fyzy dergisi 30. sayı

44
30. Şubat 2015 FYZY FMV’nin armağanıdır. Para ile satılmaz. HER SABAH SİZİ AYAĞA KALDIRAN ŞEY NEDİR? 2015 DÜNYA IŞIK YILI AKZAMBAKLAR ÜLKESİ FİNLANDİYA BİZE IŞIK OLDUN! CAM ALTI BİRİKTİRMEK BİR BOĞAZİÇİ ÖYKÜSÜ

Upload: fmv-isik-okullari

Post on 23-Jul-2016

239 views

Category:

Documents


4 download

DESCRIPTION

FYZY Dergisi 30. Sayı

TRANSCRIPT

Page 1: FYZY Dergisi 30. Sayı

Anaokulundan üniversiteye güçlü ve çağdaş eğitimFMV Işık Okulları 129 yıllık köklü geçmişi,

güçlü eğitimci kadrosu, çağdaş eğitim sistemiyle eğitimde öncülüğünü sürdürüyor.

www.fmv.edu.tr

Nişantaşı Kampüsü

Ayazağa Kampüsü

91

-KSY-S

Y-1

6-0

1/2

01

5

Erenköy - Güneş Kampüsü

Ispartakule / Bahçeşehir Kampüsü

Işık Üniversitesi Şile Kampüsü

30.

Şubat 2015

FYZY

FMV’n

in a

rmağ

anıd

ır.

Par

a ile

sat

ılmaz

.

HER SABAH SİZİ AYAĞA KALDIRAN ŞEY NEDİR?

2015 DÜNYA IŞIK YILI

AKZAMBAKLAR ÜLKESİ FİNLANDİYA

BİZE IŞIK OLDUN!

CAM ALTI BİRİKTİRMEK

BİR BOĞAZİÇİ ÖYKÜSÜ

Page 2: FYZY Dergisi 30. Sayı

SAYI: 30 ŞUBAT 2015

FYZYİMTİYAZ SAHİBİ

Feyziye Mektepleri Vakfı Işık Okulları adınaFMV Yönetim Kurulu BaşkanıMimar M.Kâmil ÖZKARTAL

•SORUMLU MÜDÜR

Elk. Müh. Alp GÜNAYFeyziye Mektepleri Vakfı

Genel Müdürü •

YAYIN KURULUSevil KARACIK

FMV ve Işık Okulları Kültür Sanat YöneticisiÖmer ORHAN

FMV Özel Ayazağa Işık Lisesi MüdürüŞenay KURT

FMV Kalite Müdürü•

DÜZELTMENSennur KARANLIK

FMV Özel Ayazağa Işık OrtaokuluTürkçe ÖğretmeniLeyla TARAKÇI

FMV Özel Ayazağa Işık LisesiTürk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

•TASARIM - KAPAK

Ömer ORHANFMV Özel Ayazağa Işık Lisesi Müdürü

EDİTORYAL YAPIM - BASKIMas Matbaacılık San. ve Tic. A.Ş.

Hamidiye Mahallesi, Soğuksu Caddesi, No: 334408 Kağıthane - İstanbul

Tel: 0212 294 10 00 Faks: 0212 294 90 80 [email protected] No: 12055

•İMTİYAZ SAHİBİ, SORUMLU MÜDÜR

VE YÖNETİM YERİ ADRESİTeşvikiye Cad. No: 6 Nişantaşı - İstanbul

Tel: 0212 233 12 03 444 1 368

(FMV)www.fmv.edu.tr

4 ayda bir yayımlanır.Yayının türü: Dergi, yerel, süreli

FMV HaberlerProfesyonel Gözüyle İçimizden BiriBize “Işık” Oldun! Kültür KonferanslarıİnsanHer Sabah Sizi Ayağa Kaldıran Şey Nedir? Kent KültürBir “Boğaziçi” ÖyküsüSanat“Yalnız” Bir OperaBilimIşıksız Kalmayalım DiyeSağlıkİnsan-Toplum, KadınGeziAkzambaklar Ülkesi FinlandiyaSosyolojiSevgi Dolu Öykülere…KoleksiyonCam Altı BiriktirmekSporTeknoloji ve SporTarihten SayfalarYarbay Hasan Bey ve Köpeği Canberk

İ Ç İ N D E K İ L E R

49

10

1416

18

22

24

28

30

34

36

40

42

C

M

Y

CM

MY

CY

CMY

K

isik FYZY ilan 23.5 x 30 cm.pdf 1 12.02.2015 12:21

Page 3: FYZY Dergisi 30. Sayı

3

Değerli Işıklılar,

S elanik’te 1885 yılında yaktığımız Işık, eğitim ailemize kattığımız, yolu Işık’tan geçen her öğretmen ve öğren-

ciyle güçlendi, büyüdü, çoğaldı.

Bu yıl okullarımızın 129. yılını kutlarken duyduğumuz mutluluk, ışığımızın elden ele aydınlık bir geleceğe taşınacak olmasından duyduğumuz mutluluk ve coşkudur.

Kimilerine göre tesadüf, kimilerine göre şans, kimilerine göre de kader... Ama hayat, tuğla üzerine tuğla örerek sizi bir yere taşıyor. Size düşen hep hazırlık yapmak; iyiye de kötüye de başarıya da başarısızlığa da sevince de üzüntüye de...

Eğitim kurumlarının görevi, çocukları hayata hazırlamaktır. Onlara, bilmeyi değil, bilgiyi nerede bulacağını; cevabı değil, çözümü nasıl arayacağını; yılmamayı, gücünü koru-mayı; engellerle karşılaşıldığında yepyeni seçenekler denemeyi, galibiyeti de mağlubi-yeti de aynı vakarla karşılamayı öğretir.

Beni hayata Işık Lisesi hazırladı. Bu okulun duvarları arasında “ben” oldum. Minnettarım. Bugün üstlendiğim görev, bu borcun ifasıdır.

Ahmet Hamdi Tanpınar, “Türkiye, evlat-larına kendinden başka şeyle meşgul olma imkânını vermiyor.” dediğinde 20. yüzyıl ortalarıydı. Yarım yüzyıl sonra bu cümleyi hâlâ aynı güncellikle telaffuz ediyoruz. Bunu yorgun bir çehreyle, yılgınlıkla söylemek de mümkün ama pek yararı olmaz.

Bize düşen, ülkesiyle meşgul olmayı zul gör-meyen evlatlar yetiştirmek. Bugün bu oku-lun sınıflarını dolduranlar, yarın bu ülkenin geleceğini şekillendirecekler. Tıpkı bugün Türkiye hakkında söz sahibi olanların bir zamanlar benzer sıralarda oturduğu gibi…

Biz, tam da bu nedenle önce iyi insanlar yetiştirmek istiyoruz. Adil, yapıcı, başkala-rının da ne düşündüğünü önemseyen, fark-lı yaşamlara hürmetle yaklaşan insanlar…

Kırılıp dökülenleri hoyratça kenara itilenleri, ellerinden tutup yeniden ayağa kaldırmak görevi onlara düşüyor. Bu kapıdan çıktık-larında geçmişi bir kenara itmeden geleceğe bakabilir, ülkemizin ortak değerlerini yeni-den canlandırabilirlerse biz işimizi doğru yapmışız demektir.

Albert Einstein der ki: “Eğitim, okullarda öğretilenleri unuttuktan sonra geriye kalan-dır.” Everest Tepesi kaç metre, Pasarofça Antlaşması’nın tarihi nedir, bunları unutu-ruz. Hatırlaması kolaydır; hele İnternet ile... Adaleti, vicdanı, öğrenme iştahını, bilme-nin lezzetini unutmaksa imkânsızdır. Eğer bu okulun kapısından çıkarken öğrencileri-mize diplomalarıyla birlikte bu kavramları da verebiliyorsak işimizi doğru yapmışız demektir.

Bende 52 yılın tecrübesi var ama yeni neslin önünde benim hayalimden bile geçiremeye-ceğim zenginlikte bir bilgi kaynağı uzanıyor.

İnsanlar da toplumlar da zaman zaman tökezlerler fakat tarih hep ileriye gider. Bizler de geçmişte bize verilen eğitim bayrağını bir taraftan geleceğe taşırken, bir taraftan da edindiğimiz tecrübelerle her alanda ileriye ve daha iyiye ulaşabilmenin gayretini göste-riyoruz.

Okullarımızın kuruluşunun 129’uncu, Vakfımızın kuruluşunun ise 60. yılını idrak ettiğimiz bu yıl, bu satırları okuduğunuz dergimizin de 10. yılını tamamlamasının haklı gururunu yaşıyoruz. 10 yıldır bizleri güzel yazılar ve farklı bakış açılarıyla buluş-turan dergimizin yayın kuruluna teşekkür ediyor, nice 10 yıllar diliyorum.

Saygılarımla…

Mimar M.Kâmil ÖZKARTALFeyziye Mektepleri VakfıYönetim Kurulu Başkanı

BAŞYAZI

Page 4: FYZY Dergisi 30. Sayı

4

F eyziye Mektepleri Vakfının 129. kuruluş yıl dönü-mü, Nişantaşı, Ayazağa, Erenköy ve Ispartakule Kampüslerinde düzenlenen tören ve etkinlikler-

le coşku içinde kutlandı. Işıklılar, 129 yıllık bu köklü kurumun bir parçası olmanın gururunu, mutluluğunu ve paylaşımını doyasıya yaşadılar ve birlik, beraberlik içinde büyümek sözü verdiler.

Nişantaşı Kampüsü, Muvaffak Benderli Salonu’ndaki tören, genç Işıklılardan oluşan koro ve en küçük Işıklıların konuk-lara seslenişiyle başladı. Feyziye Mektepleri Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Mimar M. Kâmil Özkartal’ın konuklar ve mezunlara yaptığı duygulu ve samimi konuşmayla devam etti.

Törende mezuniyetlerinin 50, 40 ve 25. yılını kutlayan Işıklılara gümüş anı plaketi sunuldu. 50. yıl mezunların-dan FMV Yönetim Kurulu Üyesi Dr. Said Akçura, 50. yıl mezunları adına bir konuşma yaparak kendilerini yetiştiren öğretmenlere, yöneticilere ve töreni hazırlayanlara teşek-kürlerini iletti.

Mezuniyetlerinin 40. yılını kutlayan Işıklılar ise tören son-rası gösterdikleri müzikal sahne performanslarıyla hem çok eğlendiler hem de izleyenlere keyifli dakikalar yaşattılar.

Geleneksel öğle yemeğinden sonra tüm kampüslerde kutla-malar Feyziyeliler Işıklılar Derneğinin düzenlediği etkinlik-lerle devam etti.

Her yıl artan bir coşkuyla kutlanan törenlerde Işık mezunla-rı tekrar bir araya gelmenin mutluluğunu yaşadılar.

BİRLİK BERABERLİK İÇİNDE

FMV Yönetim Kurulu BaşkanıMimar M.Kâmil Özkartal

129 YIL

HABERLER

Page 5: FYZY Dergisi 30. Sayı

5

25. Yıl Mezunları

40. Yıl Mezunları

50. Yıl Mezunları Erenköy Kampüsü

Ayazağa Kampüsü

Nişantaşı Kampüsü

Page 6: FYZY Dergisi 30. Sayı

6

Lozan Antlaşması’nın imzalanmasının 90. yılı etkinlikleri kapsamında geçtiğimiz yıl İnönü Vakfı tarafından hazırlanan Lozan’dan Cumhuriyet’e

İsmet İnönü Sergisi, Ankara, Antalya ve Eskişehir’den sonra, 1 Eylül-11 Ekim 2014 tarihleri arasında İstanbullularla buluştu.

İnönü Vakfının arşivlerindeki belge ve fotoğraflardan oluşan, FMV Işık Okullarının ev sahipliği ve Şişli Belediyesinin iş birliğiyle açılan sergi; Lozan’ın imzalanmasından Cumhuriyet’in ilanına, erken Cumhuriyet yıllarından iç ve dış politikaya kadar çeşitli toplumsal, ekonomik ve kültürel dönüşümleri İsmet İnönü ekseninde gözler önüne serdi. Küratörlüğünü Prof. Dr. Zafer Toprak, genel tasarımını ve kurgusunu Çağdaş Arpaç ve Dr. Fatma Türe, grafik tasarımını Ferah Perker’in üstlendiği sergide ziyaretçiler, dokunmatik ekranlar, video enstalasyonlar aracılığıyla interaktif olarak belge ve fotoğraflara ulaşarak tarihin bir dönemine tanıklık etti.

GALERİ IŞIK TEŞVİKİYE’DEN...

Türkiye’de, fotoğraf sanatında akla gelen en önemli isimlerden biri olan Gültekin Çizgen’in tecrübesini modern teknolojiyle birleştirdiği 55 yıllık birikiminden oluşan fotoğraf ve portfolyolar sergisi “Birikimler”, 14-31 Ekim 2014 tarihleri arasında İstanbullu sanatseverlerin beğenisine sunuldu. Sergide, 74 yaşındaki Çizgen’in sanattaki 55. yılına

özel gerçekleştirdiği proje kapsamında 1 Ocak 2014 tarihinden başlayarak her gün çektiği fotoğraflar yer aldı.

Lozan’dan Cumhuriyet’e İsmet İnönü Sergisi

Gültekin Çizgen’in

“Birikimler”i

HABERLER

Page 7: FYZY Dergisi 30. Sayı

7

Eğitimde yaratıcılığın geliştirilmesini misyon edinen FMV Işık Okulları; İstanbul İsveç Başkonsolosluğu, İsveç Sanat Konseyi ve İsveç Enstitüsünün “Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 25. Yıl Dönümü” için

oluşturduğu projesi “Genç Sesler”e kapılarını açtı. Çocukların yaratıcı seslerinin toplumda duyulabilmesi amacıyla bir ay boyunca İsveç ve Türkiye’den geniş bir kültürel yelpazede yaratıcı fikirlerin sunulduğu “Genç Sesler” projesinin İsveç’in ünlü sanatçılarının illüstrasyonlarını bir araya getirdiği “Tepetaklak”, kasım ayı boyunca sanatseverlerle buluştu.

Hattan tasarıma, resimden fotoğrafa, birbirinden farklı disiplinlerden 12 Işıklı sanatçının buluştuğu “Mezunlar Yan Yana” sergisi, 14-21 Aralık 2014 tarihleri arasında sanatseverler tarafından ziyaret edildi.

Anaokulundan üniversiteye kadar Işıklı sanatçıların “Yan Yana” olduğu sergide, Taçlan Görgün, Ceylan Aksu, Yakut Ayverdi, Canan Alimdar, Berçin Güvengil, Zeynep Ebru Ersoy, Yeşim Yıldız Kalaycığlu, Ahmet Arda Berker, Zuhal İnsel, İnci Kaymak, Zeynep Sezerman ve Sibel Avcı Tuğal’ın eserleri yer aldı.

Eğitimde bilime olduğu kadar, sanata ve spora da büyük önem veren FMV Işık Okulları, düzenlediği sanat etkinlikleri ve aldığı uluslararası ödüllerle de adından söz ettiriyor. Şimdiye dek öncülük ettiği projelerle, öğrencilerinin yurt içi ve yurt dışında pek çok başarısına katkı sağlayan Işık Okulları görsel sanat öğretmenleri, bu kez kendi çalışmalarını

2-11 Aralık 2014 tarihleri arasında sergiledi.

BM Çocuk Hakları Sözleşmesi’nin 25. yılına özel bir sergi: “Tepetaklak”

Mezunlar Yan Yana Sergisi

FMV Işık Okulları Sanat Eğitimcileri Sergisi

Page 8: FYZY Dergisi 30. Sayı

8

DR. YUSUF ZİYA EFE MATEMATİK ÜSTÜN BAŞARI ÖDÜLÜ

1963 yılında Işık Lisesinden mezun olan Prof. Dr. Turan Durgunoğlu’nun kendisine matematik dersini sevdiren ve başarılı olmasında büyük emeği olan Işık Lisesinin

unutulmaz Matematik Öğretmeni Dr. Yusuf Ziya Efe’yi anmak ve öğrencileri motive etmek amacıyla 2009 yılında koyduğu “Dr. Yusuf Ziya Matematik Üstün Başarı Ödülü”nü bu yıl Ayazağa Işık Lisesi 12. sınıf öğrencisi Selin Balıkçı kazandı.

SACİT ÖNCEL İYİ İNSAN ÖDÜLÜ

F eyziye Mektepleri Vakfına, okul müdürlüğü ve yöne-tim kurulu üyeliği görevleriyle uzun yıllar hizmet etmiş merhum Sacit Öncel’in anısını ve “iyi insan” modelini

yaşatabilmek amacıyla Durgunoğlu ailesi tarafından 2013 yılın-da ihdas edilen “Sacit Öncel İyi İnsan Ödülü”nü, bu yıl Işık Ortaokulundan Selin Yücebıyık, Ayazağa Işık Ortaokulundan Azra Haseki, Erenköy Işık Ortaokulundan Zeynep Özsu almaya hak kazandılar.

KEMAL ÜÇYİĞİT KİMYA BAŞARI ÖDÜLÜ

I şık Lisesinde 1958-1968 ve 1982-1984 yılları arasında görev yapan ve kimya dalında başarılı öğrenciler yetiştiren öğretme-miz merhum Kemal Üçyiğit’in anısını yaşatmak için bu yıl ilk

kez verilen ve Işık Lisesi 1964 mezunu Bülent Pulak tarafından tahsis edilen “Kemal Üçyiğit Kimya Başarı Ödülü”nü Erenköy Işık Fen Lisesi 12. sınıf öğrencisi Özgür Rüzgâr Çatal kazandı.

FATMA SUAT ÖZKARTAL TEŞVİK ÖDÜLÜ

M ustafa Kemal Atatürk’ün “Bilim gerçeği bilmektir.” ilkesi doğrultusunda 129 yıldır eğitimini bilim ve tek-nolojinin olanaklarıyla sunan Işık Okullarında; 1968-

1969 Işık Lisesi mezunu, Feyziye Mektepleri Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı M.Kâmil Özkartal tarafından eşi merhume Fatma Suat Özkartal’ın adına, anısını yaşatmak amacıyla bu yıl ikincisi verilen teşvik ödülünü Işık Lisesi 10. Sınıf öğrencisi Gönül Kaya almaya hak kazandı. Öğrencimiz ödülünü kuruluş yıl dönümü töreninde M.Kâmil Özkartal’ın kızı Miraç Zeynep Özkartal’ın elinden aldı.

HABERLER

Page 9: FYZY Dergisi 30. Sayı

9

PROFESYONELGÖZÜYLE

O kullarımızın 129, Vakfımızın ise 60. kuruluş yılını idrak ettiğimiz bu yıl, FYZY dergimizin de 10. yılını

kutluyoruz.

2005 yılının Haziran ayında, eğitimin ve başarının olmazsa olmaz anahtarının iletişim olduğunu yazarak başladık FYZY dergisinin ilk satırlarına. Bir eğitim kurumu olarak başardıklarımızın farkındaydık ancak bun-ları yeterli şekilde paylaşamadığımızı gör-dük. Sizlerle olan iletişimimizi artırmak ve kampüsler arasındaki birlikteliği güçlendir-mek amacıyla; bizden, sizden, eğitimden ve hayattan haberlerin yer aldığı dergimizi gün ışığına çıkardık.

Hem okullarımızın hem de hayatın içinden paylaşımların yer almasını hedeflediğimiz FYZY; uzun yıllar hayatımızda kalsın, bakıl-dığında anılarımız canlansın ve arşivlik özel-liklere sahip olsun istedik.

Farklı kalemlerden çıkan kalabalık yazı yığın-ları ile dergiyi doldurmak kolaydı. Oysa der-giyi kucaklayacak yöneticilere ihtiyaç vardı; “İster benimse, ister yadsı, ister eleştir ama kucakla.” demişti büyük usta Cemal Süreya… Tam 10 yıldır yayın hayatında olan FYZY; onu kucaklayanlar sayesinde, ilk sayısından itiba-ren çizgisi bozulmadan artırılan sayfa sayısı ve kalitesiyle Işıklılar, veliler, iş birlikçilerimiz ve koleksiyonerler tarafından beklenen, takip edilen ve beğenilen bir dergi oldu.

Gelin, derginin 10 yıllık geçmişine kısa bir nostaljik gezi yapalım:

1. sayıda,“Eğitim sektörüne getirdiği yeni-liklerle tanınan, 119 yıllık köklü geçmişiy-le eğitim sektörüne hizmet veren Feyziye Mektepleri Vakfı Işık Okulları, Erenköy-Güneş Kampüsü’ne lise ve fen lisesini de ekleyerek İstanbul’daki okul sayısını 10’a çıkardı.” haberi yer alırken 26. sayı-da, Ispartakule Kampüsü ve Tuzla Işık Anaokulunun açılmasıyla okul sayımızın 13’e çıktığı duyurulmuştu.

4. sayıda, Işık Okulları Satranç Takım Yarışmalarının ilkinin düzenlendiği haberi yer almıştı. Anaokulundan üniversite düze-yine kadar yapılan yarışmalar, 10. yılında da devam ediyor. Haziran 2008’de, 10. sayıda; birçok sergiye ev sahipliği yapacak, sanatseverleri bir araya geti-

recek Galeri Işık Teşvikiye hizmete açılmıştı.

Yine 1. sayıda, dünyanın en ünlü arp sanat-çılarından Şirin Pancaroğlu’nun yetiştirdi-ği Erenköy Işık İlköğretim Okulunun dört öğrencisinden oluşan Türkiye’nin ilk, tek ve en genç arpistlerinin konseri, Işık Lisesi Kız Voleybol Takımının Türkiye Şampiyonu olduğu ve “Gelibolu Belgeseli”ne sosyal sorumluluk kapsamında sponsor olan tek eğitim kurumu FMV Işık Okulları ile ilgili başlıklar vardı. 10 yıl sonra bu başlıkları hatırlamak çok keyifli…

Tirilye’den Katmandu’ya, Küba’dan Canberra’ya, Eskişehir’den Kenya’ya kadar 22 yer gezmişiz hep birlikte... “İçimizden Biri” sayfalarında Prof. Dr. Mustafa Yurtkuran’dan İdil Tarzi’ye, Ali Sunal’dan Nuray Mert’e toplam 20 Işıklıya konuk olmuşuz. 30 sayı boyunca futboldan su balesine, bisikletten tenise birçok spor dalını; dopingden şiddete birçok konuyu ele almışız. Kan grubuna göre beslenmeden gıdada etiğe, ortodontiden bel fıtığına 22 sağlık yazısında hastalıklarımı-za çare aramışız. Karadeniz kemençesine, Bocuk Gecesi’nin kültürüne ortak olmuş, Rodin ve Arif Mardin’in rüzgârına kapılmı-şız. Mutluluk ve hüzünle Abidin Dino’yu anmış, dâhi Dali’yi incelemişiz.

30. sayısını okuyor olduğunuz, dört ayda bir yayımlanan dergimizde; eğitimden sanata, kültürden spora, tarihten sağlığa 10 farklı disiplin başlığı altında, toplam 405 yazıy-la dergiye katkı sağlayan 148 kişi olmuş. Eminim ki ileriki sayılarda dergimize yazıla-rıyla destek verecek kişiler artacaktır. Başta yayın kurulumuz olmak üzere, bugüne kadar FYZY için kalemlerini gönülleriyle kullanan profesyonellere, yönetici, öğret-men, veli, çalışan ve mezunlarımızla birlikte dergide düzeltmen olarak gönüllü görev yapan öğretmenlerimize en içten duygula-rımla teşekkürlerimi sunuyorum.

Siz Işıkseverlerle birlikte nice 10 yıllara...

Saygılarımla…

Alp GÜNAYFeyziye Mektepleri VakfıGenel Müdürü

FYZY 10 yaşında...

Page 10: FYZY Dergisi 30. Sayı

10

Melda CEMALFMV Özel Ayazağa Işık Lisesi İngilizce Öğretmeni1982 Işık Lisesi Mezunu

Yıl 1976, aylar-dan Eylül... Feyziye Mektepleri Vakfının o yıllarda tek kampüsü

olan Nişantaşı Işık Lisesine 6. sınıf öğrencisi olarak adım atışım... Hem de yatılı olarak... Bu yazıyı yazarken o zamandan beri ne değişti diye düşündüm de... Neler değişme-di ki… Öğrenci kıyafetleri, not sistemleri, öğretmenlerin ders işleyiş yöntemleri, okul kuralları hatta derslerin isimleri… Tam altı yıl, belki de şu an her öğrencinin hatta eği-timcinin hayretle bakacağı kurallar silsilesi içinde, gelecek için hem eğitildik hem de öğretildik. Öyle ki bugün geriye baktığımda birçoğunu tebessüm ederek anımsıyorum.Her sabah saat 6’da kalkış ve ister istemez, giyindikten sonra, hemen bir saatlik ders çalışma... Bir haftayı okulda geçiriyorsunuz ve saçlarınızı yıkamanıza izin vermiyorlar. Akşamüstü yapılan üç saatlik etütlerin hep-sinde tek başına çalışıyorsunuz; grup hâlinde çalışmayı bırakın, yan yana iki kişi bile çalı-şılmıyor (Ses olmasın diye!). Ama gecenin bir saatinden sonra okulun tüm binaları size kalıyor. Bunca yıl geçmesine rağmen en güzel yıl-larınızı birlikte geçirdiğiniz arkadaşlarınız-la aranızda, bugün öğrencilerim arasında hiçbir şekilde gelişmeyen farklı dostluklar hatta “can dostum” diyebileceğiniz ilişkiler kalıyor.Bir de ne kalıyor derseniz, Işık Liselerinin asla taviz verilmeyen Atatürkçü ilkeleri, nereye giderseniz gidin aldığınız eğitim ve

öğretimin sizi başkalarından ayıran özellik-leri ve Işıklı olmanın verdiği ayrıcalık… Ben, yaklaşık 40 yıldır bu camianın içinde yer almış biri olarak öğrencilerimi de bu düşün-ce ve duygularla yönlendirmeye çalışıyorum.

Aylin ADIVAR GERONFMV Özel Ayazağa Işık Ortaokulu İngilizce Öğretmeni1992 Işık Lisesi Mezunu

1974 Mart ayının başı... Karnı bur-nunda bir kadın Nişantaşı’nda gezer-

ken, saçları örgülü, ekose formalı kızlara bakarak derinden bir iç geçirir ve dua eder: “İnşallah bir kızım olur ve onun saçlarını örüp, bu ekose formayı giydirip bu prestijli okula gönderebilirim.”Bu kadın o duayı öyle içten etmiş olma-lı ki bir kızı olur ve kızını 1979-1980 Eğitim-Öğretim Yılı’nda kura sonucunda Işık Anaokuluna kaydettirir. Anaokulu, ilkokul ve derken lise... O kız, Işık Lisesinden 1992 yılında mezun olduktan sonra Boğaziçi Üniversitesinde Batı Dilleri ve Edebiyatı okur ve ardından hiç vakit kaybetmeden Ayazağa Kampüsü’ne öğretmen olur 1997 yılında. İşte o kız benim!Her zaman gurur duydum okulumla. Adı gibi topluma IŞIK tutan, Atatürkçü, asırlık çınardan kendime kattıklarım o kadar çok ki... Okulumun hayatıma en önemli katkısı öz disiplin olmuştur. Bugün geldiğim nok-taya baktığımda kendimi bildim bileli IŞIKLI olduğumu fark ediyorum. Ne büyük bir gurur ki feyz aldığım okulumda iki çocuğum

Bize “Işık” Oldun!

İÇİMİZDEN BİRİLERİ

Page 11: FYZY Dergisi 30. Sayı

11

da aydınlanıyor. Ve ben de her yıl onlarca çocuğa rehberlik ediyorum, ışık tutuyorum.

Esra GÜLSEREN BALCIFMV Özel Ayazağa Işık İlköğretim Okulu İngilizce Öğretmeni1992 Işık Lisesi Mezunu

Geriye dönüp okul hayatıma baktığımda,

Işık Lisesinde okurken her öğrenci gibi bazen heyecan, bazen mutluluk, bazen bık-kınlık gibi bir sürü duygu çemberinde geçen senelerimi hatırlıyorum. Çabuk geçen öğren-cilik yıllarımın devamında, okulumda öğren-diğim İngilizce ve diğer bilgi donanımım sayesinde üniversiteyi kazandım. Üniversite hayatımı tamamlayınca kendi okulumda İngilizce öğretmeni olarak çalışmayı çok istemiştim. Ve hayalim gerçekleşti. Ayazağa Işık İlköğretim Okulunda, çalışma hayatına başladığım andan itibaren mezun olduğum okulumun bana katmış olduklarının farkına daha iyi vardım. Atatürkçü bir anlayışa sahip olmam, birbirinden değerli öğretmenlerimin öğretileri, insanı insan yapan değerlerin okul-da gördüğüm örneklerle benliğimde iyice pekişmiş olması, güzel dostluklarım, kalite ve kimliğinden ödün vermeyen yapısıyla çoğunluk tarafından kabul ve saygı görmüş bir okuldan donanımla mezun olduğumda bana açılan farklı kapılar ve her zaman hoş bir gülümseme bırakan anılarım…Ne kadar şanslıyım ki ailem beni bu okula göndermiş ve ben, okulumun bana kattığı tüm bu artılar sayesinde, mesleğimi kendi mezun olduğum okulda severek yapmak-tayım.

Özlem ORBAK MİZRAHİFMV Özel Ayazağa Işık İlköğretim Okulu İngilizce Öğretmeni1995 Ayazağa Işık Lisesi mezunu

Yıllarımı geçirdi-ğim okulumun bana aktardığı aydınlığı şu

anda aynı kurumda öğrencilerime yansıtıyor olmanın gururunu taşıyorum. Öğretmenliğin keyfi ve iyi insan yetiştirme misyonuyla küçük kalplere dokunmanın gururu ve mut-luluğunu; öğrendiğim bilgiyle Atatürkçü bilinci yansıtmanın kıvancını yaşıyorum.

Bunun yanı sıra kendi öğretmenlerimden bazılarıyla çalışmanın mutluluğu da tarif edilemez.Geri dönüp Işık’ta öğrenci olarak geçirdiğim yıllara baktığımda içimi sıcak dostlukların güveni ve paylaştıkça artan sevgi dolduru-yor. Böyle köklü bir kurumun parçası olmak gerçekten gurur verici… Işıklı çocukların art-ması ve aydınlığın yayılması dileklerimle…

Hande ACARMAN YEŞİLKAYAFMV Özel Ayazağa Işık Lisesi İngilizce Öğretmeni1996 Işık Lisesi mezunu

Bir gün babamın eve sevinçle gelişini, annemle beni kucak-layıp “Çok bekledik

ama oldu.” deyişini hatırlıyorum. Tüm aile coşkuyla kutlamıştı Işık Lisesinin anaokulu-na kabulümü. Altı yaşın verdiği toylukla bu sevincin sebebini bilmeden ben de heyecan-dan zıplamaya başlamıştım. Akabinde önce ilkokul ve sonra kolej sınav-ları, baraj sınavları sonucu lisesinde okuma-ya hak kazandığım okulumda film şeridi gibi akan yıllar...İlk İngilizce öğretmenlerim Mrs. Bahar’ın o güzel giysilerini ve rahmetle andığım Mrs. Konger’in tatlı dilini, beden eğitimi salonu önünde bulunan mektup pulu satış yerini, coğrafya öğretmenim Sayın Necmi Dalman’ın bu pulları bize detaylarıyla anlatmasını ve koleksiyon yapanları teşvik edişini, kız ve erkek ayrı salonlarda gördüğümüz beden eğitimi derslerinde kasalar üzerinden hızla koşup ters takla atarak hem eğlenip hem de uygulamalı not aldığımız o canım günleri şimdi yüzümde bir gülümsemeyle anıyorum. Özlüyorum… En sevdiğim dersin İngilizce olduğunu söyle-meme gerek var mı? İngiliz edebiyatı klasik-lerini okuyup derslerde tartışır ve denemeler yazardık. Bana bu dersi sevdiren ve içimdeki cevheri çıkartmama yardımcı olan okulum ve öğretmenlerim sayesinde üniversitede de İngilizce öğretmenliği bölümüne girmiştim. Fakültede bize okutulan aynı eserleri Ms. Kurt, Mrs. Şiranlı ve Mrs. Sağman’ın ders notlarından çalışmış olmam okulumun ne kadar kaliteli olduğunun bir başka kanıtıydı. Ben, bu okulda hayatımın neredeyse tümünü geçirdim. Eğitim aldım, mezun oldum, geri geldim ve 14 senedir Ayazağa Işık Lisesinde görev yapmaktayım. Duygu yoğunluğumun tarifi mümkün değil. Ben okulumun ismini hâlâ altın bir madalyon gibi gururla göğsüm- 1

885’te

n G

ünüm

üze

Page 12: FYZY Dergisi 30. Sayı

12

de taşırım. Şimdi sıra okulumun sancağını ellerimle teslim ettiğim ve onun da bir ömür Işıklı olmakla gurur duyacağını bildiğim oğlumda… Ne mutlu Işıklı olabilen bizlere…

Ceylan NURCAN YAMAÇFMV Özel Ayazağa Işık İlköğretim Okulu İngilizce Öğretmeni1999 Işık Lisesi mezunu

Nişantaşı Işık...Sabah, caminin köşe-

sinden dönüp Bahar Pastanesi veya Saray’da okul öncesi arkadaşlarla buluşup kahvaltı etmek, yedi yıl boyunca birbirinden deği-şik öğretmenlerle okul yıllarını tamamlamak, güzel arkadaşlıklar, birbirinden güzel anılar... Hepsi hâlâ aklımda, hepsi hâlâ hayatımda…Işık serüvenim ortaokul hazırlıkta başladı ve hâlen devam ediyor. Işıklı olmak, yedi yıl boyunca Işık ruhunu, kültürünü yaşamak, iç disiplin, başkalarına saygı ve iyi insan olma yolunda hayatıma yön veren unsurlardan sadece birkaç tanesidir. Seçtiğim öğretmen-lik mesleğine ilham veren sevgili İngilizce öğretmenlerim, şu anda mesleğimi aynı çatı altında devam ettirmek, bize öğretilen “iyi insan olma”, Atatürk’ün aydınlattığı yoldan gitme bilinci ve birçok olumlu öğretiyi kendi öğrencilerime öğretebilme çabam ve inancı-mın oluşmasında en önemli yere sahip Işık Okulları, hayatımın hep anlamlı bir parçası olacaktır.

Gamze ARSALFMV Işık Anaokulu Öğretmeni1999 Işık Lisesi mezunu

1992 yılında baş-ladı Işık yolculu-ğum. Dolu dolu tam yedi yıl. İyi bir eğitimin yanında

müzik kariyerimin temelleri burada atıldı benim. Gökçel Odabaş, Şehnaz Yalman, Nilgün Öcalır ve Sueda Şanver; onlar benim “Fantastic Four”um. Hazırlık korosunda keşfettiler beni, o gün bugündür müziğin içindeyim. Sene 1993, bir gün annemi ve babamı görüş-meye çağırdılar; kızınızın kulağı çok iyi, onu konservatuvara hazırlamak istiyoruz, dedi-ler. Annem ve babam, okulla birlikte zor olur düşüncesiyle bu hayali maalesef ertele-

diler. Ama ne ben ne de öğretmenlerim işin peşini bıraktık. Korolar, provalar, orkestra çalışmaları derken sene oldu 1996. Milliyet gazetesi, “Liseler Arası Müzik Yarışması” düzenliyordu. Ekip beni o yarış-maya hazırladı. Hem de ne hazırlamak… Okulumu temsil edecektim, bir yanda ina-nılmaz bir heyecan diğer yanda büyük bir onur. Sonuç pek de istediğimiz gibi olmadı ama edindiğim tecrübeyi kelimelerle ifade edemem.Müthiş dörtlü bununla da yetinmedi tabii. TRT İstanbul Radyosu Gençlik Korosu sına-vına da hazırlayalım, dediler. Hiç pes etme-diler, ben de… Olur, dedim; başladık yine şan çalışmaları, solfej çalışmaları vs… Bu defa kazandım ve tam 9 yıl devam ettim TRT İstanbul Gençlik Korosu’na. Ve sene 1999, mezun oldum. Sonrasında da onların bana müzikal anlamda kazandırdıkları temeller üzerine inşa ettim her şeyi ve devam ettim müzikal yolculuğuma.

Jana Cana KOLELLEFMV Özel Işık İlköğretim Okulu İngilizce Öğretmeni1999 Işık Lisesi mezunu

İlkokul birinci sınıf-tan lise son sını-fa kadar, her hafta

“Işıklı olmak sevincimiz” derken, bunu uzun yıllar boyunca söylemeye devam ede-ceğimi henüz 11 yaşında hazırlık sınıfı öğrencisiyken çok sevgili İngilizce öğret-menimle tanıştığımda anlamıştım. Bana, “Büyüyünce ne olacaksın?” diye sorduk-larında, “Mrs. Ertekin olacağım.” dediğim günden bu yana 22 yıl; lise son yıllığımda arkadaşlarımın benim için, “Seni ileride bu yıllıklarda İngilizce öğretmeni olarak gör-mek dileğiyle…” yazdıklarından bu yana 15 yıl; bir öğretmen olarak Işıklı öğrencilerle buluşmamdan bu yana da 10 yıl geçmiş. Üzerimde büyük emekleri olan öğretmen-lerimle çalışabilmek, onların çocuklarını okutabilmek Işık’ın bana yaşattığı en büyük mutluluktur. Dilerim bir gün benim yetiş-tirdiğim öğrencilerimi de Işık yıllıkların-da öğretmen olarak görürüm ve okulum, ışığını nesilden nesle daha birçok Işıklıya yaymaya devam eder. İdealimi gerçekleş-tirmeme olanak sağlayan, bana çok güzel dostluklar kazandıran ve her zaman aile sıcaklığını hissettiren okulumu seviyorum.

İÇİMİZDEN BİRİLERİ

Page 13: FYZY Dergisi 30. Sayı

13

Sinem ÇETİNOYAR ÖZGÖZFMV Erenköy Işık Lisesi İngilizce Öğretmeni1999 Ayazağa Işık Lisesi mezunu

Öğretmenler her gün sınıfa girdiklerinde kalıplaşmış sözcükler-

le sınıfı selamlar. Öğrenciler de -hoşlanma-salar da- hep aynı cevapla öğretmenlerini selamlar ama her ders niye bunu yaptıklarını pek anlayamazlar. Hâlbuki bilmezler, yıllar sonra o selamı vermeyi bile özleyecekler. Bir öğretmen olarak belki de geçmiş yılların da özlemiyle, bunu öğrencilerime sık sık hatırlatırım ben çünkü çok özlüyorum tüm o zamanlarımı… Melahat Altunlu ilkokul yılla-rımı ve kocaman sınıfımı, Özden Soyerli Prep B’yi, Mr. Bowerlı, Fatma Şahinli ortaokul günlerimi, Feyziye Çankayalı koro anılarımı ve her anı macera dolu lise yıllarımı ve 11 YD sınıfımı… Bilenler bilir, koyu Işıklıyımdır, bu öğrenciyken de böyleydi ama bu ruh mezun olduktan sonra, aldığım eğitim ve vizyonun bana nasıl kapılar açtığını gördükten sonra iyice perçinlendi. Şimdi 5 yaşındaki oğlum Doğu da bir Işıklı…1986 yılında Ayazağa Işık İlkokulunda başla-dığım serüvenimi, 1999 yılında yine Ayazağa Işık Lisesinde tamamladım. 2004 yılından beri de Erenköy Işık’ta İngilizce öğretmeni olarak çalışıyorum. Beni tanıyan, hatırlayan tüm eski arkadaş ve öğretmenlerime selam olsun…

Pınar ŞİMŞEK İNALFMV Özel Ayazağa Işık Ortaokulu Fen Bilgisi Öğretmeni2001 Işık Lisesi mezunu 1995-2001 yılları ara-sında eğitim öğretim hayatımı FMV Özel Işık Lisesinde sürdür-

düm. İlk kez annemle geldiğim ve herkesin “modern hapishane” diye bahsettiği gele-cekteki okulumun -çoğunluğun aksine- çok samimi bir ortamı olduğunu düşünmüş ve kendimi bu ortamda çok mutlu hissetmiştim. İlerleyen yıllarda okulumun kazandırdıkla-rı, bu düşüncelerimde yanılmadığımı daha iyi anlamamı sağladı. Okul yaşantımın beş senesinde yatılı olmam; paylaşmak, birlik olmak, saygılı olmak gibi değerlerin haya-tımda önemli yer tutmasına sebep oldu. Arkadaşlarımla birlikte kazandığımız bu

değerlerin ve derslerde edindiğimiz bilgilerin yanında, okulumuzun sağladığı fırsatlarla ve öğretmenlerimizin teşvikleriyle müzik, spor, sanat dallarında da kendimizi geliştirme fır-satı bulduk. Bu yüzden Işık Okullarının “Önce iyi insan yetiştirir.” felsefesinin çok anlamlı ve yerinde olduğunu düşünmekte-yim. Mesleğimle aydınlık gençlerin yetişmesi-ne katkı sağlamak amacıyla öğrencilik yılları-mı sevgiyle geçirdiğim kurumuma öğretmen olarak geri dönmekten de gurur ve mutluluk duymaktayım.

Cana KOÇAKFMV Erenköy Işık İlköğretim Okulu Yabancı Diller Bölüm Başkanı2003 Ayazağa Işık Lisesi mezunu

Işık’tan geçmişim ilerledikçe daha da büyüyen bu yemye-

şil kampüse… Liseye başlıyorum hem de yeni bir okulda… Çifte heyecan benimkisi… Sınıfa yaklaştıkça kalbim daha hızlı atmaya başlıyor. Yeni insanlarla tanışmak, kendini tanıtmak zor geliyor. Ama öyle bir sınıf kar-şılıyor ki beni, ömürlük dostluklar doğuyor. Birbirinden güzel anılarla ilk yıl geçiyor. İkinci yıl alanlar seçiliyor. Aklımda, belki de ağabeyimin de etkisinde kalarak fen bölümü-nü seçmek var. Genetik mühendisi olabile-ceğimi zannediyorum galiba. Fen sınıfında eğitim başlıyor, zaman geçiyor ama bir şeyler ters gidiyor. Fizikle, biyolojiyle kimyamız tutmuyor. Enerjimin yüksek olduğu tek ders var: İngilizce. O zamanki İngilizce öğretmenim sağ olsun, ikinci dönemin ortasında bir gün beni kena-ra çekiyor ve diyor ki: “Derslerdeki duru-munun farkındayım, kendini iyi hissettiğin tek ders İngilizce. Sakin ve sabırlı birisin. Öğretmenlik senin için ideal.” Bu tavsiye gün geçtikçe kafama daha da yatıyor, günler boyu düşünüyorum. Kararım ne mi oluyor? Bugün Erenköy Kampüsü’nde İngilizce öğretmeni olarak yedinci yılımı dolduruyorum. İşte birinin hayatına dokunmak, geleceğe “Işık” tutmak...

Yol

u Iş

ık’ta

n ge

çen

öğre

tmen

lerim

ize

sayg

ıyla

Page 14: FYZY Dergisi 30. Sayı

14

C

M

Y

CM

MY

CY

CMY

K

Fmv Konferansi 50 x 70 cm.pdf 8 10/11/14 18:20

KÜLTÜR

KONFERANSLARI

Page 15: FYZY Dergisi 30. Sayı

15

FYZY 10 Yaşında!

30 sayı

408 makale

148 yazar

20 Röportaj43 Eğitim yazısı

23 Ortak yazı

32 Sanat yazısı

30 Spor yazısı

15 Koleksiyon yazısı

19 Kültür yazısı

22 Sağlık yazısı

22 Gezi yazısı

22 Doğa ve Çevre yazısı

40 Tarih yazısı

10 YılKatkı sağlayanlara teşekkürlerimizle... Yayın Kurulu

Page 16: FYZY Dergisi 30. Sayı

16

D üşünen canlı olarak insan, duygusal bir varlıktır. Beyin yapısı da onu diğer canlılardan farklı kılmaktadır

ve gelişmiş bir insan beyninde 100 milyarın üzerinde nöron bulunur. Bu nöronlar ve sahip olduğu sinir sistemi aracılığıyla insan, tüm aktivitelerini gerçekleştirir. Onu üstün kılan en önemli aktivite ise düşünme becerisidir. Beyin yapısı insanın sahip olduğu bir lütuf-tur. Peki, herkes bu lütfun farkında mıdır? Ekosistem içerisinde var olan canlıların tümü yaşamsal döngüye katkı sağlayarak bu zincirin bir halkası olmaktadır. İnsan da bu zincirin ucundaki kolye gibidir ve çoğu zaman kendisini zincirden ayrı hisseder, ayrı bir havası vardır, farklıdır o! Şımarık bir çocuk gibidir. Dünya onun için vardır ve var olacaktır! Tüm kaynakları tüketme ve her alana yayılma hakkına sahiptir. Kendini, dünyanın sahibi olarak görmektedir ve buna direnecek başka bir canlı türü de yoktur. Ee kolay değil, 100 milyar nöron olunca hakkını da vermek gerekir. Hayır, say desen sayamaz da ama varlığı onu rahatlatır ve bu rehavet içerisinde yaşantısına devam eder. 100 milyar nöron… Dile kolay!

“Kısıtlı nöronlarıyla” tüm canlılar mütevazı ve yaşamsal bir saygınlık içinde hayatlarını sürdürürken, insanın dünyayı yok edecek işler yapıyor olması, diğer canlıları hiçe say-ması ise beynini ne kadar ve ne amaçla kul-landığını da göstermektedir. O hâlde fazla nöron zararlıdır ya da insanlar bunu hazme-decek olgunlukta değiller diyebiliriz. Asla yetinmeyi bilmeyen, doyumsuz bir canlı olan

insan, sürekli sahip olmadıklarının peşinde koşarak hayatını sürdürür. Bu son derece isterik bir duygudur ve bu dürtü ile sabah kalkarak akşamı eder. Elbette bu durum ihtiyaçlara göre şekillenir, yani öncelikler ve eğer yaşamsal ihtiyaçlar varsa önce bunlar giderilir, bunlar tamamsa diğer isteklere geçilir. Yani durum asla değişmez mutlak bir sahip olma isteği vardır. Çoğu insan tüm ömrünü bu şekilde geçirir ve sürekli kendini ikna edecek bir fikir yapısına sahip olur. Basit bir yaşam sürdüren diğer canlılar, bunu, biyolojik yapıları daha fazlasına el vermediği için zorunlu olarak yaşamakta-dırlar. Daha gelişmiş bir canlı olan insan ise bu gelişmişliğini çoğu zaman yöneteme-mekte, basit ihtiyaçlar için bile karmaşık bir zihin yapısına bürünerek birçok konudan, ana temadan ve özden uzaklaşmaktadır. Tüm bu karmaşık yapı içinde ise ömrünün sonuna doğru sorgulamalara başlar. Asıl, nöronlar ona şimdi lazımdır ama şimdi de sağlığı, birçok şeyi yapmasına izin ver-memektedir. Bu da onun için son derece ironik bir durumdur ama iş işten geçmiştir artık. O da deneyimlerini diğer insanlara aktarmak için çaba sarf eder ama nafile! Kulaklar onun sözlerine kapalıdır ve o, kendi gençliğini düşünür. Çünkü o da geç-mişte kulaklarını bu tür sözlere kapatmıştır. Amerikalılar yaşamak için çalıştıklarını, Japonlar ise çalışmak için yaşadıklarını söy-leseler de insan günlük yaşantısı içinde çoğunlukla rutin bir hayat sürer. Coğrafyalar bu rutinin şekillenmesinde önem taşır. Örneğin; Akdeniz ülkelerinde yaşayanlar daha rahat, kuzey ülkeleri ise daha disip-

Ömer ORHANFMV Özel Ayazağa Işık Lisesi Müdürü

İNSAN

Her sabah sizi ayağa kaldıran şey nedir?

Page 17: FYZY Dergisi 30. Sayı

17

linli bir yaklaşım içindedir. Ancak iklim ve coğrafya dışında, insan toplulukları kültür yapıları bakımından da farklılıklar gösterir. İster yerleşik olsun ister göçebe, herkesin sabah kalkmak için bir nedeni vardır. İşte bu neden, insan hayatı için son derece önemlidir. Saat çaldığı için zorunluluklarla kalkarak güne başlayan ve bunu sürekli yapan bir kişinin enerjisinin ne olacağını hepimiz bili-riz. Çoğu zaman ne yaptığının bile farkına varmadan günü tamamlar. Gün tamamlan-mış, akşam olmuş ve günün yorgunluğu tüm bedeni ve beyni sarmıştır. Ertesi gün ve diğer günler de aynı rutinle geçer ve bu sıra-danlık tüm yaşam boyu da devam edebilir. Bu mudur? Böyle mi olmalıdır? Hayır, hayatın anlamı bu olmamalıdır… Bunun için dünyaya gelmiş olunamaz! Olumlu bir enerji ile güne başlamak ve yaşama değer katmak gerekir. İnsan hayatının içinde ve / veya sonunda, ürettiğini ve hayata kazandırdıklarını sor-gular, yanıtlar arar. Tüm hayatını sadece para kazanmak, mal mülk edinmek için geçiren kişiler, yaşlanınca kazandıklarını da bu sefer kaybettikleri sağlıkları için harcar-lar. Herkes için böyle olmasa bile durum genel olarak bu çerçevede gelişir. Gerçi para kazanmak için sabah kalkmak da insan için bir motivasyondur ancak belirtmeye çalıştığım bu değildir. Yani insan, aklını ve becerilerini sonradan vazgeçeceği bir şey için neden harcasın? Bu hiç mantıklı değil. Antik Yunan filozofu Aristotales’e göre “Arzu öyle bir şeydir ki hiç doy-mak bilmez; birçok insanın hayatı, arzu-ları doyurma yollarını aramakla geçer.” Başka bir şeyler gerekiyor… Hayatı anlamlı kılmak, yaratıcı olmak, üretmek, geleceğe olumlu izler bırakmak ve karşılıksız paylaşa-bilmek. İşte, belki de en önemlisi, en büyük yürek isteyen kısmı da bu. Üreterek, bunu çıkar beklemeden başkalarına sunabilmek. Bu zihin yapısına sahip olan insan, sabah olmasını iple çeker. Gün onun için yeni umutlar ve yeniliklerle doludur. Öğrenme, düşünme, yaratma ve üretme isteği onu ayağa kaldırır. İçi içine sığmaz. Koşarak güne başlar, diğer insanların varlığı, söy-lemleri, hırsları onun için doğadaki diğer canlıların vızıltıları gibidir. Ne söylenirse söylensin o, sadece amacına odaklanmıştır. Bunu gerçekleştirmek için de tüm nöron-larını kullanır. Onun için başarı, üretmek ve paylaşmaktır. Gününü ve gecesini, bu ideal için geçirir ve beklediği karşılık ise sadece, paylaştıklarının bir değer olması

ve işe yaramasından başka bir şey değildir. Fransız yazar ve varoluşçu düşünür, Jean Paul Sartre, 1964 yılında kendisine verilmek istenen Nobel Ödülü’nü geri çevirmiştir. Sanırım birçok insana göre bu tavır, anlamlı değildir. Belki de son derece züppe ve ken-dini beğenmiş bir yaklaşım olarak değer-lendirilmiştir ve değerlendirilebilir. Ama bence daha ince düşünmek ve daha derin-lere inerek bakmak gerekir ve bakan kişi ile bakış açısına göre her şey değişecektir. Olabildiğince az çöp çıkartan, temiz enerji kullanan, çevresini kirletmeyen, tüm canlıla-rın yaşam haklarına saygı gösteren, okuyan, okuduğunu anlayan, üreten, açık fikirli, ahlâklı ve emeğe saygı gösteren bir insan-sa bakan kişi, o derine de inmeden her şeyi görecektir. Sadece tüketen, başkaları-nın emeğini hiçe sayan ve onlarla beslenen, sadece eleştiren, okumayan, okuduğundan da bir şey anlamayan aslında kısacası sade-ce fotosentez yapan biri ise durum elbette değişecektir. İşte o, ne kadar bakarsa bak-sın tavukkarası ve bir perde iner gözüne, göremez ve görmek de istemez. Bu zihin yapısındaki bir insan, 100 yıl sadece bu ide-aller için yaşasa ve ona 100 yıl daha yaşama şansı verilse ne değişir ve neyi değiştirir ki? Ziyan olan nöronlar!

Her canlı hayatta bir iz bırakır. Ne tür bir iz bırakacağınız ise size bağlıdır. Karar sizin!

Ne tür bir

kararsizin!

Page 18: FYZY Dergisi 30. Sayı

18

İstanbul denince akla ilk gelen sözcük “Boğaz” olur. İki yaşlı kıtayı birbirinden ayıran doğa harikası bu lacivert suyolu,

sahillerinde yer alan muhteşem sarayları, zarif yalıları, hisarları ve sırtlarında baharda açan erguvanlarla süslenen koruluklarıyla Roma, Bizans ve Osmanlı gibi cihan imparatorluklarının olduğu kadar, Türkiye

Cumhuriyeti’nin de belki en pitoresk bölgesidir.

Geçmişten bugüne Boğaziçi’ne baktığımızda birbirinden tamamen farklı yapılaşmaların doğal dokuyu renklendirdiğini görürüz. Boğazın her iki yakasındaki köylerde bir yanda varlıklı ailelerin, saray mensuplarının ve yabancı büyükelçiliklerin muhteşem yazlıkları koyları dantel gibi işlerken, bir yanda da göz ardı edemeyeceğimiz başka bir güzellik, kıyının doğal hâlini görmemizi sağlayan balıkçı köyleri yer alır. Bazılarına yüzyıllar boyu sadece deniz yolu ile ulaşılabilmiş, son 40-50 yıla kadar şehrin diğer bölgelerinde yaşayanların haberi dahi olmayan bu köyler; kararmış ahşap evleri, orada burada asılı balıkçı ağları, sahile çekilmiş renk renk sandalları ve balıkçı tekneleri ile Boğaz’ın neredeyse hiç değişmeden kalmış bir başka zenginliğidir aslında. Unutmamak gerekir ki güzelliğinin yanı sıra her bir köyün ayrı öyküsü vardır, her bir yapıda pek çok anı yaşamaktadır, yaşayanlar kadar önemlidir buralarda yaşananlar da… Boğazın mavi sularına kulak verirsek pek çok efsaneyi ve öyküyü anlatırlar bize, tıpkı Akıntıburnu’nun hızla akan sularının “Çifte Sarayları” fısıldadığı gibi…

Çifte Saraylar artık yok! Yıkılmış! Unutulmuş! Ama ben biliyorum ‘Feyziati’nin(*) ya da ‘Boğaziçi Lisesi’nin hazin mi hazin öyküsü bu

Mert SANDALCIAraştırmacı-Yazar

1974 Işık Lisesi Mezunu

BİR “BOĞAZİÇİ” ÖYKÜSÜ

KENT KÜLTÜR

Page 19: FYZY Dergisi 30. Sayı

19

sarayın içinde gizli… Bu yüzden anlatacağım bu öyküyü size, tıpkı dedemin bana anlattığı gibi…

Yıl 1921. İlk orta ve liseyi Selanik’teki Feyziye Mektebinde, üniversiteyi Mekteb-i Mülkiyede (Siyasal Bilgiler) bitiren dedem Kudret Azmi Sandalcı, önce Uzunköprü Kaymakamlığına atanıyor, daha sonra kendi isteği ile orduya katılıyor. Şam’da Cemal Paşa’nın karargâhında iken yakalandığı Malta humması sonucu terhis oluyor, tedavi için önce İzmir’e gidiyor, iyileştikten sonra da İstanbul’a dönüyor ve ülkesi için bir şeyler yapmak üzere kolları sıvıyor. İşte dedemin ağzından o günlerde İstanbul:

Uğursuz mütarekenin en ıstırap verici yıllarından olan 1921 senesinde zavallı İstanbul, buhranlar içinde idi. Bunların arasında günden güne artan bir de mektep buhranı vardı. Maaşlarını alamayan hocalar vazifeleri başına gidemeyecek hâlde idiler. Halk, mahallelerde, “Maarif Encümenleri” kurarak bu derde çare bulmağa çalışıyordu…

Dedem ve kardeşi Galip Azmi Bey, bir okul açmaya karar veriyor ve Divanyolu’nda Karababa Sokağı’ndaki Pertev Paşa Konağı’nda Feyziati Numune Mektebini kuruyorlar. Kurucular okula her yıl 6000 liralık bir yardım yapıyor, hâli vakti yerinde olan velilerden de bir miktar aylık alınıyor, böylelikle çoğunluğu

fakir ve kimsesiz 234 öğrenci ile eğitim başlıyor. İyi bir öğretmen kadrosuna sahip olan okul, ikinci yıl tüm masraflarını, tüccardan Macit Karakaş Bey’in üstlendiği Bakırköy İnas (Kız) İttihat Mektebi ile birleşiyor. Bakırköy’deki okulun başına müdür olarak getirilen şair, eğitimci, daha sonra da milletvekilliği yapacak olan İbrahim Alaeddin Gövsa, kısa bir süre

Page 20: FYZY Dergisi 30. Sayı

20

sonra görevden ayrılıyor. Okul için zor günler başlıyor. Yerine o sırada İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümünden yeni mezun olan Türkân Hanım (Baştuğ)1 getirilse de okulu düştüğü zor durumdan kurtarmak mümkün olmuyor, okul kapanıyor, öğrencileri Feyziati’ye naklediliyor, okul “Leyli ve Nehari (Yatılı ve Gündüzlü) Feyziati Mektepleri” adını alıyor, öğrenciler eğitim hayatlarına bu yeni okulda devam ediyorlar.

Kısa zamanda kaliteli öğretmen kadrosu veliler üzerinde son derece olumlu bir etki yaratıyor ve öğrenci sayısı hızla artıyor. Okul 1924’te Beyazıt Divanyolu’ndaki Şerif Paşa Konağı’na taşınıyor. Bina tamamen elden geçiriliyor, büyük bir yatırım yapılıyor. Ancak 5 yıl sonra, tarihler 5 Şubat 1930’u gösterdiğinde çıkan büyük bir yangında tüm emekler heba oluyor, her şey yanıp kül oluyor.

Okul, kısa bir süre Münir Paşa Konağı’na, Terakki Mektebinin yanına taşınıyor ancak burada fazla kalmıyor. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Esat Sagay’ın da inanılmaz desteği ile Boğaziçi’ndeki Çifte Saraylar’a taşınıyor. Buraya taşındığında Feyziati’nin adı değişiyor ve Boğaziçi Lisesi oluyor.

Kudret Azmi Sandalcı, o günlerde yerli bir “Robert Kolej” yaratabilmek için var gücüyle çalışıyor. Anadolu’nun muhtelif kentlerinde sınavlar yapılıyor, kazanan başarılı öğrenciler parasız yatılı olarak okutuluyor, Fransa ve Almanya’dan muazzam laboratuvarlar getirtiliyor. Her alanda isim yapmış en iyi öğretmenler ve bilim adamları kadroya alınıyor.2 İngilizcenin yanı sıra yardımcı lisan olarak Fransızca ve Almanca öğretiliyor. Okul; tenis kortları, futbol sahaları, milli takıma seçilen sporcuları ile spor alanlarında ses getiriyor. O yıllarda liseler arası futbol şampiyonasında genç yaşlarında Fenerbahçe forması giyen millî oyunculara sahip olan okul takımı; Cihat Armanlı, Sabri Kirazlı kadrosuyla finalde Galatasaray Lisesini yenerek şampiyon oluyor. Balkan turnuvalarında Türkiye’yi temsil ediyor. Boğaziçi’nde eğitimlerini tamamlayan öğrencilerin arasından sanatçılar, sporcular, bilim adamları, iş adamları yetişiyor.

Okulun yıl sonunda tüm öğrencilerinin katılımıyla gerçekleştirdiği 66 numaralı Boğaz vapuru ile yapılan ada gezileri dillere destan. Kudret Azmi Bey’in bir “Kolej” olma hayali giderek gerçek oluyor. 30 yılı aşkın bir

KENT KÜLTÜR

Page 21: FYZY Dergisi 30. Sayı

21

süre pırıl pırıl gençler yetişiyor bu okuldan. Ancak 1950 yılında iktidar değişikliği ile birlikte, birden her şey alt üst oluyor. Yerli bir kolejin milli eğitim için sakıncalı olduğu, Türk gençlerine yabancı diller öğretmenin onları milli duygularından uzaklaştırdığı, kızlı erkekli vapur gezilerinden rahatsızlık duyulduğu, tüm bu faaliyetleri kurucuların çok para kazanmak için yaptıkları, bu nedenle okul binalarının kiralarının 10 misli artırılacağı, ayrıca boğaz sahil yolu genişletileceğinden binaların tümüyle yıkılması gerektiği, dönemin Milli Eğitim Bakanı (Tevfik İleri) tarafından Ankara’ya çağrılan dedemin yüzüne söyleniyor. Bakanın ağzından bunları duyan dedem, “Yarın itibarıyla okulumuz kapanmıştır.” diyerek Ankara’dan ayrılıyor. Dedem ve büyük amcam okulun tüm laboratuvarlarını, yurt dışından getirttikleri tüm araç gereçleri ve öğretmen kadrosunu içinden yetiştikleri, Işık Lisesine devrediyorlar.

Boğaziçi’nde parlayan Çifte Saraylar’ın ışıkları 1952’de sönüyor. İlk olarak muhteşem saray, yol genişletilmesi bahanesiyle yıkılıyor. Gençlerin ve çocukların kat kat bahçelerden, havuz başından yankılanan sesleri duyulmaz oluyor, bu alan yıllar boyu kazılarak doğal setler kaldırılıyor ve son derece garip dik bir yamaç hâline getiriliyor, öylece terk ediliyor, tepelerdeki spor sahalarında ise deniz manzaralı villalar, apartmanlar yükseliyor…

Çifte Saraylar’ın öyküsünü bana dedem anlatmıştı. Ben o binaları, o okulu hiç görmedim ama onun hakkında bir ömür boyu belge topladım. Her biri ayrı bir tarihî gerçeğe tanıklık eden resimler, yazılar, fotoğraflar, anılar biriktirdim. Güneşli bir kış gününde Akıntıburnu’ndan denize bakarken Boğaziçi’ni dinledim, geçmişi düşündüm ve Çifte Saraylar’ın öyküsünü bilenler, görenler, yaşayanlar tümüyle kaybolmadan bir kez daha hatırlansın istedim.

(*) Ferit Devellioğlu’nun anıtsal eseri “Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügât”ta Feyz-i ati için şunları yazar: Feyz-i ati: Geleceğin feyzi, verimliliği, gürlüğü, (İstanbul’da Kuruçeşme ile Arnavutköy arasında “Boğaziçi Liseleri” adını taşıyan lisenin eski adı. DEVELLİOĞLU, Ferit: Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat; 18. Baskı, 2001, Aydın Kitabevi Yayınları-Ankara; s.264. Maalesef bu ifade yanlıştır. Okula adını verenler Feyziati’yi “geleceğin ilmi ve irfanı” manasına gelecek şekilde kullanmışlardır. Ayrıca lugâtta verilen adres de yalnıştır. Okul Arnavutköy ile Kuruçeşme arasında değil, Arnavutköy ile Bebek arasındadır.1 Türkân Örs Baştuğ: 1900’de Üsküdar’da doğdu. İstanbul Darülfünunun Felsefe Şubesi’nden mezun oldu. Fransızca biliyordu. Uzmanlık alanı felsefe, sosyoloji ve eğitimdi. Üsküdar Kız Sanat Mektebinde ve Feyziati Lisesi Kız Kısımında müdürlük yapan Türkân Hanım, iki dönem de Antalya milletvekili olarak görev yapmıştır.2 Bu öğretmenler arasında Hıfzı Tevfik Gönensay, Nusret Kürkçüoğlu, Semih Nafiz Tansu, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Nihal Atsız, Nihad Sami Banarlı, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Hüseyin Nail Kubalı, Muhittin Sadak’ı sayabiliriz.

Page 22: FYZY Dergisi 30. Sayı

22

T iyatro ve şiirin müzikle birleştiği; danslar, oyunlar, gösterişli dekorlar ve kostümlerin güç verdiği; coşkulu

ve lirik bir anlatımla izleyicisini kimi zaman hüzünlendiren kimi zaman güldüren masalsı bir sahne sanatıdır opera. Sözlerinin tamamı veya birçoğu müzikle söylenen, konusunu mitolojiden ya da gerçek hayattan alan, için-de görsel sanatların tümünü barındırabilen bir sanat… Sahnedeki şölen; ruha işleyen müziği, hikâyesi ve olağanüstü görselliğiyle izleyicisine yepyeni bir hayal dünyası yaratır.

“Opera” sözcüğü, Latince “yapıt” anlamı-na gelen “opus” sözcüğünün çoğuludur ve sanat yapıtlarının bir araya gelişini ifade eder. 16. yüzyıldan bu yana, akımlara, ülke-lere, bestecilere göre değişimler geçiren ve büyük bir heyecanla izlenen opera sanatı; Avrupa kültürünün gösterişli bir parçası olması sebebiyle Osmanlı padişahlarının da ilgisini çekmiştir. Operanın sarayda tam ola-rak tanınması, kendisi de Türk sanat müziği bestecisi olan ve Batı müziğine ilgi duyan Sultan III. Selim döneminde gerçekleşmiştir. Sonrasında, II. Mahmut döneminde, Besteci Giuseppe Donizetti İstanbul’a davet edilmiş, onun eğittiği müzisyenler burada konserler vermiş, Avrupa ülkelerinde ilk temsili ger-çekleştirilen opera yapıtları, artık İstanbul’da da sahnelenmeye başlanmıştır.

Operanın saray değil, halk tarafından tanın-ması ise Cumhuriyet’in ilanından sonra mümkün olabilmiştir. Ülkelerin gelişmesin-de kültür ve sanatın ne denli önemli olduğu yadsınamaz. Bu anlamda Cumhuriyetimizin kuruluşu ile kültür ve sanatı geliştirmek adına yeni bir sürece girilmiş; devletin kısıtlı bütçesine rağmen yarışmalarla seçilen yete-nekli gençler, müzik eğitimi almak üzere Avrupa’nın başlıca sanat okullarına gönde-rilmiştir. Tiyatro, opera, bale ile çok sesli müzik alanında eğitim verilmesi ve devletten

destek alan yeni kurumlar oluşturulması için yasalar çıkarılmıştır. Orkestralar ve konser-vatuvarlar açılmış, eğitimleri için gönde-rildikleri ülkelerden dönüp ilk yapıtlarını yazan Ahmet Adnan Saygun ve Cemal Reşit Rey gibi Türk bestecilerinin eserleri sahne-lerde yerini almıştır.

Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki bu özverili destek ve çalışmalarla opera sanatı adını duyurmaya başladıysa da bizde bu kültürün yerleşmesi ne yazık ki çok da kolay olmamış-tır. Söz gelimi Avrupa’daki opera binaları, şehirlerinin en görkemli tarihî binaları olma-sına rağmen 1930’larda Türkiye’de opera gibi büyük etkinlikler için henüz kamu-ya ait uygun bina bulunmamaktaydı. II. Dünya Savaşı sonrasında, 1946’da Taksim’de temeli atılan opera binası, Mimar Hayati Tabanlıoğlu’nun projesiyle çok yönlü bir kültür merkezine dönüştürülmüştür. 1970 yılında çıkan bir yangın nedeniyle büyük ölçüde tahrip olan bina onarılmış ve 1978’de “Atatürk Kültür Merkezi” (AKM) adıyla yeni-den açılmıştır. AKM, Alman Mimar Willi Ehle’nin tasarladığı sahne düzeneği sayesin-de, farklı kullanımlara imkân veren ve çeşit-li asansörlerden oluşan gelişmiş mekanik kapasiteli, derin ve geniş sahneli 1300 kişilik büyük bir salona sahiptir. Bunun yanında, konser salonu, oda tiyatrosu ve sergi salonla-rının da yer aldığı AKM; Cumhurbaşkanlığı Devlet Klasik Türk Müziği Korosu, İstanbul Devlet Opera ve Balesi, İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası ve Devlet Tiyatrosu gibi sanat kurumlarının çalışmalarına uzun yıllar ev sahipliği yapmıştır. AKM, birçok devlet sanatının çalışma ve sahnelenme sürecinde bütünleştirici bir rol üstlenmiştir. Ne var ki 2005 yılında ömrünü tamamladığı gerekçe-siyle AKM hakkında yıkım kararı alınmıştır. Gelen tepkiler nedeniyle bu karardan vaz-geçilse de 9 yılın sonunda bina hâlâ onarı-lamamıştır.

Çiğdem KUTLUĞFMV Özel Ayazağa Işık Lisesi

Müzik Öğretmeni

“YALNIZ” BİR OPERA

SANAT

Page 23: FYZY Dergisi 30. Sayı

23

İstanbul Devlet Opera ve Balesi sanatçıların-dan Ecesu Sertesen, en büyük eksikliklerinin İstanbul gibi bir metropolde kapsamlı büyük bir opera sahnesinin yer almaması oldu-ğunu vurgulayarak bu eksiklik yüzünden İstanbul’da büyük prodüksiyonların gerçek-leşemediğini dile getirmiştir. 2008 yılından bugüne, uygun sahne bulunmaması nede-niyle İDOB bünyesinde sadece iki klasik bale eseri sahnelenebilmiştir.

Atatürk Kültür Merkezinin kapanmasından sonra, prova ve konserler için farklı binalara nakledilen kültür kurumlarından biri olan İstanbul Devlet Opera ve Balesi; tüm estetik güzelliğine rağmen yeterli büyüklükte sah-nesi ve orkestra çukuru olmayan Süreyya Operasında, küçük kadrolu opera ve baleler-le çalışmalarına devam etmektedir.

Bu çalışmalardan biri de biletleri aylar önce-sinden tükenen Benjamin Britten’ın “The Turn of the Screw” (Kötülüğün Döngüsü) adlı operasıdır. 2013 yılında Macaristan’da düzenlenen Armel Opera Yarışması ve Festivali’ne davet edilen İstanbul Devlet Opera ve Balesi; solistleri ve sadece 13 kişi-lik orkestrasıyla bu korku operasını başa-rıyla sahnelemiştir. Hem prodüksiyon hem de seçilmiş rollerin yarıştığı Armel Opera Festivali, dünyaca ünlü klasik müzik kanalı Arte TV’den de canlı olarak yayımlanmıştır. Pek çok ülkenin operasının katıldığı bu yarışmadan İstanbul Devlet Opera ve Balesi, 5 ödülün 4’ünü kazanarak ayrılmıştır. “En İyi Yapım- Szeged Üniversitesi Jüri Ödülü”, “En İyi Yapım- ARTE Halk Jürisi Ödülü”, “En İyi Erkek Solist Ödülü” ile birlikte; “İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası Çocuk Korosu”nda eğitim alan İlyas Seçkin, sadece 11 yaşında olmasına rağmen, rol yeteneği ve çok zor soloları olan modern bir eseri başarılı bir şekilde seslendirmesiyle “Szeged Üniversitesi Jüri Bireysel Ödülü”nü almaya hak kazanmıştır. İstanbul Devlet Opera ve Balesi sanatçıla-rı birçok olumsuzluğa ve yokluğa rağmen kazandıkları bu başarılarla bir yandan yurt içi ve yurt dışı turnelerine devam ederken bir yandan da ülkemizde sanata ilgiyi artırmak adına farklı çalışmaların içinde yer almakta-dır. İDOB orkestrasının başarılı müzisyen-lerinden oluşan “İstanbul Wind Ensemble” oda müziği topluluğunun enstrümanlar, bes-teciler ve eserler hakkında açıklamalı kon-serler verdiğini belirten Fagot Sanatçısı Mert Kutluğ; içinde yer aldıkları yeni projede ken-dilerine dünyaca ünlü Piyanist Fazıl Say’ın da destek verdiğini belirtmiştir. Bunun gibi

farklı çalışmalarla İDOB’u ve Türk sanatını birçok yönden zenginleştiren kurum sanat-çıları, ülkemizde opera ve bale kültürünün yerleşmesi adına umut vadetmektedir.

Avrupa’nın birçok ülkesinde köklü bir kültür olan opera ve bale sanatı, hem devlet hem de özel kurumlar tarafından koşulsuz olarak desteklenmektedir. Türkiye ise İngiltere’nin sanat politikasını örnek alarak düzenlediği, devlet ve sanat kurumlarının kamu kurum-larından ayrılması ve özel kuruluşların deste-ğiyle idame edilmesi esasına dayanan TÜSAK yasa tasarısını bugün hâlâ tartışmaktadır. Özellikle son yıllarda kültür ve sanat ala-nında gururlandığımız birçok başarıya imza atılmasına rağmen sanat kurumlarının devlet tarafından desteklenmesi gerekliliği kesin-likle sona ermemiştir. Özellikle opera, bale, dans gibi sanatların özel kuruluşlar tarafın-dan sürekli desteklenmesi mümkün değildir. Ünlü Besteci Muammer Sun, TÜSAK yasa tasarısının sanat kurumlarını ve sanatçıları dağıtarak yetenekli gençlerin bu alanda eği-tilmesini engellediğini vurguluyor ve ekliyor: “Tiyatro, orkestra, opera, bale kurumları-mız yoksa, ulusumuzun yetenekli çocukla-rı, gençleri ne yapsın? Nasıl geliştirsinler yeteneklerini?”

Toplumların kültü-rel zenginliklerini bes-leyen, bireylerin hayal dünyalarını ve yaratı-cılıklarını en farklı ve renkli yönleriyle sergile-melerini sağlayan opera sanatı, Osmanlı’dan günümüze varlığını sürdü-rerek ülkenin her kesimine hitap edebilme çabasında-dır. Bu çaba, elbette bugüne kadar birçok önemli başa-rıyla taçlanmıştır. Ancak bunun devam edebilmesi için sadece sanatseverlerin değil, toplumun büyük bir kesiminin operanın ülke-mizdeki geleceğini des-tekleyen bilinçte olması ve buna yönelik somut adımlar atması beklenmektedir.

Kaynaklar:Müzik Tarihi-Ahmet Sayhttp://www.dobgm.gov.trhttp://www.kahramankaptan.com/timeline-3/87-muammer-sun-tuesak-darbe-tasar-shttp://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/44339/Opera.html

Page 24: FYZY Dergisi 30. Sayı

24

H angimiz çocukken uçsuz bucaksız gökyüzünde pamuk yığınlarına ben-zeyen bulutlara el uzatmadık? O

bulutların peşinde hangi hayal ülkesini ziya-ret etmedik? Ya güneş… Bütün gün bizi ısıt-tıktan sonra, gece nereye gittiğini anlamaz-dık; şen ve nur yüzlü arkadaşımızdı ay ve ne zaman başımızı kaldırsak ayın yanında mağ-rur ve sessiz parıldardı yıldızlar. Karanlıktan, geceden korkar; ayın ve yıldızların ışıltısı altında cinli, perili masallara inanır; bir an önce sabah olsun da uçurtmalarımız gök-yüzünde süzülsün isterdik. Sonra bize ne olduysa oldu ve bıraktık Ay’ı, yıldızları, bulutları gözlemeyi; bıraktık masallara inan-mayı. Gökyüzüne uzanan dev şantiyelerin arasına sıkışıp kaldık. Artık kafamızı kaldırıp yıldızlara bakmıyoruz geceleri, yapay ışıklar-la donattığımız yapay dünyamızda masallar olmadan, hayal kurmadan, gökyüzünden uzakta yaşıyoruz.

Oysa gökyüzü ışığın evi... İnsanoğlu var oldu-ğu günden beri gökyüzünü ve ışığın rotasını izleyerek geliştirdi kendisini. Önceleri karan-lığa veya mum ışığına mahkûm yaşanırken, 19. yüzyılda ampulün bulunmasıyla geceler gündüze dönüştü. Küçücük evlerden şehir-lere tüm yaşam alanları ışıklandı; yapay ışık yaşam biçimlerini, çalışma şartlarını, gün-lük akışı değiştirdi; elektrik ışığı, sanayide, fende, haberleşmede tüm gelişmelerin önem-li unsuru hâline geldi.

Artık günlük hayatımızın olmazsa olmazı ışık, disiplinler arası bir bilim olarak kabul edilmekte. Bu bağlamda Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu, 2015 yılını Uluslararası

Işık ve Işık Temelli Teknolojiler Yılı olarak ilan etmiştir.BM bu ilanla; enerji, eğitim, tarım ve sağlık alanlarında ışık bazlı teknolojilerin önemi-ni vurgulamayı, küresel bilinçlenmeyi des-teklemeyi, sürdürülebilir kalkınmayı teşvik etmeyi amaçlamıştır. 2015 Işık Yılı, hem modern dünyada ışığın öneminin anlaşılma-sını teşvik edecek hem de geçmişte yer alan bir dizi önemli keşfin yıl dönümüne sahiplik edecektir.

Peki, ışık neden bu kadar önemlidir?

Öncelikle güneş ışığından elde edilen enerji, çevre kirliliğini en aza indirgeyen ve iklim değişikliğine sebep olmayan kaynaklardan biridir. Yaşam kaynağı olarak Güneş’ten gelen ışık enerjisi, günümüzde ısı ve elektriğe dönüştürülüyor ve birçok devlet, solar enerji teknolojisini pratik, çevreye duyarlı ve sürdürülebilir olduğu için destekliyor.

Fotonik enerji; sürdürülebilir kalkınma, iklim değişikliği, sera etkisi, sağlık, iletişim ve tarım gibi çok değişik alanlarda ekonomik çözümler sunmaktadır. Yenilikçi aydınlatma çözümleri, ışık kirliliğini ve enerji tüketi-mini azaltırken, karanlık bir gökyüzünde evrenin güzelliğinin farkına varılmasını da sağlamaktadır. Işık Yılı, küresel olarak bu alanda farkındalığı artırmak için mükemmel bir fırsattır.

Işığın biyoloji bilimiyle de yakından ilgili olduğu bilinen bir gerçektir. Çünkü yaşa-mın yegâne enerji kaynağı güneşin yanında, kendi ışığını oluşturan canlılar mevcuttur.

Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu, 2015 yılını Uluslararası Işık ve Işık Temelli Teknolojiler Yılı ilan etti.

Gültuğ ŞAHİNOĞLUFMV Özel Ayazağa Işık Lisesi

Biyoloji Öğretmeni

Sennur KARANLIKFMV Özel Ayazağa Işık Ortaokulu

Türkçe Öğretmeni

IŞIKSIZ KALMAYALIM diye…

BİLİM

Page 25: FYZY Dergisi 30. Sayı

25

*Ateş rengi algler (dinoflagellatlar) olarak bilinen canlılar, genellikle rahatsız edildik-lerinde ışık yayarlar. Halk arasında yaka-moz, genellikle ayın su yüzeyinde oluştur-duğu parıltılara verilen isim veya balıkların sudaki kımıldanmalarıyla oluşan parıltılar-dır. Bu, yaygın bir yanlıştır. Günümüzden üç asır önce Franklin, yakamozun gerçek sebebini keşfetmiştir. Yakamoz, biyolojik ışık üretme özelliğine sahip alglere verilen isim olmasının yanında onların meydana getirdiği parıltıyı da ifade eder. Latince “bios”(yaşam) ve “lumen”(ışık) kelimelerin-den oluşturulan biyolüminesans kelimesi, canlılar tarafından meydana getirilen biyo-lojik ışıldamayı ifade eder. Bu tür ışığın yani biyolüminesansın temel özelliği, çıplak gözle görülebilir olmasıdır. Lüminesan can-lılar genel olarak 440-480 nanometre dalga boyu arası ışık yayar ve bu da insan gözüy-le görebildiğimiz mavi-yeşil ışık aralığına denk gelir. Lüminesan canlıların çoğu avla-rını çekmek, karşı cinsi cezbetmek, sürü içi iletişim sağlamak amacıyla ışığı kullanırlar. Bazı balıklar, lüminesan tepkime ürünle-rini vücut dışına açılan salgı bezlerinden suya püskürterek, avcıların kendi yerlerini bulmasını zorlaştırırlar ve böylece hayatta kalırlar.

Ya ateş böcekleri? Ateş böcekleri belirli aralıklarla ve uyarıldıkları zaman ışıldarlar; bu uyarmalar dokunmayla, ışıkla, kimya-sal veya elektriksel olabilir. Yaygın bilinen lüminesan canlı ateş böcekleri, bu özelliği tür içi iletişimde kullanır. Belirli aralık, uzunluk ve miktarlardaki bu parlamaları kendi aralarında özel iletişim kodları gibi kullanırlar.

Canlıların ışık yayması bir dizi tepkime sonucudur. Lusiferin bir tür fotoproteindir. Lusiferaz enzimi varlığında bu özel protein ATP harcanarak oksijenle birleşir ve bizim gözlemlediğimiz ışığı yayar. Tepkime sonunda inaktif oksilusiferin mad-desi oluşur. Oksilusiferin, kim-yasal işlemlerden geçirilerek aktif lusiferine dönüştürülür ve tekrar tekrar kullanılır. Bu özel protein günü-müzde çeşitli araştırma-larda da kullanılmakta-dır. Genetik biliminde-ki gelişmeler sayesinde bugün ultraviyole ışık altında parlayan tavşanlar bile üretilmektedir.

Balıklar zaman zaman da lüminesan bakteriler tarafın-dan enfekte olabilmektedirler. Balık, yaralanarak enfekte oldu-ğunda bu durum yaradan sızan mavi ışık şeklinde görülebildiği gibi balığın yediği bir besinden aldığı bakteriler balığın içinden yayılan sönük bir ışık şeklinde de görülebilir. Bu bakteri-balık birlikteliği bir tür mutualist yaşam örneğidir. Bakteriler balıktan kendileri için gerekli besini alır ve bunu ışık şeklinde geri verir. Bu bakteriler balığa zarar vermez.

*Işık, biyolojik teknoloji alanında nasıl kul-lanılır? Tek bir hücreden insan gözünün görebileceği şiddette ışık veya lazer ışığı üretilebilir mi? Harvard Tıp Okulundaki bilim adamları tek bir böbrek hücresi ve denizanasından elde edilen özel bir pro-teinle bunu başardı. Peki, lazer nedir?

Page 26: FYZY Dergisi 30. Sayı

26

Açılımı, “Light Amplification by Stimulated Emission of Radiation”dır. Yani, “uyarılmış radyasyon yayılımı ile ışığın güçlenmesi”. Lazer oluşturmak için iki şeye ihtiyaç var-dır: Dış kaynaklı ışığı kuvvetle yayan bir materyal ve bu ışığı yoğunlaştıracak bir ayna düzeneği. Günümüze kadar ışığı kuv-vetlendiren materyal olarak yarı iletkenler, gazlar, kristaller kullanılmış ama son çalış-ma, bunların yerine denizanasında bulunan yeşil floresans proteinin (GFP) kullanılması olmuştur. GFP’i popüler yapan ışık yayma-sı, emdiği ışığı geri yansıtması. Bu proteinle hücreleri etiketleyip görsel takiple hücresel hastalıklar üzerinde çalışmak, biyolojide çığır açmak mümkün.

Peki, ya gelecekte neler olacak? Bilim adam-ları şu sıralar oluşturulan biyolazerin ayna ihtiyacını kaldırıp, ayna görevi olacak yapı-ları hücreye yerleştirip hücrenin bağımsız lazer üretmesini amaçlıyorlar. İleride yapılan çalışmalarla biyolazer kelimesini birçok alan-da duymaya başlayacağız.

Dünya baş döndürücü hızla ilerlerken Işık Yılı’nın dikkati çekmeye çalıştığı en önemli konulardan biri de yapay ışığın artması ve bunun sonucunda atmosferde oluşan kirli-lik. Işık kirliliği, ışığın yanlış olarak canlı-ları rahatsız edecek şekilde kullanılmasıdır. Yapay ışıkların sebep olduğu kirlilik, önce-likle gökyüzünden yıldızları çalıyor. Işık kir-liliği ile sadece gecenin asaletine değil, doğa-nın düzenine de zarar veriyoruz. Bir çevre şirketinin hazırladığı rapora göre, binlerce deniz kuşu, denizlerdeki petrol rafinerileri-

nin ışığına yönelerek düşüp ölünceye kadar dönmeye başlıyor. Geceleri göç eden kuşlar, yüksek binaların ışığına aldanıp bu binalara çarparak ölüyor. Plajlarda yumurtalarından çıktıktan sonra deniz kaplumbağaları, turis-tik otellerin ışıklarını yakamoz zannettikleri için, deniz yerine karaya yürüyor ve denize ulaşamadığı için ölüyor. Bu tarz örnekleri çoğaltmak mümkün…

İnsanlar da bu kirlilikten nasibini alıyor ne yazık ki! Araştırmalara göre, uygun olmayan aydınlatma, insanları huzursuz etmekte ve uykusuzluğa neden olmaktadır. Aydınlık ortamda uyumanın insanlarda miyopluğa neden olduğuna dair incelemeler de yapıl-maktadır. Aşırı ışık nedeniyle beyin, melato-nin maddesini salgılamadığı için, oluşmayan östrojen hormonu özellikle kadınlarda göğüs kanserine sebep olmaktadır.

O yüzden canlılar yok olmasın, yıldızlar tümden yitip gitmesin, dünya ışıksız kal-masın diye gökyüzüne bakma ve yıldızları görme zamanı şimdi…

Dünya, Işık Yılı’na girdi. Hadi, sen de sön-dür ampulleri, kapat LED’leri… Şehrin tüm şalterini indirip kap battaniyeni; balkona, bahçeye, parklara, gökyüzünü görebileceğin bir yere at kendini, Samanyolu’ndan kendine bir yıldız seç önce, Büyük ve Küçük Ayı’yı, Kutup Yıldızı’nı ara sonra; yıldızların altında ışığı yakala!

Dünyanın tüm canlılar için “ışık”tan bir yıla dönüşmesi dileğiyle…

*www. isikkirliligi.org, The Book of Popular Science, Cilt 2, The Grolier *http://www.sciencedaily.com/releases/2003/04/030415083721.htm, Naturenews

BİLİM

Page 27: FYZY Dergisi 30. Sayı

27

ABD / Seattle

Page 28: FYZY Dergisi 30. Sayı

28

KOLEKSİYON

İ nsan, en küçük canlı birim olan hücre-lerden oluşur; toplum ise bireylerden…• Hücre, ait olduğu dokuyla ilgili özellik-

leri taşır: kırmızı kan hücresi, beyaz kan hüc-resi, sinir hücresi, kas hücresi, deri hücresi, üreme hücresi gibi… Birey ise ait olduğu toplumla ilgili özellikleri taşır.• Hücreler, ait oldukları dokudaki işlevleriyle ilgili farklılaşmalara uğramıştır. Örneğin kas hücreleri; düz kas hücresi, çizgili kas hücre-si, kalp kası hücresi gibi işlevleriyle uyumlu, yapısal farklılıklara sahiptir. Bireyler de ait oldukları toplumlarda, iş bölümü gereği farklı mesleki nitelikler edinmişlerdir. Aynı meslek grubu içinde de işlev açısından ihti-saslaşmalar olabilir.• İnsan neslinin devamından sağlıklı cinsi-yet hücreleri ve bunlarla gerçekleşen üreme işlevi sorumludur. Toplumların devamın-dan ise özgür düşünebilen bireyler ile özgür düşünen, düşüncelerini özgürce söyleyen ve söylediklerini dürüstçe eyleme döken liderler…• Her insanın kendine has biyolojik özel-liklerinin nesiller arası aktarımını ve süre-ğenliğini, üzerinde o canlıya ait özel genetik kod molekülleri taşıyan kromozomlar sağlar; toplumların kendine has kültürel özellikleri-nin aktarımını ise düşünsel akımlar ve bun-ları üreten bireyler sağlamaktadır.• İnsanın sahip olduğu DNA zincirinde bazen yapısal değişimler ortaya çıkabilir, buna MUTASYON denir. Hücre bölünerek çoğalırken DNA’sının bir kopyasını çıkar-mak zorundadır. Kopyanın bire bir olama-dığı durumlarda, DNA diziliminde meydana gelen farklılık bir mutasyondur. Bu mutas-yon, doğal nedenlerle ya da dış etkenlerle (kimyasallar, radyasyon, ultraviyole ışınları, sigara, beslenmede aşırı hazır gıda kullanımı vb.) olabilir. Bu durumda hücre, DNA’yı onarmaya çalışır ancak bunu her zaman mükemmel biçimde gerçekleştiremez ve işlem orijinalinden farklı bir DNA ile tamam-lanır; mutasyon oluşur.

Mutasyon aslında genetik çeşitlilik sonu-cunun ana kaynağıdır. Bir başka sonuç ise hücre bölünmesindeki kontrol mekanizma-sının ortadan kaldırılmasıdır. Kontrolsüz bölünmeyle ortaya çıkan en olumsuz tablo kanserdir.

Mutasyon, somatik dediğimiz bedensel hüc-relerde gerçekleşmişse ortaya çıktığı organiz-ma üzerindeki etkileri, sadece o organizma-yı ilgilendirir; gelecek nesle aktarılmazlar. Kontrolsüz hücre üremesi dediğimiz kanser, buna örnektir. Ancak somatik mutasyonlar, bir organizmanın yaşlanma sürecinde de rol oynadıkları için tıpta önem taşırlar.Mutasyon, germ hücreleri dediğimiz dişi (oosit) ve erkek (sperm) üreme hücre-lerinde gerçekleşmişse nesilden nesile aktarılır.

Toplumda sosyal koşulların etkisiyle bazı değişimler olur.

HEPSİNDE AMAÇ O ANIN KOŞULLARINA UYUM VE YAŞAMIN DEVAMINI SAĞLAMAKTIR.

• İnsanın canlılığı için hücre içi enerji üretiminden MİTOKONDRİ sorumludur. Toplumun refah ve mutluluğundan ise üretken ekonomi ve BİLİMSEL EĞİTİM…• İnsanda mitokondrinin enerji üre-timi, elektron koparmaya dayanan oksida-tif bir işlemdir. İşlem gerçekleştikçe bazen ölümcül etkileri olan serbest radikaller açığa çıkar. Toplumda ise ekonomik krizler, bilim dışı ve hukuk dışı uygulamalar, terör eylem-leri vb.• İnsan hücresini serbest radikallerden korumak için, nükleer santrallerin dışındaki kurşun-beton tabaka gibi, mitokondrilerin dışında da bir koruyucu zar vardır. Hukuk, emniyet, sosyal güvence vb. de toplumlar için âdeta koruyucu bir zar gibidir.

Dr. Rabia DEMİRCANFMV Işık Okulları

Ayazağa KampüsüOkul Doktoru

İNSAN - TOPLUM, KADINSAĞLIK

Page 29: FYZY Dergisi 30. Sayı

29

• İnsanın sağlıklı yaşaması için serbest radi-kallerin etkisini en aza indirgeyecek anti-oksidan besinler, vitaminler, mineraller vb. önerilir. Toplumun mutluluğu içinse bilim-sel çalışmaların kurumsallaşması, düşünce

özgürlüğü, hukukun üstünlüğü, sosyal devlet güvencesi gibi uygu-

lama ve hakların sağlanması vaz-geçilmezdir.

• Ne kadar ilginçtir ki insan-da canlılığın sürmesi için gerekli olan mitokondri-

yi, doğa yarı otonom ünite hâline getirmiş. Hücre içi ve hücre

dışı süreçlerden etkilenmesini en alt seviyede tutabilmek için bu organele özerklik armağan etmiş. Özerk mitokondride enerji üre-timiyle yükümlü ve bunun kont-rolünü sağlayan tam 37 adet gen

var. Mitokondri kendi DNA’sına sahip olmasına rağmen ana hücre-

den tamamen bağımsız bölünemez. Canlı türüne özgü kromozom sayı-

sı değişse de (insanda 23 çift, atta 24 çift gibi…) mitokondrideki 37 gen sayısı değişmez! Çok hücreli canlıların hepsinde bu sayı yaklaşık 550 milyon yıldan beri aynıdır. Sebebi tam olarak bilinmese de bu genetik bağımsızlık, büyük olasılıkla otokontrol amaçlıdır. Çünkü mitokondri-al genetik yapının pek çok pasif kopyası, başta kromozomların mekânı olan hücre çekirdeği olmak üzere, hücre içinde çok sayıda bulunur. Çok küçük bir mutasyon bile olsa pasif kopyalar hemen aktif üretime katılır; mutasyonlu gen elenir. Süreğenlik ve korunma muhteşemdir.• İnsan ürerken dişi ve erkek kromo-zomların yeni kombinasyonundan yep-yeni bir başka insan daha doğmaktadır. Toplumlarda da düşünme ve düşünceyi ifade özgürlüğü, yaşam biçimi hâline gelin-ce yepyeni düşünce akımları ve bilimsel gelişmeler doğmaktadır.

• İnsanda döllenmede rol alan erkek hüc-resinin spermin dişi hücresi oosite girme-sini spermin kuyruk hareketleri sağlar. Bir sperm oositin yani yumurtanın içine girdik-ten sonra, oosit zarının özelliğini değiştire-rek başka spermlerin içeriye girmesine izin vermez. Kuyruğun hareketleri ise spermin boyun kısmında yerleşmiş mitokondrilerin enerji üretimi sayesinde gerçekleşir. Süreci başlatan, spermdeki mitokondrilerin ener-ji üretimidir. Oosite giren spermin mito-kondrial genleri olayı başlatmasına başlatır da spermin boyun ve kuyruk kısmı işlem gerçekleştikten sonra hemen dışarı atılır. Dişi ve erkek kromozomların yeni bileşkesi oluşur. Değişim ve gelişim aşamaları devam eder: ZİGOT, EMBRİYO, FETUS ve yeni BİREY. Yeni canlıda sadece anneden gelen dişi mitokondriler kalır. Nesilden nesile mitokondrial genler hep dişi kökenli aktarı-lır ve mitokondriler, yarı otonom özellikleri sayesinde, her hücre bölünmesinde ayrıca bölünerek canlıdaki tüm hücrelere yayılır-lar. Yazının başlığında yer alan “İNSAN-TOPLUM” sözcüklerine “KADIN” sözcüğü-nün eşlik etmesinin nedeni de işte budur. Bu genetik yapının milyonlarca yıldan beri muhteşem bir korunmada ve DEĞİŞMEZ olduğunu da tekrar vurgulayalım. Bunun nedeni konusunda araştırmalar devam etse de bilimsel açıklaması henüz tam yapılama-mıştır. Tarihsel süreçte ve günümüzde bazı toplumlarda, bireyin “soyunun adı olarak anne adını taşıması”nda bu bilimsel gerçeğin etkisi var mıdır, bilmiyorum. Ama doğanın dişi insana armağan ettiği bu genetik özgür-lük ve yükümlülüğün, toplumsal yaşama yansıdığında sadece yükümlülük olarak kal-mamasını ve özgürlüğün de ona eşlik etme-sini diliyorum.

İnsanların barış ve mutlulukla yaşayacağı, herkese eşit değer verilen toplumların sürek-liliğine inanıyorum.

Page 30: FYZY Dergisi 30. Sayı

30

A skerî doktor olan dayım, ortaokul yıllarımda yabancı dile olan ilgimi görmüş olacak ki kitap koleksiyo-

nundan özenle seçtiği bir İngilizce kitabı bana armağan etmişti. The Land of White Lilies “Akzambaklar Ülkesi Finlandiya’da”. Dayımın hatırası olan bu kitapla birlikte benim Finlandiya’ya karşı ilgim de başlamış oldu.

Grigory Petrov, “Akzambaklar Ülkesi Finlandiya’da” adlı kitabında; Finlerin vatan-severliğini, ülkelerini kahramanca savunma-larını ve dürüstlüğü hayatlarına ilke edin-miş bu sessiz ama yüreği sıcak insanların hikâyesini anlatır. Fin ulusunun hayatında ve tarihinde çok önemli yer tutmuş iki ilginç özelliği bulunmaktadır. Bunların birincisi, Finlerin 1917 Rus devrimine kadar tarihleri boyunca bağımsız bir ulus ve devlet haya-tı yaşamamış olmalarıdır. İkincisi, Finlerin tarih boyunca, başlı başına büyük güç sayıla-cak ve kendilerine önderlik yapacak değerde büyük liderler yetiştirmemiş olmalarıdır. Finlerin, görünen ve bilinen yüksek kültür-leri, tek tek büyük kişilerin eseri değil, Fin halkının bir bütün olarak birlikte yarattığı ortak bir eser olmuştur. Fin aydınların en önemli temsilcilerinden biri olan Snellman, bir halk öğretmeni, Finlerin ulusal kültürle-rinin yaratıcısı olarak ün yapmıştır.

Grigory Petrov kitabında, Snellman’ı, göller ve bataklıklar ülkesi Finlandiya’yı “Akzambaklar Ülkesi”ne dönüştüren ve yepyeni bir Finlandiya yaratan lider ola-

rak tanımlamaktadır. Snellman’ın istekleri doğrultusunda genç Fin öğretmenler, din adamları, avukat ve memurlar harekete geç-mişler; halk yığınlarının eğitimi, okurya-zarlığı, aydınlatılması ve uyarılması için bir seferberlik başlatılması gereğini yaymaya başlamışlardır. Yöneticiler iyi veya kötü, kahraman veya korkak ya da hain olabilir-ler. Fakat her biri kendi ulusunun eseridir. Onlar ulusal ruhun birer kopyasıdır, halk yığınlarının yarattığı kişilerdir ve kendi ulus-larına benzerler. Bu yakınlık, “Her ulus layık olduğu devlet şekliyle ve hak ettiği yöne-timle yönetilir.” sözüyle pekiştirilmiştir. 700 yıllık İsveç idaresinin ve bir asırlık Rus ege-menliğinin ardından, 1917 yılında bağım-sızlığını ilan eden Finlandiya, Atatürk’ü de o kadar etkilemiştir ki Atatürk, Cumhuriyet’in kuruluşu ile tüm askerî okullarda bu kita-bı müfredatta okunması zorunlu kitaplar listesine ekletmiştir. 1923 yılında kurulan Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş öyküsünde, Atatürk’ün Finlerin bağımsızlık mücadelesi ve yeniden bir ülke yaratma çabalarından etkilendiğini düşünmekteyim. Bu kitabı okuduktan yaklaşık 35 yıl sonra Finlandiya’ya yaptığım geziye dair izlenim-lerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

Finlandiya, jeopolitik konumu itibarıy-la (batıda İskandinav yarımadası, doğu-da Rusya) bir tampon bölge konumunda. Bugün Finlerin kafasını en çok yoran, böl-gedeki politik gelişmeler, özellikle de Rusya-Ukrayna sorunu. Kamuoyunda iki görüş hâkim: Nato’ya katılmak ya da katılmamak.

Sevgi ŞİRANLIFMV Özel Işık Lisesi

Yabancı Diller Bölüm Başkanı

AKZAMBAKLAR ÜLKESİ FİNLANDİYA

Sessizliğin sesi, huzur, temiz hava, çam ağaçları ve dağ yemişleri diyarı…

GEZİ

Page 31: FYZY Dergisi 30. Sayı

31

Nato’ya katılmak, 100 yıl egemenliği altında kaldıkları Rusya’yı karşılarına almak demek. Sınırlarındaki hassas dengeyi bozmak istemi-yorlar. Nato’ya katılmamak ise Nato’ya bağlı ülkeleri karşılarına almak ya da yalnız kal-mak olarak düşünülüyor. Finler, İsveçliler gibi yaşamlarını devlet güvencesi altında sür-düren ekonomik sıkıntıları olmayan, fakirle zengin arasında uçurumlar olmayan -kazan-cınız ne kadar yüksek ise devlet sizden o oranda vergi kesiyor- sade yaşamdan mutlu olan, azla yetinmeyi bilen insanlar. Finler görünüşte oldukça utangaç ve içine kapanık insanlar ancak soru sorduğunuzda sizinle ilgilenen ve kalplerini açan sıcak insanlar. Onlar da bizim gibi evlere ve hatta okullara ayakkabılarını çıkararak giriyorlar. Koskoca ülke 6 milyon nüfusa sahip. Devlet genç nüfusu artırmak için genç çiftlere maddi destek veriyor. İş başvurularında evli bayan-lara sorulan “Çocuk sahibi olmayı düşünü-yor musunuz?” sorusuna verilecek olumlu cevaplar onlara artı puan kazandırıyor.

Finlandiya’nın başkenti Helsinki’ye yapılan 3.5 saatlik bir uçak yolculuğundan sonra, trenle ülkenin kuzeyine keyifli bir yolcu-luk yapılması tavsiye edilir. 4 saatlik tren yolculuğunun ardından eski bir liman şehri olan Kokkola’ya varıyorsunuz. Küçücük bir şehir olan Kokkola’da alışveriş merkezle-rinden büyük ve içi her yaştan insanla dolu şehir kütüphanesi, Finlerin yaşam tarzları-nın bir göstergesi. Kışın günler kısa, geceler uzun. Trafik diye bir sıkıntı yok hatta saat 18.00’den sonra sokaklarda insan bulmak bile zor. 7’den 70’e her Fin, ulaşımda bisik-leti tercih ediyor. Hayatı yaşayacak o kadar çok zamanları oluyor ki bu yaşam tarzı onları el sanatları, ağaç oymacılığı, yün örgü, kukla yapımı, ev-bahçe tasarımı gibi hobile-

re yönlendirmiş. Öyle bir yaşam düşü-nün ki gündüz iş yerinizde çalışma-nızı bitirdikten sonra, bisikletinize atlayıp ormanın içinden yaklaşık 1 km uzaklıktaki bahçe içinde-ki evinize ulaşabiliyor, akşam arkadaşlarınızla buluşup vakit geçirererek tekrar bisikletinize atlayıp evinize güvenli bir şekil-de dönebiliyorsunuz.

Finler tabiri caizse ince eleyip sık dokuyan bir toplum. Geçmişin izle-rini bir dedektif gibi sürüp en küçük kalıntılardan bir belgesel hazırlayabilecek kadar ince görüşe sahipler. Kokkola’da eski-den okul, şimdi müze hâline gelmiş binada sergilenen eski bir sirk sihirbazı olan “Ben Şeyh Ali” sergisi, sahip olduğu zengin geçmi-şi acımadan çiğneyip, yakıp yıkan toplum-lara örnek olmalı. Sergi küratörünün terk edilmiş bir evde bulduğu eski sirk ve sihir-bazlık aletlerinden yola çıkarak bir zamanlar ünlü olan bir İsveçli sihirbazın yaşantısını ve anılarını tekrar bir araya getirdiği sergi ve belgesel bu çabanın bir örneği.

Finlandiya’nın kuzeyinde kutup çizgisinde bulunan “Lapland”, Türkçedeki karşılığıyla Laponya, turistik bir bölge. Bölgede yaşayan etnik grubun adı Samiler. En bilinen özel-likleri binlerce yıldır Ren geyiği sürülerini gütmeleri. Hâlâ gelenek devam ediyor. Sami dili; Fince, Estonca, Macarca ve Türkçe ile aynı aileden geliyor.

Samilerin kendilerine ait kültürü, dili, ina-nışları mevcut. Laponya, turistik açıdan gayet popüler bir bölge. Santa Claus’un köyü burada olduğundan bölgeye çok sayıda turist geliyor. Kışın ise burada haskilerle kayabilir-

Page 32: FYZY Dergisi 30. Sayı

32

siniz. Lapland’e Kokkola’dan araç kiralaya-rak ya da 4 saatlik tren yolculuğu ile -kutup ekspresi deneyimi yaşamak isterseniz- ulaşa-bilirsiniz. Kütük evler kiralayabilir ya da buz otellerde kalabilirsiniz. Teleferikle tepelere çıkıp doğa yürüyüşleri yapabilirsiniz. Ren geyiklerini yakından görüp her dilde merha-ba demeyi bilen Noel Baba ile hatıra fotoğrafı çektirebilirsiniz.

Finlandiya’nın başkenti Helsinki sakin, ses-siz ve düzenli bir şehir. İstanbul’dan 3.5 saatlik bir uçak yolculuğu sonrası Helsinki Havalimanı’na varıyorsunuz. Havalimanı bil-diğimiz havalimanlarından çok farklı, yerler ahşap parke kaplı, sanki evin salonuna giriş yapmış gibi bir duyguya kapılıyorsunuz. Çocuk oyun köşeleri bile doğal ahşap mal-zemelerden oluşturulmuş. Doğa ile iç içe bir yaşam yerine geldiğinizi hemen anlıyorsu-nuz. Bu, bizim gibi İstanbul’un yoğun yaşam temposuna alışmış insanlar için âdeta bir kültür şoku!

Havalimanından şehir merkezine her 15 dakikada bir otobüsler kalkıyor. Trafik olmadığından yarım saatte Helsinki’desiniz. Şehri gezmek ise en fazla bir saatinizi alı-yor. Elinizdeki bagajı tren garındaki emanet dolaplarına bırakıp şehri rahat rahat gezme-ye hazırsınız. Görülmesi gereken yerlerin başında Senato Meydanı ve ortasında yer alan Helsinki Katedrali geliyor. Yüksek mer-divenlerle çıkılan bir temel üzerine neoklasik tarzda inşa edilmiş Katedral, bembeyaz ve sade görünümüyle âdeta Finlerin hayat tarzı-nı yansıtıyor. Limana doğru gittiğinizde kır-mızı tuğladan yapılmış Ortodoks Uspenski Katedrali mimari farklılığı ile göze çarpı-yor. 1868’de inşası tamamlanan Katedral, Batı Avrupa’nın en büyük Ortodoks kili-sesidir. Kırmızı tuğla mimarisi ile Doğu ve Batı mimarisinin özelliklerini birleştirir. Eğer vaktiniz varsa gün içinde sürekli sefer-leri olan şehir hatları vapuru ile Seurasaari Adası’nı gezmeye gidebilirsiniz. Seurasaari, popüler bir açık hava müzesi. Ada’daki tahta evler 18. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar Fin geleneksel ahşap evlerini bizlere tanıtıyor.

Karnınız acıktıysa, kuzey lezzetlerinden tadımlık yiyeceklerin satıldığı ve ikram edil-diği hemen rıhtımda bulunan Hakaniemi Pasajı’nı gezebilirsiniz. 1914’te inşa edilen bu tarihî pasaj 2 kattan oluşuyor. Giriş katında yiyecek satışı yapılıyor, ikinci katta ise hedi-yelik eşyalar satılıyor. Bizim Balık Pazarı’na benzeyen mekânda Türk yiyecekleri standı görürseniz şaşırmayın. Deniz mahsullerin-den oluşan kanepeleri atıştırıp, güzel bir içecekle içinizi ısıtarak soğuğa aldırmadan

turunuza devam edebilirsiniz. Limandaki açık tezgâhlardan çeşitli dağ yemişleri alıp tatmayı unutmayın. Bu küçük geziyi bir saat içinde tamamlayabilirsiniz. Eğer biraz daha zamanınız varsa şehrin sanat müzele-rini de gezmeyi unutmayın. Ateneum Sanat Müzesi, Finlandiya’nın en popüler müzesi-dir. Ağırlıklı olarak Fin sanatından koleksi-yonların sergilendiği müzede Batı sanatının örneklerini de bulabilirsiniz. Ulusal Müze prehistorik dönemden bu yana Fin yaşamını anlatan koleksiyonlardan oluşur.

Ulu çam ağaçlarının gökyüzünü bir dantel gibi sardığı engin yeşillikler, havada çam ve sonbahar yapraklarının kokusu, dağ yemiş-leri ile kaplı çalılıklar arasında sessiz sessiz ormanın içinden yürüyün. Islak yapraklarla kaplı toprak yolda ayak izlerinizin yaprakları ezerken çıkardığı hışırtılardan başka bir ses duymayacaksınız. Aklıma Robert Frost’un “Stopping by the Woods on a Snowy Evening” şiiri geliyor. “Kimin bu karla kaplı ormanlar sanırım biliyorum.” İnsana bazen ürperti bazen de hoş bir boşluk hissi veren bir ormanın içindesiniz. Çalılıklar arasından her an kırmızı kukuletalı uzun sakallı ve kırmızı yanaklı sevimli bir Elf çıkabilir kar-şınıza, sakın korkmayın, onlar Lapland’de Noel Baba’nın çocuklara hediyeler hazırlayan yardımcıları. Sevimli cinler kırmızı şapkala-rını öylesine yüzlerine çekmişler ki yalnızca mantar burunları gözüküyor. Sonra da size şöyle sesleniyorlar: “Tervetuola mielle”, evi-mize hoş geldiniz!

Teşekkürler : KiitosMerhaba : Moi MoiSu : VessiKKahve : KahviHoş geldiniz : TervatuolaHoşça kal : Näkemiin

GEZİ

Page 33: FYZY Dergisi 30. Sayı

33Helsinki Katedrali

Page 34: FYZY Dergisi 30. Sayı

34

KOLEKSİYON

1 4 Şubat, “Dünya Öykü Günü”ymüş. Ne güzel bir rastlantı!

Herkesin bir öyküsü var ve her öykünün içinde dolaylı bile olsa sevgi... Gün, öykü günü olunca, tarihi de aşkın, sevginin günüyle aynı olunca, dünyanın bu en güzel duygusunun öyküsünü paylaşmadan olmaz diye düşündüm.

Öyküden önce mevsime takıldım; aşkın gününün, konunun sıcaklığıyla tezat oluş-tururcasına kışa denk gelmesinin anlamına... Neden tüm duyguları coşturan yaz mevsimi değil veya neden doğayla birlikte gönlümüz-de açan çiçeklerin mevsimi ilkbahar değil de kış? Belki ilkbaharda ve yazın aşkın sıcak-lığını hissetmek daha kolay olduğu içindir. Öyle ya en güzel aşk zor olandır. Bakalım kış mevsiminin soğuğu aşkın sıcaklığına baskın gelecek mi? Aslında hiçbiri. Hatta bu tarih diğer özel günler gibi, örneğin anneler veya babalar günü gibi kaybedilen bir sevgilinin ardından ortaya atılan bir tarih de değil.

Sevgililer Günü’nün kökeninde ilginçtir ki din var. Ucu Roma Katolik Kilisesine kadar daya-nıyor. Bir din adamı olan Valentin’in adına ilan edilmiş gündür 14 Şubat. Tüm dünyada “St. Valentine’s Day” yani Aziz Valentin Günü diye biliniyor olması bu yüzden.

Gelin önce 14. yüzyıla uzanan bu romantik günün dinle ilişkisine bakalım: Bu konu-da birçok hikâye var. En bilineni Roma Azizi Valentine’in yasak olmasına rağmen Romalı askerleri gizlice evlendirmesiyle ilgi-li. Bir diğer hikâye ise Aziz Valentine’in Hristiyanlara yardım ettiği gerekçesiyle hapse atılmasıyla başlar. Efsaneye göre, hapis yattığı dönemde bir mucizeyi gerçekleştirir ve gardiyanın kör kızı Julia’yı iyileştirir. Hristiyan olduğu için idama mahkûm edilen

Valentin, infaz edilmeden bir gün önce kıza “Your Valentine” yani “Senin Valentin’in” yazılı bir veda notu yazar. Belki de o nedenle Batı’da Valentin adı “sevgili” sözcüğü gibi kullanılır olmuş.

Rivayetin devamında Julia, Valentin’in Roma’daki bir kilisede bulunan mezarı-nın yakınına pembe çiçek açan bir badem ağacı diker. Ağaçlarla ilgili efsanelere göre badem ağacı, bu nedenle sevgiyi ve dostluğu simgeler. “Aşk Çeşmesi” diye bilinen Trevi Çeşmesi’nin de Roma’da olduğu düşünü-lürse dünyanın en romantik şehri belki de Roma olmalı, Paris değil!

Öte yandan tarih olarak bakıldığında bu özel günün aşkla bağlantısının Antik Yunan dönemine kadar uzandığı söyleniyor: Çünkü ocak ayı ortası ile şubat ayı ortası arasında-ki zaman dilimi o dönemde, Tanrıların ve İnsanların Babası Zeus ile Evlilik Tanrıçası Hera’nın evliliğine adanmış.

Antik Roma’da ise 15 Şubat, Bereket Tanrısı Lupercus’un onuruna kutlanmakta olan bir günmüş. O gün, din adamları Tanrı’ya keçi kurban ederler, sonra da kafalarının üstüne koydukları bir parça keçi derisiyle Roma sokaklarında koşturup karşılaştıkları herke-se dokunurlarmış. Genç kızlar da Bereket Tanrısı’nın dokunuşundan nasiplerini ala-bilmek için ileri atılırlarmış çünkü inanışa göre bu dokunuş sayesinde doğurganlıkları kolaylaşırmış. Ayrıca bu bayramın arifesinde yani 14 Şubat’ta genç kızların isimleri yazılır, genç erkekler de kura çeker, kurada çıkan kızla bayram boyunca çift olurlarmış.

Tarihi, kökeni, kaynağı, nedeni ne olursa olsun çok güzel ve anlamlı bir gün 14 Şubat. Çünkü artık gittikçe maddeleşen dünyamız-da en büyük manevi değeri ayakta tutmaya

Şenay KURTFMV Kalite Müdürü

SEVGİ DOLU ÖYKÜLERE...

SOSYOLOJİ

Page 35: FYZY Dergisi 30. Sayı

35

çalışıyor: sevgiyi. Yani insanı bir şeye veya bir kimseye karşı yakın ilgi ve bağlılık gös-termeye yönelten duyguyu... Tabii bu tanım Türk Dil Kurumuna göre, çok resmî.

Oysa tüm zamanların en iyi Türk filmlerinden birinde, “Selvi Boylum Al Yazmalım”da, sevgi o kadar güzel tanımlanmıştı ki... “Sevgi neydi? Sevgi iyilikti, dostluktu. Sevgi, emekti.”

Her yıl 14 Şubat yaklaşırken tüm mağaza-ların vitrinleri kırmızıya bezenir. Kırmızı; aşkın rengi! Yukarıda söz ettiğim filmde aşkın tanımı da vardı: “Coşkun akan dere, sonbahar rüzgârıyla ürperen yapraklar, cama vurup dağılan yağmur damlaları, bir yürek çarpıntısı...” Sonunda coşkun akan dere durulur, yapraklar kurur, dökülür, yağmur diner, güneş çıkardı… Yani aşkın sevgiye dönüşümü... Çünkü aslolan sevgidir, aşk ise çok daha güçlü olmasına rağmen geçidir. Belki de bu nedenle Âşıklar Günü demiyo-ruz, kim bilir?

Peki ya geçici olan aşkın rengi kırmızıysa kalıcı olan sevginin rengi nedir?

Pembe? Kırmızının içinden tutkuyu çıka-rınca hafifler, yumuşar ve uysal bir pembe kalır. Yoksa insana huzur veren mavi midir sevginin rengi? Ya da beyaz; istediğin renge boyayasın diye... Belki de rengi yoktur sev-ginin, şeffaftır.

Rengini öykünüze göre siz tayin edin ama bu sevgi gününde yakınındaysanız birlikte paylaşacağınız sıcacık bir saati ve içten bir gülümsemeyi; uzaktaysanız bir kartı, çok uzaklardaysa da bir fincan sıcak çikolatayla anılar eşliğinde dualarınızı esirgemeyin sev-diğinizden ve öykünüze bir sevgi dolu anı daha katın.

Page 36: FYZY Dergisi 30. Sayı

36

KOLEKSİYON

B ugüne değin hiç cam altı resmi gör-memişseniz eminim ilk sorunuz, o da nesi, nasıl biriktireceğiz, olacaktır.

Ama cam altı bir resmin karşısındaysanız soğuk bir nesne olan camın nasıl sımsıcak bir esere dönüştüğünü görüp ilk bakışta vurulabilir ve hemen bir tane edinmek iste-yebilirsiniz.

Ben, gençlik yıllarımda, İstanbul’da, otur-duğum semtlerde, cam altıyla tanışmışım da farkında değilmişim. Eskiden apartmanların giriş kapılarının yan tarafında isim ve numa-raları üzerine yazılmış kalın cam levhalar bulunurdu. Bunlar, siyah zemin üzerine altın yaldız boya kullanılarak yapılmıştı, bir de dükkânların vitrinlerine asılan ayna tarzı; isim, adres, telefon bilgileri olan levhalar vardı. İşte yaşı ellilere dayananların hemen hatırlayacakları, İstanbul’da reklam tabelası yapanların elinde düz bir işçilikle yapılan bu işler, aslında birer “cam altı” imiş.

Bir koleksiyoncu gözüyle olaya baktığımız-da biriktirmek deyince işe belki buradan başlamak lâzım. Birbiri ardına yıkılmakta olan binalardan çıkan bu levhalardan birkaç örnek bir kenarda durmalı, yerine yenisi gel-miyor çünkü. Ama bu yazının konusu tabii ki bu levhalar değil. Ben, çok renkli, çok keyifli ama bir o kadar da zor bir sanattan bahsedeceğim. Üretimi zor, ulaşması zor, nakliyesi zor! Ama yine de bulmaya, görme-ye, bilmeye değer bir şey cam altı resimleri… Bir zamanlar İstanbullu ustaların elinde yapı-lırmış cam altı resimler. Dinî konular işle-

nirmiş, özellikle Fatma Ana’nın eli, “vav” harfiyle oluşturulan çalışmalar, “göz”, hat sanatından örnekler bolca yapılırmış. Halk arasında bu eserlerden birini evde bulun-durmanın insanları kötülüklerden koruya-cağına inanılırmış. Resimler parlak, göz alıcı oluyor ve camın altında olduğundan tozdan, isten korunuyormuş ama cam işte, günün birinde bir şekilde kırılıp yok olabiliyormuş. Bu bakımdan Osmanlı dönemi örneklerden günümüze çok azı kalmış, ayrıca geçmişte kullanılan kök boyaların zamanla bozulması, kuruyup akması da kalan örneklerde bazı bozulmalara neden olmuş.

Cam altı sanatı aslında 40-50 yıl öncesinde bitme noktasına gelmiş. Ta ki bakır döv-meciliğin zirveye ulaştığı yıllarda Mardin’de Hasan Usta, o zamana kadar bakıra işledik-leri “Şahmaran”ı cama işlemeyi deneyene kadar… O zamana dek Mardin’de cam altı eserler özellikle Ermeni ve Süryani kilise-lerinde kullanılırmış. İşi bilen eski usta-lardan bu sanatı öğrenen Hasan Usta, işe “Şahmaran” resimleri yaparak başlamış. Bir süre sonra “Şahmaran” ile “cam altı” sözcük-leri birlikte anılır olmuş. Bugün yer altındaki yılanların prensi, bir masal kahramanı olan “Şahmaran” Mardin’le bir anılıyor.

Cam altı resimleri perspektif, derinlik içer-miyor. Bu bakımdan cam altını minyatür sanatının cama işlenmesi gibi düşünebili-riz. Ama tabii ki çok önemli zorlukları var. Bir kere ters yönde çalışmanız gerekiyor, çizim alanlarını boyarken taşma olmaması

CAM ALTI BİRİKTİRMEK

Mert SANDALCIAraştırmacı-Yazar

1974 Işık Lisesi Mezunu

KOLEKSİYON

Page 37: FYZY Dergisi 30. Sayı

37

gerekiyor, kısacası sabır ve vakit işi. Zaman zaman işin yarısında veya iş bittiğinde kırılma-lar oluyor. Sağlam sinirlere sahip olmak gerek yani… Bu arada unutmadan, cam boyaları yurt dışından geliyor. Onlarca farklı renk için ustalar zaman zaman İstanbul’a gelip boya satın alıyorlar. İş bittikten sonra yörede yetişen ceviz ağaçlarından üretilen el yapımı çerçeveler, resme büyük bir zenginlik daha katıyor. Ne yazık ki Mardin’de ahşap çerçeve yapanların sayısı da iki üçü geçmiyor. Konu hakkında bilgiyi ahşap sanatçısı Tekin İliğ bize veriyor. Günümüzde cam altı sanatçılığını Mardin’de iki aile babadan oğula el vererek sürdürüyorlar. Benim cam altı merakım da bundan iki yıl evvel Mardin’de Hasan Özcan ve oğulları Hamit ve Kadir kardeşlerin dükkânından içeri girdiğim-de gördüğüm manzara karşısında başladı. Şöyle bir dolaştıktan sonra şehirdeki ikinci dükkâna, amcaoğulları Yusuf ve Emrah’ın yanına gittim. Özcan ailesi dışında son cam altı ustası da 1980’lerin sonunda bu işe gönül veren Tacettin Toparlı’ydı, o da oğlu Burak’ı yetiştirmişti. Hepsinden alışveriş ettim. Yapılan işlerden etki-lenmemek mümkün değildi. Kısa bir süre sonra cam altı sanatçısı Hamit Özcan Usta İstanbul’da açılan el sanatları sergisine katıldı. Sergiye pek çok eş dost götürdüm. Mardin’den getirdiği tüm resimler burada satıldı. O günlerde cam altını tanıtmak, geliştirmek için Hamit Özcan’la kafa kafaya verdik, düşündük, taşındık. Eczacılık tarihi konusunda bazı eserler yapmak üzere harekete geçtik. Ben kaynak buldum, Hamit de üretti. Bu planı yaparken eczahane dekoras-yonlarını düşündük, hekim muayenehanelerini

Page 38: FYZY Dergisi 30. Sayı

38

düşündük, tıp ve eczacılık kongrelerinde verilen ödülleri düşündük, meslek odaları-nın bina dekorasyonlarını düşündük… Bu el sanatı hak ettiği ilgiyi görürse Mardin’in hâlihazırdaki cam altı sanatçılarının tümü için aralıksız çalışabilecekleri bir ortam sağla-nabilirdi. Yeni yetişecekler için de göz kamaş-tırıcı bir gelecek sunulabilirdi. Bir zamanların benzersiz minyatürlerini veya sanatçılarımı-zın kendi dünyalarında yarattıklarını, kitap sayfalarından çıkartıp duvarlarımıza taşımak mükemmel bir iş olacaktı fakat ciddi bir ese-rin ancak bir ayda ortaya çıktığı düşünülürse fazlaca talep olduğunda onca iş nasıl yetişir? Bu da cevaplanması gereken bir soru tabii…

İstanbul sergisi dönüşü Hamit Usta eczacı-lık tarihi ile ilgili tabloları bir bir yapmaya koyuldu. Her tablo bittiğinde bir fotoğrafını gönderiyordu. İşler biriktikçe artık dayana-mayıp onlara bir an evvel kavuşmam lazım geldiğini düşünmeye başladım. Peki, kırıl-maya yatkın bu objeler Mardin’den buraya nasıl gelecekti? Ne uçak ne otobüs ne de kargo, hiçbirine güvenemedim doğrusu. Bu işin tek çaresi Mardin’e gitmek, taşımayı kendi aracımla yapmaktı. Öyle de yaptım. Eşim Gülnur ile birlikte yola koyulduk. Hamit Özcan’ı, babası Hasan Usta’yı, yaptığı cam altı çalışmalar ile çok yakında ülkemizi Los Angeles’te temsil edecek küçük kız kar-deş Seda’yı tanıdık. Hamit’in babası Hasan Usta’nın Kültür Bakanlığı tarafından yurt dışına gönderildiğinde başından geçen olay-ları masal tadında keyifle dinledik. California Valisi Arnold Schwarzenegger’den girdik, Belçika’yı, Fransa’yı gezdik, Luxemburg’dan çıktık. Akşam kalabalık ailenin sofrasında aileden biri gibi yer aldık, Sakine annemizin elinden müthiş yemekler yedik.

Mardin’in cam altı ve bakır işleme ustaları aslında Avrupa, Amerika demiyor geziyorlar. Yanlarında pek çok eseri buralardaki sergilere götürüyorlar ve geriye elleri boş dönmüyor-lar. Yani ürünler kapış kapış gidiyor. Yurt içinde ise yeterli ilgi gördükleri söylenemez. Bunun nedeni de her zamanki gibi tanıtım eksikliği. Ayrıca bire bir sanatçının elin-den çıkmış bir esere sahip olmanın keyfini yaşamak için biraz bilgi ve saygı gerekiyor galiba…

Peki, bu soruna koleksiyoncular bir çözüm getirebilir mi? Neden olmasın? Benim şair Roni Margulies’in yanına birkaç meraklı daha katabilirsek tamamdır.

KOLEKSİYON

Page 39: FYZY Dergisi 30. Sayı

39

Page 40: FYZY Dergisi 30. Sayı

40

C itius, fortius, altius. Yani daha hızlı, daha güçlü, daha yüksek. Latince bu üç sözcük, modern olimpiyat

oyunlarının kurucusu Pierre de Coubertin’in önerisiyle 1894’te Uluslararası Olimpiyat Komitesinin kuruluşuyla birlikte, olimpiyat-ların resmî sloganı olarak kabul edilmiş.

Sporun özüdür daha hızlı, daha güçlü olmak, daha yükseğe ulaşmak... İşin içine “daha” girince sporun olmazsa olmazı rekabet de kendiliğinden devreye giriyor. Spordaki rekabet artık sadece rakiplerin performans-larıyla da sınırlı değil, her alanda olduğu gibi bu alanda da teknoloji kendini iyiden iyiye hissettiriyor. Teknolojik firmaların şu anda en çok rağbet ettikleri sektör, hiç şüp-hesiz spor sektörüdür. Olimpiyatların ama-tör ruhunun aksine günümüzde futboldan basketbola, tenisten buz hokeyine, Formula 1’den kayağa kadar birçok spor dalına tek-noloji firmaları girmiş durumda. Gelişen tek-noloji sayesinde mayodan kayağa, kasktan ayakkabıya kadar her tür ekipman, sporcula-rı hız, güç ve yükseklik anlamında daha ileri götürmeye yönelik. Antrenörler ve sporcular da kişisel veya takım performanslarını artır-mak adına teknolojinin nimetlerinden sonu-na kadar faydalanıyorlar. Öte yandan sporla teknolojinin birlikteliği sonucu gelen başarı-yı kimileri doğal, kimileri de son derece suni buluyor. Teknolojinin sporun heyecanını, gizemini azaltıp azaltmadığı ise bir başka tartışma konusu... Takdir sizlerin.

Peki, gerek olimpiyatlarda gerekse dünya şampiyonalarında kırılan rekorların bir sonu var mı? Mevcut antrenman sistemleriyle sporcunun kas sistemi kırılan rekorları en

fazla nereye kadar taşıyabilir? İnsanoğlu 100 metreyi en iyi hangi sürede koşabilir? Uzun atlama rekoru en çok kaç metreyle kırılabi-lir? Sırıkla atlamadaki sınır nedir ve bu sınıra ne zaman gelinecek? Bu rekorların önünde sonunda bir sınırının olması gerekmez mi?

Pek çok olimpik sporda insan, performansı-nın sınırlarına yaklaşıp bu sınırlara ulaşmış olsa bile yeni teknolojiler yardımıyla bu sınırlar sürekli bir üst seviyeye taşınıyor. Uluslararası spor federasyonları her ne kadar teknolojiyi spor dallarının içine aktif olarak sokmamakta direnseler de sporun endüstri olduğu bir ortamda bunun mümkün olmadı-ğını rahatlıkla söyleyebiliriz. Futbolda yakla-şık elli yıldır “Top gol çizgisini geçti mi, geç-medi mi?” tartışması yapılıyor. Tartışmalar devam ederken, GoalRef sensörlerle topun çizgiyi geçip geçmediğinin tespitini sağlayan teknolojinin artık kalıcı olarak kullanılması düşünülüyor.

Tenis ve kriket müsabakalarında da topun çizgiye değip değmediğini görüntülemek için “şahin gözü” olarak bilinen teknoloji kullanılıyor. 2001 yılında Dr. Paul Hawkins ve David Sherry tarafından tasarlanan bu sistem, kısa süre içerisinde birçok maç yayını yapan bazı TV kanalları tarafından da kulla-nılmaya başlandı. Oyun sahası içerisindeki farklı alan ve açılarda bulunan dört adet yüksek hızda kamerayla sanal görüntü sağ-layan ve zaman da hesaplanarak üçgenleme metoduyla topun çizgiye değip değmediğini ölçen şahin gözü sistemi, bilgisayar kame-radan gelen görüntüler sonunda aldığı bil-gilerle topun üç boyutlu animasyonunu ve hızını hesaplıyor. Daha sonra da bu görün-

Korhan SEÇİLMİŞFMV Özel Işık Ortaokulu

Müdür Yardımcısı

TEKNOLOJİ VE SPOR

SPOR

Page 41: FYZY Dergisi 30. Sayı

41

tü, kameraların görüntü verdiği herhangi bir açıdan tekrar izlenebiliyor. Yani topun çizginin içine mi, dışına mı düştüğü birden fazla açıdan görülebiliyor. Krikette ilk olarak 2001’de İngiltere ile Pakistan arasındaki karşılaşmada bir TV kanalı tarafından yayı-na verilmek için kullanılan sistem, teniste 2006 yılında Miami Masters Turnuvası’nda denendikten sonra 2006 Amerika Açık Turnuvası’nda uygulanmaya başlandı.

Teknolojik imkânlar, sporcuların doğru ant-renmanla kendilerini geliştirmelerini sağla-mak amacıyla kullanılarak onların müsaba-kalarda başarılarını artırmalarına yardımcı oluyor. Yani kullanılan teknoloji sporcunun performansına dolaylı olarak etki ediyor. Günümüzde birçok spor dalında veriler bil-gisayarlara yüklenerek rakiplerin analizleri yapılmakta, buna göre antrenman program-ları oluşturulmaktadır. Rakiplerinin hangi zaman diliminde yorulduğu, toplarının kaç km hızla gittiği, sahanın neresinde oyunun efektif olarak oynandığı ve bunun gibi birçok konunun analizi yapılmadan günümüzde müsabakalara çıkılmıyor artık.

20. yüzyılın başlarında bambu sırıklar-la yapılan sırıkla yüksek atlama sporunda 1950’lerde metal sırıklar kullanılmaya baş-landı. Bunun ardından kullanılmaya başla-nan cam elyafı kompozit sırıklar performans-ta büyük fark yarattı. Sırıkla atlama rekorları 1912’den bu yana %53 oranında bir yükseliş gösterdi. Teknolojiyi sırıkla yüksek atlamaya oranla dolaylı kullanan yüksek atlamada ise kırılan rekorlardaki artış, 1912 senesinden bu yana %23 oranındadır. Aynı şekilde uzun atlamada da bu artış oranı %18 civarındadır. Bu sonuçlar teknolojinin performans üzerin-de ne kadar etkili olduğunu net bir şekilde ortaya koymaktadır.

Birincinin saliselerle belirlendiği yüzme spo-runda sporcuların performanslarında artış sağlamak amacıyla spor ve teknoloji firma-larının yapmış olduğu çalışmalar sonucunda kırılan rekor sayısında gözle görülür bir artış meydana geldi. Ünlü bir yüzme mayo firma-sı yüzücünün sudaki sürtünme katsayısını minimuma indiren bir mayo teknolojisini piyasaya sürdü. Dünya şampiyonalarında ve olimpiyatlarda kırılan rekorların sayısında hatırı sayılır bir artışla karşılaşıldı. Biraz daha ileri gidilerek başka bir firma mayolarında poliüretan ve elastane adı verilen sentetik bir lif kullandı. Yüzücü, bu teknolojiyle üreti-len mayo sayesinde su içerisinde yüzerken, suyu geri ittiğinde hidrodinamik pozisyo-nunu koruyabildi ve kaslara gelen oksijenin akışını bu sayede dengelendi. Bu durumu da

saliselerin önemli olduğu yüzme sporunda teknolojik bir destek olarak tanımlayabiliriz.

Spor-teknoloji yakınlaşması o kadar ileri boyuta gitti ki yüzme sporunda bazı kısıt-lamalara bile gidildi. Zira özel yollar ve teknolojiyle üretilen mayolar yüzücülerin dünya rekorlarını bir anda bir iki saniye gibi farklarla kırmalarının önünü açmıştı. Bu mayoları kullanamayan yüzücüler ise doğal olarak yarışta geride kalıyordu. Bu duru-mun rekabeti engellediği görüşünü savunan Uluslararası Yüzme Federasyonu (FINA) bir düzenleme getirerek bazı özel üretim mayo-ların müsabakalarda kullanılmasını yasak-ladı. Geriye doğru bakarsak eğer, mayo teknolojisinin var olmadığı bir 1972 Münih Olimpiyatları’nda 7 altın madalya alan Mark Spitz mi yüzyılın efsanesidir, yoksa ileri tek-noloji mayosuyla 6’sı altın toplam 8 madalya kazanan Michael Phelps mi? Takdir yine sizin!

Günümüzde spor yapan kişilerin direkt veya dolaylı yönden spor mühendislerinin tasar-ladıkları malzemeleri kullanarak spor yap-tıkları gerçektir. Artık sporcuların kullandığı malzemelerin vücut ısısını dengeleyen, hafif ve sporcunun maksimum konforla sporunu yapmasını sağlayan cinsten olması tabii ki sporcuların lehine bir durumdur. Ancak teknolojik yenilik ve gelişmeler gün geçtik-çe sporun her alanına daha fazla girecek ve kendine has masumiyetini de zamanla yok edecektir.

Citiusfortius

altius

Page 42: FYZY Dergisi 30. Sayı

42

Dr. Arif AKDENİZFMV Özel Işık LisesiTürkçe-Sosyal Bilimler Bölüm Başkanı

YARBAY HASAN BEY VE KÖPEĞİ CANBERK

Ç anakkale Savaşı, 1915 yılında Osmanlı or-dusu ile İtilaf Devletleri arasında geçen en büyük muharebelerden biridir. Bu savaş-

ta Osmanlı Devleti cephede yaklaşık 250 bin şehit vermiş; en seçkin, en genç evlatlarını kaybetmiştir. Mehmetçik, eşi benzeri görülmeyen bir kahramanlık-la bu savaşta dünyanın en güçlü donanmalarını ve en güçlü ordularını hüsrana uğratarak büyük bir destan yazmıştır.

Çanakkale’de destan yazanlardan biri de 17. Alay Komutanı Yarbay Hasan Bey ve köpeği Canberk’tir. Çanakkale’de kara savaşlarının başladığı ilk günler, 26. alayın taburları, kendilerinden on misli kalaba-lık düşmanla kahramanca savaşıyorlardı. Fransızlar, 27 Nisan’da Morto Koyu civarından taarruza geçmiş-lerdi. Buradaki birliklerimize takviye gerekiyordu. Gelibolu’nun kuzeyindeki 5. ve 7. tümenlerin bu böl-geye kaydırılması emri verildi. 5. tümene bağlı olan 17. piyade alayı, deniz yoluyla Kilya’ya geldi. 9. tü-menin emrine verilen bu birlik, yaya olarak Eceabat ve Kilitbahir’e geçecek ve Havuzlar mevkiinde konak-layacaktı.

17. Alay Komutanı Yarbay Hasan Bey, askerleriyle birlikte ilerliyordu. Kilitbahir köyünde meydan çeş-mesinin yanından geçiyorlardı. Çeşmenin etrafında kadınlar, çocuklar vardı. Çeşmenin önündeki bir şey, Hasan Bey’in dikkatini çekmişti. Üzeri yara bere içe-risinde ve tüyleri dökülmüş bir köpek, su içmek için çeşmeye yanaşmaya çalışıyor, onun bu perişan hâlini görenler taş atarak köpeği çeşmeden kovuyorlardı. Hasan Bey bu duruma çok üzüldü, atından indi, kö-peğin üzerindeki yaralara aldırmadan onu kucağına aldı ve çeşmenin yanına götürdü. Hayvana su içirip yaralarını temizledi. Ardından hayvanın karnını do-yurdu ve onu yanına alarak yoluna devam etti. O gün-den sonra köpeği yanından ayırmadı Hasan Bey. Adını da Canberk koydu. Canberk kısa zamanda tüm Meh-metçiklerin dostu olmuştu. Türk askerleriyle beraber siperden sipere atlıyordu. Tüyleri yeniden çıkmış, ya-raları ise tamamen iyileşmişti.

Bölgedeki savaş olanca şiddetiyle sürüyordu. 11 Tem-muz 1915 günü, Kerevizdere’de saldıran Fransızla-ra, gün biterken büyük kayıplar verdirildi. Fransız ölüleri, siperlerimizin önünü doldurmuştu. 17. Alay Komutanı Yarbay Hasan Bey yerde yatan Fransız ölü-leri arasında bir kıpırdanma gördü, eğildi ve yaralı askeri omuzundan tutarak çevirdi. Yaralı Fransız, ani bir hareketle elindeki süngüyü Yarbay Hasan Bey’in göğsüne sapladı. Alay Komutanı gafil avlanmıştı, yere

yıkıldı. Her şey aniden olup bitmişti. Mehmetçikler acı gözyaşlarıyla Hasan Bey’i yere uzattılar, hepsi ağlı-yordu. O an uzaklardan acı bir havlama sesi duyuldu. Canberk olanca hızıyla koşup geldi ve Yarbay Hasan Bey’in yanına çöktü. Yarbay Hasan Bey’in ellerini yalı-yor, âdeta kalkması için yalvarıyordu.

Mehmetçikler komutanlarını şehit olduğu yere göm-meye karar verdiler. Hasan Bey’in üzeri Türk bay-rağıyla örtüldü ve mezar kazılmaya başlandı. Onlar bu işlerle uğraşadursunlar, Canberk de Hasan Bey’in üzerine örtülen bayrağın altına girmiş, Hasan Bey’in ayaklarının yanına uzanmıştı. Askerler, dualarla Ha-san Bey’in aziz naaşını kaldırmak için Canberk’i ke-nara çekmek istediler. Ama Canberk kımıldamıyordu! Hasan Yarbay’ın yanında o da son nefesini vermişti. Önce Hasan Bey’i tekbirlerle defnettiler, ardından da ayak ucuna Canberk’i gömdüler.

Kaynak: 1-http://secmehikayeler.com/canakkale-gercekleri/canakkalede-tum-mehmetciklerin-dostu-canberk.html#more-13692-http://www.torlakon.com/haberdetay.asp?ID=4163-https://www.facebook.com/186941624710164/posts/6297526837623874-http://dergi.altinoluk.com/index.php?sayfa=yillar&MakaleNo=d265s020m1

5-Sadiye Öner, Altınoluk Dergisi, 2008 - Mart, Sayı: 265, Sayfa: 020

BİR YÜZÜK HİKÂYESİ

Çanakkale Savaşlarının en yoğun gün-lerinde İstanbullu binlerce ev kadını, Çanakkale Savaşlarında yaralanan Mehmetçiklere hizmet etmek için has-tanelere koştu. Günlerce uykusuz ve bitkin bir hâlde yaralılarla ilgilendiler. Savaşın ardından kadınlara vefa borcunun ödenebilmesi için dönemin yönetici-lerince para dağıtılması teklif edildi. Ancak kadınlar böyle bir teklifi kesinlikle kabul etmediler. Bütün bu fedakârlıklar karşılıksız kalmamalıydı. Bunun üzerine Osmanlı yetkilileri, ordu depolarındaki İngiliz tüfek-lerinin çelik namlularını kestirerek üzerinde “1332 Cihadiye” yazılı yüzükler yaptırdılar. Bu yüzükler, vatansever kadınlara yaptıkları hizmetlerin nişanesi olarak dağıtıldı.(Foto: cihadiye, cihadiye_02, cihadiye_03, cihadi-ye_04, cihadiye_05, yüzük-01)

Kaynak: 1-http://www.muhtarinyeri.org/fotosehitlikler.htm2-http://www.zaman.com.tr/cumaertesi_canakkale-hatirasi-ci-hadiye-yuzugu_1348529.html

TARİHTENSAYFALAR

Page 43: FYZY Dergisi 30. Sayı

SAYI: 30 ŞUBAT 2015

FYZYİMTİYAZ SAHİBİ

Feyziye Mektepleri Vakfı Işık Okulları adınaFMV Yönetim Kurulu BaşkanıMimar M.Kâmil ÖZKARTAL

•SORUMLU MÜDÜR

Elk. Müh. Alp GÜNAYFeyziye Mektepleri Vakfı

Genel Müdürü •

YAYIN KURULUSevil KARACIK

FMV ve Işık Okulları Kültür Sanat YöneticisiÖmer ORHAN

FMV Özel Ayazağa Işık Lisesi MüdürüŞenay KURT

FMV Kalite Müdürü•

DÜZELTMENSennur KARANLIK

FMV Özel Ayazağa Işık OrtaokuluTürkçe ÖğretmeniLeyla TARAKÇI

FMV Özel Ayazağa Işık LisesiTürk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

•TASARIM - KAPAK

Ömer ORHANFMV Özel Ayazağa Işık Lisesi Müdürü

EDİTORYAL YAPIM - BASKIMas Matbaacılık San. ve Tic. A.Ş.

Hamidiye Mahallesi, Soğuksu Caddesi, No: 334408 Kağıthane - İstanbul

Tel: 0212 294 10 00 Faks: 0212 294 90 80 [email protected] No: 12055

•İMTİYAZ SAHİBİ, SORUMLU MÜDÜR

VE YÖNETİM YERİ ADRESİTeşvikiye Cad. No: 6 Nişantaşı - İstanbul

Tel: 0212 233 12 03 444 1 368

(FMV)www.fmv.edu.tr

4 ayda bir yayımlanır.Yayının türü: Dergi, yerel, süreli

FMV HaberlerProfesyonel Gözüyle İçimizden BiriBize “Işık” Oldun! Kültür KonferanslarıİnsanHer Sabah Sizi Ayağa Kaldıran Şey Nedir? Kent KültürBir “Boğaziçi” ÖyküsüSanat“Yalnız” Bir OperaBilimIşıksız Kalmayalım DiyeSağlıkİnsan-Toplum, KadınGeziAkzambaklar Ülkesi FinlandiyaSosyolojiSevgi Dolu Öykülere…KoleksiyonCam Altı BiriktirmekSporTeknoloji ve SporTarihten SayfalarYarbay Hasan Bey ve Köpeği Canberk

İ Ç İ N D E K İ L E R

49

10

1416

18

22

24

28

30

34

36

40

42

C

M

Y

CM

MY

CY

CMY

K

isik FYZY ilan 23.5 x 30 cm.pdf 1 12.02.2015 12:21

Page 44: FYZY Dergisi 30. Sayı

Anaokulundan üniversiteye güçlü ve çağdaş eğitimFMV Işık Okulları 129 yıllık köklü geçmişi,

güçlü eğitimci kadrosu, çağdaş eğitim sistemiyle eğitimde öncülüğünü sürdürüyor.

www.fmv.edu.tr

Nişantaşı Kampüsü

Ayazağa Kampüsü

91

-KSY-S

Y-1

6-0

1/2

01

5

Erenköy - Güneş Kampüsü

Ispartakule / Bahçeşehir Kampüsü

Işık Üniversitesi Şile Kampüsü

30.

Şubat 2015

FYZY

FMV’n

in a

rmağ

anıd

ır.

Par

a ile

sat

ılmaz

.

HER SABAH SİZİ AYAĞA KALDIRAN ŞEY NEDİR?

2015 DÜNYA IŞIK YILI

AKZAMBAKLAR ÜLKESİ FİNLANDİYA

BİZE IŞIK OLDUN!

CAM ALTI BİRİKTİRMEK

BİR BOĞAZİÇİ ÖYKÜSÜ