geÇen kitap aydınlık ulaŞtik - aydinlikgazete.comokuyorum mesela ve onların cesaretleri...
TRANSCRIPT
GEÇEN HAFTA
OKURAULAŞTIK
71.114
Aydınlık2 Ağustos2013 Cuma
Yıl: 2 Sayı: 75
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidirKITA PKITA P.
Okumasakdelirecektik
SAİT FAİK
2 A�USTOS 2013 CUMA 3Aydınlık KİTAP
Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti.Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34
Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu/ İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04
Faks: 0212 252 51 22
Genel Müdür YardımcısıSaynur Okuroğlu
[email protected] Müdürü
Kamile Karakadı[email protected]
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
SahibiAnadolum Gazetecilik Basım Yayın
San. ve Tic. A.Ş. Genel Müdür Yalçın Büyükdağlı
Genel Yayın YönetmeniMustafa İlker Yücel
Sorumlu MüdürMehmet BozkurtTüzel Kişi Temsilcisi
Metin AktaşYazıişleri İrem Halıç, Cenk Özdağ
Yazıişleri Müdürü Damla Yazıcı[email protected]
Yayın Yönetmeni Haldun Çubukç[email protected]
Reklam ServisiAydınlık
KITA P.
XII.
“Sinirlenince çok güzel oluyorsun Türkiye!”Direnirken, dikiş dikerken, yemek pişirirken çok güzel oluyorsun; kirvem, eniştem, dünürüm, damadım, gelinim, sevgilim Türkiye yetmiş beş yaşında;konuşurken, sevişirken, öpüşürken, gebe kalırken, çocuk doğururken çok güzel oluyorsun Türkiye; beni eğlendiriyorsun Türkiye; şaşırt beni Türkiye;gaz bulutlarının arasında, sokak aralarında, su oklarının altında çok çapkın oluyorsun Türkiye; beni şaşırtıyorsun Türkiye; gel meyhaneye gidelim, aznif oynayalım, orman yangını söndürelim Türkiye.
Türkiye olduğun zaman çok güzel oluyorsun Türkiye;hiç kimse olduğun, herkes olduğun zaman çoktan da güzel oluyorsun;hiçbir yerde ve her yerde; karada, denizde ve havada çok güzelsin Türkiye!
Atlayıp aynanın arkasına geçiyorum, aynanın arkasında sen varsın Türkiye!Demircinin örsünden fışkıran kıvılcım var ya işte o sensin Türkiye!Kor demir suya girer, cısss, işte o sensin Türkiye!
Çakmak taşının ağzındaki kar, sensin Türkiye!Serçe kartal, kartal serçe, Türkiye!
Divanedir! Divane Meclisi, pervane Türkiye, harman yeri, su arkı!
Mutludur güzel bir şiirin tuğlası sözcükler,mutludur uçurtmaları kanatlandıran rüzgâr; rüzgârın ağzıTürkiye,uykunda dans ederken görüyorsun kendini, uyanıkken,bir Cumhuriyet balosunda, Taksim Meydanı’nda, KuğuluPark’ta,savruluyor ipek eteklerin geyik bacakların döndükçe.
Dolgun kalçaların ne güzel! Ne güzel dolgun kalçaların!
Delirince büyülüyorsun, kendini aşıyorsun, aşılanıyorsun Türkiye!
Ben işte böyle dedim.�
� Kara Delikte Bir Yolculuk adlı kitaptan.
Şimdi rüzgar soluklanıyor.
Öyle görünüyor ki çok daha büyük ve olasılıkla belirle-
yici dalga sonbahar, kış aylarında tarihimizi bahar çi-
çeklerine kesecek.
Çelişmeler derinleşiyor.
Okuduğunuz bu yazı beş, altı gün önce
yazılmış olmanın bayatlığını taşıyor.
Silivri’ye gidecek kitleler...
Demokratik devrim aynı zamanda bir milli
mücadeleyle birleşiyor.
Silivri zındanında tutsak alınmış devrimciler...
Nemrut Mustafaların, 12 Mart, 12 Eylül zorbalarının
zındanlarında yatmış, Taif, Malta Sürgünlüklerinden
dönüp gelmiş vakarı bir zarafet haline getirmiş
devrimciler.
Onlara oynanan oyunun kaynağında
ABD emperyalizminin yobazlıkla olan
büyük karanlık ittifakı var.
Mahkumiyet kararı çıkabilir mi?
O karar 1876’da çıktı: Mahkumlar…
Ama kazanmaya!
Düşman Feriştah olsa ne yazar?
Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “DİSK’in Sesi”
şiirinin dizelerindeki gibi, coşkunun bilince
ve mücadele azmine sarmaş dolaş olduğu
gibidir halimiz:
He heyde hey feriştah olsanHe heyde hey hey korkmaz kimse.He heyde hey birer birersekHe heyde hey hey kalmaz kimse.He heyde hey yaşarsa örgütHe heyde hey hey çökmez kimse.*
Eylül’e kadar 16 sayfa çıkmak zorunda kalıyoruz.
Ama kitap sezonu açıldığında karşınıza çok daha
güçlü, üzerine daha çok konuşulacak ve tartışılacak, bi-
çimi, sayfalarıyla değişmiş, yenilenmiş ve sürpriz ad-
larla güçlenmiş bir Kitap Eki olarak çıkmaya
hazırlanıyoruz.
*
Bundan sonra söz Özdemir İnce’nin
nefis şiirinin olsun.
O söylesin halimizi, kararlılığımızı, duygularımızı.
HALDUN ÇUBUKÇU
Tersine ya da sapkın ayetler
Ülker ve Özdemir �nce
ÖZDEMİR İNCE
Yırtıyor fırtınasessizliği
2 A�USTOS 2013 CUMA4 Aydınlık KİTAP
Yazmak cesaret gerektirirMENEKŞE TOPRAK:
Menekşe Toprak’ın, 2007 yılında Yapı Kredi
Yayınları tarafından yayımlanan ilk öykü kitabı
“Valizdeki Mektup”un ardından, “Temmuz
Çocukları” da 2011 yılında aynı yayınevi ara-
cılığıyla okuyucuyla buluştu.
Bir ayağı Berlin’de bir ayağı İstanbul’da,
göçmen bir ailenin kızı olan yazarın öyküleri,
Kitaplık, Notos Öykü, Özgür Edebiyat gibi der-
gilerde ve Sel Yayınları’nın 2008 antolojileri
“Kadın Öykülerinde İstanbul” ile “Kadın Öy-
külerinde Ankara” adlı kitaplarında yayım-
landı. Biz de güçlü öyküler vaat eden yazarı-
mızla gelecek planları, yaşamı ve kitapları üze-
rine konuştuk.
Kayseri doğumlusunuz. İlköğreniminizeorada başladınız fakat 9 yaşınızdayken Al-manya’da çalışmakta olan ailenizin yanınagittiniz. O yılları nasıl anımsıyorsunuz?�� İlk yıllar kolay değildi elbet. Almanca bil-
mediğim için ilk yıl iki dilli bir Türk sınıfında
öğrenim gördüm. Annem babam tüm gün ça-
lışıyorlardı. Bundan dolayı Türkçeyle bağ-
lantım çok sınırlıydı. Türk medyası yoktu.
Kendimi çok yalnız hissediyor, Türkiye’yi
çok özlüyordum. Bu özlem, okula
gidip geldiğim yol üzerindeki
bir kitapçı dükkânını ve ki-
tapları keşfetmemi sağladı.
Kitaplarla yalnızlık duygu-
sundan böylece bir ölçüde
kurtuldum. Kitaplar bir
boşluğu doldurmuştu ama
çok cazip bir dünyanın ka-
pısını da aralamıştı bana.
Köln’de altı yıl kaldıktansonra Türkiye’ye döndünüz.Neden?
� � 1984-85’ten itibaren Türklerin
ülkelerine dönmelerini özendirmek
için bir teşvik programı uygulanıyordu. Ailem,
Ankara’da üniversiteye giden abimin ve tey-
zelerimin yanına dönersem daha iyi eğitim ala-
bileceğimi düşündü. Ankara’ya geldiğimde
Orhan Kemal, Yaşar Kemal gibi yazarları ve
bazı yabancı klasikleri okumuştum. Bu oku-
ma birikimim sayesinde dil yönünden hemen
hiç zorluk çekmedim Ankara’da.
Yazmak, yazar olmak düşüncesi nasıl doğdu?
�� Okuma birikimlerimin doğal sonucu olsa ge-
rek. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fa-
kültesi İşletme Bölümü’nü kazandım fakat pek
istediğim bir bölüm değildi bu. Sanırım bun-
dan dolayı epey mutsuz bir yükseköğrenim dö-
nemi geçirdim. Mezuniyetten sonra bir ban-
kanın uzman yetiştiren bankacılık yüksek-
okulunu kazandım. Almancayı, İngilizceyi iyi
bilmemden dolayı
aynı bankanın Berlin
şubesine atandım.
Üniversite yıllarımda
yabancı edebiyata yö-
nelmişken Berlin’de yine
Türk edebiyatından yapıt-
lar okumaya yöneldim. Üni-
versiteyi bitirdiğim yıllarda baş-
layan yazma isteği Berlin’de ciddi cid-
di eyleme döküldü.
Berlin’de üç yıla yakın görev yapmışsınız. Birsüre de Varşova’da bir kitap kulübünde ça-lışmışsınız. Bu çalışmanızın öykücülüğünüzekatkısı oldu mu?
�� Yaptığım işlerden değil de Ankara’dan, bil-
diğim çevreden uzaklaşmak her şeyden önce
bana kendime dönmeyi öğretti. Bu, zihinsel ve
duygusal olarak özgürleşmemi de beraberin-
de getirdi. Bana göre yazmak ve yazılanları ya-
yımlatmak cesur olmayı gerektiriyor. Şimdi-
lerde yeniden Sevgi Soysal’ı, Leyla Erbil’i
okuyorum mesela ve onların cesaretleri kar-
şısında şaşkına dönüyorum. Sevgi Soysal’ın
“Yürümek” gibi bir romanını bugün kaçımız
(onun dil becerisini bir kenara koyarak söy-
lüyorum elbette) cesaret edip yazabilir acaba?
ALMANLAR VE KURALLARI
2002 yılından bu yana radyo gazeteciliği yapı-yorsunuz. Bu çalışmalarınızın öykücülüğünüzekatkısı oldu mu?
�� Radyoculuk, dil, anlatı ve ses aracılığıyla gör-
seli yaratmaya dayalı bir medyum. Bu yönüyle
edebiyata yakın bir yerde durur. Radyoculuğu
ben Almanların katı kuralları eşliğinde öğrendim.
Saniyelerin bile önemli olduğu, az ve öz söz söy-
lemenizi şart koşan kurallardır bunlar. Sanırım
radyoculukla karmaşık çalışan aklımı biraz hizaya
getirdim. Bir de bu iş insanlarla konuşmaya, on-
ların hikâyelerini dinlemeye yöneltti beni. Ör-
neğin bir radyo programı için Berlin’de İkinci
Dünya Savaşı’ndan kalma bir sığınağa inmiştim
ve buradan “Valizdeki Mektup” adlı öyküm doğ-
du. Yine ilk kitabımdaki “Ah Şarap İçerken Bir
de Gazete Okusam” adlı öykümde elli yaşından
sonra okuma yazma öğrenmiş ve özgürlüğünü
keşfedebilmiş bir kadını anlatıyorum. Buna
benzer bir kadını ben bir radyo röportajı aracı-
lığıyla tanıdım.
2007’de yayımlanan “Valizdeki Mektup” adlı ilkkitabınızdaki öykülerde özyaşamöyküsel yan-sımalar var mı?
�� Kısmen. Ama özyaşamöyküsel öğeler hem
BEYAZIT KAHRAMAN
BenGezi direni�is�ras�nda her
�eyden önce nedenbu ülkeyi sevdi�imi ve
buradanvazgeçemedi�imi
anlad�m
2 A�USTOS 2013 CUMA 5Aydınlık KİTAP
çok genel çizgilerle hem de satır araların-
da saklıdır. Öyküde kurguya önem verdiğim
için kişiselmiş gibi görünen pek çok şey kur-
guyla deformasyona uğramış ya da başka bir
öyküye dönüşmüştür. Elbette beni meşgul
eden, meselesi olan öyküler yazabiliyo-
rum. Dünyayla, kendisiyle barışık ve mut-
lu biri niye yazsın ki?
İkinci öykü kitabınız “Hangi Dildedir Aşk”2009’da yayımlandı. Öykücülüğünüzde veanlatımınızda değişiklik oldu mu?
�� Şimdi geriye dönüp baktığımda bu kita-
bın özellikle ilk iki öyküsünün romana
geçişi işaret ettiğini görüyorum. Uzun ve
kahramanlarının birbirlerine dokunduğu öy-
küler bunlar. Öykü kişilerinin iç dünyaları-
na daha fazla nüfuz ediyor ve ruh hallerin-
den yola çıkarak bir atmosfere ulaşmaya ça-
lışıyorum bu kitapta. Bunlar aynı zaman-
da İstanbul ve Berlin öyküleri. İlk kitabım-
da ise öykü kişilerim Berlin, Viyana, Ankara,
Kayseri, İstanbul gibi kentlerde ve ıssız
Anadolu köylerinde dolaşıyorlardı. Sanırım
Sel Yayıncılık’ın Kadın öykülerinde kentler,
Doğu ve Avrupa konulu altı seçkisinin dör-
dünde benim yeni öykülerime de yer vermesi
bu ilk kitabımdan kaynaklanıyor.
ANKARA DAKAHRAMANLARDAN B�R�
2011’de yayımlanan “Temmuz Çocukları” ileöyküden romana geçtiniz. “Cep telefonları-nın ve internetin yeni yeni yaygınlaşmaya baş-ladığı bir zamanda…” diye başladığınıza göre90’lı yıllarda geçiyor anlattıklarınız. Vurgu-lamak istedikleriniz nelerdi?
�� “Temmuz Çocukları” göç dolayısıyla
anne babasından uzakta, akrabalar yanın-
da yetişmiş Aysu’nun ve ailesinin hikâyesi.
Göçün birey üzerindeki travma ve travmayla
baş etmenin hikâyesi biraz da. Doksanlı yıl-
ların son çeyreğinde, yirmi dört saatlik bir
zaman diliminde geçer “Temmuz Çocuk-
ları”. Bu, yeni bir dönemin yani bilişim ça-
ğına girişimizin başlangıcı da aynı zaman-
da. Aslında roman göçmen bir ailenin hi-
kâyesi gibi görünse de değişen yaşam ko-
şulları karşısında kadınların tutunma ve mut-
luluğu arama çabası üzerine. 90’lı yıllarda
hızla değişen Ankara da romanın önemli
kahramanlarından biri.
Yapıtlarınıza yabancılardan ilgi var mı?
�� Öykülerim Almanca, İngilizce ve Fran-
sızcaya çevrildi. “Temmuz Çocukları” ro-
manını İtalya, İsveç, Norveç gibi ülkelerin ya-
yınevleri değerlendiriyor şu sıralar.
Geçen yıl “Valizdeki Mektup” adlı öykümü
ilk kez Alman okurlar karşısında okudum ve
çok ilginç tepkilerle karşılaştım. “Valizdeki
Mektup” İkinci Dünya Savaşı’nın sonların-
da Rus askerlerinden kaçmak için aylarca bir
çatı arasında saklanmış olan bir Alman ka-
dınla genç bir Türk kadının hikâyesini bu-
luşturuyor. Ben öyküyü okuyup bitirdikten
sonra yaşlı bir Alman kadın “Ama siz bizi an-
latmışsınız. Türkiye’de okurlar bunu anla-
yabildi mi?” gibi bir soru yöneltmişti. Tabii
böyle bir soru, kadının Türkiye’ye sığ bakı-
şından ve buradaki okuru küçümseyişinden
başka bir şey değildi benim gözümde.
YETER�NCE TANINIYOR MUYUZ?
Yeni çalışmalarınız var mı?
�� Yeni bir roman bitirdim. Demleniyor. Bi-
raz uzaklaştıktan sonra eleştirel bir gözle bir
kez daha okuyacağım metni. Uluslararası bir
şirkette çalışmış olup İstanbul’a gelen ve bu-
rada unutmaya çalıştığı geçmişini aramaya ko-
yulan ancak kentsel dönüşüm nedeniyle bu geç-
mişe ulaşamayan bir kadının hikâyesi.
Avrupa’da Türk edebiyatına ilgi var mı? Ba-tılılar Türk edebiyatını ne kadar tanıyorlar?
�� 2006’da Nobel Edebiyat Ödülü’nün bir Türk
yazara verilmesi, Avrupalıların Türk edebi-
yatına ilgisini arttırdı elbette. Bugün Türki-
ye’deki edebiyat ajanları, yazarların kendi
özel çabaları ve Kültür Bakanlığı’nın çeviri des-
tek fonu Teda aracılığıyla, özellikle popüler ro-
manlar, polisiyeler çevriliyor. Ama bunlar -çok
iyi bildiğim Almanya’dan yola çıkarak söylü-
yorum- hangi köklü yayınevleri tarafından ba-
sılıyor, edebiyat eleştirisi tarafından ne kadar
ciddiye alınıyor? Önemli olan bu. Bana göre
Füruzan’ın öyküleri, Leylâ Erbil, Sevgi Soysal
gibi yazarlar Batı dillerine henüz doğru dürüst
çevrilmemiş, birtakım projeler kapsamında çev-
rilmiş olan Ahmet Hamdi Tanpınar ya da Yu-
suf Atılgan gibi yazarlar da edebiyat eleştir-
menleri tarafından doğru dürüst okunmamış
ve değerlendirilmemişse, Türk edebiyatı Ba-
tı’da gereğince tanınmıyor demektir. Sadece
bu yıl Sait Faik’in seçme öyküleri köklü bir Al-
man yayınevince çevrildi ve Sait Faik ilk kez
Kafka, Edgar Allan Poe gibi dünya edebiyat-
çılarıyla karşılaştırıldı.
Haziran 2013’te Gezi Parkı Direnişini siz deyaşadınız ve gözlemlediniz. Nasıl değerlen-diriyorsunuz bu toplumsal olayları?
�� Ben Ankara’da sol, muhalif bir kültürün
içinde yetiştim. Ama çok sessiz ve içe kapa-
nık bir muhaliflikti bu. Siyasi örgütlere me-
safeli bakardım. Belki 1 Mayıs ya da 2 Tem-
muz gösterilerine katılmışımdır ama hep
sessizce yürür, ağzıma tek bir slogan bile
alamazdım. Bu belki de benim kuşağımın
temel özelliğiydi. Fakat Gezi Parkı direnişi
bu sessizliği, utangaçlığı bütünüyle yıkıyor-
du. Sokaklara dökülmüş, akın akın Tak-
sim’e giden gençleri ilk gördüğümde öyle
şaşırdım ki. O bizim tüketime, eğlenceye
kaptırdığımızı zannettiğimiz gençlik sonun-
da patlamış, benim kuşağımın cılız muhalif
sesini alabildiğine bastıran bir güçle haykıra-
rak Gezi’ye inmişti. Ben Gezi direnişi sıra-
sında her şeyden önce neden bu ülkeyi sev-
diğimi ve buradan vazgeçemediğimi anla-
dım. Üstelik direnişin tam ortasındaydım
çünkü yıllardır ağırlıklı olarak edebiyat ve
kültür programlarından sorumlu olduğum
Almanya’daki Türkçe radyo kanalı için bir
günden ötekine bir savaş muhabiri gibi ça-
lışmaya başlamıştım. Gaz yiyor, polisin sınır
tanımayan müdahalesine tanık oluyordum.
Öte yandan Gezi, bize aslında çok önemli
başka bir şeyi daha öğretti: Biz bu ülkenin
nasıl yönetildiğini ve nereye doğru gittiğini,
ana akım medyanın bize her gün nasıl da
kralın çıplak olmadığına inandırmış olduğu-
nu öğrendik. Yani medyayı ve ülke yöneti-
mini en çıplak haliyle gördük. Ben Gezi di-
renişiyle birlikte ve sonrasında artan baskı-
lara rağmen artık hiçbir şeyin eskisi gibi ol-
mayacağına inananlardanım. Edebiyatta
bile yeni bir dil, yeni bir insan tipi yazma
arayışına gireceğimize eminim.
Beyaz�t Kahraman, Menek�e Toprak ileBeyaz�t Kahraman, Menek�e Toprak ile
2 A�USTOS 2013 CUMA6 Aydınlık KİTAP
Edebiyat tarihimizde sayıları az olmakla be-
raber, bilim kurgu türünde, türle yakın ilişkide,
türe öykünerek veya türü takip eden eserler
de mevcuttur. Günümüzde de sayıları ve yer-
li üretimi yetersiz miktarda bulunan bu türün
durumu üzerine çok sayıda söz söylenmiş ve
söylenmektedir. Bilimin yeterince üretile-
mediği bir ülkede bilim kurgu edebiyatından
da söz edilemeyeceğini savunan tezlerin ya-
nında, okur merkezli, okurun eğiliminin de
yetersiz kaldığından yakınan tezler, açmazda
bulunulan taklitçilik ve yazılı edebiyatımızın
aslında her alanında bulunan yeni metinler
üretememe-kendine ait tür ve alt tür oluştu-
ramama tezleri de bulunmaktadır. Bilim
kurgu söz konusu olduğunda süreli yayınla-
rıyla köklü bir geleneğimizin olmayışı yine sı-
ralanan nedenler arasındadır. Yazarlar açı-
sından çeviri edebiyatı ile kuşatılmış olmaya
dair suçlamalar bilim kurgu edebiyatımızın
çevresine zaman zaman yerleştirirken, oku-
ra yönelik Türk yazarının bi-
lim kurgu üretmedeki yeti-
sine duyduğu güvensizlik şi-
kâyetleri de yer bulmaktadır.
Eksikliklerden şikâyet etmek
elbette kolaydır. Diğer yan-
dan öteleme ve görmezden
gelmek, sorunlara yenilerini
eklemektedir. Yıllar boyunca
edebiyat araştırmalarında da
göz ardı edilen ve hakkında ya-
zılı kaynaklara kolayca ulaşıla-
mayan bilim kurgu edebiyatı ta-
rihimizin, geçmişinden bugünü-
ne karşılaştırma ve inceleme yap-
mak, aynı zamanda türle ilgili so-
runlarımızı analiz etme ve çözme
yolunda da yardımcı olacaktır.
FENN� EDEB�YATSeda Uyanık’ın İletişim Yayınları’ndan çı-
kan kitabı “Osmanlı Bilim Kurgusu: Fenni
Edebiyat,” hem göz ardı edilen bir konuyu
derli toplu şekilde yüzeye çıkarıyor hem de
sorunların temeline dönüşü sağlayarak, de-
vamı gelebilecek, önü yıllardır tıkanmış ve tı-
kanmakta olan araştırma ve çalışmalara ön-
cülük ediyor –ki yazar da bir devamı “Sonuç”
kısmında müjdelemekte. 19. yüzyılın ikinci ya-
rısı ve erken 20. yüzyılda Osmanlı’da bir bi-
lim kurgudan bahsedip bahsedemeyeceğimizi,
tür ayrımının neresinde bulunduklarını, me-
tinlerin fenni ve siyasi içerikleriyle birlikte, ya-
zıldıkları dönemin koşullarını, metin merkezli
ve karşılaştırmalı olarak ele alıyor. Araştır-
manın merkezinde karşılaştırmalı olarak,
Molla Davudzade Mustafa Nâzım’ın “Rüyada
Terakki ve Medeniyet-i İslamiyye-i Rü’yet”
(1913), Celal Nuri’nin “Tarih-i İstikbâl”
(1913), Yahya Kemal’in “Çamlar Altında Mu-
hasebe” (1913), Rûşeni Barkın’ın “Rûşeni’nin
Rüyası–Müslümanların ‘Megali İdeası’ Gaye-
i Hayâliyesi” (1914), Abdülhak Hâmid’in “Ar-
zîler” (1925) ve Behlül Dânâ’nın “Makineli
Kafa” (1927) eserleri bulunuyor. Bunların yanı
sıra fenni öğelerin yansıdığı başka metinler-
den örnekler de karşımıza çıkıyor.
Yazarın, özellikle tür ayrımına yö-
nelik ortaya koyduğu düşünceler
önem taşıyor. Elbette, bilim kur-
gunun hangi tarihten itibaren ke-
sin olarak ele alınması gerektiği-
ne dair oldukça fazla sayıda tez ve
tartışma mevcuttur. H. G. Wells,
Jules Verne, Mary Shelley, Joh-
annes Kepler’e kadar uzanan
bir proto-bilim kurgu tartışma-
sı süregelmektedir. Hatta Na-
bokov’un Shakespeare’in “Fır-
tına” oyununun bilim kurgu ola-
rak adlandırılabileceğini belirt-
mesine kadar daha yüzlerce gö-
rüş mevcuttur. Diğer yandan
kitapta ele alınan metinler ütopya öğelerini
de içermekte ve ütopyaya benzerlik göster-
mektedir. Fakat distopyaların aksine, ütop-
yaların çok azı bilim kurgu olarak kabul
edilebilir. Yazıldıkları dönemin bilimsel ger-
çekliklerinden, kuşkuculuğa, insani meraktan,
sınır ve kimlik arayışına kadar daha onlarca
faktör bir eserin bilim kurgu eseri olup ol-
madığına dair inceleme gerektirmektedir. Kar-
şılaştırmalı olarak tezleri sunan yazarın, bah-
si geçen metinler için “fenni edebiyat” kav-
ramını kullanması, bu eserlerin içlerinde
fenni öğeleri barındıran fakat farklı ele alın-
ması gereken metinler olduğuna dair izleni-
me yardımcı oluyor ve aynı zamanda ilerideki
araştırmalar için en azından isimlendirme ve
kavram karmaşalarına karşın bir çözüm su-
nuyor. Yazar, H. G. Wells ve özellikle Jules
Verne’in Osmanlı döneminde takip edilme-
sine değinerek, yazarlar üzerinde oluşturdu-
ğu etkilerden de bahsediyor. Ancak, Jules Ver-
ne’in yazarlar üzerindeki etkisinin kuvvetine
dair hala şüphelerim bulunmakta. Yazarın,
mevzu edilen dönem için sunduğu tercüme
edilmiş Verne kitapları listesinde de rahatlıkla
görülebileceği üzere, Jules Verne ister proto-
bilim kurgu, ister bilim kurgunun babası
olarak adlandırılsın, sadece bilim kurgu ya-
zan bir yazar olarak incelenmemelidir. Ma-
cera ve keşif, eserlerinde büyük hacim kap-
lar. İncelenen yerli metinlerin aksine, siyasi
katman kısmen var olmakla birlikte çoğu za-
man belirsizdir. Jules Verne, eserlerinin bi-
limsel olarak okunmaması gerektiğini, bir bi-
lim adamı olmadığını ve yazarken herhangi
bir şekilde karşılaştığı bilimsel makalelerin de
pek çok şeyle beraber aklına geldiğini defa-
larca tekrarlar. Şöyle der; “Balonla Beş Haf-
ta’yı, balonlar hakkında bir hikâye anlatmak
için değil, Afrika hakkında bir öykü anlatmak
için yazdım. Coğrafya ve seyahatle her zaman
ilgiliydim ve Afrika’yı romantik bir şekilde an-
latmak istedim. Balonlar burada devreye
girdi.”
RÜYAYA SAKLANAN ÖNGÖRÜYazar, dönemin koşullarında Batının
teknolojisine duyulan hayranlık, merak ve tek-
nolojide geri kalmışlığın metinlere nasıl yan-
sıdığına dair tezleri de gözler önüne seriyor.
Bu nedenle, yazarlar üzerinde, Jules Verne’in
eserlerindeki belirli teknolojik öğelerin yanı
sıra, yazarın kusursuz şekilde ifade ettiği, Ba-
tının teknolojisine ve bilimine duyulan hay-
ranlığın yanında Balkan harbinin yarattığı et-
kiler sonucu anlamı ve adı konulamamış, iç-
selleştirilmiş bir korkunun varlığından da söz
edilmelidir. Mevzubahis eserlerde, bu duru-
ma siyasi bir bakış söz konusudur. Elbette, Os-
manlı dönemi ele alındığında dinin bu me-
tinlerin oluşmasında nasıl bir etki oluşturduğu
da göz ardı edilmemelidir. Avrupa’nın tek-
nolojisine duyulan, hayranlık ve merak -ki bu
merakı kitapta örnekleri de sergilenen Resimli
Gazete’den örneklerde de duyumsanabileceği
şekilde, kulaktan kulağa yayılan, hayal gücü
ve kuşkunun birleşiminden oluşma efsanelerle
de perçinlenmiştir- diğer yanda ise Batının ya-
şam tarzı ve Osmanlı örfleriyle uyuşmazlığı-
na dair reddedişlerle de karşılaşılmaktadır. Av-
rupa’nın emperyalizmin merkezindeki bir ülke
olarak reddedildiği, Osmanlı’yı gelecekte
modernliğin merkezinde tasvir eden metin-
ler olduğu gibi, Avrupa’yı modernleşme kap-
samında örnek alınabilecek şekilde de de-
ğerlendirilmektedir. Metinlerdeki en belirgin
ortak yön, bilim ve teknolojide geri kalmış-
lığa karşı serzeniş ve geleceğin ancak bu tek-
noloji ve bilimle şekillenebileceğine dair du-
yulan inançtır. Teknolojinin, yalnızlaştırma ve
hiçleştirmeye götürdüğüne yönelik metinler
de bulunmaktadır. Bir başka etken olarak, Os-
manlı’nın son dönemlerinde sürekli daha par-
lak ve güçlü bir geçmişe bakarak, üstüne ko-
yamama alışkanlığının izlerine de metinler-
de karşılaşılmaktadır. Aynı bakış açısı, tarihin
her döneminde, farklı ülkeler tarafından
tekrarlanmaktadır. Göz ardı edilmemelidir ki
geçmişin gölgesine sığınan ufak varlıklar,
gölge yer değiştirdiğinde küçüklükleriyle
yüzleşmek zorunda kalacaklardır. Kitapta da
yer aldığı üzere Şemsettin Sami’nin Namık
Kemal’e karşın şu görüşü dikkate değerdir:
“İbn-i Sina’nın tıbbıyla sıtmayı bile kesmeğe
muktedir olamayacağımız gibi Cahiz’in kim-
yasıyla ve İbn Rüşd’ün hikmetiyle ne demir-
yolu lokomotifiyle vapuru yürütebiliriz ne tel-
graf kullanabiliriz.” Gelişim ve üstüne koymak
bilimin kaçınılmazıdır. Aynı şekilde bilim kur-
gu edebiyatının da kaçınılmazı olduğunu
söylememiz tuhaf değildir.
Kitapta, konu edilen eserlerdeki fenni
öğelerden örneklemeler de yer tutuyor. Bina,
yapı ve nasıl çalıştığı açıklanan icatlar oldukça
ilgi çekici ve dönemin geleceğe nasıl baktığı
hakkında ipuçlarını barındırıyor. Ayrıca
“rüya” kavramının neden kullanıldığı üzeri-
ne de ikincil okumaların değerli olacağı ka-
nısındayım. Teknolojinin yanında sosyal ya-
şantının gelecekte nasıl olacağına dair çıka-
rımlar, dönemin aydınları arasındaki karşıt tez-
lerin yanı sıra, bulunduğu dönem itibarı ile
yeni fikirleri sunmanın gerektirdiği cesaret
hakkında da bilgilendiricidir. Bilimin günü-
müzde de karşılaştığı, artık fiziki olmasa da
iç dünyaya çekilip verebileceği hasarı vermeye
devam eden engizisyon benzeri bir din kor-
kusunun varlığından söz etmemiz mümkün-
dür. Kitapta eksikliğini duyduğum tek şey, me-
tinlerin yansıyan yüzleriydi; yani, okur. Gü-
nümüzdeki benzerlik vesilesiyle tahmin yü-
rütmek zor olmasa da dönemin yerli fenni
eserlerinin okur tarafından nasıl karşılandı-
ğına dair tam bir kavrayışa sahip olamıyoruz.
Molla Davudzade Mustafa Nazım’ın, ro-
manının sonunda eğer bu kitaba rağbet olur-
sa ikinci ve üçüncü ciltleri yazarak serüveni
devam ettireceğini dile getirmesi ve ardından
eserin sadece tek ciltte kalması, kısmen be-
lirleyici fakat kesinlik kazandırmayan bir
ipucudur.
Ötekileştirilen, göz ardı edilen bir türe ait
edebiyat tarihimize, kapsamlı bakış açısı ve
araştırmasıyla ışık tutan Seda Uyanık’ın ki-
tabını kaçırmamanızı tavsiye ederim.
Haftaya görüşmek dileğiyle…
Osmanlı’da bilim kurguBABİL BALIĞI
M. SALİH [email protected]
Osmanl� Bilim Kurgusu:
Fenni Edebiyat, Seda
Uyan�k, �leti�im
Yay�nlar�, 237 s.
5 Ağustos, 8 Nisan ve 12 Aralık Silivri bu-
luşmaları bana Şilili ozan Neruda’nın ya-
şamından bir kesiti anımsattı. Türk oku-
ru Neruda’yı, “Buğdayın Türküsü” adlı
“Halkım ben, parmakla sayılmayan, Se-
simde pırıl pırıl bir güç var” diye başlayan
“Biz halkız, yeniden doğarız ölümler-
de…” dizesiyle biten şiiriyle tanımış ve sev-
mişti. Neruda, günümüzde dünyanın en
büyük şairlerden biri olarak kabul ediliyor.
Neruda, “Yaşadığımı İtiraf Ediyo-
rum” adlı kitabında anlatır: Avrupa’da sür-
gün bir yaşam sürdürürken, 1952’de İtal-
ya’ya geçer ama Şili Hükümeti’nin talebiyle
oradan sınır dışı edilmek istenir. Polis gö-
zetiminde tren yolculuğuyla İtalya’dan
çıkarılacaktır. Roma İstasyonu’nda ak-
tarma yapmak üzere trenden indiğinde
aralarında sanatçılar, yazarlar, milletve-
killeri bulunan büyük bir kitle tarafından
karşılanır. Bağırıp çağırmalar, itişip kal-
kışmalar arasında çiçek buketleri başların
üstünden uçmaya başlar. Halk onu polisin
elinden alır. Bu coşkulu tepki karşısında,
yarım saat içinde İtalya’da serbestçe kal-
masına, izin çıkar.
Neruda, halk ozanıydı, halkı için ve hal-
kın anlayacağı dilde yazdı ama aynı za-
manda dünya çapında tanınıp sevilmeyi de
başardı. Kendini şöyle tanıtıyor: “Taşra-
lıyım, madenciyim. Kasabalarda, köyler-
de, şarkı evlerinde, nerede olursa olsun şi-
irlerimi okurum. Şiirlerimi Patagonya’da
koyun kırpıcılarına bile okudum.” Neru-
da, konsolos, şair ve sürgün olarak birçok
ülkede bulunuyor. 1951 yılında Mosko-
va’da Nâzım Hikmet’le görüştüğünde
ona: “Sen hepimiz için türküler söyledin,
kardeşim” diyor. İspanya İç Savaşı’nda
Cumhuriyetçilerin safında yer alıyor. “Yü-
rekteki İspanya” şiirini barikatların arka-
sında, boğuşmaların ortasında yazıyor.
Mücadele günlerinde aldığı kararı uygu-
layarak 5 Temmuz 1945’te Şili Komünist
Partisi’ne giriyor.
1970’de Allende’nin Şili Cumhurbaş-
kanı olduğu seçimde Pablo Neruda da tüm
ülkeyi dolaşarak Allende’nin kazanması
için olağanüstü bir çaba harcar. Kazanılan,
dünyada ilk kez halkın oyuyla gerçekleşen,
Şili’ye özgü bir devrimdir. Ama düşman
onu yıkmak için pusudadır.
Seçim öncesinde Neruda’nın partisi-
nin de aralarında olduğu 6-7 parti bir halk
cephesi kurmuşlardır. Partisi önce Ne-
ruda’yı cumhurbaşkanlığı için aday gös-
termiş ama Allende’nin kazanma şansı-
nın daha yüksek olduğu görülerek onun
adaylığı geri çekilmiştir. Pablo Neruda,
1971’de Paris Büyükelçiliğine atanır ve
aynı yıl Nobel Ödülü de ona verilir. Al-
lende, Şili bakır madenlerini milleştirir.
Bu gelişmeden sonra Allende ile Ame-
rikan şirketleri arasındaki savaş kızışır.
Neruda, Şili’ye döner. 11 Eylül 1973’te,
Amerikancı Pinochet’in askerleri darbe
yapar. Faşistlere karşı yiğitçe direnen
Allende öldürülür. Neruda’nın evi bası-
lır, kurşunlanır, kitapları yakılır. Zaten
hasta olan Neruda ağırlaşır, 18 Eylül’de
hastaneye kaldırılır ve 23 Eylül 1973’te
ölür. Benzerlerini bugün bizim de yaşa-
dığımız bir ikiyüzlülükle, onun bu acı ölü-
münde en büyük paya sahip olan Pinoc-
het, ülkede üç gün yas ilan eder.
FEYZİYE ÖZBERK
7Aydınlık KİTAP
5 AĞUSTOS SİLİVRİ BULUŞMASI VE
Pablo Neruda’danbir anı
“Halkım ben, parmakla sayılmayanSesimde pırıl pırıl bir güç varKaranlıkta boy atmayaSessizliği aşmaya yarayanÖlü, yiğit, gölge, buz, ne varsa,Tohuma dururlar yenidenVe hâlâ halk toprağa gömülüTohuma durur bir yerdeBuğday nasıl filizini sürer deÇıkarsa toprağın üstüneGüzelim kırmızı elleriyleSessizliği burgu gibi deler deBiz halkız, yeniden doğarızölümlerde…”
Buğdayın Türküsü
P. Neruda
2 A�USTOS 2013 CUMA8 Aydınlık KİTAP
Sait Faik. Evet, Sait Faik. Acaba ka-
çımız bu satırı okurken Sait Faik’in ismi-
ni yanlış seslendirdik zihinlerimizde. Böy-
le söylüyorum; çünkü en çok yanlış te-
laffuz kurbanı olan isimlerden birinin Sait
Faik olduğunu duyuyorum. İlk “a” kısa,
ikincisi uzun olmalı. Bu kadar. Aslında çok
basit. Ama güzel. Ama özgün. Ama çok
sade. O sadelikle ki, ilkin çabukça, ikin-
cide derinlikle okumalı ismi. Tıpkı kişinin
kendisi gibi. İnce, uzun, derince...
İncedir Sait Faik’in uzun parmakları-
na sıkıştırdığı sigarası, derincedir o siga-
ra kağıdına sardığı tütünün dumanı. Zira
büyüktür hatırası. Bazen tüccarı anlatır
Sait Faik, bazen köylüyü, bazense bir ba-
karsınız, sigaranın kağıdında siz sarılısı-
nız. Uzanırsınız üstadın dudaklarına, sizi
muhabbet içinde öyle nazikçe çeker ki içi-
ne, mürekkepli kağıda duman zarafetin-
de üflerken sizi, Sait Faik’teki samimiye-
tin nereden geldiğini hissedersiniz.
Sizdir Sait Faik, bizdir; hatta siz de biz-
dir. O yüzdendir ki, Sait Faik’i sevmek faz-
la bir şey gerektirmez. Kendini seven, iyi-
yi seven Sait Faik’i de sever...
Sait Faik, yummasaydı gözlerini ebe-
de, elli dokuz sene evvelden, bu yazdık-
larımı okuyunca şüphe duyardı inceden.
“Öyle şeyler söylüyordu ki, samimi olup
olmadığını anlayabilmek zordu. Söyle-
dikleri samimiyse onun hesabına, değil-
se benim hesabıma dikkatli bulunmak la-
zım geliyordu. Öyle ya, ya alay ediyorsa...
Cepheyi ona göre alır, bir fırsatını bulup
tüymek hayırlı olur... Ama ciddiyse bu sa-
mimiyeti çocukluğa, toyluğa vermeli. Na-
sıl olsa bir gün kafasında senin için daha
çok histen doğan hayranlık duygusu sili-
nip gidecektir. Bu hayranlığa da fazla gü-
venmeye gelmez. Sürüp gitmesi onun
için de, benim için de iyi bir şey ya.
Onun için şüpheliyim. İkimizin de uzun
uzun yerimizde saydığımıza bir işaret ol-
maz mı?” derdi, tıpkı “Eftalikus’un Kah-
vesi” hikâyesindeki genç için dedikleri
gibi.
‘B�Z�M H�KÂYE ANLAYI�IMIZ DABÖYLE EFEND�M’
Sait Faik’in “Alemdağ’da Var Bir Yı-
lan” kitabına koyduğu “Eftalikus’un Kah-
vesi” hikâyesi adeta yazarın hayatının, ha-
yata bakışının ve davranışının özütü gi-
bidir. Hikâyede, yanına bir genç yaklaşır.
Genç, yazına meraklı-
dır. Eleştirmen olmak
istemektedir. Sait Fa-
ik’e övgü dolu sözler
söyler. Bunları da sa-
mimiyetiyle, büyük hay-
ranlığıyla söyler. Ancak
Sait Faik öyle müteva-
zıdır ki, asla şişip bö-
bürlenmez; aksine, aca-
ba benimle alay mı edi-
yor, diye düşünür. Bir
yandan da kafasında
-belki de hiç kaybolma-
yan- pusu vardır. O pus,
sürekli bir hikâyenin içi-
ne çeker üstadı. Bazen-
se masalsı bir lezzete
götürür Sait Faik’in zih-
nini ve hayal mi, gerçek
mi, bilemediği diyarla-
rın mürekkebine ban-
dırır kalemini. Genç,
sorular sorar ustaya,
“Hikâyelerinizi nasıl ya-
zarsınız?” der. Sait Fa-
ik’se gence puslarının
arasından, “bilmem”
der. Üstadın puslu ger-
çekliğine görme özürlü
bir adamın yürüyüşü
girmiştir o arada. Genç
övgü dolu sözler söyle-
yedursun, Sait Faik’in
aklı hep kördedir. Bize
basit bir sezgiyle yapıyor
gibi görünen işlerini
acaba nasıl yapıyor, me-
sela şu an durduğu dük-
kanın önünde olduğuna
nasıl emin oldu, dük-
kanın içinde olduğunu düşünerek ses-
lendiği adam yanına geldiğinde ona saa-
ti nasıl söyledi... Pek çok soru dönerken
zihninde ve bir çocuk şaşkınlığıyla izler-
ken olanları, genç adam sorularına devam
eder. Sait Faik kör adamın durumundan
bahsedince, genç de köre yönelir. Soru-
larını da kör üzerinden yöneltir. Usta, gen-
ci sözleriyle yarım yamalak yanıtlarken,
aslında gence eylemiyle çok net cevaplar
vermektedir. Zira Sait Faik böyledir, iz-
ler, merak eder, düşünür, çözer, yazar... Bu
hikâyede de böyle olur. Oturdukları kah-
venin ismi hikâyenin ismi olur. Sait Faik’in
hem mütevazı hem özgün duruşunun al-
tındaki dimdik kaya ise hikâyenin sonu-
na dev bir nokta olarak konur:
“İşte hikâyelerimi nasıl yazdığımı şim-
dilik merak eden dostum, yarın incir çe-
kirdeğini doldurmayacak mevzuları yazan
bir hikâyecinin iyi bir hikâyeci olmadığı-
nı yazacağına göre, bilmem hikâyem oldu
mu? Olmadıysa ne yapalım? Bizim hikâye
anlayışımız da böyle efendim.”
Sait Faik yazıda yaşayanlardandır.
Öyle ki, o hem her şeyi yazı için yaşar ade-
ta hem de her yazısına kendini koyar. Bel-
ki de mahkumdur buna. Zira başka hiç-
bir işte dikiş tutturamadığı anlatılır. Kısa
bir süre Halıcıoğlu Ermeni Yetim Mek-
tebi’nde Türkçe öğretmenliği yapar. Son-
ra o işi bırakır. Kim bilir, belki de bırakı-
şı, “Ben Ne Yapayım?” öyküsünde geçen,
“Muallimlik yapamam. Kendim bir şey
bilmiyorum ki başkalarına öğreteyim”
fikrinde saklıdır... Ne büyük fikirdir o, bil-
mediğini bilme fikri, hem de ta Sokra-
tes’ten beri... Bir ara, babasının ısrarı üze-
rine tahıl tüccarlığı yapmaya kalkışır.
Sonu ticaret adına hazin, edebiyat adına
şen olur. Ve sadece yazıdan para kazan-
maya karar verir Sait Faik. Hikâyeler an-
latır, romanlar yazar, şiir söyler, röpor-
tajlar yapar ve bir de üstüne -Fransa’da
geçirdiği dört yılın hatrına olsa gerek- çe-
viri yapar. Ama en çok hikâye anlatır Sait
Faik.
ZAMANI UMURSAMAYANYAZAR
Ancak öykülerinde bir gariplik vardır.
1906’da doğup 1954’te ölen ve hâliyle ya-
zılarını bu arada yazan bir adam olan ya-
zarın öyküleri 2013 yılında okunurken bile
KAPAK
MURAT HATUNOĞ[email protected]
Zamandan taşan hikâyeciSAİT FAİK
Foto�raf: Ara Güler
adeta dün yazılmış gibi bir tat bırakır di-
mağda. Öyle tatlı, öyle akıcı, öyle sade bir
dildir onunki. Anlattıkları içtendir, içedir.
Öyle ki; insanın her zamanda, her yerde,
her ırkta aynı insan olduğunu hissettirir.
Bu yüzdendir ki, Sait Faik hikâyelerinin
her zamana ayak uyduran sihri onun
ölümünden elli dokuz sene sonra da aynı
gücüyle görevine devam etmektedir.
Tabii Sait Faik’in yaşadığı dönemde
ağır eleştirilere maruz kalmış olması,
hatta yer yer dışlanması da hiç şaşırtıcı ol-
mayan bir durumdur. Malum, alışılmışın
dışındaki güçlüler korkutur kolaya alışkın
korkakları. Ancak zafer yeninindir, güç-
lünündür, iyinindir. Sait Faik’in ölümünün
ardından, 1955 yılında verilmeye başlayan
“Sait Faik Hikâye Armağanı”nın hâlen
devam etmesi ve en uzun soluklu öykü ya-
rışması ünvanını taşıması bu yüzdendir.
Bu yarışmayı Darüşşafaka Cemiyeti
düzenler. Zira Darüşşafaka’nın “eğitim-
de fırsat eşitliği” cümlesiyle özetlediği mis-
yonuna önemli ölçüde destek verenlerden
biri de Sait Faik’tir.
1863 yılından bu yana faaliyet göste-
ren cemiyet, babası veya annesi hayatta ol-
mayan, maddi olanakları yetersiz, yete-
nekli çocukları dokuz yaşındayken ema-
net alıp üst düzey eğitim imkanı sağlar, bu-
nun yanı sıra, eğitim hayatlarının sonuna
kadar da giyim, barınma, yemek, kırtasi-
ye, sağlık gibi ihtiyaçlarını karşılar. Ga-
zeteci-yazar Ahmet Rasim, matematikçi
Salih Zeki, bestekâr Kazım Uz, yazar Aziz
Nesin, ressam Mahmut Cûda, Muhittin
Sebati, edebiyat eleştirmeni Berna Mo-
ran, edebiyatçı İsmail Sefa, veremle sa-
vaşın öncülerinden Prof. Dr. İhsan Rıfat
Sebar, Türkiye’nin ilk çocuk psikiyatrı
Prof. Dr. Rıdvan Cebiroğlu, müzisyen Re-
şat Aysu, tiyatro sanatçısı Tolga Aşkıner,
karikatürist Tekin Aral ve niceleri Da-
rüşşafaka’da eğitim almıştır...
TEL�F HAKLARIDARÜ��AFAKA’YA
Sait Faik, vefatından bir yıl önce, Fatih’te
bulunan Darüşşafaka Lisesi’nin düzenlediği
bir edebiyat matinesine katılır ve ardından
okulu dolaşır. Gördüklerinden o kadar et-
kilenir ki, annesi Makbule Abasıyanık’a ki-
taplarının telif hakkını ve mal varlıklarını
Darüşşafaka’ya bağışlamayı önerir. Anne-
si de bu arzuya uyarak yazarın vefatından
sonra, 1954 yılında düzenlediği vasiyetna-
me ile kitaplarının telif haklarını ve bazı gay-
rimenkulleri cemiyete bırakır. Bunun üze-
rine Darüşşafaka yazarın pek çok öyküsü-
nü kaleme aldığı evini müze olarak koru-
maya alır ve her yıl yazarın ölüm yıldönü-
mü olan 11 Mayıs’ta “Sait Faik Hikâye Ar-
mağanı”nı verir. Bu armağan 2012 yılı iti-
bariyle Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
iş birliğiyle verilmektedir.
Ayrıca, kısa bir süre önce, Türkiye İş
Bankası Kültür Yayınları’nın Sait Faik ki-
taplarının basım işlerini Yapı Kredi Ya-
yınları’ndan devraldığını ve Rûken Kızıler
editörlüğünde, eski basımlar karşılaştırıla-
rak ve okura oldukça yardımcı olan küçük
dipnotlarla sunulduğunu belirtmek gerekir.
SEV�ML� B�R AYLAKBöylece görülür ki, kimilerince “incir çe-
kirdeğini doldurmayacak” işlerle uğraştığı
söylenen, hatta kendini çok seven Haldun
Taner’in “sevimli bir aylak” olarak gördü-
ğü Sait Faik’in özünde bambaşka bir derinlik
vardır.
Haldun Taner, Cem Yayınları’ndan
1983’te çıkan, ölmüşlerden konuştuğu,
“Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil” ki-
tabında Sait Faik’e de bir bölüm ayırır:
“Sait Faik’i Sait Faik yapan, bütün o yük-
sündüğü özellikleriydi. Aylaklığıydı. Okul
kaçkını başıboşluğuydu. Hiçbir ciddi işi
ucundan tutmayan gelgeçliğiydi. Sonunda
kendini olduğu gibi kabul etti. Dünyadaki,
toplumdaki hikâyeci yerini, bilinçle aldı.
Burgaz çalılıklarından çekti bir kızılcık
dalı kopardı, kalem gibi yonttu, ucunu ya-
şama batırdı ve yazmaya koyuldu.
“Disiplinli yazarlar gibi muntazam ça-
lışmıyordu, yazma işine asılmıyordu. Ese-
rekli yaradılışına uyarak, durup dinlenip, ba-
zen sadece yaşayıp, yazmayı unutarak, yaz-
maktan ekmek parası beklemeyerek yazı-
yordu,” der; ancak yazının devamında
onun bu aylak ve umursamaz görüntüsünün
altında yatan esas Sait Faik’e uğrar:
DÜN YAZILMI� G�B� D�R�“En belirgin özelliklerinden biri de fi-
kir namusuydu. Çok varlıklı, apartmanlı,
otomobilli bir şair dostu onu bir gün Boğaz’a
götürmüş, mükellef bir ziyafet çekmiş, gez-
dirmiş, içirmişti. Sonra da Cağaloğlu’na, şai-
rin bir kitabının basıldığı basımevine uğra-
mışlardı. Provalara şöyle bir göz atan Sait
Faik: ‘Eli açık, ikramcı adamsın. Bugün beni
aldın, yedirdin, içirdin, krallar gibi gezdir-
din ama iş şairliğe gelince berbat bir şair-
sin.’ demişti.
Hey gidi koca Sait Faik. Bakın öleli yir-
mi yıl olmuş. Ne var ki, hikâyelerinin her biri
dün yazılmış gibi diri ve canlı. Bir yazar için
bundan büyük talih olur mu?”
Böyledir Sait Faik, as-
lında “yazmasa delirecek” kadar
düşünceli olan, ancak yazan, yaz-
dıkça düşünü sayfalara düşüren,
sonra dönüp bakmaya üşenen, zira
düşlerinin başka düşlere koşacağını
düşünen bir adam. “Lüzumlu adam.”
Hem de çok lüzumlu adam...
2 A�USTOS 2013 CUMA 9Aydınlık KİTAPKAPAK
Sait Faik’in son foto�raf�: Emirgan Çay Bahçesi’nde, solda Sait Faik, yan�nda Özdemir Asaf
Burgazada’daki Sait FaikMüzesi’nden bir kare
Sovyet Devrimi’nden sonra, dünyayı derinden
etkileyen ikinci dalga Çin Komünist Partisi
(ÇKP)’nin uzun bir mücadele sonunda,
1949’da Çin Halk Cumhuriyeti’ni ilan ettiği
devrimin dalgasıdır.
ÇKP Parti Tarihi Araştırmaları Enstitü-
sü’nün hazırladığı hacimli çalışmayla, devrimle
iktidara gelmiş bir partinin, ülkesiyle aynılık
kazanan tarihi hakkında şimdi daha fazla bil-
gilenme olanağımız var. “Çin Komünist Par-
tisi Tarihi-Cilt 1”, kuruluşundan 2000’li yıllara
kadar olan süreyi içeriyor.
Yazarlar, ÇKP’nin her mücadele evresi-
ni incelerken, geniş bir sınıflar tahliline yer
ayırmış ve partinin mücadele çizgisi ile üret-
tiği siyasetlerin sınıflar üzerindeki izdüşümünü
takip etmişler.
Çalışmayı hazırlayanların, Hu Qiaomu,
Hu Sheng, Jin Chongji gibi önde gelen bi-
limciler olması, ÇKP’nin kendi tarihine kar-
şı nesnel, hatta yer yer acımasız derecede eleş-
tirel davranmasını getirmiş. Bu haliyle, ken-
di pratiğine aşık bir parti tarihi yerine, hata-
larını, beklentilerini ve başarılarını nesnel ol-
gulara dayandıran ve bu nedenle kendisini sü-
rekli yenilemeyi başaran bir partinin tarihi-
ni okuyoruz.
K�TLELER�N Ö�RETMEN�OLMADAN ÖNCE
Çin Devrimi’nin önderi Mao Zedung’un
Yenan’da gençlerin eğitiminde söylediği
“Kitlelerin öğretmeni olmadan önce, öğ-
rencisi olun” şiarı, ÇKP’nin temel yaklaşım-
larından birisine dönüşmekle kalmadı, dün-
yanın her tarafındaki devrimci örgütler ta-
rafından da benimsendi.
Nitekim, ÇKP tarihi boyunca kitlelerin ta-
leplerini doğru anlama ve formüle etmek üze-
rine kurulu bir mücadele anlayışının hakim
olduğunu görüyoruz. Mao bu anlayışı, şu uya-
rı ile destekleyerek, bir bilinç haline getirmiştir:
“Önder grup ne kadar faal olursa olsun, faa-
liyet kitlelerin faaliyetiyle birleştirilmedikçe,
bir avuç insanın verimsiz çabası olmaktan öte-
ye gidemez.”
Kitapta, 1927-37 arasında, Çu Enlay ön-
derliğinde Nanchang Ayaklanması ile başla-
tılan toprak devrimi öncesindeki çalışmalar
“Komünist Enternasyonal’in bir kolu olarak
faaliyet” olarak değerlendiriyor. Öte yandan
ÇKP önderliği anti-emperyalist ve anti-feo-
dal bir programın Çin halkı tarafından nasıl
büyük bir coşku ile benimsendiğini de görü-
yor. İttifak politikalarındaki hataların büyük
kayıplara neden olması, ÇKP’yi iki konuda
uyarmış: birincisi, halk kitlelerinin karşı dev-
rimci şiddetin hedefi olmalarını önlemek ve
ikincisi de sağlam kadrolar yaratmak.
7 Ağustos 1927’de ÇKP, Koumintang ile
ittifakın eleştirildiği ve yeni bir yol aradığı top-
lantı düzenler. Chen Duxiu’nun görevden alın-
dığı ve ÇKP Politik Bürosu’nun, geçici baş-
kanlığa Qu Qiuba’nın getirildiği toplantıda en
önemli kararlar arasında “tarım devriminin
genel ilkelerini ve Kuomintang gericilerine
karşı silahlı direniş politikası” öne çıkar.
Bu yeni dönemin en önemli özelliği,
toprak sahiplerinin ellerindeki bütün top-
raklara el konularak, köylülere dağıtma prog-
ramı olur.
Yine bu dönem, Çin Devrimi’nin öz-
günlüklerinin ortaya çıktığı, ÇKP’nin hızla
halkla bütünleştiği 1927’den itibaren Mao Ze-
dung’un partinin ve bağlı güçlerin önderliği-
ni aldığı bir zaman kesitidir. Mao partinin ba-
şarısızlığa uğrayan bütün strateji ve taktikle-
rini değiştirerek, tarihteki olağanüstü rolünü
oynamaya başlar. Önceki önderliğin temel he-
defi olan, eyalet başkentlerini ele geçirme fik-
rinin büyük bir felaketle sonuçlanacağını
saptayarak, gericilerin saldırılarından koru-
nabilecek alanlar yaratıp, kuvvetleri bu böl-
gelerde biriktirmenin daha uygun olacağı ko-
nusunda Cephe Komitesi’ni ikna eder. Bu gö-
rüşlerinin ne denli doğru olduğu, “İşçi Köy-
lü Devrimci Ordusu”nun kendi bayrağı ile sa-
vaşa katıldığı Hunan Eyaleti’ndeki büyük ba-
şarılarıyla kanıtlanır.
OLA�ANÜSTÜ STRATEJ�OLA�ANÜSTÜ TAKT�K
Mao Zedung ve Çu Deh önderliğinde
Jinggang dağlarında bağımsız devrimci bir re-
jim kurulur. Ancak, gerici iktidarın yöneti-
mindeki bölgelerle çevrili olmasına karşın, yal-
nızca yaşamını sürdürmekle kalmayıp gide-
rek genişleyecek bir “devrimci rejim”i müm-
kün kılan nedir? Mao Zedung buna şöyle ce-
vap verir: “Bu olgunun nedenini, Çin’in
komprador ve toprak sahipleri sınıfları ara-
sındaki hiç bitmeyen bölünme ve savaşları
analiz ederek bulabiliriz. Bu bölünme ve sa-
vaşlar devam ettiği sürece işçi ve köylülerin
bağımsız silahlı rejiminin varlığını koruması
ve etki alanını geliştirmesi olanaklı olabilir. Ek
olarak (…) aşağıdaki koşullar gereklidir: (1)
sağlıklı bir kitle temeli, (2) sağlıklı bir parti ör-
gütü, (3) güçlü bir Kızıl Ordu, (4) askeri ope-
rasyonlar için uygun topraklar ve (5) yaşamayı
sürdürebilecek yeterli ekonomik kaynak-
lar.”
Hunan eyaletinde devrimci üs bölgeleri
yaratılması, daha sonra halk savaşı olarak ad-
landırılacak olan strateji ile Kuomintang’ın as-
keri kuvvetlerine karşı başarı kazanılması,
ÇKP’ye kırsal alanda büyük ilgi ve katılım sağ-
lar. Mao Zedung ve Çu Deh başarı kazanan
askeri eylem taktiklerini şu şekilde açıklı-
yorlardı: “Düşman ilerlediğinde biz geri çe-
kilmeliyiz; düşman kamp kurduğunda onu ta-
ciz etmeliyiz; düşman yorulduğunda ona
saldırmalı; düşman geri çekildiğinde onu
kovalamalıyız.” (Bir not düşmek gerekirse, bu
İngiliz futbol milli takımının 1966 Dünya Ku-
pası taktiğiydi, soyunma odalarının duvarın-
da asılıydı. Sonuç mu? Bilirsiniz, şampiyon ol-
dular.)
Büyük bir yenilgiden çıkan ÇKP, Mao Ze-
dung önderliğinde küllerinden yeniden do-
ğarak, yeniden büyüme dönemine girmiş, ista-
tistiklere göre Temmuz 1928’de 40 bin, Ha-
ziran 1929’da 69 bin, Mart 1930’da ise 100 bin
üyeye ulaşmıştı.
JAPON ��GAL�: GELD�KLER�G�B� G�DERLER!
Kitapta, yaratıcı düşünce alanında oldukça
zengin ve eylem deneyiminde eşsiz birikim-
leri olan ve her daim “alanda” mücadele et-
mekten yılmayan bir parti tarihine tanıklık edi-
yoruz. Ancak, ÇKP’nin nihai zaferini sağla-
yacak temel etken nedir, sorusunun yanıtının
tartışmasız 18 Eylül 1931’de başlayan Japon
işgali olduğunu düşünüyorum. İşgal, ÇKP’yi
işçilerin ve yoksul köylülerin devrimci örgü-
tünden, vatan savunmasının öncüsü ve de-
vamında milli kurtuluşun önderi ve simgesi,
son derece itibarlı büyük bir parti niteliğine
yükseltti.
Çin’in milli devriminin önderi Sun Yat
Sen’in eşi Soong Ching Ling de 1931’de bu
gelişmeyi görerek şu açıklamayı yapmıştı: “Ya-
ALİ RIZA ÖZKAN
2 A�USTOS 2013 CUMA10 Aydınlık KİTAP
Yükseklere tırmanmayacesaret edersen eğer
AKADEMİK NİTELİKTE BİR ÇİN KOMÜNİST PARTİSİ TARİHİ
2 A�USTOS 2013 CUMA 11Aydınlık KİTAP
bancı emperyalizmlerin boyunduruğundan ül-
keyi kurtaracak bir devrime ve bunu sosya-
listlerin gerçekleştireceğine inanıyorum.”
Aynı şekilde, Çin’in en büyük yazarı Lü
Sün başta olmak üzere çok sayıda aydın bu
dönemde ÇKP’ye yöneldiler. İşgalcilerle iş-
birliği arayan Çan Kay Şek, Kuomintang’ın
etrafında toplanan milli devrimci birikimi hız-
la kaybetti. Bu koşullarda, Japon işgaline kar-
şı milli direniş savaşının önderliğini ÇKP’den
başka hiçbir siyasi kuvvet yapamazdı.
KOMÜN�ST PART�S� GEREKL� M�D�R ?
ÇKP’nin karşı karşıya kaldığı en hayati tar-
tışmalardan biri de, Kuomintang’ın milli
devrimci bir parti olarak Çin’in tüm ihtiyaç-
larını karşıladığı ve ayrıca bir komünist par-
tisine gerek olmadığı tezidir. Bu tez, milli dev-
rimci kuvvetlerin ÇKP’de toplanmasını ön-
lemek ve asıl olarak aydın ve sanatçıları et-
kilemek amacıyla sürülmüştü.
Bu tezi “Yeni Demokrasi Üzerine” adlı
makalesinde tartışan Mao Zedung, emper-
yalist ve feodal ilişkileri bitirecek, demokra-
siyi ezilen sınıflar le-
hine yerleştirecek,
toprak devrimini ger-
çekleştirecek olan
kuvvetin ancak bilim-
sel sosyalizmin ideo-
lojik öncülüğünde
ilerleyebileceğini ve
bu nedenle ÇKP’nin
tartışılmaz önemde
olduğunu ortaya koy-
du. Böylece milli ba-
ğımsızlık savaşı ile bi-
limsel sosyalizmin ön-
cülüğü özgün bir bi-
çimde birleştirilmiş
oluyordu.
Mao’nun 1949
Mart ayında, yani Çin
Halk Cumhuriyeti’nin
kuruluşunun ilanından
hemen önce ortaya
koyduğu hedef de, an-
cak ÇKP tarafından
gerçekleştirilebilirdi: “Tek çözüm Çin’i bir ta-
rım ülkesinden sanayileşmiş bir ülkeye dön-
üştürmektir.”
Öte yandan, parti aydınları Marksizm-
Leninizm’in Çin’in özgün koşullarında har-
manlanması olarak “Mao Zedung Düşüncesi”
kavramını bu süreçte kullanmaya başladı.
SOSYAL�ZMDE SINIFMÜCADELES�
21 Eylül 1949’da Çin Halk Cumhuriyeti
ilan edilirken, ÇKP dünyanın en deneyimli sa-
vaşçı partisi olarak bilinmezliklerle dolu bir
döneme giriyordu. O güne kadar, ülkenin öz-
gün koşullarını tahlil ederek, somut duruma
uygun çözümler üretme yeteneğini sayısız kez
kanıtlamış olan ÇKP, iktidarı sürdürmek ko-
nusunda da yeni deneyimler kazanacaktı.
Onlarca yıl içerisinde ekonominin yerle-
şik unsuru olarak kanıksanmış tefecilerin eko-
nomiden sökülüp atılması, partiye belirleyi-
ci bir egemenlik sağlamıştı.
Fiyatların istikrara kavuşturulması ve
ekonomi ile maliyenin birleştirilmesi, yeni
Çin’in kuruluşundan sonra para işleri ve
ekonomi cephesinde kazanılan büyük zafe-
rin hazırlayıcısıydı. Bir sonraki adım, halka bü-
yük acılar çektiren yüksek enflasyon ve fiyat
artışlarına son vermek oldu. Bu başarılarla,
ÇKP sadece askeri ve politik bir güçten iba-
ret olmadığını, ekonominin yönetiminde de
başarılı olabileceğini kanıtlıyor ve özgüveni
güçlendiren, kitle inisiya-
tifini seferber eden kam-
panyalarla, halkın gözün-
deki saygınlığını pekiştiri-
yor ve devrimi sürdürme
yeteneğini de kazanıyordu.
İktidar partisi olmak,
ÇKP yönetiminin önüne
farklı sorunlar ortaya çı-
kardı. Parti içi hiziplerin,
hatta giderek parti karşıtı
yerel iktidarların oluşması,
ÇKP’yi yeni bir tarihsel
dönüm noktasına getirdi.
Mao’nun “sosyalizmde sı-
nıf mücadelesinin sürdü-
rülmesi” olarak tanımladığı
bu süreç, ÇKP’nin sosya-
lizmi kurma ve yaşatma de-
neyimlerine büyük kuramsal
katkı da sunduğu bir dönem
oldu.
En şiddetli savaş koşul-
larında dahi parti içi de-
mokrasiden ödün vermeyen ve bu nedenle bü-
tün halkın sevgisini kazanmış olan Mao Ze-
dung tarımda kooperatifleşmenin hızlandı-
rılması üzerine patlayan parti içi bir tartışmayı
“iki çizgi mücadelesi” olarak tanımlayıp,
kimi önder kadroları tarımda dönüşümü
engelleyen, kapitalizme yönelmiş sağcılar
olarak nitelemesi parti ve devlet içindeki kes-
kinleşen çelişmeleri göz önüne sermişti.
Kruşçev’in SBKP 20. Kongresi’nde Sta-
lin’i “mahkum etmesi” ile ortaya çıkan kar-
maşanın da etkisiyle, ÇKP kendi yolunu iz-
leme kararlılığını 1956’da toplanan 8. Parti
Kongresi’nde ortaya koydu. Mao Zedung’un
“On Büyük İlişki Üzerine” adlı makalesi sos-
yalizmin inşasında Çin’in kendi özgün ko-
şullarına atıfta bulunan kuramsal bir sıçrayış
oldu. Mao, Sovyetler Birliği’nin yaşamakta
olduğu sapmadan Çin’i ve partisini uzak
tutma çabalarına girişti. Öte yandan, Lenin
ve Stalin’in mirasına sahip çıkma kararlılığı-
nı da dünya devrimcilerine açıkladı.
1957’de tarım ve sanayi alanlarında hız-
lı kolektifleştirme ile toplam mülkiyetin yüz-
de 99’u sosyalist mülkiyete dönüştürüldü.
Ama, ilk kez bütçe açığı verilmişti. Ülkenin
olanakları ile nesnel ekonomik dönüşüm
yeteneği arasındaki çelişki, Liu Şaoşi ve Çu
Enlay gibi ÇKP önderlerinin ekonomik dö-
nüşüm hızına ilişkin uyarılarına neden olu-
yordu.
8. Parti Kongresi’nin, partinin çalışma tar-
zını düzeltme hareketi bir anda sağcılığa
karşı bir kampanyaya dönüştü. Bunun bir ne-
deni, Sovyetler Birliği’nin tutumunun ulus-
lararası komünist harekette yarattığı dalga-
lanma ise, aynı zamanda Polonya ve Maca-
ristan olaylarının nedeniyle oluşan kaygıyla aşı-
rı tepki verilmesi olarak düşünülebilir.
Nitekim, bu kampanyadan hemen önce,
Mao Zedung “Halk İçindeki Çelişmelerin
Doğru Ele Alınması Üzerine” adlı makale-
siyle sosyalist inşa döneminde parti ile halk
arasındaki ilişkinin yönüne dair tarihi önem-
de saptamalarda bulunmuştu.
Öte yandan, değişim ilişkilerini tamamen
ortadan kaldırarak, meta üretimini yok et-
meye çalışan ve “tüm halkın mülkiyeti”ni ilan
etmek isteyen bir eğilim de mevcuttu. Meta
üretim ve değişimini kaldırıp komünist top-
lum ilan etmek isteyen “sol sapma” halk ko-
münleri ve “İleriye Doğru Büyük Atılım”
kampanyasıyla güçlenmişti.
Mao Zedung bu durumun yarattığı teh-
likeyi 1959’da görmüş ve uyarılarını yapmış-
tı: “Halk komünleri hareketindeki temel so-
run, üretim ilişkilerini, yani komündeki mül-
kiyet sistemini geliştirmeye yönelik çabaları-
mızda biraz fazla ileri gitmemizdir. Komün
mülkiyeti dediğimiz mülkiyet biçiminin de bir
gelişme sürecinden geçmesi gerektiğini an-
layamadık … Köylülükle aramızdaki ilişki-
lerde bugün var olan gerginliğin temel nedeni
burada yatıyor.”
KÜLTÜR DEVR�M� VE ÇKPKültür Devrimi’ne kadar yürütülen sos-
yalist inşa tartışmaları süresince Çin ciddi
olumsuzluklarla karşılaşsa da, büyük başarı-
lar elde etti. Yıllık üretim değeri artışı yüzde
10-15 arasındaydı. Çin, 1964’te tarım ve sa-
nayi alanında kendine yeterliliği sağlamış, top-
lam sanayi sabit varlık değerlerini 10 yıl içe-
risinde 4 katına çıkarmıştı.
Çin tarihinin en önemli ve tartışmalı
olaylarının başında 1966’da “kapitalizmin
restorasyonunu önlemek”amacıyla Mao Ze-
dung’un inisiyatifi ile başlatılan “Büyük Pro-
leter Kültür Devrimi” gelmektedir. Mao’ya
göre, doğrudan ve geniş yığınların harekete
geçirilmesi şeklinde oluşan ‘kültür devrimi’
parti ve devleti karanlıktan kurtarabilir ve ik-
tidarı ‘kapitalist yola girmiş insanların’ elin-
den yeniden geri alabilirdi.
ÇKP’nin bugünkü önderliği Kültür Dev-
rimi’ni ve Mao Zedung’u “sosyalizmin tari-
hi aşamasında sınıf mücadelesinin kapsamı-
nın genişletilmesinin hatalı olduğunu anla-
yamamak”la eleştiriyor. Kültür Devrimi ile il-
gili görüşlerinin hatalı olduğu tahlili yapılıyor;
Lin Biao, Çiang Çing gibi önder kadroları
mevki düşkünü, komplocu olarak niteleniyor:
“Bu mevki düşkünleri, Parti Merkez Komi-
tesi içindeki etki ve ağırlıklarını kullanarak
Mao Zedung ile ilgili fanatik bir kişi kültü ya-
ratmaya giriştiler, öte yandan da ‘devrimci kı-
zıl’ bayraklar sallayıp tüm güçleriyle ‘sol’
hataları derinleştirdiler.” Bu hareket Çin’in
sosyalizm davasına verilen en büyük zarar ola-
rak açıklanıyor.
Lin Biao kliğinin sabotajlarının açığa
çıkmasından sonra Mao Zedung Aralık
1973’te Deng Şiaoping’in başbakan yardım-
cısı olarak görevine dönmesini onayladı.
ÇKP ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin tekrar is-
tikrarlı bir çizgiye kavuşması Cu Enlay’ın ini-
siyatifi ile mümkün oldu. Cu Enlay, dene-
yimlerinin ve teorik birikiminin sağladığı ye-
teneklerle “aşırı sol eğilimle mücadele”yi des-
tekledi ve teşvik etti. “Ultra sol” görüşler ile
istikrar ve büyümeyi öne çıkaran görüşler iki
çizgi mücadelesi olarak şekillendi.
Mao Zedung, Çu Enlay ve Çu Deh gibi
devrimin öncü çekirdek kadrosunun ölümleri
sonrasında da ÇKP, rejimi koruyup, geliştir-
mede ve sosyalizmi örgütlemede kararlılık-
la büyük başarılar sağladı.
ÇKP 11. Merkez Komitesi “Çin’de dört
alanda modernleşme hedefinin gerçekleşti-
rilmesi, üretici güçlerin büyük ölçekte geliş-
tirilmesini ve özgürleştirilmesini gerektiriyor;
aynı zamanda üretim ilişkilerinde, üstyapıda,
idari yöntemler alanında ve aynı zamanda ça-
lışma ve düşünme biçimlerinin de üretici güç-
lerin gelişmesine uygun düşmeyen yönlerinin
değiştirilmesi gerekiyor; bu anlamda yapa-
cağımız şeyler kapsamlı ve derinlemesine ge-
lişen bir devrim olarak görülmelidir” tespitiyle,
ÇKP ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin önünde,
öncekilerden farklı bir dönemin başladığını
haber veriyordu. “Gerçeği olgulardan çıkar-
mak” ilkesinin tekrar etkin kılınmasıyla bir-
likte ÇKP’nin çizgisi Deng Şiaoping tarafın-
dan “Dört Başlıca İlke” çerçevesinde şöyle ta-
nımlanıyor: “Sosyalist yola, proletarya dik-
tatörlüğüne, Komünist Parti’ye ve Mark-
sizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesi’ne
bağlılık”.
Çin Komünist Partisi’nin modernleşme,
sanayileşme, özgürleşme ve refahın artırılması
yönünde aldığı kararlar, 12. ve 13. Parti
Kongreleri’nde de derinleştirilerek savunul-
du. Bugün Çin’in dünyanın gelişme endeksi
en yüksek ülkesi olarak ve özellikle ekonomik
alanlarda son 15 yılda katettiği mesafe ve
ÇKP’nin deneyimleri tüm dünyada ilgiyle in-
celenmeye neden oluyor.
Büyük ve devrimci bir tarihle sadece ül-
kesini değil, aynı zamanda dünyayı da değiş-
tirmiş bir partinin pratiğini öğrenmek ve
tartışmak isteyenlere…
Çin Komünist Partisi Tarihi,Cilt 1, Kolektif,Canut Yay�nlar�,
620 s.
Ressam: Li Yeng ‘Özgürlük bayra�� i�leyen kad�nlar’
2 A�USTOS 2013 CUMA12 Aydınlık KİTAP
Alpaslan Işıklı’nın “Gün Doğmadan” adı-
nı verdiği anıları İmge Yayınları’ndan çıktı.
Ölümünün ardından bir kez daha okuduğum
anıların yakın tarihe ışık tutan kapsamlı bir
tanıklık olduğunu daha iyi farkettim.
2002’de kaleme aldığı önsözde, geleceği sez-
miş olmalı, neo-liberal
gelişmelere dikkat çeki-
yor, bir çıkış yolu bulmaya
çalışıyor. Aradığını buluyor
mu, söylemek zor ama o
günün yakın geçmişe ek-
lemlendiğine işaret ediyor,
oradan da son elli yılda ta-
nık olduklarına geçiyor:
“Elinizdeki kitap tarihi-
mizde yaşanılan gerçek-
liklerden yola çıkarak ka-
leme alındı” sözlerinin vur-
guladığı anlatı gerçekten
çok önemli bir siyasal ta-
nıklık. Üstelik, “Gün
Doğmadan” diye başlayan
Anılar “Gün Doğmadan
Neler Doğar” sözüyle bi-
tiyor. Bütün bir kitap
umuda yolculuk için yazılmış sanki.
Cumhuriyet tarihinin en karanlık yılla-
rının acılarına, baskılarına sabırla göğüs
geren bir aydının, Haziran Ayaklanması’nı
yaşayarak aramızdan ayrılmasına, “gözü açık
gitmedi” den başka ne denebilir?
DEVR�M–KAR�I-DEVR�MGALER�S�
Gogol’un “Palto” adlı öyküsünün Rus
edebiyatındaki önemini vurgulamak için
“Rus edebiyatı Gogol’un Palto’sundan çık-
tı” denir. Biraz iddialı olacak ama “karşı-
devrimle devrim Mülkiye’nin koridorların-
dan çıktı” dense yeridir. İşte, Alp Abi “Gün
Doğmadan” da bir köşesinde Muammer Ak-
soy’un, Cahit Talas’ın, Mahir Çayan’ın,
öteki koridorunda Melih Gökçek’in, Hasan
Celal Güzel’in volta attığı Mülkiye’den si-
maları anlatıyor.
Karşı-devrim’in Cumhuriyet’e saldırıya
ne zaman başladığı sorusu da anlamlı. 27
Mayıs’ın karşı-devrimin saldırılarını dur-
durmak için giriştiği harekatın ülkeyi
1960’larda soluklandırdığını biliyoruz. Al-
paslan Işıklı’nın anılarının ilk on yılı 27 Ma-
yıs ortamında geçiyor. Tatlı tatlı anlatıyor:
Mülkiye’nin Öğrenci Derneği başkanı ken-
dini, 1960’lı yıllarda rahle-i tedrisinden geç-
tiği ustaları/hocaları Kemal Fikret Arık’ı,
Tahsin Bekir’ i, Fehmi Yavuz’u ve esas ola-
rak da kürsü hocası Cahit Talas’ı, diğerle-
rini… Ardından 1961 Anayasası’nın getir-
diği demokratik ortamda yeşeren sendika-
cılığı, Halil Tunçlu Türk-İş’i, Abdullah
Baştürklü DİSK’i, Fransa 68’in gençlik ey-
lemlerini ve kuramcılarını, Aybarlı, Behi-
ce Hanımlı, Sadun Beyli, Mihri Bellili TİP’li
yılları,12 Mart’ın baskı or-
tamını, aydınların TİP’i sa-
vunma çabalarını, Duver-
ger’nin can alıcı mütalaası-
nı genel merkezde kaybe-
den Şaban Yıldız’ı, Attila İl-
han’la sohbetlerini, Uğur
Mumcu ile dostluğunu,
Baykal’ la ilişkilerini; ileti-
şimsizliğini, Ecevit’i, Rahşan
Hanım’ı vb., Sivas sonrası
Aziz Nesin’i, Yugoslav-
ya’daki ‘özyönetim mode-
li’ne duyduğu ilgiyi anlatı-
yor.
Ardından kapkara yıl-
lar… 12 Eylül, Sovyetler
Birliği’nin dağılışı ve neo-
liberalizmin yükselişi...
Bu zor dönemde ADD
kurucusu, Mülkiyeliler Birliği başkanı,
YÖK üyesi, TÜMÖD başkanı olarak
üstlendiği sorumluluklara ve verdiği mü-
cadelelere değinip geçiyor. Kısa ama çok
önemli tanıklıklar anlattıklarının birçoğu.
Aslında anılar, bir yanı ile hem açık-
lamalı hem de pratik bilgilerle dolu yurt-
taşlık eğitimi ders kitabı. Bütün olum-
suzluklara rağmen, kırıp dökmeden, ba-
ğırıp çağırmadan, ısrarla, inatla bir milleti
birleştirmenin kararlılığı yansıyor yaşam
öyküsünde. Dik duran bir aydının, tek ba-
şına da olsa, akıntıya nasıl göğüs gerebi-
leceğinin düşündürücü, duygulandırıcı
öyküsü.
ÖZYA�AM YAZMA ZORLU�UÖzyaşam öyküsü yazmak güç iştir. Alpaslan Abi’nin anıları hem çok öğ-
retici hem de başına gelen onca olaya rağ-
men neşesinden bir şey yitirmemeyen, şa-kacılıktan hiç vazgeçmeyen bir aydını çı-karıyor karşımıza.
Alpaslan Abi’nin ünlü coğrafyacı Stra-bon’un memleketi Amasya’da başlayanyaşam serüveni (kendi ifadesi) dünyanınen büyük antik tapınağının bulunduğuTeos/Seferihisar’da (burası bana ait) nok-
talandı. Ankara toprağı Alp Abi ile biraz daha
güzelleşti.
GÜN DOĞARKEN DO�U DEVR�M�N�N BATI’DAK� SEDASI:
Jürgen Elsässer, sönmüş devrim mer-
kezlerinden, Almanya’dan devrimci
bir çığlık koparıyor. Kitabı “Ulusal
Devletin Yıkımı ve Sol Tavır” Kaynak
Yayınları’ndan yeni çıktı.
Elsässer kafası 19. yüzyılda sıkışmış
kalmış “Sol”un Batı’daki ve Alman-
ya’daki ibretlik dönü-
şümünü tahlil ediyor.
“68 kuşağı, emper-
yalizmi sevmeyi nasıl
öğrendi?” sorusuyla;
“68 kuşağının mutas-
yonu”, “pop-solcular ve
eğlence nesli”, “hippiler
ve yupiler”, sözde cinsel
devrim”, “azınlık yama-
sı”, solun küreselleşme-
si”, başlıkları altında da
Yeni Sol’u yerli yerine
oturtuyor.
Elsässer işin alfabe-
sinden başlıyor.
B�L�MSELSOSYAL�ZM VEYEN� SOL
“Proletarya, her şeyden önce siya-
sal hakimiyeti fethetmek, ulusal sınıf
durumuna yükselmek, kendisi ulusu
oluşturmak zorunda olduğundan zaten
ulusaldır; ama kesinlikle sözcüğün
burjuva anlamında değil. İşçi sınıfı, ken-
dini ulusal olarak kurduğu devlet gü-
cünü (iktidarı) elemi geçirecek? Gü-
nümüzde Minsk’in batısında bu cüm-
lesi inançla tekrarlayacak bir solcu
bulmak neredeyse im-
kânsızdır. Bu cümle Karl
Marx ve Friedrich En-
gels’ e aittir ve Komünist
Manifesto’da yazmakta-
dır.”
Solun, işçi sınıfından,
ulusal devletten, vatan-
dan kopuşunun ve Yeni
Sol’a dönüşümünün ha-
zin hikayesini anlatıyor
Elsässer.
“Yeni Sol’un ideolojik
kabulleri, kapitalizmin de-
ğişimine eşlik eden hoş
bir müziktir” diyor.
NEO SOL’UN KÜLTÜR L�STES�
Jürgen Elsässer’in Joseph Heath –
Andrew Potter’den yaptığı alıntı dev-
rimci gençlik açısından öğreticidir.
Aynen aktarıyorum:
“Son elli yılda yakıcı bir etkiye sahip
olanlardan bazıları şunlardır: Sigara, er-
keklerin saçlarını uzatmaları, kısa saç-
lı kadınlar, sakal, bıyık, mini etek, bi-
kini, eroin, caz, rock, punk, reggae, rap,
dövme, koltuk altı kılları, grafiti, sörf,
motosiklet, piercing, dar boyun bağları,
sutyen takmamak, eş-
cinsellik, marihuana,
yırtık kıyafetler, saç jö-
lesi, mohikan saç kesi-
mi, afrolook, doğum
kontrolü, postmoder-
nizm, ekose pantolon,
organik sebze, bağcık-
lı botlar, ırklar arası
cinsellik. Günümüzde
bu sayılanların hepsi-
ni (koltuk altı kıllar
ve organik sebze dı-
şında) bir Britney
Spears video klibinde
görmek mümkündür.”
Bu arada değinme-
den geçemeyeceğim.
Silivri’den genç devrimci arkadaşları-
ma mektuplar yazıyorum. Kendilerini
sıktığımın farkındayım. Ancak Neo
Sol’un bu kültürel listesiyle devrim ya-
pılmaz. Yapılan karşıdevrim olur.
B�RL�KTE OKUNACAK�K� K�TAP
Jürgen Elsässer’in ileri sürdüğü
teori, Doğu Perinçek’in “Bilimsel
Sosyalizm ve Bilim” kitabındaki teo-
riyle birebir örtüşmesi bakımından
hayli ilginçtir. İki kitap
birlikte okunmalıdır.
Doğu Perinçek’in
kitabının 115. sayfa-
sından başlayan “Va-
tan Savunması ve
Milli Demokratik
Devrimler” başlığı
altındaki bölüm ve
229. sayfadaki “Yeni
Devrimler Çağı” bö-
lümü, Jürgen Elsäs-
ser’in görüşleriyle
birebir aynıdır.
Özetlersek Jürgen Elsäs-
ser, Doğu Devrimlerinin Batı’daki se-
dasıdır.
Özellikle devrimci gençlik, TGB
kadroları gündemine almalı, okuma-
lı ve tartışmalıdır.
Jürgen Elsässer
Gün Do�madan, Alpaslan I��kl�,�mge Yay�nlar�, 306 s.
Ulusal Devletin Y�k�m� ve SolTav�r, Jürgen Elsässer, Kaynak Yay�nlar�, 104 s.
ERKAN ÖNSEL
CÜNEYT AKALIN
Alpaslan Abi’ninışıklı anıları
2 A�USTOS 2013 CUMA 13Aydınlık KİTAP
İsmet Özel -kaçıncı kezdir- şiiri bıraktığı-
nı açıklamış. “Kaçıncı kezdir” ibaresi, haber üze-
rine yorum yapanların sözü. İsmet Özel’in iki-
de bir şiiri bıraktığını açıklayıp durmasının bel-
li başlı gazetelerde haber olarak düşmesinin yan-
kısı bu kadar. Kimi şiirseverin muhteremle kafa
bulması var ki -haklılar,- işin iyice cılkının çık-
tığının göstergesi. Sigarayı bırakıp bırakıp baş-
lamak alay konusu olur da şiiri bırakıp bırakıp
başlamak neden olmasın?!
Aslında bir güldürü konusudur bu. Çünkü
şiir topluma dönük bir edimdir; şiiri bırakıp baş-
lamak, bırakıp başlayanla toplum arasındaki bir
ilişkinin sonucudur. Sigara öyle değil. Sigarayla
içici arasındaki ilişki, içicinin sağlığı ile cebini
ilgilendirir. Sigarayı bırakmanın toplumsal ya-
rarı, bir kişinin daha bu illetten kurtulması ve
atmosfere duman savurma toplu eyleminden
eksilmesidir. Şiiri bırakmak, hem şiiri/edebiyatı,
hem toplumu, hem de şairi ilgilendirir.
���R�N BIRAKTI�I �SMET ÖZELGazetenin yazı işleri toplantısında olsak ve
bir muhabir haber önerisi olarak, İsmet
Özel’in başkanı olduğu İstiklal Marşı Derne-
ği’nin internet sitesinde yaptığı bu açıklama-
yı sunsa, eski genel yayın yönetmenimiz Ser-
han Bolluk, aynen böyle derdi:
“İyi de, burada haber ne?”
Küçük bir derneğin internet sitesinden yan-
daş ve payandaş gazetelerin sayfalarına düşen
bir açıklamanın Aydınlık’ta haber olmaması-
nın nedeni işte bu sorudadır. Olay alaya dön-
üştüğü için, bilinen, klasik haber kalıpları
içinde bir yanıtı yok bu sorunun. Daha doğrusu
haber yok bu bilgide. Konuya haberden yorum,
yorumdan haber çıkarma yolundan giderek ba-
kacak olursak varacağımız sonuç, aslında şii-
rin İsmet Özel’i bıraktığı haberidir. Hem de kaç
kez?!
İsmet Özel’le ilgili Aydınlık dergide yaz-
dığım yazılarda var; şiir İsmet Özel’i ilk kez, taaa
1974’te “Amentü”yü yazarak İslâmcı olmayı
seçtiği günlerde bıraktı.
İlerde edebiyat tarihçileri nasıl yazacak bi-
lemeyiz, 60’lar militan şiirinin Ataol Behra-
moğlu, Süreyya Berfe, Özkan Mert ve Metin
Demirtaş’la birlikte önde gelen birkaç şairin-
den biriydi İsmet Özel. Hatta kimi zaman akla
gelen ilk iki isimden biriydi Ataol Behramoğ-
lu ile birlikte. Onlara bir de Metin Demirtaş
katılabilir. Metin Demirtaş bu üçlü içinde, ge-
rek şiirinin kesintiye uğraması, gerek yaşadı-
ğı olaylar ve yaşadığı yerin “şiir merkezlerine”
uzaklığı nedeniyle zamanla kenarda kaldı. Ata-
ol Behramoğlu, “Büyük Türk Şiiri Antoloji-
si”nde Demirtaş için “60 sonrasının yeni, sen-
tezci toplumcu şiirinde özgün yeri olan bir şa-
irdir” diyor, (s. 701).
�ÇTENL���N �A�R� MET�N DEM�RTA�
İsmet Özel’le hiç karşılaşmadım. İnter-
netteki mankenvari fotoğraflarından yakışık-
lı bir adam olduğu belli. Ancak, bir-iki tv prog-
ramını izledim, çok kötü bir konuşmacı oldu-
ğu intibaı bıraktı bende, samimi -içten- değil-
di; sevmedim… Şiirini de sevmedim içtenlik-
li bulmadığım için. Şiirde içtenlik önemlidir. Şai-
rin aristlik mi yaptığı yoksa sahici mi olduğu çok
önemli bir özelliktir şiirde. Şairin içtenliğine
inandırabilmesidir şiiri yaşar kılan. Kendisi iç-
ten olmayanın şiiri de yapaydır.
İsmet Özel’in her siyasal yön değiştirişte
aynı şiiri farklı kavram ve sözcüklerle yazıyor
olması, kendisi hakkında da samimiyeti ko-
nusunda kuşku duymaya neden oluyor. Bir
ideolojiden tam ters bir ideolojiye bu kadar ko-
laylıkla ve keskin bir dönüşle geçenin sami-
miyetinden kuşku duymayandan da kuşku du-
yulur. Ne var ki İsmet Özel, kuşku duyulmaktan
çok daha fazlasını hak ediyor.
Madımak’ta yakılan onca aydının külünün
üzerinde secde edeni şiir de kusar, gün gelir
kendisi de kendisini kusar.
Metin Demirtaş’la birkaç kez karşılaştım.
Zaman zaman aksi, yer yer hırçın ve ayağını
bastığı yerden kaldırmayan inatçı bir şair iz-
lenimi bıraktı bende. 60’lı yılların şiirinde kal-
mış gibiydi. Olsun ama, “Bizim de dağlarımız
vardır Che Guevara” demesini bilmişti ya…
Bugün yazılmış gibi taptazedir o şiir:
“Bizim de dağlarımız vardır Che GuevaraBakma şimdi durgunsa, bir şahan gibi duruyorsaYorgundur, savaşlar görmüştür, çeteciler barın-
dırmıştırYani satılmış değillerdir hiç tüfek patlamıyorsaAlaçamın, mor meşenin ardına silah çatıp yat-
mağaBizim de dağlarımız vardır Che Guevara…”
Köprüden önceki son çıkışta, Che Gue-
vara’yı kaldırın o dizeden, Hugo Chavez’i ko-
yarak okuyun bir… Dönemi içinde ele alın-
dığında son derece özgün olduğu görülecek-
tir. Yalın, süsten püsten uzak, lirik… İsmet
Özel’in de 20 yılda bir ideoloji değiştirmesine
ve buna uygun şiirler yazmasına bakarak 60’lı
yıllarda yazdığı “militan” şiirde kaldığını ileri
sürüyorsak, Metin Demirtaş’ın yaşamı ve şii-
rindeki bu samimiyet tartışma götürmez irilikte
ve devrimci bir inatçılıktır.
“KANATLARIMI AÇMAKZAMANI”
Ama kim bilir belki de şiir, kimi şairler için
hayatının belirli bir döneminde olup biten bir
şeydir, örneğin Arthur Rimbaud’nun “Ce-
hennem’de Bir Mevsim”den, Ahmed Arif’in
“Hasretinden Prangalar Eskittim”den sonra
bir daha şiir yazmadıkları bir ölçü sayılabilir-
se…
“Otuz Beş Yaş”ı yeniden okurken Cahit
Sıtkı’nın yıllar önce okuduğumda hatırımda kal-
dığından çok daha umutsuz ve karamsar ol-
duğunu fark ettim. Ölüm düşüncesiyle iyice
ağırlaşmış bu denli yoğun karamsarlık salt Ca-
hit Sıtkı’nın yaşadıklarının ve kişiliğinin bir so-
nucu olamaz. II. Dünya Savaşı yıllarının sadece
Cahit Sıtkı, Rüştü Onur, Kemal Uluser, Mu-
zaffer Tayip Uslu gibi uzun bir hastalık devresi
geçiren ve yaşamdan genç yaşta ayrılanların de-
ğil dönemin birçok şairinin şiirlerine de genel
bir umutsuzluk, karamsarlık ve ölüm düşün-
cesi/korkusu olarak yansıdığını, döneme bi-
razcık yakından baktığımızda da görebiliyoruz.
“Otuz Beş Yaş”ın bu denli canlı kalabilmesi-
nin sırrı, bence, Cahit Sıtkı’nın bu ruh halini en
iyi şekilde yansıtabilmiş olmasındadır şiirine…
“Otuz Beş Yaş”ı yeniden okurken, şairin,
dikkatimizden kaçmış, buraya iki dörtlüğünü
aldığım dört başı mamur bir şiirini daha keş-
fettim: “Bahar Sarhoşluğu.”
“İlk sevgilimin gülüşüne benzer Bir Nisan havası değil mi esen? Zincirlere, kelepçelere inat, Kanatlarımı açmak zamanıdır; Allahaısmarladık kaldırımlar.
Giyenler düşünsün dar elbiseyi; Ölçülü sözü, hesaplı adımı Ben kurtuldum kafeste kuş olmaktan; Saltanat sürer gibi uçuyorum, Erik ağacı gelin olduğu gün…”
Yine de, kitabın sonundaki, şairin adıy-
la özdeşleşmiş “Otuz Beş Yaş” şiiri, bütün şi-
irlerinin düğüm noktası Tarancı’nın…
5 A�USTOS KÖPRÜDEN ÖNCESON ÇIKI�
Bu sıralar şiir üzerine yoğunlaşmam bi-
raz da Haldun Çubukçu yüzünden… O,
“şiir yaz, şiir yaz” diye tutturunca -şiir ki, he-
men her zaman köprüden önce son çıkıştır
edebiyatta,- ben de bunu şiir kitapları üzeri-
ne yazmamı istiyor diye anladığım için Ab-
dülkadir Budak’ı ve “Okyanus Görmüş
Gemi”yi koydum sıraya. O yazının başlığını
bu yazıya aldım, yukarıda, Köprüden önce son
çıkış. Ama gelecek hafta... Bu hafta, toplumsal
gündemimizin köprüden önceki son çıkışın-
da, 5 Ağustos’ta Silivri’de Ergenekon’dan çı-
karak yazacağız şiiri.
MECİT Ü[email protected]
GÜLDEN TERAZİ
Köprüden önce son çıkış
Metin Demirta�
Cahit S�tk� Taranc�
2 A�USTOS 2013 CUMA14
Zaman Oyunu
Belgin Önal, KaynakYay�nlar�, 64 s.
“Payam, ‘Acele edip çıkmalıyım’ diye
içinden geçirirken havanın serinlemiş
olduğunu fark etti. Annesinin
ördüğü, geçen yıldan dolabın
arkasında kalmış deniz mavisi
hırkasını aldı. Hemen üstüne giydi.
Anahtarı unutmamak için ellerini
cebine soktuğunda, bir tomar kâğıt
parçasıyla karşılaştı parmakları.
Annesinin sıcaklığını oracıkta,
ellerinde hissetti. Yıllardır aradığı
hazineyi keşfetmişçesine heyecan,
özlem, merak karışımı bir
yorgunlukla çarpmaya başladı
yüreği. Koklayarak, katlanmış
kâğıtları açmaya başladı. Annesinindi
yazı. Okumaya başladı...”
Malihulya
Tayfun Pirselimo�lu, �thaki Yay�nlar�, 200 s.
Deniz Kavukçuo�lu, Can Yay�nlar�, 256 s.
Henüz yüzüne ustura değmemiş genç
berber çırağı Haşmet bir gece
rüyasında O’nu görür ve hemen derin
bir aşka gark olur; peşinden Bağdat’a
doğru uzun bir yolculuğa çıkar. Bu
büyülü yolculuk sırasında karşısına
çıkan, hayatları tuhaf aşklarla bezeli
insanlar Haşmet’e kendi hikayelerini
anlatıp onu uyarırlar. Lakin,
Haşmet’in kalbi çoktan akıl dışı
aşkının girdabına kapılmıştır. Ne
zavallı kondüktörün anlattıkları, ne tel
cambazı Yakup’un dehşet verici
kaderi, ne aynacının korkunç hikayesi,
ne meczuplar gemisinin kaptanının ne
de gedikli yolcusunun uyarıları
Haşmet’i yolundan döndürür.
Hüzün Adas�nda Bir Köy
Gökçeada’nın tarihi, adanın yerli
Rumlarının yaşadığı sıkıntılar,
devletin uyguladığı baskı politikaları,
Rumlara ait arazilerin istimlak
edilmesi, ailelerin dağılması, malların
yağmalanması, bir zamanlar köylüler
için bir cennet olan, onların anavatanı
olan adanın zamanla bir hüzün
adasına dönüşmesi... Kavukçuoğlu,
giriştiği bu sivil tarih çalışmasında
adalı ailelerin ve bireylerin öykülerini
anlatırken, gerçek vatanın insanın
doğup büyüdüğü yer olduğuna da
vurgu yapmış oluyor. Gökçeada’nın
gelenekleri, komşuluk ilişkileri,
yemekleri, bayramları ve ilginç
kişilikleri kitaba renk katıyor.
Gölgesi Y�ld�z Dolu:Metin Alt�ok Kitab�
Zeynep Alt�ok Akatl�, Do�an Kitap, 467 s.
2 Temmuz 1993 Sivas Katliamı’nda
yitirdiğimiz şair-yazar-ressam Metin
Altıok’un kızı Zeynep Altıok
Akatlı’nın, katliamın 10. yılında
babası için hazırladığı “Gölgesi
Yıldız Dolu, Metin Altıok”un hem
şair, yazar ve ressam, hem de insan,
öğretmen, dost, baba ve eş olarak
portresini çizen bir armağan kitap.
Aradan 10 yıl daha geçti. Sivas
yarasının sarılması için bir şey
yapılmadığı gibi, hâlâ açık duran bu
yara, açık hukuksuzluklar yoluyla
daha da kanatıldı. Sivas '93’ü
unutmamak, hatırlamak, gittikçe
daha da yakıcı bir önem kazanıyor.
Do�u’nun Y�ld�z� Ali �ir Nevai
Kolay ve Pratik YüzOkuma Sanat�
Ayhan Gülda�, Bo�aziçi Yay�nlar�, 320 s.
Öyle insanlar vardır ki şahsiyetleri,
yaşantıları ve eserleriyle devirlerine
damgalarını vurmuşlardır. İşte
bunlardan biri Sultan Hüseyin
Baykara, diğeri onun veziri
diyebileceğimiz Ali Şir Nevaî’dir. Bu
tarihi roman daha çok, sultanın
“Benim mekteb arkadaşım, sohbet
arkadaşım, kader arkadaşımsın;
devletimin direğisin” dediği Ali Şir
Nevaî üzerinedir. Çünkü o hayatını
milletine, devletine adamasıyla,
birleştirici, bütünleştirici, mükemmelci
özellikleriyle, Türk diline olan
sevdasıyla, çalışkanlığı, yetenekli
devlet adamlığı ve yüksek karakteriyle
dünden bugüne örnek bir insandır.
Richard Webster, Remzi Kitabevi,Çev: Leyla Özcengiz, 247 s.
Bir insanın yüzüne bakınca ara sıra
yanılsanız da, genelde onun mutlu mu
mutsuz mu, kararlı mı kararsız mı,
anlattıklarınıza ilgili mi ilgisiz mi
olduğunu hemen anlamanız mümkün.
Bu kitabı bitirdiğinizde karşınızdaki
insanları daha iyi tanıyacak, daha iyi
yorumlayacaksınız; onların kişiliklerini
yüzlerinden okuyabilecek, onlarla
ilişkilerinizin daha sorunsuz ve kolay
yürüdüğünü göreceksiniz.
Karşınızdaki kişinin size yalan söyleyip
söylemediğini saptayacak ve içinde
bulunduğunuz durumu ona göre
değerlendireceksiniz. Aynı şekilde
kendinizi de daha iyi tanıyacak ve
olumsuz tavırlarınızı değiştireceksiniz.
Direni�i Dü�ünmek
Kolektif, MonoKL, 304 s.
Eşsiz bir olayın ismi yayılıyor her yere
ve düşünce olayın sözünü
sahipleniyor. Düşünce Gezi’den yeni
ufuklara açılıyor: “Filozofların Özel
Katılımıyla Direnişi Düşünmek, 2013
Taksim Gezi Olayları”.
“Gezi’deki insan nedir, kimdir?
Şimdilik kesin olan tek bir şey var: Bu
insan, bu madde, bu ruh neo-liberal
kapitalizmin dünyasındaki insan,
madde, ruh değil. O halde
çekinmeden söylenmeli: şimdi bizim
görevimiz gelmekte olan bu insana, bu
maddeye, bu ruha yer açmak. Onların
birlikte vuku buluşunu/yer alışını
düşünmek ve gerçekleştirmek. Yeni
bir özgürlük rotası, yeni bir demokrasi
haritası çizmek…” Volkan Çelebi
Yönetmen ve Sahne
Edward Braun, Dost KitabeviYay�nlar�, Çev: B. Sina �ener, 246 s.
Bu kitabın çıkış noktası, tiyatroda
yönetmenin XIX. yüzyılın sonlarında
nasıl ortaya çıktığını ve takip eden
süreçte bir oyunu sahnelemeyi
mümkün kılan uygulamalar bütünü
içinde nasıl temel bir figür haline
geldiğini göstermektir.
Natüralizm, sembolizm ve grotesk
arasında biçimlenmeye başlayan temel
ayrım ve etkileri merkezine alan
çalışma, XIX. yüzyılın son
çeyreğinden itibaren teatral yaratma
edimine damgasını vurmuş birçok
başat figür üzerinden yol alıyor.
Reinhardt, Craig, Meyerhold,
Piscator, Brecht, Artaud, Grotowski
ve diğerleri.
Aydınlık KİTAP YENİ ÇIKANLAR