gencay dergisi - sayı 17 - haziran 2013

46

Upload: gencay-dergisi

Post on 10-Mar-2016

228 views

Category:

Documents


0 download

DESCRIPTION

http://www.gencaydergisi.com Gencay Dergisi - Sayı 17 - Haziran 2013

TRANSCRIPT

Page 1: Gencay Dergisi - Sayı 17 - Haziran 2013
Page 2: Gencay Dergisi - Sayı 17 - Haziran 2013

www.millidusunce.org

Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı

Kızılay/ANKARA

Telefon: 0 (312) 231 31 94

Belgeç: 0 (312) 231 31 22

Page 3: Gencay Dergisi - Sayı 17 - Haziran 2013

GENCAY

GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi

Yıl 2 Sayı 17 - Haziran 2013

Ücretsiz e-dergi

www.gencaydergisi.com

[email protected]

GEZİ PARKI OLAYLARI VE MİLLİYETÇİ BİR ANALİZ / M. Bahadırhan DİNÇASLAN

GEZİNTİ / Veysel Gökberk MANGA

DEVLET BAHÇELİ GEZİ PARKI OLAYLARINA NE DEDİ? / Emre ECE

GEZİ OLAYLARI VE SONRASINA DAİR BİR DEĞERLENDİRME / Habibe DENİZ

TARİHİN ÜVEY EVLADI TÜRKMEN / M. Bahadırhan DİNÇASLAN

ORHAN PAMUK’ÇU MUSUNUZ; NİHAL ATSIZ’CI MI? / Alperen KIZIKLI

HAYATI YENİDEN ANLAMAK İÇİN: GENÇLİK… / Dilek AKILLIOĞLU

TARİHİ TÜRK YURDU ORTA ASYA’DA SİYASİ DEĞİŞİMLER / Emre SEVİNÇ

SÜVEYDA’YA NOTLARDAN: ANKARA’DA ÂŞIK OLMAK / Abdullah KILAVUZ

BİR NAMAZ HİKÂYESİ / Vural Egemen SARIGÖZ

RUH ADAM’IN KÖŞESİ / Yalçın Selim PUSAT

Page 4: Gencay Dergisi - Sayı 17 - Haziran 2013

GENCAY

1

GEZİ PARKI OLAYLARI ve MİLLİYETÇİ

BİR ANALİZ M. Bahadırhan DİNÇASLAN

Esen olsun.

Bu yazı iki bölümden oluşacak, ilk

bölümde olayların iç yüzüne dair, kahpe

medya ve onun afyonuyla olayları kaba

etlerinden yorumlayan cahil tayfaya inat,

birinci elden bilgi vereceğim. İkinci

bölümde Bahçeli’yi ve bu direnişe destek

vermeyen milliyetçi olduğunu iddia

edenleri eleştirecek ve bunun neden

milliyetçilik olmadığını ispatlamaya

çalışacağım.

Bölüm 1: Gezi Parkı Kısa Kısa

Gezi Parkı protestosu, esasında, yıllardır

artan stresin boşalmasıdır. Türkiye’de

toplum mühendisliği ile bir kaç nesil

apolitik hale sokuldu. Üstüne, var olan

politik ayrılıklar bilendi, ülke için kaygı

duyan gruplar ajite ve marjinalize edildi ki,

ülkücüler de bundan nasibini almıştır.

Bu sebeple yıllardır tepki vermesi gereken

anlarda “sanal” sebepler yüzünden birleşip

tepki veremeyen millet, “doğa” gibi

apolitik ve kucaklayıcı bir mesele

üzerinden birleşebilmiş ve tepkisini ortaya

koymuştur. Ve birinci elden şahidiyim ki,

her ne kadar (esasında biz de dâhil olmak

üzere) kimi gruplar eylemi sahiplenmeye

çalışıyorsa da, orada halk var. Ve en güzeli,

gazı yediği, suya maruz kaldığı halde

kaçtıktan sonra geri dönüp, polisi söküp

atana kadar direnen bir halk var.

Ajitasyonu önleyen, yerleri temizleyen, taş

atanı engellemeye çalışan bir halk var.

Ve gördüğüm kadarıyla en belirgin grup,

CHP seçmeni. Arkasından, her ne kadar

çoğu birbiri ile kavgalı olsa da, koyu sol

grupların toplamı geliyor. Ve milliyetçiler,

üçüncü büyük çoğunluk olarak oradalar,

resmi bir örgütlenme olmamasına rağmen.

Atılan sloganlar arasında en çok katılım

sağlayanı, “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz”

ve Tayyip diye bilinen, başbakan diye

anılan vatandaşın aile fertlerine

referanslar içeren bir takım sloganlar ki

benim terbiyem o sözleri bir köşe

yazısında alıntılamaya müsaade etmez.

Bölüm 2: Milliyetçi Bakış

Ben bir Türk milliyetçisi olarak bu

protestolara neden dâhilim ve neden bağlı

bulunduğum milliyetçi örgüt, Siyah Beyaz

KSPD, bu eylemi örgütsel olarak

destekliyor? Bunların cevabını vermek

lazım.

Page 5: Gencay Dergisi - Sayı 17 - Haziran 2013

GENCAY

2

Öncelikle, şahsi bakıyorum. İnsanlığım

adına bakıyorum, diyorum ki, o değerli

arazide bir takım rant oyunları dönsün

diye halkın parkının, ağaçlarının

katledilmesinin karşısında olmalıyım.

Karakter yapım icabı bakıyorum, diyorum

ki, önüne gelene biber gazı sıkıp öz halkına

işkence eden polisin karşısında olmalıyım.

Milliyetçiliğim icabı bakıyorum: Milletim

ilk defa (evet, görüşü ne olursa olsun

orada Türkler var.) böyle uyanmış, AKP

zulmüne “dur” demek için bir fırsat

doğmuş, katılmam lazım.

Biraz daha açayım. Dediğim gibi bu olaylar

bir toplumsal protestodur, AKP’ye,

birleştirici ve haklı bir amaç etrafında

toplanılarak verilen bir tepkidir. Bu

yüzden, zaten insan olduğunuz için

katılmanız gerekir. Bir de ek olarak,

milliyetçi olduğunuz için katılmanız

gerekir zira;

1. Bugün millet, yüzde yüz haklı olduğu bir

protestoda, yanında kimi görürse, ona

teveccüh edecektir. Ben milliyetçi olarak,

milletimin yanında olmakla mükellef

olduğumu düşünüyor ve yarın milletimin,

Türk milliyetçilerini bağrına basmasını

istiyorum. Bizi Türk Milliyetçileri olarak

orada görenlerin gözleri ışıldadı, bundan

dolayı gururluyum.

2. Esasında BDP eylemleri

desteklememesine ve AKP ile arasının iyi

olmasına, resmi olarak eylemde

olmadığını açıklamasına rağmen, Sırrı

Süreyya gibi “şovmen”ler, bu haklı

kavgada öne çıkmaya çalışıyor. Sırf bu

yüzden, en önde atılmalıyım ki, halkım

gerçek kahramanın kim olduğunu bilsin.

Öyle de yaptık ama yazının devamında

anlatacağım şeyler yüzünden, milliyetçi

gençler kahraman olamadı.

3. Ülkemiz çıkarları, milletimiz çıkarları;

AKP ve AKP’nin elde ettiği devletin

çıkarları ile çatışmaktadır. Ve AKP

“muktedir”dir, elinde devlet imkânları

vardır, halkın boğazına kement atmış,

sıkmaktadır. Buna karşı meydanda

mücadele verilmezse, mücadele asla

kazanılmayacak: AKP’nin seçimlere,

ihalelere, her şeye fesat karıştırdığını

biliyoruz. Öyleyse, bir milliyetçi olarak

ben, devlet ve hükümete, onun paralı

askerlerine karşı, milletimin yanında

olmalıyım.

4. Türk halkı, “peşinen devletçi” afyon ve

bahsettiğim toplum mühendisliği

yüzünden “koyun”, uysal, ezik ve pasif bir

kimliğe bürünmüştü. Bu kırılıyor, her ne

renge boyanırsa boyansın, böyle bir

“gelenek” kazanılması, Türk halkının

bozkırlı atalarımız gibi dinamik bir

karaktere bürünmesi beni mutlu eder. Ben

bir Tük milliyetçisi olarak “lider teşkilat

doktrin tartışılmaz” devrinin geçtiğine

inanıyor ve milliyetçi söylemin, en özgür

ortamda, en demokratik yollarla, doğru ve

akılcı bir yöntem ve tavır ile anlatılırsa,

halkı ikna edeceğine güveniyorum,

korkum yok. Ve bir milliyetçi yazar, editör

ve dernek başkanı olarak yaptığım

Page 6: Gencay Dergisi - Sayı 17 - Haziran 2013

GENCAY

3

milliyetçi propagandada yaşadığım sıkıntı

insanların milliyetçilik ile ikna

edilememesi değil, aldırmaması. Öyleyse,

“aldıran”, eylemci gelenek kazanmış bir

Türk halkı, benim için, rengi ne olursa

olsun kazanımdır, o halka milliyetçi

söylemi taşımak daha kolaydır.

5. Bu protestoların, Türk Milleti’nin en

büyük düşmanı olan bu hükümetin

ihanetlerinin engellenmesi adına büyük

bir ümit olduğunu düşünüyor, ilk defa

“muktediri korkutan sıradan halk”

gördüğüm için, Kaygusuz’un Türkmenler

için dediği “kelebek ok yay almış ava

şikare çıkmış / donuzları korkudur ayuları

koçmağa” dizelerini hatırlayıp toplumcu

bir refleks ile protestolara katılıyorum.

Şimdi gelelim Bahçeli’nin açıklamaları ve

kimisi cahillikten kaynaklanan, kimisi art

niyetli kimi “milliyetçi” eleştirilere.

1. “Eylemde BDP’liler var, o yüzden

gelmiyoruz.”

Biz orada en önde kasten yürüdük, kasten

ölümü göze aldık ki halk sırrı süreyya

gibileri kahraman göreceğine bizi görsün.

Bu haklı bir halk ayaklanmasıdır ve buna

destek veren halkın yanındadır. Halk da

yarın, kendisiyle olana teveccüh

gösterecektir. Eğer bir görüşün, zihniyetin,

partinin öne çıkmasını

hazmedemiyorsanız, buyrun, bugün

“bozkurtlar burada” yazdık taksime giden

yola karış karış. Kanımızı döktük,

mücadele ettik.

Ama maalesef siz keyif çattığınız için

kimse bizi kahraman ilan etmedi, sırrı

süreyya kahraman oldu. Suçu kendinizde

arayın derim ben, bir kerecik.

2. “Devlete karşı gelinmez.”

Devlet millete karşı geliyorsa, devleti ait

olduğu yere, millete iade etmek, milletin

cumhuriyet kazanımlarını korumak ve

birilerinin çöplüğü olmasını engellemek içi

her şeye karşı gelinebilir. Kutsal devlet

yoktur, kutsal ülkü vardır.

3. “Kardeş kavgası olmasın, Bahçeli çok

üzülür, ağlar sonra.”

Bahçeli kardeş kavgasından dem vurup,

devlet millet karşı karşı karşıya gelmesin

diyor. Geldi yahu? Geldik. Ben millet

değilsem kimse değildir arkadaş. Şu

milliyetçiliğe sızmış “peşinen devletçi”

zehri bir atamadık gitti, safdiller ile hainler

devlet bizimmiş gibi davranıyorlar hala.

Kardeş kavgasıymış, ben kardeşimle

meydandaydım ve polis kardeşime tazyikli

su sıktı. Kardeşler, AKP’nin paralı

Page 7: Gencay Dergisi - Sayı 17 - Haziran 2013

GENCAY

4

askerlerine karşı omuz omuza

savaşıyordu, kardeş kavgasından kasıt bu

mudur? Oysa evet gurur duyuyorum

kardeşimle, tek başına pankartı açıp “sıkın

lan” derken bozkurt yapıyordu. Bahçeli de

katılsın kardeşlerinin safına. Unutmayız

yoksa.

4. “Eylemciler şiddete meyyal, polisimiz uf

oluyor.”

İlk gaz yediğimizde yaklaşık 10 kişilik

milliyetçi, Siyah Beyaz KSPD üyesi bir grup

olarak, “Polis halkına ihanet etme” diye

bağırıyorduk. “Arkadaşlar, üstünüze

gelirse sadece oturun, şiddete

başvurmayın” diye duyuru yaptığımdan

sadece 15 dakika sonra. Ve bizzat ben

ölümden döndüm. Polisimiz şiddete

meyyal. Polisimiz, eli sopalı AKP’lileri de

yanına almış, onların hukuksuzluğuna göz

yumuyor. Yani “polisimiz” yok, “polis” var.

5. “Bu marjinal grupların eylemidir.”

Ben bir Türkçü olarak gayet marjinal

olduğumu düşünüyorum. Sen gelme zaten

ayı.

6. “Ama ya Devlet Bahçeli kızarsa? Onun

kesin bir bildiği vardır. Zaten bu eylemler

hep dış güçlerin oyunları.”

Eğer “bu eylemler dış güçlerin oyunları”

komplo teorisine rağbet ederseniz ben de

pekâlâ “Bahçeli Türk Milliyetçiliği’ni iğdiş

etmek için tutulmuş bir kukladır” diye bir

komplo teorisi atabilirim ortaya. Ama

böyle yapmayacağım, akılcı ve mantıklı bir

şekilde Bahçeli’nin neden milliyetçi

olmadığını yazacağım, yazıyorum.

MHP benimdir, Bahçeli’nin değil. Ama eğer

Bahçeli’ninse ve dediği gibi MHP’nin hiç

bir ferdi bu olayların içinde yer almadıysa,

ben MHP’li değilim. Zaten sırrı süreyya

gibi bir adamın dahi “kahraman” olabildiği

“haklı” bir direnişte yer almayı

beceremeyen bir adamın partisiyle işim

olmaz.

“Polisin ne günahı var? Emir kulu sonuçta”

diyen bir adam, “ülkücülük” ne demek

bilmiyor demektir. Biz ülkücüler,

Türkçüler, Türk milliyetçileri “erdem”,

“ahlak”, “şeref” gibi meselelerle ilgileniriz,

verilen emre uymayıp milli mücadeleye

katılan subaylar ile gurur duyarız.

Bahçeli, bir kaç ay önce ağırlayıp övgüler

yağdırdığı bir grup gencin, gezi parkı

protestosu olaylarında en önde yer alıp,

içlerinden bazılarının hastaneye

kaldırıldığını, o gençlerin sözcüsünün

polisle arasında yirmi metre varken

polisin nişan alıp sıkışına şahit olduğunu

Page 8: Gencay Dergisi - Sayı 17 - Haziran 2013

GENCAY

5

bilse utanır mıydı? Sanmıyorum artık,

ağzıyla kuş tutsa, güvenimi yitirdi.

Tarihe not düşülsün, biz Türk

milliyetçileri, MHP’nin kurumsal değil

ancak gerçek sahipleri, bu olaylarda yer

aldık, birçok noktada polisin üzerine

baskıyı kuran, düşenin yardımına koşan,

elinden geldiğince AKP zulmüne karşı gezi

parkı kıvılcımıyla çıkan bu başkaldırıya

destek veren şerefli mücadeleciler olarak

üstümüze düşeni yaptık. Tarih, Bahçeli’yi,

kendisine her şeye rağmen ümit bağlayan

insanları hayal kırıklığına uğratmış bir

“emanetçi” olarak yazacaktır. Yazmazsa, o

tarihi yazandan şüphe edin.

Millet için bir haklı mücadeleye dâhil

olmadan “milliyetçi” olunmaz. Gerçek MHP

sokaklardaydı.

Şimdi de ben bir soru sorup, cevabını

vermeye çalışayım. “Bahçeli bu işe sahip

çıksaydı, ne olurdu?”

Türkiye’deki Türk halkının genelinin

profili, milliyetçi-muhafazakârdır. Ben

Türk-İslamcı değilim o ayrı ancak, Türk-

İslamcı propaganda, halkın kodlarıyla bu

kadar uyumlu olduğu halde, neden

iktidara gelmiyor sizce? İletişim ve eylem

zafiyetinden. Ve bu zafiyet, bir kez daha,

halkla bütünleşme fırsatı kaçırıyor:

Okuduğum haber doğruysa, bir kaç gün

önce Erzurum’da polis, akil adamları

protesto eden ülkücülere gaz sıkıyor. İl

Başkanı tek bir laf ediyor: Bir daha gaz

sıkarsanız, burayı kan gölüne çeviririz.

Ülkücü hareket, bu kadar güçlüdür işte.

Şimdi, bu ülkücü hareketin, Tandoğan

mitingini yapan ülkücü hareketin, sağlam

bir disiplin, irade ve kahramanlık gösterisi

ile bu eyleme sahip çıktığını hayal edin.

Örgütsüz halk ve kendi aralarında dahi

kavgalı olan küçük sol gruplar, eşyanın

tabiatı gereği ülkücüleri takip ederdi ve

önceden apolitik olup, bu olay ardından

politize olan/olacak kesim, MHP’ye meyl

ederdi. AKP erken seçim kararı almak

zorunda kalır, MHP iktidarı zorlayacak bir

oy potansiyeline erişirdi. Ama yapmadı

zira Bahçeli, her ne kadar biz onu (çoğu

zaman homurdana homurdana) savunsak

da, gerçekten AKP payandası olduğunu

ispatladı.

Orada halk, milliyetçileri görmek istiyor.

Bu milletin sözcüsü, hamisi, banisi, öncüsü

Türk Milliyetçileridir. Eğer bugün halkı

yalnız bırakırsak, yarın onlar bize

teveccüh göstermediğinde, şikâyet

edemeyiz.

Az sonra tekrar eylem alanına gideceğim

için kısa ve savruk yazdım. Bu daha

başlangıç, ileride konuyu tekrar tekrar

açacağım.

Olaylar sürdükçe, bir parçası olacağım.

Siyah Beyaz Kültür ve Sanat Platformu, bir

parçası olacak.

Ezen bolsun karındaş kalık.

Page 9: Gencay Dergisi - Sayı 17 - Haziran 2013

GENCAY

6

“GEZİ”NTİ Veysel Gökberk MANGA

Bekledim; bu yazıyı yazmak için çok

bekledim. Derli toplu bir değerlendirme

yapabilmek için bu elzemdi. Hem

sokakların gazını, hem dört duvar içinin

sükûnetini tatmak, tanımak, hem de

başbakanın ülkeye dönüşünü, olayların

nereye evrileceğini anlayabilmek için

beklemek gerekiyordu. Şimdi

konuşabilirim.

Herkes biliyor ama ben konuşmaya yine

de en başından başlayacağım: Biz,

milliyetçiler olarak evlerimizde, rahat

koltuklarımızda oturma, sıcak

yataklarımızda uzanma eylemleri

yaparken-hiç kimseyi tenzih etmiyorum-

memleketin ağaçlarını korumak

maksadıyla iş makinelerinin önüne bir

BDPli atladı, yıkımı durdurdu. Biz gerçi, o

kadar da sokaklardan uzak adamlar

değildik, her ay en az bir kez bir şeyleri

protesto etmek suretiyle sokaklara inmiş

oluyorduk; fakat farkında olmadan

insanlığımızı unutmuş ve siyaset batağına

ziyâdesiyle batmıştık. Memleketin

ağaçlarını milliyetçiler, en çok ve ilk başta

milliyetçiler savunmalıyken biz,-şimdilik-

dağdan inmiş bulunan teröristlerin

partisinden bir adamı “önce beni, sonra

ağaçları yık” derken bulduk. Ve sonra,

yavaş yavaş sokağa indik; en azından

arkadaşlarımla ben ve namusluluğuna

güvendiğimiz onlarca insan…

Bir yerin hâlinden haberdâr olmak için

orada olmak zarureti vardır. İstanbul

eylemlerine katılamasam da, Ankara’da

eylemdeydim. Orada anladım ki, millet

bütün uzuvlarıyla sokaktadır, insanlar bir

süreliğine particiliği, siyasî görüşçülüğü,

apolitikliği, hatta bizim ülkemizde milat

sayılacak şekilde futbol takımı

taraftarlığını bile ayrıştırıcı etkenler

olarak görmekten vazgeçip birlikte

hareket etmektedir. Olayların başında halk

vardır; devamlılığını halk sağlamaktadır;

bitecekse halk bitirecektir. Bunun dışında

söylenenlerin hepsi yalan.

Tabiî birkaç gün içinde mevzu, park ve

ağaç mevzuu olmaktan çıktı, eylem iktidar

karşıtı bir eylem oluverdi, insanları

birleştiren AKP muhalifliğiydi. Hatta en

başından beri bunun böyle olduğunu

söylemekte beis yoktur. Zirâ biz, sokağa ilk

kez çıktığımız cumartesi gününden

itibaren bizi sokağa iten ana etkenin

muhalifliğimiz olduğunun farkındaydık.

Daha fazlası, siyaset dışı kalmayı tercih

eden halkın böyle büyük bir patlamayla

sokağa indiğini gördüğümüzde, bu tip bir

hareketi doğru yönlendirebilirsek, Türk

milliyetçiliğine ve dolayısıyla milletine çok

büyük yararlar sağlayabileceğimizin de

farkındaydık; bunun hiçbir zaman farkına

varamayan liderlere rağmen sokaktaydık.

Çekincelerimiz vardı, onları da sabahın

Page 10: Gencay Dergisi - Sayı 17 - Haziran 2013

GENCAY

7

erken saatlerinden itibaren arkadaşlarla

istişare ettik, bazen sertçe tartıştık. Bu

olaya yurtdışından bu kadar fazla destek

gelmesi normal değildi, ortada biber gazı

kokusundan çok daha pis bazı kokular

vardı, normalde kavgalı olduğumuz

onlarca grupla beraber eylem yapacaktık;

fakat sokakları, doğmasını beklediğimiz

büyük enerjiyi başkalarına

bırakmamalıydık ve hepsinin üstünde bir

de, şerefli bir şemsiye olarak ağaçlar

uzanıyordu. Nihayetinde olayların

büyüklüğü ve enerjisi bizi çok çok aştı,

kendisine “çapulcu” denmesinden

hoşlanan bir kitle yarattı; yine de

milliyetçiler olarak sokağa inerken bizim

en büyük vasfımız iktidar karşıtlığı değildi,

böyle düşünmek insafsızlık olur. (Burada

“milliyetçiler” derken, olduğunu iddia

eden ama aslında hiçbir zaman yaşamamış

bir camiayı değil, belki de “aktivist

milliyetçiler” diyebileceğim kitleyi

kastediyorum.)

Çapulcu lâfı bana çok şey ifâde ediyor.

Yerleşmeyi zül sayan Türkmenler de

yerleşik Selçuklu’ya, Osmanlı’ya göre

çapulcu idi. Bunu bize tarih, bir vakıa

olarak gösteriyor. O gün Türk ve Türkmen

adları tahkir ve tezyif mânâsında

kullanılırken Türkmenler bundan hiç

gocunmuyorlardı. Bugünkü hâle bakarak,

“teşbihte hata olmaz” kaidesince keyif

aldıklarını bile tahmin edebiliriz.

Nihayetinde, terminolojiye de uygun

olduğu için, bu harekete “Türkmen

ayaklanması” vasfını yakıştırırsam, pek de

haksız sayılmam.

Eylemler gerçekleşirken başbakanın bir

türlü birleştirmeyi beceremeyen tavırları,

üslûbu, olayları daha fazla büyüttü. Zaten

olayların alevi de en başta dış mihrakların

kışkırtmasıyla(!)-meselâ-dış mehtapların

altında oturan eylemcilere orantısız biber

gazı sıkılmasıyla palazlanmıştı. Bu

sıralarda “insanları evlerinde zor

tutuyoruz” yahut “biz sizi bir kaşık suda

boğmasını biliriz de… demokratlığımıza

verin” gibi lâflar kepçe olup tencerenin

içine daldı, iyice karıştırdı ve bu lâfların

sahiplerine, insanları boğmak için biber

gazı destekli tazyikli suların tonlarcasının

ve tomalarcasının kâfi gelmeyeceğini

“öğretti.” Zannederim başbakan tam bu

arada, kendisinden daha sakin ve tecrübeli

bazı büyük ve arkadaşları tarafından

yurtdışına gitmesi için “ikna edildi.”

Cumhurbaşkanının ve ARINÇ’ın bu

minvalde telkinler yaptığını tahmin

ediyorum. Ve biz, yepyeni bir rütbeyle

karşı karşıya kaldık: “başbakan vekilliği.”

Bunun yeniliğini, başbakanın bile

ARINÇ’tan bahsederken “başkan” demesi,

yanılması ispatlar. Başbakan defalarca

yurtdışına çıkmış; fakat onun yerine

vekâleten bakan beyefendi hiçbir zaman

onun adına konuşmamıştı; en azından ben

hatırlamıyorum. ARINÇ, başbakan vekili

olmakla başbakan adına konuşuyor, özür

diliyor ve aslında başbakanın kendisi

olmamakla ERDOĞAN’ı hiçbir yükümlülük

Page 11: Gencay Dergisi - Sayı 17 - Haziran 2013

GENCAY

8

altında bırakmıyordu: mükemmel bir

siyasî manevra. Cumhurbaşkanı ve

başbakan vekili, sevgili Kasımpaşalımızın

olmadığı zamanlarda insanları daha sakin

davranmaya davet ettiler, görece başarılı

da oldular. Ama başarılı olmalarının asıl

nedeni, bence, polisin müdahale şiddetini

biraz daha azaltması oldu ve ortaya,

insanların polislerle kurdukları samimi

diyalogların fotoğrafları çıktı. Olaylar

karşısında idraki kapanmış iktidarı, hiçbir

şey yapmayarak korumaya başlayan-bu

kavramı da yeni öğrendim-”ana akım

medya” artık devrin değiştiğini ve sosyal

medya var olduğu için kendisinin halkın

karşısında çok güçsüz kaldığını gördü.

Önceleri yalnızca bir iki kanal ve gazete

olayları meskût geçmedi, fakat onların

haberleri de her zaman pek güvenilir

olmuyordu. Onlara bakılırsa şimdiye kadar

elliye yakın insan ölmüş olmalıydı.

Yalnızca onlar yalan haber yapmıyordu

tabiî; Dolapdere’de pekakanın yaktığı

bayrağı eylemcilerin üstüne yıkmaya

çalışan, apo posterleri ile Türk Bayrağı’nı

yanyana getiren bazı işgüzarların çok eski

fotoğraflarını ısıtıp servis eden “yandaş

medya”nın da hakkını vermek gerekir.

Onlar işe çok geç dâhil oldular; fakat

yalancılıkta ilk sıraları kimselere

kaptırmadılar.

Olaylar boyunca sokaklarda çoğunluğu,

15-25 yaş arası bir kuşak oluşturdu.

Bunlar, yaşları kendilerininkinden çok

büyük olan adamların reyleri yüzünden

duyuramadıkları seslerini sokaklarda

duyurmak ihtiyacı hissettiler. Yaptıkları

eylem aslında bu çocukların çok zeki ve

memleketsever olduğunu da gösterdi. Tam

da hevesler kırılmış, umutlar kesilmişken

“biz de buradayız, biz de sizdeniz” dediler.

Sokağa indiğim ândan sonra kalabalık,

bana Yunanistan’ı veya Arap

kalabalıklarını hatırlatmadı. Arap

Bahar’ının aslında bir sonbahar olduğunu

ve ardından kış getirdiğini kestiremeyen

veya kestirdiği hâlde bambaşka niyetlerle

Türk Baharı goygoyculuğu yapan

adamlara hiç itibar etmedim. En başından

beri aklıma, Fransa’da liseli gençlerin

emeklilik yasasına karşı ayaklanması geldi

ve bunu, Türk demokrasisinin geçirdiği bir

istihale, geçtiği yeni bir merhale, attığı

yeni bir adım olarak gördüm. Bu olaylar,

Yunanistan’daki ve Arap Yarımadası’ndaki

olaylardan çok farklıydı. Atılan sloganlara

rağmen, aklı başında hiç kimse böyle bir

hareketle bir ânda hükûmet

düşürebileceğini sanmıyordu. Türk

gençliğinin demokrasi algısı bu kadar

Page 12: Gencay Dergisi - Sayı 17 - Haziran 2013

GENCAY

9

gelişmiş vaziyetteyken, gençlik rüştünü

ispat etmişken hükûmetin gençlik kadar

geniş fikirli ve demokrat olmadığını da

görmüş olduk. Çünkü Fransa gibi

ülkelerde bu kadar büyük bir hareket en

azından birkaç koltuğa mâl olurdu ve

devletin başındaki adam ufak da olsa bir

özür dilerdi; ki birçok insan, SARKOZY

devrinin kapanmasında bu hareketlerin

payı olduğunu da kabul ediyor. AKP’nin,

memleketin yarısını diğer yarısına fedâ

eden demokrasisi ve insanları yalnızca

biber gazı karşısında eşit gören adaleti

sınıfta kaldı.

Fakat hareketin kendisini tam olarak

yönettiğini söylemek de doğru olmaz. Bir

lider çıkmadı. Her kesimden adamın bir

arada böyle bir eylemi aylarca yürütmesini

zaten bekleyemezsiniz. Yine aklıma bir

misâl geliyor: İttihat ve Terakki’nin

meşrutiyeti, anayasayı tekrar getirmek

istediğini, fakat o geldikten sonra ne

yapacağını bilmediğini söylerler. Bu da

öyleydi. Hattâ ortak bir amacın olduğunu

söylemek bile pek mümkün değil. Bir

enerji patlaması tecessüm etti ve

sokaklara döküldü. İnsanlar iktidara,

“iktidarsın ama her şeye muktedir

değilsin, Allah değilsin” demek istediler.

Topluluğun İttihat ve Terakki’den farkı

şuydu galiba: Ortak sıkıntılar vardı, ortak

hedef yoktu. Gündüz halk sokaklardaydı,

gece onun yerini marjinal sol gruplar

aldılar ve ERDOĞAN bu kozu çok iyi

kullandı, kullanıyor ve kullanacak.

Bu hareket hem halka, hem de hükûmete

bir şeyler öğretti. İnsanlar, henüz

istediklerini tam olarak kazanmamış

olmalarına rağmen, demokrasinin yalnızca

muayyen zamanlarda sandıklara gidip oy

kullanmak olmadığını öğrendiler. Sokağa

inmenin, “eylem”in tadına vardılar. Biber

gazı yediler ve bir “biber gazı edebiyâtı”

yarattılar, ortaya çok eğlenceli şeyler çıktı.

Kendilerinin iktidardan daha muktedir

olduğunu, millet olduklarını, “hâkimiyetin

kayıtsız şartsız milletin olduğunu”

anladılar. Hükûmet bunu-bence-bilmiyor

değildi; fakat bilmiyor gibi davranıyordu.

Onlar da bunları hatırlamış, üzerinden

geçmiş, ezber etmiş oldular ki, bundan

sonra toplumun belli bir kesiminin

muhalif olacağı bir şeyler yapacaklarında

birkaç kez düşüneceklerdir ve birçok uzun

geceleri uykusuz geçecektir.

İktidar bu kalabalığı dış güçlerin

güdümünde olmakla suçladı ve “evlerinde

tuttuğu” %50′yi sokaklara indirmekle

tehdit etti. Ama birkaç yazı ve bir iki

fotoğraf gösterdi ki, %50 sokaklara

inmeye o kadar da meyyal değildir. Peki,

bu kalabalık yabancı güçlerin güdümünde

miydi? Bu söylentiyi birçok AKP’li genç de

dillendirdi; fakat ben de bir eylemci

olmama rağmen CIA’dan falan para

almadığımı söyleyebilirim. Yani, belki

başka kuvvetler de işin içinde idi ama bu,

eylemin haklılığını zedelemez ve başkaları,

Page 13: Gencay Dergisi - Sayı 17 - Haziran 2013

GENCAY

10

yabancılar bu harekete destek veriyor diye

bu eylem meşrû olmaktan çıkmaz.

Tabelalardan devletin adının kaldırılması

mevzusunda sosyal medyanın kuvvetini

gören hükûmet, bu olayda halkın kaba

kuvvetini de karşısında buldu. Ona karşı

gelemeyeceğini, onu öldürmeden

yıldıramayacağını ve hiçbir iktidarın

halkını öldürmek hakkı olmadığı için

mağlup olacağını fark etti. Hükûmet

üyeleri geri adım attılar. ARINÇ özür

diledi. Derken ERDOĞAN Türkiye’ye geri

döndü.

Gerilimi başbakan bitirebilirdi. Bir özür,

halkı sokaklardan çekmeye yetecekti.

Ancak başbakan özür dileyemedi ve “biz

de aynı şeyleri söylemiştik” diyerek

ARINÇ’ın özrünü gizlice tasdik etti. Sonra,

uçaktan iner inmez kendisini karşılamaya

giden partililere bir konuşma yaptı.

Birleştirmedi; ayırdı. Konuşmanın

ayrıntılarından bahsetmeyeceğim.

Konuşma sırasında dikkatimi en çok

celbeden şey, AKPli kalabalığın sloganları

oldu. “Yol ver gidelim, Taksim’i ezelim.”

terbiyesizliğine gece 03:30 sıralarında

Ankara ve İstanbul beraberce, “Yol ver

gelsinler, insanlık görsünler.” sloganıyla

cevap verdiler. Fakat daha ilgi çekici olan,

AKP’lilerin MHP’nin sloganlarını

kullanmaya başlaması oldu. Tekbirler, “Ya

Allah, bismillah, Allahuekber”ler… AKPli

gençler neredeyse bozkurt çekeceklerdi.

Galiba milliyetçi camia, bu olayla tam

olarak ikiye bölündü. Oylardan

bahsetmiyorum ama bir bölünmüşlük var.

Bu olay için, bazıları AKP tarafına kaydılar

ve Akperenler oldular. Diğerleri ise,

kendilerini bir lâfla partiden ihraç eden

Devlet BAHÇELİ ile pekiyi anlaşamayacak

görünüyorlar. Yani, Devlet BAHÇELİ artık

muhafazakârlığı müdafaa edemedi ve

onun tabanının bir kısmı, kendisini

AKP’nin temsil ettiğini düşünmeye başladı.

Sloganlar ve Rize’deki “bozkurt hareketi

yapan ülkücüler” bunu gösteriyor. AKP

gençleri, MHPlileşmeye başladı. Bu söz

yanlış anlaşılmasın: Bu, AKPli gençler

MHP’ye oy verecek mânâsına da gelmez;

fakat onlar, muhafazakârlığı MHP’nin hazır

sloganları ile savunmak yoluna gittiler.

Diğer kısım ise hâlâ muhafazakâr ve MHPli

olmakta ısrarcı olmasına rağmen bir

aidiyet bunalımı yaşıyor.

Sonuçta, Türk halkı ve demokrasisi

kazandı. AKP kaybetti. AKP’nin gençlerinin

tam olarak MHP’lileşip

MHP’lileşmeyeceğini ise bundan sonraki

süreçte göreceğiz. Ne demek istiyorum?

Ülkücüler, son yılları saymıyorum, fiilî

mücadele adamlarıydılar, sokaklara iner,

dövüşürlerdi. AKPliler de aynı cesareti

gösterebilecekler mi? Meselâ, bundan

sonraki süreç Taksim’i ezme

teşebbüslerine gebe mi? Bekleyeceğiz.

Page 14: Gencay Dergisi - Sayı 17 - Haziran 2013

GENCAY

11

DEVLET BAHÇELİ GEZİ PARKI

OLAYLARIYLA İLGİLİ NE DEDİ? Emre ECE

Meydan’dan Bir Gözlem: 3 Haziran

Bugün sırf iddiaların hangisi doğru hangisi

yanlış diye meydana çıktım ve olanları

gözlemledim. Çoğunluğu lise talebesi

kalabalık bir grup vardı ve Kızılay AVM’nin

karşısında Güvenpark’ta slogan atıp

protesto ediyorlardı. Bırakın taşkınlığı

küfür dahi duymadım 15 dakika boyunca.

Sloganlar çoğunlukla “Tayyip İstifa”,

“Mustafa Kemal’in Askerleriyiz”, “Her yer

Taksim, her yer direniş”, “Direne direne

kazanıyoruz” du. Müdahale başladığında

2-3 adet gaz bombası atıldı ve kalabalık

YKM’ye doğru koşmaya başladı YKM’nin

kapısında bir yığılma oldu ben de kapının

önündeydim. Tam o anda gaz

bombasından kaçmak için yere yatmış

insanların üzerine 2 tane gaz bombası

daha atıldı ve başımın kenarından geçti.

O an anladım ki karşımızda milletin polisi

yok, hükümetin kolluk güçleri yer alıyor.

Eğer polis emir kuluyum diyorsa eyvallah,

ama bilerek ve isteyerek bu dozda

müdahale ediyorsa Allah onlara vicdan

versin.

Alanda bulunduğum sürece bir müdahale,

bir tekrar toplanma oldu. İlk müdahale

sonrasında insanlardaki öfke 10 katına

çıktı diyebilirim. Sloganlar da aynı şekilde

sertleşti. O havada normalde 10 saniye bile

durmazsınız ama insanlar tekrar eski

yerlerini almaya çalışıyorlardı.

Bu insanların bir derdi var. Siz bunu

hükümeti yıkmak olarak

adlandırabilirsiniz, ben saygı ve adalet

arayışı olarak görüyorum. Onlar bu ülkede

bir araya gelmiş bir çıkar zümresinin,

ülkeyi uçuruma sürüklemesine artık dur

diye bağırıyorlar.

Tayyip Erdoğan’ın dün yapmış olduğu

banklarda kızla erkeğin oturmasına saygı

GÖSTERMİYORUM cümlesine öfkeliler, içki

içen ALKOLİKTİR sözüne öfkeliler,

insanların imanlarının ölçülmesine

öfkeliler. Daha birçok adaletsizlik var. Ama

tekrar söylüyorum bugün Kızılay’da

12.30′da polis ilk gaz bombasını atmadan

göstericiler sadece slogan atıyorlardı.

Devlet Bahçeli Gezi Parkı Olaylarına Ne

Dedi?

Gezi parkı olaylarında belki de aklı en çok

karışan siyasi grup MHP’li ve Ülkücü

vatandaşlar oldu. Gezi parkındaki

ağaçların kesilmesini protesto eden

insanlara yapılan sert müdahaleye karşı

birleşen bir grup vardı ortada. Ekseriyetle

sol görüşlü insanlar ama yanında

başörtülüsünden tutun da Ülkücüyüm

diyenine kadar. Birleştikleri nokta “Ben

istedim, yaparım” fikrine karşı durmaktı.

Devlet Bey’in en baştan beri gösterilere

tavrı MHP’lilerin katılmadığı ve

katılmayacağı yönünde oldu. Bunu daha

çok MHP dışından, az da olsa parti içinden

Page 15: Gencay Dergisi - Sayı 17 - Haziran 2013

GENCAY

12

tepkiyle karşıladılar, ama bu tavır

yumuşamadı aksine sertleşti. Genel

başkanın gösterilere katılacak vekillerin,

istifasını verip katılmaları sözünü

söylediği bile iddia edildi. Bugün ise

kendileri twitter’dan çok net mesajlar

verdi. Gördüğüm kadarıyla bu mesajlar

gösterilere katılanlar tarafından da

takdirle karşılandı. Şimdi bu açıklamalara

bakalım. Yoruma pek gerek bırakmayan

çok net sözler söylemiş.

Çok hareketli, çok çetin ve çok sıkıntılı

günler yaşıyoruz.

Nerede duracağı, hangi sonuçları ortaya

çıkaracağı ve nasıl bir bünyeye taşıyıcılık

yapacağı belli olmayan olay ve oluşumlara

şahit oluyoruz.

Özelini tehdit altında gören, dışlandığını

hisseden, saygı bekleyen, sahipsiz

olduğunu düşünen ve ilgi gözleyen

muazzam sayıda insanımız var.

Bu kardeşlerimiz demokratik haklarıyla,

bireysel özgürlükleriyle, kimlikleriyle ve

gelecekleriyle ilgili haklı olarak endişe

taşıyorlar.

Bunların hepsini anlıyor ve meşru

görüyorum.

Ancak masum beklentilerin nefsi

müdafaası yapılırken, kötü niyetli plan,

tertip ve hedeflere mutlaka dikkat

edilmesi gerektiğine inanıyorum.

Özellikle “Kriz, Kargaşa, Kaos, Korku,

Kutuplaşma, Kavga, ve Karanlık” dan

oluşan “7-K”lı tahribat zincirine engel

olmalıyız.

Despotluklara, insan hayatına müdahale

ve hükmetmeyi alışkanlık haline getirmiş

tiranlara itiraz ederken kışkırtmalara

gelmemek lazım.

Çalkantının bitirilmesi, belirsizliğin

aşılması için sakin olmaya, teenniyle

harekete ve empatiye ihtiyacımız var.

Şu günlerde sanal medyanın yerli veya

yersiz, gerçek ya da asılsız haberlerin,

yorumların merkezi olduğunu görüyorum.

Asparagas haberleri, kendinden kaçmak ve

kurtulmak için sanal âlemin hayallerine,

kayganlıklarına tutunanları ciddiye

almamak gerekiyor.

Toplumsal psikolojiye hasar veren, soğuk

savaş döneminden kalma taktiklerle

akılları karıştıranlara fırsat vermeyelim.

Ayrıca Twitter’a bela olarak değil,

katılımcılığı teşvik eden, kişisel ifade

beceri ve özgürlüğünü pekiştiren bir

platform olarak bakıyorum.

Bela olarak görenlere de bu ortamlardan

uzak durmalarını öneriyorum.

Yarınlarda keşke dememek için

bugünlerde acaba denilmesi zannederim

çok hayırlı sonuçlara vesile olacaktır.

Page 16: Gencay Dergisi - Sayı 17 - Haziran 2013

GENCAY

13

GEZİ OLAYLARI ve SONRASINA DAİR

BİR DEĞERLENDİRME Habibe DENİZ

Neler değişmedi ki bu ülkede… Her yeni

güne hangi sürprizle uyanacağınız asla

belli olmadı. Enflasyonlar, zamlar, işsizlik

ve daha tonlarca dertle yıllar geçmişken

kabuğuna daha çok çekilen halkın bir

kısmı yavaş yavaş milli uyanışa geçti.

Yıllarca ekonomik kalkınma adı altında

yapılan özelleştirmeler, kültürel ve milli

kimliğimizde oluşturulan hasarlar, terörle

müzakere adı altındaki peşkeşler…

Gün geldi her türlü ideolojiyle savaşa

girildi fakat esas girişilen savaş Türk

milliyetçiliğiyleydi. Türk milliyetçiliğine

savaş açılırken göz göre göre Kürt

milliyetçiliğini savunan kesim koruma

altına alınıyor, sırf onlar için yasalar

çıkarılıp eylemleri yasal hale geliyordu.

Bir ülke düşünün ki yöneticileri benim

seçmenim benim vatandaşım, sünni

vatandaşlarım gibi laflarla ayrılık

tohumları serpsin vatan topraklarına.

Ezilenler iktidar olacak sloganıyla ortaya

çıkan hükümet zamanla kendi tabirleriyle

kalan yüzde elliyi ezme çabasına girip

çelişki noktasını doruğa çıkartmıştı.

Daha bir sürü yapılan hatalar bardağı

taşırma noktasına getirdi ve Gezi Parkı

eylemlerine yapılan haksızca müdahale ile

sürekli aralarına nifak sokulmaya çalışılan

yüzde elliyi sokağa döktü.

Siyasetten anlayan anlamayan herkes

yorumluyordu kendince. Kimisine göre

provokasyon kimisine göre dış güçlerin

oyunu(!) Herkesin çoğu kez es geçtiği bir

şey vardı: Zulüm.” Zulüm, Azrail olsa da

hep Hakk’ı tutacağım.” diyen bir yiğidin

yolundan giderken haksız yere işkence

edilen o insanları sadece seyretmek

kanımca yakışık almazdı.

Gezi Park’ına müdahaleye engel olmak için

ellerinde kitaplarıyla gayet de demokratik

haklarını kullanmak üzere oraya giden

gençlere polisin zor kullanmasıyla

başlamıştı her şey. Zamanla yoğun biber

gazı, tomaların ağır saldırısı, polisin copla

vs. şiddeti ile had safhaya ulaştı. Bu durum

Page 17: Gencay Dergisi - Sayı 17 - Haziran 2013

GENCAY

14

yurdun her yerinde duyarlı

kardeşlerimizle birçok kesime ulaştı.

Ankara’da da Tunalı ve Kızılay’da,

Taksim’de, İzmir’de, Eskişehir’de vs.

zaman zaman olayları polis insan

mezalimine çevirmek istese de, bazı

provokatörler zarar vermeye çalışsa da bu

bir halkın sesini duyurma çabası

olduğundan hepsinin üstesinden el ele

gelmeye çalıştılar.

Yaralanan ve ölen kişilerden sonra bile

polis bir adım geri atmazken işkencelerine

daha da ağırlık verdi.

Ama unutulan bir şey vardı. O meydanda

türbanlısı, açığı, ülkücüsü, solcusu yan

yanaydı. Biber gazından etkilenilirken size

yardım edenin kim olduğu bile

bilmiyordunuz. Herkes kenetlenmişti.

Artık zulmün bitmesini, seslerini

duyurabilmeyi istiyorlardı.

Sabrın taşmasıydı bu Türk kimliğine

verilen zararın, kültürel yıpranmanın,

yabancılara olan peşkeşlerin, polisin

zulmünün, doğal alanların tahribinin artık

aşırı artmasıyla halkın sesini

yükseltmesiydi. Bu bir uyanıştı bir ağaçla

başlayan.

Bir söz vardır tarih herkesin bir kez

fotoğrafını çeker önemli olan o tek seferlik

karede gözlerinizin açık çıkmasıdır. Kimin

gözlerinin açık kimin gözlerinin kapalı

olduğunu zaman gösterecektir fakat

halkına bu kadar zulmeden bir hükümetin

gözlerinin açık çıkması imkânsızdır.

Her şeyden önemlisi milletini düşünen

insanları saf dışı bırakmaya çalışan;

milliyetçileri kötüleyen hiçbir hükümet

tarih sahnesinde gururla yer almamıştır.

Hele ki her şey bir yana her türlü

ideolojisini bir kenara bırakıp kenetlenmiş

bu insanlara o meydanlarda bunlar

yapıldıktan sonra…

Gelecek günler bizler için ne gösterir

bilinmez ama daha çetin günlerin kapıda

olduğu aşikâr. Tek yapmamız gereken

itidalden öte olaylar karşısında donanımlı

bireyler de olabilmek.

Page 18: Gencay Dergisi - Sayı 17 - Haziran 2013

GENCAY

15

TARİHİN ÜVEY EVLADI TÜRKMEN M. Bahadırhan DİNÇASLAN

Esen olsun.

Esasında, Türkmen’e dair bir yazı yazmak,

benim gözümde, sırf Türkmen olduğu için

katledilen, sürgüne uğrayan, geleceği

tahdit edilen yedi dedem hükmünce en

doğal hakkımsa da, bu zamana dek ne

zaman Türkmen için yazı yazmaya

otursam, dilimin ucuna gelenleri

söyleyemiyor, kıyısından, ufak bir

örneklemle kendimi sınırlandırarak

değiniyorum esas meseleye. Bu yazı da

korkarım ki öyle olacak, zira Mehmet

Emin’in meşhur şiirinin sonunda dediğine

benzer bir şekilde, toplumcu öfkeniz belli

bir sınırı aştıysa, laf, söz, yazı kifayetsiz

kalır, ancak sert sert bakar, yumruklarınızı

sıkarsınız. O yumruk, bir gün darbe vurup,

“hakkımdır ulan!” narasını atacak mı

bilinmez, ama yedi dedemin çağından beri

bizim sülalede birileri hep yumruğunu

sıkmış, ben de bir gün oğlum olursa

Asya’nın olanca öfkesiyle sıkılmış bir

yumruk miras bırakacağım ona, o kadar.

Şimdi burada, Türk ile alakası olmayan bir

firma olan Nissan’ın “Kaşkay” isimli bir

modeli var, ürettiği arabanın dayanıklılığı

ve arazi şartlarına uyumunu vurgulamak

için bizim Kaşkaylara gönderme yapmış,

biz ise bu mahiyette bir düzlemi

oluşturmaktan fersahlarca uzağız, görklü

Tengri topumuzun belasını versin diyerek

durumu özetleyip, kahır dolu bir

teslimiyetle “acı söz” ile mührü vurmak da

vardı ama, sırf ölen dedelerim boşa ölmüş

olmasın diye bu teslimiyetçiliği kendime

yakıştıramıyorum.

Türkmen tarihi uzun ve ciddi bir

meseledir, ne bir köşe yazısına sığar, ne 22

yaşında bir Türkmen çocuğu olarak

aksakalların ve kalem erbabının

Türkmen’in kolektif hafızasından deşirdiği

gülleri demet yapıp okuyucuya sunacak

bir yeteneğe sahibim. Ancak sanırım

Türkmen’in bugünün dünyasında düştüğü

durumun manzarasını kör-topal çizebilir,

birilerinin rahatsız olmasını

sağlayabilirim.

“Kelebek ok yay almış ava şikare çıkmış /

Donuzları korkudur ayuları koçmağa”

diyor Kaygusuz Abdal. Bu müthiş edebi

tasvir ile tablosu çizilen Türkmen, öz

gardaşının hışmına uğrayan Türkmen’dir:

Bizanslaşma yolunda Osmanlı, faturayı

Türkmen’e kesmiştir. Ki, yıllar sonra bizim

Avşar Türkmenlerine de aynı zulüm reva

görülecek, öz gardaşının zulmüne uğrayan

Page 19: Gencay Dergisi - Sayı 17 - Haziran 2013

GENCAY

16

Avşar ozanı Dadaloğlu soracaktır haklı

olarak:

“Coşkun sular gibi dolanıyorduk

Ne duruluyok ne bulanıyorduk

Firkatten firkate ulanıyorduk

Sankim neydi bunda suçu Avşar’ın?”

Tağutlara ve en küflü, en çürütücü haliyle

şehirleşmeye en bozkırlısından tertemiz

bir rest çeken Türkmen, o çağdan beri

tarihin üvey evladıdır, çünkü Türkmen

anlamaz, bi-idrak derler ona; kahreden

düzenin, annesinden süt emen bebenin

rızkına ipotek koyan devranın işleyişini

anlamadığı ve “hayır!” dediği için. Ve bir

kelebek narinliğiyle okunu, yayını alır,

domuzun karşısına geçer; kazanmak için

değil, ölerek utandırmak için.

Babek ve Afşın Haydar çağından beri, işte

bu yüzden, bu coğrafyada ne zaman savaş

çıksa, mazlum olan Türkmen olmuştur.

Biri İran dinine hizmet eden, diğeri Arap

devletinin hizmetindeki bu iki Türk

komutan, “başkalarının çıkarları” uğruna

birbirlerine düştükten beri, Türkmen’in iki

yakası bir araya gelmemiştir. Son örneği

sanırım, Irak-İran savaşıdır; iki taraf da, en

ön saflara Türkmen askerleri sürmüş,

karşı cepheden Türkçe sesler duyan

askerler bunalıma girmişlerdir.

Ve Türkmen, hem öz gardaşının, hem onu

asla “buralı” kabul etmeyen, Türkmen’in

temsil ettiği bozkırlı ve saf vicdanın

kurabileceği yeni nizamdan (ki

Osmanlı’nın, Selçuklu’nun, ve Hazarlar,

Göktürkler gibi müthiş Türk devletlerinin

tohumunu atan bu vicdandır, başkası değil.

Ancak yazık ki, tohumu zehir ile suladık

hep, soldurduk.) korkan “yadırgı”ların

ihanetine, hilesine, pususuna ve

düşmanlığına rağmen, “il”ini değilse de,

töresini ve hiç değilse biyolojik varlığını bu

güne değin getirmiştir ki, “hakim düzen”e

büyük bir ders veriştir bu; mazlum için

hala ümit olduğuna bir işarettir. Bütün

mazlumlar bir noktadan sonra erir, yiter,

solar giderken, Türkmen’in her şeye

rağmen “ben varım ulan!” diye

haykırabilmesi, bütün bir coğrafyanın

mazlumlarının bayraktarlığı ve remzliğine

Türkmen’i yükseltmektedir.

Türkmen’in bugünkü tablosuna bakınca

da, Türkmen devletleri olan Türkmenistan,

Azerbaycan ve Türkiye’nin, İran

Türklerinin, Suriye-Irak Türkmenlerinin

ilişkisine birazcık nazar etmek, durumun

vahametini kavramaya yardımcı olacaktır.

Zira, Atatürk’ün sözünden ilhamla, hiç

değilse dağlarda tüten birkaç Yörük ocağı

olarak bu güne kadar gelebilen

Türkmen’in tarihi veraseti, artık külliyen

yok olma tehlikesi ile karşı karşıyadır:

Türkmen ovaya inmek, şehre yerleşmek

zorunda artık, şehre tertemiz yerleşip

kirlenen gardaşları gibi. Ancak ona yol

gösteren, ışık tutan, yardım eden kimse

yok; öyle bir acının ağıdı yükseliyor ki

Türkmeneli’nden (Evet, herkese ve her

şeye inat, Gagavuz Yeri’nden Aral Gölü’ne

kadar Türkmeneli’dir, Ortadoğu denen

necaset çukuru değil!) “kıyım kıyım

doğranmışam gavim gardaş / hardasan”

diye, öz kardeşin mankurtlaşması

sebebiyle kıyım kıyım doğranan bir insan

grubuna şahit oluyoruz. Tarihte bir çok

benzer trajedi yaşandı ama, hem bu

trajedinin yaşanmasına doğrudan o

toplumun aymazlığının sebep olması, hem

de, bu trajedinin nihayetinde yok olan

Türkmen kimliğinin, mazlumların

Page 20: Gencay Dergisi - Sayı 17 - Haziran 2013

GENCAY

17

başkaldırabilmesi ihtimalinin de yok

olması anlamına geleceğinden, insan

yumruğunu sıkmaktan geri duramıyor.

Din, yerel lehçe farkı, coğrafya gibi suni

sebeplerle ayrılan aynı dili konuşan bu

150 milyon nüfusa yaklaşan topluluk,

bütün Türk dünyası içinde, Asya’nın,

Avrupa’nın ve Afrika’nın bütün

güzelliklerinden bir tadımlık kâm almış

olmakla eşsizdir. Ve bu topluluk, bugün

küresel oyunlarda piyon olarak

kullanılırken, topluluğun tarihi verasetinin

ana damarının temsilcisi Türkiye; yozlaşan

Türkmenlere (Osmanlı) reaksiyon

gösterecek kadar Türk kalabilmiş

Türkmenlerin (Kuvayı Milli) kurduğu

devlet, bu topluluğun çıkarı ve

birlikteliğini odağına alıp siyaset üreteceği

yerde, Telafer’de direnen Türkmen’e

“terörist”, İran’da direnen Türkmen’e

“provokatör”, Suriye’de Esad ve ÖSO

diktaları arasında kendisine yol çizmeye

çalışan taze gerilla Türkmen’e ise “piyon”

muamelesi yapıyor. Tarihi bilmem ama

Türkmenler bunun hesabını çok acı

soracaktır, zira Türkmen devlet kurmakla

meşhur olduğu kadar, tek iz

kalmamacasına devlet yıkmakla da

maruftur, Nesimi’nin dediği gibi:

“Gönül yağma kılanımdır, beni derde

salanımdır

Yine derman olanımdır, dahi Türk ü

Tatarımdır”

Siz bir coğrafyada “etken” ve “üretken”

değilseniz, edilgen kalmaya mahkûm

edilirsiniz. Ve bu edilgenliğiniz, eğer

Türkmenler gibi müthiş bir tarihi mirasa

sahipseniz, sahip olduğunuz zenginliğin

sizin adınıza değil, sizin ipinizi tutanlar

adına kullanılması demektir ki, biz buna

kendi aramızda “Yeni Osmanlıcılık”

diyoruz.

Ve Ramiz Rövşen gibi Türkmen ozanları

ağıt yakıyor, “Vatan” şiirinde, petrol

yüzünden geldi bunlar başımıza diyerek:

“Neftle getdi bereketin, bereket qaçdı

senden.

Neftle getdi bekaretin, borular keçdi

senden.”

Eğer vatanımızın bekâreti Amerika ya da

Rusya’nın ortasından geçirdiği borularla

bozulduysa, anamızın, bacımızın, eşimizin,

kızımızın ırzına geçilmiş demektir.

Türk’ün böyle bir zulüm karşısında nasıl

bir öfkeye kapıldığını ise, geçmişten kalma

birkaç deyiş anlatıyor:

Öpkem kelip ogradım (Öfkem gelip

harekete geçtim)

Arslanlayu kökredim (Aslan gibi

kükredim)

Alplar başın togradım (Alplerin başını

kestim)

Emdi meni kim tutar (Şimdi beni kim

tutar?)

Dolayısıyla Türkmen eli, aslanlar gibi

kükreyip, adı Alp, içi mankurt adamları

doğrayacak adamlar arıyor, ta Kaygusuz

Abdal çağından beri. O zaferler getiren

atların nalları altındandı, şimdi tahtlarımız

altından, yüreklerimiz pamuktan.

Ezen bolsun karındaş kalık.

Page 21: Gencay Dergisi - Sayı 17 - Haziran 2013

GENCAY

18

ORHAN PAMUK’ÇU MUSUNUZ; NİHAL

ATSIZ’CI MI? Alperen KIZIKLI

“İslamiyet Türkler sayesinde yaşadı ve

yükseldi. İslamiyet Türkleri değil, Türkler

İslamiyet’i yüceltti. Biz İslam olmadan

önce de büyüktük. Keramet İslamiyet’te

olsaydı her Müslüman millet yükselirdi.”

Hüseyin Nihal Atsız

Kıymetli okuyucu!

Yazımın girişinde paylaştığım bu söz

üzerine geçenlerde bir arkadaşımla

tartıştık. Kendisi bu sözü o kadar yanlış bir

şekilde yorumlamış ki beni ve bu

cümlelere hak veren herkesi kâfir

noktasına bile getirmeye kalkıştı. Şüphesiz

arkadaşım bu sözü kendisinin mensup

olduğu grup tarafından sıkça dile getirilen

klasik bir Hüseyin Nihal Atsız ön yargısıyla

anladı ve bu ön yargıya göre tepkisini

gösterdi. Hâlbuki bu söz Hüseyin Nihal

Atsız tarafından değil de sadece benim

tarafımdan söylenmiş olsaydı; eminim bu

kadar sert cümlelerle beni eleştirmezdi.

Şahsım olarak arkadaşımın mensup

olduğu İslamcı kesimlerde (biz gâvuruz

sanki!) mesela Orhan Pamuk hakkında da

Nihal Atsız kadar sert konuşulduğu, Orhan

Pamuk’un da en az Atsız kadar şiddetli

kınandığını hiç görmedim. Burada nedense

bir pozitif ayrımcılık söz konusu.

Mesela Orhan Pamuk “Kar” adlı romanında

“İmam ikindi namazı saatinde caminin

balkonuna çıkarak ikindi ezanını okudu.”

şeklinde yazdığı cümleden sonra nedense

bu kesimlerden hiç bir tepki görmüyor.

“Türkler 1,5 milyon Ermeni’yi katletti,

soykırım yaptı” cümlesiyle demeç veren

birine ” Bre soysuz, seni kınıyorum”

demiyor.

Filistin’e Müslüman olduğu için sahip

çıktığı kadar Kerkük, Hocalı, Doğu

Türkistan’a sahip çıkmıyor, onlarla ilgili

meselelerde nedense üç maymunu

oynuyor.

Öncelikle şunu söylemek gerektir. Nihal

Atsız bu coğrafyanın insanıdır, bu

Page 22: Gencay Dergisi - Sayı 17 - Haziran 2013

GENCAY

19

toplumun kısacası bu milletin tarihçisidir,

fikir adamıdır. Neden mi? Nihal Atsız pek

ala şunları bilir:

1- Namazın saati olmaz vakti olur. Saat ve

vakit ayrı kavramlardır.

2. Minarenin balkonu olmaz şerefesi olur.

Üstelik ezan şerefeye çıkarak değil

içeriden okunur.

3. Ezanı imam değil müezzin okur.

İşin aslına gelirsek Nihal Atsız’ın

“Nurculuk Denen Sayıklama” başlıklı

makalesinden ötürü nice tarikat ve cemaat

ehlince hedef tahtasına konulduğu bilinen

bir gerçektir. Hakkında yapılan menfi

propagandaların temel sebebi Türkçü

(onların kanaatince Irkçı) olması, İslam

diye yutturulan bir takım hurafelere ve

peygamberleştirilen şeyhlere tepki

koymasıdır.

Yazımın girişindeki Atsız’a ait bu

cümlelerden, “Türkler İslamiyet’e

girmeseler de olurdu.” manası çıkarmak en

bayağısından bir art niyetliliktir. Öncelikle

Türk ve Müslüman olmaktan, bu ülkede

doğup Türk milletine mensup olmaktan

dolayı kıvanç duyan herhangi bir insan

nasıl olur da bir cümlesiyle günahkâr

noktasına getirilir! Hâlbuki Atsız’ın şu

cümleleri kendisinin manevi

meselelerdeki hassasiyetini apaçık ortaya

koymaktadır: “İnsanlar mizah ve şaka

yapabilirler. Fakat bazı konular vardır ki

onlar asla şakaya gelmez. Orada ciddî

olmak insanlık borcudur. Millî tarihle

eğlenemezsin. Bayrakla alay edemezsin.

Kuran’ı mizah konusu yapamazsın. Aile

namusunu hiçe sayamazsın. Bunlar millî

mukaddesattandır. Millî mukaddesatı

olmayan millet, millet değil hayvan

sürüsüdür.”

“Türkler mi İslamiyeti yüceltti; İslam mı

Türkler’i yüceltti?” tartışmaları yıllardır

Atsız’ın tezleri üzerinden yapılıyor. Lakin

bir neticeye varılmış değil. Sanırım bu

tartışma bir sonuçsuzluk arz ediyor ve

tartışmaya dâhil olmak bir nevi tarafını

belli etmek manasına geliyor. Ben de bu

tartışmada karınca misali tarafımı belli

etmek ve kendimce konuyu biraz daha

genişletmek adına tarihimizden örnekler

vererek fikirlerimi beyan etmek istiyorum.

Tarihe şöyle bir göz attığımızda Türkler’in,

Kuran-ı Kerim inmeden önce de tek tanrılı

bir dine inandığını görüyoruz. Türkler;

ateşe, güneşe tapmıyor, insanın bir Tanrı

tarafından yaratıldığına inanıyor, devletini

yönetene Tanrı’dan kut verildiğini, düzeni

sağlaması için yetkilendirilmiş bu insana

saygıda kusur edilmemesini pek ala

biliyordu.

Türklerin İslamiyet’ten önceki yaygın dini

(konar-göçerlerin) Gök Tanrı dinidir. Bu

din kesinlikle Şamanizm değildir. Şaman

kelimesi Rus tarihçilerin Yakut bölgesinde

halen bu dine inan Türklerin dinini

aşağılamak için kullandıkları bir kelimedir

ve “şarlatan” anlamına gelmektedir.

Ağaca, taşa, toprağa, ateşe tapmamış

Türkler, asla Arap kavmi gibi öğlen

ekmekten yaptığı putu akşam yememiştir.

İnandığı varlık yeryüzünde erişebildiği

birşey asla olmamıştır. Çünkü Türk

milletinde Tanrı yücedir, ulaşılmazdır

uğruna mücadele edilir, onun isteği

yeryüzüne hâkim kılınmalıdır. İşte Cihan

Page 23: Gencay Dergisi - Sayı 17 - Haziran 2013

GENCAY

20

hâkimiyeti mefkûresi ve İslam’ın Cihat

anlayışı gibi sayabileceğimiz nice benzer

etken Türklerin Müslüman olmasına vesile

olmuştur. Talas Savaşı ise bu ilk

tanışmanın mimarıdır.

Şunu rahatlıkla söylemekten

çekinmiyorum. Türkler İslamiyeti

yüceltmiştir. İslam’ın Batı’ya karşı

temsilini İslam tarihinin büyük bir

kısmında Türk milleti yapmıştır.

Arap toplumu Emevi, Abbasi, Fatimi gibi

sayısız kollara bölünüp birbirleriyle Cemel

Vakası’na tutuşurken, bu bölünmelerin

neticesinde peygamberin torununu ve

damadını dahi katledebiliyorken, Türkler

on tane haçlı seferine karşı dimdik

durmuştur. Üstelik Türkler 1. Cihan

Harbi’nde hilafet makamına sahip

olmalarına rağmen Yemen’de,

Arabistan’da, Şam’da Araplarca da yalnız

bırakılmıştır. Hristiyan dünya ile savaşan

Müslüman Türklere destek verilmemiş,

çoğu zaman ihanet dahi edilmiştir.

Türkler Müslüman olmayıp Gök Tanrı

dinine mensup olarak kalsalardı,

Anadolu’ya Müslümanların elinden

Kudüs’ü almak için gelen 1. ve 2. haçlı

seferlerine karşı Talas Savaşı’nda Çin’e

karşı Müslümanların yanında olduğu gibi

yine Müslümanların yanında olurdu.

Vesselam bu ancak yüksek bir ahlak,

kültür ve mayaya sahip olan milletin

yapacağı bir iş olurdu.

Bu gün hala İslamiyet’in en medeni kavimi

Türkler’dir. Somali, Habeş, Mısır, Tunus,

Suriye, Irak, Afganistan, Pakistan ve Suudi

Arabistan gibi ülkelerde emperyalistler

gönüllerince hareket edebiliyorken; henüz

Türkiye topraklarında ellerini kollarını

sallayarak iş çeviremiyorlar.

İtiraf etmekten korkmayalım. İslamiyet

Arap kavimini yükseltememiş, İngiliz

alçaklığına alet olmaktan kurtaramamıştır.

Arap kavminin mayası bu yüceliğe hazır

değildir. Türk’ün mayası tarih boyunca

hep yüksekti ve İslamiyet bu mayaya farklı

bir tad ve rayiha vermiştir. Türk’ün

hedefleri İslamiyet ile birlikte sadece

kendi faydasına değil Allah’ın hâkim kıldığı

en son din olan yüce İslam’ın da faydasına

yönelmiştir.

Hiç kimse Arap’ın Türk’ten İslamiyet’e

hizmet noktasında üstün olduğunu bence

iddia edemez ve takvada bir üstünlük söz

konusuysa eğer; bu üstünlük kanaatimce

Türk milletine aittir.

Yahya Kemal Beyatlı’nın şiirinde de dediği

gibi:

“Şu kopan fırtına Türk ordusudur yâ

Rabbi.

Senin uğrunda ölen ordu, budur yâ

Rabbi.

Tâ ki yükselsin ezanlarla müeyyed

nâmın,

Galip et, çünkü bu son ordusudur

İslâm’ın!”

Türkler bu dinin son ordusudur ve

Türkçülük, İslamiyeti karşısına almayıp

aslında ona da hizmet etmektedir.

Artık bir karar verme zamanıdır. Orhan

Pamuk’çu musunuz; Nihal Atsız’cı mı?

Page 24: Gencay Dergisi - Sayı 17 - Haziran 2013

GENCAY

21

Page 25: Gencay Dergisi - Sayı 17 - Haziran 2013

GENCAY

22

HAYATI YENİDEN ANLAMAK İÇİN:

GENÇLİK… Dilek AKILLIOĞLU

“Amaç ve sonuçlar birbirine benzerler…”

(John DEWEY)

Gençlik, çocukluk ile yetişkinlik arasında

yer alan bir dönemdir. Hem toplumsal

hem de ruhsal bir kavramdır. Toplumların

en hareketli halkasıdır. Yaşama hazırlık

olarak isimlendirilmektedir. Birleşmiş

Milletler örgütünün tanımına göre gençlik:

15-25 yaşları arasında, öğrenim gören,

hayatını kazanmak için çalışmayan ve ayrı

bir konutu bulunmayan bir kişidir.(1)

Tanım olarak etkisiz yorumu

çıkarılabilecek bu dönem, sosyolojik ve

psikolojik açıdan bakıldığında çok

önemlidir. Hem insanlığa hem de bir

devlete yol çizecek olan kesim gençliktir.

İnsan gelişiminin en inişli, çıkışlı dönemi

olan gençlik yine yukarıda belirtildiği gibi

yaşamdaki keskin sınırlar arasına

girmektedir. Freud, gençlik çağı için

bocalamalı ve fırtınalar içinde geçen bir

dönem demiştir. Bir yazar için

düşündüğümüzde yazının en can alıcı yada

ana temayı vereceği paragraf, şarkının

nakarat kısmı gençliktir. Gençlik dönemi

‘kendi alevinde yakmakla yükümlü’

sayılabilecek bir çağdır. Gençlik kişilik

gelişimin başlangıcı olan bir sınırdır. Kişi

bu sınırını o dönem içerisinde edindikleri

ile oluşturmaktadır.

Ülke olarak genç nüfusun baskın olduğu

bir toplum olarak ‘gençlik’ kavramı bizim

için daha mühimdir. Nüfus yapımız, geride

bıraktığımız yaklaşık 50 yıllık dönemde

çocuk ve gençlerden oluşan nüfus

kesiminin ağırlıklı olduğu yapıda iken

önümüzdeki 30–40 yıllık dönemde genç ve

yetişkinlerin oranının ağırlıklı olacağı bir

nüfus yapısına doğru dönüşüm

yaşamaktadır. Gençliğin üzerine yazılacak

yazılarda bu kavramın anlamı gibi

hareketli ve enerji içeren şekilde olmalıdır.

Gelecek ile ilgili hayallerin, hedeflerin

oluşumunu içeren Gençlik çağı Türk

toplumunda biraz daha farklı bir anlam

taşımaktadır.. Gençlik bizim

toplumumuzda içine kapanık, etrafa karşı

sinirli ve her yargıya muhalif olan bir

süreç olarak nitelendirebilmektedir.

Toplumsal rolün belirlenmesi için sınır

olarak kabul gören bu dönemin psikolojik

Page 26: Gencay Dergisi - Sayı 17 - Haziran 2013

GENCAY

23

olarak değerlenmesi sonucunda içine

kapanık gibi bir yargının ortaya atılması

hem birey hem de toplumsal açıdan

mühimdir.

Gençlik kendini gerçekleştirme, yapma, en

iyisine, en dikkat çekicisine sahip olma

eğilimi taşıyan bir çağdır. Algıların tam

olarak açık olduğu bu çağda kaynaktan

verilecek mesaj yine gençlik döneminin

getirdiği algılama, yönetme durumuna

göre hafızaya kaydedilecektir. Burada

algılama olgusuna değinecek olursak

Aristoteles, ruh üstünde yapıtında,

duyuların dış dünyadaki nesneler

tarafından uyarıldıklarında algılama fiilini

gerçekleştirdikleri üzerinde durmuş ve bu

durumun sebeplerini araştırmıştır.

Aristoteles, algılama sürecini yanmaya

hazır olan bir maddeye benzeterek bu

maddenin faaliyetine başlamak için de ilk

ateşlemeyi yapacak olan dışsal bir

ateşleyiciye gereksinim duyduğundan

bahsetmiştir.(2) Bahsedilen duruma

gençlik açısından baktığımda verilecek her

mesaj/ateş konumlandırma açısından,

yapma yönelimine dokunacak şekilde

bütün yönleriyle genç algılayıcıya göre

birleştirilmiş olmalıdır. Aksi takdirde

yönelme, yanlış algılama/ hatalı ateşleme

yada yanlış algılamaya müsait

mesajlar/ateşler sebebiyle genç bireyin

içinde bulunduğu kargaşa ile birlikte

denge mekanizmaları sarsılacaktır.

Ardından birey depresyonit bulgulara

itilmiş olacaktır. Bunun bir ileri adımı ise

eylemsel tepkilere sürüklenmek olacaktır.

Duyguların, düşüncelerin ya da zihindeki

tüm etkenlerin kısa zamanda çeşitlendiği

bu dönemde rahatsız bir rol elde etmek

kolaydır. Duygusal istismarın genç birey

döneminde daha etkili olduğu da göz

önüne alınırsa yukarıdaki cümle

önemlidir.

Gençlik benlik oluşturma çağı ise

kanaatimce benlik ve algı ilişkisi üzerine

yorum yapılabilecektir. Yazıda bu çağın

içerisindeki bireylere verilecek mesajların

algılama boyutuna baktık. Benlik

kavramında da algı olgusu temel yapı

taşıdır; biçiminde bir çıkarsama ile kişinin

benliği ile algılaması doğru orantılı

olacaktır. Algılamayı sağlayacak unsurların

en başında algı sürecini başlatan ateşleyici

gelmektedir. Bu ateş/ ateşleyici “eğitim”

olarak vücut bulduğunda ‘algı-birey-

hayatta bireyin rolü’ veya bu şekilde

uzayan evrimler önümüze gelmektedir. Bu

küçük fakat hayati ayrıntıyı belirtikten

sonra ‘gençlik’ çağına değinmeye devam

edelim.

Gençlik doğal bir performans sınırı

izlendiğinde gelişim süreçleri özelliği ile

kişinin kendisini bulma dönemidir.

Gençlik, bireyin özgül tanımlamalar yapma

çabaları ile ortaya çıkardığı yazıdır. Yazıya

yapılacak her farklı muamele ekonomik,

siyasi, kültürel olarak yer edinebileceği

gibi günümüzde en çok sıkıntısını

çektiğimiz depresyon, güvensizlik,

başarısızlık, bağımlılık ve intihar gibi kötü

sonuçlara yol açabilecektir. Aile- genç,

toplum-genç ilişkisinin bu tür sonuçları

toplumun kendi içerisinde ilerleyici bir

politika seyretmesinde de olumsuz bir

zincir olarak eklenecektir. Aile- genç

ilişkileri toplumu ve toplumun gençlik ile

arasındaki lisanı çerçevelemektedir.

Gençlik bir toplumda isyankâr,

algılamasına yanlış ifadeler kazınmış

rollerle karşı karşıya bırakılacak olursa bir

Page 27: Gencay Dergisi - Sayı 17 - Haziran 2013

GENCAY

24

sonraki kuşakta gençlik kavramını hatalı

yorumlamaya devam edecektir.

Zeytinoğlu tarafından gençlik üzerine

yapılan araştırmalardaki raporlarda,

ülkemizde gençlik kendisinin

aşağılanmasından, ilgisiz ve sevgisiz

bırakılmasından kişiliğini tam olarak

belirleyemediğinden şikayetçidir. (3)

Bireyler şikayetçi oldukları konularda

doyum sağlayacakları sonuca

ulaşamadıklarında yaşamlarının en

hareketli dönemlerinde şiddet,

yabancılaşma veyahut kurumsal

düzenekleri bozmaya gidebileceklerdir. Bu

tür tepkiler gençlerin ruh durumu ile

şikayetleri, oluşturmaya çalıştıkları

benliklerine yapılan etkilerle bağlantılıdır.

Etkileri kontrol altına alabilecek algılama

köprüleri bu köprülerin oluşturulmasını

sağlayacak her türlü yayın organı, ulaşım

materyalleri tanımlaması uzunca

yapılmaya çalışılan hareketli çağa ayak

uyduran bir enerji kaynağının kurulması

ile kaçınılmaz olmalıdır. Bu kaynağın

kurulması ve genç için psikoloji, sosyoloji

ya da ruh sağlığı üzerinden yapılacak

yorumlar, çözümler ‘eğitim’ ile mümkün

olacaktır. Bu çağa dokunabilecek,

dokunduğu anda bu çağı olması gerektiği

gibi saracak ‘eğitim’ sayesiyle

gerçekleşmelidir. Gerçekleştirilen bu

sonuç ile toplum onu oluşturan kesime

dokunabilecektir.

Son olarak,Ethem Özgüven’nin deyimi ile

“ülkemiz geleceği ve sürekliliği olan bu

grubun iyi tanıyıp, yetiştirilmesi,

sorunlarına değinilmesi büyük önem

taşımaktadır.” (4)

KAYNAKLAR

1. Türkiye 2008 İnsani gelişme Raporu:

http://www.undp.org.tr/publicationsdocu

ments/NHDR_tr.pdf

2. Aristoteles, (2001), Ruh Üzerine, Çev:

Doç. Dr. Zeki Özcan, Alfa Yayınevi, 2. Baskı,

İstanbul

3. (KOZCU-98, ZEYTİNOĞLU-1988)

4. Üniversite Öğrencilerinin Sağlık ve

Psikolojik Sorunları-Ulusal Psikoloji

Kongresi, İzmir,1990)

Page 28: Gencay Dergisi - Sayı 17 - Haziran 2013

GENCAY

25

Page 29: Gencay Dergisi - Sayı 17 - Haziran 2013

GENCAY

26

TARİHİ TÜRK YURDU ORTA ASYA’DA

SİYASİ GELİŞMELER Emre SEVİNÇ

Orta Asya, Türklerin ata yurdu ve

Müslümanlıkla tanıştıktan sonra batıya

doğru göçe başladığı bir merkez olmakla

beraber, en büyük kıta olan Asya’nın da

ortasıdır. Kuzeyinde dünyanın yüzölçümü

bakımından en büyük ülkesi Rusya’nın,

doğusunda dünyanın en kalabalık

nüfusuna sahip Çin’in ve güneyinde de

ciddi ekonomik potansiyele sahip Pakistan

ve Hindistan’ın yer alması Orta Asya’nın

önemini stratejik olarak arttırmaktadır.(1)

Genel olarak Hazar Denizi ve Karadeniz’in

doğusu, Afganistan’ın Hindukuş dağlarının

kuzeyi, Çin Seddi’nin batısı, Moğolistan

dâhil Çin’in kuzeybatı bölgeleri ve

Kazakistan’ın kuzey bölgelerini içeren

alana Orta Asya adı verilmektedir. Yani çöl

ve bozkırın bittiği yerler Orta Asya’nın

sınırıdır.(2) Bu bölgede bugün Orta Asya

devletleri adı ile bildiğimiz 5 devlet, yani

Özbekistan, Kazakistan, Türkmenistan,

Kırgızistan ve Tacikistan geçmişte

Türkistan olarak anılmaktaydı. Hatta bu

coğrafyada SSCB’nin ilk yıllarında

Türkistan Otonom Sovyet Sosyalist

Cumhuriyeti adıyla ayrı bir idari yapı

vardı. Ancak hemen takip eden yıllarda

bugünkü cumhuriyetler oluşturularak

aslında birbirlerine çok yakın farklı

boylardan ve Taciklerden oluşan bu

coğrafyada her boyun millet olma süreci

başlamış oldu. Şimdi bölgede, Özbekistan,

Kazakistan, Türkmenistan, Kırgızistan

cumhuriyetleri ile Taciklerin yaşadığı

Tacikistan Cumhuriyeti vardır.(3) Bu

bölgenin tarihsel, dilsel, kökensel yapısını

göz önünde bulundurursak bugün de bu

coğrafyaya Türkistan, devletlerin geneline

de Türk cumhuriyetleri –Tacikistan hariç-

dememizde herhangi bir sakınca yoktur.

18. yüzyıldan sonra bölgede Rusların

genişlemesi söz konusu olmuştur. 16.

Yüzyıl başlarında Rusya küçük bir

knezlik(Moskova Knezliği) iken biraz da

Türk dünyasının içindeki çekişmelerden

ve bölünmüşlüklerden yararlanarak

Karadeniz’e doğru yayılmaya başlamıştır.

Deli Petro(1682-1725) Akdeniz’e inme

politikasında başarılı olamayınca yayılma

faaliyetini Asya’ya yöneltti. Orta Asya’daki

durumu öğrenmek, Orta Asya’nın ve

Hindistan’ın zengin ticari imkânlarını ele

geçirmek için 1715’te Albay İvan

Bucholz’u İrtiş’e, 1716’da da Prens

Aleksandır Bekoviç Çerkovsky’i Hive

üzerine gönderdi. Fakat orduları mağlup

ve perişan bir şekilde geri dönmek

mecburiyetinde kaldı. Bu kez 1723’te Orta

Asya’ya ilerlemede rehber olarak

kullandığı adamlardan Telekev’e şu

direktifi vermiştir: ‘’Her ne kadar

Page 30: Gencay Dergisi - Sayı 17 - Haziran 2013

GENCAY

27

Kazaklara ve Kırgızlara güvenmek

mümkün değil ise de onların memleketini

mutlaka himayemiz altına sokmak

zorundayız. Zira Kazak ve Kırgız bozkırları

bütün Asya’ya açılan en önemli

kapılardır.’’ Nitekim 19. yüzyıla

gelindiğinde Orta Asya’nın büyük bir

bölümü Rus İmparatorluğu’nun hâkimiyeti

altına girmiştir.(4) Bu hâkimiyet 20.

yüzyılın son yıllarına kadar sürmüştür.

Yıllar 1990’ları gösterdiğinde ise bu

devletler birer birer bağımsızlıklarını

kazandılar ve uluslararası ortamda önemli

bir rol oynamaya başladılar. Ancak

bölgenin gerek jeostratejik gerek

jeopolitik açıdan oldukça zengin olması bu

devletler üzerinde bazı hâkimiyet

mücadelelerine neden olmuştur. Bu açıdan

karşımıza ilk olarak çıkan ABD ve Rusya

birinci derece aktörler arasında yer

almaktadır. Bu iki devletten sonra ise Çin,

Hindistan, İran gibi bölgede önemli

ekonomik atılımlar yapmış veya yapması

beklenen devletleri ve bölge ile kültürel,

dilsel, tarihsel yakınlığı olan Türkiye’yi

örnek gösterebiliriz.

DOĞALGAZ VE ORTA ASYA

Bilindiği üzere geçtiğimiz yüzyılda petrol

Orta Doğu’yu dünya üzerinde önemli

kılmış, büyük devletler bölgede var olmak

için oldukça çaba harcamışlardır. 21.

Yüzyılda ise petrolün yanına önemi

gittikçe artan enerji kaynağı olarak

doğalgaz eklenmiştir. Orta Asya’da var

olan doğalgaz rezervlerinin gerek Avrupa

gerek Asya'nın ihtiyaçlarını karşılayacağı

görülmektedir.(5) Ayrıca bölge

devletlerinin doğalgaza artı olarak altın,

petrol gibi kaynaklar ve nükleer enerji

üretiminde gereken stratejik mineraller

açısından zengin olması da bölgenin

önemini arttırmaktadır.(6)

TABLO 1: Orta Asya’daki Beş Ülkenin

Tespit Edilmiş Petrol ve Doğal Gaz

Rezervleri(7)

ÜLKELER PETROL (Milyar Varil)

DOĞALGAZ (trilyon kübik feet-tcf)

Kazakistan 10-17 53-83

Türkmenistan 1.7 98-155

Tacikistan 0.012 0.2

Kırgızistan 0.04 0.2

Özbekistan 0.6 40-88

Dünya 1.033.2 5.142

Orta Asya’dan çıkartılan doğalgazın-

özellikle batı ülkelerine- ulaştırılması da

önemli bir mücadeleye sahne olmaktadır.

Günümüzde petrol ve doğalgaz gibi enerji

kaynaklarının alıcılara taşınması boru

hatları ile yapılmaktadır. İşte bu boru

hatları da geçtikleri ülkeler için stratejik

ve ekonomik açıdan getiri sağlamaktadır.

RUSYA’NIN KURDUĞU HEGEMONYA

Page 31: Gencay Dergisi - Sayı 17 - Haziran 2013

GENCAY

28

SSCB döneminde Moskova Orta Asya’ya

daha çok tarım bölgesi gözü ile bakmış ve

buradaki enerji kaynaklarını fazla

önemsememiştir. Bölge devletleri

bağımsızlıklarını kazanıp bu kaynaklar

üzerinde projeler gerçekleştirmeye

başlamasıyla Rusya kendisini bölgedeki

enerji kaynakları üzerinde rol oynamak

durumunda hissetmiştir. Zamanla bölge

devletleri ile doğalgaz anlaşmaları yapmış

ve bölgeden önemli derecede ucuz

doğalgaz sağlamıştır. 2008 rakamlarına

göre Türkmenistan’dan yaklaşık 42.3,

Özbekistan’dan 14.2, Kazakistan’dan da

9.6 milyar metreküp doğalgaz almıştır.

Rusya Orta Asya’dan aldığı bu ucuz gazı

Rus iç pazarında kullanmış, Rusya’daki

rezervleri de dünyanın dört bir tarafına

daha yüksek fiyattan ihraç ederek

hegemonyasını kurmuştur.2009 yılında

ekonomik krize bağlı olarak ve Nisan

2009’da Orta Asya-Merkez (Rusya) boru

hattındaki kaza nedeniyle Orta Asya’dan

alınan toplam gaz miktarında düşüş

yaşanmıştır (Toplam 37.3 milyar metre

küp alınmıştır). (8) İki ülkenin bu sorun

üzerinde anlaşmaya varamaması ve

Türkmenistan’ın maddi zarara uğraması

doğalgaz satışını başka bölgelere de

yönlendirmesine neden olmuştur.

RUSYA’NIN BÖLGEDEKİ HEGEMONYASI

KIRILIYOR

Ancak Rusya’nın kurduğu bu hegemonya,

bölgedeki rakiplerinin yüzyılımız

içerisinde yaptığı ve planladığı doğalgaz

boru hatları sayesinde kırılmaktadır…

Bu açıdan karşımıza çıkan en büyük güç

Çin’dir. Son dönemlerde yüksek nüfusu ve

geniş sanayi hacmi ile doğalgaza ihtiyacı

artan Çin, 2008 yılında 80 milyar

metreküp, 2000 yılında 24.5 milyar

metreküp doğalgaz kullanmıştır. Çin’in

günümüzde kullandığı doğalgaz miktarı

ise 100 milyar metreküpün üzerindedir.

Bu rakamın ilerleyen yıllarda daha da

artması beklenmektedir. Çin, artan bu

doğalgaz ihtiyacını karşılamak amacıyla

Orta Asya’ya yönelmiş ve Orta Asya-Çin

boru hattı projesini Kazakistan,

Özbekistan ve Türkmenistan ile birlikte

hayata geçirmiştir. 2003 yılında temelleri

Kazakistan ve Çin arasına yapılan bir

mutabakat ile atılan projenin,

Türkmenistan ve Özbekistan’ın da

katılmasıyla 2008 yılında inşasına

başlamıştır.(9) Uzunluğu 2000 kilometre

olan bu boru hattı Türkmenistan’dan

başlayarak Özbekistan ve Kazakistan’dan

Çin’in Doğu Türkistan bölgesine

bağlanmaktadır. Boru hattı ile 2011

yılında Türkmenistan Çin’e 25 milyar

metreküp, Özbekistan ise 5 milyar

metreküp doğalgaz sağlamıştır. Bu

rakamlar günümüze kadar artarak gelmiş,

gelecekte ise yine bu şekilde devam

edecektir. 2020 yılında Türkmenistan’ın

100 milyar metreküp doğalgaz ihraç

edeceği tahmin edilmektedir. (10)

Yüzyılımız içerisinde bölge ile birlikte

boru hattı inşa ederek doğalgaz ticareti

yapan bir büyük güç ise İran’dır. Yapımı

2010 yılında tamamlanan ve 30.5

Page 32: Gencay Dergisi - Sayı 17 - Haziran 2013

GENCAY

29

kilometre uzunluğundaki Devletabad-

Serahs-Hangeran doğalgaz boru hattı

sayesinde de Türkmenistan’dan İran’a

yılda 20 milyar metreküp gaz akması

beklenmektedir. Projenin açılış töreninde

konuşan İran Cumhurbaşkanı Mahmut

Ahmedinejad, ‘’ Bu proje Türkmenistan

enerji kaynaklarını İran üzerinden

Avrupa’ya ve Basra Körfezi’ne ulaştırma

anlamında işbirliğinin geliştirilmesini de

sağlayacaktır.’’ diyerek daha önce

Avrupa’ya Rusya eli ile aktarılan Türkmen

gazının bu bölgeden aktarılabileceği

mesajını vermiştir.(11)

Son olarak ‘’Türkmenistan-Afganistan-

Pakistan-Hindistan’’(TAPİ) doğalgaz boru

hattı da planlanan boru hatları

arasındadır. Başlangıçta Türkmenistan-

Afganistan-Pakistan’ın çalışmaları ile

başlayan proje 2008 yılında Hindistan’ın

da katılması ile bu ismi almıştır. Toplamda

1680 kilometre olarak tasarlanan

TAPİ’nin, 170 kilometresi

Türkmenistan’dan, 830 kilometresi

Afganistan, 400 kilometresinin Pakistan ve

280 kilometresinin de Hindistan’dan

geçmesi planlanmaktadır. (12) Bu proje

sayesinde 33 milyar metreküp doğalgazın

Güney Asya’ya akması beklenmektedir.

2017 sonunda faaliyete geçmesi öngörülen

proje sayesinde günlük Afganistan’a 20,

Pakistan’a ve Hindistan’a 35’er milyon

metreküp olmak üzere 90 milyon

metreküp doğalgaz akacaktır.(13) Projeye

ayrıca Bengladeş, Kazakistan, Türkiye gibi

ülkelerin de dâhil olması

dillendirilmektedir.

SONUÇ

Sonuç olarak Rusya’nın Orta Asya’da

kurduğu bu hegemonya, içinde

bulunduğumuz yüzyıl itibari ile kırılmaya

başlamıştır. Daha önce bölgenin tüm gazı

bu ülkeye akarken günümüzde Çin, İran,

Hindastan, Pakistan gibi ülkelere pay

edilmeye başlamıştır. Ayrıca Asya’da bu

gaza alıcılar daha da çoğalacağa

benzemektedir.

Bölge gazını Orta Asya’dan ucuza alıp

Avrupa’ya daha yüksek fiyata satan Rusya,

ilerleyen yıllarda gazı aktarma konusunda

da sıkıntılar yaşayacağa benzemektedir.

Gerek İran ve Hindistan’a doğru yapılan

boru hatları ile gazın bu alandan batı

bölgelerine taşınma olasılığı gerekse

NABUCCO VE TANAP gibi projelerle Orta

Asya gazını Anadolu üzerinden Avrupa’ya

taşınma düşünceleri gerçekleşirse

Rusya’nın bu alanda da kozunu

kaybetmesine neden olacaktır.

Dipnot

1-Savaş KAFKASYALI(ed.); Bölgesel ve

Küresel Politikalarda Orta Asya, Ankara,

2012,

http://yayinlar.yesevi.edu.tr/static/kitapl

ar/bolgesel_ve_kuresel_pol_ortaasya.pdf,

s.5.

2-Erkin EKREM; Çin’in Orta Asya

Politikaları, Ankara, 2011,

http://yayinlar.yesevi.edu.tr/static/kitapl

ar/cin_ortaasya_raporu.pdf, s.17.

3-İhsan ÇOMAK; Orta Asya Ülkeleri

Arasında Bölgesel İşbirliği,

http://www.bilgesam.org/tr/index.php?o

ption=com_content&view=article&id=419:

Page 33: Gencay Dergisi - Sayı 17 - Haziran 2013

GENCAY

30

orta-asya-ulkeleri-arasinda-bolgesel-

isbirligi&catid=83:analizler-

ortaasya&Itemid=149, (4.Ağustos.2009)

4-Kürşat GÖKKAYA; Yeni ve Yakın Çağ

Tarihi, Ankara, 2011, s.206.

5-Eren OKUR; Enerji Kaynakları ve Orta

Asya’nın Geleceği,

http://www.bilgesam.org/tr/index.php?o

ption=com_content&view=article&id=433:

enerji-kaynaklar-ve-orta-asyann-

gelecei&catid=83:analizler-

ortaasya&Itemid=149, (20.Ağustos.2009)

6-Aslıhan P. TURAN; Orta Asya’da

Dönüşüm,

http://www.bilgesam.org/tr/index.php?o

ption=com_content&view=article&id=619:

orta-asyada-

doenueuemv&catid=83:analizler-

ortaasya&Itemid=149, (26.mart.2010)

7- EKREM; a.g.e., s.28.

8-İlyas KAMALOV; Rusya’nın Orta Asya

Politikaları, Ankara, 2011,

http://yayinlar.yesevi.edu.tr/static/kitapl

ar/rusya_ortaasya_raporu.pdf, s.45.

9-Orta Asya Doğalgazı Savaşları;

http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=3967

60, (4.şubat.2013)

10-Canat MOMINKULOV; Çin ve

Türkmenistan’ın Enerji İlişkileri,

http://www.orsam.org.tr/tr/yazigoster.as

px?ID=4399, (11.Nisan.2013)

11-Türkmenistan-İran Doğa lgaz Boru

Hattı Açıldı;

http://www.milliyet.com.tr/Dunya/SonDa

kika.aspx?aType=SonDakika&ArticleID=1

182585, (6.Ocak.2010)

12-Betül Buke KARACİN; Türkmenistan-

Afganistan-Pakistan-Hindistan Doğalgaz

Boru Hattı Projesi,

http://www.usakgundem.com/yorum/37

8/t%C3%BCrkmenistan-afganistan-

pakistan-hindistan-do%C4%9Falgaz-

boru-hatt%C4%B1-projesi.html,

(7.Nisan.2011)

13-Türkmen Gazına Yeni Müşteri;

http://www.sabah.com.tr/Ekonomi/2012

/05/30/turkmen-gazina-yeni-musteri,

(30.Mayıs.2010)

Page 34: Gencay Dergisi - Sayı 17 - Haziran 2013

GENCAY

31

Page 35: Gencay Dergisi - Sayı 17 - Haziran 2013

GENCAY

32

SÜVEYDA’YA NOTLARDAN;

ANKARA’DA ÂŞIK OLMAK Abdullah KILAVUZ

Lalelerin henüz boy verdiği bir Nisan

sabahıydı.

Daha önce birçok kez geçtiği yolların ilk

kez bu kadar güzel oluşuna şahitlik

ediyordu hayretler içinde. Hamamönü,

yaşadığımız dünyaya ait olmayan ve adeta

kutsal kitaplarda vaat edilen bütün

güzelliklerle kucaklamış gibiydi ilkbaharı.

Sarıkadı sokağından yükselen çocukların

neşeli çığlıklarına, Kamil Paşa Konağı’nın

üstünden geçen güvercinlerin kanat

çırpışları eşlik ediyordu… Ankara’da ki

binlerce minare, masmavi bir kâğıda

uzanan beyaz kalemler gibi gökyüzüne

yükselirken, kubbelerin gölgesine sığınmış

yeşilin bütün tonları göz kırpıyordu

Taceddin-i Veli Dergâhında medfun

isimsizlere… Şaşkınlık içinde etrafı seyre

dalmış, bahara atfettiği tüm güzellikleri

“belki bir daha göremem” endişesiyle

zihnine işliyordu Ömer.

Esasında tüm bu güzelliklerin, görür

görmez İrem bahçelerinden yeryüzünü

şereflendirdiğine kesin kanaat getirdiği,

mahcup çehresinden bereket fışkıran bir

ben-î âdemden kaynaklandığını anlaması

çok sürmeyecekti… Kâlû belâ’dan beri

tanışık olduğuna, hatta tanışıktan öte âşık

olduğuna yeminler edebileceği; ayak

topuklarının dokunduğu yeri bahara

döndüren bu melâke’nin güzelliğini

seyrederken takıldığı kaldırım taşını

düşünürken, Süveyda’nın karşıdan, elinde

kitaplarla yaklaştığını gördü. Önünde ki

taşa serseri bir tekme attı Ömer… “İki sene

geçmiş” diye geçirdi zihninden…

Gülümsedi…

Bir yanı koşar adım yaklaşmak isterken,

diğer yanına kulak verip onun gelişini

seyretmeyi yeğledi. Ocak ayının sonlarıydı,

kar yağıyordu. Az önce dalıp gittiği

mazinin sıcaklığından, fark edememişti

ellerinin buz kesildiğini. Hemen ellerini,

yakasını kaldırmak âdetinden bir türlü

kurtulamadığı siyah paltosunun cebine

koydu. Hayallere dalmış Süveyda’nın

dersten çıkışını beklerken o kadar

huzurluydu ki, öz memleketi burasıymış

gibi az daha akşam yola çıkacağını

unutacaktı.

Mütebessim çehresiyle “Nasılsın” diye

soran Süveyda’ya, “iyiyim” dedi Ömer

tereddüt etmeden… Hiç hoşlanmadığı bir

şeydi esasında yalan söylemek. “Sen

nasılsın” diye sorduğunda benzer bir yalan

da Süveyda’dan duyacağını bildiği için

sormadı.

Yürüdüler…

“Akşam gidiyorsun değil mi?” diye sordu

Süveyda içinden bir aksilik çıkmış olması -

en azından bilet temin edememiş olması-

için dualar ederek. “Evet ” dedi Ömer,

“Akşam saat 6′da”.

Page 36: Gencay Dergisi - Sayı 17 - Haziran 2013

GENCAY

33

Birden kara bulutlar kapladı adeta dört

yanı. Uykuya daldı sanki Ankara. “çıt” çıksa

uyanacak gibi koca şehir, sessizliğe

büründü ikisi birden. Usul usul yürümeye

devam ettiler. Süveyda şemsiyesini

kapattı… Ömer zaten oldu olası

hoşlanmazdı gökyüzüyle arasına perde

girmesinden. Kar tanelerinin nezaretinde

uzaklaştılar dört mevsim baharı

yaşadıkları yerden. Buruk bir vedanın

girizgahı, yine Hamamönü’ne denk

gelmişti. Ağaçlara, isimsiz mezar taşlarına,

asırlık mabetlere, yollara ve taş konaklara

selam verdiler sanki tekrarı olmayacakmış

gibi bu vuslatın. Öğrenci yurdunun önünde

ki birkaç alışverişin yeşerttiği hukuka

saygısızlık olmasın diye, Sivas’lı

kestaneciyi de selamladı Ömer

kirpikleriyle… Otobüsün hareket saati

iyice yaklaşmıştı.

Gecenin ardında ki nehârı, kışın ardında ki

baharı ve hatta hayatın ardında ki ölümü

bile kabullenen zihnine sığmayan vuslatın

ardında ki gurbet hakikatine bir türlü

teslim etmek istemiyordu kaderini,

paltosunun cebindeki parmaklarını

yumruk yapmıştı çaresizlikten.

Yürüdüler…

Dökülen yapraklara ve ağaçlara iltica

etmiş güvercinlere bakınarak geçtiler

Kurtuluş Parkı’nın önünden. Serçelere

merhamet beslediler içten içe. Yere

dökülen yapraklara, ağaca olan

hasretlerini düşünerek basmamaya gayret

ettiler.

Farkında olmadan, sessizlik içinde

Kızılay’a gelmişlerdi. Son arzusu sorulan

ölüm mahkûmları gibi, “bir çay içelim mi”

diye sordu Ömer. Göz kapaklarıyla

onayladı Süveyda, zaten konuşmaya

mecalinin kalmadığı her halinden belliydi.

Çay istedi Ömer iki tane.

Süveyda tek şeker atardı, Ömer iki. Bu defa

ikisi de şeker atmayı unutmuştu anlaşmış

gibi.

Karşılıklı susmanın tadına varmış gibi,

bakarak anlatmanın kelimelerden

kurtulmuş özgürlüğünü yaşıyorlardı. Bir

bardak çay süresince sürdüler sefasını

aynı gökyüzünü paylaşıyor olmanın.

Zamana direnemeyeceklerini biliyorlardı,

kalktılar ve yürüdüler yine.

Yürüdüler…

Otobüslerin ardından el sallanılmasından

hoşlanmıyordu Ömer. Bunu, çekilen

ızdırabın katlanmasından başka hiçbir

anlamı olmayan saçma bir ritüel olarak

gördüğünü söylüyor ve her defasında

AŞTİ’ye varmadan vedalaşıyordu

Süveyda’yla. Yine öyle yapmak istedi.

Saat 18 sularıydı. Akşam, bütün hüznüyle

bürümüştü Ankara’yı.

Tunalı Hilmi’nin Allahsız çığlıklarına

meydan okurken Hacı Bayram Veli’nin

“inna lillahi ve inna ileyhi raci’un”

sükûtunda ki selâları; Çubuk Ovası’nda

boynunu bükmüş Beyazıd gibi dönüyordu

Ömer Ankara’dan… Cebeci

kaldırımlarındaki gölgesini ve Beştepe

yokuşlarındaki dualarını emanet ediyordu

Süveyda’ya.

Page 37: Gencay Dergisi - Sayı 17 - Haziran 2013

GENCAY

34

Cebinden beyaz bir kâğıt çıkararak ve

“hasretin, yüreğimin sadık bekçisi”

olacaktır diyerek Süveyda’nın avuçlarına

sıkıştırdı.

Saatlerdir hapsettiği gözyaşlarını artık

tutamadı Süveyda. “Yine gelirsin, değil

mi?” diye sordu hıçkırıklar içinde…

Yutkundu, göz damarlarının bu manzaraya

dayanabilmesi için dualar ederken Ömer.

Süveyda’nın gözyaşlarını parmaklarıyla

sildi ve gözlerine bakarak “Ölmez isek,

inşallah gelirim” dedi her zaman dediği

gibi. “İlk fırsatta… Hatta her fırsatta!”

Ömer’in sureti karanlıkta kaybolduktan

sonra ancak aklına geldi avuçlarının

arasında duran kâğıt. Arkasından el

sallanmasını istemeyen bir adamın, kendi

elleriyle yazdığı bir şiirdi bu. Hatta tarihi

ve saatine bakınca, aynı gün içinde

yazılmış olduğunu anlamıştı. Okumaya

başladı:

“Yokluğunun kefenine sarıldım çepeçevre

Ben artık mevtim, dipdiri ayakta duran

Gözlerim seni son gördüğü yerde kapandı

Ben artık kara toprağım, ak topuklarına vuran

Ve varlık ile yokluğun çilesini çeker oldum

Ben artık meczubum, vuslatına hayaller kuran

Şimal ile cenup, şark ile garp İsfahan’da vuslat

eder

Bizim ki bir garip hikâye, ancak kabirde nihayet

eder.

Sıkıştım mısralara, boğuyor beni kelimeler

Ben artık şairim, yitik mısralara hasret söyleyen

Kitaplar dolusu halim var, bilmem nasıl arz

edeyim

Ben artık kırık kalemim, mürekkebinde ismin

gizleyen!

Ve şaşırdım ben kimim, nereliyim ve neyim?

Ben artık yetimim, nisan sabahlarına bayram

düşleyen

Siyah ile beyaz, ateş ile kar, rûyi- zeminde

bayram eder

Bizim ki bir içli hikâye, ancak dergâh-ı

İbrahim’de sükût eder.

Avuçlarımda gurbet kokusu, bedenim kan revan

Ben artık düşkünüm, yüreğimde gözlerin

büyüklüğünde yara

Kâinat perdeler ardında bir yokluğa gizlenmiş

sanki

Ben artık bir âmâyım, senden arda kalan bütün

renkler kara

Ve yolların kapansa da bana her rüyam sana

çıkar

Ben artık bir deliyim, gözlerimi kapattığım her

köşe Ankara

Âşık ile Maşuk, Yusuf ile Züleyha memalik-i

acem’de meşk eder

Bizim ki bir melâle boyanmış hikâye, ancak

Azrail’e tebessüm eder

Dolanıyorum köşesiz ve çıkmayan sokaklarda

cesetsiz

Ben artık hiçim, kalmadı mevcudiyetime kanıt

zeminde

Duymuyor, anlamıyor ve nedendir bilmem

konuşamıyorum

Ben artık sükûtum, dudakların arasında sıkışan

sözünde

Ve her aynada senin gülen çehren ile

karşılaşmak yok mu, âh!

Ben artık senim Süveyda, beyaz bir yıldız gibi

gökyüzünde

Yıldız ile güneş, rûzigâr ile yağmur gökyüzünde

raks eder

Bizim ki bir ayrık hikâye, ancak huzuru

mahşerde sulh eder”

Page 38: Gencay Dergisi - Sayı 17 - Haziran 2013

GENCAY

35

BİR NAMAZ HİKÂYESİ Vural Egemen SARIGÖZ

Metehan mütevazı bir ailenin oğluydu.

Normal bir öğrenim hayatı sürdürüp liseyi

tamamladıktan sonra üniversiteyi Açık

Öğretim Fakültesi’nde okumak ve bu

sayede kendi ayakları üzerinde durarak

çalışmayı amaçlamıştı.

Nasip olmadı okulunu tamamlayamadan

bırakıp askere gitmek zorunda kaldı.

Etrafındakilere göre siyasi sebeplerden

askere gitmişti. Kendisine göre ise hak

bildiği yolda yürümesine izin vermedikleri

için askere gitmişti.

Askerden döndüğünde Adana’da iş imkânı

bulsa da Adana dışına çıkmayı tercih etti.

Gurbet ellerde 5 yıl kadar çalıştı.5 yıl

içinde hayatında birçok değişiklik oldu.

Evlendi ve bir oğlu oldu.

Bu zaman zarfında bekârlıkta edindiği

bütün kötü alışkanlıklarını bıraktı. İçkiyi,

sigarayı, zinayı, kötü arkadaşları hepsini

birer birer terk edip mütevazı bir aile

babası olma yolunda ilerlemeye başladı.

İşlediği bütün günahlardan tövbe etti.

Pişmanlık duyarak tüm günahları için

gözyaşı döktü.

Artık vakitlerinin büyük çoğunluğunu

ibadet ile geçiriyor kalan zamanında ise

ailesine vakit ayırıyordu.

Babasının ‘’ Abdestsiz dolaşma’’ tembihini

ancak 15 yıl sonra yerine getirebiliyordu.

Babası çok sıkıntılar çekmiş, çarıklı erkânı

denilebilecek bir kişilikti. Babası kitap

okumayı ve şiir yazmayı çok severdi. Bu iki

güzel hasletini oğluna da aşılamış ve ne

vakit bir araya gelseler ya sabahlara kadar

kitaplardan söz ederler ya da birbirlerine

şiirler okumuşlardır.

Babası türlü sıkıntılar çekmiş ancak çektiği

her sıkıntının kendisi için bir imtihan

olduğunu bir an bile aklından

çıkarmamıştı

Hanımından ötürü çok mustaripti, kendisi

ne kadar anlayışlı ve hoşgörülüyse hanımı

yani Metehan’ın annesi de bir o kadar zıt

bir karakterdi.

Metehan annesini şu kısa cümle ile

özetleyebiliyordu. ‘’ Alnı secdeden

kalkmayan bir adamın alnı secdeye

gelmemiş karısı’’…

Metehan ne zaman bu durumdan şikâyet

edecek olsa babası ona Nuh

Aleyhisselam’ın hanımını anlattı, ne zaman

karşı çıkacak olsa ona başka örnekler

verdi.

Page 39: Gencay Dergisi - Sayı 17 - Haziran 2013

GENCAY

36

Ve öyle bir an geldi ki Metehan’ın annesi

eşini terketti. Bu haberi ilk duyduğunda

üzüntüden bütün gece uyuyamadı. Annesi

Metehan’ın yanına gelmiş ve ‘’ artık bitti

babanı terkettim, bir daha geri

dönmeyeceğim’’ demişti. Bu sözler bütün

gece Metehan’ın kulaklarında çınladı.

Annesi babasına günü birlik oğlumuzun

yanına gidiyorum diyerek evden çıkmıştı.

Babasının henüz terkedildiğinden haberi

dahi yoktu.

Bu kötü haberi babasına söyleme görevi

Metehan’a kalmıştı.

Gece boyunca düşündü. Annesi ile hanımı

da pek anlaşamıyordu. Metehan’ın hanımı

da kayınvalidesinden az çekmemişti.

Hanımı ile annesini de baş başa

bırakamazdı. Annesini aynı şehirde

yaşadığı dayısına bırakıp eşi ve oğlu ile

birlikte Adana yollarına düştü.

Nihayet kavurucu sıcakların hüküm

sürdüğü bir Haziran akşamında Adana’ya

vardılar. Gecenin bir yarısı oğlunu, gelinini

ve torununu kapıda gören baba

sevincinden yere göğe sığamaz olmuştu.

Metehan hemen söyleyemedi babasına

birkaç gün geçti ve nihayet ‘’ Baba annem

bir daha dönmeyecekmiş’’ diyebildi

güçlükle..

Metehan’ın babası sanki biliyormuş gibi

‘’hayırlısı be oğlum’’ dedi kısık bir sesle…

İçinde fırtınalar kopan bir adamın nasıl

dingin bir deniz gibi durabileceğinin

örneğini sergiliyordu babası…

Metehan 1 hafta kadar babasını yanında

kaldı ve bu süre içerisinde babası git gide

hastalanıyordu. Onu bu halde bırakıp

dönemezdi. İznini uzattı ve babasını yalnız

bırakmadı. 1 ay kadar bir zaman

geçmesine rağmen babası iyileşmiyordu.

Doktora gidip geliyorlar, türlü türlü

ilaçlarla tedavi oluyordu ama bir türlü

iyileşmiyordu.

Metehan bu süre içerisinde haddinden

fazla iznini uzattığı için işten çıkarıldığı

haberini aldı. Bir Ramazan bayramına

günler kala işten çıkarıldığı haberinin

gelmesi Metehan’ın belini büktü. Henüz 6

aylık olmuş oğlunun ihtiyaçları, babasını

tedavi masrafları derken üç kuruşluk

birikimi de tükenmişti.

Allah’a sığınıyor ve yalnız ondan yardım

diliyordu.

Adana’da iş aramaya başladı. Günler geçti

henüz bir iş bulamamıştı. Önceki işinde

yönetici konumunda çalışıyordu ancak

yeni bir işe girip yönetici konumunda bir

iş bulmak oldukça zordu. Nihayet bir

tanıdığı vasıtasıyla bir fabrikada

yöneticilik için bir açık olduğu haberi

geldi. Derhal gidip iş başvurusunda

bulundu. Olumlu geçen iş görüşmesinin

ardından beklemeye koyuldu. Beklediği

haber bir türlü gelmiyor, günler su gibi

akıp geçiyordu. İhtiyaçlar üst üste biniyor

ve her geçen gün karşılanması imkânsız

hale geliyordu.

Artık başka bir iş aramak için yollara

düştü. En sonunda bir Mobilya

Fabrikasında üretim elemanı olarak iş

buldu. Gerekli evrakları tamamlayıp

Pazartesi günü iş başı yapmak için

sözleşildi. Günlerden Cuma idi… İş

görüşmesinden iş bulmuş olmanın verdiği

mutluluk ile doğru Cuma namazına koştu.

Cuma namazından sonra gerekli evrakları

Page 40: Gencay Dergisi - Sayı 17 - Haziran 2013

GENCAY

37

tamamlamak için resmi daireleri dolaştı ve

nihayet evrakları tamamladı. Artık hava

kararmış ve eşi telefon da endişeli bir ses

ile ne zaman geleceğini soruyordu. ‘’

Birazdan evde olurum inşallah’’ dedi.

Eve geldi gününü eşine ve babasına anlattı.

Babası ‘’Oğlum sen yönetici idin şimdi bir

üretim elemanı olarak, fabrika işçisi olarak

çalışmak ağırına gitmeyecek mi?’’ dedi.

Metehan ‘’ hayır baba neden ağırıma gitsin,

iş iştir. Çalıştıktan sonra masa başında

otursan ne makine başında çalışsan ne’’

dedi.

Metehan yıllardır eli klavyeden başka iş

görmemişti. Böyle beden gücü ile çalışmak

ona zor gelecekti.

Nihayet Pazartesi oldu. Eşiyle birlikte

sabah namazını kıldıktan sonra güzel bir

kahvaltı yaptılar. Metehan eşiyle vedalaşıp

işe doğru yola çıktı. Servise bindi ve yeni

işinin başına geçti. Ustabaşı ona yapması

gerekenleri anlatı. İlk gün olduğu için çok

ağır iş vermeyeceklerini söylediler.

Tempolu bir çalışmanın ardından saat

öğlen olmuş ve yemek saati gelmişti. Usta

geldi ve ‘’ Hadi gel yemeğe gidelim’’ dedi.

Birlikte yemeğe gittiler. Yemek esnasında

biraz sohbet ettiler. Yemekten sonra

bahçeye çıkarken Metehan ‘’ Usta öğlen

namazının vakti girdi, namazımı nerde

kılabilirim’’ dedi.

Ustabaşı bıyık altından gülerek ‘’ burada

namaz kılamazsın’’ dedi. Böyle bir tavır

beklemiyordu Metehan…

‘’Neden’’ diye sordu. Ustabaşı elini

Metehan’ın omuzuna koyarak ‘’Bak

Metehan, burası bir iş yeri, patronlarımız

ne kadar çok üretim çıkarsa o kadar çok

memnun olur ve bizleri o kadar çok

memnun ederler. Namazını evde kılarsın,

bizim patronlar namaz kılanlara pekiyi

bakmazlar’’ dedi.

‘’Namaz kılanın kötü neyi var ki ‘’ dedi.

‘’Kötü bir şey yok elbette ama müsaade

etmiyorlar’’ dedi ustabaşı.

Metehan ‘’ olmaz usta benim namazımı

kılmam lazım, gerekirse patrona kadar

çıkar derdimi anlatırım’’ dedi.

Ustabaşı eliyle büyük bir binayı işaret etti.

‘’ Git, patron o binanın en tepesinde

oturuyor’’ dedi.

Metehan hiç tereddüt etmeden sert

adımlarla binaya doğru ilerledi. Kapıdan

girdi ve danışmada ki güvenliklere patron

ile görüşmek istediğini söyledi. Güvenlik

patronun sekreterini aradı, sekreter

patrona bilgi verdi ve patron Metehan ile

görüşmeyi kabul etti.

Asansörde 9. Katın düğmesine bastığında

ayetel kürsü okumaya başlamıştı bile.

Nihayet patronun odasındaydı. Görkemli

bir masa da oturan patron ve üzeri toz

içinde kalmış bir işçi karşı karşıyaydı.

Patron ‘’ buyur’’ dedi.

Metehan ‘’ Efendim ben sizin fabrikanızda

bu gün işe başladım. Öğlene kadar elimden

gelenin en iyisini yapmaya çalıştım. Öğlen

olduğunda öğle namazı vakti girdiği için

namaz kılmak istedim ancak ustabaşı bir

türlü müsaade etmedi. Ben de son çare

olarak sizin yanınıza geldim. Ben namaz

kılmak zorundayım. Gerekirse öğlen

yemeğine çıkmayayım, ya da akşam 30

Page 41: Gencay Dergisi - Sayı 17 - Haziran 2013

GENCAY

38

dakika 1 saat geç bırakayım işi ama yine

de namazımı kılabileyim’’ dedi.

Patron ‘’ namaz senin için bu kadar mühim

mi? ‘’ dedi.

- Çok mühim dedi Metehan…

Patron ‘’ Biz namaz kılmaya müsaade

etmiyoruz. Namazı suiistimal edenler çok

oluyor’’ dedi.

‘’Ben mesai saatimden çalmak için

istemiyorum bunu, kılacağım 10 dakikalık

namaz için fazladan 2 saat bile

çalışabilirim’’ dedi.

Patronun yüzündeki sert ifadeyi hiçbir

çözüm önerisi yumuşatmıyordu.

‘’Bizim şartlarımız böyle, namaza müsaade

etmiyoruz. Ya namaz kılmadan

çalışacaksın, ya da işi bırakacaksın evinde

oturup namaz kılacaksın’’ dedi yüzündeki

sert ifadeyi çare bulmuş bir çizgiyle

süsleyen patron.

‘’Tamam, o halde işi bırakıyorum’’ dedi

Metehan.

Metehan ‘’ yarım günde olsa bana iş

verdiğiniz için teşekkür ederim.’’ Dedi.

Patron yarım günlük çalışmasının

karşılığını muhasebeye uğrayarak

alabileceğini söyledi ancak Metehan ‘’ ben

namaza hürmeti olmayan bir işverenin

parasını almam, değil yarım günlük yarım

asırlık param olsa almam’’ dedi.

Arkasını döndü ve çıktı. Soyunma odasına

giderken kara kara düşünüyordu. Şimdi ne

olacaktı, bir gün önce iş bulduğu için

sevinen eşine bu gün işi bıraktığını nasıl

söyleyecekti.

İş kıyafetlerini çıkardıktan sonra,

işyerinden ayrılıp sokaklarda yürümeye

başladı. Çukurova’nın kavurucu yaz sıcağı

zerre merhamet göstermeden Metehan’ın

tenini kavuruyordu.

Asfalttan yüzüne vuran bunaltıcı sıcağın

etkisiyle öfkesi an be an artıyordu.

Aklına şu hadis-i şerif geldi ‘’ Öfkelenince

abdest alınız.’’

Kafasını kaldırıp etrafı bir süzdü pek de iyi

bilmediği bu semtte bir minare aradı

gözleri ve uzakta bir yerde bir minarenin

ancak ucu görünüyordu. Yönünü camiye

doğru çevirip hızlı adımlarla ilerlemeye

başladı, her adımın ayağının yere

vuruşunda ‘’Allah’’ diyordu. ‘’Allah, Allah,

Allah, Allah’’ bir sağ bir sol bir sağ bir sol

her adımda bir Allah zikri…

Dilini damağına yapıştırıp kalbe Allah

dedirtebilmeye çalışmak Allah dostlarının

terbiye yöntemlerinden birisiydi. Nefsi

adam etmenin yollarından birisi de dili

susturup, kalbi konuşturmaktı.

Bu düstur üzerinde camiye vardı.

Şadırvanda güzel bir abdest alıp, öğle

namazını kıldı.

Namaz bittikten sonra ellerini göğe

kaldırıp şöyle dua etti.

Page 42: Gencay Dergisi - Sayı 17 - Haziran 2013

GENCAY

39

‘’Allah’ım sen yerlerin ve göklerin

sahibisin, senin rızan için sıkıntıya

düştüm, sen benden razı olasın diye

işimden vazgeçtim. Senin için neyi

terkettiysem hep bana daha iyisini nasip

ettin. Senden daha iyisini de değil, beni

sıkıntıdan kurtaracak bir kapı açmanı

istiyorum. Bu dualarımı âlimlerin,

evliyaların, ermişlerin, erenlerin,

dervişlerin, sevdiğin kulların,

peygamberlerin, meleklerin ve âlemlere

rahmet olarak gönderdiğin Hazreti

Muhammed Mustafa Sallallahu Aleyhi ve

sellem efendimizin yüzü, suyu, hürmetine

kabulüyle Allah’ım’’ diyerek dua etti ve

gözlerinden yaşlar süzülmese de dolu dolu

olan gözlerindeki yaşlar kan olup yüreğine

damladı.

Camiden çıkıp ayakkabılarını giyerken her

zaman aklına geldiği gibi peygamber

efendimizin ayakkabılarını giyerken önce

sağ ayakkabısını giydiğini hatırladı.

Bismillah diyerek önce sağ sonra sol

ayakkabısını giydi.

Camiden henüz çıkmıştı ki cep telefonu

çaldı. Rehberinde kayıtlı olmayan bir

numara arıyordu. ‘’Efendim’’ diyerek açtı

telefonu.

Günlerdir yöneticilik açığı olan firmadan

arıyorlardı ve saat iki de gelmesini

söylediler. Cep Telefonundaki saate baktı,

saat 13.30’du… Hemen bir dolmuşa binip o

istikamete doğru yola çıktı. Yolda dualar

ediyordu, ayetel kürsüler okuyordu.

Nihayet gelmişti. Dediği gibi saat ikideki

randevuya yetişmişti. İnsan kaynakları

müdürü ile görüştü, insan kaynakları

müdürü Metehan’a ‘’ seni birazdan

işverenimiz ile görüştüreceğim’’ dedi.

Birlikte birkaç kat merdiven çıkıp büyükçe

bir kapıdan büyükçe bir odaya girdiler.

İçeri girdiğinde 50’li yaşlarda normal

görünümlü birisi gördü. Tavırlarından ve

etrafındakilerin saygısından patronun o

olduğu kolayca anlaşılıyordu. Patron ayağa

kalkıp Metehan’a ‘’hoş geldin’’ dedi.

Hoş bulduk diyerek gülümsedi. Kendisine

gösterilen yere oturdu.

Patron insan kaynakları müdürü

tarafından önüne bırakılan başvuru

formunu incelemeye başladı. Başvuru

Formunda metehan ismini okuduktan

sonra ‘’Evet Metehan eli yüzü temiz birisin.

Başvuru formunda da epeyce meziyetli

olduğunu görebiliyorum ancak bizim için

yüz güzelliğinden ziyade kalp temizliği,

meziyetten önce iş ahlakı önemlidir.

Anladığım kadarıyla her türlü bilgisayar

programını kullanabilecek kapasitedesin

ve daha önce yöneticilik tecrüben var.

Bizim için bunlar yeterlidir. Müdürümüz

sizinle daha önce birkaç kez görüştü. Ve

bana olumlu kanaatlerini bildirdiler.

Yüzünüze bakınca benimde kanaatim

olumlu’’ dedi.

‘’İlk etapta sana fazla bir maaş

veremeyeceğiz 1000 lira ama sigortanı

hemen yapacağız, servisin, yemeğin ve

hafta sonu tatilin olacak’’ dedi. ‘’ Eğer bu

Page 43: Gencay Dergisi - Sayı 17 - Haziran 2013

GENCAY

40

şartları kabul edersen hemen

başlayabilirsin’’ dedi.

Metehan yüzündeki ifadeyi değiştiremiyor

ama yüreğindeki bunaltıcı efkâr git gide un

ufak olarak yok olmaya başlamıştı.

‘’Senin bizden bir talebin var mı’’ dedi

Patron…

‘’Metehan, evet var deyince oda da

bulunanların hepsi şaşırdı.’’

‘’Ben namaz kılarım ve mesai saatlerim

içerisinde yer alan vakit namazlarımı bir

de haftada bir gün Cuma namazlarını

kılmak isterim, namazlarım için

harcadığım vaktin daha fazlasını çalışmaya

razıyım, isterseniz akşam işi birkaç saat

geç bırakabilirim, dilerseniz hafta sonu da

çalışabilirim yeter ki namazlarımı

kılabileyim ‘’ dedi.

Patron gülümsedi, memnuniyeti

yüzündeki tebessümden okunabiliyordu.

‘’İstediğin zaman namaz kılabilirsin, her

Cuma iki tane servisimiz Cuma namazı için

kalkar’’ dedi ve yüzündeki memnun ifade

ile şunları ekledi.

‘’Namaz kılanı Allah sever, Allah’ın

sevdiğini biz de severiz’’ dedi…

Metehan yarın işbaşı yapmak üzere

sözleştikten sonra içini kaplayan huzur ile

adımlarını aheste aheste atıyor ve her

adımda kalbine yine Allah dedirtiyordu.

Eve döndüğünde mutlu haberi ailesi ile

paylaştı. Metehan mutlu, ailesi mutluydu.

Hamdolsun…

Page 44: Gencay Dergisi - Sayı 17 - Haziran 2013

GENCAY

41

BİR ŞİZOFREN’İN GÜNLÜĞÜNDEN Yalçın Selim PUSAT

(… ) Bir gün, sıkıntılı olduğum zamanlardan bir zaman, salonda oturuyorduk üç koca adam: Ben, Sezai Karakoç ve Kafka. O kadar iyi anlaşıyorduk ki tek bir kelime dahi etmeden, görseniz şaşardınız. Ben o ikisini tanıyordum gerçi, belki Karakoç da Kafka’yı tanıyordu ama kesin olan tek şey beni tanımadıklarıydı. -Hayırdır Dedi Karakoç, babacan bir tavırla -Hayırdır, neyin var? Ne diyebilirdim ki, sustum sadece. Anladım ben dercesine bir gülümseme belirdi şairin dudaklarında. -Ah gençlik ah, ne diyebilirim ki sana? Ve o çok bilinen şiirinden bir parça okudu. “Açma pencereni perdeleri çek Mona Roza seni görmemeliyim Bir bakışın ölmem için yetecek Anla Mona Roza, ben bir deliyim Açma pencereni perdeleri çek Zeytin ağaçları söğüt gölgesi Bende çıkar güneş aydınlığa Bir nişan yüzüğü, bir kapı sesi Seni hatırlatıyor her zaman bana Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi.” Kafka ise bir kenarda sesini çıkartmadan bizi dinliyordu. Ama nedense bizi anladığını fark ettim. Karakoç şiirini bitirince “Ah Milena” diye sözü aldı Kafka, “ “Ya hep ya hiç” sözü ne

kadar büyük bir söz. Sen de ya benimsin ya değilsin. Benimsen eğer hiç mesele yok, her şey yolunda demektir. Ama benim değilsen hiçbir şey yok demektir. Farkındayım, bir insana böylesine bağlanmak bayağılığın da ötesi bir şey. İşte bu yüzden aklıma bu düşünce geldiğinde durmadan bir korku çöküyor yüreğime”. Sükût hâkim oldu ortama. Sonra çok uzaklardan gelen bir ses duyduk, bağlama sesiydi bu. Çalan çok güzel çalıyordu. Zaten sessiz olan ortam, daha da sessizleşmişti. Kim olduğunu merak ediyorduk çalanın. Ama çıkartamadık. Ve bağlamayı çalan hafiften mırıldanmaya başladı “Zahide kurbanım ne olacak halim Gene bir laf duydum kırıldı belim Gelenden gidene haber sorayım Zahide bu hafta oluyor gelin Hezeli dedeli gönül hezeli Çiçekdağı da döktü m’ola gazeli Dolaştım alemi gurbet gezeli Bulamadım Zahidem’den güzeli Gurbet ellerinde esirim esir Zahide kurbanım hep bende kısır Eğer anan seni bana verirse Nemize yetmiyor bu ev kadar hasır” Ve uzun bir süre konuşmadık; Mona Rosa’nın hatırı için, Milena’nın hatırı için, Zahide’nin hatırı için ve Leyla’nın hatırı için. Sadece sustuk. (…)

Page 45: Gencay Dergisi - Sayı 17 - Haziran 2013

GENCAY

42

BİLGİ ŞÖLENLERİNDEN

Page 46: Gencay Dergisi - Sayı 17 - Haziran 2013

GENCAY

MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABINI

MERKEZİMİZDEN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.