştir. ‚Mazisinden ilham almayan ve kültürünü
yoğuracak kuvvete sahip olmayan millet, insan-
lığın büyük hareketlerine de uzanamıyor. Bir
değil kırk tane klasik serisi tercüme edilip
her okulda her sınıfta okutulsa, hepsinden bir
dünya görüşü, ruh için bir iman sistemi çıka-
rılamaz.‛
Nurettin Topçu davasını ruh mücahedesiyle
taçlandırmıştır. ‚Adil insan, istismar etmeyen
ve istismar edilmeyen insandır; zorbalığa kar-
şı gelen insandır, hakikati kuvvet yapan in-
sandır. Ancak bu insan, hareket ahlakının sa-
mimi sahibidir. Cihadımız fikir ve ruh cephe-
sinde, ahlak ve iman cephesinde yapılacaktır.
Bunu yapacak olanlar bütün memleket değil,
neslin hassa askerleridir.‛
‚Ruh Cephesindeki Medeniyet Değişiminin Hakiki
Savaşı‛nda birçok engellerden bahsedilmektedir
ilerleyen sayfalarda. Fakat Nurettin Topçu,
çözüm yolu sunmayı da ihmal etmemiştir. ‚Zorlu
hareket, irademizi çürüten tazyik, çok kere
hiç farkında olmadan benliğimize nüfuz ediyor
ve bizi de kazanıyor. O halde evvela kendi
varlığımıza, kendimize karşı cihad açmak, biz-
de bizi harap edecek unsuru ele geçirmek gere-
kiyor. Sizde sizin olan unsur kalmamalıdır.‛
Nurettin Topçu’nun hayalindeki Rönesans yani
‚Yeniden Doğuş‛, hikmet prensibine dayanmakta-
dır. Çin’de olduğu kadar İtalya’da, Yunan’da
ve bunlardan daha fazla olması itibariyle İs-
lam’da hakim olan prensibin ‚hikmet prensibi‛
olduğunu dile getirmektedir. Ve nefis bir ta-
nımlama: ‚Hikmet, aklın ebedi olan aydınlığıy-
la aydınlanan hayatın yine aklın yanılmaz öl-
çülmesiyle ölçülmesi; hareketlerimize aklın
kaideler koymasıdır.‛ Bu minvalde düşünceleri-
ni yoğuran Nurettin Topçu, kendi zamanından
gelecek zamanlara fikir bazında sıçrayış yapa-
rak ruhlara etki etmiştir.
Belki de gelecek zamanlar, Nurettin Topçu’nun
daha anlaşılabilir olmasını sağlayacak ve onu
haklı çıkaracak. İşte o zaman ruh cephesindeki
mücadelede üstadın fikir ışıklarına ihtiyacı-
mız olacak. Ve sözümüzü Nurettin Topçu’nun
ifadeleriyle bitirelim.
“Bütün ömrümüz ve belki de
hayatın değeri, son nefeste en
büyük aşkı yaşayacak bir benliği
kendimizde yaratmaya,
durmadan emek vermekten ibaret
olmalıdır.”
Batı Batı Diyerek
Batıyor muyuz
Yoksa? Hamza Kaplan
Bir yanda; ‚İlim müminin yitik malıdır, nerede
bulursa alır‛ diyen bir medeniyet, diğer yanda;
‚Dünya dönüyor‛ dediği için bilim adamına ölüm
hükmü vermeyi meziyet addeden çağ ve insanlık
dışı bir medeniyet düşmanlığı.
İslam mütefekkiri her şeyden evvel zaman ve
hadise üzerinde tam bir egemenliğe malik ve
toplumunu bu minval üzerinde yol göstermekle
mükellef olun muazzez kişidir.
‚İlim Çin’de de olsa alınız‛ diyen bir Peygam-
ber medeniyetinden ve medeniyetin kalbi ve ruhu
olan İslam’dan bahsediyoruz. Ne kuru kuruya bir
öfkeye, ne de fikrini ithal eden üçüncü sınıf
mukallid muharririn bayağı ve mesnetsiz fikir-
lerine ihtiyacımız var. Bu iki zümrede bizden
uzak ve beridir. Bize özünü hakikatlerden alan,
ebed gerçekler karşısında, bu hakikatlerin sa-
hibine karşı ‘hiç içinde hiç’ olduğunu bütün
hücrelerinde hissedip ve yegâne görevinin ‘hep
içinde hepi’ bulmak ve aramak olduğunu bilen
âli şahsiyet, bizce en aziz ve sönmesi mümteni
bir medeniyet meşalesidir.
Medeniyet her şeyden evvel Allah’a kul olabil-
mektir. Nasıl mı? Allah’a boyun eğen bu baş,
Allah’tan başka hiçbir şahıs, hiçbir oluşum,
hiçbir kuvvet ve hiçbir zümreye boyun eğmez
diyerek ve başlı başına insanı tefekküre ve
medeniyet inşasına davet eden bir Kuran’dan ve
Peygamberden bahsediyoruz! Bütün mesele anlaya-
bilmekte.
Müminin başlı başına görevlerinden biride in-
sanlığa hizmettir. Hakka hizmet, insanlığa hiz-
mettir. İnsanlığa hizmet, medeniyete hizmettir.
Medeniyete hizmet çağ ve asırlara hizmettir.
Şimdi en büyük sorun şu: Medeniyet Batı’dan mı
doğdu? Garp adamı mı hizmet etti insanlığa?
İnsana insan olduğunu haykıran medeniyetin kökü
nerede, hangi oluşumun ruhunda gizli? Evet bu
soruların cevabı, güneşin doğudan doğduğu bil-
gisi kadar yakîndir (kesindir). Güneşin şarktan
(doğudan) doğuşu nasılsa medeniyetin doğuşu da;
bizim topraklarımızdan, bizim ecdadımızdan,
bizim peygamberimizden, bizim dinimizden doğmuş
ve insanlığın hizmetine sunulmuştur. Medeniyet
yüksek binalar dikip, modern silahlar üretmekle
değil, insanları ‚yaratandan ötürü‛ sevebilmek-
ledir. Herkese hakkını tam olarak verebilmekle-
dir. Peki Batı’mı üstün Doğu mu, yani onlar mı
biz mi? Bu tartışmaya girmek lüzumsuz ve boştur
fakat şunu çok deruni bir vaziyette idrak ve
izhar edebilmek gerekir ki: Batı, bizim yani
şarkın(doğunun) medeniyetini çok iyi anlamış,
tahkik ve tatbik etmiştir, maalesef ki bizim
kökümüzde olan bağlarımız kesilmeye çalışıldı-
ğından bu konuda eksikliklerimiz artmış ve geç-
mişin görkemli sarayını terk edip bugün elimiz-
de bulunan kulübeye mahkum edilmişiz. Bugünün
bakır sokaklarından mazimizin altın sokaklarına
dönme vakti geldi ve geçiyor bile. Garp ricali
(Batı adamı) bizim medeniyetimizi bize satıyor
fakat bundan dahi birçoğumuzun haberi bile yok!
Medeniyet silah gibidir, zalimin elinde olursa
insanları öldürür. İşte bugünkü Batı ekonomik
ve siyaseten üstün bir konumda olduğu için(ki
biz hiçbir zaman bunu kabul edemeyiz, yalnızca
bir varsayım olarak kabul edebiliriz bu üstün-
lüğü) elindeki medeniyet silahlarını! masum ve
mazlum insanlara doğrultmuş vaziyettedirler.
Bugün onlar özellikle İslam’a karşı büyük bir
çifte standart uygulayıp ve namütenahi bir hak-
sızlık ile milyonlarca masum insanı katletme
zavallılığını göstermişlerdir. Tarih bu kara
günleri onlara ebediyyen kara bir leke olarak
hatırlatacaktır. Sebepsiz yere bunca insanı
öldürmek, öz yurdunda parya durumuna düşürmek
zilletin en aşağı halidir. Ve bu insanlara aşık
olan sözde modern insanlara da onlardan daha
çok acımak gerek. Zira mazlumu katledene aşık
olmak izahatı muhal bir durumdur.
Yapılması gereken şey çok basit! Ey Genç Adam!
Ey İslam Gençliği! Özümüz olan İslam’la yeniden
çağlara haykırma vakti gelmiştir. Sizin kuraca-
ğınız medeniyet beşiğinde yeniden Fatih’ler
doğacak ve yeni İslambol’ler sizin attığınız
temelle özgürlüğüne kavuşacaktır.
İnsanlar Susmayınız Leyl ve nehar Allah deyiniz Medeniyet için…
Aslen Arapgirli bir Türkmen ailesinin, Mustafa
Neşet Efendi ile Fatma Saniye Hanım'ın çocuğu
olarak 1923 yılında İstanbul Göztepe'de doğdu.
Çocukluğu ve gençliği Osmanlı aydınlarının son
örneklerinin yoğun olarak yaşadığı Erenköy ve
Göztepe semtlerinde geçti. Yetişmesinde, Os-
manlıcaya hakimiyetinde, derin ve geniş tarih
bilgisinde, tasavvufla olan içiçeliğinde sa-
natçı ve edebiyatçı kişiliğinde, ailesinin ve
gençlik muhitinin büyük tesiri olmuştur. Hay-
darpaşa Lisesi'ni bitirdikten sonra İstanbul
Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde öğrenimini
sürdürdü ise de bir kaç dersi kalmasına rağmen
Fakülteden mezun olamadı. Askerlik görevini
Gelibolu'da adliye subayı olarak yaptıktan
sonra, 1950-55 yıllarında İstanbul'da çeşitli
okullarda Türk Dili ve Edebiyatı öğretmenliği
yaptı. 1955-63 yıllarında ise, İstanbul'da
Spor ve Sergi Sarayı Müdürlüğü görevinde bu-
lundu. 1959 yılında Dr. Emine Suzan Hanım ile
evlendi; Mehmet Ali ve Veli Selman isimlerinde
iki çocukları oldu. 1963-65 yıllarında, Alman-
ya'da serbest gazeteci olarak bulundu. Bir yıl
kadar Milli Eğitim Bakanlığı Özel kalem Müdürü
olarak çalıştıktan sonra 1966-70 yılları ara-
sında Türkiye Odalar Birliği Basın Müşavirliği
yaptı. Çok sayıda vakıf, dernek ve hayır kuru-
munda istişare
kurulu üyeliği,
yönetim kurulu
üyeliği gibi gö-
revlerde de bulu-
nan Fethi Gemuh-
luoğlu, son ola-
rak kuruluşunu
gerçekleştirdiği
ve sekiz yıl
(1970-1977) emek verdiği Türkpetrol Vakfı'nın
Genel Sekreterliği görevini sürdürürken, 5
Ekim 1977 tarihinde İstanbul'da vefat etti.
Kabri, İstanbul Göztepe'de Sahra-yı Cedid Me-
zarlığındadır.
Yakın tarihimize bir gönül ve hizmet adamı
olarak damgasını vuran Fethi Gemuhluoğlu, çok
partili siyasal hayata geçildikten sonra siya-
si fikir ve hareketlerin Türkiye'nin tarihi
geçmişi ve misyonuna uygun açılımlara yönelme-
sine gayret etti; mesela Kıbrıs ile ilgili
Türkiye'deki ilk siyasi dernek olan Kıbrıs'ı
Koruma Cemiyeti'nin (1950) kurucularından bi-
riydi ve genel sekreterliğini yürütmüştü.
1970'li yıllarda meydana gelen hükümet boşluk-
larında toparlayıcı kimliği ve parti liderleri
nezdindeki saygınlığı ile hükümet oluşumları
üzerinde etkili olan Fethi Gemuhluoğlu, siya-
setin hep içinde olmasına rağmen 'aktif' poli-
tikadan uzak durdu. 1950'li, 1960'lı ve
1970'li yıllarda aydınların yanı sıra siyasi
parti kadrolarıyla da şahsen temasta bulunan
Fethi Gemuhluoğlu, ideolojik söylemlerden sü-
rekli sakınan ve Türkiye'nin tarihi çizgisi
ile birikiminden kaynaklanan bir bakış açısını
gündeme getirdi. Ülkemizin kaynaklarını zen-
ginliğe dönüştürecek geniş ufuklu, erdemli ve
bilgili insanlara ihtiyaç olduğuna inanan ve
hayatını bu insanları ortaya çıkaracak şartla-
rı oluşturmaya adayan Fethi Gemuhluoğlu’nun,
özellikle Türkpetrol Vakfı vasıtasıyla yakın-
dan ilgilendiği yükseköğrenim gençlerine des-
tek olunmasını sağlamakla kalmadı, ayrıca ken-
dilerinde bilgi, zeka ve sanat pırıltısı gör-
düğü yüzlerce genci yetenekleri doğrultusunda
yüreklendirdi. Bir vakıf ve hizmet adamı ola-
rak Fethi Gemuhluoğlu'nun ömrünün sonuna kadar
sürdürdüğü bu çabalar akademik hayatın yanı
sıra günümüz düşünce, sanat ve kültür hayatı
üzerinde de etkili oldu.
Zarif bir İstanbul
Türkçesiyle yazan Fet-
hi Gemuhluoğlu'nun
kendi yazdıkları ile
vefatından sonra hak-
kında yazılanların bir
kısmı, Dostuk Üzerine
(İstanbul,1978) adlı
kitapta toplanmıştır.
Kendi yazılarıyla il-
gili olarak 1958 yılında yapılan bir röportaj-
da şöyle diyordu : ‚Yazılarıma gelince. Bunlar
bütün açıklığıyla meydanda. Günlük ve küçük
oyunların tamamıyla dışında memleket meselele-
ri. Cezayir için yazdık. Tunus için yazdık.
Keşmir ve Mısır için yazdık. Afrika uyanıyor,
dedik. Asya uyanıp silkinecektir diyoruz. Evet
Asya silkinecek ve Rusya'yı sırtından atacak-
tır. Devletler tek başlarına yaşayamıyorlar.
Devletler arasında da birlikler, paktlar, fe-
derasyonlar mevcut. Biz de, İslam'ın beynelmi-
leline ittibaen şark milletlerinin, Müslüman
halkların birlik ve beraberliklerine gitmeli-
Bu, ‘aah! Bugün alnı secdeli üç genç adam geldi… Türkiye’nin istikbalin-den eminim artık… Bu Anadolu tarla-sı, bu bitmeyen Osmanlı hasadı…’
diyen bir ruhun çığlığıdır.
Bir Medeniyet Habercisi :
Fethi Gemuhluoğlu Sadık Yalsızuçanlar
yiz. Dünyanın her yerindeki istiklâl hareket-
leri bizi sevindirir. Biz Gana devletinin is-
tiklâle kavuşmasını, sadece Altın Sahilleri
halkının müslüman olmaları dolayısıyla alkış-
lamamıştık. Bu küçük gazetede, son Macar ihti-
lali için de kalbî ve samimî hislerimizi dile
getirmeye çalıştığımı hatırlarsınız. İnancı-
mız, ‘İnsanlara hürriyet, milletlere istiklâl’
parolasında ifadesini bulabilir, zannederim.‛
İnsanları birbirine kaynaştırmanın, geçmişi
geleceğe bağlamanın, geleceğe umutla bakmanın,
insana karşılıksız hizmet etmenin en temel yo-
lunun sevgi ve dostluk olduğunu söyleyen ve
hayatında yaşayan Fethi Gemuhluoğlu'nun tarihi
konuşması Dostluk Üzerine (1975, 2001), Dost-
luğa Dair (1988) ve Gerçek Olan Aşktır (2000)
başlıklarıyla kitaplaştırılmıştır.
Birbirinden kopuk çevrelerin ortak bir aşk ve
hizmet zemininde buluşması yönünde yoğun çaba
harcayan Fethi Gemuhluoğlu, toplumu ve insan-
lığı bir bütün olarak ele alıp ayrım gözetme-
den herkese gönülden dostluk duyan ve karşı-
lıksız hizmet eden yaklaşımından kaynaklanan
birleştirici kişiliğiyle, sadece kendi nesli
için değil, sonraki nesiller için de örnek
şahsiyetlerden olmuştur.
Medeniyetimizin Yeniden İnşası
Fethi Gemuhluoğlu’nu bizim için asıl değerli
kılan şeyin, O’ndaki medeniyet perspektifi ve
ideali olduğu tartışılmazdır. Toynbee’nin de
belirttiği üzere, bizim son büyük medeniyeti-
miz, İslam medeniyetinin bir versiyonu olan
Osmanlı medeniyeti, fosilleşmiş, ölmüş, donmuş
değil; durdurulmuş bir medeniyettir. Gemuhlu-
oğlu bunun farkında idi. Dostluk üzerine yap-
tığı konuşmada, yazılarında ve sohbetlerinde
bunu sürekli vur-
gulamış, çabaları
da, medeniyetimi-
zin yeniden inşa-
sı yönünde olmuş-
tur. Bu bağlamda,
onun, sanatın bü-
tün alanlarına
ilgi duyması,
edebiyat, musiki,
mimari, resim,
sinema ve diğer iletişim ortamlarına dönük
kışkırtıcı düşünceleri, yönlendirme ve özen-
dirmeleri hep medeniyetimizin yeniden var kı-
lınması içindir.
Ankara’ya geldiğinde, Özdenören’in arkadaşla-
rına, ‘Rasim’i görürseniz söyleyin, roman yaz-
sın’ deyişi bundandır. Necip Fazıl’ın ifade-
siyle bu ‘fikir sakası’, biliyordu ki, medeni-
yetin zeminini oluşturan bilgelik damarı, ha-
yatın hemen bütün alanlarında kendini dile ge-
tirmedikçe, o muazzam yapı yeniden kurulamaz.
Gemuhluoğlu, sadece belli bir ‘kesim’e seslen-
miyor, medeniyetimizi ve geleneksel bilgeliği-
mizi oluşturan bütün unsurları, yapıları ve
kişileri kuşatıyordu. Bu anlamda Yaşar Ke-
mal’den Asaf Halet Çelebi’ye, Bedri Rahmi Eyü-
boğlu’ndan Genco Erkal’a, Cahit Zarifoğlu’ndan
Nuri Pakdil’e, Neyzen Tevfik’ten Cinuçen Tan-
rıkorur’a, bu toprakların her kıymetine ayrı
bir önem atfediyor, cem düzeyinden sesleniyor,
birliyor, derliyor, toparlıyor, toplumu topye-
kün bir kalkışmanın, bir dirilişin ve yeniden
varoluşun deveranına çekiyordu.
Cem düzeyi, birliği, dirliği, birleştirmeyi,
bir araya getirmeyi; ayrı ayrı, bireysel ve
kişisel seviyede beliren her şeyi toplamayı
öngörür.
Cem, birlik demektir ve bir araya getirir,
toplar. Gemuhluoğlu, baktığı her pencereden
ayrı bir resim gören, renkleri ayrı ayrı fark
edebilen, onların bir araya geldiğinde nasıl
bir ahenk oluşturabileceğini hisseden muazzam
bir bakışa, bir vizyona sahipti.
Geleneksel ve kadim bilgeliğimizin modernleşme
karşısında ne türden bir sorun yaşadığının
farkındaydı. Pörsüyen, eskiyen ve çürüyen yan-
larımızı temizlemenin, o soylu ve bereketli
gövdeyi yeniden aşılamanın derdindeydi. Nerede
kim varsa, hangi değer, nereye, nasıl gizlen-
mişse, hemen onun peşine düşüyor, oluşturduğu
burs havuzuna koşanları sarraf gibi tartıyor,
fark ettiği değeri güçlendirmek, parlatmak,
görünür kılmak, manevi bakımdan beslemek, ül-
keyi ve dünyayı kavrama, soru(n)ları belirleme
ve muhtemel çözüm yollarını araştırma cehdine
koyulma yönünde ölümcül bir çaba ile koşuştu-
ruyordu.
Kısa fakat bereketli ömrüne sığanlara bakıla-
cak olursa, Gemuhluoğlu’nun, bir irfan ve aşk
adamı olarak, ülkesinin ve dünyanın geleceğine
yönelik umutlarının ve
öngörülerinin ne kadar
büyük ve bu büyüklüğün
gerektirdiği çabaların
ise ne denli yorucu ol-
duğu görülecektir.
Gemuhluoğlu, şehirli
insan tipinin yeniden
ortaya çıkması için de
çok çaba sarfetmiştir.
Bir ülkeyi çekip çevi-
renlerin, kültürel ve siyasal seçkinler oldu-
ğunu biliyordu. Bu seçkinlerin yetişmesi için
aşk ve şevkle çalıştı.
Sadakaların en büyüğü, insanın bizatihi kendi-
ni tasadduk etmesidir.
Gemuhluoğlu, kendini adamış bir kahramandı.
Nuri Pakdil’in Bağlanma’sında bu, içerden bir
dille, adım adım anlatılmıştır.
Kendisiyle temas kuran, kendisinin doğrudan
veya dolaylı temas kurduğu her seçkinde Gemuh-
luoğlu’nun aziz bir hatırası, bir izi, bir
katkısı ve hakkı vardır.
İnsanları güzelliğe, iyiliğe ve gerçekliğe yö-
nelten bir uyarısı vardır.
Gemuhluoğlu’nun, bir irfan ve aşk adamı olarak, ülkesinin ve dünyanın geleceğine yönelik umutlarının ve öngörülerinin ne kadar büyük ve bu büyüklüğün gerektirdiği çabaların
ise ne denli yorucu olduğu görülecektir.
O, kelimenin tam anlamıyla bir hakikat nidacı-
sı, bir gerçeklik uyarıcısıdır.
Bu ayrı ayrı ve kesintisiz çabaları, medeniye-
timizin yeniden canlanması ve inşası amacına
yöneliktir.
Modernleşme süreçlerinin ürettiği soru(n)lara
cevap verebilme iktidarına sahip seçkinler ma-
rifetiyle bu inşanın gerçekleşeceğini çok iyi
biliyordu.
Oğuz Atay’ın ‘kapıkulu’ diye nitelediği, Sabri
Ülgener, İdris Küçükömer, Mümtaz Turhan ve
Erol Güngör gibi sosyal bilimcilerin zihniyet
bağlamında eleştirdiği devşirme elitlerin ‘bu
ülke’yi, modernleşme sürecinde ne türden bir
uçuruma sürüklemiş olduklarını görmüştü. Ko-
nuşmasında böylesi seçkinleri çözümlerken şöy-
le diyordu : ‚(…)Bu Osmanoğlu’na çok ihanet
edilmiş. Âl-i Osman yerine Âl-i Midhat kurmak
istemişler. Niye Al-i Midhat olma-sın? demiş.
Âl-i Midhat olsun, diyen Rumelihisarı’ndan bir
misyonun, hem de bir Bektaşi tekkesi top-
rağından, ama Türklerin girdiği yerden şehre
gir-mesini istemiş, bayrağa haç koymuş. (…)
Büyük Reşit Paşa’dan, Âl-i Mithat’ı yap-mak
isteyen Mithat Paşa’dan Karbonari cemiyetleri-
nin ilk nizamnamelerini tercüme eden Ziya Pa-
şa’dan, oğlu Ali Ethem beyi sünnet ettirirken
Cennetmekân Abdülhamid Hân’dan, Hân-ı
Mahlû’dan atıyye tale-binde bulunan, hürriyet
kahramanı zannedilen, hâlâ mekteblerin, Edebi-
yat Fakülteleri’nin hocaları bura-da, Edebiyat
Fakülteleri’nin resmî devlet şairi olan Namık
Kemal ve Fikret’i şimdi anlatmak isterim size,
Fikret’ten Bülent Ecevit’e kadar olan zevatı,
vezât-ı kiram demiyorum, zevatı, zevât-ı
menhûse de demi-yorum, süfli yoktur, onlar da
küfür vazi-
felerini yap
-mışlardır,
bilemezseniz
tarihe de
dost olamaz-
sınız. Ali
Suavi kendi-
sine, yanı-
na, koynuna
verilen ka-
dın-la birlikte ajandır. Prens Sebahattin Er-
meni komita-cıları ile Paris toplantıları ya-
pan, prens olmayan ama bir prensesin çocuğu
olan, bir sultanın çocuğu olan, yani eski Türk
ahlâkına göre, töresine göre yabgu ancak olan
ama kendisini prens olarak takdim eden Prens
Sebahattin’in yani siyans sosyali getir-mek
isteyen Prens Sebahattin’in de Katolik kilise-
si-nin ajanı olduğuna ait vesikalar vardır.
Katolik Kilisesi’nden maaş almıştır. Eski Jön
Türklerle bugünkü yeni Jön Türklerin arasında
ihanet bakımından çok büyük bir fark olduğunu
zannetmiyorum. Tarihe dost olunamadığı için,
tarihe dost olamadığımız için, tarihe dost
olacak kadar ciddî bir ilim ile ilimlenmediği-
miz için, talib olmadığımız için ilme ve irfa-
na, ta-rihe de tarih fikrine de dost değiliz.
(…)‛ Bu ağır eleştiri, Osmanlı’nın nasıl
‘durdurulduğu’na ilişkin bir belirlemeden son-
ra gelir.
Gemuhluoğlu, Osmanlı’ya, kutsal ödevin Allah
tarafından verilmiş olduğunu, bu görevin ancak
O’nun tarafından kaldırabileceğini söyler. Bu-
na ilişkin bir belirtinin de olmadığını ekler.
Osmanlı medeniyeti nasıl gerek kendi iç şart-
ları, gerekse iç şartları ile dünya şartları
arasındaki uyumsuzluklar sonucu yavaşlamış ve
durmuşsa, aynı şekilde yepyeni bir ruh hamle-
siyle yeniden hareketlenecektir.
Bunu sağlayacak olanlar ise, Gemuhluoğlu’nun,
özü mayalansın diye çaba gösterdiği ve ‘yol
evladı’ olarak nitelediği ‘yeni aydın’lardır.
O’nun tarifi ile bu yeni seçkinler ancak Ana-
dolu’yu yüzyıllardır mayalamakta olan ve Kamil
İnsan’ın gönlünden gelen ‘kelam’dır.
Fethi Gemuhluoğlu, ‚ (…) İnsanlar hâl-i cima-
dan doğmu-yorlar. İnsanları gönül döllüyor,
gönül çocukları onun için ayrı oluyor. Ve gö-
nül çocuklarının çoğu onun için ‚yol evlâdı‛
oluyor, ‚bel evlâdı‛ olmuyor. Ta-savvufta ‚yol
oğlu‛ olmak, ‚bel oğlu‛ olmaktan ‚yol evlâdı‛
olmak, ‚bel evlâdı‛ olmaktan onun için mukad-
demdir. (…)‛ derken, bize, Anadolu’da kelam
içinde mayalanan gönül erlerini kasteder.
Merkezde yetkin insanın olduğu, onun pek çok
niteliğinin filizlendiği diğer erenlerle bir-
likte bir ‘gönül erleri medeniyeti’ni ima
eder.
Yola girmek, yolda olmak ve yolun esaslarıyla
donanmış bir halde bulunmak, özü itibariyle,
ilhamını ‘cümle var-
lığın birliği ve
kardeşliği’ ilkesin-
den alır. Bu kozmik
birlik ilkesi, ‘yol
evladı’ olmayı öngö-
rür. ‘Cümle varlık-
tan geçen ve yoklu-
ğa, hiçliğe kanat
açan’ bu yolcuların
okuması, öğrenmesi,
donanması için takatinin üstünde bir gayretle
koşuşturmuştur Gemuhluoğlu.
Onlar, yeni medeniyetimizin inşasını omuzlaya-
cak olanlardır.
Zamanın Sahibi’nin yağmura benzeyen hizmetçi-
leridir.
Lale Müldür’ün deyişiyle, ‘toprağa düşünce mı-
sır, denize düşünce inci olan’lardır.
Medeniyeti oluşturan unsurların her birinde,
edebiyatta, müzikte, sinemada, resimde, ebru-
da, tezhipte, mimaride, tekniğe ilişkin alan-
larda, bilgelikle beslenerek varlık gösterecek
olan öncülerdir.
Gemuhluoğlu, böylesi bir kuşağın gürbüzleşme-
Umulur ki, durdurulmuş olan medeniyetimizin hareketlenmekte olduğu
bugünlerin seçkinleri, üzerlerindeki hak-kı hatırlasın, O’nu, ahde vefanın
gereğinden olmak üzere sevgiyle ansın, sorumluluklarını ve yükümlülüklerini
bir an bile unutmasın.
sinin peşinde idi. Bunu dava edinmiş, bu yolda
toprak olmuş, o yeteneklere adeta saksılık et-
meyi onur bilmişti.
Bir Bilge’nin dediği gibi, ‘imanın elmas tacı
alnında, imanla sultan olmuş’ insanların orta-
ya çıkmasını dert edinmişti.
Doğu-Batı sorunsa-
lını, modernleşme
dönemi algısının
dışında farklı bir
bağlama çekmişti.
Doğu’lu insanın önemli bir niteliğini anarken
söylediği, ‘Doğu insanı yerinmez ve sevinmez,
çünkü dünyada sevinilecek ve yerinilecek bir
şey yoktur’ deyişi bundandır.
Bu, ‘kabz ve bast’ halinin ötesinde bir düzey-
dir ki, bu algı seviyesindeki insan, kozmik
birlik ilkesine bağlıdır. Yerinmenin ve sevin-
menin ötesindeki hal, sadece Allah’a özgüdür.
Nitekim Ahmed Amiş Efendi Hazretleri bir gün
bunu söyleyince, bir dervişi, ‘aman efendim bu
Uluhiyet mertebesidir’ demiş ve şu cevabı al-
mıştı : ‘Tabii ki…’
Görünen gerçekliği de kuşatan, bütün aşkınlık-
ları aşan bir Hakikat… Fethi Gemuhluoğlu, böy-
lesi bir algı düzeyinden, son derece kuşatıcı
bir yerden bakıyordu. Bu, başka bir ifadeyle,
‘Anadolu’yu mayalayan kelam’dır. Gemuhluoğ-
lu’nu cihanşümul kılan budur.
O dölleyen ve mayalayan kelama bağlılıktır,
onun içinde olmak, mayalanmak ve mayalamak…
Kutsal gelenekle bağları örselenmiş kuşakları
yeniden o muazzam dünya ile buluşturmak…
Medeniyetin yeniden inşası, öncelikle gayr-ı
ahlaki hale gelmiş olan zeminin arındırılması
ile mümkün olabilecektir.
Dostluk Üzerine’de beni en çok etkileyen tas-
vir, Yaşar Kemal’e ilişkin olanıdır. Şöyle
der : ‚Tabiî insan fikre dost olunca tarihe,
coğrafyaya, or-mana da dost olur, ağaca da
dost olur. Orman Fa-kültesi talebelerinin
önünde Yaşar Kemal yürüyor, görüyorsunuz. Ve
Orman Fakültesi talebeleri yürü-yorlar bu
stepte! Bu bozkır Anadolu’da. Peygamber-i Ek-
ber bir hadis-i nebevilerinde fem-i saadetle-
rin-den buyuruyorlar ki ‚Kıyamet alâmetleri
belirse, kı-yamet ân
meselesi haline gelse
elinizde bir ağaç
fidanı varsa önce onu
dikiniz ve sonra kı-
yamete ha-
zırlanınız!‛ Orman,
orman için, ormana destan düz-mek için, ormana
övgü için, ormanı kutsallaştırmak için, ağacı
kutsallaştırmak için, ağacı Orman Fakül-
telerinin üstünde, Orman Fakültelerinin este-
tiğini vermek için, Orman Fakültelerine cezbe
vermek için, bu memleketin insanına yeni bir
şevk, yeni bir koşu, yeni bir emanet, yeni bir
bayrak koşusu vermek için bu hadis-i nebevîden
hareket etmek kâfidir.‛
Türk kültürünün aşırı biçimde politize olduğu
özellikle, bindokuzyüzaltmışlı yıllardan iti-
baren siyasette bir tür kireçleşmeye yol açan
sağ-sol kutuplaşmasına dayalı yapıyı parçala-
yan bir yaklaşımdır bu. Yaşar Kemal’i böylesi
bir resmin içinden okumak
Gemuhluoğlu gibi, Halveti
gelenekten gelen bir yüce
gönüllüye özgü olabilir.
Bu, aynı zamanda, insanın
doğayla ilişkisinin ahlaki boyutunu da temel-
lendirmektedir.
Sağ-sol ekseninin yerini merkez-çevre eksenine
terk ettiği doksanlı yıllarda, idrakimize giy-
dirilen deli gömleklerinden kurtulmaya başla-
dık. Bu süreci yıllar önce görebilen bir viz-
yoner olarak Gemuhluoğlu, bu toprakların asli
değerlerini keşfetme yeteneğine sahipti. Bu
keşfin bize bıraktığı en değerli miras, meta
hikayemizin aynı olduğuna ilişkin son yıllarda
giderek daha çok yaygınlaşan düşüncedir. Yüz-
yıllar önce kelamla mayalanmış olan bu toprak-
larda uç veren her değerin, bu büyük hikaye
içinde ayrı bir önemi vardır.
Doğayı oluşturan bütün varlıklar, yetkin insa-
nın parçalarıdır. İnsanın ötekiyle ünsiyeti ve
dostluğu, ancak böylesi bir muhabbet ve merha-
met içinden gerçekleşebilir.
Tarihsel coğrafyamıza, hafızamızı oluşturan
iklimlere böylesi bir perspektiften baktığı-
mızda ne görürüz : ‚Size, coğrafyaya da dost
olamadığımız için Anadolu beylerbeyliğini de
artık çok gö-rüyorlar. Hânedân-ı Âl-i Osman’ın
mülkünü partici-lik yaparak 1912’den 1920’ye
kadar bitirdiniz. Eski-den valiyi gönderdiği-
niz yerlere şimdi sefir-i kebîr gönderiyorsu-
nuz. Son Bağdat valilerinden Süleyman Nafiz
Bey, Vâlâ Nureddin Bey’in babası son Bey-rut
valilerinden Nureddin Bey, bıraktığımız Bey-
rut’u görüyorsunuz! Bıraktığımız Lübnan ı gö-
rüyorsunuz. Bıraktığımız Suriye’yi görüyorsu-
nuz. Bıraktığımız Irak’ı görüyorsunuz. Bırak-
tığımız Suriye meydan-da: Fitnenin evveli Şam,
âhırı Şam, görüyorsunuz! Se-fir gönderiyorsu-
nuz, utanmıyorsunuz. Çünkü kendi-nize de dost-
luğunuz yok!‛
Bu, daima ‘büyük rüya gö-
ren’ bir insanın bakışı-
dır.
Bu, ‘aah! Bugün alnı sec-
deli üç genç adam geldi…
Türkiye’nin istikbalinden
eminim artık… Bu Anadolu tarlası, bu bitmeyen
Osmanlı hasadı…’ diyen bir ruhun çığlığıdır.
Bu, yanında Nuri Pakdil, Hacı Bayram’a doğru
yürürken, o ‘direnç yüklü sesiyle,
‘Ortadoğu’ya doğru yürüyoruz, değil mi?’ diyen
bir kalbin yüküdür.
Bu, ‘akıl, sofrada yemek yerken üzerinize ye-
mek dökmemek içindir, maneviyatta teslimiyet
Sadakaların en büyüğü, insanın bizatihi
kendini tasadduk etmesidir.
Medeniyet, büyük rüya görenlerce kurulabilir.
esastır’ diyen bir bilgeliğin zenginliğidir.
Bugün, bu topraklarda yaşayan bizler, o ‘büyük
rüya’ya yeniden kavuşuyoruz.
Gemuhluoğlu’nun zihin haritamızda yaptığı dev-
rimin farkına tekrar varıyoruz.
Medeniyetimizin yeniden inşası sürecinde son
derece kritik bir süreçten geçiyoruz.
Bu süreçte, Fethi Gemuhluoğlu’nun ‘fethedici’,
kapıları açıcı vizyonuna daha çok ihtiyacımız
var.
Bilindiği üzre, Efendimiz, Başak Burcunun,
ikindi vaktinin, vaktin sonunun sahibidir, la-
kin cevamiü’l-kelim olarak, bütün kutsal öğre-
tilerin anası, kaynağı, başla sonu bitiştiren,
cem makamında bir kişiliktir. O’nunla birlikte
vahiy sona ermiş, vahyin gölgesinde, saf ve
katışıksız ilham dışında ilke koyucu emir dev-
ri kapanmıştır. Fakat, O’nun Hakikati devam
etmektedir. İslam’da, deyim yerindeyse ‘kutsal
metin sorunu’ yoktur; so-
run, metnin nasıl anlaşı-
lacağıdır. Tam da burada,
kutsal kitap ile aramız-
daki anlama sorununu gi-
derecek yorumculara, tec-
dit edici, bir tür yapı-
sökümcülere ihtiyaç var-
dır. İşte, Efendimiz’in
kamil varisi olan bilge-
ler, böylesi bir ödev
yüklenir, Hakikat’le ara-
mızdaki engelleri ortadan
kaldırırlar. Gemuhluoğlu,
içinden geldiği irfani
geleneğin büyük bilgeleri
gibi, Hakikatle aramızda-
ki perdeleri saydamlaştı-
ran bir nidacıdır. Yesi
geleneğinin ‘halka hizmet Hakka hizmet’ ilke-
si, O’nda kusursuz biçimde işlemiştir. Burada-
ki ‘halk’, genel anlamıyla, bütün insanlık
alemi olarak da okunabilir, insanlığı temsil
eden kamil insan olarak da.
Gemuhluoğlu, Hz. Pir’in ifade ettikleri üzre,
bir ayağı Hakikat’e bağlı, diğer ayağıyla bü-
tün alemleri dolaşan bir sırrın, modern zaman-
lardaki en göz kamaştırıcı tecellilerindendir.
‘Al eline bir değnek/tırman dağlara şöyle/
şehir farksız olsun tek/mukavvadan bir köyle
Uzasan göğe ersen/cücesin şehirde sen/bir dev
olmak istersen/dağlarda şarkı söyle’
Dağlarda şarkı söyleyen bir aziz olarak Fethi
Gemuhluoğlu, bize, yıllar önce, modernlikle
nasıl baş edebileceğimizin yollarını göster-
mişti.
Bize bazı dostluk hikâyeleri anlatmıştı:
‘Size bazı dostluk, remzî de olsa bazı dostluk
hikâyeleri anlatmak isterim. Bu hikâyeler
hakîkatin ta kendisidir. Dost ol kişidir ki,
Yâr-ı Gâr'dır. Kucağında mübarek bir emanet
vardır. Bütün delikleri elbisesinden muhtelif
parçalarla tıkar, son deliğe tabanını dayamış-
tır. Kucağındaki mübarek emanet, uyumayan uya-
nıklık içinde uyur görünmektedir. Oradan Ebû
Bekir'i yılan sokar. Dost son deliğe tabanını,
taban gibi görünen gönlünü uzatandır, gönlü
ile orayı tıkayandır.’
Bu hikâye, bizim meta-hikâyemizden alınmadır.
Her şeyin gönülde olup bitmesi, aşktır. Aşk
ise, bütün bağları yıkarak kendi bağlarını ku-
rar.
Modernleşmenin çıkmaz sokaklarında yolunu yi-
tirenler için aşk, Bediüzzaman'ın ifadesiyle,
'ne kazandığına sevinmek, ne de kaybettiğine
üzülmek'tir.
Bu Gemuhluoğlu'nda şöyle dile gelir: 'Batı
adamının bunalımı çok tabîidir; muallâktadır.
Bizim hüznümüz Allah'adır. Biz durup dururken,
kendi kendimize, kendi nefsânî oyunlarımız
için, şehevâtımız için
mahzûn olmayız.'
Mutlak teklik makamı.
Sadece O'nun rızasının
gözetildiği, gayrının
anlamının kalmadığı bir
hal. Bu, ihlasın da te-
mel ilkesini kurar. İh-
las, 'de ki Allah tek-
tir'le başlar. Allah, bu
âlemlerde bir'dir, te-
cellinin olmadığı öte
âlemlerde tek'tir. Al-
lah'ın mutlak tekliğini,
İmam Ali efendimizden
nakledilen bir haber de
ifadelendirir:
'Başlangıçta Allah var-
dı, O'nunla birlikte bir
şey yoktu...' Böyle olunca, dağlardaki ateş,
ocakları söndüren bir yangın olmaktan çıkar.
Bu yangını söndürmenin biricik yolu da budur.
Fethi Gemuhluoğlu, medeniyetimizi yeniden ku-
racak olan bu yeni seçkinlere, o tarihsel ko-
nuşmasında önemli bir uyarıda bulunmuştu :
‘Maktul olun, katil olmayın…’
Şöyle diyordu : ‘Beyefendiler, kan dökücü ol-
mayın. Maktul olun, katil olmayın. Mazlum
olun, zâlim olmayın. Bize kassâb olmak, sayyâd
(avcı) olmak, dellâk ve dellâl olmak yakışmaz.
Dellâklar vücudumuzdaki kiri önümüze koyorlar,
Allah’ın Settaru’l-uyûb (ayıpları, kusurları
örtücü) vasfını rencide eder-ler. Dellâllar
iki kişinin mabeyninde (arasında) bir kişiyi
iltizâm (tercih etmek, seçmek) etmek durumunda
kalırlar. Tellâl olmayın, dellâl ol-mayın,
dellâk olmayın, kassâb olmayın, sayyâd-ı bî-
insaf (insafsız, merhametsiz avcı) olmayın.
Bazı mesleklerin de, mesleklere sülük da, on-
lara düşmanlık ilân edilmemiş, cemiyette on-
ların da bir fonksiyonu var, cemiyet onları da
bu edebin dışında olanlara bırakmış yahut bunu
Bizim yeniden kurulmakta olan medeniyetimizin temeli birlik
ilkesindedir. Bu ilkenin kaynağı ise aşktır.
Gemuhluoğlu’nun, Türk Petrol Vakfı’na burs almaya
gelenlere ‘hiç aşık oldun mu?’ diye sorması bundandır. Kalbinde aşkı tatmamış, aşık olmamış bir insanın insanlığa
hayrı dokunacak bir ruh zenginliğine ermesini mümkün
görmez.
bilme-yenlere bırakmış. Buradaki cehl, cehl do-
layısıyla, makamı af’tadır. Cehl bir nevi sebeb
-i aftır. Seyr-i sülûkda cehl makâm-ı mazaret
değildir. O orada mazaret olarak beyan edile-
mez. Bir mazaret sebebi değildir. Bir mecburi-
yet sebebi değildir. Öyleyse bazı mesleklere
sülük edemezsiniz, bazı meslekler de dost mes-
lekler değildir.’
Bu öğüt de kaynağını, demincek sözünü ettiğim
cihanşümul birlik ilkesinden, cümle varlığın
birliği ve kardeşliği ilkesinden alır.
Yetkin insanın kim olduğuna ilişkin sorunun ce-
vabını, bize, modern zamanlarda en güzel biçim-
de verenlerin başında Kenan Rıfai gelir. Kendi-
sine bilgelik nedir diye sorulduğunda şöyle de-
miştir : ‘İncinmemek ve incitmemektir.’ İncit-
memek belki biraz daha kolaydır ama incinmemek
oldukça zordur. Yetkin insan ne inciten ne in-
cinendir. Çünkü o, varlığın, varoluşun yeryü-
zünde en seçkin temsilcisidir. Dünyada adalet
ve merhameti koruma isteği onda kemalini bulur.
Dünyanın hakikatini o yansıtır ve korur. Yetkin
insana dünyanın sütunu, direği denmesi bundan-
dır. O, arzı tutan dağlara benzer. Bu anlamda,
bilgeler, dünyayı ve içinde yaşayanların huku-
kunu korumakla yükümlüdür. Yeryüzünün her karı-
şında adalet gerçekleşmedikçe onların ödevi
bitmez.
Peki bunu nasıl gerçekleştirirler?
Sezai Karakoç, yetkin insanı tanımlarken,
‘Allah’a teslim olan, eşyayı teslim alır’ der.
Demek ki işin sırrı, teslimiyettedir.
Zaten İslam, teslim olmak, selim kalbe sahip
olmak değil midir? Selam, O’nun sonsuz ve mut-
lak isimlerinden değil midir? Selam, barış,
esenlik ve huzur değil midir?
İslam, insan ile Allah arasında bir vuslattır.
İnsan, insan olarak, yani yaratılmış ve kul
olarak… Allah, Allah olarak, yaratan ve Kendi-
sine kulluk edilen olarak… Bu vuslatın göz ka-
maştırıcı güzellikleri hep adalet ve merhametle
gerçekleşir.
Gemuhluoğlu, medeniyetimizin bu sütun üzerinden
yükseldiğini, yükseleceğini en iyi bilenlerden-
dir. Bu yüzden, kasap olmayın, katil olmayın,
maktul olun ama katil olmayın, avcı olmayın,
insansıf ve merhametsiz olmayın der.
Şairin dediği gibi, ‘kalbinde merhamet adlı bir
çınar vardır’ ve bu çınar, bizim Osmanlı mede-
niyetimizin de, şehirlerin de kalbinde, toplum-
sal yaşamın merkezi olan camilerimizin avlusun-
da, caddelerde, sokaklarda, kervansarayların
önünde yüzyıllardır yükselmektedir.
Evet, merhamet gerçekten de bir çınardır. Kök-
leri toprağın derinliklerine doğru yayılmakta,
inmekte, dalları göğe doğru yükselmektedir.
Yerle göğü birleştiren bu muazzez ağaç merha-
mettir.
Merhamet, imanın nurdan çiçeğidir. Medeniyet
tasavvuru, iman esasından beslenir. Gemuhluoğ-
lu, Vehbi Vakkasoğlu’nun kendisini bir ziyare-
tinde, yüzyılın büyük bilgesi Bediüzzaman
için, ‘bana, ömür boyu iman etmiş olan Adam’ın
kitaplarını getir’ der. Risale-i Nur’un, Sezai
Karakoç’un deyişiyle, ‘Anadolu’da yeni bir ruh
mayalanması meydana getirdiğinin’ farkındadır.
Ve işin aslının iman olduğunu bilmektedir.
Şevk kavramı, Gemuhluoğlu’nun sözlüğünde gele-
neksel bilgeliğe uygun biçimde yerini almıştır.
‘Günahlarınız bile şevk içinde olsun’ derken,
günaha değil, şevke vurgu yapar. Hayalleriniz,
düşleriniz büyük olsun. Büyük rüyalar görün.
Osmanlı bir rüyanın eseridir. Medeniyet insan-
lığın büyük rüyasıdır.
Şevk, başarıyı kendinden bilmemektir.
Bilgeler şöyle der : ‘Muhabbet, kuşun uçması-
dır. Aşk, kanadı kırılırcasına uçmasıdır. Şevk
ise, kuşun kanadı kırıldıktan sonra da uçmaya
devam etmesidir… Çünkü kanadı kırılan kuş bilir
ki, menzile varması, kendinden değildir.’
Kimin himmeti milleti ise, o tek başına bir
millettir… Bu, bizim modern zamanlarda yitirdi-
ğimiz o büyük amacı ima eder.
Büyük rüya görmek, bizim küçük himmetimizi de
aşan ve kuşatan bir sırrın sevdalısı olmaktır.
Şevk, yerinmenin ve sevinmenin ötesine taşın-
maktır.
Medeniyet, büyük rüya görenlerce kurulabilir.
Bizim, modern zamanlarda yitirdiğimiz de budur.
Gemuhluoğlu, bu büyük sırrın peşindeydi. Bizi,
insanlığımızın yüksek hakikatine yakışır bir
konuma taşımanın derdindeydi. Yitirdiğimiz ama-
cı, o büyük rüyayı anlatıyordu.
Bunu ise, ‘ezel-ebed’ fikriyle ilham ediyordu :
‘Bir yerde diyeceğim ki ölüme de dost olunuz!
Âhiret dünyada başladığına göre, dünya ve âhi-
ret tefriki bizim izafî değerlerimiz olduğuna
göre, biz onu, dünya ve âhireti kendimiz tefrik
ettiğimize gö-re, haddi zâtında kendisi bir ol-
duğuna göre, bir’de bir olduğuna göre, ölüm ve
yaşama diye iki ayrı şey olmadığına göre, ezel
ve ebed beraberliği, tevhidi ol-duğuna göre, o
zaman nasıl kendimize dost olmak mecburiyetinde
isek ölüme de dost olmak mecburiyetindeyiz.’
Ezel ve ebedin bir olduğunu insan ancak, cem
düzeyinde, mutlak birlik düşüncesinde idrak
edebilir.
Bizim yeniden kurulmakta olan medeniyetimizin
temeli birlik ilkesindedir. Bu ilkenin kaynağı
ise aşktır. Gemuhluoğlu’nun, Türk Petrol Vak-
fı’na burs almaya gelenlere ‘hiç aşık oldun
mu?’ diye sorması bundandır. Kalbinde aşkı tat-
mamış, aşık olmamış bir insanın insanlığa hayrı
dokunacak bir ruh zenginliğine ermesini mümkün
görmez.
‘Hiç aşık oldunuz mu? Bir dağ başında, bir
ağaçla başbaşa kalsam, o ağaca aşık olurdum’
diyen bir gönül eridir O. İyi bilir ki, ‘aşk
gelicek cümle noksanlıklar tamam olur…’
İlim, irfan ve aşk… Efendimiz’in Hakikat’i bu
üç sırdan oluşmaktadır. İnsan, insanlığını bu
üç sırrın kemaliyle bulur. Medeniyet bu üç sü-
tun üzerinde yükselir. İlim, insanın insanlığı-
nı bilmesine ve kendine yaraşır biçimde yaşama-
sına yol açacak imkanları hazırlar. İrfan, Al-
lah’ın sonsuz ve mutlak hakikatinin tadılması-
dır. Aşk ise, benliğin terki, kişisel sınırla-
rın aşılması, parçanın bütüne kavuşmasıdır. Bu,
damlanın denize düşmesi ve o büyük sırda yitip
gitmesidir. Büyük bilge Harakani şöyle der :
‘Derviş, yuvasından yavrularına yiyecek bulma
umuduyla ayrılan, yiyecek bulamayan, yolunu yi-
tiren ve bir daha yuvasına dönemeyen kuşa ben-
zer…’ Bu, varlık ve benlik iddiasının terkidir.
Böylesi bir varoluş sırrı gerçekleşmedikçe dur-
durulmuş bir medeniyetin yeniden ihyası mümkün
olmaz. Bir buz parçası hükmünde olan benliğimi-
zi, hakikatin Kevser havuzuna atıp eritmedikçe,
dünya insanlık için bir esenlik yurdu haline
gelemez. Teslim olmak, çabamızı himmete katmak,
ilme, irfana ve aşka talip olmak... sır burada-
dır. Gemuhluoğlu’nun öğüdü ise : ‘Her şeyi O
bilir ve O takdir eder, biz makam-ı hayrette-
yiz, ancak teslim oluruz’dur.
Fethi Gemuhluoğlu, bu toprakların binlerce yıl-
lık meta hikayesinin modern zamanlarda maruz
kaldığı değişimin dinamiklerini bildiğinden, bu
dönüşümün çekim kutbunu tersine çevirebilecek
kadroların yetişmesi yönünde ciddi gayretlerde
bulunuyordu. Aydın Bolak’ın katkısıyla oluştu-
rulan Türk Petrol Vakfı’nın burs imkanlarını bu
yönde kullanması, lisans, yüksek lisans ve dok-
tora öğrencilerine, ‘sizin hizmetinizdeyim’ bi-
çiminde seslenmesi, onları akademik çalışmalara
özendirmesi bu amaca hizmet ediyordu.
Diğer yandan ülkenin siyasal ve toplumsal yaşa-
mıyla da doğrudan ilgiliydi.
1968 yılında Başbakan Demirel’e, bir Kürt Ens-
titüsü’nün oluşturulması yönünde rapor sunması
bu bağlamda son derece önemlidir. Bugün Kürt
sorununun evrildiği noktada, kırkbir yıl önce
yaptığı uyarının ne denli yerinde olduğu apaçık
ortadadır.
Gemuhluoğlu, siyasal, kültürel ve ekonomik seç-
kinlerle ilişkilerinde onları ülke hayrına iş-
lere yöneltmesiyle de dikkatleri çeker.
Kuşkusuz bütün bu çabaların ardında Halveti
bilgeliğinin zengin birikimi yatmaktadır.
Hakikatin bizim coğrafyamızdaki en zengin dama-
rı olan bu gelenek, Niyazi Mısri gibi parlak
yıldızların ışıl ışıl gezindiği bir irfan sof-
rasıdır. Geleneğin yüzyılımızdaki büyük bilgesi
Hoca Ahmed Tahir Memiş Efendi hazretleri’nin
beyanıyla, ‘aşk gönlü istila edince nefis
ölür.’ Nefsin ölmesi, ruhun dirilişidir. İklime
can veren, ruhtur. Gerçek kurban, nefsini Hak
için ifna etmek, kurban etmektir. Kurban, kurb
kökünden gelir, yakınlık ifade eder. İlahi Mer-
kez’e, insan benlik iddiasından vazgeçerek ya-
kınlaşabilir.
Gemuhluoğlu’nun feyiz aldığı Mustafa Özeren
Efendi Hazretleri, son Fatih sertürbedarı Büyük
Aziz Ahmed Amiş Efendi ve Kuşadalı İbrahim
Efendi Hazretlerinin kılavuzluk ettiği Halveti-
liğin Şabaniyye kolunun parlak yıldızlarından-
dır. Gemuhluoğlu’nu hazırlayan manevi şartları,
bu gürbüz gelenek beslemiştir. Adını andığımız
zatlar, kendi dönemlerinin manevi çekim merke-
zidirler.
İrfan, Ahmed Memiş Efendi Hazretlerinin buyur-
duğu üzre, ‘göğüsten göğse geçen’ bir sırdır.
Mürşidin gönlünden, kendisine yakınlaştırılan
dervişinin gönlüne düşen sır… O, tıpkı manevi
bir döllenme gibi, dervişin kalbinde bir gönül
çocuğu doğurur. Onun gıdası muhabbettir. O ço-
cuk sevgiyle büyür ve bütün bedeni kuşatır, bir
gün gelir derviş de aradan çıkar, sadece o ka-
lır.
İşte o gönüldeki çocuktur ki, çocukluğun büyük-
lüğünü bir ömür boyunca korumayı nasib eder.
Eşyaya o gözle baktırır. Adalet, merhamet, dik-
kat, teyakkuz, hayra teşvik ve zulme başkaldı-
rıyı sağlar.
Gemuhluoğlu, büyük bir manevi kılavuzun imbi-
ğinden geçmiş, O’ndan, Allah’a, Resul’üne ve
ehl-i beytine muhabbeti öğrenmişti. İmanında
sabit, ahdinde kaim olmanın değerini kavramış-
tı. Hasbi ve fahri olarak halka hizmet ilkesini
almıştı. Cömertliğin Peygamber sırrı olduğunu
fark ederek insanlara sürekli yardım elini
uzatmıştı. En önemlisi, toprak gibi mütevazi
olmanın ölçülemez kıymetinin tadına varmıştı.
Bu büyük bilgeden öğreniyoruz :
‚Beni Kureyş’ten biri, bir defasında Evlad-ı
Resul’den birisi zulüm ve itisafa maruz kalınca
Kayı aşiretine sığındı. Zamanın geçmesiyle on-
lara baş oldu. Fakat kendileri bilmez…‛
Yine öğreniyoruz ki : ‚dahilde muhtar, hariçte
müttehid, hükumat-ı müttehide-i İslamiyye ta-
hakkuk edecektir…‛
Mustafa Özeren Efendi hazretlerinin bize bırak-
tığı mirasın en güzel örneklerinin başında Fet-
hi Gemuhluoğlu gelir.
O’nun, bugünün Türkiye’sinin manevi, toplumsal
ve siyasal hayatının yeni aktörlerinin yetişme-
sinde büyük emeği vardır.
Medeniyetimizin yeniden inşası için sözü ve ça-
bası olan herkes bunun canlı tanığıdır.
Gemuhluoğlu gibi dervişler, vizyoner bakışları
ile, geleceğin nasıl bir fotoğraf sunduğunu gö-
rürler.
O’nun, yetmişli yılların ilk yarısında bize
verdiği bugüne ilişkin müjdeler birer birer
gerçekleşiyor.
Umulur ki, durdurulmuş olan medeniyetimizin ha-
reketlenmekte olduğu bugünlerin seçkinleri,
üzerlerindeki hakkı hatırlasın, O’nu, ahde ve-
fanın gereğinden olmak üzere sevgiyle ansın,
sorumluluklarını ve yükümlülüklerini bir an bi-
le unutmasın.
Kuşkusuz gelecek kuşaklar Gemuhluoğlu’nu ve
O’nun manevi kişiliğinde katkısı olan bilgeleri
daha çok anacaklardır.
Sezai Karakoç’un Düşünce İzleğinde Medeniyet Tasavvuru
Yusuf Bilâl Aydeniz
Medeniyet, genel anlamda dünya görüşü demek-tir. Bu dünya görüşü içerisinde yer, zaman, mekân, dil, kültür, gelenek, örf, bilim ve din gibi öğeler birbiriyle iç içe geçmiş; bir bü-tünü tamamlayan parçalar olmuşlardır. İnsanlı-ğın var oluşundan günümüze kadar bu saydığımız öğeler, önemini korumuş; zaman zaman insanları birleştiren, zaman zaman ise insanları ayrış-tıran bir konumda karşımıza çıkmıştır.
Medeniyet kavramını farklı zamanlarda, birçok yazar ve düşünür farklı şekillerde ele almış-lardır. Kimi düşünürler tekil medeniyeti, kimi düşünürler ikili medeniyeti(teknik medeniye-ti), kimi düşünürler ise çoğul medeniyeti esas alıp, bu konuda görüşlerini dile getirmişler-dir. Biz, bu yazıda Sezai Karakoç’un medeniye-te dair yaklaşımlarını, yine kendi fikrî dün-yası içinde ele alacağız.
Sezai Karakoç’un medeniyet algısından bahse-derken, kendisinin ismiyle özdeşleşen ‚Diriliş‛ düşüncesinden bahsetmemiz zaruridir. Çünkü; Diriliş ülkesinin başkenti Medeniyet şehridir. Bahsettiğimiz bu Medeniyet şehrinin toprağının rengi, tarih içerisinde renk değiş-tirse de özünden hiçbir şey kaybetmemiştir.
Sezai Karakoç, medeniyeti geniş perspektifte, hayatımızın her alanında yaşadığımız duygu-larla, içinde bulunduğumuz düşünce ve davra-nışlarımızla ilintili olarak görür; bütünsel-lik açısından bir kalıba oturtur. Ona göre her hareketimiz, yaşantımız içindeki her türlü fa-aliyet medeniyetle ölçülür, tartılır ve ona göre anlam kazanır. Sezai Karakoç, yukarıda bahsettiğimiz medeniyet yaklaşımlarından diğer medeniyetleri tarihî açıdan reddetmeden, kabul eder; ama inandığı, savunduğu ve hakikat per-desinden baktığı tek medeniyet İslâm Medeniye-ti’dir.
O, özellikle soğuk savaş dönemlerinde Batı’nın âdeta şekilci bir çığırtkanlıkla kitleleri et-kilemeye çalıştığı ve adına kavramsal anlamda ‚Batı ve Diğerleri‛ medeniyeti denilen, başta İslâm Medeniyeti olmak üzere diğer medeniyet-leri(Çin, Hint vb.) ötekileştiren ve paryalaş-tıran yaklaşıma açıkça karşı çıkar. Sezai Ka-rakoç, sezgi gücü yüksek olan bir şair olmanın ötesinde, derinlere dalabilen ve önü görebi-len bir mütefekkir olarak, Batı’nın böyle bir yaklaşımda bulunabileceğini sanki önceden fark edip şunları söylemiştir: ‚Eğer derlerse ki, dünya tek medeniyet oluyor, biz de diyeceğiz,
evet, tek medeniyet oluyor; ama o medeniyet İslâm Medeniyeti olacaktır.‛
Sezai Karakoç’un medeniyet anlayışını dört ba-şat dalda ele alabiliriz. Bu dallar; dinî, iç-timai, siyasî, edebiyat-sanat- bilim dalları-dır.
Şunu belirtmemiz gerekir ki, bahsettiğimiz bu dalların hepsinin özü; önce imân ve ahlâk ile karılmış, daha sonra şekilcilikten sıyrılıp ruha aksedebilmiş ve sonuç itibariyle birden çok cephede mücadele etmeyi gerçekleştirebil-miş, kökleri derinlerde olan bir medeniyet ta-savvurunun inşa sürecidir.
Sezai Karakoç’a göre medeniyetin ilk ilkesi inanç ilkesidir. İnancı, medeniyetten ayırma-mak gerektiğini, inancın da imân ve ahlâkla beraber medeniyeti ayakta tutacağını ifade eder. Sezai Karakoç’un ahlâka yoğunlaşma nok-tasının fedakârlık, bencillikten uzak durmak ve diğergâmlık göstermek olduğunu söyleyebili-riz. Çalışmanın bireysellikten çok topluma yö-nelik olması gerektiğini, İslâm’da kazanç için elbette çalışmak gerektiğini, İslâm’da zengin olmanın var olduğunu; ancak bunun daha çok di-ğer Müslümanların ihtiyacını karşılamak şek-linde olması gerektiğini, (Haşr sûresinin do-kuzuncu ayetinde geçtiği gibi: ‚İhtiyacına rağmen kardeşini kendisine tercih edebilmek‛) buna karşı bizim ise mütevazı bir hayat yaşa-maya devam etmemiz gerektiğini vurgular.
Sezai Karakoç’un millet anlayışı ırk esasına dayalı değil, medeniyet esasına dayalıdır. Ya-ni O, aynı medeniyete mensup insanların toplu-luğuna millet denilebileceğini ifade eder. Se-zai Karakoç’un medeniyet tasavvurunda İslâm milleti, İslâm devleti gibi kavramlar aynı ye-re düşer. Bunun yanında, Sezai Karakoç içtimaî anlamda bir krizin olduğunu belirtir. Bu kriz medeniyet krizidir. Bu krizi toplum olarak (buradaki toplumu İslâm âlemi anlamında kulla-nır) aşmamız gerektiğini, aksi durumda ise yok olmayla karşı karşıya kalabileceğimizi söyler. Bu medeniyet krizinin aşılabilmesi için tarih-ten örnekler verir. Hz. Ali ile Hz. Muaviye arasındaki ihtilâftan sonra bu sorunun aşıldı-ğını, yine Abbasiler dönemindeki yunan kültü-rüyle tanışmadan dolayı ortaya çıkan buhranın atlatıldığını ifade eder. Selçuklular dönemin-deki Haçlılara, Osmanlı Devleti dönemindeki Moğollara karşı verilen mücadelenin lehimize olması sonucu o zamanki krizi kontrol altına aldığımızı belirtir. Ancak; şu andaki krizin daha büyük olduğunu ve bu krizin atlatılması-
nın yegâne yolunun da milletçe çalışmak olduğu gerçeğine dikkatimizi çeker.
Sezai Karakoç’un medeniyetin siyasî kanadında-ki tespitlerini ve bulgularını, medeniyet kri-zinin belki de aşılması konusundaki en önemli hamleleri, somut adımları olarak görebiliriz. Öncelikle, Ortadoğu’da büyük bir İslâm devleti kurulması gerektiğini, kurulamadığı takdirde ise yolun sonunun esarete çıkacağını belirtir. En azından iki yüz elli milyonluk bir nüfusa sahip, beş-on km2 yüzölçümünde bir ülkenin ku-rulması gerektiğini, bununla beraber ekonomisi ve teknolojisi güçlü, nükleer teknolojiye de sahip, gelişmeye açık, çağa adapte olmuş, bu sayede İslâm dünyasını temsil edebilecek bir devletin kurulmasını gerektiğini söyler.
Her medeniyetin bir yazısı olduğunu belirtir Sezai Karakoç. Medeniyeti olanın yazısı vardır der. Ve bu yazının, söz konusu medeniyetin ru-hunu, karakterini, mizacını yansıttığını dile getirir. Yine kendisi yazının bizzat medeniyet demek olduğunu söyler. Bizim medeniyetimizin yazısının Latin yazısından çok daha üstün ol-duğunu, tarafsız ve objektif olarak bakıldığı takdirde bunun fark edilebileceğini, hem steno hem de estetik bir değer taşıdığının görülebi-leceğini söyler. Tarih içinde bizim medeniye-timize mensup aydın profilini de genel hatla-rıyla belirtir. Doğu’nun ve Batı’nın klasikle-
rini okumayanın aydın sayılmadığını ve kendi-sine devlet kademelerinde görev verilmediğini ifade eder. Bunun yanında okulun verdiği eği-time de dikkatimizi çeker. O zamanki bir orta-okul talebesinin şimdiki bir lise talebesinden çok daha donanımlı ve kültürlü olduğunu söy-ler. Sezai Karakoç ekonomi, sanayi, bilim, sa-nat ve okur- yazarlık konusunda Almanya’yı ve Japonya’yı örnek olarak gösterir. İki dünya savaşında da yenilen Almanya’nın kendisini na-sıl toparladığını, Atom bombasına maruz kalan Japonya’nın bu sıkıntıları nasıl atlattığını ve bizim de onlar gibi daha fazla zaman kay-betmeden toparlanmamız gerektiğini/ dirilmemiz gerektiğini ısrarla vurgular. Mesela 90’lı yıllarda Japonların yaptığı İpek Yolu belgese-lini aslında bizim yapmamız gerektiğini, yine sinema alanında beyaz perdeye aktarılabilecek birçok değerli yapıtlarımızın olduğunu ve bu alanların da boş bırakılmaması gerektiğini ifade eder.
Sonuç olarak, Sezai Karakoç’un diriliş ülkü-sünden hareketle,(Ruhun, insanın ve İslâm’ın dirilişinden yola çıkarak) medeniyetimizin de tekrar dirilmesi gerektiğini, bu uğurda hem insanlar için hem de inananlar için çalışmamı-zın üzerimize bir vazife olduğunu hatırlamalı-yız.
Murat Aymak
Parçalanmaya Merhem
"Güzel Ahlak"
Lise hayatımızda hemen hemen hepimizin Edebiyat öğretmeni "Edebiyat" kelimesinin manasını ve
içeriğini bizlere sual olarak sormuştur. Bütün bir sınıf bu mana üzerine tartışmış ve en so-
nunda Edebiyat öğretmenimizden şu üç kelimeyi duymuşuzdur. "Eline, diline, beline sahip ol."
Bu sözcüklere hepimiz aşinayız ama gizemli ve derinliği bol olan bu kelimeleri ne kadar his-
sediyoruz hayatımızda veya ne denli bu şuura sahibiz…
Bana göre asıl düşünmemiz gereken budur. Çünkü biz "Güzel ahlâkı tamamlamak için gönderilen
Hz. Peygamber aleyhissalatuvesselam’ın ümmetiyiz. Ve güzel ahlak dediğimiz şey bu üç kelimeyi
benliğinde sindirir…
Yaşadığımız bu zaman diliminde şehir, çevre, mekan, vs. güzel ahlak şuurundan ve bilincinden
uzaklaştırılmaktadır. Ne yazık ki bu büyük ümmet, örnek timsali olacağı diğer milletlere ye-
teri kadar örnek olamıyor. Batılı gözler bu ümmete parçalanan, herkese kan kusturan, birbiri-
ne tahammülü olmayan ve en önemlisi de âhlak şuurundan uzak ümmet yaftasını vuruyor.
Ümmet olarak, Peygamberimizden miras bu güzel âhlakı yaşatmada, her gördüğünde Allah’ı anma-
sında, yardımseverlik ve cömertlikte akarsu gibi olmada, yaralı kardeşlerimize merhem olmada,
başı dik bir vaziyette tuğyanın karşısında olmasında bütün ümmetle olma misyonu vardır. Ve bu
güzellikler tasavvur edildiği vakit hep o mana geliyor akıllara, hep o sezgi düşüyor gönülle-
re. Peygamber emaneti, güzel ahlak…
Bu yazıma burada son verirken bu yazıyı yazmama vesile olan çok değerli Hamza Kaplan hocama
şükran ve teşekkürlerimi sunuyorum.
Şimdi Kim Yarınki Türkiye’nin Rüyasını
Görecek?
Doç. Dr. Halis Demir
Ş eyh Efendi’nin Rüyasındaki Türkiye halen güncelliğini kaybetmemiş bir eser. Bunun birkaç sebebi var. Kitabın müellifi olan İsmail Kara İslamcılık konusunun dikkate
değer bir araştırmacısı, yazarı. Konuların bir kısmı haddizatında güncel olmanın ötesinde mevzular. Belki daha da önemlisi biz dindar insanların kitabın yazıldığı günden bu yana bir arpa boyu yol gitmiş olmamız. Kitaptaki yazılar bazı gazetelerde haftalık yazılmış ya-zılardan oluşuyor. Kitap dört bölümden oluşu-yor. Şeyh Efendinin Rüyasındaki Türkiye, Med-reseler Yürümüş Tekkeler Çürümüş Müydü? Din Diyanet, Aynı Vadide Uzanan Konuşmalar. İlk bölüm bir analmda biyoğrafi gibi,. Burada yakın tarihimizde yaşamış kıymetli ilim adam-larının bir kısmının hayatlarını, gayretlerini belgeler ışığında okuyoruz. Bediüzzaman, Ahmed Hamdi Akseki, Rıfat Börekçi, Süheyl Ünver, Os-man Nuri, Ahmed Hamdi Yazır. Harf inkılâbı ol-muş. Yeni bir cumhuriyet kurulmuş, harpten çıkmış bir ülke. Bu ülkenin alimleri... Bir kısmı bugün bize her şeyi olan biteni kabul-
lenmiş olarak görünüyor fakat sivil itaatsiz-lik örneği sergilemişler. Hasbelkader hakkı hakikati anlatmaktan geri durmamışlar. Kimisi memleketin dört bir yanını bir mektep gibi dü-şünmüş ve Osmanlıca yazdırmış, neşretmiş, ki-misi İstanbul un bütün tarihi eserlerini tek tek dolaşmış ciltler dolusu belge ve biyografi meydana getirmiş. Kimisi de Toplumun ihmal edilen kesimlerine öğrenciler, askerler vb. İslam’ı öğretecek kitaplar yazmış ve bunları kayda geçmiş. Dikkate değer olan şu: Bu gay-retlerin bir çoğu Alim İle Allah arasında kal-mış, reklamı yapılmamış. Kitabın başlıkların-dan birisi Din , Diyanet. Önce şuradan başla-yalım: Diyanet Kimler için kuruldu? İslam di-ninin Hanefi mezhebi mensuplarına hizmet etmek üzere mi? Türkiye’deki Müslümanları zabt-u rabt altına almak üzere mi? Bugün kurum bu fonksiyonu tam icra etmiyor olabilir. Ya da hâkimiyet sahip olan kimseler din hizmetlerin-den ellerini çekebilirler mi? Bir başka sorun şudur: Mücadelesi verilen diyanetin hizmetleri içerisinde acaba bir mezhebin kanaatini yansı-tıyor denilen uygulama hangisidir? Namaz,
‚Yazarın 1992-1996 yıllarında yayınlanmış gazete yazılarını derleyen bu kitaba ismini veren yazı kita-bın en başına konulmuştu ve uzun dipnotu dışarıda bırakılırsa ancak bir kitap sayfası kadar tutan kısa-cık bir yazı idi. Yazıda söz konusu edilen ve kitaba ismi verilen rüya ise iyice özetlenerek sunulmuş-tu: II. Abdülhamid döneminde Şeyhülislâmlık'ta görev yapmış Şeyh Rahmi Baba 1930'lu yıllarda şeyh ve halife arkadaşlarını gizlice Anadolu'nun bir kasabasına davet eder. "Kahriye" okunacak, yani "Ya Kahhâr" zikri çekilerek Mustafa Kemal'in ve rejiminin "kahru tedmiri" için dua edilecektir. Davet kabul görür ve gizlice toplanılır. Kahriyenin okunacağı sabaha birkaç saat kala Şeyh Efendi bütün niyetlerini altüst edecek bir rüya görür: Bir dünya haritası. Ortasında Türkiye. Türkiye toprakları dünyanın diğer bölgelerinden bariz bir şekilde ayrılırcasına yemyeşil. Fakat etrafı, sınırları simsiyah, hayli kalın, lakin alçak duvarla çevrili. Peygamber Efendimiz haritanın başında ve insanların gözü önünde dünyayı yeniden taksim ediyor; şurayı şuna, burayı buna verin diye emirler veriyor, etrafındakiler de gerekeni yapıyorlar. Mustafa Kemal, Trakya bölgesi gibi bir yerde duruyor. Yüzü Peygamber Efendimiz’e dönük de-ğil ve duruşundan anlaşıldığına göre mahcup ve tedirgin bir durumda; bu yüzden Efendimiz'e bakamıyor. Sıra Türkiye'nin kime verileceğine geldiği zaman Şeyh Efendi gözlerini beş açıyor ve pürdikkat kesili-yor Peygamber Efendimiz yüzünü çevirmeden yalnız eliyle işaret ederek "burayı şuna verin" buyuruyorlar. Burası dediği Türkiye'dir, şu dediği de Mustafa Kemal'dir. Şeyh Efendi kan ter içinde uyanır. Düşüncelidir. Niyetiyle rüyası arasında bir müddet gider gelir. (Tasavvuf ve tarikat kültüründe rüya, doğrudan bilgi kaynaklarından biridir). Abdestini alır, namazı cemaatla kılmak için arkadaşlarının yanına gider. Namaz eda edilir, dua biter. Fatiha çekilir. Herkesin kahriye okumaya geçilecek dediği bir anda Şeyh Efendi rüyasını anlatmaya başlar… Rüyayı şöyle yorarlar: Türkiye yemyeşil olduğuna göre bu hayra, İslâm'a alâmettir ve durumun esas iti-bariyle iyi olduğunu gösterir. Etrafındaki duvarların kalın ve siyah oluşu tedirginlik verici; çünkü siyah küfür işaretidir, fakat alçak oluşları mevcut menfi durumun çok uzak olmayan bir zamanda aşılabi-leceğini gösteriyor. Gerek Efendimiz'in ona karşı tavrı, gerekse Mustafa Kemal'in duruşu menfi... Fakat Türkiye'yi ona veren Hz. Peygamber olduğuna göre buna karşı çıkamayız. Kahriye okumaktan vazgeçilir ve şeyhler, halifeler memleketlerine dönerler… ‛
oruç, hac vb. İbadetlerin her biri kendisini İslam’a nisbet eden bütün mezhepleri içerisine almaktadır. Olayın bir yönü de Alevilerle ilgi-lidir. Sürekli tartışılan bir konudur bu. Ale-vilerin diyanette temsil meselesi. Hangi alevi-ler diye soralım. Nasıl temsil edilecekler? Nasıl tanımlanacaklar? Bazıları buna kızıyorlar Alevilerin bir başkası tarafından tanımlanması-na. Oysa ülkemizde Alevilik üzerinden İslam muhalifliği yapanlar var. Kabul, diyanet gibi bir kurumun laik bir ülkede varlığını kabul etmiyor olabilirler. Bu kurumu da laik devlet prensibini savunanlar kurdular. O ayrı. Fakat, bunu hem de toplumun büyük bir kesimini istis-marla gündeme getirmenin anlamı ne? Sonra yüzde doksanlara varan bir din mensuplarına din hiz-metlerini kim, nasıl verecek? Görünen o ki, Türkiye’de din hizmetleri veren bir çok özel kurumda bu işle iştigal edenlerin formasyon, liyakat, ehliyet konularında durumları hiç de iç açıcı değil. Üstelik bunların bir kısmının sahih din, akıl vahiy terazisine vurulduğu za-man her bir bilginin sağlıklı olup olmadığı tartışılır. Varlık sebepleri dini hizmet olan bu cemaatlerin de dini istismar etmek gibi bir noktaya geldikleri bu tesbitle söylenebilir. Bediuzzaman, son 35 yılını tavır adamı olarak geçirdi. Ücra köylerde bile fes ve sarık takan-ların jandarma dipçiğiyle karşılaştığı bir dö-nemde kıyafetini hiç değiştirmedi.(s.25.) Biz buna sivil itaatsiz diyoruz. Bu bakımdan Bedi-uzzaman müstakil bir inceleme konusudur. Kitabı içerisinde başka rüyalar da var. Bunlardan bi-risi Bir siyasi rüyanın tahkiyesi.(s.81.) Özet-le bülbül olarak yetiştirilen bir kuşun ötemeye başladığında karga sesi çıkarıyor olması, ib-
retlik bir durum. Kara’nın şu satırları yazdığı zaman Nurettin Topçu’nun vefatı üzerinden 20 yıl geçmiş.‛ Nurettin Bey kıratında insanların okunup anlaşılmasını mümkün ve gerekli kılacak ortamlardan Türkiye giderek daha da uzaklaşı-yor; İtiraf etmeliyiz ki Müslümanlarda uzakla-şıyor. Müslümanlar için tamamen zıt bir iddiayı savunanlara da kısmen hak vererek bunları söy-lüyorum. Çünkü Müslümanların yakın geçmişte bir meseleyi, bir ahlaki/dini problemi sosyal dava haline getirme cehtleri ve kapasiteleri bilgi seviyelerinden ve zihni donanımlarından hayli yukarıda idi. Şimdilerde ahlakilik ve sosyal dava büyük ölçüde unutuldu, gerilere doğru itildi.‛ (s.191) Hemen kitabın baskı tarihine baktım: 1. Baskı Nisan 1998. Aradan yaklaşık 16 yıl geçmiş. Acaba bugün dava azmi, ilmi seviye ve ahlaki duruş tekrar değerlendirilse nasıl bir sonuç ortaya çıkacak? Kitabın genelinde Kara’nın temas ettiği bir durum var: Geleneklerimiz. Bunlar içerisinde Kur’an, sünnet ve fıkıh müktesebatı var. Mesela çok zor imkânlar içerisinde Kur’an hizmeti ver-miş âlimler var. Bugün durduğumuz yerden onlara nasıl bakmalıyız? Yoksa bir iki sıhhati tartı-şılır ölçüler alarak, sisteme karşı duruş gibi, onları nisyana mahkûm mu edelim? Yoksa gayret, cehd ve azimlerinin neticesinde hüsn-ü niyet mi gösterelim? Köprünün altından o kadar sel geçti ki yıkıldı köprüler. Kara ne konuşur acep. Yarın ki Türki-ye için? Nerede o ateşli hatipler? Nerede rüya gören şeyhler? Nerede rüya tabircileri?
Allah insana akıl verdi vermesine de bu aklı
kullanacak kabiliyeti herkes taşımıyor maale-
sef, kimi ailesinden kimi çevresinden kimi de
kendi iç aleminde yaşadıkları sebebiyle bir
türlü akıl tutulmalarına engel olamıyor. Toplum
nezdinde kendine münhasır o eski İstanbul beye-
fendisi halleri yaşayanlarımız nerdeyse yok
denecek kadar azaldı. Efendim malumunuz inter-
net çağındayız tabi adına çağımızın, henüz bir
isim bile tam olarak verilmedi. Önemli olan bu
değil tabi, gelişen tekniğin hayatımızı nasıl
yönlendirdiği mühim.
Bakacak olursak cümleler azaldı, eylemler ço-
ğaldı, beynimiz gitgide küçülüyor, dünyamız
küçüldükçe bizde küçülüyoruz. Her şey mutlak
surette tek bir yere gidiyor gitmesine de bu
gerçeği dinleyen kim? Söylemlerde içi boş tın-
gırtılar, boş adamlar, boş gençlik, bütün yapı-
lanmalar insanın içini hepten boşaltmaya yöne-
lik… İşte böyle zamanda buna dur demeye takati
kalan birkaç iyi adam olmalı, eli kalem tutan,
her şeye inat kitap basan matbaalarda, o mürek-
kep kokusunun bağımlısı olmuş birkaç iyi adam…
Eğer varsa etrafınızda böyleleri hiç zaman kay-
betmeyin, geleceğin oksijenleri onlar, gelece-
ğin yapı taşları onlar, bir elinde kalem diğe-
rinde kitapla gezen ve de telefonda gezinmek
yerine etrafında olup biteni analiz eden… O
insanlara sahip çıkın eteklerinden ayrılmayın,
alabildiğiniz ne varsa almaya çalışın.Günümüz
globalitesi hiçte merhametli değil çünkü, tut-
tuğunu girdabında eritip, öğütmekle meşgul,
dikkat edin etrafınıza telefonunuzdan fırsat
bulup bakabilirseniz onlarca insanın bu girdaba
gömülü olduğunu göreceksiniz. Tutun o insanla-
rın elinden çıkarın onları. Vakit daralıyor ve
insanlık bilinmezlik çukurunda ölüyor. Sonumuz
hayr ola… Vesselam…
Ölüyoruz Ama Nereye? Fatih Yaşatır
Roman’a Mihman Ahmet Salih Şahin
Aforizmalar doğru yerde kullanıldığı takdirde epey geniş bir alan açmaya yardımcı oluyor. Ben de kendime bu alanı açmak için Friedrich Nietzsche’nin bir aforizmasına başvuruyorum. Nietzsche, ‘Tragedyanın Doğuşu’nda şöyle di-yor: ‚Sanat doğanın bir taklidi değildir; tersine ona yapılan bir ektir, kendisini aş-mak üzere yanına dikilen fizik ötesi bir eki-dir doğanın.‛ Ben bu sözü roman için kullana-cağım, daha doğrusu roman doğrultusunda yo-rumlayacağım, böylece meramımı anlatmaya ça-balayacağım. Romanı ne değerli kılar? Roman niçin üst düzey sayılır? Romanın derdi yani tezi olmalı mıdır? Romanın tezi olursa bu onu estetik olarak aşağıya çeker mi? Bu sorula-rın içine girip, tek tek cevaplamak elbette bu yazının gücü yetmeyeceği şeyler. Ama yazı bunlar etra-fında dönmeye çalışacak naçiza-ne. Şimdi efendim, romanla ku-rulan bağ insandan insana deği-şir. Romanı okuyan insanın ya-nında ne getirdiği, birikimi, romanla kurduğu duygusal bağ, önyargıları ve daha birçok şey romana estetik değer biçerken insanın kullandığı ölçütlerdir. Ben duygusal bağ ve önyargıları bir kenara bırakarak tamamen edebi değerini, teknik başarı-sını test etmeye çabalıyorum bu yazıda, aslında istemesem bile bir kitap hakkında yazı yazmak-la doğrudan bu test etme işine girmiş oluyorum. Nietzsche sö-zünün ilk bölümünde ne diyordu ‚Sanat doğanın bir taklidi de-ğildir‛ ben bunu ‚Roman hayatın bir taklidi değildir‛ şeklinde bozuyorum daha doğrusu ye-niden yapılandırıyorum. Evet, roman hayatın bir taklidi değildir yani ideal olan budur, iyi edebiyat budur, başarılı roman budur. Za-ten roman çıkış itibariyle insanı gerçek ha-yatın baskısından kurtarmak ve gerçek hayatın akışını kırmak için vardır. Eğer iyi roman diye bir şeyden bahsedeceksek bu romanın ger-çek hayatı taklit etmesi şeklinde değil, ro-manın gerçek hayatı etkisi altına alacak ka-dar ciddi bir yükün altına girmesiyle olur. İnsanlar iyi romanı okuyunca demeli ki, bakı-nız burada böyle bir hayat var, biz buna iti-bar etmeliyiz. Roman bunu yaparken de bir ah-lak dersi vermemeli, insanları bir doğrunun
peşine takmamalı, o doğru romanda kendiliğin-den ortaya çıkmalı yani roman öğüt vermek ye-rine o doğruyu yaşayan bir hayat kurmalı. Böyle bir roman pek çok şeyi başarmış olur ve mimetik olmaktan kurtularak hayatın ta kendi-si olur. Hayatın ta kendisi olan roman da Ni-etzsche’nin dediği gibi taklit/mimetik olmak-tan kurtularak ‚ona yapılan bir ek‛ olma vasfına ulaşır. Bu birinci kısımdı. Kaba bir ifadeyle ve genellemeyle sanırım meramımı an-lattım. İkinci kısma da şöyle. Bir eser bu özellikle romansa bir düşüncenin peşinde koşar mı? Bir düşünceyi yedeğine alarak yazılmış bir roman ne derece başarılı ve estetiktir? Kanonik ro-manlar niçin küçümseniyor? Bunlara da kaba
bir genellemeyle cevap vermeye çalışalım. Roman bir düşüncenin yedeğinde koşmaktan ne kadar uzaklaşırsa o kadar roman olur. Roman insana nüfuz etmeye çalış-tığı için bir değer arz eder. İnsandan ve onun varoluş prob-lemlerinden ne kadar uzaklaşırsa o kadar da değeri düşer. Bugün İslami edebiyat camiasında hida-yet romanlarının ötesine geçile-mediği için kaliteli bir İslami roman oluşturulamadı. Bu roman-ların tek derdi, romandaki sapık insanı hidayete eriştirmektir ve mutlu sonla bize veda eder. Bu konturları çok belirgin roman tarzı estetik olarak hiçbir de-ğer taşıyamıyor maalesef. Çünkü insan problemine değil bir dü-şüncenin peşine takılmış gidiyor
bu romanlar, yani kanon derdinde. Belki de romanın öz olarak ‘hümanist’ bir sanat olması İslami roman denilen şeyin ölü doğmasına se-bep oluyor, her neyse bu İslami roman mevzuu-na da romanın bir fikir, düşünce peşinde koş-masına, okuyucuyu ikna etmeyi kendine dert etmesi sebebiyle değindim. Estetik olarak bir değer taşımamasına örnek olsun diye verdim. Çok kaba bir genelleme olduğunu söylemekle birlikte burada da meramımı anlattığımı zan-nediyorum. İmdi, Akif Kurtuluş’un ‘Mihman’ına gelelim. Bence ‘Mihman’ birinci ve ikinci kısımlarda bahsettiğim birçok olumsuz vasfı bünyesinde barındırıyor maalesef. Birinci kısımda
‚Eleştirinin görevi, yapıtın bir yorumunu vermek değil, onun sessizlikle-rini konuşturmaktır.‛
[Terry Eaglaton]
şikâyet ettiğim hayatın taklidi mevzuunda yer yer başarılı delikler açsa da genel olarak olumsuz hanesini doldurmuş bence Akif Kurtu-luş. İkinci kısımda yakındığım meselede ise tamamen olumsuz haneyi doldurmuş maalesef Kur-tuluş. Şimdi efendim kalkıp bir başka romancı da Akif Kurtuluş’un vaz ettiği şeylerin zıddı-na bir roman yazarsa ne yapacağız? Roman böyle bir şey mi? Romanı biz bir tenis maçı seyreder gibi kafamızı bir o tarafa bir bu tarafa çevi-rerek mi takip edeceğiz? Bence roman böyle bir şey değil. Başka şeylere de değinmek niyetin-
deydim, mesela her kahramanının kendi ağzından olayı anlatırken romanın istenilen akışkanlı-ğın, ritmin sağlanamadığı hususunda, ancak ge-nel olarak böyle bir rahatsızlık yok sanırım bu benim şahsi sıkıntım. Yazımızı roman kahra-manımız Memet Fuat’ın sözleriyle bitirelim, ‚İnsan kim olduğuna karar veremez. Kim olduğu sorusuna verdiği cevabın hiçbir önemi yoktur zaten. O cevabı başkaları verir. Hepimiz hem bir başkasının kim olduğuna karar verecek ka-dar iktidar sahibiyiz, hem de başka bir ikti-darın bu soruya verdiği cevap karşısında, ça-
Zaman Ve Sanat
Ali Hışıroğlu
Her insanın bir hikâyesi vardır; her "lisanın" olduğu gibi! Daha önceden yazılmış bir senaryonun yaşanıyor olmasından mıdır bu fikir ve sanat erozyonu? Bir açıdan bakılınca, ilk insan ve ilk toplum-dan bu yana giderek bir seviye belirtmesi ge-reken insan (ve ürünleri) aşağıya doğru bir seviyesizlik tablosu koyuyor ortaya son bir asrı geçkin zamandır. İnsan ve insana ilişkin değerlere nispetle böyle bir düşüş grafiğinin bugünkü ulaşmış olduğu radde korkarım en so-nuncusu. (mu?) Diğer açıdan bakıldığında, yani dünya ve dün-yaya ilişkin değerler açısından, genişliğine doğru baş döndüren bir yükseliş vehmini uyan-dırıyor insanda. Bilimsel ve teknolojik inki-şaflar ortada. Günümüz insan ve idrakinin deha çapında en gelişmiş melekesinin kendi kendini kandırmak olduğunu söyleyebilir miyiz? Kendini feci şekilde oyuncaklarına gömmüş bu insan prototipi hayal ve hülyalarını mekanikleştir-miş ‚öte duygusu‛ ve ‚sır sorgusu‛nu törpüle-miş, tıpkı hareketli bir tahta parçası misali deveran etmekte. Göz kamaştıran oyuncakları var onun. Ölüm ve mezara kadar olan zaman sü-reci her devir ve her dönemde bu oyuncaklarıy-la oyalanmış ve her şeye rağmen kendine sahte teselli imkânı bulmuştur. Tarumar ettiği sır tarlasının yüzeyine kalın betonlar atarak gü-zelim bitki ve çiçeklerin boy atmasını imkânsız hale getirmiştir. Bu betonlar üzerine serpiştirilen plastik bitki ve çiçeklerin sa-hici olması yahut sahiciymiş gibi algılanması çağdaş, toplumsal hafızanın belki de en önemli yanılgısıdır. Belki de toplumsal katmanların içinde en çok varlık savaşı veren, en çok yalnızlaşan, en çok nasipsizleşen ve belki de en çok unutulan sahici fikir ve sanat adamları olsa gerek. Sokrates’in mağara örneğindeki gibi gölgeleri gördükten sonra bu gölgelerin aslına meyletme-yi ve onu özü ile keşfetmeyi ihmal edip biçim-siz bir yanılgının kurbanı olmaktalar. Fikir ve sanat da diğer toplumsal değerler gibi ayaklarını basacağı kendine özgü bir zemin bu-
lamadığı zamanlarda günümüzdekine benzer bücür ve sahte sanat eserleri ortalıklarda dolaşır. İnsandan kâinata doğru mu, yoksa kâinattan in-sana doğru mu? Kendini hiçe sayan bir arayış meramı kendini kâinatta kaybetmiş güya hür ol-duğunu vehmederek esas da korkunç bir mahkûmi-yetin zavallısı olmuştur. Handiyse (hemen he-men) var olan bütün negatif değerleri kuşana-rak ve onları ön plana çıkartarak ve hatta on-ları bayraklaştırarak organize ettiği toplum-lardan yine aynı negatif değerler yüklü fert-ler yetiştirmek. Harf devriminden bu yana tüm ‚sahici değer‛lere giden yolları kapattıktan sonra oluşan kelliğini peruk takarak örtbas etme çabaları olanca açıklığıyla görülmüş ve anlaşılmış olmasına rağmen seyircisiz ve sevi-yesiz tiyatro oyuncuları gibi yalancı ve ya-bancı durumlarını nedense sürdürmektedirler. Kendi öz kültür, sanat ve mana değerlerine sımsıkı tutunulması ve onlarla hamle yapılması gerekirken aksine onlara savaş ilan etmeyi kendi varlık sebebi olarak ilan ve telakki et-mişlerdir. Sahici sanat ve sanatkârın, sahici fikir ve mütefekkirin bu şartlarda doğup büyü-mesini ummak safdillik olur elbette. Eşya ve hadiseleri teshir edebilmenin muazzam vebalini kuşanmış fikir ve sanat adamı aynı sebepten yetişmiyor. Cemiyet fertlerinin düşünmekten ve sanatsal etkinliklerden ve hatta okumaktan ya-na hiçbir meyil emaresine sahip olmamaları bir felaket öncesinin göstergesi midir? Bizce evet. Kelimeleri devşirdiğin mahal ve bu ma-hallin nitelikleri fikir ve sanat inşasındaki ‚kalıcılık‛, ‚sahicilik‛ kıstası olduğu bilin-mektedir. Söz konusu mahal insan ve insana ilişkin değerler mahalli mi yoksa kâinat ve kâinata ilişkin değerler mahalli mi? İnsanın estetik pencerelerine tebessüm eden bir sanat eseri, sanat eseri olma özelliğini ve kalıcı-lığını kazanmış anlamına gelmez. Zira bir sa-nat eserini sanat eseri yapan şey, beğenicile-rinin çokluğuyla doğru orantılı değildir
Beyler Gibiyim
Görünce akları ihtiyar sanma
Zincirlerden kopmuş taylar gibiyim
Fırat dicle sessiz suskundur amma
Hırçın hırçın akan çaylar gibiyim
Yüreğimde koptu patladı firen
Bin hasar bıraktı kalbime giren
Üstümden geçerken kara bir tren
Altında ezilen raylar gibiyim
Aşkın çamuruna battıktan sonra
Beni üç kuruşa sattıktan sonra
Kapıyı kapatıp gittikten sonra
Ben kendi kendimi eyler gibiyim
Gözlerim ağlerken kipriğim şaştı
Ah etmedim amma vebalin taştı
Yaş onsekiz değil kırkını aştı
Yıllarına üzgün aylar gibiyim
Muhabbet faslımız bitti eyvallah
Buraya kadarmış bıktım illallah
Yaşarken ölmekten kurtardı ALLAH
Şimdi mezarımda beyler gibiyim
Harun Yıldırım
Semah-ı Can
Hû de ve dön ey gönül
Muhammed'in aşkına!
Muhammed'in izinden
Gidenlerin aşkına!
Hak yolunda bâdeler
İçenlerin aşkına!
Bu can semâhı haktan
Bilenlerin aşkına!
Gül dalında dikenler
Derenlerin aşkına!
Küfr meclisinde "Hay Hak"
Diyenlerin aşkına!
Mustafa Koç
Süs Zarif bir elmas düştü yıllar önce elimden,
Parçalı bir aynaya rehin verdim yüzümü. Bu çılgın acıları yaşarken ben derinden, Müzmin bekleyişlerle döşedim gökyüzümü.
Esrarlı bir beliriş raks eder sularımda, Tutunası çığlıklar yükselmekte ruhumdan.
Gökleri dualarla her vakit sularım da, Hani keşke bir yankı duyabilsem kuyumdan.
Aklımı, süpürürken bulurum yıldızları, Mahcup bir eda düşer annemin örtüsüne.
Aşkımı alkışlayan kalbimin sızıları Çocuklar gibi güler bu dünyanın süsüne.
Ali Hışıroğlu
Mâverâ
İnsan her an sürgünde, gerçek mekânı kabir, Ölümü anlatmaya aciz kalır her tâbir.
Dünya sonlu yalancı, gün gelince ölecek,
Beklenen o göç emri, elbet bir gün gelecek.
Kalbi küfürle hemhal, dilinde bin bir ahla, Sanma kolay kurtuluş, onca büyük günahla.
Saatler geçmez derken, geçti aylar ve yıllar,
-Sonu olmayan sona- çıkıyor bütün yollar.
Düşün! Ölümü düşün! Dönen var mı oradan, Ahdinden hiç döner mi, seni yoktan Yaradan?
Bak Azrail kapında, gelen Sırat zor engel,
Akıl yetmez sadece, iman ve amelle gel.
Ne zaman ki son bulur, güneş dürülür gökten, Ne zaman visal olur, yanar yürekler tekden.
Mâverâyı düşünmek, zihin kemiren sancı,
Varsa başka söyleyin, şu dünyanın kazancı!
Furkan Selçuk Soylu
Ömür Dediğin Zifiri bir karanlık kaplıyor içimi
Sıkışıyor kalbim her an
Derin bir boşluk içindeyim
Ve geliyor üstüme duvarlar
Ayrılıklar pusu kurmuş etrafıma
Karanlıkla beraber batan umutlar gibiyim
Gün gelir ömür biter
Ve sadece yaşamak ister insan
Yasin Özkaya
Ey Ahsen
Ey ahsen! Önümde ki nesli eclâl
Ey iclâl! Cemiline yoktur emsâl
Nerdesin ey cân! Yarım kaldı hânen
Eksikliği gider! Yanmaz mı sînen
Bilmem ki ahsenim nicedir hâlin
Kabul herşey, ben olayım tâlihin
Gözlerim uğultu, bir haberdedir
Bir hayâli bin gerçek edendedir
Sevgiye zaman, beklemek yakıştı
Cümleler suskun sensiz hâlim kıştı
Beklerim, vârın hüzünden çıkıştı
Gel yarın, her ânım asra karıştı
Etmem sitem yıla ân der beklerim
Ben senim, yoksan solar renklerim
Harun Taşlı
Vuslat
Yüzünü seyretmek ihtiyaç değil Dualarda buluşalım seninle Sonsuzluk meskeni gönlüme eğil Semalarda buluşalım seninle Bir kuş uçur yüreğinden gönlüme Ferman buyur, durmak eştir ölüme Sesin ab-ı hayat olur çölüme Hülyalarda buluşalım seninle Yağmuru beraber, suskun dinleriz Aynı anda çarpar hep kalplerimiz Günah bulaşmamış; derûni, temiz Sevdalarda buluşalım seninle Masumdur düşünce, masumdur gaye Umut; direnmeme sebep sermaye Bağladım gerçeği mecaz vergiye Aynalarda buluşalım seninle Ey güllere kırmızılık veren gül! Bak yüzüme, gözlerinle bir kez gül İçimde ezelî sevdanla süzül Verâlarda buluşalım seninle Muhammed Said Altuntaş
Yakaza
Bir sevda yaşadım, yakaza anı gibi,
Ne daldım engin rüyalara gönlümce.
Ne de uyandım, yaşamadım isteğimce.
Bir sevda yaşadım, yakaza anı gibi.
Yaşadıklarım ne gerçekti, ne de hayaldi,
Bir perde ki ne berisini geçtim ne ötesini,
Hayal mi gerçek, gerçek mi hayal anlamadım,
Gerçeğin içinde hayal, hayal içinde gerçekti.
Sevda muhayyilemde, hayali bir siluetti,
Bir varmış bir yokmuş sevdası gibi.
Şimdi sevda ne yanımda ne de hayalimde,
Sevda hayal oldu, rüya oldu yaşanmamış gibi…
Hatırlar gibiyim sevdanın rengini, kokusunu
Havsalamda yaşanmamış bir anı gibi.
Hissediyorum, lakin güçtür tarif etmesi
Bir sevda yaşadım yakaza anı gibi.
Mehmet Tentik
Farkediş
Her şeyin bir zamanı
Benim dermanım yok
Çırpınıyorum çırpınıyorum
Okyanusta kulaçlarım anlamsız
Mutlak son kaçınılmaz
Ruhumun onarılması
Ahirete kaldı
Oradan oraya sürüklendiğim kıyılar
Epeyce yordu
Hırçınlığı bırakan okyanus
Şimdi anlayamadığım bir hüzünle
Bakmakta…
Yurdanur Ölmez
Hikâyeci Çocuk
Gül Tanrıverdi
Onca kalabalığın, içinden kulaklarıma bir ses geli-
yor. Pazar yerinin tüm uğultusuna rağmen o sesi
duyuyorum. Yakınlarda olmalı. Etrafıma bakıp sesi
takip ediyorum. İşte orada, küçük bir çocuk on iki
yaşlarında olmalı. Göğsünü germiş, var gücüyle ba-
ğırıyor.
—Hikâyelerim var… Satılık hikâyelerim var... Abla-
larım ağabeylerim hikâye almaz mısınız?
Sebze sandığı üzerine yayılmış beyaz dosya kâğıtla-
rının üzerine birer taş koymuş. Pazar yerinde
hikâye satmak! Kimin aklına gelir ki? Merakla çocu-
ğun yanına yaklaştım.
—Kolay gelsin genç adam. Hikâyemi satıyorsun? Ne
kadar ilginç!
Gülümseyerek yüzüme baktı, belli ki ona ‛genç
adam‛ demem hoşuna gitmişti. Koyu kahve gözleri
ışıl ışıl, sıska denilecek kadar zayıf olan bu ço-
cuk yetişkin edasıyla,:
—Evet, hikâye satıyorum almak ister misin abla?
—Oldukça merak ettim. Pazarda neden sattığını bil-
mek isterdim.
—Abla almayacaksan beni oyalama bugün bu hikâyeleri
satmam gerek.
—Hikâyeler kime ait?
—Bana ait. Yani ben yazdım.
Sabırsızlığı her halinden belliydi. Merakıma yenik
düşüp ona bir teklifte bulundum. Hikâyelerinin
hepsini alacağımı, bana pazarda satma nedenini an-
latmasını istedim. Bu ayaküstü konuşulacak konu
değildi. Arka tarafta gözüme ilişen köfteciye bak-
tım. Oturma yerlerini görünce onu davet ettim.
—Bilmem ki ne desem karnımda acıktı aslında, dedi.
—Haklısın tanımadığın birinin teklifini kabul etmek
zor. Benim karnım da aç. Ne dersin?
Biraz tereddüt ettikten sonra teklifimi kabul etti.
Çabucak tezgâhını topladı, kâğıtları istifledi.
Yüzüme bakıp ‚Tamam gidelim‛ dedi. Arka tarafa geç-
mek için bir aralık bulduk. Köfteci kapıya küçük
masalar koymuştu. Oturduk, yiyeceklerimizi ısmarla-
dım. Adını sordum. Faruk olduğunu söyledi. Sıkılmı-
şa benziyordu. Tırnaklarını ağzına götürüyor sonra
çekiyordu. Gülümsedim,
—Önce karnımızı doyuralım sonra konuşalım Faruk,
dedim.
Başıyla onayladı. Köfteler geldi. Onlara iştahla
baktığını fark ettim. Utangaç haliyle yüzüme baktı,
ben yemeye başlarsam o da rahatça yiyecekti. İştah-
la ekmeği ısırdım ona baktım ‚Hadi sen de başla‛
dedim. Gülümseyerek yemeye başladı. Belli ki acık-
mıştı, önce köftesinden ısırdı, sonra ayrandan bir
yudum aldı. Dudak kenarlarının beyaz oluşu hoşuma
gitti. Utanmasını istemediğim için bir şey söyleme-
dim. Yemeği bitirince söze girdim.
—Nasıl beğendin mi?
—Hım anneminki kadar güzel değildi ama olsun sağ
olun.
Bir kahkaha patlattım.
—Afiyet olsun. Haklısın anneninki kadar güzel ola-
maz. Evet, anlat bakalım yazdıklarını niye pazarda
satıyorsun?
—Bizim mahallede ağabeyler kendi aralarında konuşu-
yorlardı. Filistinli çocuklar düşmanlarına kendile-
rini savunmak için taş atıyorlarmış, onları dinler-
ken aklıma bir fikir geldi. Oradaki çocuklara bo-
yanmış taşlar göndererek, onların yanında olduğumu-
zu bilmelerini istiyorum. Arkadaşlarım bana yardım
edecekler. Boya alacak param yoktu. Düşündüm ki
hikâye okumayı seviyorum, okuduklarım gibi ben de
yazabilirim. Oturdum kendi hikâyelerimi yazdım.
—Ne güzel düşünmüşsün. Kazandığın parayla boya ala-
caksın öyle mi?
—Evet, siz gerçekten yazdıklarımı alacaksınız değil
mi?
—Tabi alacağım. Fikrin çok hoşuma gitti.
Anlattıklarından çok etkilenmiştim. Duyduklarına
duyarsız kalmamış, elinden ne geliyorsa yapmak is-
temişti. Yardımlaşma adına ben ne yapmıştım? Hiçbir
şey? Bu naif çocuğu dinlerken kendimden utanmıştım.
İçimi ince bir sızı kapladı. Tüm bunları düşünürken
Faruk dedim:
—Bak aklıma ne geldi. Benim sana vereceğim parayla
başka ihtiyacını karşıla boyaları ben alayım. Hatta
kabul edersen boyamanıza yardım edebilirim. Bunu
gerçekten istiyorum.
Faruk şaşırmış, yüzüme bakıyordu. Önce bir müddet
cevap vermedi. Sonra başını ‚olur‛ anlamında salla-
dı. Bu çocuğun hayatına birden burnumu sokmuştum. O
da tereddütle de olsa kabul etmişti. Beraber kalk-
tık ve bir kırtasiye bulduk. Hangi renkleri isti-
yorsa aldım. Gerekli malzemeleri alıp dükkândan
çıktık. Evleri pazarın civarındaymış hemen ulaştık.
Faruk,
—Arkadaşlarımı çağırayım. Dedi.
Parmaklarını ağzına götürüp uzunca ıslık çaldı.
Baktım etraftan çocuklar çıkıp gelmeye başladılar.
Hepsi toplanınca kendinden emin bir sesle,
—Boyaları bize bu abla aldı arkadaşlar, hadi iş ba-
şına, taşları bir araya getirelim.
Taşlar getirildi, boyaları açıp herkese dağıttım.
Hep birlikte hummalı bir çalışmayla taşları boya-
dık. Arkadaşları tek tek ayrılıp evlerine gittiler.
Hava birden bulutlandı. Yaz yağmuru birden tüm be-
reketiyle yeryüzüne inmeye başladı. Henüz taşlar
kurumamıştı. Biz toparlayamadan ıslandılar. Faruk
moral bozukluğuyla bana bakıyordu.
—Üzülme yeniden boyarız. Hem aklıma bir fikir gel-
di.
Elinde taşlar bana dönerek,
—Nasıl bir fikir abla?
— Taşları emniyetli bir yere koyalım. Güzelce kuru-
sunlar. Bu arada aklıma gelenleri araştırayım. Kısa
süre içinde halletmeye çalışacağım. Benden haber
bekle.
—Tamam, ama ne olduğu hakkında bir şey söylemeyecek
misin?
—Olmaz sürpriz olacak. Merak etme birkaç gün içinde
geleceğim, her şeyin güzel olmasını istiyorum. Be-
nim de katkım olsun.
—Senin katkın oldu zaten abla. Daha ne yapacaksın
ki?
Faruk şaşkın gözlerle bana bakıyordu. Tereddüt
içinde olduğunu belli edercesine,
—Geleceksin ama değil mi?
—Tabi ki geleceğim söz veriyorum. Hikâyelerinin üc-
retini unuttuğumu sanma sakın.
Gülümsedim. O da gülümsedi. Bir mendil içinde ha-
zırladığım parayı uzattım. Utanarak aldı. Yüzü kı-
zarmıştı. Başını okşadım. Vedalaşarak yanından ay-
rıldım. İçimde oluşan heyecanı yenemiyordum. Hızlı
adımlarla yürüyerek evime geldim. Bir yayınevinde
çalışan arkadaşım vardı. Biraz soluklandım sonra
onu aradım. Ona Faruk’tan yazılarından bahsettim.
Kitap fikrimi anlattım. Arkadaşım olumlu karşıladı.
‚Bir ara gel konuşalım,‛ dedi. Bekleyemeyeceğimi
söyleyip ertesi gün için sözleştik.
Yayınevine gittiğimde arkadaşım beni gülümseyerek
karşıladı.
—Faruk senin için çok önemli olmalı. Yoksa yüzünü
göreceğimiz yoktu.
—Haklısın yeni tanıştığım bu çocuk beni etkiledi.
Erdemli tavrıyla Filistinli çocuklar için bir şey-
ler yapmaya çalışıyor. Çok naif bir düşünce biz ye-
tişkinler onun kadar düşünceli değiliz. Arkadaşla-
rıyla taşlar toplamışlar. Boyayıp gönderecekler bir
görsen nasıl hevesliler. Kitapla birlikte gönderil-
sin istiyorum. Bana yardım edecek misin?
—Heyecanın belli oluyor. Haklısın bizler çocuklar
gibi vicdanlı davranmıyoruz. Faruk’un yazılarını
okuyacağım. Sonrasında ne gerekiyorsa yaparız.
—Bir çocuğun yazılarını yayınevleri basmaz belki
de. Ama ben masrafları karşılayacağım.
—Tamam, sorun etme.
Konuşup anlaştık içim rahatlamıştı. Kitap Türkçe
dışında Filistinli çocukların anlayabildikleri dile
çevrilecekti. Zamana ihtiyacımız vardı. Belki de
iki ayı bulacaktı. Birkaç gün sonra Faruk’un otur-
duğu yere gittim. Arkadaşlarıyla oynuyordu. Beni
görünce koşarak yanıma geldi. Ona bir süre bekleme-
sini söylediğimde yüzünün rengi değişti.
—Yüzünü asma hemen, sana bir sürprizim olacak. Bek-
lememiz gerek.
—Ne için beklediğimizi söylesen abla.
—Sürpriz dedim ya.
Faruk haklıydı. Hayallerini ertelemiştim. Sustum…
Sonuçta mutlu olacağını biliyordum.
Bir buçuk ay geçmişti. Arkadaşım bir sabah aradı.
Kitapların hazır olduğunu söyledi. Hemen yola ko-
yuldum. Yayınevine gittiğimde kitaplar hazırlanmış
beni bekliyordu. Basım gayet güzel olmuş, kapak
resmi göz alıcı çocukların ilgisini çekecek şekilde
tasarlanmıştı. Rahatlamanın verdiği huzurla derin
bir nefes aldım. Artık geri kalan işleri halletme-
nin zamanı gelmişti. Arkadaşımla vedalaşıp oradan
ayrıldım.
Önüme çıkan ilk dükkâna girip renkli kurdeleler al-
dım. Sonra polaroid çekim yapan bir makine aldım.
Sevinçliydim… Çocukların coşkusunu hayal ediyordum.
Elimdekileri taşımak yorucu olacağından taksi çevi-
rip bindim. Vakit kaybetmeden işe koyulmak istiyor-
dum. Yarım saat süren kısa yolculuktan sonra Fa-
ruk’un mahallesine geldim.
Çocuklar beni görünce etrafımı sardılar. Faruk ya-
nıma geldi. Getirdiğim koliyi aldı kenara koymama
yardım etti. Koliye bakıyordu. Sonra bakışlarımız
birleşti. Gülümseyerek ona göz kırptım.
—İşte orada açıp bakmayacak mısın?
—Kolinin içinde ne var abla? Merak ediyorum ama sen
açsan daha iyi olur.
—Peki açayım. Gözlerini kapat o zaman ben aç deyin-
ce açarsın, dedim gülerek,
—Tamam, dedi.
Diğer çocuklar ne olduğunu anlamadıkları için şaş-
kın bakıyorlardı. Etrafımı sarıp koliyi açışımı iz-
lediler. Faruk’un gözlerini niye kapattığını anla-
maya çalışıyorlardı. Elime kitabı alınca,
—Artık gözlerini açabilirsin, dedim.
Yaklaşıp kitabı eline verdim. Bana bakıp,
—Bu kitap hediyemi?
—Dikkatle bakar mısın? Yazarı kimmiş?
Gözleri kitaba kilitlenmiş, sanki dili tutulmuştu.
Birden boynuma sarıldı ‚teşekkür ederim‛ diye kula-
ğıma fısıldadı. Baktım gözleri ışıldıyordu. Ben de
ona sarıldım. Arkadaşları bir ağızdan coşkuyla ba-
ğırmaya başladılar ‚Faruk yazar olmuş!‛ alkış tut-
tular, ıslık çaldılar. Hepsinin neşelerine diyecek
yoktu. Ben de alkışlara eşlik ettim.
—Evet, genç yazarımız artık iş başına, hadi bakalım
çocuklar siz de. Önce taşlara gülen yüzler yapaca-
ğız.
Boyaları çıkarıp hazırladık. Ben bir örnek yaparak
gösterdim. Her taşa renkli gülen yüzler yaptık.
Taşların kurumasını beklerken, kurdeleleri çıkarıp
eşit şekilde kestim. Kitapları çıkardım herkesin
önüne koydum.
—Çocuklar şimdi beni dinleyin. Her kitabın üstüne
bir taş yapıştırıyoruz. Ve kurdeleyi kitaba bağlı-
yoruz. Siz bu işlemi yaparken ben sizin fotoğrafı-
nızı çekeceğim. Kitapların içine birer resim koya-
cağız anlaştık değil mi?
Hepsi birden ‚evet diye bağırdılar. Hepsi keyifle
işlerini yapıyordu. Ben resimlerini çekmeye başla-
dım. Her birini değişik açıdan çektim. Bütün kitap-
ların üstünde kurdeleli taşlar konulmuş, aralarına
hatıra resimleri yerleştirilmişti. Nihayet işler
bittiğinde Faruk çuvalı getirdi. Ben,
—Çuval olmaz koli olmalı kitaplar zarar görmemeli.
—Tamam, marketten isteyelim.
Çocuklar koşarak gittiler. Hepsinin ellerinde birer
koliyle geri döndüler. Güzelce yerleştirdik. Bant-
layarak sağlamlaştırdık. Filistin’e ulaştıracak bir
vakıf araştırmış, numarasını kaydetmiştim. Arayıp
konuştum, ertesi gün alacaklarını söylediler.
Sabah erkenden yola koyuldum. Faruk gelmiş, kolile-
rin yanına oturmuş bekliyordu. Elinde yeni kitabıy-
la mutlu gözüküyordu. Saat on iki civarı vakıf
kargosu geldi kolileri teslim ettik. Araba giderken
peşinden hayallere daldık. Filistinli çocuklara
yıllar sonrasına kalacak bir anı bırakmanın mutlu-
ğunu yaşıyorduk. Sonra Faruk’a döndüm,
—Hadi hazırlan gidiyoruz. Kitaplarının hepsini ya-
nına al.
—Nereye gidiyoruz abla?
—Pazara hikâyelerini sattığın yere, şimdi de kitap-
larını satmaya gidiyoruz.
Faruk bana bir insanlık dersi vermişti. Duyarsızlı-
ğımı hatırlatmıştı. Artık yardım edebilmenin tadını
almıştım. Hikâye satan çocukla Elele pazara yürü-
dük.
Kalbe Yolculuk Sevda Karaömer
Yoksul ve kimsesizdi. Yakın zamanda köyde insanla-
rı hastalıktan kırıp geçiren korkunç sayılabile-
cek derecede kötü bir salgın hastalık yaşanmış,
karısını, biri kız iki de oğlunu bu salgın hasta-
lık sırasında kaybetmişti. Köyde hemen her hanede
bu hastalık yüzünden kaybedilmiş can vardı. Kendi-
si kurtulmuştu ama hayatta kalmak anlamını yitir-
mişti onun için. Sabah uyanmak istemiyor tekrar
gözlerini kapatmak hatta ölmek istiyor, gitsem
kendimi şu uçurumdan atsam her şey bitse diye dü-
şünse de ‚Peki ya sonra Allah’a nasıl hesap veri-
rim?‛ korkusu ile bu düşüncesinden utanıyor
vazgeçiyordu. Buralardan gitmek istiyordu giderse
biraz teselli bulurum ümidi vardı, fakat iki bük-
lüm ihtiyar anasını bırakmak düşüncesi canını ya-
kıyor dizlerindeki son dermanı da tüketiyor bu
çaresizlik onu isyanlara sürüklüyordu.
Bir zamanlar çocuklarının neşeli kahkahalarla ko-
şup oynadıkları yoksul ama karısının maharetiyle
cennet zannettikleri evinin bahçesindeydi. Boş
odalarda dolaşırken nefesinin kesildiğini aklını
kaçırır gibi olduğunu buna daha fazla dayanamaya-
cağını anlayıp bahçeye çıkmıştı. Toprağa diz çök-
müş elindeki kırık ağaç dalıyla toprağı eşeliyor,
geçmişine dalmış düşünüyordu. Buralarda olmak her
an onların varlığını hissetmek canını yakıyordu.
Ne anasının seslendiğini duydu ne de başucuna di-
kildiğini fark etti. Oğlunun bu perişan hali içini
parçalıyordu ne dese ne söylese olmuyordu bıraka-
yım git oğul demek istiyor ama bu ayrılığa nasıl
katlanılır bilmiyordu. ‚Oğlum, yavrum‛ dedi usulca
incitmekten korkar gibi. Oğlu duymadı başucuna
dikildi omzuna hafifçe dokundu. İşte yine yaşlıydı
gözleri. Kalbinden geçenlerin anlamını gözlerine
yüklediğinden olsa gerek anası artık direnmesinin
anlamsız olduğunu kabullendi. Öyle ya da böyle
gidecekti. Oğlunun zaten böyle gözlerinin önünde
erimesi daha mı iyiydi.‛ Razıyım oğlum‛ dedi.
‚Nereye gitmek istiyorsan git. Buralarda kalmak
sana iyi gelmiyor her an hüzünlüsün Allah a isyan-
kar olmandan korkarım.‛ Garip adam kulaklarına
inanamadı anasının ellerine sarıldı öptü.
‚Anacığım hakkını helal edecek misin?‛. ‚Helal
olsun evladım. Git belki gönlüne derman bulursun.
Allah dostu bir büyüğün yanına ulaşırsın dünyan da
ahretinde kurtulur sen iyi ol yanımda kalmasan da
olur.‛ Diyerek içi yanarak, ağlayarak oğluna dua
etti.
‚Allah yardımcın olsun. Seni kendi yoluna yönelt-
sin. Öyle bir sebep yaratsın ki O’nun yoluna dön
O’nun yolunda kal. Allah’a hizmet edenlerin yanın-
da yaşa, orda şifa bul.‛
Annesini kardeşlerine emanet edip ayrıldı doğup
büyüdüğü topraklardan. Günler aylar boyu umutsuz,
amaçsız dolaşıp durmuş nereye gideceğini bilmeden
ayakları onu nereye götürürse oraya gitmişti. Ne
aradığını ne yaptığını kendisi de bilmiyordu. Bil-
diği çok acı çektiği, tutunacak dal aradığıydı. Ka-
rısını çocuklarını bir an olsun aklından çıkaramı-
yor, gözlerini her kapattığında yüzlerini görür gi-
bi oluyor daima seslerini duyuyordu. Onu görenler
deli gözüyle bakıyorlar bazen acıyorlar çoğu zaman-
da hırsız mı uğursuz mu diyerek kovalıyorlardı. İn-
sanlardan uzaklaşıp yalnızlığı daha çok sever ol-
muştu. Geçtiği yerlerde Emir Sultandan söz edildi-
ğini duydukça merakı artıyor onu sevenlerinden din-
ledikçe Bursa’ya gitmek huzuruna kabul edilirse
elini öpmek duasını almak istiyordu. Yine böyle
yalnız başına, yarı aç yarı tok geçirdiği günlerden
birinin gecesinde bir ağacın altına sığınmış yere
dökülen yapraklardan kendine yastık yapıp uzanmış
bitkinlikten hemen uyuya kalmıştı. Rüyasında nur
yüzlü aksakallı bir hocanın yanındaydı. Tarif edi-
lemez bir huzurun içinde her yer nura gark olmuşken
Hocanın şefkatle kendisine baktığını, gülümsediğini
gel dediğini duydu. Uyandığında titriyordu fakat
artık ne yapacağını da biliyordu.
Zor geçen bir yolculuktan sonra Bursa’ya vardı.
Emir Sultan’ın namaz kıldığı camiye gitti. İçeri
girmeden onun çıkışını beklemeye başladı. Namazdan
sonra Emir Sultan yanındakilerle dışarı çıktığında
rüyasında gördüğü güneş misali nur yüzlü Emir Sul-
tanı hemen tanıdı. Bu heyecana daha fazla dayanama-
yarak düşüp bayıldı. Gözlerini açtığında ilk gördü-
ğü Ece Sultan oldu. Ne diyeceğini ne yapacağını şa-
şırdı. Sonradan öğrenecekti Ece Sultan Emir Sulta-
nın üç yardımcısından biriydi. Bu mübarek dervişin
elini öpüp huzura kabul edilmek için izin istedi.
Bir müddet sonra bu gözleri yaşlı üstü başı perişan
adamı Emir Sultan huzuruna kabul etti. Adam tek ke-
lime söylememişti fakat Emir Sultan her şeyden ha-
berdar olduğunu belli eden haliyle adama baktıktan
sonra mübarek elleriyle adamın kalbine dokundu. O
anda adamın elleri kolları yüzü tüm vücudu yaralar
içinde kaldı. Vücudu yara döktükçe tam tersi içinde
rahatlama ve huzur bulmuştu. Sessizce soru sormadan
Emir Sultanın duasını alarak ayrıldı huzurdan. Ece
Sultanın yanına vardığında onu diğer dervişlerle
beraber ibadet ederken buldu dervişlerden biri ona
‚Nefsin yeis ve hüzünle seni oyalıyor, aldatı-
yor. Galiba döktüğün yaralar içinden dışına
vuran ümitsizlik. Allah’a dön, ona sığın. Bu
dergâha her gelen kabul görür. Dertlerine
derman olunur. Yeter ki gayret göster bizim-
le kal.‛ diyerek buyur etti.
Adam dergâhta garipliğini unuttu sanki orda doğmuş
orda büyümüştü tek üzüntüsü annesi nasıldı bilmi-
yordu ama rüyalarında görüyor iyi olduğuna kendisi-
ne kırgın olmadığına inanıyor Allah’a sığınıyordu.
Dertlerine derman olunan bu dergâh da ve her yerde
Emir Sultan ve kerametleri dilden dile anlatılıyor-
du.
Emir Sultan Buhara’da hicri 770 senesinde doğmuş.
Küçük yaşta anneden öksüz kalınca babası tarafından
sevgi ve şefkatle büyütülmüştü. Genç yaşında baba-
sını da kaybedince gördüğü rüyadan sonra Medine’ye
gitmeye karar vermiş ve Buhara’dan ayrılıp ticaret
kervanına katılmıştı. Emir Sultan birçok şehirden
sonra Medine’ye varmış fakat yine gördüğü rüyadan
sonra Medine’den de ayrılarak Bursa’ya gelmiş ve
Yıldırım Beyazıt’ın kızı Hindu Fatma Sultan ile ev-
lenmiş. Bu evlilikten Emir Ali adında bir oğlu ile
iki kızı olmuştu.
Garip adam bulduğu her fırsatta Ece Sultan’dan Emir
Sultanı anlatmasını istiyordu. Suyu nasıl altına
çevirdiğini dinlemiş en fazla hizmetine verildiği
atın hikâyesinden etkilenmişti. İkinci Murat’ın
hediye ettiği aslında Emir sultana verilmeden önce
hiç kimsenin yanına yaklaşamadığı gören herkesin
hayran kaldığı at. Emir Sultan at kendisine hediye
edildikten sonra bir dervişini atın yanına yollamış
itaat etmesini isyan etmemesini söyletmişti. At he-
men uysallaşarak sukut etmişti.
İşte şimdi o atın hizmetindeydi. At müminlere uysal
günahkârlara hiddetliydi fakat garip adama tepki
vermeden uysal bir şekilde kendisine hizmet etmesi-
ne izin vermişti. Adam da hizmette kusur etmemek
için elinden geleni yapıyordu. Ece Sultan ve ilk
gün rastladığı derviş adama can yoldaşı olmuştu.
Onu sessizce dinliyor her sorusuna cevap vermeye
çalışıyorlardı. İbadetlerini de birlikte yapıyor-
lar, Emir sultandan aldıkları emirleri layıkıyla
yerine getirmek için çırpınıyorlardı. İbadeti ve
zikri arttıkça Allah’a yakınlaştığını, dünyevi
üzüntülerden uzaklaştığını hissediyordu. Tenindeki
yaralar önce şiddetle artmış kanamış ağrı ve kaşın-
tı içinde ızdırap çektirmişti. Vücudundaki yarala-
rın aksine içi rahatlamış kalbinde artık ne isyan
ne hüzün ne de karamsarlık kalmıştı. Hiç aldırmı-
yordu yaralarına.
Gün geldi yaraları kabuk bağladı ve soldular sonra
izleri kalmaksızın yok olup gittiler. Adam Emir
Sultan’ın dergâhın da onun duasını alarak yaptığı
her hizmeti aşkla şevkle yerine getirince içi de
dışı da huzur bulmuştu. O da diğer dervişlerle be-
raber Allah aşkıyla ibadet ve hizmetle uğraşıyordu.
Emir Sultan’ın atına da severek hizmet ediyordu.
Tek derdi arkasında bıraktığı anasıydı. Günlerden
birinde adeti olduğu üzere yine toprağa diz çökmüş
elindeki ağaç dalıyla toprağı eşeliyor dalmış düşü-
nüyordu. Yarabbim eğer Emir Sultan a ulaşamasaydım
halim ne olurdu senden gafil isyan içinde bu ömür
neye yarardı hem dünyam hem ahiretim ziyan olurdu.
Anamın duası olmasa helak olmuştum. Anası aklına
gelince o kadar içten ah etti ki yanından geçenler
garip adamın orada öleceğini zannettiler. Bir müd-
det sonra kendine geldi. Emir Sultanı bahçede der-
vişleriyle sohbet ederken görünce yanına gitti izin
isteyip elini öptükten sonra ‚Bana dua edin efendim
annem.‛Gerisini tamamlayamadı. Gözlerinden akan
yaşlara engel olamadığı için de utanmış başını önü-
ne eğerek susmuştu. Emir Sultan bir şey söylemeden adamın elini tuttu. Üzerine anlayamadığı bir ağırlık
çöktü. Emir Sultan‛ Biraz uyu‛ dediğinde gözlerini kapattı. Biraz uyuduktan sonra uyanınca kendini evle-
rinin bahçesinde başını da annesinin kucağında buldu. Anası usulca saçlarını okşuyor : ‚Evladım hüzün-
lenme. Allah yolundasın, isyandan kurtuldun, huzura erdin. Bir ana evladı için ne ister daha başka. Ben
senden razıyım. Gönlünü ferah tut. Emir Sultan’ın yolundan da ayrılma. Ben sana hakkımı helal ediyorum‛
demiş sonra oğluna veda edercesine uzun müddet sarılmıştı. Gözlerini açtığında bahçede annesinin kokusu-
nu hissetti yoksa gerçekten anası gelmiş miydi rüya mı görmüştü bilemedi merak da etmedi. Allah dostla-
rının olduğu yerde her şey mümkündü nasılsa.
Dergâhta ömrünün sonuna kadar kalmış, severek isteyerek hizmet etmeye devam etmişti. Ölüm Rabbine kavuş-
makmış tek gerçek aşk Allah aşkıymış bunu dille değil kalple kabullenmişti. Eşi ve çocukları Rabbine
kavuşmuş kendiside sırasını bekliyordu. Bir daha evlenmedi. Emir Sultan’ın vefatından sonra da dergâh-
tan ayrılmamış hizmete devam etmişti. Öldüğünde arkasında hiçbir dünya malı bırakmasa da herkesin gön-
lünde sevgisini iyiliğini bırakarak Rabbine kavuşmuştu.
Bekledi
Hasan Basri Şems
İnsanlar, köpüren denize dehşetle bakıyorlar-
dı. Ama birisi bank üzerinde derin düşüncelere
dalmıştı. Deniz, yediklerinden zehirlenmiş gi-
bi kusuyordu sanki. İleride rüzgardan yalpala-
yan kayık ve adrenalini doruklara kadar hisse-
den kayık sakinleri denizin hırsına rast gel-
mişlerdi. Bulutlar aralarında anlaşmışlardı
adeta. Ne kadar kara bulut varsa bir araya
gelmiş, şehrin giriş ve çıkışlarını tutmuşlar-
dı. Kara bulutları gören insanlarda bir telaş
bir telaş. Şemsiye
tacirleri boş mu du-
rur, fırsat bu fır-
sat deyip meydanlara
inmişlerdi ceplerini
güldürmek için. Sa-
ğanak yağmur bir an-
da "baskın basanın-
dır" demeyerek bas-
tırmıştı, insanların
ise maksadı aynı ta-
bii ki; yağmurdan
firar. Gözler Nas-
rettin Hocayı aramı-
yor değildi. Allah’ın nimetine basmamak için
koşuyordu tabii ki fıkrayı bilenler. Caddele-
rin banyo günü gelmişti galiba. Ah bide sabun
süren olsa…
Bulutlar teselliden nasibi yokmuş gibi ağlı-
yordu. Rüzgarın savurduğu yağmur tanecikleri
ise toprağa kavuşmanın heyecanını yaşıyordu.
Sonra deruni bir koku yayıldı çevreye, yağmu-
run vuslatı diyebilirim, bu buluşmanın hediye-
si. Binaların çatı saçaklarının dibinden yürü-
meye çalışanlar, yağmurun altında romantik bir
an yakaladığını düşünerek yağmurun altında
şaşkın bakışlarla mutlu olan masum çehreler,
araçlarında seyir halinde yağmurun yağmasından
ürkerek yoldan geçenlere sıçrata sıçrata men-
zilini bulmaya çalışan ‚ehliyeti bakkaldan mı
aldın be‛ cümlelerine maruz kalan şoförler,
simitleri ıslatmamak için üzerine naylon ge-
çirmeye çalışan satıcılar ve dahası… Sadece
insanlık haline sığan kareler ve saniyelik
tatlı gülümsemeler. Akabinde gözlerde yeşil
harelerdi beliren, şaşkın bakışlar...
Bir şeyler harekete geçmesi
gerektiğini düşündü o yağmur
sağanağında. Aksiyona akma-
lıydı fikir hayatı. Keşkele-
rini hatırlamak istemiyordu
bu cereyanda. Heyecan ve feyz
kaybolmamalıydı her şey rayı-
na oturana kadar. Yağmur ta-
neleri bir bereketle her ta-
rafını ıslatmıştı ama bu yö-
nelişi kaybetmemeliydi. Sım-
sıkı yakalamaya çalıştı bir
süre. Elindeki ıslanmış gaze-
teden aldı hıncını. Ne yaptığını sorguladı,
bilincini yokladı. Zihnen var olanları, olma-
yanlara büründürdüğünü hissetti. Hararetli ya-
nan bu fikirlerin sönmeye başladığını duyumsa-
dı. Yağmuru idrak etti. Üşümeye başlamıştı.
Çevresine bakındı saçak altı bulmak için. Ani-
den fikir yoğunluğu gelir gibi oldu bir yer-
lerden yine, evet yeniden. Anlamadı, anlayama-
dı ve anlatan olmadı. Hep anlatanı bekledi,
bir kolundan tutup kaldıranı… İkindi ezanını
fark etti sadece rast makamı…
Alman felsefesinin cins beyinlerinden birisi
de Johann Gottlieb Fichte’dir. Fichte, 18.
yüzyılın sonlarında ve 19. yüzyılın başlarında
Immanuel Kant’ın sistemleştirdiği Alman idea-
lizminin (kısmen) önemli temsilcilerinden bi-
risidir. Alman idealizmi romantizm ve Rönesans
ile yakından ilgili bir akımdır. Peki, mesele-
mizde yer işgal eden Fichte, Alman idealizmi-
nin neresindedir? Bu sualin cevabını, Fich-
te’nin yaşam çizgisini irdelediğimiz zaman
bulmuş olacağız. Fichte, Immanuel Kant’ın ide-
alizmi ile Friedrich Hegel’in diyalektiği ara-
sında konumlanmaya çalışan bir geçiş süreci
filozofudur. Onu tamamıyla belli bir akımın
içine dahil etmek yanlış olacaktır.
Fichte’nin düşünsel dünyasının temelini oluş-
turan mefhumların başında hürriyet gelmekte-
dir. Evet, onun felsefeyi kavrayışı ve bu kav-
rayış ile birlikte çıkış yaptığı nokta hürri-
yet – özgürlük mefhumudur. Hürriyet mefhumu
çerçevesinde spekülatif karakterde mutlak ben
portresi çizer. Çizilen bu portrede ise irade
– mutlak ben bahsi insanoğlunun düşünsel olu-
şunda çekirdek noktası kabul edilir. İnsanoğ-
lunun iradesi yahut insanoğlunun mutlak beni
dışında kalan her şey, çekirdek olarak kabul
edilen o noktanın etrafında halkalanmıştır ve
etkisiz konumdadır. Fichte, Alman idealizminin
kurucusu Kant’ı yakından takip etmesine ve
kendisine rehber olarak kabul etmesine karşın,
Kant’ın kaderci anlayışına karşı çıkar. Fich-
te’ye göre insan iradesi olan ve mutlak ben
portresi içinde gelişen bir varlık olduğuna
göre, cereyan eden hadiseler insanoğlunun
kontrolündedir ve insan iradesi dışında her-
hangi bir gücü kabul etmemektedir.
Fichte’ye göre düşünsel alanda diğer bir ifade
ile felsefi dünyada ilerleme kaydetmek için
iki güzergâh vardır gidilebilecek. Bunlar de-
terminist felsefe ve indeterminist felsefedir.
Determinist felsefe belirlenimci bir temel
üzerinde yükselirken, indeterminist felsefe
belirlenemezci bir temel üzerinde yükselmekte-
dir. Zira Fichte plastik dünyayı yani eşyanın
madde boyutunu ele alıp bu pencereden bir yak-
laşımda bulunursa, plastik dünyadan bir bilinç
elde etme gayretinin nasıl bir sonuç doğuraca-
ğını kestiremiyordu. Bu yüzden Fichte’nin fel-
sefe merdiveni iki taraflıdır. Yazımın başında
da belirttiğim üzere bir arada kalan bir düşü-
nürdür.
Aslına bakacak olursak, Fichte, kuramsallaş-
tırmaya çalıştığı Aşkınsal idealizmde özgürlük
yani hür olmak insanoğlunun temel görevlerin-
den birisidir. Bu yönü ile objeden hareketle
yola çıkılan ve eşyaya mistik bir parametre
kazandıran dogmasal – salt ahlak müessesesinin
yerine vicdan mefhumu oturtmaya çalışır. Fich-
te’ye göre vicdan bir araç mıdır yoksa bir
amaç mıdır? İnsan vicdanlı olmak için mi çaba
gösterir yoksa vicdanını kullanarak hür olmak
için mi çaba gösterir? Bu sual, Fichte’nin
beynine zehirli bir kıymık gibi batıyordu ve
onun zihninde şu şekilde karşılık buluyordu.
İnsan özgür olabildiği kadar vicdana sahip
olur. İnsanın hürriyetini kısıtlayan her şey
onun vicdanını törpüleyen, yaralayan ve azal-
tan bir etki yapar. O halde özgür olunmadan
vicdan sahibi olunmaz.
Fichte’nin Aşkınsal idealizmini kabaca ifade
etmek gerekirse: Fichte, kendisine fikir baba-
sı edindiği Immanuel Kant’ın bir yol açtığını
düşünür ve bu yolu sistemleştirmek gerektiğine
inanır. Bunu yaparken de Hegel’in diyalekti-
Johann Gottlieb Fichte’nin
Cinneti: Hürriyet Eyüp Aktuğ
ğinden de etkilenerek bir temel oluşturmaya
çalışır. Bu temel özgürlük – bilinç – irade
üçgenidir. İnsanın hür olması konusunda çeli-
şik ve gelgitler yaşayan bir süreci yaşarken
görüyoruz onu. Mutlak bir özgürlükten bahse-
derken, kendi kendisini kısıtlayan bir kavram
ile karşı karşıya kalıyoruz. Kaos ise bu nok-
tada kendisini göstermekte… Ben vicdan sahibi
olmak için hür olmak istiyorum diyen bir ada-
ma karşı çıkmaz kimse. Ama insanı hür yapan
temel vasfın ego ile id arasında ikamet eden
bir şey olduğunu düşünmek çılgınlık olacak-
tır. İnsan özgürlükten haz duyar. Bu hazzı
yaşamak için sınırsız bir özgürlük tahayyül
etmek vahşiyane bir netice doğurur. Bunu da
nereden çıkardın diye soracak olursanız, Hit-
ler örneğini göstermek istiyorum. Hitler’in
Alman ırkına verdiği sınırsız hürriyet (Yazı
boyunca insan olgusu üzerinde ilerledim, ama
toplumsal açıdan örnek vermek hata olmayacak-
tır.) hastalıklı bir zihin yapısını da bera-
berinde getirmişti. Konu ile alakadar olan
çoğu kişi Hitler’in zihin yapısını şekillen-
diren kişinin Nietzsche olduğunu düşünse de
ben Fitche olduğu görüşünü savunuyorum. Bu
savımı destekleyecek birkaç örnek vermek is-
tiyorum.
Hitler’in Kavgam isimli kitabında da rahat-
lıkla fark edileceği üzere Alman ırkı kutsan-
mıştır. Alman ırkının yeryüzündeki diğer ırk-
lardan üstün bir ırk olduğu düşüncesinin te-
melinde ‚mutlak ben‛ kavramı yatmaktadır.
Yeryüzünün saf Alman ırkı ile daha güzel bir
hale geleceği görüşü Hitler’in ütopik düşün-
celerinden birisiydi. Bu düşüncesini pratiğe
dökerken, hepinizin de malumu olduğu üzere
başta Yahudiler olmak üzere saf Alman ırkını
bozan her şeye karşı bir soykırım politikası
izledi. Alman ırkını kısıtlayan, Alman ırkı-
nın özgürlüğüne tehdit olarak görülen her şey
ortadan kaldırılmalıydı. Bu ise kanlı bir sü-
reç ile mümkün olacaktı. Görüldüğü üzere
‚mutlak ben‛ ve ‚vicdan‛ kavramları arasında
bir birliktelik sağlanamadı. İnsanın vicdan
sahibi olabilmesi için sınırsız hürriyet sa-
hibi olması gerekir düşüncesi, başkalarının
hürriyetine balta vuruyor ve vicdan müessese-
sinin iflasına yol açıyordu.
O halde hürriyet kavramının izahını yaparken
şu esas üzerinde yürümek gerekir. Hürriyet
mefhumu kaos üzerinde yükselen bir mesele de-
ğil, ahenk ve düzen içerisinde kendisini ger-
çekleştiren ve vicdan ile çelişmeyen bir man-
zumedir. Gaye, kendisine yaşam hakkı tanıyan
ama başkasının yaşam hakkını elinden alan sı-
nırsız hürriyet ve hazcılık olmamalıdır. Bu
bağlamda yola çıkılan ve sistemleştiren bir
diyalektikten söz etmek gerekir. Fichte’nin
hürriyet üzerine yaşadığı açmazların başında
gelmekte söz ettiğim bu durum. Fichte’nin
beyninde böylesi bir kargaşanın yaşamasını
onun bir geçiş dönemi düşünürü olmasına bağ-
lıyorum.
Âh Mine’l-Aşk Burak Yazıcı
İlâhî!... Sen duyurmazsan, ben duyamam.
Sen söyletmezsen, ben söyleyemem.
Sen sevdirmezsen, ben sevemem.
Sevdir bize hep sevdiklerini.
Yerdir bize hep yerdiklerini.
Yâr et bize erdirdiklerini...
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır
Candan, içten ve en önemlisi ruhtan gelerek en samimi duygularla ‚Âh mine’l-Aşk‛ demiş Şeyh
Gâlib ve diğer aşk şairleri…
21.yy. insanının anlayamayacağı bir saflık ve samimiyetle gönülden bizde ‚Âh mine’l-Aşk‛ de-
dik. Lakin 21.yy.’ı geride bırakıp, 17.yy.’a doğru sürükledik hem ruhumuzu hem de kalemimizi…
Evvela masa-sandalyemi, tükenmez, uçlu ve pilot kalemlerimi, birinci hamur fotokopi kâğıtla-
rımı bir kenara bırakıp; Acem kilimi serilmiş zemine, rahlemin önüne bağdaş kurup oturdum.
Önümde parşömen tomarından çekilmiş bir kâğıt, elimde gül ağacından zarif bir kamış, yanımda
da içine amber katılmış mavi renkten mürekkep olan bir hokka…
Bu yazının tüm okuyucularından: ‚Bu devir de bunlar da neyin nesi böyle yahu? Yazıcı, senin
derdin ne?‛ dediğinizi duyar gibiyim. Elbette bunlar gerçek değil bir hayaldi… Yazıcı, okuyu-
cuyu 21.yy.’ın kirli şehvetlerine aşk kisvesi giydiren, sahte insanlarından kurtarıp,
17.yy.’ın masum ve samimi aşklarına götürmek istedi. En azından hayal ettirmek…
Aşkı yazmadan yazacağımız ortamı hayal ettik. Şimdi sıra asıl meseleyi hayal etmekte. Yani
aşkı ve ‚Âh mine’l-Aşk‛ diyen gönülleri hissedebilmekte…
Önce büyük şair Şeyh Gâlib’i dinledim,
‚Âh mine’l-aşkı ve hâlâtihî
Ahraka kalbî bi-harârâtihî‛ diye inliyordu. Sonra Hz. Mevlana dönemine gittim, ‚Sarılmayı bi-
lir misin? Sahiplenmeyi, sahiplendiğinde sadık kalmayı? Sen bilir misin âşık olmayı? Bölüne-
bilir misin ikilere, üçlere, gerekirse binlere? Yapabilir misin? Gerçekten sevebilir misin?
Sevmenin demesi olmaz. Unutma; ya çok seversin bir kere, ya da hiç sevmezsin…‛ diyordu. Teb-
rizli Şems’i dinledim, ‚Kalp midir insana sev diyen yoksa yalnızlık mıdır körükleyen? Sahi
nedir sevmek; Bir muma ateş olmak mı? Yoksa yanan ateşe dokunmak mı?‛ diyordu. Sonra çöllere
vurdum kendimi. Deryaların kokusunu çeke çeke dağlar aştım, sahralar geçtim ve nihayet menzi-
le ulaştım… Gördüm ki aşkından ismi ‚mecnun‛ a çıkmış Kays, Kâbe’nin eşiğine yüzünü dayamış,
‚Yâ Rab bela-yı aşk ile kıl âşîna beni
Bir dem bela-yı aşktan etme cüdâ beni‛ diye yalvarıyordu.
Şimdi kulaklarımda bir türkü var:
‚Nasibolsa gine gitsem yaylaya
Doya doya baksam suna boyluya
Senin için yalvarayım Mevla'ya
Belki seni bana yazar Yaradan‛ diye.
Anladım ki yıllar geçse de, asırlar geçse de, çağlar geçse de, insanlar değişse de aşk aynı
aşk… Bozkırdaki bir koyun çobanını da, medresedeki bir müderrisi de ‚Âh aşkın elinden‛ diye
inleten aynı aşk…
Fuzuli demiş ya hani: ‚Aşk imiş her ne var âlemde. İlm bir kıyl ü kâl imiş ancak.‛ Şimdi bu
aciz yazıcı aşkı daha iyi anlayıp, Fuzuli’ye hak verdi… Gerisi okuyucuya kalmış… Selamların
en güzeli, insanoğlunun kalbine aşkı kimin verdiğini bilenlere, aşkı şehvetten ayırt edebi-
lenlere, aşkı Allah’dan gelmiş bir nimet ve imtihanların en güzeli olarak bilenlere, aşkı Al-
lah’ın rızasından ayrılmayıp ‚Âh mine’l-Aşk‛ diyerek hissedebilenlere olsun…
Cihan altüst olurken, seyre baktın, öyle durdun da, Bugün bir serserî, bir derbedersin kendi yurdunda! Hayat elbette hakkın, lâkin ettir haykırıp ihkâk; Sağırdır kubbeler, bir ses duyar: Da'vâ-yı istihkâk Bu milyarlarca da'vâdan ki inler dağlar, enginler; Otumıuş, ağlıyan âvâre bir mazlûmu kim dinler? Emeklerken, sabî tavrıyla, topraklarda sen hâlâ, Beşer doğrulmuş, etmiş, bir de baktın, cevvi istîlâ! Yanar dağlar uçurmuş, gezdirir beyninde dünyânın; Cehennemler batırmış, yüzdürür kalbinde deryânın; Eser a'mâkı, izler keşfeder edvâr-ı hilkatten; Deşer âfâkı, birşeyler sezer esrâr-ı kudretten; Zemin mahkûmu olmuştur, zaman mahkûmu olmakta; O, heyhât, istiyon hâkim kesilmek bu'd-i mutlakta! Tabîat bin çelik bâzûya sahipken, cılız bir kol, Ne kâhir saltanat sürmekte, gel bir bak da, hayrân ol! Hayır, bir kol değil, binlerce, milyonlarca kollardır, Yek-âheng olmuş, işler, çünkü birleşmekte muztardır: Bugün ferdî mesâînin nedir mahsûlü? Hep hüsran; Birer beyhûde yaştır damlayan tek tek alınlardan! Cihan artık değişmiş, infırâdın var mı imkânı, Göçüp ma'mûrelerden boylasan hattâ beyâbânı?
Alınlar Terlemeli
Yaşanmaz böyle tek tek, devr-i hâzır. Devr-i cem'iyyet. Gebermek istemezsen, yoksa izmihlâl için niyyet, "Şu vahdet târumâr olsun!" deyip saldırma İslâm'a; Uzaklaşsan da îmandan, cemâ'atten uzaklaşma. İşit, bir hükm-i kat'î var ki istînâfa yok meydan: "Cemâ'atten uzaklaşmak, uzaklaşmaktır Allah(c.c.)'tan. Nedir îman kadar yükselterek bir alçak ilhâdı, Perîşân eylemek zâten perîşan olmuş âhâdı? Nasıl yekpâre milletler var etrâfında bir seyret? Nasıl tehvîd-i âheng eyliyorlar, ibret al, ibret! Gebermek istiyonsan, başka! Lâkin, korkarım, yandın; Ya sen mahkûm iken, sağlık ölüm hakkın mıdır sandın? Zimâmın hangi, ellerdeyse, artık onlarınsın sen; Behîmî bir tahammül, varlığından hisse istersen! Ezilmek, inlemek, yatmak sürünmek var ki, âdettir; Ölüm dünyâda mahkûmîne en son bir sa'âdettir: Desen bir kere "İnsânım!" kanan kim? Hem niçin kansın? Hayır, hürriyetin, hakkın masûn oldukça insansın. Bu hürriyet, bu hak bizden bugün âheng-i sa'y ister: Nedir üç dört alın? Bir yurdun alnından boşansın ter.
Mehmed Akif ERSOY