ferman mecmuası sayı 23

11
FERMAN MECMUASI DERGİ, HÜR TEFEKKÜRÜN KALESİ… MART, 2013 SAYI:23 TIBBİYELİ HAZIRLAYAN Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Tarih Topluluğu

Upload: melik-sah

Post on 18-Feb-2016

231 views

Category:

Documents


4 download

DESCRIPTION

DERGİ, HÜR TEFEKKÜRÜN KALESİ…

TRANSCRIPT

Page 1: Ferman Mecmuası Sayı 23

FERMAN

MECMUASI

DERGİ, HÜR TEFEKKÜRÜN KALESİ…

MART, 2013 SAYI:23

TIBBİYELİ

HAZIRLAYAN

Ankara Üniversitesi

Tıp Fakültesi

Tarih Topluluğu

Page 2: Ferman Mecmuası Sayı 23

1

FERMAN

2

FERMAN

Değerli Tıbbiyeliler,

Çanakkale Zaferi’nin yaşandığı ve İstiklal

Marşı’nın milli marşımız olarak kabul edildiği, Tıp

Bayramı’nı kutladığımız mart ayındayız.

Mecmuamız bu ay, 14 Mart protestosunun

büyük ismi Tıbbiyeli Hikmet (Boran) hakkında

bir yazıyı, tıbbiyelinin ve hekimin toplumsal

sorumluluklarını vurgulamak adına 14 Mart

Tıbbiyeliler Derneği Başkanı Kardiyolog Dr.

Ömer Çağlar Yılmaz ile yaptığımız röportajı ve

Çanakkale savaş hikâyelerini ihtiva etmekte.

Yalnızca eğlenmeye bahane olarak

görülmeyen, 14 Mart 1919’daki şanlı

protestonun anlamı ve önemi idrak edilerek

kutlanan 14 Mart’lar diler, Tıp Bayramı’nızı

kutlarız.

Selam ve dua ile…

Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi

Tarih Topluluğu

“HİKMET”Lİ BİR TIBBİYELİ

Anlam olarak benzer çağrışımlar yapsa da

“tıbbiyeli” kelimesi “doktor”dan daha fazla şeyi

anlatır bana göre. Bir tıbbiyelinin yalnızca bir

öğrenci ya da sağlık personeli olmadığının en

büyük örneğidir Tıbbiyeli Hikmet.

Abhazya’dan sürülen Çerkez göçmeni bir

ailenin çocuğu olan Hikmet Boran, 1901 yılında

Balıkesir’de dünyaya gelir. Öğrenimini

İstanbul’da Tıbbiye Mektebi’nde yapar. Yalnızca

okuluyla ilgilenmez Hikmet, ülkesinin içinde

bulunduğu durumla da fazlasıyla ilgilidir. Her

fırsatta memleketinin yabancı güçler tarafından

işgaline karşı durur ve protestolarda öncü rol

oynar.

1919’un Mart ayında Tıbbiye Mektebi, İngiliz

birlikleri tarafından işgal edilir. İşgale karşı bir

şeyler yapmak isteyen Hikmet ve arkadaşları,

okulun kuruluş günü olan 14 Mart’ı o yıl topluca

ve coşkuyla kutlamaya karar verirler. Tıbbiyeli

Hikmet’in önderliğinde büyük bir gösteri

yapılarak okulun iki kulesi arasına büyük bir Türk

Bayrağı asılır. İşgal güçleri buna engel olmak

isteseler de başaramazlar ve önce İstanbul,

sonra tüm ülkede bu olay yayılır. Daha sonraki

yıllarda işgale karşı bu duruş her yıl tıp bayramı

olarak kutlanır.

Hikmet ve arkadaşlarının namı Paşa’ya

kadar ulaşır. Mustafa Kemal Paşa 1919 yılında

toplanacak olan Sivas Kongresi’ne Tıbbiyelilerin

de üç temsilciyle katılmasını ister. Üç kişi

belirlenir, fakat üç kişinin Sivas’a gitmesi için

maddi kaynak bulunamaz. Öğrenciler tek kişinin

yol masrafını bulurlar ve Hikmet’i Sivas

Kongresi’ne yollarlar.

Page 3: Ferman Mecmuası Sayı 23

3

FERMAN

4

FERMAN

Hikmet Sivas’a gelir. Kongreyi ve olup

bitenleri çok yakından takip eder. Kongrenin

üçüncü günü, belki de bizim Tıbbiyeli Hikmet’i bu

kadar yakından tanımamızı sağlayacak olay vuku

bulur. Hikmet, kongrede manda tartışmalarına ve

manda yönetimine sıcak bakan temsilcilere şahit

olur, şaşırır, üzülür ve sinirlenir. Söz alarak

duygularını Mustafa Kemal Paşa’ya hitaben şöyle

aktarır:

“Delegesi bulunduğum Türk gençliği beni

buraya bağımsızlık yolundaki çalışmalara

katılmak için gönderdiler. Mandayı kabul etmeyiz.

Eğer manda fikrini kabul edecek olanlar varsa

onları şiddetle reddeder ve kınarız. Eğer manda

fikrini siz bile kabul etseniz, sizi de hain ilan

ederiz, Mustafa Kemal’i vatan kurtarıcısı değil

vatan batırıcısı olarak adlandırır ve lanetleriz!”

Bunu duyan tüm meclis şaşırır ve donakalır,

ama Paşa mutludur ve gülümsüyordur, çünkü bu

sözler tam da duymak istediği sözlerdir ve şöyle

yanıtlar bu tıbbiyeli genci: “Evlat, içiniz rahat

olsun. Biz azınlıkta kalsak dahi mandayı kabul

etmeyeceğiz. Manda da yok himaye de yok.

Parolamız tektir: Ya istiklal; ya ölüm…”

TBMM kurulunca Hikmet Bey eğitimini

yarıda bırakarak Ankara’ya gelir ve meclis

çalışmalarına katılır. Ama tıptan hiç kopmaz. O

yıllarda Cebeci Askeri Hastanesi, günümüzde ise

Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Cebeci

Hastanesi olan hastanede arkadaşlarıyla tifüs

hastalığına karşı aşı üretmek için çalışır.

Hikmet Bey daha sonra İstanbul’a döner ve

tıp eğitimini tamamlar. Hekimlik hayatını genel

cerrah olarak sürdürür. Atatürk ona mebusluk

teklif etse de o yıllarda ülkedeki hekim açığını da

düşünerek milletine doktorluk yaparak daha

faydalı olacağını düşünür ve teklifi reddeder.

Henüz 44 yaşındayken, Kars’ın Sarıkamış

ilçesinde soğuk bir kış günü karda mahsur kalan

Mehmetçikleri kurtarmak için çabalarken vereme

yakalanır, vatana adanan bir ömür bu sebeple

son bulur. Ruhu Şad olsun.

Hocalarımızın sıkça telaffuz ettiği “Tıp

fakültesinden her şey çıkar, arada da doktor

çıkar.’’ sözünü bir kez daha hatırlatarak; anlamı

doğru olarak idrak edilen nice coşkulu 14

Mart’lara!

İzzet ESMECE

14 Mart Tıbbiyeliler Derneği Başkanı

Kardiyolog Doktor Sn. Ömer Çağlar Yılmaz’a,

değerli vaktini ayırıp sorularımızı cevapladığı

için huzurlarınızda tekrar teşekkür ederiz.

1- Okuyucularımız için kendinizi kısaca

tanıtır mısınız?

İsmim Ömer Çağlar Yılmaz, astsubay bir baba

ve anaokulu öğretmeni bir annenin 81 Aralık

doğumlu çocuğuyum. Bir erkek kardeşim var.

Mecburi hizmetim dâhilinde, Sağlık Bakanlığı’na

bağlı bir kurumda kardiyoloji uzmanı olarak

çalışmaktayım.

2- Tıp fakültesini tercih etmek için

ülkemiz şartlarında pek çok neden var. Sizin

tercih yaparken düşünceleriniz nelerdi?

Söylediğiniz gibi gerçekten pek çok neden var

ve bunların birleşimi bizi tıp fakültesine

yönlendiren sebep oluyor. Dolayısıyla size bir tane

sebep söyleyemeyeceğim. Hekimliğin toplumda

kendine bulduğu değer, yakınımızdaki insanlara,

sevdiklerimize yardım edebilme şansı ve hiç

şüphesiz tanımadığınız insanların hayatlarına

dokunabilme fırsatını ele geçirip, adanmış ruh

olabilmeye adım atmak, beni heyecanlandırdı ve

tıp fakültesine yöneltti sanırım.

3- Sivil toplum örgütlenmesine

yönelmenize ne vesile oldu?

Fıtrat itibari ile sorunları görmezlikten

gelememe ve müdahale etme dürtülerini her

zaman barındırdım. Günümüz şartlarında toplumda

görülen kültürel yozlaşma, hekimlik sanatının

halkın nezdinde hak ettiği değerini yitirmesi,

performans sisteminin kendi meslektaşlarımız ile

aramızdaki tıp etiğini kıymetsizleştirmesi fıtratımı

ortaya koymayı gerektirdi. Karakter sahibi her

meslektaşım gibi bu sorunlarla mücadele ettim,

bunun güzel bir sonucu olarak da mücadele

ederken yalnız olmadığımı fark ettim. Birbirimizi

fark ettiğimizde ise bir yerde haksızlık varsa

elimizle düzeltmeyi, elimizle düzeltemiyorsak

dilimizle düzeltmeyi düstur edindik.

4- Türkiye’de her alanda olduğu gibi

sağlık alanında da kurulu pek çok dernek ve

vakıf mevcut. Maalesef bunların zamanla

işlevini yitirdiğini gözlemlemekteyiz. Bize

derneğinizin kuruluş sürecinden ve

ülkemizde derneklerin karşılaştığı

Page 4: Ferman Mecmuası Sayı 23

5

FERMAN

6

FERMAN

zorluklardan bahseder misiniz?

Derneği kurma sürecinin kolay olduğunu

söyleyebilirim, bildiğiniz gibi aynı amaca hizmet

etmek için bir araya gelmiş yedi kişi yeterli. Zor

olanı ise kurulmuş olan bir derneğin devamlılığını

sağlamak. Ülkemizdeki zorluk burada başlıyor,

sivil toplum örgütleri yeterince desteklenmiyor.

Yoğun olan meslektaşlarımız vakit ayırmakta

zorluk çekiyorlar. Tamamen gönüllük esası ve

ekonomik destek ile yürütülen bu süreçte sarı

sendika olanlar ayakta dururken diğer örgütler

zorlanıyor veya ayakta durmaya devam

edebilmek için egemen olan farklı

örgütlenmelerin kontrolüne giriyor. Aidiyetinizin

sebebini farklı yapılanmalara dayandırırsanız

günü geldiğinde özlük haklarınızdan vazgeçmek

zorunda kalırsınız.

5- Türkiye’de sağlık alanında sürekli bir

değişim yaşanıyor. Performans sistemi gibi

bazı noktalara değindiniz ancak,

hekimlerimizin bu süratli ve sistemsiz

değişime bağlı sorunları hakkında biraz

daha konuşabilir miyiz?

İnanın bu soruyu hak ettiği gibi

cevaplandıracak olsam bu röportaj sadece bu

sorunun cevabından ibaret olur. Yapılan

değişiklikler istişare usulü, tabandan tavana

giden bir şekilde yapılsa adaptasyon çok daha

kolay ve alınacak sonuç çok daha olumlu

olacakken ülkemizde sistem maalesef tam

tersinden işliyor. Tam gün yasasının öğrenci ve

asistan yetişmesindeki olumsuz etkileri malum.

Performans sisteminin doktorları “Super Mario”

yerine koyması, dürüst olan ile olmayanı eşit

olmayan şartlarda yarıştırması, uzman hekimlere

alanı olmadığı branşlarda acil nöbeti tutturulması,

Anayasa ile yasaklanmış olan angaryanın intern

doktorlara yaptırılması, toplum açısından sağlığın

ücretli hale getirilmesi gibi daha birçok sorun dile

getirebilirim.

6- Geçmişle kıyasladığımızda,

ülkemizde insanların hekim algısının ve

hekime bakış açısının da farklılaştığını

görüyoruz. Sağlık alanındaki düzenlemelerin

bu farklılaşmada etkili olduğunu düşünüyor

musunuz?

Tabi ki bunu düşünmemek mümkün değil,

sistemdeki her aksaklığı doktor üzerine

odaklayan bir yapılanmanın mevcut olması ve

üstüne üstlük bunun için şikâyet hatlarının

kurulması, toplum üzerindeki etkinliği olan

siyasilerin hekimler hakkında yaptığı olumsuz

beyanlar, TV dizilerinde bazı karakterlerin

doktorlara tabiri caizse kul muamelesi yapması

ve hekime karşı şiddetin önemli bir yaptırımının

olmaması bu farklılaşmada önemli rol

oynamakta.

7- Bu sorunların oluşmasında veya

çözülmesinde hekimleri temsil hakkına

sahip kuruluşları nereye koyuyorsunuz? Bu

kurumların temsil özelliğini kaybettiğini

düşünmeniz, dernekleşmenizde etkili olmuş

olabilir mi?

İnsanın düşünen bir varlık olmasından ötürü

belli fikir sistemlerinden tamamen arınmış olması

beklenemez. Hayat tarzımız, yaşantımız ve

tavırlarımız taşıdığımız değerler üzerinden

olmakta. Bu bağlamda hekimler olarak etrafımıza

duyarsız değiliz, hepimiz belirli bir ideolojiye

sahibiz. Ancak mesleki örgütlerde ideolojik

tavırların ortaya konulmasını son derece yanlış

bulmaktayız. Tıp etiği ve kuralları bellidir, aklın

yolu birdir. Sizler hekimlerin hakkını ve toplum

sağlığını ilgilendiren konular yerine mesleki

örgütlenmeleri kendi ideolojinize hizmet etmek

için kullanırsanız, o zaman meslektaşlarınıza

karşı büyük haksızlık yapmış olursunuz. Böyle bir

yapılanmaya karşı olduğumuz için ülkesini ve

milletini seven her meslektaşımıza kapımızı açtık,

gelin bir olalım, birlik olalım dedik. Bu konuda da

en çok rağbeti genç meslektaşlarımız ve tıbbiyeli

öğrencilerden gördük.

8- Peki, neden “14 Mart”?

Aslına bakarsanız 14 Mart’ı ve Milli Mücadele

dönemindeki tıbbiyeli ruhunu size saatlerce

anlatmak isterdim lakin vaktimiz bunun için

yeterli değil. Özetleyecek olursak ülkemizde ilk

Tıp Bayramı 14 Mart 1919 yılında işgal altındaki

İstanbul’da tıp öğrencileri tarafından

kutlanmıştır, işgal hareketine tepki vermek için

bu yolu seçen ve işgali kınayan öğrencilerin

törenine dönemin ünlü hocaları da katılmıştır. Bu

kutlama tıbbiyelilerin yurt savunmasındaki

hassasiyetini gösteren önemli bir harekettir,

1976’dan bu yana da düzenli bir şekilde

kutlanmaktadır. Bu yüzden biz tıbbiyelilerde 14

Mart’ın değeri büyüktür ve tüm dileğimiz tıbbiyeli

ruhunu tekrar gerektiği gibi yaşayabilmektir.

Page 5: Ferman Mecmuası Sayı 23

7

FERMAN

8

FERMAN

9- Tarihimizdeki hekim profiline baktığımızda hayatın her alanına dâhil olan bir yapı gözlemlemekteyiz. Bugün

hekimlerin sadece meslek alanına hapsolduğu fikrine katılıyor musunuz?

Bir tıbbiyeli olarak tarihimize bakıp gıpta

etmemek mümkün değil, aramızdan birçok

Tıbbiyeli Hikmet (Boran)’ler çıkması gerekirken

günümüzdeki olumsuz şartlar buna engel

olmakta. Çağımız hastalığına yakalanmış

bulunmaktayız; memnun olmadığımız çalışma

şartları, hayal ettiklerimiz ve elde ettiklerimiz

arasındaki uçurumlar, hayatta ertelemeleri

alışkanlık haline getirmemiz ve içine düştüğümüz

umutsuzluk, sadece kendimizi kurtarmaya

yönelik tavırlar sergilememize neden oluyor. Bu

da doğuştan sahip olduğumuz birçok yetiyi

sadece tıp alanına hapsetmemize en büyük

sebep.

10- Özlediğiniz hekim profiline ulaşmak

için dernek kapsamında yürüttüğünüz

faaliyetler nelerdir?

Öncelikle üyelerimizin hem mesleki hem de

sosyo-kültürel açıdan yetiştirmelerine özen

gösteriyoruz. Kahvaltılar, mezuniyet sonrası

eğitim ve TUS kampı organizasyonu, çalıştaylar,

konserler ve geziler düzenlemekteyiz. Yurtdışına

gitmek isteyen üyelerimiz için teşvik

programlarımız mevcut. Öğrenciler için TUS

danışmanımız, araştırma görevlileri için makale

ve yayın danışmanlarımız ve hekimler için hukuk

danışmanımız var. Arkadaşlarımızın edebi

yönlerini geliştirmeleri için süreli yayın olarak

çıkarttığımız Bilge Hekim dergisine de önem

vermekteyiz.

11- Bildiğimiz kadarıyla faaliyetlerinizi

tek bir merkezden yürütüyorsunuz.

Şubeleşmek gibi bir amacınız var mı?

Şu an faaliyetlerimizi Ankara’dan

yönetmekle beraber birçok şehirde ve tıp

fakültesinde temsilcilerimizle iletişim halindeyiz.

Amacımız tüzüğümüzde bulunduğu şekilde

şubelerimizi açarak, yaygın ve kolay ulaşılabilir

bir hale gelmek.

12- Neden derginize “Bilge Hekim”

ismini verdiniz? Bu dergi hakkında daha

fazla bilgi alabilir miyiz?

Bildiğiniz gibi hekim, “hikmet sahibi kişi”

demektir. Bilge ise “bilgili, iyi ahlaklı, olgun ve

örnek kimse” anlamına gelir. Dolayısıyla bizce tıp

doktoru sağladığı hasta bakım hizmetleri dışında,

barındırdığı değerleri ve özellikleri topluma

yansıtan bilge bir hekim olmadır. Kendimizi

topluma ve meslektaşlarımıza yansıtacağımız

dergimizin ismini bu yüzden “Bilge Hekim”

koyduk. Dergimiz tıp öğrencisi ve hekim

arkadaşlarımızın edebi ve tıbbi yazılarını

içermekte. Dergide detaylı olarak irdelenen

kapak konusu ve bunun dışında okuyucuların

ilgisini çekecek farklı konular hakkında yazılar

mevcut. Öğrenciler için bölüm tanıtımı, gezi

yazıları, değişik tıbbi vakalar ve abide

şahsiyetlerden hikâyeler, mesleğinde başarılı

kişiler ile röportajlar, Türk-İslam dünyasından

tanıtıcı yazılar ve hukuki bilgilendirmeler de var.

Dergi altı ayda bir çıkacak. İlk sayımızı yeni

çıkartmış bulunmaktayız, umarım sizler de

beğenirsiniz.

13- Yeni bir dernek olduğunuzu,

üyelerinizin genelde tıbbiye öğrencileri ve

genç hekimlerden oluştuğunu ifade ettiniz.

Derneğinizin ilerleyen zamanda bütün

sağlık camiasını kapsayabileceğine inanıyor

musunuz?

Başarmak inanmakla başlar. Bizler

inandığımız değerleri kendimize rehber yaptık ve

onun ışığında yürümekteyiz. Meslektaşlarımızla

sağlayacağımız dayanışma, milletimize ve

vatanımıza karşı hissettiğimiz aşk ve Cenab-ı

Hakk’ın takdiri ile bu teveccühü kazanacağımıza

inanıyoruz.

14- Ben bir tıbbiyeli olarak derneğinize

nasıl üye olabilirim?

Dergimizde il temsilcilerimizin isimleri ve

iletişim bilgileri bulunmakta. Onların vasıtası ile,

internet sitemiz veya facebook sayfamız ile bize

ulaşabilirsiniz. Üye olmanız için temsilcilerimizin

sizlerle tanışması ve derneğimizin amaçlarını izah

ettikten sonra, size referans olarak üyelik

formunuzu yönetim kuruluna sunması yeterlidir.

Bize vakit ayırdığınız için çok teşekkür

ederiz.

Mehmet Akif KARA

Page 6: Ferman Mecmuası Sayı 23

9

FERMAN

10

FERMAN

AH ŞU BOĞAZ HARBİ...

Tarih kitaplarında Birinci Dünya Savaşı’nın

başlaması şöyle anlatılır: "Yirminci yüzyılın

başlarında Avrupa sınırlarından taşıyordu.

Ekonomik rekabet, sömürgecilik ve milliyetçilik

akımları Avrupa’yı ikiye bölmüştü. Almanya -

Fransa ve Rusya - Avusturya arasındaki

çekişmeler gerginliğe dönüşmüştü. 28 Haziran

1914’te Avusturya-Macaristan İmparatorluğu

Veliahdı Arşidük Ferdinand'ın bir Sırp milliyetçisi

tarafından öldürülmesi bu gerginliğe son noktayı

koydu.“

Avusturya’nın 28 Temmuz 1914’te

Sırbistan’a seferberlik ilanının ardından 1. Dünya

Savaşı başlamış oluyordu.

Tarihin kaydettiği en uzun ömürlü ve en

geniş topraklara hükmeden imparatorlukların

başında gelen Osmanlı İmparatorluğu 20. yüzyıla

büyük toprak kayıplarıyla girmişti. Bunca toprak

kaybı emperyalist güçleri doyurmamış, kabaran

iştahlarını tatmin etmemişti. Bir yanda Rusya'nın

boğazları ele geçirip sıcak denizlere inme amacı,

diğer yanda İngiltere'nin Süveyş Kanalı’nın ve

Hint yolunun güvenliği için Filistin’i ele geçirme

planı, öte yanda Fransa'nın Lübnan, Suriye ve

Kilikya’nın kontrolünü ele geçirme düşleri,

Almanların doğuya yayılma politikası, İtalyanların

bizim güneyimize göz dikmesi hala dipdiri ayakta

duruyordu.

Osmanlı bu savaşa katılmaya adeta

zorlanıyordu. Topraklarını koruma refleksi ile

katılmak zorundaydı. Bir de olur da beraber

savaşa katıldığı yan galip gelirse kazanımlar elde

etmesi de mümkündü. Bu saikle önce İtilaf

Devletleri ile birlikte olmaya niyetlendi. Fakat bu

savaşta kimin yanında olacağı kararını dahi tek

başına alamadı. Zira Rusya Osmanlıyla aynı safta

olmak istemedi. Osmanlı Devleti de Almanlara

yanaştı. Önce güvenliği açısından seferberlik ve

silahlı tarafsızlık ilan eden Osmanlı Devleti’nin bu

tarafsızlığı şu bildik İngiliz donanmasından kaçan

Alman savaş gemilerinin boğazlardan geçmesine

izin vermesi ve boğazları bundan sonra tüm

yabancı gemilere kapatmasıyla sona erer. Yavuz

ve Midilli adı verilen Goeben ve Breslau adlı bu

iki Alman savaş gemisi Karadeniz’de Ruslara ait

Sivastapol ve Novorosisk limanlarını

bombalayınca 1 Kasım 1914’te Ruslar

Kafkasya’da sınırı geçerek fiilen savaş başlatmış

ve Osmanlı Devleti de sıcak savaşın içine

çekilmiş olur. İşte Türkün ateşle imtihanı bir kez

daha başlar.

Bundan sonra "boğazlar şahane, savaş

bahane" diyen İtilaf Devletleri, başta İngiltere

olmak üzere, resmen Osmanlıya savaş kararı aldı

ve boğazlara, yani Çanakkale'ye saldırdı...

Tarihi kaynakları şöyle bir karıştırdığında,

"Ah şu boğazlar!" diyor insan. Tarih boyunca

uğurlarında birçok savaş yapılan, kanlar akıtılan

boğazlar stratejik, ekonomik ve kültürel açıdan

paha biçilmez değerdeydiler. Bakıldığında bugün

bile değerlerini korumaya devam ettikleri

görülür.

Buraya kadar yazılanları olduğu gibi,

savaşın bundan sonraki safhalarını da birçok

tarih kitabında bulup okumak mümkün. Ben

burada resmi tarih dilinden Çanakkale

Savaşları’nı anlatmak yerine çeşitli kaynaklardan

derlediğim savaş hikâyelerini, menkıbelerini

nakletmek istiyorum:

Bir Çanakkale Şehidinin Son Mektubu

“Valideciğim,

Dört asker doğurmakla müftehir şanlı Türk

annesi!

Nasihat-amiz mektubunu, Divrin Ovası gibi

güzel, yeşillik bir ovacığın ortasından geçen

derenin kenarındaki armut ağacının sayesinde

otururken aldım. Tabiatın yeşillikleri içinde mest

olmuş ruhumu bir kat daha takviye etti.

Page 7: Ferman Mecmuası Sayı 23

11

FERMAN

12

FERMAN

Okudum, okudukça büyük dersler aldım.

Tekrar okudum. Şöyle güzel ve mukaddes bir

vazifenin içinde bulunduğumdan sevindim.

Gözlerimi açtım, uzaklara doğru baktım. Yeşil

yeşil ekinlerin rüzgâra mukavemet edemeyerek

eğilmesi, bana, annemden gelen mektubu

selamlıyor gibi geldi. Hepsi benden tarafa doğru

eğilip kalkıyordu ve beni, annemden mektup

geldi diyerek tebrik ediyorlardı.

Gözlerimi biraz sağa çevirdim, güzel bir

yamacın eteklerindeki muhteşem çam ağaçları

kendilerine mahsus bir seda ile beni tebşir

ediyorlardı. Nazarlarımı sola çevirdim cığıl cığıl

akan dere, bana validemden gelen mektuptan

dolayı gülüyor, oynuyor, köpürüyordu... Başımı

kaldırdım, gölgesinde istirahat ettiğim ağacın

yapraklarına baktım. Hepsi benim sevincime

iştirak ettiğini, yaptıkları rakslarla anlatmak

istiyordu. Diğer bir dalına baktım, güzel bir

bülbül, tatlı sedasıyla beni teşhir ediyor ve

hissiyatıma iştirak ettiğini ince gagalarını açarak

göstermek istiyordu.

İşte bu geçen dakikalar anında, hizmet eri:

-Efendim, çayınız, buyurunuz, içiniz, dedi.

-Pekâlâ, dedim. Aldım baktım, sütlü çay...

-Mustafa bu sütü nereden aldın? dedim.

-Efendim, şu derenin kenarında yayıla yayıla

giden sürü yok mu?

-Evet, dedim. Evet ne kadar güzel.

-İşte onun çobanından 10 paraya aldım.

Valideciğim, on paraya yüz dirhem süt, hem

de su katılmamış. Koyundan şimdi sağılmış,

aldım ve içtim. Fakat bu sırada düşünüyorum.

Ben validemin sayesinde onun gönderdiği para

ile böyle süt içeyim de, annem içmesin, olur mu?

Şevket neden içmiyor? Fakat yukarıdaki bülbül

bağırıyordu: "Validen kaderine küssün, ne

yapalım. O da erkek olsaydı, bu çiçeklerden

koklayacak, bu sütten içecek, bu ekinlerin

secdelerini görecek ve derenin aheste akışını

tetkik edecek ve çıkardığı sesleri duyacak idi."

Şevket merak etmesin, o görür, belki de

daha güzellerini görür.

Fakat valideciğim, sen yine müteessir olma.

Ben seni, evet seni mutlaka buralara

getireceğim. Ve şu tabii manzarayı göstereceğim.

Şevket, Hilmi de senin sayende görecektir.

O güzel çayırın koyu yeşil bir tarafında,

çamaşır yıkayan askerlerim saf saf dizilmişler.

Gayet güzel sesli biri ezan okuyordu.

Ey Allah'ım, bu ovada onun sesi ne kadar

güzeldi. Bülbül bile sustu, ekinler bile hareketten

kesildi, dere bile sesini çıkarmıyordu. Herkes, her

şey, bütün mevcudat onu, o mukaddes sesi

dinliyordu. Ezan bitti. O dereden ben de bir

abdest aldım. Cemaat ile namazı kıldık. O güzel

yeşil çayırların üzerine diz çöktüm. Bütün

dünyanın dağdağa ve debdebelerini unuttum.

Ellerimi kaldırdım, gözlerimi yukarı diktim,

ağzımı açtım ve dedim:

-Ey Türklerin Ulu Tanrısı! Ey şu öten kuşun,

şu gezen ve meleyen koyunun, şu secde eden

yeşil ekin ve otların, şu heybetli dağların Halik’ı!

Sen bütün bunları Türklere verdin. Yine Türklerde

bırak. Çünkü böyle güzel yerler, seni takdis eden

ve seni ulu tanıyan Türklere mahsustur.

Ey benim Yarabbim!

Şu kahraman askerlerin bütün dilekleri;

ism-i celalini İngilizlere ve Fransızlara

tanıtmaktır. Sen bu şerefli dileği ihsan eyle ve

huzurunda titreyerek, böyle güzel ve sakin bir

yerde sana dua eden biz askerlerin süngülerini

keskin, düşmanlarını zaten kahrettin ya, bütün

bütün mahveyle!

Diyerek bir dua ettim ve kalktım. Artık

benim kadar mes'ut, benim kadar mesrur bir

kimse tasavvur edilemezdi.

Dünyanın en güzel yerleri burası imiş. Yalnız

bu memleketlerde düğün olmuyor. İnşallah

düşman asker çıkarır da, bizi de götürürler, bir

düğün yaparız, olmaz mı?

(...)

Page 8: Ferman Mecmuası Sayı 23

13

FERMAN

14

FERMAN

Valideciğim, çamaşır falan istemem, paralarım duruyor, Allah razı olsun.

Oğlun

Hasan Etem

4 Nisan 1331

(17 Nisan 1915)”

“Sağ Kolumu Kaybettim Ama Sol Kolum Var"

Seddülbahir ve Conkbayır'ın büyük

kahramanlarından biri de Bombacı Mehmet

Çavuş'tu. Bu kahraman Anadolu çocuğu,

İngilizlerin siperlerimize fırlattığı el bombalarını

korkusuzca hemen yakalar, karşı tarafa fırlatır ve

zararını kendilerine dokundururdu. İngilizler bunu

anlamış olacaklar ki bombaları bir kaç sayı

saydıktan sonra fırlatarak Mehmet Çavuş'un

iadesini önlemeye çalışmışlardı. İşte böyle bir

bomba Mehmet Çavuş 'un elinde patlayarak sağ

elinin bileğinden kopmasına sebep olmuştu. Bu

yiğit delikanlı vazife şuuruyla hastaneden tabur

kumandanına yazdığı mektupta şöyle diyordu:

"Sağ kolumu kaybettim, zarar yok, sol

kolum var. Onunla da pekâlâ iş görebilirim. Beni

müteessir eden ve yine kıtama iltihak edip

düşmanla çarpışmama mani olan şey yaramın

henüz kapanmamış olmasıdır.

Hastaneden kurtularak halen harbe iştirak

edemediğim için beni mazur görünüz, affediniz

muhterem kumandanım..."

Anzaklı Ömer’in Hikâyesi

1957 yılında İstanbul Tıp Fakültesi'nden

mezun olup ihtisas yapmak üzere ABD'ye giden

Doktor Ömer Musluoğlu görev yaptığı hastanede

başından geçen çok enteresan bir hadiseyi şöyle

anlatıyor:

"Amerika'ya gittiğim ilk yıllar (1957),

lisanım pek o kadar iyi değil. Newyork'da Medical

Center Hospital adlı bir hastanede görev

almıştım. Fakat vazifem kan almak, kan vermek,

serum takmak, elektrokardiyografi çekmek gibi

işler... Hastaya o kadar önem veriyorlar ki yeni

doktorlar hemen direk olarak hasta

muayenesine, tedavisine verilmiyor. Diğer

zamanlarda da laboratuarda çalışıyorum.

Bir hastaya gittim. Yaşlıca bir adam.

Tahminen yetmiş beş yaşlarında, tabii kendisi ile

İngilizce konuşuyorum:

- Kan vereceğim, kolunuzu açar mısınız?

Çünkü adamcağız kanser hastası olduğu

halde üstelik kansızdı. Elimde kan torbası da var

tabii ki... Pazısını açtım. Baktım pazısında dövme

şeklinde bir Türk bayrağı var. Çok ilgimi çekti

benim. Kendisine sormadan edemedim:

- Siz Türk müsünüz?

Kaşlarını yukarıya kaldırarak "Hayır"

manasına işaret yaptı. Ama ben hala merak

ediyorum:

- Peki bu kolunuzdaki Türk bayrağı nedir?

"Aldırma işte öylesine bir şey” dedi. Ben

yine ısrarla dedim ki:

- Fakat benim için bu bayrak çok önemli.

Dikkatimi çekti. Çünkü bu benim milletimin

bayrağı, benim bayrağım...

Bu söz üzerine gözlerini açtı. Derin derin

yüzüme baktı ve mırıltı halinde sordu:

- Siz Türk müsünüz?

- Evet Türk'üm.

İhtiyar gözlerime bakarak tanıdık bir göz

Page 9: Ferman Mecmuası Sayı 23

15

FERMAN

16

FERMAN

arıyor gibiydi. Anlatmaya başladı:

- Yıl 1915. Sen hatırlamazsın o yılları.

Çanakkale diye bir yer var Türkiye'de. Orada

savaşmak üzere bütün Hıristiyan devletlerden

asker topluyorlardı. Ben Anzaktım, Avustralya

Anzaklarından... İngilizler bizi toplayıp dediler ki:

"Barbar Türkler Hıristiyan dünyasını yakıp

yıkacaklar. Bütün dünya o barbarlara karşı cephe

açmış durumda. Birlik olup üzerine gideceğiz. Bu

savaş çok önemlidir." Biz de inandık sözlerine,

vaatlerine... Savaşmak isteyenler arasına

katıldık.

Avustralyalı Anzak ihtiyar anlatmaya devam

ediyordu:

- Bizim beynimizi yıkayan İngilizler, Türklere

karşı topladığı askerlerin tamamını Çanakkale'ye

sevk ediyorlarmış. Bizi gemilere doldurup Mısır'a

getirdiler o zaman. Mısır'da şöyle böyle birkaç ay

talim gördük. Atış talimi. Ondan sonra da bizi alıp

Çanakkale'ye getirdiler.

Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm.

Öyle ki denize düşen gülleler suları metrelerce

yukarı fışkırtıyor, gökyüzünde havai fişekler,

geceyi gündüze çeviriyordu zaman zaman...

Her taarruzda bizden de Türklerden de

yüzlerce insan hayatının baharında can

veriyordu. Fakat biz hepimiz Türklerdeki gayret

ve cesareti uzaktan gördükçe şaşırıyorduk.

Teknolojik yönden çok çok üstün olduğumuz gibi

sayı bakımından da fazlaydık. Peki onlara bu

cesaret ve kuvveti veren şey neydi? İlk başlarda

zannediyordum ki İngilizlerin bize anlattığı gibi

Türkler barbarlıktan böyle saldırıyorlar. Meğer

barbarlıktan değil, kalplerindeki vatan

sevgisinden kaynaklanıyormuş. Bunu nereden

anladığımı söyleyeyim.

Biz karaya çıktık. Taarruz edemiyoruz. Bizi

püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz. Bizi

tekrar püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz.

Derken böyle bir taarruzda başımdan yediğim bir

dipçik darbesiyle kendimden geçmişim.

Meraktan ağzım açık yaşlı Avustralyalıyı

dinliyorum. Savaşın dehşetli anılarını anlatırken

hastalığına rağmen tir tir titremeye başlamıştı.

Devam etti:

- Gözlerimi açtığımda kendimin yabancı

insanların arasında gördüm. Nasıl korktuğumu

anlatamam. Çünkü İngilizler bize Türkleri barbar,

vahşi kimseler olarak tanıttı ya...

Ama dikkat ettim. Yaralarımı sarmışlar.

Bana hiç de öfkeli bakmıyorlar. Kendime geldim

iyice, bu defa çantalarında bulunan yiyeceklerden

ikram ettiler bana. İyi biliyorum ki onların

yiyecekleri çok çok azdı. Bu haldeyken bile

kendileri yemeyip bana ikram ediyorlardı. Şoke

oldum doğrusu. Dedim ki; kendi kendime:

- Bu adamlar isteseler şu anda beni

öldürürler. Ama öldürmüyorlar... Veyahut

isteseler önceden öldürebilirlerdi. Hâlbuki beni

cephenin gerisine götürdüler. Biz esirlere misafir

gibi davranıyorlardı.

Bu duygularla "Yazıklar olsun bana" dedim.

"Böyle asil insanlarla niye savaşıyorum ben? Niye

savaşmaya gelmişim? Bu İngiliz milleti ne

yalancıymış, ne kadar Türk düşmanıymış!"

diyerek pişman oldum. Ama bu pişmanlığım

fayda etmiyor ki... Bu iyiliğe karşı ne yapsam

düşündüm durdum günlerce...

Nihayet bizi serbest bıraktılar. Memleketime

döndüm. İşte memlekette Türk milletini ömür

boyu unutmamak için koluma bu dövme Türk

bayrağını yaptırdım. Bu bayrağın esrarı bu işte.

Benim gözlerim dolu dolu ihtiyara bakarken

o devam etti:

- Talihin cilvesine bakın ki o zaman ölmek

üzere iken yaralarımı iyileştirerek, sıhhate

kavuşmama çaba sarf eden Türkler idi. Şimdi de

Amerika gibi bir yerde yıllar sonra yine

iyileştirmeye çaba sarf eden bir Türk...

Ne garip değil mi? Avustralya'dan

Amerika'ya gelirken bir Türkle karşılaşacağımı hiç

tahmin etmezdim. Size minnettarım. Siz Türkler

gerçekten çok merhametli insanlarsınız. Bizi hep

kandırmışlar... Buna bütün kalbimle inanıyorum.

Peşinden nemli gözlerle "Bana adınızı söyler

misiniz?” dedi. "Ömer" cevabını verdim. Gayet

merakla tekrar sordu:

- Peki niçin Ömer ismini vermişler sana?

- Babam Müslümanların ikinci halifesinin

isminden ilham alarak bana Ömer adını vermiş.

- Yahu senin adın Müslüman adı mı?

Ben "Evet, Müslüman adı" deyince yüzüme

baktı baktı, birden doğrulmak istedi. Ben mani

olmak istedim. Israr etti.

Ama niye ısrar ediyordu?

Page 10: Ferman Mecmuası Sayı 23

17

FERMAN

FERMAN

18

FERMAN

İhtiyarın ısrarına dayanamayıp yatakta

oturmasına yardım ettim. Gözleri dolu doluydu.

Yüzüme bakarak dedi ki:

- Senin adın güzelmiş. Benim adım şimdiye

kadar Mr. Josef Miller idi. Şimdiden sonra

"Anzaklı Ömer" olsun.

- Olsun.

- Peki doktor beni Müslüman eder misin?

Müslüman olmak zor mu?

Şaşırdım. Nasıl da birdenbire Müslüman

olmaya karar vermişti? Meğer o yaşa gelinceye

kadar içten içe hep düşünüyormuş da kimseyle

konuşamadığı için, soramadığı için

konuşamıyormuş.

- Tabii, dedim, Müslüman olmak çok kolay.

Sonra kendisine imanın ve İslam’ın şartlarını

anlattım. Kabul etti. Hem kelime-i şehadet

getiriyor, hem de çocuklar gibi ağlıyordu.

Yaşlılık bir yandan, hastalık bir yandan, bir

de yıllardan beri içinde kavuşmak isteyip de

bilemediği için kavuşamadığı İslamiyet'e olan

hasretin sona ermesi bir yandan bu yaşlı gönlü

duygulandırmıştı. Mırıldandı:

- Siz Müslümanlar tespih çekersiniz, bana da

bir tespih bulsan da ben de yattığım yerden

tespih çekerek Allah'ımı ansam olur mu?

Bu sözden de anladım ki dedelerimiz savaş

esnasında Hakk'ı zikretmeyi ihmal etmiyormuş.

Neyse uzatmayayım, hemen bir tespih bulup

kendisine getirdim. Hasta yatağında tespih

çekiyor, biz de gerektiğinde tedavisiyle

ilgileniyorduk. Fakat benim için o daha bir

başkalaşmıştı. Müslüman olmuştu.

Bir gün yanına gittiğimde samimi bir şekilde

rica etti.

- Beni yalnız bırakma olur mu?

- Ne gibi Ömer amca?

- Ara sıra gel de bana İslamiyet’i anlat! Sen

çok güzel şeylerden bahsediyorsun. O sözleri

duydukça kalbim ferahlıyor.

O günden sonra her gün yanına gittim.

Bildiğim kadarıyla dinimizi anlattım. Fakat

günden güne eriyip tükeniyordu. Kaç gün geçti,

tam hatırlamıyorum. Hastanenin genel

hoparlöründen bir anons duydum. "Doktor Ömer!

Lütfen 217 numaralı odaya gelin!" Dedim ki

içinden "Bizim Ömer amca galiba yolcu". Hemen

yukarı çıktım. Odasına vardığımda gördüğüm

manzara aynen şöyleydi: Sağ elinde tespih, açık

duran sol kolunun pazısında dövme Türk bayrağı,

göğsünde imanı ile, koskoca Anzaklı Ömer son

anlarını yaşıyordu. Hemen başucuna oturdum.

Kendisine kelime-i şehadet söylettirdim. O

şekilde kucağımda teslim-i ruh etti... Bir

Çanakkale gazisi görmüştüm. Yıllar sonra da olsa

Müslüman Türk milletine olan sevgisi sayesinde

kendisine iman nasip olmuştu.”

"Ne yalan söyleyeyim, ağladım."

Son söz de bizden: Savaşın kazananı

gerçekten yoktur.

M. Oğuzhan KAYA

Page 11: Ferman Mecmuası Sayı 23

İÇİNDEKİLER

“Hikmet”li Bir Tıbbiyeli

İzzet Esmece..................................................2

14 Mart Tıbbiyeliler Derneği (Röportaj)

Mehmet Akif Kara............................................4

Ah Şu Boğaz Harbi...

Mehmet Oğuzhan Kaya....................................9

KİTAP KÖŞESİ

İSTİKLAL SAVAŞI’MIZI ANLAMAK

Prof. Dr. Nurullah Çetin’in

İstiklal Marşı’nı edebi tahlil

yöntemleriyle çözümlediği

eseri.

“Bu çalışmam kanalıyla

umarım Türk milleti, İstiklal

Marşı’nı derinliğine anlama ve Müslüman-Türk

şuuruna ererek kendi kimliğine ve değerlerine

sımsıkı sarılma imkânı bulacaktır. Zira Türkün

kendi vatanında, kendi hür iradesinin hâkim

olduğu kendi devletinde, tam bağımsız ve

bağlantısız bir Türk milleti olarak kalması, İstiklal

Marşı’nı içselleştirmesine bağlıdır.” (Önsözden)

ÇANAKKALE MAHŞERİ

Mehmet Niyazi Bey’in ilmi

gerçeklere sadık kalarak

yazdığı, Çanakkale Savaşı’nın

atmosferini ve duygusal

yoğunluğunu okuyucuya

neredeyse eksiksiz şekilde

yansıtan, Türkiye Yazarlar

Birliği ödüllü belgesel-roman.

ANKARA ÜNİVERSİTESİ TIP FAKÜLTESİ TARİH

TOPLULUĞU YAYIN ORGANI

MART 2013 YIL: 4 SAYI: 23

Yayına Başlangıç Tarihi : 2009

İmtiyaz Sahibi : Ahmet Sancar Topal

Yazı İşleri Müdürü : Tolga Canlı

Genel Koordinatör : İzzet Esmece

Editör : M. Akif Kara

Adres : Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi

Morfoloji Binası Sıhhiye ANKARA

e – Posta : [email protected]