hasan aycın "portreler ve İthaflar sergi kataloğu"
DESCRIPTION
Hasan Aycın "Portreler ve İthaflar Sergi Kataloğu"TRANSCRIPT
DR. KENAN SAHiNPendik Belediye Baskanı
Düşünce
Kalem dokunur kâğıda ve hayat bulur düşünce… Fi-kir, zihinden kâğıda düşünce, yayılır, dağılır ve çoğalır. Sanatçı, zihninde canlanan fikriyatı, fiiliyata geçirdiği an, toplumsal bir dokunuşa, duyuşa ve oluşuma imza atar. Gördüğünü işler, göremediğini anlamlandırır.
Sanatın hayatımıza ve sanatçının düşünceye doku-nuşu, anlamlı ve anlaşılabilir anlatmamız, anlamamız için yollar açıyor.
Emeği, sanat ve zarafetiyle fikri kaleme alan Hasan Aycın’ın eserlerini şehrimizde ağırlamaktan memnu-niyet duyuyor, Pendiklilere sunmaktan keyif alıyoruz.
Hasan AycınKimdir?
20.09.1955’te Balıkesir’in Aslıhan-
tepecik köyünde dünyaya geldi. İl-
kokulu köyünde (1966), İmam-Hatip
Okulu’nu Balıkesir’de (1974) bitirdi.
Bursa İktisadi ve Ticari İlimler Akade-
misi’nden (1980) mezun oldu. 1975-
1982 yılları arasında Merinos Fabri-
kası’nda (Bursa) grafiker olarak çalıştı.
Bir süre Balıkesir’de pazarcılıkla meş-
gul oldu. Askerliğini kısa dönem ola-
rak Menemen’de (1983) yaptı. 1984
yılında İstanbul’a yerleşip serbest gra-
fikerliğe başladı. Kayıtlar dergisinin
kurucuları arasında yer aldı. Haliha-
zırda çalışmalarını kendi atölyesinde
sürdürüyor.
İlk çizgisini 03.02.1978’de Yenide-
vir gazetesinde yayımladı. Millî Ga-
zete ve Zaman gazeteleri ile Mavera,
Yönelişler, Aylık Dergi, İslâm, Kadın
ve Aile, Gül Çocuk, Mavi Kuş, Birdirbir,
Inquiry, Kardelen, Kayıtlar, Kitap Pos-
tası, Kudüs, Elif, Mostar, Hece, Hece
Öykü, Genç Doku, dergilerinde çizgile-
riyle yer aldı. Halen Yedi İklim, İtibar,
Kur’ani Hayat, İlim ve İrfan, Derin Ta-
rih dergileri ile Yeni Şafak gazetesinde
çiziyor.
Yurtiçi ve yurtdışında birçok sergi
açtı ve açmaya devam ediyor.
7
AlbümBocurgat: 1. Baskı, Çıdam Yayınları, Haziran 1989. 2. Baskı, Yedi Gece Kitapları, Ağustos 1994. 3. Baskı, İz Yayıncılık, 2007.
Gece Yürüyüşü: 1. Baskı, Yedi Gece Kitapları, Ağustos 1994. 2. Baskı, İz Yayıncılık, 2008.
Asâ: 1. Baskı, Yedi Gece Kitapları, Ekim 1998. 2. Baskı, İz Yayıncılık, 2008.
Kulbar: 1. Baskı, Yedi Gece Kitapları, Mayıs 2003. 2. Baskı, İz Yayıncılık, 2008.
Gözgü: İz Yayıncılık, 2007.
Kırk Hadis, Kırk Çizgi: Edam Birdirbir Kitaplığı, 2007.
Ahzan: İz Yayıncılık, 2008.
Nun: İz Yayıncılık, 2009.
Zılal: İz Yayıncılık, 2009.
Kudüs Ey Ey: İz Yayıncılık, 2009.
Sayha: İz Yayıncılık, 2011.
Üns: İz Yayıncılık, 2012.
Hub: İz Yayıncılık, 2013.
Sarp Geçit: İz Yayıncılık, 2014.
Eyse: İz Yayıncılık, 2014.
İnsanın Altını Çizmek: TC Başbakanlık Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı, 2015.
RomanEsrarnâme: İz Yayıncılık, 2007.
Sâhipkırân: İz Yayıncılık, 2007.
Bin Hüseyin: İz Yayıncılık, 2012.
MasalKeloğlan Alpembecik Gülpembecik, İz Yayıncılık, 2014.
Billur Sürahi: Eksen Yayınları, 2015
İncili Çevre: Eksen Yayınları, 2015
Ayna: Eksen Yayınları, 2015
Pembe Boncuklu Kuş: Eksen Yayınları, 2015
Elmas Yüzük: Eksen Yayınları, 2015
AnıMüşahedat Hayata Merhaba, İz Yayıncılık, 2007.
SöyleşiGüneşin Altında: İz Yayıncılık, 2007.
Eserleri
10
Hasan Aycın 3 Şubat 1978 tarihinde ilk çizgisini
Yeni Devir’de yayımladığında nasıl bir yola çıktığını
muhtemelen kendisi de kestirememiştir. Neredey-
se arkadaşlarının elindeki çizgilere el koyarak ya-
yımlamasıyla başlayan yolculuğunda önünde giden
olmadığı için onun yaptığı her şey ilk defa yapıl-
mış olacaktı. Bu aşamada verdiği ilk karar karikatür
çizmeyeceğiydi. Yaptığı işlere bir isim de bulamadı;
“çizgi” dedi ve adı öylece konmuş oldu.
Yaptığı işlere çizgi demesinin öncelikle tevazuyla
bir ilişkisi olduğu açıktır. Zaten çizgi çiziyordu; yani
bir cins ismi, özel isme dönüştürmüştü. Karikatürün
araçlarını kullanmakla birlikte hem içerik hem de
biçim olarak karikatürden uzaktı. Karikatürün ko-
mikleştirme, abartma, güldürme, suretleri çarpıtma
gibi unsurlarını hiç kullanmadı. Bu öncesizlik Ha-
san Aycın’ın özgürlüğü oldu. Özellikle 2000’lerden
sonra patlayan geleneksel sanatlara bakıldığında
yapılanın; artık uzaklaşılmış hatta yer yer yabancı-
laşılmış bir kültürel birikimin sadece araçlarını kul-
lanmak, bazen sadece biçimsel araçlarını kullanmak
olduğunu görebiliriz.
Bu süreç içinde geleneksel sanatlar giderek tak-
lit ettiği biçimsel araçlara mahkum oldu. Değişen
dünya hiçbir şekilde geleneksel sanatlar aracılığıyla
anlatılmadı. Dolayısıyla taklide dönüştü.
Oysa Aycın, örneksizliğinin sağladığı özgürlük-
le geleneksel dünyayı kuran ilkeleri, modern dün-
yanın imgelerine dönüştürebildi. Zaten geleneksel
dünyada neşvünema bulmuş sanatlar ve onların
simge dünyası belli kültürel kodlara dayanıyor, ora-
dan besleniyordu. Oysa modern dünya, kendi kültü-
rel kodlarını çoktan üretmişti. Böylesi bir dünyada
onu üreten kültürel kodların geri çekildiği, artık cari
olmadığı bir dünyada geleneksel sanatları, sadece
taklit ederek gelenekle bütünleşmenin imkânsızlığı
ortadadır.
Gelenekten Modernliğe
İyi ve Kötünün Halleri
11
Gelenek, bir sürekliliği çağrıştırır. Oysa cumhu-riyet, kendini reddiye üzerine kurmuş, gelenekle bağlarını radikal bir biçimde koparmıştı.
Şimdi gelenekle bağ kurmanın, onunla yeniden bütünleşmenin yolu, bütün bunlar olmamış gibi kal-dığımız yerden başlayalım temennisiyle olamazdı. Olmadığını son on yılda geleneksel sanatların üre-timinin çoğalmasında gördük. Buradaki çoğalmanın nitelikle bir ilgisi yoktu, daha çok niceliksel bir pat-lama yaşandı. Arapça/Osmanlıca bilmeyen hattatlar hangi stili yaratabilirdi ya da hattı nasıl bir noktaya taşıyabilirdi? Taşıyamadılar da… Sadece taklit etti-ler.
Hasan Aycın, önünde giden olmaması nedeniyle hem avantaja hem de dezavantaja sahipti. Avantajı, onun çizgi dediği sanat, belirlenmiş kalıplara, ifa-de biçimlerine yani forma sahip değildi. Dezavan-tajıysa bu formu kurma yükünün tamamen onun omuzlarında olmasıydı. Ne yaparsa ilk defa yapmış olacak, kendine bir yol açacaktı.
İşte bu güçlüğü, gelenek düşüncesiyle hesaplaşa-rak aştı diyebiliriz. Ülkemizde gelenek denince akla hemen Osmanlı geçmişi gelmektedir, kendi geçmişi-miz, kendi kültürümüz, kendi medeniyetimiz, kendi tarihimiz, kendi mekânımız… Batı karşısında kendi-ne yer arayan ülke aydını sürekli olarak kendini do-ğuda, yerli olanda konumluyordu. Aycın, bu konum-lanışla hesaplaştı ve bu hesaplaşmadan Fıtri İnsan ortaya çıktı. Fıtri İnsan, cennette henüz yasak ağaca dahi yaklaşmamış Âdem’i temsil ediyordu. Şöyle de diyebiliriz; fıtrat hadisindeki gibi henüz anne-baba-sı, yani sosyal çevresi tarafından ifsat edilmemiş o fıtrat üzere doğan çocuk... Aslında Fıtri İnsan, Aycın
için evrensel bir geleneğe, tek tanrılı dinlerin or-
taya koyduğu, peygamberlerin taşıyıcılığını yaptığı
bir sünnete, bir anlamda onun gelenek anlayışına
tekabül ediyordu ve çizgileri de sünnet anlamında
bir geleneğin temsilcisiydi.
Böylesi bir gelenek tasavvuru sayesinde, Cum-
huriyet Dönemi Türk düşüncesi ve sanatında etkili
olmuş doğu-batı, ruh-madde, yerlilik-batıcılık gibi
ikiliklere onun çizgilerinde rastlamayız. O da tıpkı
kuşağı gibi Tevhidi anlayışın beslediği ümmetçi/ev-
renselci yaklaşımın içinde oldu. Dahası bu anlayışa
göre Allah (CC), her şeyi yoktan var etmiştir ve ya-
ratılan her şey O’nun takdir ettiği hesaba bağlıdır.
Dolayısıyla âlem kozmostur, onda ilahi bir uyum
vardır. Tevhidi bakış açısının sağladığı bütünsel
görüş sayesinde Hasan Aycın, her zaman bu ikilik-
leri aşan bir tutum içinde olmuştur. Onun çizgisini
mutlaka bir gerilime oturtacaksak bunu iyi-kötü,
güzel-çirkin, ahlaki-gayriahlaki, zalim-mazlum ça-
tışmalarında aramak doğru bir yaklaşım olur.
İşte bu çatışmaları, çizgilerinde nasıl imgeleşti-
receği, görselliğin diline nasıl dökeceği, yalnız ba-
şına altından kalkması gereken ciddi bir problemdi.
Öncelikle geleneksel simgelere yaslandı; kalp, gül,
yıldız, hilâl… Ancak bu simgeler çizgi diline nasıl
aktarılacaktı? Hayat değişmişti, insanlar artık o
simgelerin doğduğu kültürel ortamda yaşamıyordu.
Çünkü simge toplumsal mutabakatlarla doğuyor-
du ve geleneksel simgeleri üreten hayatın kültürel
kodları bu yeni dünyada geri çekilmiş ve onlara ait
mutabakatlar dağılmıştı. Bir anlamıyla geleneksel
simgelerin, modern dünyanın imgelerine dönüştü-
rülmesi gerekiyordu.
12
Yaslandığı geleneksel kavramları, bir anlamıyla simge düzeninden imge düzeyine aktarmıştır. Za-ten simgelerin toplumsal uzlaşımlara dayandığını düşünürsek simge üretmenin sanatçıları aşan bir yanı vardır. Dolayısıyla Aycın, geleneksel simgelere yaslandı; ama hiçbir zaman onları çizmedi. Zira on-ları çizmek sadece aktarmak, taklit etmek olacaktı. O, simgeleri bugünün modern dünyasına taşıdı ve onları yeni hayatın ilişkileri içinde yeniden üretti. Örneğin onun çizgilerinde gökyüzü; salt kozmos, ahenk ve uyumun göstereni olmaktan çıkmış, iyilik ve güzelliğin gösterenine dönüşmüştür. Tabii, bunu yaparken geleneksel anlayıştaki ahenk ile iyinin arasındaki dolaysız bağdan faydalanmıştır. Gökyü-zü, elbette kozmik bir bütündür; zaten iyi ve güzel de gücünü bu uyumdan alır. Ancak modern dünyada güzel ve iyiyi; yeryüzü, sokak ve hayat içinde gös-termek güçleşmiştir. Aycın da gökyüzüyle kurduğu güzel ve iyi temsillerini; hayat içinde, yani mekân-da da kurabilmek için daha çok insanın ve evin içi-ne dönerek yani onun mahreminde temsil etmeyi denemiştir. İnsanın içi ve mahrem alanı, dışarıdan soyutlanmışlığa delalet ettiği için yeryüzünde iyilik ve güzelliği göstermek böylelikle mümkün olmuş-tur. Dahası insan ve ev üzerinden kurduğu bu uyu-mu daha da kuvvetlendirmek için göğün uyumuyla destekler, eşitler. Bir anlamda göksel, ideal iyi ve güzel, hayat içinde temsil edilir. Onun çizgilerinde iyilik ya insanın kalbindedir ya da semadadır; kötü-lükse hep yeraltında, karanlıklar içindedir.
Bu anlamda iyi ve güzel ile kötü ve çirkinin birbi-riyle sert bir şekilde ayrıldığını söyleyelim. Çizgile-rinde renk kullanmaması, tamamının siyah beyaza yaslanması, sertliği göstermek bakımından oldukça
yerindedir. Dahası siyah ve beyazın sahip olduğu
simgesel anlamları da kullanarak bu sertliği iyice
artırır. Bilindiği gibi beyaz saflık ve temizliği; siyah
karanlık ve zulmü temsil eder. Siyah ve beyazın
temsil ettikleri, çizgilerde sert bir şekilde birbirin-
den ayrılırken iyi ve güzel ile kötü ve çirkin ken-
di içinde geçişkendir; bu geçişkenlik sayesinde iyi
kendini çoğaltırken kötü de kendini çoğaltır. İyinin
iyiyle kötünün kötüyle kendini çoğaltması ve elbet-
te hayat içinde birbirleriyle çatışma halinde olması,
çizgilerde gölgelendirmeyle derinleştirilir.
Fıtri İnsanın Mekân ve Zamanla İmtihanı
Hasan Aycın’ın tek bir meselesi vardır, o da in-
sandır. Bütün çizgileri insanın hallerini anlatmaya
dönüktür. Bizim Fıtri İnsan dediğimiz, o yalın insan
bütün çizgilerin merkezindedir. Dolayısıyla her şey
insanla ilişkilidir. Çizgilerde yer alan unsurlar, insa-
nın hallerini göstermeye yöneliktir ve kompozisyon
da aynı amaca hizmet eder.
Fıtri İnsan, Tanrı’nın inayet olarak insana bahşet-
tiği fıtrat, cevher ve özü temsil eder; o herkestir;
herkes de odur. Muhammed Esed’in “Fıtrat Âyeti”ne
düştüğü not oldukça açıklayıcıdır: [Fıtrat terimi, bu
bağlamda, insanın doğru ile yanlış, gerçek ile sahte/
düzmece arasında ayrım yapabilmesine ve böylece
Allah’ın varlık ve birliğini kavrayabilmesine imkân
veren, doğuştan edindiği sezgisel yeteneği ifade
eder. Buhârî ve Müslim’in naklettikleri Hz. Peygam-
ber’in meşhur hadisi: “Her çocuk bu fıtrat üzere
yaratılır; onu daha sonra anne-babası Yahudi, Hı-
ristiyan veya Mecusi yapar.” gibi… Hz. Peygamber
13
Döneminin en iyi bilinen bu üç dinî sistemi, böylece
tanım gereği, insanın içgüdüsel olarak Allah’ı tanı-
ması ve O’na teslim olmasında (İslâm) somutlaşan
bu “fıtrat”la bir çatışma içinde görülmüştür. (“An-
ne-Baba” terimi, burada, geniş anlamda “sosyal fak-
törler ve etkiler”i veya “çevre”yi ifade eder).] Hasan
Aycın’ın bu öz/cevher arayışı, çizgilerindeki insa-
nı evrenselleştirir. Ancak bu evrensellik, herkesin
onda kendini bulabileceği bir standartlaştırma de-
ğildir. Daha çok insandaki özün/cevherin bütün in-
sanları temsil edecek şekilde imgeleştirilmesi, çizgi
diline aktarılmasıdır.
Onun öncelikli meselesi insan olduğu için çiz-
gilerde insansız bir mekân hemen hiç yer almaz;
alsa da insanın “o mekâna ettiğini” göstermek için-
dir. Mekân geri çekilince ister istemez zaman da
soyutlaşır. Mekânsızlık ve zamansızlık, evrensel
insan arayışını, daha doğrusu insanda değişme-
yen öz olarak kabul edilen fıtrat arayışını her tür-
lü kayıttan, sınırlamadan kurtarmak içindir. Mekân
sınırdır, sınırlamadır; zaman da başka bir sınırdır,
sonluluktur. Bu arayışın bir gereği olarak çizgiler-
de genellikle insanın kalbi öne çıkarılır. Çünkü kalp
insanın bedeninin merkezi olarak kabul edilir. Tıpkı
Kabe’nin arzın merkezi olarak kabul edilmesi gibi
kalp de insanın merkezidir. Hal böyle olunca insan
da soyutlaşır; genellikle cinsiyeti bile belli değil-
dir. Mesela kadın sadece başörtüsü gibi ülkemizde
yaşanan zulümleri, mağduriyetleri anlatmak ya da
huzurlu bir aile ortamının tamamlayıcısı olarak çiz-
gilerde yerini alır. Bu tipolojinin dışında kadın, çiz-
gilerde yer almaz.
Mekân, zaman ve insanın bunca soyutlanması,
her türlü sınırlamalardan azade kılınması, sürekli olarak insanın kendisiyle yüzleşmesi, hayatın tem-posu içinde gaflete düştüğü anlarda bir an durup düşünmesi içindir. Mekânın hafıza olduğu ve uzun bir geçmişi üzerinde taşıdığını hatırlarsak Aycın’ın çizgileri, mekânsızlık-zamansızlık nedeniyle hafıza-nın ağır yükü altında değildir. Dolayısıyla Fıtri İnsan yalın bir şekilde anbean Allah’la yaptığı misakı ha-tırlar. Bu hatırlayışta tarihin ağır yükü yoktur; sade-ce kendi seçimiyle yüklendiği emanet vardır.
Sınırlı mekân kullanımlarında -Mısır ya da Filistin Sahnesi- soyut zaman nedeniyle daha çok vahye dayalı hatıralar eklektik bir şekilde kompoze edi-lir ve bu eklektik yapı mutlaka bugünle ideolojik bir ilişkiye sokulur. Kısacası mekân, nihai sözü söy-lemenin zorunlu zemini olarak vardır. Bu yanıyla mekân salt kendisi olarak var olmaz; daima insanın hallerinin tezahür ettiği bir uzamdır.
Zaman ve mekân soyut olsa da çizgilerde dur-gunluk ve sekinet yoktur. Âlemin oluş ve bozuluşa tabi olması ya da insanın sürekli bir karardan bir karara akması gibi hayat da akışkandır, dinamik-tir. Hayat içindeki insan, daima yapma ve etmenin peşindedir, yani eylem halindedir. Onun Fıtri İnsanı da hayat içinde kötülük, çirkinlik ve yanlışa karşı söyleyecek sözü, yapacak eylemi olan birisidir. Bu hareketliliğe uygun olarak mekân da sürekli olarak devinim halindedir.
İnsanın doğayla ilişkisi daha çok ağaç, çiçek ve kuşlar üzerinden kurulur. Bu ilişkiye baktığımızda fıtrattan uzaklaşma, fıtrata aykırı hareket etme he-men göze çarpar. Ağaçlar kesilmiştir, çiçekler yerle-rinden sökülmüştür. Ama âlemin oluş ve bozuluşa
14
tabi olması nedeniyle doğada her şey dinamik, can-
lıdır ve umut hep vardır. Umudu diri tutmanın gös-
tergesi, kesilmiş ağacın kökünden yeni bir sürgün
vermesidir ki Aycın’ın çizmekten hiç vazgeçmediği
konulardandır.
İnsanın şehir hayatıyla ilişkisi sorunludur. Doğa-
daki her türlü kıyıma karşın, Allah’ın yaratmasıyla
umut hep vardır; hayat hep bir mucize gibi yeniden
doğar. Ancak şehir hayatında durum böyle değildir.
Şehir doğanın doğal olanın zıddıdır. Oradaki her şey
insan elinden çıkmadır. Bu nedenle de insan orada
huzur, sükûn bulamaz; şehrin yapaylığıyla insanın
fıtratı bizatihi çatışma halindedir. Çünkü şehir, mo-
dern olanın gösterenidir ve modern; çatışma, çö-
zülme, bozulma, açıkçası fıtrattan uzaklaşma, öze
yabancılaşma demektir. Modernliğin yarattığı bu
yabancılaşmanın insan üzerinde etkisi iki türlüdür:
birincisi bireysel olarak kendi varoluşuna yabancı-
laşmak, ikincisi modernleşme süreciyle birlikte hal-
kın geleneğe yabancılaşması. Şehir bu yabancılaş-
maların gösterilebileceği en uygun ortamdır.
Hasan Aycın; iyi ve güzeli, şehir hayatı, yani za-
man ve mekân içinde göstermeyi seçtiğinde, insa-
nın mahrem sınırları içinde gösterdiğini söylemiş-
tik. İç mekânı yaşam tercihleriyle yoğurarak çizer.
Zaman ve mekândaki güzelliği, genellikle göksel
ve ilahi güzellikle destekler. Bu yanıyla sokak, yani
“dışarısı” iyinin kötüyle, güzelin çirkinle, zalimin
mazlumla, ahlakin gayri ahlakiyle karşılaştığı yer-
dir. İnsanın yaratılıştan sahip olduğu iyi ve güzel ni-
telikleri soyutlanarak çizilirken kötülük ve çirkinlik
zaman ve mekânda somutlanır. Çünkü kötülük ve
çirkinlik asli değil, arızidir ve insanın kendi elleriyle
ürettiği bir kaostur. Allah’ın kozmik düzenine, uyu-
muna başkaldırıdır ve bu yanıyla Tevhidin karşısın-
da şirki temsil eder. Tabii ki biz bu temsil sayesinde
varoluşsal sorularıyla şaşakalan insanın niçin şaş-
kınlaştığını anlamış oluruz. Bir anlamda Fıtri İnsanı
fıtratından uzaklaştıran koşullar, bu sayede çizgide
ifadesini bulur.
Sokak, sadece insanın varoluşsal soru/sorunla-
rının kaynağı değildir, aynı zamanda insanın insa-
na ettiği zulmün neden ve sonuçlarının bir arada
kompoze edildiği bir imgedir. Ancak bu noktada Ay-
cın’ın bir hassasiyetini de belirlemek lazımdır. Re-
sim/çizgi gibi görsel sanatlar genellikle dışarısıyla
ilgilidir. Ancak o, dışarıya, yani sokağa dönerken de
yaslandığı genel ahlaki ilkeye bağlıdır. Sokağı, şehri
ve doğalın zıddı, insanın fıtratından uzaklaşması-
nın nedeni olarak çizer; ama zıtlıklar ve çelişkiler
ideolojik bir çerçeveyle belirlenir ve o çerçevenin
içinde tutulur. Ahlaki ilkelerle çelişen halleri/haram-
ları asla çizmez; çizgisinin nesnesi haline getirmez.
Çünkü bunların çizgisi aracılığıyla meşrulaşmasını
istemez. Sokakta gösterdiği çelişki, kötülük ve çir-
kinlikler haramların çiğnenmesiyle doğan gayri
ahlaki halleri göstermek için değil, daha çok siyasi
sebeplerle insana yönelen zulmü ve toplumsal ala-
nın egemen paradigma tarafından, insanın fıtratıyla
çelişen ilkelerce düzenlenişini göstermek içindir.
Hasan Aycın, insanı doğa ve şehir hayatı içinde
anlatmaya çalışırken birçok unsuru bir araya ge-
tirdiğini söylemiştik. Gökyüzü, yerin altı, ağaçlar,
kuşlar, ev, sokak gibi imgeleri çizgisinde kompoze
ederken bunların yer ve ilişkilerini belirleyen pers-
pektifi kullanırken Tevhidi anlayışa sonuna kadar
15
bağlıdır. Çünkü eşyayı salt kendi gerçekliği içinde değerlendirmek seküler bir tavırdır. Dahası sanat-sal temsil, gerçeğin birebir kopyası ya da taklidi değildir. Zaten bu mümkün de değildir. Sanatsal temsil daha çok, sanatçının dünya görüşü etrafın-da, gerçeğin anlamlı ve tutarlı bir kompozisyonla aktarımıdır. Bu yüzden sözünü ettiğimiz imgeleri, onlar hakkındaki ilahi takdire uygun olarak düzen-ler; ait oldukları yerden koparıp “paşa gönlünce” ilişkilere sokmaz. Örneğin ilahi ahengin temsilcisi olan gökyüzü, Allah’ın onlar için takdir ettiklerine boyun eğen ağaç ya da kuşlar, hiçbir zaman bu ka-derin dışına taşıp kötülüğün kaynağı, taşıyıcısı ya da temsilcisi olarak çizilmez. Hatta kötü insanların bile suretlerini bozmaz, çarpıtmaz veya bir ucube olarak göstermez; kötülükleri mimik ya da eylem-lerle çizer.
Elbette bu nötr değil, alabildiğine ideolojik bir tavırdır. Ama buradaki ideolojik tavrı, sadece hayat içindeki kötülükleri göstermek ya da iyiliği önermek şeklinde dar kalıplar içinde anlamamak gerekir. İde-olojik olmak öncelikle Allah-insan, insan-insan ve insan-doğa ilişkilerinin belirlendiği ilkeyle ilgilidir. İnsanın mekân ve eşyayla kurduğu ilişkileri bu il-keyle düzenlenir. Sanatsal ifade nihayetinde sanat-çının nesneyi kavrayıp sanatın diline dönüştürüp ifade etmesidir. Nesneyle kurulan ilişki, öncelikle sanatçının bilinciyle bir anlamda ideolojisiyle ilgi-lidir. Bu bilinç sanatsal formu da zorlar, kırar, büker ve böylece kendine uygun biçimi bulmaya çalışır. Bu bağlamda Aycın’ın eşyayla kurduğu ilişki rikkat-li, nazik ve özenlidir. Çünkü her şeyi Allah (CC) ya-ratmıştır; dolayısıyla her şey hürmete layıktır. Asıl olan, şeyleri yaratıldığı ilahi takdire uygun olarak
kavramak ve aynı uygunluk içinde ifade etmektir.
Aksi zulümdür. Bu nedenle onun çizgilerinde biza-
tihi kötü, çirkin ve fesat yoktur. Fıtri İnsan’ın öfke-
si ve zaman zaman şaşkınlığı, insanların bozduğu
veya tahrip ettiği düzene yöneliktir. Onun derdi,
her şeyi ait olduğu bağlama oturtmak ve şeyler
arasında kozmik bir ilişki kurmaktır.
Fıtri İnsan Bize Ne Söyler
Hasan Aycın’ın yolculuğu edebiyat dergileriyle iç
içe olduğu için çizgisinin macerası edebiyatla paralel
bir yol izlemiştir. Kendi kuşağından Hüseyin Su, Ra-
mazan Dikmen ve Arif Ay gibi ediplerin eserlerinde-
ki modernlik-gelenek çatışmasını, onun çizgilerinde
de izlemek mümkündür. Geleneksel olanın, moder-
nleşme süreci içinde giderek etkisizleşmesi, kıyıya
çekilmesi onun çizgilerinde de içe kapanmayla gös-
terilmiştir. Geleneksel olanın, insan tekinde kalple,
ilişkileri bakımından evin içiyle gösterilmesi bu içe
kapanmayla ilgilidir. Ancak içe kapanma, edebiyatta
50’lerden sonra belirginlik kazanmaya başlayan bi-
reyci eğilimle ilgili değildir. Onun Fıtri İnsan’ı bu an-
lamıyla kendi içine kapanmaz; sadece sahip olduğu
güzellikleri korumak için mahrem alanlarına çekilir.
Yoksa o, bir yandan ontolojik bağlarını korumak; di-
ğer yandan da insanları ve hayatı değiştirmek için
sürekli eylem içindedir. Onun tipi, toplumdan ve on-
tolojik bağlarından kopmuş, salt kendini keşfetmeye
çalışan modern birey değildir.
Edebiyatla ilişkisinin ve insanın hep eylem ha-
linde olmasının bir sonucu olarak Aycın’ın Fıtri İn-
san’ı, sürekli olarak izleyiciyle diyalog halindedir.
16
Özellikle mimiklerin yoğun olarak kullanılması bu diyalogun zorunlu bir uzantısıdır.
Son dönem özellikle gazete çizgileri alabildiğine yalındır, çıplaktır. Bu yalınlık, fazlalıklardan arınma bir yandan ustalığın sonucuyken bir yandan da in-sanı alabildiğine “kendi” ve “fıtri”, deyim yerindeyse Âdem’in temsili olarak çizme gayretinin bir sonu-cudur. Geldiği nokta sayesinde çizgilerinde boğucu ayrıntılara, fragmanlar halinde kalabalık yığılma-lara rastlanmaz. Alabildiğine yalın çizgilere bakan insan doğrudan ne’yin anlatıldığıyla yüz yüze gelir; mesaj hep önceliklidir. Fıtri İnsan’ın yalınlığı ve bu yalınlığa uygun çizgiler, bizleri sürekli olarak an’a, şimdiye odaklar. Aycın’da modernist bir ütopyacılık yoktur. Dolayısıyla sûfilerin de vurguladığı “dem bu dem” idraki onun çizgilerinin oturduğu ana kaide-dir. Zaten insanı, fıtratına uygun olarak çizmenin başkaca yolu yoktur. İnsanın sürekli olarak an’da çizilmesi geçmiş ve geleceğe dair imaları da ken-diliğinden üzerinde taşır. Yük, bütün çıplaklığı ve yalınlığıyla şimdi, bu an’da, o yalnız ve yalın in-sandadır. Zira İslâm’a göre ilk muhatap insandır ve o emanet yüklenmiştir. Onun Fıtri İnsan’ı aceleyle durmadan bizimle konuşur.
Böylesi sahih bir çizgi sayesinde Fıtri İnsan, bu-
gün iletişim ağlarıyla iç içe giren dünyada, giderek
anakronik hale gelen doğu-batı, ruh-madde çatış-
ması ya da medeniyet buhranı gibi bir dönemin
belirleyici argümanlarına yaslanmadığı için onlarla
birlikte buharlaşmamıştır. Zaten Türkiye’nin kendi-
sini doğu, dolayısıyla ruh; Avrupa’nın ise batı veya
madde olarak görmesi, ilerlemeci Batı medeniyeti-
nin bir dayatmasıydı. Aycın, başından beri çizgisini
bütün bu ikiliklerin üzerinde kurmamıştır. Bu ne-
denle, Hz. Âdem’den beri süregelen, vahyin rehber-
liğinden beslenen Fıtri İnsan tipini, değişimlerden
uzak tutmayı başarmıştır. O, özellikle 2000’lerden
sonra küreselleşmeyle birlikte vurgulanmaya baş-
lanan yerellikle birlikte doğan dil, din, kimlik, kadın
ve etnik sorunlar etrafında şekillenen günümüz sa-
natının parçalanıp mikrolaşmasından uzak kalabil-
miştir. Başından beri yöneldiği aşkın insan, aşkın
hakikat ve onun çizgide temsil arayışları, sanatın
dönemsel eğilimlerinden etkilenmemesini sağla-
mıştır. Ama bu noktada bir kez daha vurgulamakta
yarar var: gündelik olanı aşma gayreti, onun çizgi-
lerini mistik bir bağlama oturtmaz; insan, hep ha-
yatın içindedir, yüklendiği emanet omuzlarındadır
ve hayata karşı hep söyleyecek bir sözü vardır ve
canhıraş bir şekilde bizlere bir şeyler anlatmak der-
dindedir.
Cemal ŞAKAR