iletisim kuramlari

223

Click here to load reader

Upload: aras-bozkurt

Post on 13-Jul-2015

1.539 views

Category:

Education


158 download

TRANSCRIPT

Page 1: Iletisim kuramlari

i

T.C. ANADOLU ÜNİVERSİTESİ YAYINI NO: 2803

AÇIKÖĞRETİM FAKÜLTESİ YAYINI NO: 1761

İLETİŞİM KURAMLARI

Yazarlar

Prof.Dr. Erkan YÜKSEL (Ünite 1)

Doç.Dr. İncilay CANGÖZ (Ünite 2)

Doç.Dr. Ömer ÖZER (Ünite 3)

Doç.Dr. Ruhdan UZUN (Ünite 4, 5, 7)

Doç.Dr. Banu DAĞTAŞ (Ünite 6)

Prof.Dr. İrfan ERDOĞAN (Ünite 8)

Editör

Prof.Dr. Erkan YÜKSEL

ANADOLU ÜNİVERSİTESİ

Page 2: Iletisim kuramlari

ii

Bu kitabın basım, yayım ve satış hakları Anadolu Üniversitesine aittir. “Uzaktan Öğretim” tekniğine uygun olarak hazırlanan bu kitabın bütün hakları saklıdır.

İlgili kuruluştan izin almadan kitabın tümü ya da bölümleri mekanik, elektronik, fotokopi, manyetik kayıt veya başka şekillerde çoğaltılamaz, basılamaz ve dağıtılamaz.

Copyright © 2013 by Anadolu University

All rights reserved No part of this book may be reproduced or stored in a retrieval system, or transmitted

in any form or by any means mechanical, electronic, photocopy, magnetic tape or otherwise, without permission in writing from the University.

UZAKTAN ÖĞRETİM TASARIM BİRİMİ

Genel Koordinatör

Doç.Dr. Müjgan Bozkaya

Genel Koordinatör Yardımcısı Doç.Dr. Hasan Çalışkan

Öğretim Tasarımcıları Yrd.Doç.Dr. Seçil Banar

Öğr.Gör.Dr. Mediha Tezcan

Grafik Tasarım Yönetmenleri Prof. Tevfik Fikret Uçar

Öğr.Gör. Cemalettin Yıldız Öğr.Gör. Nilgün Salur

Kitap Koordinasyon Birimi

Uzm. Nermin Özgür

Kapak Düzeni Prof. Tevfik Fikret Uçar

Öğr.Gör. Cemalettin Yıldız

Grafikerler Gülşah Karabulut

Özlem Ceylan Kenan Çetinkaya

Dizgi

Açıköğretim Fakültesi Dizgi Ekibi

İletişim Kuramları

ISBN 978-975-06-1464-4

1. Baskı

Bu kitap ANADOLU ÜNİVERSİTESİ Web-Ofset Tesislerinde 6.000 adet basılmıştır. ESKİŞEHİR, Ocak 2013

Page 3: Iletisim kuramlari

iii

İçindekiler

Önsöz .... iv

1. İletişim Kuramlarına Giriş 2

2. Çizgisel ve Sosyo-Psikolojik Yaklaşımlar .. 34

3. Medyanın Etkilerine Yönelik Yaklaşımlar 60

4. İzleyici Merkezli Yaklaşımlar .. 84

5. Teknoloji Merkezli Yaklaşımlar .. 106

6. Dilbilimsel ve Göstergebilimsel Yaklaşımlar . 132

7. Eleştirel Yaklaşımlar 156

8. Türkiye’de İletişim Araştırmaları .. 184

Page 4: Iletisim kuramlari

iv

Önsöz Bir akademisyen olarak vermeyi en çok sevdiğim ders “araştırma yöntemleri”. Anadolu Üniversitesi’nde

kesintilere uğramış olmakla birlikte yaklaşık 10 yıldır bu konuda dersler veriyorum. Yüksek lisans

seviyesinde ise “İletişim Kuramları ve Araştırmaları I ve II” derslerini de iki ayrı dönemde işliyoruz.

Bu kitapta söz konusu derslerde anlatılan pek çok konu özet bir şekilde ele alınıyor. Kitabı değerli kılan

en önemli unsur, iletişim biliminin birbirinden farklı yaklaşımlarını bütünsel bir yapıda ele alarak

sistematik bir şekilde okuyucuya anlatması. Kitabı değerli kılan bir başka unsur, kitabın farklı

ünitelerinin, bu alanda farklı üniversitelerde dersler veren ve araştırmalar yapan farklı akademisyenler

tarafından kaleme alınmış olması. İletişim biliminde Türkçe yayımlanmış bu konudaki birkaç kitap

arasında bu kitabın bir başka özelliği dil ve anlatımının oldukça sade ve anlaşılır olması. Açıköğretim

Fakültesi’nin uzaktan eğitim sistemine uygun formatta hazırlanan kitap, yüz yüze eğitimin öğrenciye

sunduğu imkanları, formatı gereği, uzaktan eğitim öğrencilerine de sunmaya imkan tanıyor. Kitapta pek

çok konuda görsel anlatımlar, şekil ve tablolar, hikayeleştirilmiş açıklamalar, faydalanılabilecek yararlı

kitap ve internet sayfası önerileri ve ek bilgiler dikkat çekiyor. Konuyu daha anlaşılır kılıyor ve meraklı

okuru daha çok araştırmaya, incelemeye yöneltiyor.

Kitabın ilk ünitesinde öncelikle bilim, bilimsel araştırma, araştırma yöntemleri, kuram ve iletişim

kuramları açıklanarak, bu alt yapı üzerine iletişim kavramı ve anlamı, iletişim tarihi, iletişim araştırmaları

tarihi ve iletişim araştırmalarına yönelik sınıflandırma çabaları konu ediliyor. Ardından kitapta iletişim

çalışmaları etki-süreç odaklı çalışmalar ve anlam-niyet odaklı çalışmalar çerçevesinde ikiye ayrılarak bu

iki yaklaşımın iletişim olgusuna bakışı ve bu bakış çerçevesinde kullandığı temel kavramlar tanımlanıyor.

İkinci ünitede iletişim biliminin ilk çalışmaları olan çizgisel ve sosyo-psikolojik yaklaşımlar, üçüncü

ünitede etki araştırmaları arasında öne çıkan yaklaşımlar, dördüncü ünitede izleyici merkezli yaklaşımlar,

beşinci ünitede de teknoloji merkezli yaklaşımlar ele alınıyor.

Anlam odaklı çalışmalar bağlamında kitapta altıncı ünitede ayrıntılı olarak dilbilimsel ve göstergebilimsel

yaklaşımlar üzerinde duruluyor. Yedinci ünitede ise oldukça geniş kapsamlı olan eleştirel yaklaşımlar

özetlenmeye çalışılıyor. Bu bağlamda siyasal ekonomi yaklaşımı, kültürel emperyalizm, kültürel

bağımlılık, medya emperyalizmi, Frankfurt Okulu, kültür endüstrisi, propaganda modeli ve İngiliz

Kültürel Okulu konularına değiniliyor.

Kitabın son ünitesi olan sekizinci ünitede de iletişimin temel unsurlarına ilişkin genel çerçeve özetlenerek

bunun içinde Türkiye’deki iletişim araştırmalarının yeri irdeleniyor. Bu ünitede öne çıkan, özellikle

Türkiye’de iletişim araştırmalarının oluşumunun temel doğası, gelişim ve koşulları konularını yalnızca

iletişim özelinde değil, belki de genel anlamda diğer bilim dalları için de yorumlamak gerekiyor. Bu

değerli değerlendirmelerin ardından ünitede; araştırma türleri, alanları, konuları ve yönelimler ayrı ayrı

irdeleniyor ve son olarak günümüzdeki duruma değiniliyor. Dolayısıyla son ünitede bir anlamda da

kitabın iletişim kuramları ve araştırmaları anlamındaki bir özeti ve Türkiye’nin bu özet içerisindeki yeri

yorumlanmaya çalışılıyor.

Kitabın yalnızca uzaktan eğitim öğrencileri için değil, örgün eğitimde iletişim fakültelerindeki öğrenciler

ve bu alanda lisansüstü eğitim yapan araştırmacılar için de önemli bir başvuru kaynağı olarak

yararlanılabilecek nitelikte olduğunu düşünüyorum.

Kitapla ilgili her türlü görüş ve önerilerinizi de bana yazabilirsiniz. Kitabın “geribildirimi” için e-posta

adresim şöyle: [email protected]

Tüm öğrencilerimize keyifli okumalar, derslerinde başarılar dilerim.

Editör

Prof.Dr. Erkan YÜKSEL

Page 5: Iletisim kuramlari
Page 6: Iletisim kuramlari

2

Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra;

Bilimsel araştırma ve iletişim kuramlarını açıklayabilecek,

İletişim kavramı ve anlamını tanımlayabilecek,

İletişim tarihini özetleyebilecek,

İletişim araştırmalarını sınıflandırabilecek,

Etki-süreç odaklı çalışmaların temellerini açıklayabilecek,

Anlam-niyet odaklı çalışmaların temellerini açıklayabilecek,

Yakın dönemde dikkati çeken gelişmeleri tanımlayabilecek

bilgi ve becerilere sahip olabilirsiniz.

Anahtar Kavramlar Bilim ve Bilimsel Araştırma

İletişim ve Kitle İletişimi

İletişim Tarihi

İletişim Araştırmaları

Etki

Süreç

Anlam

Niyet

Kültür

İdeoloji

İçindekiler Bilimsel Araştırma ve İletişim Kuramları

İletişim Kavramı ve Anlamı

İletişim Tarihi

İletişim Araştırmaları Tarihi

İletişim Araştırmalarının Sınıflandırılması

Yakın Dönemde Dikkati Çeken Gelişmeler

1

Page 7: Iletisim kuramlari

3

BİLİMSEL ARAŞTIRMA VE İLETİŞİM KURAMLARI İlk insandan bu yana bilimsel araştırmanın temel nedeni insan ile doğa arasındaki ilişkiyi insan lehine değiştirebilme çabasıdır. İzafiyet teorisinin babası Albert Einstein “bilim denilen şey, günlük düşüncenin berraklaştırılmasından başka bir şey değildir” demektedir. Bilim, evrendeki olguları çeşitli yollarla inceleyen ve onları açıklayan, kabul edilen, sağlamlığı olan, geçerliliğe sahip, o an aksi ispat edilememiş sistemli bilgiler bütünüdür. Bilim olgusaldır, herkesçe gözlenebilir. Sistemlidir, belli bir bütünlük içinde açıklar. Akılcıdır, açıklamaları akla uygundur. Genelleyicidir, tek tek olayları değil, geneli açıklar. Evrenseldir, yer ve zamana göre değişmez. Birikimlidir, belli bir birikimin sonucudur. Kayıtlıdır, kaydı bulunur. Sağlam fakat görelidir, mutlak doğruluk ve yanılmazlık yerine gerçeğe geçici doğrlarla yaklaşmayı kabul eder. Bilimin sonuçları geçerlilik olasılığı yüksek genellemelerdir.

Bilimin amacı anlamak, açıklamak, ilişkiler ve nedenler bulmak, geleceği tahmin etmek, gelişme ve ilerleme için önerilerde bulunmak ve kontroldür. Anlama “nedir” sorusunun yanıtını içerir. Açıklama ise “neden-niçin” sorusunu sormakla başlar. Öngörme, herhangi bir olguyla ilgili bilinenlerden yola çıkarak henüz bilinmeyenlerin bulunmaya çalışılmasıdır. Kontrol ise açıklamalar ve kestirimlerin ardından olguları başlatma, durdurma, devam ettirme ya da değiştirme gücüne erişmeyle birlikte üretilen bilgilerin uygulamaya aktarılmasıdır. Örneğin bulutlu bir havada yıldırım gözlemlenir, yıldırımı oluşturan unsurlar belirlenir, bu unsurlar arasındaki ilişkiler incelenir, nedensellik bağları araştırılarak yıldırımın neden olduğu açıklanır; unsurlar ve nedenlerden hareket ederek yıldırımın hangi koşullarda olacağı önceden tahmin edilebilir. Bir adım ötesine gidilerek, nedenler manipüle edilerek kontrol mekanizmaları kurulabilir. Hatta yapay yıldırım bile yaratılabilir. Kontrol aşaması, bilimin olgunluk safhası olarak yorumlanır ve bütün bilim dallarının bu bebeklik (anlama), çocukluk (açıklama), gençlik (öngörü) ve olgunluk (kontrol) aşamalarını geçerek geliştiği kabul edilir (Saruhan ve Özdemirci, 2011).

Bilim, yeni kuramlar üretmeye ve var olan kuramları sınamaya yarayan sistematik veri toplama ve analiz etme süreci olarak da tanımlanır. Kuram en genel anlamda şeylerin nasıl çalıştığı hakkındaki kavrayıştır; bir olguyu açıklamaya, kestirmeye, kontrol etmeye yarayan ilişkiler bütünüdür. Başka bir deyişle; belirli bir konuda ortaya konulan geçerliliği ve güvenilirliği bilimsel yöntemlerle saptanmış genel açıklama düzlemidir. Hipotez; eş deyişle denence ise araştırmacının incelediği sorunla ilgili olarak araştırmasının başında öne sürdüğü, doğruluğu ya da yanlışlığı henüz test edilmemiş “denemelik” geçici önerme ya da genellemedir. Yapılan araştırmayla tersi kanıtlanmaz ise hipotez, bilimsel bir bilgi niteliği kazanır; aksi halde terk edilir. Kuramın hipotezden farkı, araştırma yapılan alanda ortaya koyduğu açıklamaların çalışılan alanın tamamını içine alması ya da o alanla ilgili kapsamlı ve köklü açıklamalar getirmesidir. Hipotezler de kuramsal gerekçelendirmelerden üretilir ve kuramdaki varsayımlara bağlıdırlar. Kuram geçmişe, şimdiye ve geleceğe ait bir açıklamadır. Ancak hiçbir zaman yanılmaz değillerdir. Kuramlar bilimsel kanıtlarla yeterince doğrulanır ve kimse tarafından doğruluğuna karşı konulamazsa artık “bilimsel yasa” ya da “bilimsel kanun” adını alırlar. Örneğin Newton’un yerçekimi kanunu gibi.

İletişim Kuramlarına

Giriş

Page 8: Iletisim kuramlari

4

Bilimsel yöntemin gelişiminden önce insanların gerçeğe ulaşma yöntemleri sezgi, otoriteye güvenme

ve inandığı şeyde direnmeyi içermiştir. Hata ve yanlılık payı yüksek de olsa bu yöntemler bugün de

kullanılabilmektedir. Bilimsel yöntem ise olgusal nitelikli problem çözmenin, bilim üretmenin bilinen ve

belli süreçleri olan en güvenilir yoludur. Bilim adamı, gerçeğin doğası hakkında genellemeler yapmaya

çabalar.

Bilimsel yöntem; Bacon’ın “tümevarım” ve Aristo’nun “tümdengelim” yaklaşımlarının sentezidir.

Tümdengelim, genel önermelerden daha az genel önermeleri çıkarma yöntemidir. Eş deyişle bütünden

parçalara gidilir. A=B ise, B=C ise, A=C formülüne dayanır. Tümevarım ise deneyler ve gözlemler

yoluyla elde edilmiş olgularla bilgileri genel ilkeler ve yasalar altında toplamaya çalışır. Tek tek

olgulardan hareketle genel bir önermeye gider. Bilimin ve bilimsel yöntemin temeli kabul edilir. Bugün

tümevarım ve tümdengelimin aynı anda kullanılması anlamına gelen tez ve antitez kavramları, birbirinin

rakibi değildir ve birbirlerinden bağımsız düşünülemez.

Toplumsal olayları ve insanların toplumsal özelliklerini inceleyen bilim dallarına genel olarak “sosyal

bilimler” adı verilir. Doğa bilimlerinde kanunların değişmesi ya da kökünden yıkılması doğanın

değişiminden değil, kanunların yetersizliğinden kaynaklanırken; sosyal bilimlerdeki kanunlar, olguları

açıklamakta ne kadar başarılı olsalar da insan davranışı ve toplum yaşamıyla birlikte değişmek

zorundadırlar. Sosyal bilimlerde yaygın olarak kullanılan iki ayrı araştırma yaklaşımı vardır: Niteliksel

(qualitative) ve Niceliksel (quantitative) Yaklaşım.

Tümdengelime dayanan “niteliksel yaklaşım” ya da “nitel araştırma”, sosyal bilimlerin uğraştığı sosyal gerçeklik ile fen bilimlerinin uğraştığı fiziksel gerçekliğin birbirinden farklı nitelikte olduğunu

kabul eder. Nitel araştırmanın unsurları ve genel çerçevesi hakkında literatürde uzlaşılan bir tanımlama

yoktur. Ancak yine de bir tanım vermek gerekirse, insan ve grup davranışlarının neden ve nasıl sorularını

yanıtlamaya yönelik araştırmalardır denilebilir. Bu çalışmalarda kişilerin kanaatleri, tecrübeleri, algıları

ve duyguları gibi öznel verilerle meşgul olunur; toplumsal olaylar doğal ortamı ve doğal oluşumu içinde

tanımlanır. Araştırma sürecinde davranışlar doğal ortamında gözlemlenir, kaydedilir ve yorumlanır.

Olayları yaşayan insanlar için o olayların anlamını keşfetmeyi amaçlanır. Nitel araştırmalar, birikmiş bilgi

ve gözlemleri yorumlamaya dayanır. Daha çok disiplinlerarası yapıdadır. Standartlaşma yerine

araştırmacının gücünü ön planda tutar. Herhangi bir istatistiksel test ya da hipotez testi kullanılmaz.

Ancak konuyu desteklemek için istatistiksel verilerden yararlanabilir. Daha çok saha çalışması, doğal

çalışma ya da etnografi gibi veri toplama tekniklerini kullanır. Başlıca yöntemler görüşme, gözlem, arşiv

taraması / iz sürme çalışmaları, paydaş analizi, örnek olay/ vaka analizi yöntemi ve odak grup

yöntemleridir. Veri kayıt teknikleri not alma, fotoğraf, ses ve video kayıtlarıdır.

Tümevarıma dayanan “niceliksel yaklaşım”; görgül, deneysel, amprik, sayısal yaklaşım adlarıyla da

bilinir. Bilim ile bilim dışını kesin sınırlarla ayırmayı; bilimin nesnel (objektif) gerçeklikle, bilim dışının

ise öznel (kişisel) gerçeklikle uğraştığını savunan pozitivist felsefeden kaynaklanmıştır. Pozitivizm

(olguculuk), yalnızca bilimsel yolla edinilen bilgileri kabul eder ve yine yalnızca bu bilgileri “üzerinde

konuşmaya değer” bulur. Sosyolojinin de kurucusu sayılan Auguste Comte’un sistematik bir şekilde

ortaya koyduğu pozitivizm akımına göre sadece duyumlar ve algılar güvenilir verilerdir ve bilimsel

alanda yalnızca bunları incelemekle yetinilmelidir. Deneysel araştırma, en yüksek seviyedeki biçimiyle

nedensellik sorusunun üstesinden gelinmesiyle ilgili klasik yöntemdir. Nedensellik tasarımına dayanan

gerçek deney, araştırmacı tarafından bir değişkenin kontrolü ya da yönlendirmesini ve sonuçların nesnel

ve sistematik bir biçimde gözlenmesini ya da ölçülmesini içerir. Dolayısıyla niceliksel yaklaşım; nesnel

gerçekliğin, değer yargılarından ve yorumlardan bağımsız yapılabilen gözlemlerle elde edilen verilerden

oluştuğunu kabul eder. Nicel araştırmada gözlemlenebilen, işlevsel tanımı yapılarak ölçülebilir hale

getirilen her şey bilimin konusu olarak kabul edilir. Araştırmacı, veri toplama ve analizi süreçlerini kendi

değer yargılarından ve yorumlarından arındırma çabası içindedir. Yanıtını aradığı sorulara ilişkin

hipotezler kurar, hipotezleri test eder, aldığı sonuçları yorumlar. Niceliksel incelemede sorun yorumu,

tartışmalar ve öneriler niceliksel bulgular ve kuramsal çerçeve üzerinde niteliksel değerlendirmeleri

gerektirir.

Page 9: Iletisim kuramlari

5

Günümüzde ise farklı yaklaşımları bir araya getiren “çoklu yöntem” ya da “disiplinler arası” çalışmalarının ilgi çekmeye başladığı söylenebilir. Bu çalışmalarda nitel ve nicel veri toplama yöntemleri birlikte kullanılarak bilimsel çalışmalar yürütülmektedir.

Araştırma yöntemleri kitaplarında yukarıda özetlenen konu ve kavramlara ilişkin ayrıntılara erişebilirsiniz. Şu kitaplara bakabilirsiniz: Saruhan, Ş.C. ve Özdemirci, A. (2005), Bilim, Felsefe ve Metodoloji, İstanbul: Beta; Erdoğan, İ. (2012). Pozitivist Metodoloji ve Ötesi. Ankara: Erk; Karasar, N. (2010). Bilimsel Araştırma Yöntemi. 21. Baskı. İstanbul: Nobel; Geray, H. (2004). Toplumsal Araştırmalarda Nicel ve Nitel Yöntemlere Giriş. Ankara: Siyasal.

Bu kitabın da konusunu oluşturan “iletişim kuramları” kavramı, iletişimi anlamak ve açıklamak için kullanılan şemsiye bir tanımlamadır. Gerek niteliksel ve gerekse niceliksel yaklaşımla ortaya konulmuş çalışmaların bütününü içine alır. Ayrıntıda ise bu çalışmaların ilgilendikleri konu ya da soruna, ulaştıkları bulgu ve getirdikleri yoruma göre de çalışmaları alt başlıklara ayırmak mümkündür. Konuyu daha iyi anlamak için işe öncelikle “iletişim” kavramına ilişkin farklı yaklaşımlara ve bu yaklaşımlara bağlı olarak geliştirilen tanımlara değinmek yerinde olacaktır.

İLETİŞİM KAVRAMI VE ANLAMI İletişimle ilgili temel kavramları bir hikayenin üzerinden anlatmaya çalışalım. Aşağıdaki metinde Adem ve Ewa’yı tanıyacak ve aralarında geçen diyaloğa şahit olacaksınız.

Adem ile Ewa’nın hikayesi…

Adem, Karadeniz’in küçük bir sahil kasabasında, lise 1. sınıf öğrencisiydi. Dersleri pek başarılı

sayılmazdı. Ailesi, yaz tatilinde boş durmaması ve arkadaşlarından gördüğü ve beğendiği elektro gitarı

satın alması için çalışması ve para biriktirmesi gerektiğini söylemişti. O da sahil yolunda, belediyenin

çay bahçesini işleten bir tanıdıklarının yanında garsonluğa başlamıştı. Daha bar kaç gün olmuş ve işi yeni öğrenmeye çalışıyordu. Aslında işler yoğun sayılmazdı ama akşamları şehir halkı limanda yürümek,

hava almak, dolaşmak ya da serinlemek gibi nedenlerle sahile akın ediyor ve çay bahçesi de doluyordu.

O akşam Sümela Manastırı’na uzanan Karadeniz Turu düzenleyen şirketlerden birinin otobüsü parkın

önünde durmuştu. Turistler de birşeyler içmek üzere çay bahçesine gelmişlerdi.

Adem, ne içmek ya da yemek istediklerini sormak üzere turistlerin masasına yaklaşırken “şimdi ne

konuşacağım, nasıl anlaşacağım” diye de içinden geçiriyordu. Sonra aklına geldi: “Tea (ti-çay), kola,

ayran?” deyiverdi. Ewa, dört gündür uçak, otobüs, Avrupa gezisi derken yorgun düşmüştü. Kuzey

Amerika’dan geliyordu. Aslında en çok buzlu çay içmeyi severdi ve şimdi iyi gider diye düşünmüştü ama

olup olmadığından emin olamadı. Çay istediğinde de “siyah sıcak çay” geliyordu. Arkadaşları arasında

kimin ne istediğine baktı ve kestirmeden gitti: “Coke (kok)” dedi.

Adem bir yandan siparişleri almaya çalışırken, uzak masalardan birinden bir işaret gördü. Ona

doğru bakan bir adam, elini havaya kaldırarak parmaklarıyla çay kaşığını tutar ve çayını karıştırır gibi

bir hareket yaptı. Sonra da aynı parmaklarıyla “iki” işareti yaptı. Adem iki çay istendiğini anlamıştı ve

başını yukarı aşağı salladı, elini “tamam” demek üzere havaya kaldırdı.

Bu sırada Ewa, masanın üzerindeki gazetelere göz atıyordu. Yazılanları okuyamıyordu ama

fotoğraflar ilgisini çekmişti. Fotoğrafta yangın yerine dönmüş görüntülerin kendi ülkesindeki binalara ait

olduğunu anladı. Ülkesinin önemli ticaret merkezlerinden biri terörist bir saldırıya uğramıştı. Ancak bu

anladıklarının ne kadar doğru olup olmadığından emin olamadı. Arkadaşına sorma ihtiyacı hissetti.

Adem, turistlerin gazeteye bakarak kendi aralarında konuştuğunu gördü. Onlara olup biteni anlatmak

istedi ama o kadar yabancı dil bilgisi yoktu. Sonra televizyonu açmaya ve haberleri göstermeye karar

verdi. Turistler ülkelerinde yaşanan saldırının görüntülerini televizyonda gördüklerinde Adem onların

yüzüne bakıyor ve şaşkınlıklarını anlamaya çalışıyordu.

Page 10: Iletisim kuramlari

6

Ewa, elindeki cep telefonuyla internete bağlandı ve ülkesindeki son haberleri almaya koyulu. Neler

olup bittiğini öğrenmeye çalışıyordu… Aslında buradan yapabilecekleri bir şey yoktu. Bir anda

konuştukları konular, gündemleri değişmişti. Herkes olup biteni konuşuyordu.

Ewa, bu yeşillikler içindeki tertemiz ve oldukça güzel sayılabilecek sahil kasabasının parkında kimi

fotoğraflar çekmek üzere yerinden kalktı. Parkta gezinen birkaç kişinin ve özellikle de küçük çocukların

fotoğraflarını çekti. İki çocuk, aileleriyle birlikte “dilek feneri” diye satın aldıkları fenerin fitilini

yakmaya çalışıyordu. Ewa “Çin feneri ve burada…” diye düşündü. Bir yandan da bu geziye başlamadan

önce Türkiye hakkında sahip olduğu düşünceler geldi aklına. Arkadaşları “Türkiye gezisi” dediklerinde

fesli adamlar, uzaylı yaratıklar gibi her yerleri örtülü kadınlar, sokaklarda toprak yollar ve develer

gözünün önünde canlanmıştı. Ancak havaalanından beri gördükleri kendi ülkesinden pek de farklı

değildi. Şaşkınlık üstüne şaşkınlık yaşıyordu. Zihnindeki imajın ne kadar da gerçek dışı olduğunu bir kez

daha anlamıştı. Sonra “acaba ben neden böyle düşünüyordum” diye kendi kendine sordu. Gülümsedi,

“bilmem” dedi. Gözleri yeniden arkadaşlarının izlemekte olduğu televizyona kaymıştı.

O sırada seyahat acentasının yetkilisi herkesin görebileceği şekilde, elindeki kendi şirketinin

bayrağını havaya kaldırdı. Bunun anlamı “haydi yola çıkıyoruz” demekti. Bu kez Sümela Manastırı’na

doğru uzanan yolda konuşacak çok şey vardı…

Adem ve Ewa’nın hikayesinde bu kitapta bulabileceğiniz pek çok açıklamanın ip uçlarını yaklamak ve

ilişkilendirmek mümkündür. Kitabınızın ilerleyen bölümlerinde öğrendikleriniz çerçevesinde bu hikayeye

yeniden göz atabilirseniz söz konusu bağlantıları kurmak daha kolay olabilir.

Canlılar dünyasında yeni bir günün anlamı yalnızca “güneşin doğuşu” demek değildir. Her yeni gün

nefes almak, beslenmek, dinlenmek, uyumak ve bir şeylerle uğraşmak gibi doğal bir takım süreçleri de

beraberinde getirir. Yaşamak iletişim etkinliklerini sürdürebilmekle eş değerdir. Dünyaya geldiği andan

itibaren çevreyle iletişim içine giren birey; bilmeden çevresini etkilemeye, değiştirmeye, yine bilinçli ya

da bilinçsizce etkilenmeye, çevresine uyarlanmaya ya da çevresini kendi kurallarına uydurmaya çaba

gösterir. Bireyleşme süreci içerisinde oluşturulan kişilik, iletişim alışkanlık ve çabalarıyla ortaya konur.

Bilinen, duyulan, yapılanlar iletişim tavrıyla belirlenir. Bireyler arası ilişkilerin aracı da iletişimdir.

Anlamak, öğrenmek, anlatmak, başkalarına ulaşmak için iletişim kullanılır (Usluata, 1995). Gündelik

yaşamda iletişim bize nesneleri, insanları tanımlar; iş bölümü içinde değişik toplumsal roller yüklenmiş insanlara bu rolleri yerine getirirken, bu rol dağılımından oluşan toplumun o tarihi dönemindeki hayat

tarzını öğretir, olumlatır, yeniden üretimi için gereken değerlendirme biçimlerini aşılar. Toplumsal

sistemin sürmesini, kendini yeniden üretmesini sağlar. İletişimde bulunmak için mutlaka bir sözel

eylemde bulunmak da gerekmez. İnsan ile insanın karşılaştığı ya da ilişki kurduğu her yerde, her

durumda, her mekanda ayrı bir dil biçimi içinde kodlanmış iletişim süreci yaşanır (Oskay, 1994). Kimi

zaman yazılı, kimi zaman sözlü ya da sözsüz, yalnızca jest ve mimik hareketlerimizle iletişimde

bulunuruz. Susmak bile konuşmak demektir ve bu yüzden “iletişimsizlik mümkün değildir” ifadesi

iletişimin temel kuralı haline gelmiştir (Demiray, 1994).

“İletişim” sözcüğünün kökenine bakılacak olursa; Fransızca ve İngilizce’de yazılışı aynı, söylenişi ayrı “communication” kavramı Latince’deki “Communicatio” sözcüğüyle karşılaşılır. Sözcüğün 14.

yüzyıl Fransızca’sında ticaretin (merkantilizmin) geliştiği dönemde ticaret ve ilişkiler karşılığında

kullanılması belli bir dönemdeki etkinliklerin sözcüklere yükledikleri anlamlar açısından ilginç bir

örnektir. “Communication”ın kökeninde yine Latince’deki “communis” kavramı bulunur. Birçok kişiye

ya da nesneye ait olan ve ortaklaşa yapılan anlamlarındaki bu kavramdan hareketle iletişim sözcüğünün

özünde yalın bir ileti alışverişinden çok toplumsal nitelikli bir etkileşim, değiş tokuş ve paylaşım anlamı

bulunur. Kavram, benzeşenlerin oluşturduğu ortaklık ya da topluluk anlamına gelen sözcükten

kaynaklanmaktadır. Bu açısıyla iletişim, belirli bir coğrafya parçasında aynı doğa koşulları içinde

varlıklarını sürdürmek için araç ve gereç bulan, bu konuda çeşitli bilgiler üretmiş bulunan, bunları belirli

iş bölümü yöntemlerine göre kullanan, kendi aralarındaki bu iş bölümünden kaynaklanan farklılaşmaları

haklılaştırmak için değerler ve inançlar üreterek toplumun farklı kesimlerini ortak üst kimlikler içinde

kaynaştırmayı amaçlayan insanların etkinliği olarak tanımlanır. Bu doğrultuda iletişim; psikologları,

Page 11: Iletisim kuramlari

7

sosyologları, siyasal bilimcileri, dilbilimcileri, zoologları, antropologları, felsefecileri, yöneticileri,

pazarlamacıları, reklamcıları da ilgilendiren bir yapıda görülür (Zıllıoğlu, 1993; Oskay, 1994).

Ülkemizde uzun yıllar batı dillerindeki “communication” sözcüğünün karşılığı yerine “haberleşme”

sözcüğü kullanılmıştır. Kimi zaman da “information” sözcüğü aynı manada çevrilmiştir. Daha sonra

“communication” sözcüğü “iletişim” sözcüğüyle Türkçeleşirken, “information” sözcüğü “enformasyon”

sözcüğüyle dilimize geçmiştir.

“Enformasyon”, bilgi sözcüğüyle de karıştırılmamalıdır. Çünkü “bilgi”, doğruluğu verili nesnel ve

öznel koşullarda gerekli ve yeterli sayılan kanıtlarla temellendirilmiş önermeler biçiminde dile

getirilebilen bir bilinç içeriği olarak tanımlanır. Bilgi ne denli yüksek ise onu iletmek de o denli güç

görülür. Bilgi elde etmek için araştırma yapmak gerekir. Enformasyon ise ihtiyacımız olmadan gelir.

Bilgi ayırdında olma ve bilme edimini yaratır. Enformasyon ise daha çok karmaşa yaratır. Bilgi, süreci

verir. Enformasyon ise hükmü bildirir. Bilgi, neden ve niçin sorularını sorgular. Enformasyon ise kim ve

ne sorularını yanıtlar. Bilgi net ve yalındır. Enformasyon ise aşırı derecede tekrar içerir. Enformasyon,

beyinsel etkinin yerini duygusal etkiye bıraktığı veridir ve daha geniş kitlelere pazarlanabilir nitelik taşır. O nedenle medya içeriklerindeki bilginin enformasyon olarak tanımlanması daha anlamlıdır. Çünkü

enformasyon, az bilgilendiren ama kolay iletilebilen, bilginin medyatik dile dönüştürülmüş halidir (Rigel,

1991).

Yaşamın bütün alanlarını sardığı belirtilen iletişim olgusu pek çok bilim dalının ilgi alanına girmekle

birlikte zengin bir anlam hazinesine de kavuşmuştur. Bu nedenle iletişimle ilgilenenlerin sayısını bir kaç

kalemde toparlamak ve iletişim kavramının tanımını sınırlandırmak güçtür. Sistematik bir açıklamayla

Merten’e göre iletişimin 160’ın üzerinde tanımlanma şekli mevcuttur (Gökçe, 1993). Yazılı kaynakların

taranması yöntemiyle yapılan bir başka araştırmada, sözcüğün 4560 kullanımı derlenmiş ve daha sonra 15

ayrı anlam üzerinde uzlaşma sağlanmıştır. Bu anlamlar şöyle sıralanabilir (Oskay, 1993; Yumlu, 1994):

1. Simge, konuşma dili: Düşüncenin sözel olarak (konuşma ile) karşılıklı alışverişi

2. Anlama, mesajın alınması: Bireyde benlikle ilgili olarak belirsizliğin azaltılması

3. Karşılıklı etkileşim, ilişki: İki kişinin birbirini anlaması, insanın karşısındakine kendisini anlatabilmesi

4. Belirsizliğin aza indirilmesi: Organizma düzeyinde bile olsa ortak davranışa olanak veren etkileşim

5. Süreç: Duyguların, düşüncelerin, bilgi ve becerilerin aktarılma süreci

6. Aktarım, değişim: Bir kişi ya da bir şeyin başka bir kişiye/bir şeye içinden aktarımla, alışverişle dönüşme değişme süreci

7. Bağlama, birleştirme: Yaşayan bir evrenin parçalarının ilintilenmesi, bağlantılarının kurulması süreci

8. Ortaklık: Bir kişinin tekelinde olanın başkalarıyla paylaştırılması, başkalarına da aktarılması süreci

9. Kanal: Askeri dilde iletinin (komutun) gönderilmesi ile ilgili araç, usul ve teknikler

10. Bellek, depolama: İletiyi alanın belleğinin, iletiyi gönderenin beklentisine uygun yanıt verecek biçimde uyarılması

11. Ayırımcı tepki: Organizmanın ortamdaki uyarıya verdiği farkedilir yanıt, ortamdaki değişme uyarlanma yanıtı, bu yanıtla diğerini etkileme

12. Uyarıcı: Kaynaktan çıktıktan sonra iletiyi alan için bir uyaran olan davranış

13. Amaç: Kaynağın karşı tarafı etkilemeyi amaçlayan davranışı

14. Zaman ve durum: Belli bir konumdan, yapıdan bir diğerine geçiş süreci

15. Güç: İktidar kaynağı olarak kullanılan mekanizma.

Page 12: Iletisim kuramlari

8

Adem ile Ewa’nın hikayesini gözden geçirerek yukarıdaki iletişim tanımlarından hangilerinin geçerli olduğunu bulmaya çalışınız. Kaç tanesini bulabildiniz?

Başta anlatılan hikayeye geri dönülecek olursa, toplumsal yaşam içinde iletişimin kullanım biçimlerini

bu hikayenin içinde görmek mümkündür. Örneğin iletişimi (1) kişinin içsel iletişimi (kendiyle iletişim),

(2) bireyler (kişiler) arası iletişim, (3) grup iletişimi, (4) örgüt iletişimi, (5) kitle iletişimi, (6) reklamcılık,

(7) halkla ilişkiler, (8) ulusal iletişim, (9) uluslararası iletişim, (10) kişi dışı iletişim, (11) bilgisayar ve

internet iletişimi gibi toplumsal kullanım biçimlerine göre çeşitlendirebiliriz.

Kişinin içsel iletişimi kişiyi güdüleyen, motive eden, gereksinimleriyle kişinin kafasındaki kendisini

kavramasına yardımcı olan bir iletişim biçimidir. Bireyler arası iletişim, kişiler arasındaki her türlü

iletişime karşılık gelir. Grup iletişimi grup içindeki kişilerin yapıcı ve engelleyici iletişimlerini,

üstlendikleri rolleri, etkileri kapsar. Örgüt iletişimi örgüt içindeki iletişimi, iç ve dış çevresiyle iletişimi

konu alır. Kitle iletişimi ise kitle iletişim araçlarıyla ilgilenir ve bu araçlar sayesinde kurulan iletişime

denir. İletilerin kitlelere ulaştırılmasını sağlayan teknolojilerin bulunuşu ile kitlesel kullanım alanlarına

kavuşan kitle iletişimine, kaynağın kitleler halindeki hedefine ulaşma amacı nedeniyle bu ad verilmiş ve

iletişimin gerçekleşmesini sağlayan teknolojik araçlara da “kitle iletişim araçları (KİA)” denilmiştir. Eş deyişle yazılı, sesli ya da görsel yapıtların dağıtımını ya da yayımını sağlayan her türlü teknik iletişim

aracı “kitle iletişim aracı” olarak ifade edilmektedir. Kişi dışı iletişim, bir başka kişinin dışında herhangi

bir şeyle, örneğin makinelerle ya da hayvanlarla kurulan doğrudan iletişim anlamında kullanılır. Bunlar

dışında reklamcılık, halkla ilişkiler faaliyetleri de ayrı bir iletişim türünü oluşturur. Ulusal ve uluslararası

iletişimin yapısı da farklı nitelikler taşır. Bilgisayar teknolojileriyle birlikte son yıllarda ise iletişimin daha

farklı boyutlarına şahit olunmaktadır. Özellikle sosyal medyada yeni bir iletişim dili ve yapısının geliştiği

söylenebilir.

İletişim ve kullanım biçimleri konusunda “İletişim Bilgisi” ders kitabınızı gözden geçirebilirsiniz. Ayrıca şu kaynaklara da başvurabilirsiniz: Tekinalp, Ş. ve Uzun, R. (2006). İletişim Araştırma ve Kuramları, İstanbul: Beta; Erdoğan, İ. (2002), İletişimi Anlamak, Ankara: Erk; Gökçe, O. (2002). İletişim Bilimine Giriş, 4. Baskı, Ankara: Turhan; Usluata, A. (1995). İletişim. İstanbul: İletişim.

Adem ile Ewa’nın hikayesinde iletişimin kaç farklı kullanım biçimi kullanılmıştır, hikayeyi inceleyerek bulmaya çalışınız.

İLETİŞİM TARİHİ İnsanlık tarihi gibi iletişimin de somut bir tarihi yoktur. Ancak iletişimin insanın kendisini tanımasıyla başladığı söylenebilir. İletişimin tarihi aşan niteliği, insanın ayrılmaz bir özelliği olan simge üretme ve kullanma yetisinden kaynaklanır. İnsan bu yeti sayesinde doğal olarak birbiriyle bağlantılı, içiçe nesneleri ayırır, sınıflandırır ve bu sınıflandırmalar aracılığıyla çevresini anlamlandırır. Daha ilk insanlar döneminde hırıltılar ve vücut hareketleri iletişimin tek anlamıyken; binlerce yıl sonra insanlık tarihinde ilk iletişim yeniliğinin geliştirilmesi, konuşmanın gücü ve sembolize etme olarak kendisini göstermiştir. Bu da insanlığın gruplar halinde birarada toplanmasına yani toplumların oluşmasına fırsat vermiştir. En eski görsel iletişim kalıntısı M.Ö. 45,000’lere ve eski duvara kazılmış hayvan resmi M.Ö. 30,000’lere aittir (Erdoğan, 2002).

Bir sonraki önemli iletişim buluşu fonetik alfabenin geliştirilmesidir. Böylece bilgiler biriktirilip saklanır olmuştur. Bilginin “güç” anlamı kavranmış ve yazı dilini kontrol altında tutan, bilgiye ve böylece de güce sahip olmuştur. Tarih olarak ise bulgulara göre Sümer’lerde kil tabletlere resimlerle yazılı olaylar M.Ö. 3500’lere dayanır. Papirüs üzerine yazılı olarak bulunan en eski doküman M.Ö. 2200’lere aittir. Fenike alfabesinin M.Ö. 1000 yıllarına karşılık geldiği bilinir. T’sai Lun’un kağıdı bulması M.S. 105 yılıdır. 1000 yılında Çin’de hareketle kil baskı yaratılmış, 1049’da Pi Sheng kil kullanarak hareketli baskı tipini geliştirmiştir (Erdoğan, 2002).

Page 13: Iletisim kuramlari

9

Tarihte insanlar önce avcı-toplayıcı kabilelerden yerleşik hayata geçmiş, tarım ve hayvancılık ilerlemiş, ticaret gelişmiş, feodal (derebeylik) devletler kurulmuş, sanayi devrimiyle birlikte ulus devletler ortaya çıkmış ve son olarak da bilgi ve iletişim dönemi başlamıştır. Kitle iletişim tarihi, bu gelişim süreci içerisinde yalnızca son dönemi kapsamaktadır.

Avrupa’da hareketli tip (harflerin dizilmesiyle) baskı yapılmasına Gutenberg tarafından 1446’dan

sonra geçilmiştir. Böylece iletişimin üçüncü önemli buluşu olan matbaa ortaya çıkmıştır. Ardından

1452’de baskıda metal tabakalar kullanılmaya başlanmıştır. Matbanın icadı, yazı dilinin gücünün de etkisi

ile bilginin tekelden çıkmasına ve Batı’daki “Rönesans” hareketine ön ayak olmuştur. Türkiye’de ilk

matbaa ise İbrahim Müteferrika tarafından 1626’da kurulmuştur. Türkiye’de ilk kitabın (Vankulu

Lügatı) yayınlandığı tarih ise 1729’dur. Bu arada Avrupa’da ilk gazetelerin 1600’lü yılların başında

görülmeye başlandığını, Türkiye’de ilk gazetenin ise (Takvim-i Vekayi) 1831’de yayınlanmaya

başladığını eklemek yerinde olabilir.

1844’te Washington ile Baltimore arasındaki 65 kilometrelik mesafede Morse’un telgrafla iletişim

kurmasıyla birlikte elektronik dil devreye girmiş ve ilerlemelerin günlük olarak yaşandığı bir dönem

başlamıştır. 1876’da Alexander Graham Bell, insanın konuşmasını elektrikle iletebilmesini sağlayan

telefonu icat etmiştir. 1895 ise Lumiere kardeşlerin Paris’te ilk hareketli resim kamerasını yaparak ilk

sinema salonunu açtığı ve ilk filmi gösterdiği tarihtir.

1920’de ilk radyo istasyonu Pittsburgh’da (KDKA) kurulmuştur. 1923’te ise Rus asıllı Amerikalı

Vladimir Komsa Zworykin görüntüleri elektrik işaretlerine dönüştüren ikonoskop lambasını bularak

televizyonun gelişiminde en önemli adımlardan birini atmıştır. 1925’de hereket eden imaj, yel

değirmeninin kolları yayınlanmıştır. Farnsworth Elektronik’in kurduğu ilk televizyon sistemi 1927 yılına

rastlar. Berlin Olimpiyatları 1936’da kapalı devre televizyon sistemiyle yayınlanır. 1939’da New York

Dünya Fuarı’nda halka televizyon gösterilmiştir. Düzenli televizyon yayınlarına ise ABD’de 1939’da

başlanmıştır. 1954’de de ilk renkli televizyon yayınına geçilmiştir. Türkiye’de ise siyah beyaz ilk

televizyon yayını 1952’de İstanbul Teknik Üniversitesi’nde gerçekleştirilmiştir. Türkiye Radyo ve

Televizyon Kurumu’nun yayına başladığında ise tarih 1966’yı göstermektedir.

Dolayısıyla 1900’lerin başında radyo, 1930’ların başında televizyon elektronik eşya olarak satılmaya

ve yaygınlaşmaya başlamıştır. Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) radyonun, İkinci Dünya Savaşı (1939-

1945) televizyonun popülerliğini artırmıştır. İletişim biliminin doğumu da bu yıllara; 1900’lerin başlarına

rastlar. Ardından başlayan Doğu Bloku (Sovyet Bloku, Demir Perde) ülkeleri ile Batı İttifakı (NATO)

arasındaki Soğuk Savaş dönemi ise 1947’den 1991’e dek kendisini uluslararası siyasi ve askeri gerginlik

olarak her alanda hissettirmiştir.

Bu arada ilk bilgisayar ABD’li Vannevar Bush’un yönetiminde 1930’lu yıllarda Cambridge’de

Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nde geliştirilmiştir. İlk elektronik bilgisayar ise 1945 yılında

tamamlanmıştır. Yarı iletken teknolojisi sayesinde transistör kullanan ilk bilgisayar 1950 yılında ABD

Standartlar Bürosu tarafından yapılmıştır. Öte yandan elektrik sinyallerinin yükseltilmesini,

denetlenmesini ya da üretilmesini sağlayan yarı iletken ilk aygıt; yani transistör, ABD’deki Bell

Laboratuvarları’nda John Bardeen, Walter Houser Brittain ve William Bradford Shockley tarafından 1948

yılında icat edilmiştir. Bu iletişim teknolojilerinin dönüm noktalarından birini oluşturur.

IBM, 1911’de kurulmasının ardından Model 650 isimli ilk bilgisayarını 1953’te çıkartmıştır. 1960’ler

ilk bilgisayar oyunlarının görüldüğü yıllardır. İnternetin başlangıç noktası sayılacak ARPANET

(Advanced Research Projects Agency Network), Amerikan Savunma Bakanlığı bilgisayar şebekesi

1969’da kurulmuştur. İlk kişisel bilgisayarın IBM tarafından çıkarıldığı tarih ise 1975’tir. Grafik tabanlı

Apple Macintosh bilgiyarlar da 1984’te piyasaya girer. Dünya genelinde bilgisayarların birbirine

bağlanmasını sağlayan elektronik iletişim ağı, internetin yaygınlaşması ise 1990’lı yıllara rastlar.

İnternetin Türkiye’ye gelişi ise 1994 yılında olmuştur.

Yakın dönemde oldukça hızlı sayılabilecek gelişim, iletişim teknolojilerini bugünkü noktasına

ulaştırmıştır. Bu hızı tanımlamak için şöyle bir bilgiye de yer verilebilir: Dünya genelinde 50 milyon

Page 14: Iletisim kuramlari

10

kullanıcıya ulaşabilmek için radyo tarihinde 38 yıl, televizyon tarihinde 13 yıl ve internet tarihinde

yalnızca 5 yıl geçmesi gerekmiştir.

İletişim teknolojilerindeki gelişmenin itici gücünün ne olduğu sorgulandığında ise en başta askeri

amaçların izine rastlanır. İnternetin başlangıçta askeri bir proje olarak gerçeklik kazanmasının gösterdiği

gibi iletişim teknolojilerinin gelişmesindeki araştırma ve geliştirme harcamalarının finansmanı büyük

ölçüde askeri ve dolayısıyla da kamu bütçesinden sağlanmıştır. 1990’ların sonlarına ilişkin bir veriye

göre, ABD’de bilgisayarla ilgili akademik çalışmaların yaklaşık %71’i Savunma Bakanlığı desteklidir ve

iletişim için belirlenmiş radyo frekanslarının yaklaşık yarısı askeri amaçlar için ayrılmıştır.

İletişim tarihi konusunda daha fazla bilgi için şu kaynaklara başvurabilirsiniz: Ümit Atabek (2001), İletişim ve Teknoloji, Ankara: Seçkin Yayınevi; David Crowley ve Paul Heyer (2010), İletişim Tarihi, Çev. B. Ersöz, İstanbul: Phonix Yayınevi; Nurdoğan Rigel (1991), Elektronik Rönesans, İstanbul: Der.

İLETİŞİM ARAŞTIRMALARI TARİHİ İletişim biliminin temellerini atan araştırmaların tarihi de iletişim teknolojilerinin tarihi gibi çok eskilere

dayanmaz. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından 1920’lere ve o yıllarda da Amerika Birleşik Devletleri’nde

gerçekleştirilen çalışmalara uzanır. O yıllarda henüz adı konulmamış bir alanda yürütülen çalışmalar daha

çok disiplinler arası bir yapıdadır. İlk çalışmalar çoğunlukla fizik, matematik, siyaset bilimi, sosyoloji,

psikoloji, kültürel antropoloji, dil bilimi ve örgüt yönetimi gibi alanlardan gelen akademisyenler

tarafından yürütülmüştür. Araştırmalarda genel olarak içinde bulunduğu dönem itibarıyle dikkati çeken

radyo ve gazeteler aracılığıyla gerçekleştirilen propaganda faaliyetleri ve bu faaliyetlerin toplum

üzerindeki etkileri konu alınmıştır.

1900’lerin başında özellikle sosyologlar ve kültürel antropologların çalışmaları, 1920-30’lu yıllarda

ise propaganda çalışmaları ön plana çıkmıştır. Gönderici, mesaj, alıcı modeline dayanan ve iletişimi bir

“süreç” olarak tanımlayan modellerle birlikte insan ilişkilerinin adet edinilmiş karakterine eğilen simgesel

etkileşim yaklaşımı; iletişimin gerçeğin üretildiği, tutulduğu, tamir edildiği ve dönüştürüldüğü sembolsel

süreci konu almıştır. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın etkisiyle insanların savaşı destekleyemeye yönelik

olarak nasıl bilgilendirileceğinin ve etki altında bırakılacağının araştırılması anlamında sosyolog,

psikolog, siyaset bilimci ve gazeteciler film, radyo ve televizyona yönelik iletişim araştırmasına

girişmişler ya da yönlendirilmişlerdir.

Model; yaşanan dünyanın kuramsal ve basitleştirilmiş bir sunumu dur. Model ne genelleyici ne de açıklama getirici bir araç değildir. Gerçeğin ya da umulan gerçeğin eşbiçimli bir yapılanmasıdır. Doğasında ilişkiyi ortaya koymak yatar.

Bu noktada ABD’de iletişim çalışmalarının başlangıcında 1910-1940’lı yıllara damgasını vuran

Chicago Okulu’ndan ayrıca söz edilmelidir. Bu çerçevede de öncelikle Charles Cooley, Herbert Mead ve

John Dewey’in Amerikan sosyal bilimlerine yaptıkları katkılar unutulmamalıdır. Chicago Okulu’nun

temel kavramlarından biri olan “simgesel etkileşimcilik” aynı zamanda okulun adı olarak da

kullanılmıştır. Simgesel etkileşimcilik, insanların simgeler; yani dil ve diğer sistemler yoluyla birbirlerini

etkilemesi ve bireylerin ortak bir anlayışa ulaşması sürecini ifade eder. Onlara göre iletişim, sürekliliği

olan ve içinde kültürün inşa edildiği simgesel bir süreçtir. 1930’lardan sonra ise Amerikan kitle iletişim

çalışmaları içerisinde sayısal araştırma teknikleri ağırlık kazanmış ve etki araştırmaları ön plana çıkmıştır.

Stanford İletişim Araştırmaları Enstitüsü yöneticisi Wilbur Schramm, 1963’te yayımlanan “The

Science of Human Communication (İnsan İletişiminin Bilimi)” adlı kitabında iletişim araştırmalarının

“kurucu babalarından” söz eder. Bu dört kişiden ilki siyaset bilimci ve Nazi popagandasının insanlar

üzerinde nasıl etkili olduğunu analiz eden Harold Lasswell’dir. Lasswell’in ikinci ünitede ayrıntılarıyla

açıklanacak olan ve daha sonra da etkileri hissedilecek olan “kim, kime, hangi kanaldan, hangi etkiyle, ne der” şeklinde özetlenebilecek çizgisel iletişim modeli 1940’lara damgasını vurmuştur. Hitler’in

Page 15: Iletisim kuramlari

11

soykırımından kurtulan sosyal psikolojist Kurt Lewin, grup içerisindeki bireyin davranışlarını

araştırmıştır. Sosyolog, Colombia Üniversitesi Uygulamalı Sosyal Araştırmalar Bürosunun kurucusu

Paul Lazarsfeld, radyo araştırması projesiyle anket ve “fokus” (odak) grup tekniklerini kullanarak

yayınların duygusal etkilerini incelemiştir. Deneysel psikolojist Carl Howland, mesajın iknaya yönelik

etkisinde kaynağın güvenilirliğini (söyleyen kişinin inanılırlığını) sorgulamıştır. Schramm, çok yönlü bir

kişilik olarak 1960’larda kitle iletişimi üzerine ilk doktora programını Iowa Üniversitesi’nde açmış, İletişim Araştırmaları Enstitüsü’nü (İllinois Üniversitesi) kurmuş ve özel üniversitelerin (Stanford

Üniversitesi) benzer programlar açmalarını sağlamıştır. Schramm, daha sonraları, pek çok iletişim bilimci

açısından alanın kurucuları arasında gösterilmiştir.

İletişim biliminin “kurucu babaları” olarak sayılan dört isim Harold Lasswell, Kurt Lewin, Paul F. Lazarsfeld ve Carl Howland’dır. Schramm’ı da daha sonra bu isimler arasına eklemek gerekir.

1950-1970 dönemi ayrıca bir sanat olarak değerlendirilen retorik açısından geçerli kabul edilen ve

kökenleri Aristo’ya kadar uzanan kimi düşüncelerin doğruluğunun test edilmeye başlandığı, kanıtlarının

arandığı deneysel çalışmaların öne çıktığı bir zaman dilimidir. Ancak bulgular pek de umulduğu gibi

sonuçlar doğurmamıştır. Bu yüzden iletişimin etkilerinin sanıldığı kadar güçlü olmadığına dair görüşler

ön plana çıkmıştır.

1960’ların sonları ve 1970’lerin başlarında Amerikan yayılmacılığına yönelik eleştirileri de kapsayan

“eleştirel görüşler” gelişmeye başlamıştır. Amerika için bu yıllar sivil haklar hareketlerinin öne çıktığı, Vietnam Savaşı, hippi hareketi, cinsiyet devrimi, Başkan Kennedy’nin suikaste uğraması, ırkçılık karşıtı olarak Martin Luter King ve Malcolm X’in önderlik ettiği protest hareketlerle dolu bir dönemdir. Diğer

yandan da Soğuk Savaş’ın izlerinden söz etmek gereklidir.

Teknolojik gelişmelere yönelik ilgiyle de birlikte bu dönemde ilgi çeken önemli bir isim İngiliz

Profesör Marshall McLuhan’dır. “Araç mesajdır” sözüyle McLuhan söylemde asıl önemli olanın

kullanılan aracın kendisi olduğuna vurgu yapmıştır.

1970’lerin sonlarına kadar Amerikalılar için Avrupa’daki iletişim ve kültür arasındaki ilişkiyi kuran görüşler dikkati çekmemiştir. Oysaki bu dönemde İngiliz, Fransız, İtalyan ve Alman bilim insanları detaylarda farklılaşan, çoğunlukla da toplumsal değerlerin şekillendirilmesinde medyanın rolüne vurgu yapan Marksist analiz üzerinde durmuşlardır.

Eleştirel kuramcılar, sosyal bilim felsefecileri ve sosyologlar, özellikle nesnel bilim iddiasındaki Amerikan deneysel araştırmacıları eleştirmişlerdir. Bu çalışmaların siyasal ve ekonomik güce hizmet ettiklerini söylemişlerdir. Dönemin sonunda da bu görüşler Amerika’da seslendirilmeye başlanmıştır.

1970-1980 döneminde bilim insanları daha çok ilgi alanlarına dönük olarak birbirlerinden ayrı bir şekilde iletişim sürecinin farklı yönlerine yönelik çalışmalar gerçekleştirmişlerdir. 1970’ler boyunca iletişimi şekille anlatmaya çalışan iletişim süreci modelleri geliştirilmiştir. Bu arada grup dinamiklerini inceleyenler liderlik üzerine odaklanmış, ikna çalışanlar kaynak güvenilirliğine odaklanmış, kişilerarası iletişim çalışanlar sözsüz iletişim unsurları, güven, çatışma, kişisel güven, kişisel saygı ve benzeri konularla ilgilenmiş ve böylece disiplinler içinde disiplinler ortaya çıkmıştır.

1980’lerden günümüze ise iletişim bilimindeki farklı yaklaşımların birbirine daha çok yaklaşmaya ve bir araya gelmeye başladığı söylenebilir. Sayısı giderek artan iletişim bilimciler farklı yaklaşım ve yöntemlerle iletişimi anlamlandırmaya ve açıklamaya çalışmakta çoklu yöntem çalışmalarıyla arayışlarını sürdürmektedirler. Son zamanlarda daha çok eleştirel çalışmalara olan ilgi artmakta; özellikle kültürel çalışmalara ve feminist çalışmalara ilgi yoğunlaşmaktadır. Etnografi yöntemini kullanan daha fazla çalışma dikkati çekmektedir. Zihinsel yapıyı ve bilişsel süreci incelemeye yönelik, arkadaşlık ve aile ilişkilerini anlamaya yönelik, farklı disiplinlerin zenginliklerini de içine alan çalışmalar geliştirilmektedir.

Page 16: Iletisim kuramlari

12

Şekil 1.1: İletişim Kuramları ve Araştırmalarının Tarihi Akışı (Griffin, 1997’den uyarlanmıştır).

Şekil 1.1’de iletişim kuramları ve araştırmalarına yönelik tarihi gelişim bir nehrin (ırmağın) akışı gibi yorumlanmıştır. Em Griffin’in bu çizimi; retorik çalışmalarıyla bağlantılı olarak iletişim araştırmalarının gelişimini ortaya koymakta ve iletişim araştırmaları nehrinin nasıl geliştiğini tanımlamaktadır. Şekilde erken dönem retorik çalışmalarının tarihi 1900’lere dayanır. 1960-1970’li yıllar toplumsal hareketlerin yoğun yaşandığı yıllardır ve bu eleştirel hareketlerin ardından yeni retorik çalışmaları başlar. Aynı yönde eleştirel iletişim kuramlarının geliştiği görülür. Nehrin diğer yanında ise 1930’lardan başlatılan iletişim çalışmalarının ardından kurucu babaların çalışmaları dikkati çeker. Daha sonra deneysel çalışmalar ve model geliştirme çalışmaları öne çıkar. Bu görsel anlatımın dışında iletişim alanındaki çalışmaları farklı biçimlerde sınıflandıran farklı açıklamalardan da ayrıca söz edilebilir.

İLETİŞİM ARAŞTIRMALARININ SINIFLANDIRILMASI Yukarıda oldukça özet nitelikte sayılabilecek iletişim çalışmaları tarihçesi içerisinde gerçekleştirilmiş olan çalışmaları birkaç farklı biçimde sınıflandırmak mümkündür. Çalışmaların odaklandığı etki, mesaj, araç, niyet, anlam, ideoloji gibi temel sorun, konu ya da özneye göre, ilgilendiği iletişim türüne ya da biçimine göre, araştırma yöntem ya da yaklaşımlarına göre, çalışmacıların bakış açılarına göre, sonuçta ortaya koydukları bulgu ve yorumlara göre bu ayrımlar farklılaşabilmektedir.

Örneğin Berelson ilk baskısı 1959’da yapılan eserinde, iletişim araştırmasının 1930’ların ortasında Rockefeller Vakfı’nın semineriyle koordine edilen akademik ve radyonun dinleyicilerini kanıtlama gereksinimine yanıt olarak gelişen tecimsel ilgiden doğduğunu belirtmekte ve 25 yıl içinde 4 büyük/birincil, 6 küçük/ikincil yaklaşım geliştiğini kaydetmektedir. Dört büyük yaklaşımdan ilki 1930’ların başlarında Lasswell’in temsil ettiği siyasal yaklaşım, ikincisi 1930’ların sonlarında Lazarsfeld’in temsil ettiği alan araştırması yaklaşımı, üçüncüsü 1930’ların sonlarında Lewin’in temsil ettiği küçük grup yaklaşımı ve dördüncüsü de 1940’ların başlarında Hovland’ın temsil ettiği deney yaklaşımıdır.

White ise 1964 tarihli eserinde iletişim üzerine araştırma yapanları üniversitedeki bölümlerine göre sınıflandırmıştır. White, o dönemde iletişim konusunda çalışma yapan 60 araştırmacı olduğunu belirtir ve

Page 17: Iletisim kuramlari

13

bunları (1) psikologlar, (2) sosyologlar, (3) siyaset bilimciler, (4) uluslararası ilişkiler çalışanlar, (5)

antropolog, tarihçi ve edebiyatçılar, (6) gazetecilik ve iletişim okullarındaki araştırmacılar diye sıralar.

1977’de Dennis McQuail iletişim araştırmaları tarihini “etki” unsurunu dikkate alarak sınıflandırır.

Araştırmaların iletişimin etkisine ilişkin ortaya koydukları bulgulardan hareketle üç dönemde (özetle çok

etkili, sınırlı düzeyde etkili, uzun vadede etkili gibi etki ölçeğinde) tanımlanabileceğini belirtir. Daha

sonra ayrıntılarıyla ve sonradan eklenen dördüncü dönem (güçlü etki görüşüne geri dönüş) de açıklanarak

üzerinde durulacak olan bu dönemler iletişimin etkisinin yoğunluğuna bağlı olarak yapılan çalışmaların

dönemlere ayrılmasını konu almaktadır. Etki odaklı çalışmalar bağlamında McQuail’ın bu sınıflandırması

üzerinde daha sonra ayrıca durulacaktır.

Ancak bir yandan da yeni bir bilim dalı olarak farklı bakış açısı arayışları devam eden iletişim

biliminde bu tür sınıflamaların dışında kalan çalışmalar dikkat çekmeye başlamıştır. Kitle iletişiminin

sanıldığı kadar etkili olmadığını ileri süren araştırmalar davranışçı, işlevselci, liberal-çoğulcu olarak

değerlendirilmiş ve “başat ya da hakim paradigma” olarak tanımlanmıştır. Bu paradigmanın karşı çıkışına ise “eleştirel paradigma” adı verilmiştir. Hall’ın 1982’de “anadamar” ve “eleştirel” araştırma

ayrımı bu tanımların ortaya konulması anlamında önemlidir (Kejanlıoğlu, 2000).

Paradigma, belirli bir bilimsel ekolün temsilcilerinde görülen düşün sel ve davranışsal ortaklıktır. Bir resmi, bir durumu görme tarzıdır. Ekol ise genel anlamıyla çevresinde toplanan ve izinde yürünen düşünce sistemi, okul olarak tanımlanır. Paradigma, belirli bir olguya nasıl bir gözlükle bakıldığıyla ilgiliyken, ekolde o olguya nereden bakıldığı öne çıkar.

Paralel bir doğrultuda Lazarsfeld’in sınıflandırması da dikkat çekicidir. Lazarsfeld “yönetsel araştırma” ve “eleştirel araştırma” ayrımında bulunur. Ona göre yönetsel araştırma, özel ya da kamusal

belli kurumların hizmetinde yürütülen çalışmadır. Eleştirel araştırma ise toplumsal sistem içinde

medyanın genel rolünü belirlemeye çalışan araştırmadır. Ancak bu tanım da sorunlu bulunmuştur.

Curran’a göre “amprik (deneysel) / yönetsel” ile “eleştirel araştırma” ayrımı, daha adlandırmadan

başlayarak teori, yöntem ve kapsamı birbiriyle karıştırmaktadır. Biri amprik araştırmalara ve özellikle

niceliksel tekniklere ağırlık veren, işlevselci ve etkiye odaklanan çalışmalar öbeği olarak görülürken,

diğeri, felsefi vurguya ağırlık veren, Marksist, yapısal bağlamda kontrol meselesine odaklanan çalışmalar

öbeği olarak sunulmaktadır (Kejanlıoğlu, 2000).

Bu bağlamda Fiske’nin (1996) açıklamasına da değinilebilir. Ona göre literatürdeki iletişim

çalışmaları Lazarsfeld’in görüşüne paralel biçimde iki ayrı şekilde tanımlanabilir. Bunlardan ilki

“süreç/etki çalışmaları” adıyla anılır ve iletişimi “iletilerin aktarılması” olarak niteler. Kaynak

(gönderici) ve alıcıların (hedef) nasıl kodlama yaptığı ve kod açtığı, aktarıcıların iletişim kanallarını ve

araçlarını nasıl kullandığı soruları üzerinde durur. Bu bakış açısına göre iletişim “bir insanın diğerinin

davranışına veya düşüncelerine etki etmede kullandığı bir süreç” olarak tanımlanır. Eğer etki istenenden

değişik ya da daha azsa, ortada iletişimsel bir hatanın olduğu kabul edilerek hatanın nerede meydana

geldiğini saptayabilmek için iletişim sürecinin işleyiş aşamaları tek tek incelenir. İletişimi “anlamların

üretimi ve değişimi” olarak gören ve “kültürel çalışmalar” adıyla tanımlanan ikinci ekol ise anlamların

üretilmesinde metinlerin insanlarla nasıl etkileştiği sorusu üzerinde durarak yanlış anlamların gönderici

ile alıcı arasındaki kültürel farklılıklardan kaynaklanabildiği düşüncesini savunur. İnsanın ürettiği her şey

anlamına gelen kültür üzerine eğilir. Daha çok semiotik (simgeler ve anlamlar bilimi, göstergebilim)

yöntemlerini izler.

Tekinalp ve Uzun (2006) da “pozitif yaklaşım”, “yorumsal yaklaşım” ve “eleştirel gerçekçi yaklaşım” olmak üzere üçlü bir ayrıma gider. Pozitif yaklaşım, pozitivizme karşılık gelir. Yorumsal

yaklaşım, pozitif yaklaşımın önermelerini reddeder ve örneğin etnografi yöntemini öne çıkarır.

Yapısalcılığı içine alır. Yapısalcılığa göre insanlar ancak dil yoluyla düşünebilirler. Bu nedenle insanların

bilişleri dilin yapısı tarafından çerçevelenir ve saptanır. Anlam, anlamlandırma sistemindeki işaretler

arasındaki fark tarafından çıkarılır. Yapısalcı analiz ikili zıtlıkların incelenmesini içerir. Anlamı üreten

bireyin kendisi değil, yapıdır. Bireyin kimliği bir dilsel sistemin ürünüdür. Yapısalcılık metnin

Page 18: Iletisim kuramlari

14

okunmasını ve kültürün okunmasını sağlar. Yorumsal yaklaşım, pozitif yaklaşımın nicel verilerinin insanın yapısını ve karmaşık kültürel etkileri basite indirgemek olduğunu savunurken, büyük ölçüde ve çeşitli nitel verilerden yararlanır. Yorumcu araştırmacıları pozitif araştırmacılardan ayıran özellik sayılara başvurulup başvurulmaması değil, sayıların kullanılış biçimidir. Pozitif araştırmacı araştırma sorularını yanıtlamak için sayılara başvurur, buna karşın yorumcu araştırmacı sayıları soruların kaynağı, daha doğrusu ileri düzeyde bir soruşturma ve inceleme için sıçrama tahtası olarak görür. Eleştirel gerçekçi yaklaşım çalışmaları ise genel olarak iktidarın devamlılığı için kullanılan araç ve yöntemler ile ideolojinin oluşumu ve baskısını konu ettikleri için ideoloji ve medya ilişkisine odaklanmışlardır. Bu yaklaşım, Frankfurt Okulu eleştirel kuramlarını, yapısalcı medya çalışmalarını, klasik Marksizmin ekonomi-politik yaklaşımını ve eleştirel kültürel çalışmaları içeren geniş bir araştırma alanını kapsar.

Frankfurt Okulu, Almanya’da 1923 yılında kurulan Toplumsal Araş- tırma Enstitüsü üyelerince temsil edilen düşünce akımına verilen addır. “Eleştirel teori” olarak da tanımlanan bu görüşler ve temsilcileri hakkında kitabınızın yedinci ünitesinde ayrıntıları ile durulacaktır.

Erdoğan’a (2012) göre ise iletişim çalışmaları idealist felsefeye, tarihsel materyalist felsefeye ve ikisi arasında bir yere düşen; ikisinden de çeşitli ölçüde etkilenmiş yaklaşımlara dayanan çok çeşitli tasarımlardan oluşur. Her yaklaşımın tasarımı doğru yapıldı ve kullanıldıysa kendi içinde içsel-geçerliliğe sahiptir. Açıklamak isteneni ne ölçüde geçerli açıkladıkları ise ciddi farklılıklar gösterir.

Sonuç olarak en başa dönersek; iletişimi tanımlamanın güçlüğü hatırlanacak olursa, iletişim çalışmalarını sınıflandırmanın da bir o kadar zor olduğu söylenebilir. Ancak yine de konuyu özetlemek, daha anlaşılır hale getirmek ve genel bir bakış açısı kazandırmak adına Griffin’in iletişim kuramları kitabındaki oldukça basit sayılabilecek tanımlamaya dikkat çekilebilir. Mühendis Claude Shannon’un dediği gibi iletişimi “bilginin iletilmesi ve alınması” şeklinde tanımlamak mümkündür. İnsancıl bakış açısıyla Felsefeci I. A. Richards ise iletişimi “anlamın üretilmesi” şeklinde yorumlamak da mümkündür. Griffin ise iki yaklaşımı da bir araya getirmeye çalışan ve son dönemde gündeme gelmiş olan Lawrence, Frey, Carl Botan, Paul Friedman ve Gary Kreps’in tanımına dikkati çeker: “İletişim, anlam yaratmak için mesajların yönetimidir.”

Bu ünitede de en genelleyici ve basit yapısıyla iletişim olgusuna yönelik farklı yaklaşımların bilinirliğini sağlamak ve belli başlı bakış açısı ve bu bakış açılarına ait temel kavramları tanımlamak adına ikili bir ayrıma gidilecektir:

1. Bilgilerin iletilmesi ve alınması tanımına giren etki-süreç odaklı yaklaşımlar.

2. Anlamın üretilmesi tanımına giren anlam-niyet odaklı yaklaşımlar.

Bu ayrımlar çerçevesinde yaklaşımlar arasındaki farklılıkların en temelde nehrin iki ayrı yanındaki çalışmalar gibi görülmesi sağlanacaktır. Kitabın ilerleyen ünitelerinde ise nehri besleyen ayrı kolların ya da iletişim bilimine farklı yaklaşımların kendilerine özgü kavram ve bakış açıları ayrıntılı olarak açıklanacaktır.

Bilginin İletilmesi ve Alınması Tanımına Giren Etki-Süreç Odaklı Çalışmaların Temelleri

Ana akım, ana damar, ana yön, tutucu, yönetimsel, pozitivist, amprik, geleneksel, davranışçı, çoğulcu ya da daha sonraları liberal kuramlar gibi adlarla yapılan sınıflandırmalara giren çalışmalar, bu ünitede “bilgilerin iletilmesi ve alınması tanımına giren, etki-süreç odaklı çalışmalar” başlığı altında bir araya getirilmiştir. Söz konusu çalışmalar genel olarak iletişim araştırmalarının tarihiyle birlikte Amerika Birleşik Devletleri’nde ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Doğal olarak da ABD’nin siyasal ve toplumsal özelliklerini bünyesinde barındıran bu çalışmalar aynı zamanda kitle iletişim araştırmaları tarihinin de oldukça önemli bir bölümünü oluşturur.

Page 19: Iletisim kuramlari

15

Kitabınızın ikinci ünitesinde çizgisel ve sosyo-psikolojik yaklaşımlar, üçüncü ünitesinde medyanın etkilerine yönelik yaklaşımları, dördüncü ünitesinde izleyici merkezli yaklaşımlar, beşinci ünitesinde de teknoloji merkezli yaklaşımlar ayrıntılı olarak işlenecektir.

Psikoloji, sosyoloji, siyaset bilimi gibi alanlardan ve bu disiplinlerin davranışçı düşüncelerinden yararlanan araştırmacıların başlıca sorunsalı medyanın etkileridir. Çeşitli biçimlerde kamu ve özel kurumlarca da desteklenen bu çalışmalarda genellikle insan doğasının ve toplumun davranışçı yorumları bazında etki konusu formülleştirilmeye çalışılmıştır. Bu yaklaşımda iletişimin bir süreç halinde işlediği, kaynak tarafından kodlanan mesajların belirli bir kanal üzerinden hedef kitleye iletildiği ve bu kişilerin de şu ya da bu şekilde etkilendiği kabul edilir. Bu doğrultuda iletişim, bir kişinin diğerinin davranış ya da zihinsel durumunu etkileme süreci olarak da tanımlanır. Alıcının şu ya da bu şekilde geribildirimde bulunduğu ve bu şekilde sürecin devam ettiği düşünülür. Bu amaçla da çoğunlukla iletişimin “sonucu” olan “etkisi” üzerine; etkiyi anlamak, ölçmek ve değerlendirmek ve bir sorun (etkinin niyet edilenden daha farklı ya da az olması durumu) varsa da bu başarısızlığın ortaya çıktığı aşamaları arayıp bulmak için araştırmalar yapılır. Bir anlamda da “etki (uyarı) -tepki” şeklindeki yapısıyla bu araştırmalar “güç” araştırmaları olarak da yorumlanır.

Liberal yaklaşıma bağlı olarak geliştirilen kuramların temelde birleştikleri üç önemli nokta vardır: (1) İnsanın yaşadığı çevreye uyması, gerektiğinde uydurulması görüşü, (2) varolan toplumsal yapıyı ve kurumları koruma ve geliştirme isteği, (3) sanayileşmiş ülkelerin seçecekleri en iyi yolun kapitalist ekonomik ve siyasal sistem olduğu görüşü.

“Etki-tepki” kavramının kökeni psikolojiyi bir bilim dalı haline getirme çabasındaki “davranışçılık” akımına karşılık gelir. “Gerçek olduğu kanıtlanmayan hiçbirşeyin doğru ya da gerçek olmadığını” savunan pozitivist felsefe içinde, 1925 yılında J.B. Watson’ın “Davranışçılık” kitabıyla birlikte hızla gelişen davranışçı düşünce biçimi, toplumsal bilimlerde kullanılan araştırma yöntemlerini yakından etkilemiştir. Amprik çalışmalarda araştırmanın bilimsel olması için deney yöntemine dayandırılması koşulu aranmıştır. Güvenilir gözlemlere ulaşmak üzere değişkenleri ölçme, değerlerini sayısal olarak ifade etme ve bu nedenle istatistiksel tekniklerden yararlanma, niteliksel verileri göz ardı etme ve işlemselleştirme; yani kavramların gözlemlendikleri işlemlerle açıklanmaları gereği amprik geleneğin temel özellikleridir (Yumlu, 1994).

Şekil 1.2: Etki ve Anlam Odaklı Çalışmaların Belli Başlı Kavramları

Page 20: Iletisim kuramlari

16

Yukarıda dile getirilen kavramları Şekil 1.2’de sunulan iletişim modeli içerisinde görmek mümkündür. Şekilde bu ünitede ikiye ayrılarak açıklanan iletişim araştırmalarında kullanılan belli başlı kavramlar beyaz ve gri zeminler içerisinde gösterilmiştir. Beyaz zemin içindeki kavramlar “iletişim sürecini”, gri zemin içindeki kavramlar ise “anlam üretimini ve değişimini” konu almaktadır. Aşağıda etki-süreç odaklı çalışmaların temel kavramları ayrıntılı olarak açıklanmaktadır.

Etki-Süreç Odaklı Çalışmaların Temel Kavramları

Süreç, bir olayın düzenli olarak ve birbirini izleyen değişmelerle gelişmesi, başka bir olaya dönüşmesidir. Doğal süreçler organizmanın büyüyüp değişip gelişmesinde, kültürel süreçler kültürün süreklilik içinde değişip gelişmesinde rol oynarlar. Böylece sürecin hem sürekliliği hem de değişim ve gelişmeyi içeren bir kavram olduğu söylenebilir: Örneğin tarih, sürekli değişme ve gelişmelerden oluşan bir süreçtir. Herhangi bir gelişme ve değişme ise birçok işlemlerin ve koşulların sonucunda gerçekleşir. Bu nedenle süreç deyimi aynı zamanda süreçte yer alan tüm işlemleri ve koşulları (zihinsel tasarımlar, düşünsel planlamalar, bedensel çabalar gibi) da kapsar. Bu noktada önemli olan bir konu da süreç içinde yer alan öğelerin karşılıklı olarak etkileşim içinde değişime uğramalarıdır (Zıllıoğlu, 1993; Hançerlioğlu, 1982).

İletişimi bir model çerçevesinde formüle etmeyi amaçlayan ilk çabaların sonucu ortaya atılan fikirlerde iletişim sürecinin kaynak, ileti, kanal ve alıcıdan oluşan dört temel öğesi yer almıştır. Ancak 1950’li yıllarda hız kazanan iletişim araştırmaları, doğrusal olmayan iletişim sürecini ortaya çıkarmış ve iletişim sürecinin öğeleri arasına geribildirim ya da geri beslemeyi de eklemiştir. Alıcının seçici davranması, iletiyi yorumlaması ve ileti çıkarımlarda bulunması sürecinin sağlıklı çalışabilmesini engelleyen gürültü öğesi yine aynı yıllarda hız kazanan iletişim araştırmaları sonucunda iletişim süreci öğeleri arasına katılmıştır. Daha sonraları iletişim sürecini etkilediği belirtilen ve çeşitli kaynaklarda farklı farklı tanımlar getirilen pek çok öğe daha iletişim modeline eklenmiştir. Ayrıca bu sürecin çevresel ya da dış unsurlardan da etkilendiği ifade edilmiştir. Bunun için gürültü, toplayıcı yankı, ortam, seçici algı, zaman unsuru ya da iletişim stüasyonu gibi kavramlarla sürece etkide bulunan çeşitli unsurlar açıklanmıştır. Şekil 1.3’de iletişim sürecinin temel modeli sunulmaktadır.

Şekil 1.3: İletişim Sürecinin Temel Öğeleri

İletişim sürecinde kaynak (gönderici/ iletici), iletiyi gönderen iletisim ögesidir ve iletisimi baslatandır. İletiyi tasarlayıp, formüle ederek alıcıya ulastıran kişi, grup, kurum ya da organizasyondur. Bireyler arası iletişimde iletişim sürecinin başlayabilmesi için ilk önce bireyin bir düşünceyi ifade etme isteğinin olması gerekir. Kişinin zihnindeki düşünceler söze dönüştürülmeyen duygulardır; başka bir deyişle zihindeki imgelerdir. Bir sonraki aşamada imgeler sembollere (örneğin kelimelere) dökülür. Bu aşamaya “kodlama” adı verilir. Kodlama bir bilgi, düsünce, duygu ya da kanının iletilmeye uygun, hazır bir ileti biçimine dönüştürülmesidir. Alıcıda gerçeklesmesi gereken amaçlanmıs düşüncenin oluşması ve yüklendiği aktarım aracına uygun olması için iletinin “dil” ve “kod”a dönüştürülmesidir. Kod, insanlara

Page 21: Iletisim kuramlari

17

anlamlı gelebilen bir biçimde düzenlenen herhangi bir semboller grubudur. İleti ise kaynaktan alıcıya gönderilen bir uyarı, düşünce, duygu, kanı ya da bilginin kaynak tarafından kodlanmış halidir. Kanal tarafından iletilen mesaj’dır. Ileti isaretlerden kuruludur ve bir işaret ise kazanılmış deneyim ve bilgilerden herhangi birisi yerine konulmuş bir belirticidir.

Şekil 3’deki iletişim sürecini Adem ve Ewa’nın hikayesi bağlamında değerlendirerek her bir öğenin karşılığının ne olduğunu bulmaya çalışınız.

İletiyi taşıyan sinyaller kaynaktan hedef kişi ya da kitleye kanal (oluk, araç) aracılığıyla iletilir. Örneğin telefonu kullandığımızda kanal telefonun telidir. Bunları fiziksel (ses, hava vb.) teknik (telefon, telgraf) ya da sosyal (okul, televizyon vb.) araçlar şeklinde sınıflandırabiliriz. Ayrıca araçları hitap ettikleri duyu organlarına göre de tanımlamak mümkündür (görsel, işitsel vb.) İletişim aracının iletişim sürecinin en önemli öğesi olduğunu söyleyen McLuhan’ın “araç iletidir” şeklindeki ünlü sözünü de burada not düşmekte yarar vardır. İletinin sunulduğu kanal, kitle iletişiminde kitle iletişim aracı ya da medya olarak tanımlanan kitlesel iletişime olanak sağlayan ortamlardır. Bunlar genel olarak gazeteler, dergiler, radyo ve televizyon kanalları, internet sayfaları, sinema filmleri, kitaplar vs. gibi çoğaltılabilir ve kitlelere mesaj taşıyabilir niteliklere sahip araçlardır. Yüz yüze iletişimde kanal, çıkardığımız ses ya da takındığımız tavırdır.

Sinyal, kullanılan iletişim sistemine bağlı olarak farklı biçimlerde olabilir. Örneğin konuşmada sinyal, havada (kanal) ilerleyen ses basıncıdır. Radyo ve televizyonda elektromanyetik dalgalardır. Gazete, dergi ve kitapta ise sayfa (kanal) üzerindeki basılı kelime ya da görsel malzemelerdir. Bu anlamda kanal, sinyali kaynaktan alıcıya iletmek için kullanılan araçtır. Kanal kapasitesi ise bir bilgi kaynağınca üretilen şeyi kanalın iletebilme yeteneğidir.

Her iletişimsel eylemin genellikle bir amacı ya da niyeti olduğu söylenebilir. Bu amaç kimi zaman açık ve seçik olsa da kimi zaman belirsiz olabilir. Karşılıklı iki kişinin konuşmasında kaynak kişi düşüncelerini sözcüklere dökerek doğrudan karşısındaki kişinin yüzüne söyleyebileceği gibi kimi zaman telefon ya da telgraf gibi kimi araçlar kullanarak da bir kanal aracılığıyla mesajını (iletisini) karşısındaki kişiye iletir. İletişim sürecinde alıcı (hedef) kaynağın gönderdiği iletiye hedef olan şey, kişi ya da kişilerdir; iletişimin ulaştığı yerdir. Iletişim sürecinde kaynak, çevresinden aldığı bir olayı, veriyi, iletiyi, içinde bulunduğu duygusal durumu işin içine katarak oluşturduğu mesajını kodlayıp sinyallere dönüştürmekte; alıcı da bu iletiyi duyarak, okuyarak ya da izleyerek aldığı, kendisine ulaştırılan bu sinyallerin kodunu açarak yorumlamaktadır. Başka bir deyişle alıcı kendisine mesaj olarak gönderilen sembollerden bir anlam çıkartır; yani mesajı çözümler. Eğer kaynak ve alıcının imgeleri birbirine uygunluk gösteriyorsa başarılı bir iletişim gerçekleşir. Eğer uygun değilse anlam paylaşımı gerçekleşmez ve iletişimin başarısı sekteye uğrar. Bu bağlamda “kod açma” kavramı, algılanan kodun (sinyalin) çözümlenmesi; iletinin yorumlanarak anlamlı bir biçime sokulması anlamına gelmektedir. İletişim sürecinde iletiler ancak kodaçma yoluyla bir takım ses, görüntü ya da anlamsız çizgiler- işaretler olmaktan çıkıp anlam kazanırlar.

Şekilde sunulan iletişim modelinde iletişimin belirli bir ortam, koşul ve kimi unsurların etkisi altında bulunduğu da görülmektedir. Hiçbirşey diğerinden bağımsız değildir ve dışsal unsurların etkisi ile çepeçevre sarılıdır. Gürültü kimi zaman bir telefon görüşmesinde duyulan parazit sesi, kimi zaman gürültülü bir mekândaki kulakları sağır eden bir ses, kimi zaman gözlerimizle birşeyleri görmemizi engelleyen perdedir. Kaynağın isteği dışında sinyale eklenen herhangi bir şeye gürültü adı verilir. Daha geniş anlamda ise çevresel unsurlar (ortam), aslında iletişimi doğrudan etkileyen bu unsurlardan daha da fazlası olarak ortak paylaştığımız kültür, inanç, değer, dil ve diğer tüm kişisel, kurumsal ve toplumsal unsurların etkilerini de kapsar. İletişim, içinde bulunduğu ve parçası olduğu ortamla birlikte anlam kazanır. Ortam el verdiği sürece iletişim eylemi gerçekleşir ya da başarılı olur.

İletişim sürecinde iletiyi gönderenin alıcıda oluşturmak istediği amacın ne düzeyde gerçekleştiğini öğrenmek üzere geliştirilen bilgi alma sürecine de geribildirim, geribesleme ya da yansıma adı verilir. Alıcının gönderilen mesajı anlayıp anlamadığı alınan geribildirim mesajı sayesinde anlaşılır.

Page 22: Iletisim kuramlari

18

İletişim sürecindeki her bir öğe, kitle iletişiminde daha karmaşık bir yapıdadır. Bu karmaşıklığı bir

parça olsun giderebilmek için aşağıda beş ayrı aşamada sözü edilen unsurlar üzerinde durulabilir. Bu basit

anlatıma göre kitle iletişim süreci şöyle işler:

1. Profesyonel iletişimcilerin hazırladıkları değişik içerikli iletiler,

2. Mekanik araçlar aracılığıyla hızlı ve sürekli bir şekilde dağıtılır ya da yayınlanır.

3. Söz konusu ileti çok sayıda, değişik ve çeşitli izleyici kitleye ulaşır.

4. Kitle içindeki bireyler, iletiyi kendi deneyimlerindeki anlamlara göre yorumlarlar ve

5. Sonuçta da bireyler şu ya da bu biçimde etkilenirler (Usluata, 1995).

Kitle iletişiminin işleyişi üzerinde ileri sürülen pek çok yaklaşımı içine alan bu model; profesyonel

iletişimcilerin, kalabalık ve homojen bir yapı göstermeyen izleyicileri çeşitli yollardan etkilemek ve

amaçlanan anlamları yaratmak üzere ileti oluşturmalarını ve bu iletileri kitle iletişim araçlarını kullanarak

ulaştırmalarını tanımlar.

Adem ve Ewa’nın hikayesinde tanımlanan kitle iletişimini farkedebil-diniz mi? Hikayede hangi kitle iletişim araçlarına başvuruluyordu?

Kitle iletişiminde temel amaç iletinin uzak mesafelerdeki geniş kitlelere ulaşmasıdır. Özelde ise

duruma yönelik amaçlar, içeriğe yönelik amacı belirlemektedir. Belli başlı olarak bu amaçlar “bilginin

fikir, kültür ve bilgi formunda üretilmesi ve dağıtılmasına karışmak, gönderenlerden alıcılara, bir izleyici

kitlesinden diğerine, toplumdaki herkese ve toplumun kurumlarını oluşturan kanaat önderlerine, diğer

insanlara nakletmek ve onları etkilemek için kanallar hazırlamak, hemen hemen yalnızca halk sahasına

etki etmeyi istemek, sosyal yükümlülük ve zorlama olmaksızın kuruluşa dinleyici ya da izleyici olarak

gönüllü katılım sağlamak” şeklinde sıralanabilir (McQuail, 1994).

Kitle iletişiminde kaynak genellikle bir kurum, kuruluş ya da bir organizasyondur. Buna “kurumsal

kişilik” denilmesi aydınlatıcı olacaktır. Bu kişilik kitle iletişim aracının muhabirleri, editörleri, sermaye

sahipleri ve onların sağladığı toplumun belirli kesimleri ile olan bağlar ve yakınlıklar, kullanılan

teknolojinin düzeyi, kurumun kendi içindeki meslek etiğinin ve ticarileşmenin derecesi ile oluşur (Oskay,

1994).

Kitle iletişim araçları; eş deyişle medya, kaynaktan uzakta bulunan, birbirlerinden ayrı konumlanmış çok sayıda insanla aynı anda ilişki kurabilen teknolojik ortamlardır. Türdeş olmayan kitlelere mekansal

bağ olmaksızın seslenebilen kitle iletişim araçları; istenilen her yerde, aynı zamanda bulunabilme ve olayı

anında aktarabilme özelliğine sahiptirler. Halkın çoğu için kolayca elde edilebilir, ucuz, sürekli ve

düzenlidirler.

Günümüzde “medya” sözcüğü “kitle iletişim araçları” sözcüğüyle eş anlamda kullanılmaktadır. Medya; radyo, televizyon, gazete, dergi, internet gibi kitlesel iletişime olanak sağlayan her türlü ortam için kullanılan genel bir kavramdır.

Kitle iletişiminde ileti; örneğin gazetede yazan yazı, televizyondaki ya da radyodaki programdır.

İleti, gönderen kurumsal kişilik tarafından belirli amaçlara yönelik biçimde, kitlesel olarak, genel ilgi

formatında üretilir ve kitlesel iletişime olanak sağlayan ortamlarla kitlelere ulaştırılır.

Kitle iletişiminde alıcı, farklı toplumsal kümelerden gelen farklı niteliklere sahip insanlardan oluşan

heterojen bir yapı sergileyen, kimliksiz bir topluluktur. Alıcı çoğu zaman kaynak tarafından hedeflenen

belirli bir grup insandır. Bu nedenle alıcılar için “hedef kitle” de denir. Kaynak ve alıcı, kişisel olarak

birbirlerini tanımaz. Kitle iletişim araçlarının herkes tarafından erişilebilir niteliği nedeniyle hedeflenen

kişilerin dışındaki halk kitlelerinin de bu mesajı almalarının önünde de bir engel yoktur. Dolayısıyla

medya mesajları halkın ya da kamuoyunun geneline yönelik olarak gönderilen mesajlardır. Örneğin

Page 23: Iletisim kuramlari

19

televizyondaki herhangi bir reklam filmi yalnızca belli gruptaki kişilere yönelik olarak hazırlanır; ancak filmi, o anda ekran başında olan herkes izler.

Bu arada “kitle” kavramını da ayrıca açıklamakta yarar vardır. Kitle kavramı toplumsal düşüncede olumlu ve olumsuz anlamda anılabilmektedir. Olumsuz anlamda “kanunsuzların, kültür, akıl ve mantıktan yoksun insanlar ve cahillerin oluşturduğu kitle”; olumlu anlamda ise “çalışan insanların dayanışması ve gücü” karşılığına gelir. Kitle iletişim araçlarının izleyicisi olarak ise “kitle”; grup, kalabalık ya da kamudan ayırt edilen nitelikler taşır.

McQuail bu nitelikleri şöyle sıralar:

1. Kitle, kalabalık ve kamu’dan büyüktür.

2. Kitle, fazlasıyla dağınıktır; üyeler birbirini tanımaz, aynı zamanda izleyicileri bir araya getiren kişi de üyeleri tanımaz.

3. Kitle, belirli amaçlar için bir araya gelip birlikte eylemde bulunabilme yeteneğinden yoksundur.

4. Değişen sınırlar içinde kitleyi oluşturan birimler değişik yapılar gösterir.

5. Kitle, kendi başına eylemde bulunamaz, aksine kitle üzerinde eylemde bulunulur (Yumlu, 1994).

Yüz yüze iletişime oranla kitle iletişiminin geribildirim mekanizmaları çok daha zayıftır. Büyük kitlelere iletinin gönderilmesinden sonra, hemen ya da kısa sürede tepki alınması söz konusu değildir. Gecikmeli olarak işleyen bu geribildirim mekanizması sonuçlarının genelleştirilmesi hatalı olabilmektedir. Bu açıdan kitle iletişimi, çoğunlukla geri dönüştürülemezcesine tek yönlüdür. Alıcının aynı anda cevap verme olanağı fiilen yoktur ve bu yüzden iletişim sisteminde göndericiyle alıcı arasında keskin bir kutuplaşma söz konusudur.

Peki, her iletişim eyleminin bir sonucu var mıdır? Kuşkusuz olmadığını ileri sürmek daha zordur. İleti ya da mesajla karşılaşan herkes şu ya da bu şekilde bir etki ile karşı karşıyadır. Her etki güçlü bir tepki doğurmayabilir. Ancak mesajın bir kişi tarafından şu ya da bu şekilde alınmış olması bile bir tür iletişim sonucu olarak yorumlanabilir. İletişim, bir anda olup biten bir olgu olarak değil, zaman içinde belki de kimi zaman insan algısından daha hızlı bir şekilde süregiden ve kimi zaman birikimci etkilere sahip bir eylem olarak düşünülürse etkilerini anlamak biraz daha kolay olabilir.

Etki Kavramı ve Kitle İletişiminin Etkileri Etki kavramının en temel tanımı Piätilä’nın “İletişim sürecinin bir önemliliği olarak iletişim etkisi, bireyin zihninde daha önce olan ya da olmayan bir şeyin; iletişim olmasaydı olması ya da olmaması ile söz konusudur” ifadesinde anlam bulur (Windahl, Signitzer ve Olson, 1992). Eş deyişle iletişimden önce zihinde olmayan şeyin iletişimden sonra artık olması haline en genel anlamıyla “etki” adı verilmektedir. İletişimin sonuçları anlamındaki “uyarı-yanıt” formülünde karşılığını bulan ilkeye göre ise etkiler özel uyarılara karşılık gelen özel yanıtlar, eş deyişle tepkiler biçiminde nitelenmektedir. Bu anlamıyla kitle iletişim araçlarının iletileri ile izleyenlerin tepkileri arasında yakın bir bağlantı olması beklenir.

Adem ile Ewa’nın hikayesinde kitle iletişiminin etkileri nasıl tanımla-nıyor, hangi etkilerden söz ediliyor, bulabildiniz mi?

Page 24: Iletisim kuramlari

20

Şekil 1.4: İletişimin Etkilerinin Hiyerarşik Modeli

Ancak herkes aynı şeyden aynı şekilde etkilenmez. Her gazete okuyan ya da televizyon izleyen aynı şeyi düşünmez ve aynı şekilde davranmaz. Buna göre iletişimin etkileri en yaygın şekilde “farkında olma” düzeyinde, daha az olarak “bilgilenme” düzeyinde, daha az olarak tutumlarda ve daha da az düzeyde davranışlarda görülür. Bu ifadeyi Şekil 1.4’de görsel olarak daha anlaşılır hale getirebiliriz. Şekli açıklamak üzere bir örnek verilecek olursa; Etiyopya’da yaşanan açlık konusunda bir haber yayınlandığında pek çok insanın dikkati orada yaşanan açlık konusuna çekilmiş olur. Artık insanlar bu konudan haberdar hale gelir. Bir kısım insanlar bu konuda daha fazla bilgi talebinde bulunur ve duyarlı bir şekilde bilgi sahibi olurlar. Daha sonra bu konuya karşı insanların belli bir kısmının tutum geliştirdiği görülür. Ancak bu tutumların her zaman davranışa dönüşmediği de gözlemlenir. Etiyopya’daki açlık için gerçekleştirilen yardım faaliyetlerine katılım çeşitli biçimlerde farklılık gösterir. Pek çok insan Etiyopya’daki açlığı gözleriyle görmediği halde okuduğu, dinlediği ya da izlediği haberlerle bilir ama oradaki dram karşısında harekete geçen kişi sayısı “bilen” insan sayısı kadar değildir. Dolayısıyla davranış değişikliği en son aşamada ve çoğunlukla daha az bir kesim üzerinde kendisini gösterir. Aynen akşam televizyonda reklamı izlenen her ürünün ertesi sabah bütün izleyenler tarafından satın alınmadığı gibi...

Televizyonda yeni çıkan bir ürünün reklamını izleyen herkes o ürünü satın alır mı? Ürünü satın alanlar reklamdan ikna olmu ve olumlu tutum geli tirmi ki iler midir?

Etki kavramı ve kitle iletişiminin etkilerine yönelik özellikler bu şekilde özetlendikten sonra, artık etki araştırmaları ve tarihsel gelişimi üzerinde durulabilir.

Etki Araştırmalarının Tarihsel Gelişimi

İletişim araştırmalarının tarihi büyük ölçüde etki araştırmalarının tarihi olarak görülür. Bu da etki araştırmalarının iletişim çalışmalarındaki önemini yansıtır. Kitle iletişim sürecinin bütün boyutları arasında etkiler, üzerinde en çok çalışılan ve tartışılan boyutu oluşturur. Medyanın önemini de ortaya koyan bu araştırmalarda; insanları yeni siyasi ideolojilere inanmaya zorlama, belirli bir partiye oy verme, daha fazla mal satın alma, kültürel beğenileri değiştirme ya da bırakma, önyargıları azaltma ya da arttırma, kusur ya da suç işleme, cinsel ahlak standartlarını değiştirme gibi değişik açılardan, medyanın nasıl kullanıldığı ve insanları nasıl etkilediği sorularının yanıtları aranmıştır. Medyanın “esas gücü” anlamında da değerlendirilen bu çalışmalar; insanların dünya görüşünü şekillendirmede, düşünce ve kanaatlerin temel kaynağını oluşturmada ve de davranışlarını etkilemede medyanın gördüğü işlevleri konu almaktadır.

İletişimin etkilerine ilişkin ilk çalışmalar İkinci Dünya Savaşı öncesinde ABD’de başlamıştır. Janowith ve Schulze, ilk ampirik (deneysel) çalışmaların temellerini atan isimlerdir. Ancak iletişim araştırmalarının ilk temsilcileri Paul F. Lazarsfeld, Harrold D. Laswell, Carl I. Howland ve Kurt Lewin olarak bilinir.

Medya etkilerinin farklı dönemlerde farklı biçimlerde tanımlandığı görülür. Bu konuda Şekil 5’te sunulan McQuail (1983)’ın sınıflandırması yol göstericidir. Genel olarak 1930’ların sonuna kadar kitle

Page 25: Iletisim kuramlari

21

iletişim araçlarının inanç ve düşünceleri şekillendirme, yaşam alışkanlıklarını, aktif olarak davranışları değiştirme ve politik sistemi etkilemede karşı konulmasına karşın güçlü etkilere sahip olduğu kabul edilmiştir. 1940’lardan 1960’ların başlarına dek uzanan ikinci dönemde, deneysel yöntemlerin ağırlık kazanmasıyla birlikte kitle iletişim araçlarının etkilerinin sınırlı kaldığı tezi ön plana çıkmıştır. 1960’lardan sonra ise yeniden kitle iletişiminin etkilerinin fazlalığı yönündeki görüşler ağırlık kazanarak günümüze dek varlığını sürdürmüştür.

i. Medya etkilerinin güçlü olduğunun savunulduğu dönem: Kitle iletişimi konusundaki ilk çalışmalar sinema ve radyonun yaygınlaşmasıyla popüler ürünlerin ortaya çıktığı 19. yüzyılda Kuzey Amerika ve Batı Avrupa ülkelerinde ortaya konulmuştur. Kitle iletişiminin etkilerine yönelik bu çalışmalarda daha çok bu araçların güçlü etkilere sahip olduğuna yönelik düşünceler ön plana çıkmıştır. Bilim insanlarına göre kır yaşamından kent yaşamına geçen ve bu geçiş sürecinde toplumsal ve psikolojik zorluklarla karşılaşan dönemin insanları, karşılarında kitle iletişim araçlarını bulmuşlar ve bu buluşma, dönemin toplumsal hareketlerinde kitle iletişim araçlarının rolü üzerinde yorumlar yapılmasına neden olmuştur. Oluşan imajlar, kitle iletişim araçlarının insanların düşüncelerini, inançlarını ve yaşam biçimlerini değiştirebilecek kadar güçlü olduğunu zihinlerde canlandırmıştır. 1930’lara dek süren bu dönemde kitle iletişim araçlarının güçlü etkilerini açıklamak amacıyla Şırınga (İğne) Kuramı ya da Gümüş (Sihirli) Mermi Kuramı gibi görüşler ileri sürülmüştür. Kitle iletişim sürecini açıklayan ilk; ancak oldukça etkili modeller olan bu kuramlarla, kitle iletişim araçlarının bir “iğne” ya da “mermi” gibi izleyenlere hemen etki ettiği ve onları istediği yöne yöneltebildiği ileri sürülmüştür (McQuail, 1983).

ii. Medya etkilerinin sınırlı olduğunun savunulduğu dönem: Genel görüşlerin ötesinde, araştırmalar yapılmaya başlandığında etkilerin sanıldığı kadar da güçlü ve çabuk olmadığı iddia edilmeye başlanmıştır. 1930’lu yıllarla birlikte deneysel araştırma yöntemlerinin gelişmesi, istatistiksel tekniklerdeki ilerlemeler sayesinde, kitle iletişiminin etkilerine yönelik araştırmalarda kitle iletişiminin sınırlı etkileri olduğuna ilişkin bulgular ortaya konulmuştur. Dönem içerisinde yapılan en önemli çalışmalar; 1940 ve 1948’deki ABD Başkanlık seçimleri ve 1949’da Hovland’ın filmler üzerine yaptığı Amerikan Değerleri Araştırması’dır.

Şekil 1.5: Kitle İletişim Araçlarının Etkilerinin Büyüklüğüne Yönelik Başlıca Araştırmalar ve Araştırma Yaklaşımları

Kaynak: Severin ve Tankard, 1994; Yüksel, 2001’den uyarlanmıştır.

Page 26: Iletisim kuramlari

22

Seçim kampanyaları ve seçmenlerin oy verme davranışları üzerinde yapılan çalışmalardan ilki, 1940’da Ohio eyaletinin Erie kentinde gerçekleştirilmiştir. Seçmenlerin oy verme tercihlerini etkilemede, kitle iletişim araçlarının gücünü ortaya koymayı hedef alan bu ilk araştırmada Lazarsfeld, Berelson ve Gaudet, bireysel ilişkilerin oy verme kararını etkilemede, kitle iletişim araçlarına göre daha etkili olduğu sonucuna varmışlardır. Araştırma sonucunda İki Aşamalı Akış Kuramı geliştirilmiştir. İletilerin iki aşamada yayıldığını savunan kuram, kitle iletişim araçlarında iletilen iletilerin toplumda ilk önce kanaat önderlerine (muhtar, imam, öğretmen gibi toplumda saygı gören ve sözü dinlenen kişilere) ulaştığını, daha sonra da bu kişiler aracılığıyla daha az aktif olan yakın çevrelerindeki insanlara ve takipçilerine aktarıldığını ileri sürmüştür. Bu boyutuyla araştırma medya etkisinin az olduğunu ve modelin alıcı kitlenin sosyal gerçekliğini, politik bilgilenme ve düşünce oluşumu sürecini iyi yansıtmadığını göstermiştir.

1948 tarihli ABD Başkanlık seçimleri üzerine yapılan ikinci araştırma ise New York’un Elmira kentinde gerçekleştirilmiştir. Aynı amaçlı araştırma sonucunda Berelson, Lazarsfeld ve Mc Phee, insanların kendi fikirlerine yakın buldukları haberleri izlediklerini ve dolayısıyla kitle iletişim araçlarının seçmenlerin önceden sahip oldukları fikirleri güçlendirici yönde bir etkide bulunduğunu ortaya koyarak seçmenlerin bakış açılarını değiştirmede kitle iletişim araçlarının tek başına başarılı olamadıklarını ileri sürmüşlerdir.

Howland’ın İkinci Dünya Savaşı’nda Amerikan askerlerinin ideolojik eğitimi için kullanılan filmler hakkında yaptığı 1949 tarihli incelemelerini yayınladığı “Experiments on Mass Communication (Kitle İletişiminde Deneyler)” adlı eseri de kitle iletişim araçlarının tek başına bireylerin kuvvetle sahip oldukları tutumları değiştirmesinde etkili olamayacağını ispatlayan bir çalışma olarak döneme damgasını vurmuştur.

Dönem boyunca yapılan daha pek çok araştırmada kullanılan yöntemler geliştikçe elde edilen bulgular ve ortaya konulan kuramlar kişisel farklılıklardan ve sosyal çevreden kaynaklanan yeni değişkenlerin hesaba katılmasını da beraberinde getirmiştir. Bu doğrultudaki çalışmalar arasında DeFleur’un üç kuramı dikkat çekicidir. Bireysel Farklılıklar Kuramı ile DeFleur, aynı iletinin kişisel özelliklerinden dolayı izleyicilerde farklı etkiler yaratacağını ileri sürmüştür. İzleyenlerin yaş, cinsiyet, eğitim, dini inanış, gelir düzeyi vb. bakımdan farklı sosyal kategorilere ayrıldığını ve kitle iletişim araçlarından gelecek iletiler karşısında bu kategorilerde yer alan izleyenlerin az çok benzer tepkiler gösterdiğini savunduğu Sosyal Kategoriler Kuramı’nda ise izleyenlerin içinde bulundukları resmi olmayan sosyal ilişkilerin, kitle iletişim araçlarından gelen iletilerin etkisini değiştirebileceğini söylemiştir. Kültürel Normlar Kuramı’nda da kitle iletişim araçlarının bazı konuları seçerek ve vurgulanarak toplumda bir ölçüye kadar da olsa belirli düşüncelerin yayılmasına katkı sağlandığı, ancak bu etkinin de bireylerin sahip olduğu kültürel normlar çerçevesinde gerçekleşebildiği ileri sürülmüştür.

Kitle iletişiminin etkileri üzerine en etkili eleştirileri yazan Klapper’ın “Kitle iletişimi genellikle gerekli ve yeterli izleyen etkilerine yol açmaz, bunun yerine arabulucu faktörlerin bir parçası olarak işlev görür” şeklindeki sözü ise dönemi özetler niteliktedir (McQuail, 1983).

iii. Medya etkilerinin güçlü olduğunun yeniden savunulduğu dönem: 1960’larla birlikte daha karmaşık hale gelen kitle iletişim kuramları ve istatistiksel yöntemlerin araştırmalara kazandırdığı yenilikler, kitle iletişim araçlarının sınırlı etkilerinden fazlasını ortaya koymaya başlamıştır. Dönem içerisinde teknolojinin yaşamın her alanına girmesi, özellikle televizyonun evlerin başköşe konuğu olması ve gelişen düşünce akımları ile birlikte, kitle iletişim araçlarının etkilerinin farklı boyutlarına bakılır olmuştur. Bir anlamda güçlü etkilere geri dönüş sayılan son dönemde “kitle iletişim araçlarının ekonomik, sosyal ve siyasal güç sahibi olabilmek için etkili birer araç olarak kullanılabileceğine” olan inanç giderek yaygınlaşmıştır.

Bu dönemde genel olarak “ölçülebilen etkiler” düşüncesi bir mit haline gelmiştir. Sosyal psikolojiden etkilenerek ölçülebilen etkileri “tutum” kavramıyla ilişkilendiren liberal kuramcılar, tutum kavramıyla bireysel davranışı toplumsal analizden soyutlamış ve analitik bir çerçeveye oturtmuşlardır. Ölçme üzerine odaklanan çalışmalar pozitivist gelenekten hareketle nesnelliği ön plana çıkarmışlardır. Anket araştırması, içerik analizi, deneysel araştırma gibi niceliksel (sayısal) yöntemler yoğun olarak kullanılarak kuramlar test edilmeye çalışılmıştır.

Page 27: Iletisim kuramlari

23

Etki odaklı yaklaşımlar arasında Katz’ın “Kullanımlar ve Doyumlar Kuramı” ile “Medya insanlarla

ne yapıyor?” sorusu yerine, konuya tersten bakarak “İnsanlar medya ile ne yapıyor?” sorusunun gündeme

gelmesi “yeni bir dönem” olarak nitelendirilir. Böylece çalışmaların odak noktası, iletişim sürecinin bir

başka yönüne yönelmiştir.

Etki odaklı çalışmalar anlamında son dönemde, kitle iletişiminin aynı zamanda kültürü, bilgi

birikimini, normları ve toplumsal değerleri yakından etkilediği üzerinde durulmuştur. Bu türdeki

araştırmalar ayrı bir biçimde “dolaylı ve uzun dönemli etki araştırmaları” tanımı çerçevesinde bir

araya getirilebilir. Bu çalışmalar, kitle iletişimi sayesinde bireylerin dolaylı ve uzun dönemli olarak,

zaman içinde kendi davranış kalıplarına uygun seçimleri çerçevesinde imaj, düşünce ve değer yargıları

üzerinde değişiklikler olduğu düşüncesinden hareket ederler. Gündem Belirleme, Bilgi Açığı ve

Suskunluk (Sessizlik) Sarmalı yaklaşımları söz konusu araştırmalar arasında ön plana çıkar. Gerbner’in

Kültürel Göstergeler Projesini de unutmamak gerekir. Televizyonda şiddet gösterimini konu alan proje

daha sonra farklı konularla devam etmiştir. Bulgular televizyonun düşsel dünyasına bağımlı kalmanın

uzun dönemde birikimci bir etkiye sahip olduğunu göstermektedir. Bu kuramlara kitabınızın ilerleyen

ünitelerinde ayrıntılarıyla yer verilecektir.

Ayrıca medyanın etkilerini sorgulayan 1973’de Mendelsonn’un yürüttüğü “Ulusal Sürücü Testi” ve

“Bir Kadeh İçkinin Tarihi” adlı projeleri, 1975’te Maccoby ve Farguhar’ın “Kalp Hastalığını Azaltmak

İçin Kitle İletişim Araçlarının Kullanılması” adlı çalışması ve 1984’te Ball-Rokeach ve Grube’nin

“Büyük Amerikan Değerleri Araştırması” diğer önemli çalışmalar olarak sıralanabilir.

Adem ile Ewa’nın hikayesinde yukarıda tanımlanan iletişim kuram- larından hangilerini görebiliyoruz?

Anlamın Üretilmesi Tanımına Giren Anlam-Niyet Odaklı Çalışmaların Temelleri

Medyanın etkilerine dönük çalışmalar bir yandan sürerken diğer yandan kökenleri Marksist toplum eleştirisine dayanan ve Frankfurt Okulu ile birlikte ekonomi-politik yaklaşımı da içine alan ve özellikle de medyanın toplumdaki rolüne işaret eden eleştirel eğilimler gelişmeye ve ilgi çekmeye başlamıştır. Kapitalist ekonomik düzene ve liberal sisteme yönelik eleştiriler getiren ve her biri var olan toplumsal ve iletişimsel yapının radikal ve dönüşümcü bir eleştirisinden yola çıkan bu görüşler “eleştirel”, “kuramsal”, “kültürel”, “toplumbilimsel” ya da “değişimci yaklaşımlar” gibi adlarla tanımlanmıştır. İngiltere ve Batı Avrupa’daki araştırmacılarca geliştirilen bu yaklaşımların niteliklerini etki odaklı çalışmalardaki gibi kesin çizgilerle ayırt etmek zor olsa da genel olarak endüstrileşmiş kapitalist toplumların Marksist eleştirisine dayanan daha geniş bir geleneğin içine konumlandıkları söylenebilir. Çıkış noktasını Karl Marx’ın görüşlerinin oluşturduğu ve onun toplum ve değişimi, tarih ve insan, fikirler ve ideoloji anlayışını çıkış noktası olarak kabul eden eleştirel yaklaşımların temelinde medyanın üretim faktörleriyle, kapitalist endüstriyel oluşumun genel tiplerine benzeyen üretime sahip olduğu düşüncesi yatar. Marksizmde var olan ve geçmişte var olmuş toplumlara ilişkin bir analiz yapılarak kapitalist topluma eleştiri getirilir. Daha sonra ise Marksizmle bağını çeşitli ölçülerde koparan dil bilimsel, göstergebilimsel ve edebiyat kökenli “kültürel incelemeler” de bu ünitede, anlam-niyet odaklı çalışmalar başlığı içinde değerlendirilmiştir.

Kitabınızın altıncı ünitesinde dilbilimsel ve göstergebilimsel çalışma- lara, yedinci ünitesinde de eleştirel çalışmalara ayrıntılarıyla yer verilmektedir.

Sosyoloji, ekonomi, göstergebilim, siyasal felsefe, edebiyat çalışmaları, psikoloji ve tarih gibi farklı disiplinlerden gelen eleştirel kuramcılar, Batılı kapitalist dünyanın sınıfsal olarak katmanlaşmış toplumların ayakta kalmalarında medyanın oynadığı rolü sorgularlar. Davranışçı Amerikan araştırmacılarının nesnellik iddialarını reddederler. Genel olarak iletişimin “anlam” ve “anlamın üretimi” boyutuna odaklanan bu yaklaşımlar şu konuları ele alırlar (Sever, 1998; Yumlu, 1994; Erdoğan ve Alemdar, 2005):

Page 28: Iletisim kuramlari

24

1. İletişimi toplumsal bir konu olarak çok boyutlu (tarihsel, ekonomik, teknolojik, siyasal, kurumsal, mesleki ve kişisel vs.) bir şekilde ele alırlar, kültürel çalışmalar ve iletişim sosyolojisi alanlarında çalışma yürütürler

2. Kitle iletişim kurumlarını tek başlarına değil kurumlar ile birlikte, ulusal ve hatta uluslararası bağlamı içinde değerlendirirler, geliştirilen yeni iletişim teknolojilerinin toplum üzerindeki etkilerini sorgularlar

3. Mülkiyet, yapı, kurum, üretim ilişkileri gibi konular üzerinde dururlar

4. Araştırmayı yapı, örgüt, toplumsallaştırma, uzmanlaştırma, katılım ve diğer unsurlarla tanımlarlar

5. Temel önermeleri sorgular, alternatif düzenmeleri araştırırlar.

Anlam odaklı yaklaşımlarda iletişim, mesajın insanlar üzerindeki etkileri bağlamında değil, toplumsal

oluşumun gidişatındaki toplumsal rolü çerçevesinde tanımlanır. Dolayısıyla bu yaklaşımlarda “medya ve

toplumsal iktidar arasındaki ilişkiye” odaklanılır. Bu çalışmalarda iletişim; bir süreç olarak değil,

anlamın oluşturulması olarak tanımlanır. Önemli olan iletişimin nasıl işlediği ya da nasıl daha verimli

hale getirileceği değil; iletişim sistemi içerisinde gerçekleştirilen eylemlerin niyetlerini sorgulamaktır.

Çünkü iletişim süreci yalnızca iletilerin aktarılmasından ibaret değildir. Bu nedenle anlam-niyet odaklı

yaklaşımlar iletişimi “anlamın üretilmesi ve değişimi” olarak görürler. İletilerin ya da metinlerin anlam

oluşturmak için insanlarla nasıl etkileşimde bulunduğuna bakarlar. Dolayısıyla anlam odaklı çalışmalarda,

etki odaklı çalışmalardaki gibi iletişim süreci ya da kitle iletişim aracının kendisi yani medya merkeze

alınmaz. İletişim sürecine dışarıdan bir pencereden ve daha bütüncül bir bakış açısıyla bakılmaya çalışılır.

Kapitalizm, liberalizm ve Marksizm konusunda bakınız: http://tr.wiki pedia.org/wiki/Kapitalizm; http://tr.wikipedia.org/wiki/Liberalizm; http://tr.wikipedia.org /wiki/Marksizm

Anlam-Niyet Odaklı Çalışmaların Temel Kavramları

Anlam odaklı yaklaşımlarda iletişim olgusuna yaklaşım, etki odaklı yaklaşımlardan farklıdır. Eleştirel

açıklamalar, öncelikle, doğrusal iletişim modellerine benzemediğinden ileti akışını gösteren modelleri,

işleyişin öğelerini ve onlar arasındaki okları içermezler. Yapısal modellerdir ve içerdikleri her türlü ok,

anlamların yaratılmasında yer alan öğelerin arasındaki ilişkileri gösterir. Eleştirel yaklaşımlar iletinin bir

dizi basamak ya da aşamayı geçerek oluştuğunu varsaymazlar. Daha çok iletinin bir şeyi

anlamlandırmasını mümkün kılan yapılandırılmış bir ilişki dizisinin çözümlenmesi üzerinde yoğunlaşırlar

(Sever, 1998). Bu çerçevede anlam odaklı eleştirel yaklaşımların iletişim olgusunu tanımlarken

kullandıkları belli başlı kavramlar özetle şöyle sıralanabilir:

Anlam odaklı yaklaşımlarda “iletişim” insan etkinliklerinin tamamlayıcı bir parçası olarak tanımlanır.

Bu yüzden onu toplumsal, ekonomik, siyasal ve tarihsel koşullar içinde anlamaya çalışmak gerekir.

“Etki” konusu ideolojik egemenlik ve mücadele, bilinç yönetimi ve sahte bilinç biçiminde ele alınır.

Bu yaklaşımlarda “kaynak” kavramı pek ender kullanılır. Kullanıldığında da kaynak bir iletişim

örgütünde çalışan profesyonellerden toplumsal, siyasal, ekonomik örgütlere ve sınıflara kadar geniş bir

alanı kaplar.

“Alıcı”, sınıf ve sınıflar arası ilişkiler açısından dikkate alınır. Alıcılar tüketim araçlarına sahip, üretim

ve dağıtım araçlarına sahip olmayan, fakat üretim ve dağıtımda “işçi” olarak çalışan işçi sınıfı ya da

egemenlik altındaki gruplar durumundadır. Kısacası paketlenmiş bir ürünün tüketicileridirler.

Teknolojik iletişim araçları sadece televizyon, radyo, gazete ya da dergiler olarak dar bir çerçevede

değil, geniş anlamda, bilgisayarları, stüdyoları, kağıdı, mürekkebi, video ve ses donanımlarını, binaları,

iletişimle ilgili “sermaye” olarak alır ve bunları iletişimin maddi teknolojik araçları olarak görür. İletişim

araçları; iletişimi üretmede, dağıtma ve tüketmedeki araç ve gereçleri, yapısal ve ilişkisel biçimleriyle

kapsar.

Page 29: Iletisim kuramlari

25

“İleti” yerine çoğunlukla “metin” kavramı kullanılır. Metin; iletiden farklı olarak, amaçlı ve önceden mevcut bir anlamı taşıyan tamamlanmış ürün anlamına gelir. “Anlam” ise bir metinde ne söylendiğidir. Anlam, metinin yazarı belliyse, yazarın niyetidir; belli değilse metindeki niyettir. Anlam, asla yazara özgü, yazarın yoktan var ettiği anlam olamaz, sosyaldir ve süregelen egemen ya da mücadele geleneklerine bağlıdır.

Anlam odaklı çalışmalarda tarihsel ve toplumsal konumları içinde alıcıların medyayı nasıl kullandıklarını anlamlandırma ve yorumlama çabası ön plana çıkar. Çünkü anlamdan söz ediliyorsa; aynı zamanda kültür ve toplumsallıktan da söz ediliyor demektir. Anlamların bireysel kalıplar içine hapsedilmesi mümkün değildir. Anlamlar ortaklaşa yaratılır ve ortaklaşa faaliyetlerin ürünüdür. Anlam toplumsal olarak oluşturulduğu için, oluşturulduğu toplumun kültürel izlerini taşır. Dolayısıyla iletişimi anlamak ve anlamlandırabilmek için kültür üzerine de yoğunlaşmak gerekir. İletişim faaliyeti bir anlam yaratma faaliyetidir ve iletişim, aynı zamanda belli bir tarihsel ve toplumsal bağlam içerisinde gerçekleştirilir. Bu yüzden insanı, toplumu ve iletişimi doğru bir şekilde ele alıp incelemek için tarihsel bir bakış açısına da sahip olmak gerekir. İletişim ilişkisinde üretilen her türlü anlam, toplumsal olarak üretilir ve ancak diğer insanlarla kurulan üretim ilişkileri bağlamında gerçekleştirilir. Bu nedenle iletişim çalışmaları bir anlamda kültür ve metinler üzerinde çalışmak anlamını taşır. Metinler, insanların kültüründeki rolünü dile getirir. Yanlış anlamaların iletişim hatalarının delili olmadığı; bunların kaynak ve alıcının kültürel farklılıklarından doğduğu öne sürülür (Yumlu, 1994; Yaylagül, 2010).

Marx’a göre toplum, altyapı ve üstyapı kurumlarıdan oluşur. En basit anlamıyla “altyapı”, toplumda üretim-tüketim güçlerini, biçimlerini ve ilişkilerini içeren dinamik ekonomik yapıdır (maddi ilişkiler). “Üstyapı” ise, altyapının oluşturduğu ve bu altyapıyı tutmak, geliştirmek ve değiştirmek için karşılık veren örgütlenmeler, düşünceler, ideolojiler ve ilişkilerdir (din, sanat, bilim, ahlak, kültür). Toplumsal gelişme ve değişme açıklanırken “ekonomi” temel belirleyen unsur olarak vurgulanır.

Kitle iletişimi üzerine çalışmaların anlamlı olabilmesi için incelenmesi gereken toplumsal yapı sadece anlam üzerinde belirleyiciliği ile değil ekonomik dinamikleriyle de önemlidir. Çünkü anlamı üreten yine ekonomik dinamiklerdir. Dolayısıyla toplumsal yapının kültürel ögelerinin yanı sıra siyasal ve ekonomik ögeleri de çözümlenmelidir. Medya ve kültür endüstrileri kapitalist sistemin ayrılmaz bir parçasıdır ve ancak kapitalist gelişim dinamikleri içerisinde açıklanıp anlamlandırılabilir. Ayrıca kitle iletişiminin ürünleri sadece toplumsal yapıdan etkilenmezler aynı zamanda onun varlığını sürdürmek ve tahakkümünü kolaylaştırmak gibi görevleri de vardır. İletişimin araçları olan dil, söz, anlam ve bu anlamların aktarılmasını sağlayan çeşitli teknolojik araçlar, toplumun materyal ilişkilerini sürdürmek ve desteklemek için kullanılır. Kitle iletişim araçları, diğer toplumsal kurumlar gibi “kapitalist sınıfın egemen fikir ve görüşlerinin topluma aktarıldığı aygıtlar” olarak değerlendirilirler. Dolayısıyla kitle iletişimi ve kitle iletişim araçları bu ilişkinin sürdürülebilmesi için “güç sahibi olanların” tekelindedir. Kitle iletişimi, örgütsel bir yapı altında gerçekleştirilmektedir. (Yaylagül, 2010).

Medyanın konuşma özgürlüğünü geliştirdiğini savunan yaklaşımların aksine eleştirel yaklaşımlar, kitle iletişim araçlarının statükonun yeniden üretilmesinde kullanıldığını belirtirler. En genel anlamda medya, kapitalist sınıfın tekelci sahiplerine aittir ve onlara hizmet eder. Egemen sınıfın dünya görüşlerini yaymak için değişime liderlik edebilecek alternatif fikirleri inkar ederek “hakim (egemen) sınıfla” ve devletle iç içe ve onların değerlerini, ideolojisini yeniden üreten kurumlar olarak tanımlanan medya, “özerk” bir yapıda görülmez. İdeolojik arenanın bir parçasıdır ve sınıf görüşlerinin su yüzüne çıktığı bu arenada, medyanın kontrolü “tekelci sermaye”nin elindedir.

Eleştirel çalışmalarda üzerinde durulan bir başka önemli kavram, kültürdür. “Kültür”; insanın üretken ve tarihsel yaşamının her yeni dönemi için temel oluşturan ve toplumsal iş ile mükemmelleştirilen insan bilgisinin bir biçimidir. Eleştirel yaklaşım, kültürü anlam verme sistemleri içinde tarihsel olarak inşa edilen materyal bir üretim olarak görür. Kültürel incelemelerde kültür ürünleri metinler olarak okunur ve medya içerikleri “metin” olarak yorumlanır. Günlük hayatta bu metinlerin “nasıl üretildiği” ve “yeniden üretildiği” üzerinde durulur. Dolayısıyla “üretim biçimi” ve “üretim ilişkileri” konu alınır. Medya

Page 30: Iletisim kuramlari

26

içeriklerinin üretim biçimi ve üretim ilişkileri bu bağlamda sorgulanır ve eleştirilir. “Üretim” kavramı ise

ne tür bir üretim olduğu belirtilmedikçe, sadece maddi üretim değil; düşünce, bilinç, yasa, ahlak, din,

siyaset ve bütün toplumsal, kültürel örgütlerin, kısaca toplumsal yaşamın bütün üretimi anlamına gelir.

Göstergebilimciler tarafından dile getirilen “gösterge” kavramı; bir olayı, durumu ya da niteliğin

varlığını öneren bir şey; bir fikir, arzu, enformasyon ya da emir iletmek için kullanılan jest ya da eylem;

enformasyon, yön tayini ya da reklam için çevreye konan poster, levha ve benzerleri; bir kelime, aygıt ya

da şekil; bir şeyin işareti, belirtisidir. Çıkar ve güç ilişkilerinin ve ideolojik biçimlendirmelerin bütünleşik

parçalarıdır. Göstergeler ve çalışma biçimleri üzerinde duran “göstergebilim”; sözlü ve sözsüz

göstergelerin anlamın kurulmasında ve yeniden kurulmasında nasıl bir rolü olduğunu sorgulamaktadır.

Belli etkiler üretmek için belli insanlar arasında dil kullanımına da “söylem” adı verilir. Söylem

analizi dilin ve diğer kodların anlamları ile uğraşır ve bu kodlarda güç ilişkileri üzerine odaklanır. Söylem

üretimi her toplumda belli sayıdaki süreçlere göre kontrol edilir, seçilir, örütlenir ve dağıtılır.

1950’li yıllarda Roland Barthes ve Levi Strauss tarafından geliştirilen “yapısalcılık”, görünen olay ve

olguları anlamak için onların altında yatan yapıya bakmayı önerir. Farklı alanlar üzerinde etkili olan bu

yaklaşım, dili ve kültürü yapısal sistemler olarak açıklamaya çalışır. Dilsel süreci bir şifreleme olarak

görür ve bu şifrenin çözümü için dilin yapısının anlaşılması gerektiğini savunur.

Anlam odaklı çalışmalar içinde “ideoloji” kavramı ayrıca açıklanmalıdır. İdeoloji; düşünceyi

çevreleyen, bilgilendiren, yön veren, yönlendiren fikirler ağı ve bu yapının incelenmesi bilimi olarak

tanımlanır. İdeoloji, siyasal ya da toplumsal bir öğreti oluşturan, bir hükümetin, bir partinin, bir toplumsal

sınıfın davranışlarına yön veren politik, hukuksal, bilimsel, felsefi, dinsel, moral, estetik düşünceler

bütünü olarak da ifade edilir.

İdeoloji Kavramı ve Anlamı İdeoloji kavramı ilk kez Napolyon’un kurduğu ve Fransız Devrimi’nin felsefesi yönünde bir eğitim

sistemi oluşturmakla görevlendirdiği Ulusal Enstitü’nün üyesi ve devrim partizanlarından Antoine

Destutt de Tracy kullanmıştır. İdeolojinin Öğeleri’nde (1801-1815) bir grup aydın ile birlikte bu düşünür,

insanlığı derebeyci (feodal) toplumun yanlış inançlarından, düşüncelerinden, kutsallıklarından kurtarmak

için yola çıkmış ve insanların inandıkları evrensel gerçekliklerin kökenlerini, doğalarını ve toplumsal

işlevlerini incelemeye yönelmişlerdir. Amaçları, derebeyciliğe karşı yeni burjuva devriminin ideolojisini;

dinin dünyayı açıklama biçimine karşı, yeni toplumun haklılaştırıcı açıklaması olan yeni ideolojiyi

oluşturmaktır. Ancak daha sonra Napolyon bu kişileri kendi yönetimine zararlı bulmaya başlamış ve

“hain metafizikçiler” diye suçlamıştır. 1789 Fransız Devrimi’nin vaatlerinden demokratik nitelikte

olanların unutturulmasına büyük önem verilen bu dönemde Napolyon, “Fransa’yı kurtarmak için

ideolojilerin değil, insan kalbinin bilinmesini ve tarihin öğrencilerinin (derslerinin) göz önünde

tutulmasını” savunmaya başlamıştır (Oskay, 1980).

Tarih sahnesinde 1830’lar, ekonomik alanda yeni ideolojilerin oluşumuna karşılık gelir. 1850’lerden

1870’lere kadar ise toplumsal alanda (özel yaşam, aile yaşamı, eğitim, toplumsal yeni gruplar ve

kurumların oluşumunda), kültürel alanda (değerler, din, sanat, bilim ve felsefe alanlarındaki oluşumlarda)

ideolojik dönüşümler gerçekleşmeye başlamıştır. Kapitalist sınıfın, derebeyci toplumun yerine kendi

toplumsal biçimini kurması öncelikle siyasal düzeyde başlamış ise de daha sonra ekonomik düzeydeki

olanaklar çerçevesinde toplumsal ve kültürel alandaki değişim kendisini hissettirmiştir. İdeoloji

kavramının anlaşılmasında en önemli dönüşüm, yine o yıllarda Marx ve Engels ile başlamıştır. Alman

İdeolojisi’nde Marx ve Engels, o zamana kadarki başat (hakim) görüşe cepheden ve açık bir eleştiriye

geçerek “yerden göğe doğru yükselen bir felsefe” oluşturmaya yönelmişler; insan’a erişmenin yolu,

insanın söylediklerinden, düşünebildiklerinden, anlattıklarından ya da insana ilişkin olarak anlatılan

şeylerden değil, gerçek, etkin insanlardan, insanların yaşam süreçlerinden geçer” anlayışı içinde yeni bir

açıklama getirmeye başlamışlardır. Ahlak, din, metafizik ve ideolojiler kendi başlarına gelişebilen, kendi

başlarına tarihleri olan şeyler sayılmasa da artık, insanların kendi özdeksel üretimlerini, özdeksel

ilişkilerini ve gerçek var oluşlarını geliştirmeleriyle birlikte değişip gelişen şeyler olarak açıklanmaya

başlanmıştır (Oskay, 1980).

Page 31: Iletisim kuramlari

27

İdeoloji kavramının kullanılmasının asıl yaygınlaşması ve çeşitlenmesi ise Avrupa’daki devrimci hareketlerin yenilgisini izleyen 1920’li yıllarda olmuştur. Devrimci hareketin önderlerinin çoğu yenilgiyi kendi dışlarında aramışlar ve işçi sınıfının hareketinin dışarıdan, kentsoylu ideolojisi tarafından bloke edilmesi (beklemeye alınması) nedenini bulmuşlardır.

Ardından İkinci Dünya Savaşı yaşanır. Hemen ardından ise Soğuk Savaş’la birlikte, 1960’da Daniel Bell, “ideolojinin sonu”nu ilanıyla dikkati çeker. Bu anlayışla bollukçu, çoğulcu, demokratik, “büyük Amerikan toplumunun” sınıf çatışmasının ertelenmesini ussallaştırdığını ve böylece Marksist kuramın geçerliliğini yitirdiğini, köktenci kuramların toplumsal gerçekliği yanlış gösterdiğini, yaşanan toplumda artık önemli çatışmaların sınıfsal nitelikte olmaktan çıkıp etnik, cinsel vb. farklılıklara dayanan “tabakalar arası çatışmalara” dönüştüğünü savunur. Bu çatışmalar ise sistemin giderebileceği çatışmalar sayıldığı için “ideolojiler çağı” sona ermiş sayılır. Artık “olanı iyi işletecek uzlaşmacı ve akılcı bir çağ” başlamıştır. Sanayi toplumu sona ermiş, sanayi sonrası “entelektüel teknoloji” toplumu çağına geçilmiştir (Oskay, 1980).

Ancak 1960’larda başlayan Latin Amerika’ya açık müdahaleler, Vietnam Savaşı ve Refah Devleti uygulamaları gibi nedenler ve bunların doğurduğu sonuçlar çerçevesinde “ideolojinin sonu” düşüncesi bazı bağımsız toplum biliciler tarafından eleştirilmiştir. Ardından eleştirel görüşler, toplum bilim içinde tarih, ekonomi, siyaset ve kültür gibi alanları da kapsayarak genişlemiştir (Oskay, 1980).

Eleştirel iletişim çalışmalarında ideoloji kavramı en geniş anlamda toplumda kontrol ve mücadele ile ilgili fikir kümesi olarak görülür. İdeoloji denildiğinde, değerlerden, kavramlardan, düşüncelerden ve sembol sistemlerinden geçerek düzeni meşrulaştırmak için egemen yapıların nasıl çalıştığı akla gelir. İdeoloji şeylerin nasıl olduğu, dünyanın gerçekte nasıl çalıştığı ve çalışması gerektiği hakkında fikirler verir. İdeoloji var olan şeyleri yapma yollarını, neyin doğal olduğunu ve toplumdaki rolleri kabul etmeye yönlendirir. Sosyal dünyamızın algısal ve duygusal yorumlarını biçimlendirme (sosyalizasyon süreci) Gramsci tarafından “hegemonya” olarak ifade edilir. Althusser devletin ideolojik araçlarından “okul, kilise, aile ve medya” olarak bahseder (Erdoğan ve Alemdar, 2005).

Anlam-Niyet Odaklı Çalışmaların Sınıflandırılması Genel olarak anlam-niyet odaklı eleştirel yaklaşımlar, ideoloji sorununu ele alış ve tanımlayışlarıyla, izleyiciye getirdikleri yorum ve medya metinlerine olan yaklaşımları açısından farklılık gösterirler.

1980’ler öncesinde kitle iletişimiyle ilgili Marksist yaklaşımlar temel olarak iki ayrı yönde gelişmiştir:

1. İletişimin siyasal ekonomisi ile ilgili konulara eğilen yaklaşımlar: (a) İletişimin siyasal ekononin ulusal yanını inceleyen (kapitalist iletişim sistemini ve faaliyetlerini inceleyen) yaklaşımlar ile (b) uluslararası ekonomik düzene ve iletişimde emperyalizm sorusuna eğilen (yeni sömürgeciiğin ya da emperyalizmin genel iletişim yapısını inceleyen) yaklaşımlar.

2. Üst yapıya (ideoloji, kültür ve kültürel örgütlere) eğilen yaklaşımlar: (a) Kültür ve ideoloji eleştirisiyle gelen Frankfurt Okulu’nun kitle kültürü eleştirisi, (b) Althusserci yapısalcılık ve Gramsci’nin anlayışından etkilenen kültürel incelemeler yaklaşımları ve (c) uluslararası iletişim kuramında, Marksist ve Neo-Marksist bağımlılık kurumından gelen kültürel emperyalizm tezi.

Marks’ın düşünce, ideoloji, bilinç üretimi ve işlevleri üzerinde duran yaklaşım ve incelemeler başta ideoloji ile üretim ilişkileri arasında bağ kurmuşlar ve kültür endüstrilerinin yapılarıyla ideolojik egemenliği ilişkilendirmişlerdir. Bu yaklaşım ve incelemeler “eleştirel okul” ve “eleştirel incelemeler” olarak isimlendirilmiştir. Eleştirel okulun incelemeleri sonradan “kültürel incelemeler” olarak dönüşüme uğramıştır. Bu dönüşüm sırasında, özellikle 1980’lerde üretim biçimi ve üretim ilişkileri temelinden, bağımsızlık ve öncelik iddialarıyla koptartılmıştır. Eleştirel okul denince ilk akla gelen Frankfurt Okulu’dur. Kültürel incelemeler ise özellikle İngiltere’de 1960’larda kurulan merkezle başlamıştır. Kültürel incelemeler kendi içinde birbirini tamamlayıcı ve eleştirel olmak üzere farklı pozisyonlara sahiptir (Erdoğan ve Alemdar, 2005).

Bir başka bakış açısı olarak Curan’ın sınıflandırmasına da değinilebilir. Curran, medyanın gücü konusunda farklı görüşler içeren, anlaşmazlık ve tartışma alanının tipini de tanımlayan “yapısalcı

Page 32: Iletisim kuramlari

28

yaklaşım”, “ekonomi politik yaklaşım” ve “kültürel çalışmalar” adı altında üçlü bir ayrıma gider. Genel

olarak medyayı ideolojik bir güç olarak tanımlayan “yapısalcı yaklaşım”ın öncelikli ilgisi, metin-ideoloji

ilişkisi üzerinedir. Dilbilim, yapısalcı antropoloji, göstergebilim ve psikanaliz gibi farklı çalışma

alanlarının katkılarıyla zenginleşen yapısalcı yaklaşım, psikanalizin iletişim çalışmalarına uyarlandığı ve

metin-özne ilişkisinin yoğunlaştığı dönemle gelişim göstermiştir. “Ekonomi-politik yaklaşım” ise,

medyanın ideolojik içeriğinden çok ekonomik yapısı üzerinde odaklanır ve kapitalist üretim dinamiklerini

sorgular. Medyanın mülkiyet yapısını vurgulayarak, yine medyanın ekonomik tabanındaki ideolojik

bağımlılığına dikkati çeken ekonomi-politik yaklaşım, ekonomik güçlerin etkisi üzerinde durur. Öte

yandan ekonomik indirgemeciliğe karşı olarak güçlenen “kültürel çalışmalar”, medyayı toplumsal

rızanın kazanıldığı ya da kaybedildiği bir mücadele alanı olarak tanımlar (Dursun, 2001).

Bu kitapta da altıncı ünitede “dilbilimsel ve göstergebilimsel yaklaşımlar” açıklanmıştır. Yedinci

ünitede ise “eleştirel yaklaşımlar” başlığı altında siyasal ekonomi yaklaşımı, kültürel emperyalizm,

kültürel bağımlılık, medya emperyalizmi, Frankfurt Okulu, kültür endüstrisi, propaganda modeli ve

İngiliz Kültürel Okulu konularına yer verilmiştir.

Kitabınızın son ünitesinde ise Türkiye’deki iletişim çalışmaları konu edilecektir. Söz konusu ünitede

“Araştırma Türleri, Alanları, Konuları ve Yönelimler” başlığı altında iletişim bilimindeki çalışmalara

yönelik sınıflandırmaya gidilmektedir. Bu ayrımlara da ayrıca dikkat çekilmelidir.

YAKIN DÖNEMDE DİKKATİ ÇEKEN GELİŞMELER İletişim kuramlarına ilişkin temellerin konu alındığı bu ünitede son olarak yakın dönemdeki gelişmeler

üzerinde de kısaca durmak yerinde olacaktır.

Erdoğan ve Alemdar’ın (2005) ifadesiyle 1990’lı ve 2000’li yıllarda bilgi teknolojilerindeki gelişime

bağlı olarak bilgi toplumunun kurulduğu varsayımından hareketle; küreselleşme ile birlikte “ötesi” (post)

ekiyle gelen (post-industrializm: sanayi ötesi, post-modernizm: modernizm ötesi gibi) yaklaşımlar öne

çıkmıştır.

Küreselleşme ve uluslararası ticaretin büyümesi, özelleştirme; yani kamu iktisadi kurumlarının özel

sektöre devri ve buna paralel olarak serbest piyasa ekonomisinin uygulanmaya başlanması yakın dönemin

temel belirleyicileri olmuştur. Bu bağlamda yeni toplumsal yapıyı anlatmak üzere “sanayi ötesi toplum”

ve “bilgi toplumu” kavramları gündeme gelmiştir. Teknolojinin fetişleştirilmesi, yüceltilmesi ve “dertlere

deva olduğu” görüşü de yeni dönemin bilgi toplumu görüşüne uygun düşmektedir.

Bu yıllarda kitle iletişiminde yeni kuramlar ortaya atılmasa da Markiszm-ötesi, pozitivizm-ötesi,

yapısalcılık-ötesi gibi “ötesi” eki alan yaklaşımlar “moda” haline gelmiştir. Marksist siyasal ekonomi ve

tarihsel materyalizm kökenli yaklaşımlar çok daha marjinal bir duruma düşmüş, eleştirel okul ve

Frankfurt Okulu geleneği ortadan kalkmıştır. Bunların yerini, onları reddeden ve Marksist kavramları

kullanmayan ya da farklı bir biçimde kullanan sömürgecilik-ötesi, post-Althusserci, post-emperyalist

“post-eleştirel” yaklaşımlar almıştır.

Ayrıca 2000’li yıllar kültürel incelemlerin modasının geçtiği; ancak farklı yaklaşımlarıda içine alarak

“kültürelcilik” bağlamında bu çalışmaların sürdürüldüğü söylenebilir. Kitle iletişiminde kuramsal

yaklaşımlar disiplinler arası olmaya devam etse de, disiplinler arası sınırlar artık büyük ölçüde ortadan

kalkmış ya da belirginliğini önemli ölçüde yitirmiştir. Farklı yaklaşımlar arasındaki bölünmeler, kesin

sınırlarla ayrılamayan bir duruma gelmiştir. Hangi kuramın hangi felsefi, epistemolojik ve metodolojik

akıma ait olduğunu teşhis etmek oldukça güçleşmiştir.

1990’lı ve 2000’li yıllar için ayrıca bakınız: Erdoğan, İ. ve Alemdar, K. (2005). Öteki Kuram. İkinci Baskı. Ankara: Erk.

Page 33: Iletisim kuramlari

29

Özet

Yaşamın bütün alanlarını sardığı belirtilen iletişim olgusu pek çok bilim dalının ilgi alanına girmekle birlikte zengin bir anlam hazinesine de kavuşmuştur. Bu nedenle iletişimle ilgilenenlerin sayısını bir kaç kalemde toparlamak ve iletişim kavramının tanımını sınırlandırmak güçtür. İnsanlık tarihi gibi iletişimin de somut bir tarihi yoktur. Ancak iletişimin insanın kendisini tanımasıyla başladığı söylenebilir.

İletişim biliminin temellerini atan araştırmaların tarihi de iletişim teknolojilerinin tarihi gibi çok eskilere dayanmaz. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından 1920’lere ve o yıllarda da Amerika Birleşik Devletleri’nde gerçekleştirilen çalışmalara uzanır. ABD’de iletişim çalışmalarının başlangıcında 1910-1940’lı yıllara damgasını vuran Chicagio Okulu’ndan ayrıca söz edilmelidir. Bu çerçevede de öncelikle Charles Cooley, Herbert Mead ve John Dewey’in Amerikan sosyal bilimlerine yaptıkları katkılar unutulmamalıdır. Siyaset bilimci ve Nazi popagandasının insanlar üzerinde nasıl etkili olduğunu analiz eden Harold Lasswell’in “kim, kime, hangi kanaldan, hangi etkiyle, ne der” şeklinde özetlenebilecek çizgisel iletişim modeli 1940’lara damgasını vurmuştur.

1960’ların sonları ve 1970’lerin başlarında Amerikan yayılmacılığına yönelik eleştirileri de kapsayan “eleştirel görüşler” gelişmeye başlamıştır.

İletişim araştırmaları tarihinde gerçekleştirilmiş olan çalışmaları birkaç farklı biçimde sınıflandırmak mümkündür. Geçmişteki iletişim çalışmalarına araştırmaların odak noktasına bakarak genel olarak iki ayrı biçimde tanımlamak mümkündür: Bunlardan ilki Claude Shannon’un dediği gibi iletişimi “bilgilerin iletilmesi ve alınması” şeklinde tanımlayan tümevarımcı yöntemi izleyen, daha çok niceliksel araştırma yöntemlerini kullanan, nesnel, pozitivist yaklaşımdır. Anadamar, liberel-çoğulcu, tutucu, yönetsel, süreç-etki çalışmaları gibi isimler verilen çalışmalar, bu bağlamda değerlendirilebilir. Bunlar daha çok etki-süreç odaklı çalışmalardır. İkinci yaklaşım daha çok eleştirel, kültürel, Marksist ya da değişimci gibi adlar altında görülen, I.A. Richards’ın da dediği gibi iletişimi “anlamın üretilmesi” şeklinde tanımlayan, tümdengelimci yöntemi izleyen, daha çok niteliksel araştırma yöntemlerini kullanan, öznel, yorumsal yaklaşımdır. Bu çalışmalar da daha çok anlam-niyet odaklı çalışmalardır.

Etki-süreç odaklı çalışmalar, iletişim araştırmalarının tarihiyle birlikte Amerika Birleşik Devletleri’nde ortaya çıkmış ve gelişmiştir. Doğal olarak da ABD’nin siyasal ve toplumsal özelliklerini bünyesinde barındıran bu çalışmalar aynı zamanda kitle iletişim araştırmaları tarihinin de oldukça önemli bir bölümünü oluşturur. Psikoloji, sosyoloji, siyaset bilimi gibi alanlardan ve bu disiplinlerin davranışçı düşüncelerinden yararlanan araştırmacıların başlıca sorunsalı medyanın etkileridir. Çeşitli biçimlerde kamu ve özel kurumlarca da desteklenen bu çalışmalarda genellikle insan doğasının ve toplumun davranışçı yorumları bazında etki konusu formülleştirilmeye çalışılmıştır.

Anlam-niyet odaklı çalışmalar ise genel olarak kökenleri Karl Marx’a kadar uzanan ve Frankfurt Okulu’nun geliştirdiği eleştirel teoriyi de içine alan, daha da ötede radikal psikoterapi, feminist analiz, çatışmacı okul gibi tüm eleştirel görüşleri de içine alan yapısalcılık, sınıf analizi ve diyalektik materyalizm gibi yorumları kapsayan görüşleri ifade etmektedir.

Anlam odaklı yaklaşımlarda iletişim olgusuna yaklaşım, etki odaklı yaklaşımlardan farklıdır. Bu bağlamda iletişim olgusunu tanımlarken kullanılan kavramlar da farklıdır. Eleştirel açıklamalar, öncelikle, doğrusal iletişim modellerine benzemediğinden ileti akışını gösteren modelleri, işleyişin öğelerini ve onlar arasındaki okları içermezler. Eleştirel yaklaşımlar iletinin bir dizi basamak ya da aşamayı geçerek oluştuğunu varsaymazlar. Daha çok iletinin bir şeyi anlamlandırmasını mümkün olan yapılandırılmış bir ilişki dizisinin çözümlenmesi üzerinde yoğunlaşırlar.

Page 34: Iletisim kuramlari

30

Kendimizi Sınayalım 1. Aşağıdakilerden hangisi bilimin amaçlarından biri değildir?

a. Anlamak

b. Açıklamak

c. İlişkiler bulmak

d. Gelişme ve ilerleme için öneride bulunmak

e. Gelecekte ne olacağını söylemek

2. Aşağıdakilerden hangisi şeylerin nasıl çalıştığı hakkındaki kavrayış; bir olguyu açıklamaya, kestirmeye, kontrol etmeye yarayan ilişkiler bütünü karşılığına gelir?

a. Kuram

b. Hipotez

c. Bilimsel kanun

d. Paradigma

e. Ekol

3. İletişim sürecinde kaynağın kitleler halindeki hedefine ulaşmasını sağlayan teknolojik araçlara ne ad verilir?

a. Radyo ve televizyon

b. Teknolojik araçlar

c. Kitle iletişim araçları

d. Altyapı araçları

e. Kitlesel ulaşım araçları

4. Avrupa’da hareketli tip (harflerin dizilmesiyle) baskı yapılmasına ne zaman başlanmıştır?

a. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra

b. Marko Polo’nun Avrupa’ya dönüşünden sonra

c. Gutenberk’le 1446’da sonra

d. M.S. 105’te Papirüs’ün icadıyla birlikte

e. 1600’lerde Rönesansla birlikte

5. Televizyonun elektronik eşya olarak satılmaya ve yaygınlaşmaya başladığı yıllar aşağıdakilerden hangisine karşılık gelir?

a. 1900’lü yılların başı

b. Birinci Dünya Savaşı yılları

c. 1930’lu yıllar

d. İkinci Dünya Savaşı yılları

e. 1950’li yıllar

6. Aşağıdakilerden hangisi Amerika Birleşik Devletleri’nde iletişim çalışmaları tarihinde öne çıkan ilk okuldur?

a. Chicago Okulu

b. Frankfurt Okulu

c. Iowa Okulu

d. Colombia Okulu

e. Illinois Okulu

7. Aşağıdakilerden hangisi iletişim biliminin kurucu babalarından biridir?

a. Martin Luther King

b. Karl Marx

c. Roland Barthes

d. Harold Lasswell

e. Denis McQuail

8. Aşağıdaki kavramlardan hangisi etki-süreç odaklı çalışmaların temel kavramlarından biri değildir?

a. Hedef kitle

b. Hegemonya

c. Geribildirim

d. Gürültü

e. Kodlama

9. İletişim sürecinde iletiyi gönderenin alıcıda oluşturmak istediği amacın ne düzeyde gerçekleştiğini öğrenmek üzere geliştirilen bilgi alma sürecine ne ad verilir?

a. Etki ölçeği

b. Niyet ölçeği

c. Bilimsel araştırma

d. Pozitivizm

e. Geribildirim

10. Aşağıdakilerden hangisi anlam-niyet odaklı çalışmaların temel kavramlarından biri değildir?

a. İletişim süreci

b. Üretim süreci

c. Hegemonya

d. İktidar

e. İdeoloji

Page 35: Iletisim kuramlari

31

Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. e Yanıtınız yanlış ise “Giriş” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

2. a Yanıtınız yanlış ise “Giriş” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

3. c Yanıtınız yanlış ise “İletişim Kavramı ve Anlamı” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

4. c Yanıtınız yanlış ise “İletişim Tarihi” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

5. c Yanıtınız yanlış ise “İletişim Tarihi” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

6. a Yanıtınız yanlış ise “İletişim Araştırmaları Tarihi” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

7. d Yanıtınız yanlış ise “İletişim Araştırmaları Tarihi” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

8. b Yanıtınız yanlış ise “Etki Odaklı Çalışmaların Temel Kavramları” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

9. e Yanıtınız yanlış ise “Etki Odaklı Çalışmaların Temel Kavramları” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

10. a Yanıtınız yanlış ise “Anlam Odaklı Çalışma ların Temel Kavramları” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Neredeyse hepsinin bir şekilde geçerli olduğu

söylenebilir. Sıra Sizde 2

Neredeyse hepsi kullanılmıştır. Adem’in kendi

kendine kurduğu içsel iletişim, Ewa ile bireyler

arası iletişimi, Ewa’nın tatile çıktığı grup içi

iletişim, televizyon ve internetle kitle iletişimi bu

bağlamda sıralanabilir.

Sıra Sizde 3 Örneğin Adem’in Ewa’dan siparişini aldığı sahneyi düşünün. Adem ne içeceğini sormaya

çalışmıştır. Ewa kendi geçmiş deneyimlerinden

yararlanarak mesajın nasıl anlaşılacağı ve hangi

sonuçları beraberinde getireceğini düşünerek

“kola” istemiştir. Daha sonra aralarındaki iletişim

gazetedeki ve televizyondaki haberle kesilmiştir.

Gündem değişmiştir. Kültürel farklılık ve iletişim

kurulan dilin farkı olması da aralarındaki

iletişimin başarısını etkilemiştir. Hikayede daha

başka iletişim süreci örnekleri de mevcuttur.

Sıra Sizde 4 Hikayede gazete, televizyon ve internetten söz

edilmektedir. Ewa “dünyanın diğer ucundan”

ülkesinde olup bitenleri anında öğrenebilme

şansına sahip olmuştur.

Sıra Sizde 5 Ewa’nın ülkesinde olup bitenleri fark etmesinin

ardından televizyona ve internete yönelmesi

önemli bir davranış değişikliği etkisine karşılık

gelir. Gündem değişmiştir. Konuşulanlar

değişmiştir. Artık medyanın söylediği “terör”

konusu konuşulmaktadır. Ewa’nın Türkiye ve

insanları hakkında daha önceden sahip olduğu

bilgi ya da zihnindeki imajın da büyük ölçüde

medya aracılığıyla oluşturulmuş bir görüntü

olabileceği de göz ardı edilmemelidir.

Sıra Sizde 6

Elbette almaz. Ancak reklamda gördüğü ürünü

fark eder, markete gittiğinde hatırlar, reklama ve

kendi şartlarına bağlı olarak ürünü satın alabilir

ya da almayabilir. Reklamı görerek ürünü satın

alanlar büyük ölçüde ikna olmuş ve olumlu görüş edinmiş kişilerdir. Ancak ürünün ikinci kez satın

alınmasında ise ürünün kullanılmasının ardından

verilecek karar etkili olacaktır.

Sıra Sizde 7 En dikkat çekeni gündem belirlemedir.

Haberlerin ardından konuşulan konu değişmiştir. Bilgi açığından söz edilebilir ama hikayede

açıkça üzerinde durulmamaktadır. Ewa ve

Adem’in bilgi durumları aynı düzeyde değildir.

Sessizlik sarmalı için henüz erken denilebilir.

Ancak Ewa’nın buzlu çay içmek istediğini

söylememesi bir şekilde sesizlik sarmalı ile

ilişkilendirilebilir. Ewa ortama bakarak buzlu çay

isteğinden vazgeçmiştir. Belki terör konusunda

söyleyebilecekleri başka şeyler de olmuştur ama

hikayede bunlar yer almamaktadır. Bağımlılık

modeli de hikayede anlamını bulmaktadır.

Televizyon ve internet bağımlılığı buna örnektir.

Page 36: Iletisim kuramlari

32

Yararlanılan Kaynaklar Alemdar, K. ve Erdoğan, İ. (1994). Popüler Kültür ve İletişim. Ankara: Ümit.

Atabek, Ü. (2001). İletişim ve Teknoloji. Ankara: Seçkin Yayınevi.

Aziz, A. (1982). Toplumsallaşma ve Kitlesel İletişim. Ankara: Ankara Üniversitesi Basın Yayın Yüksekokulu.

Berberoğlu, G.N. (1991). Basın İşletmeciliği. İstanbul: Gazeteciler Cemiyeti Yayınları.

Crowley, D. ve Heyer, P. (2010). İletişim Tarihi. Çev: B. Ersöz. İstanbul: Phonix Yayınevi

Dağtaş, E. (2000). “İletişim Kavramının Gelişimi Üzerine Normatif Bir Bakış Açısı: Liberal Ve Eleştirel Paradigmanının Düşünsel Açılımı”, Kurgu 17, 249- 264.

DeFleur, M. ve Ball-Rokeach, S. (1975). Theories of Mass Comunication. 3. Baskı. NewYork: David Mckay Company Inc.

Demiray, U. (1994). İletişimötesi İletişim. Eskişehir: Turkuvaz Yayınları.

Dursun, Ç. (2001). TV Haberlerinde İdeoloji. Ankara: İmge.

Erdoğan, İ. (1995). Uluslararası İletişim. İstanbul: Kaynak Yayınları.

Erdoğan, İ. (2002). İletişimi Anlamak. Ankara: Erk Yayınları.

Erdoğan, İ. (2003). Pozitivist Metodoloji. Ankara: Erk

Erdoğan, İ. (2012). Pozitivist Metodoloji ve Ötesi. Ankara: Erk

Erdoğan, İ., Alemdar, K. (1990). İletişim ve Toplum. İstanbul: Bilgi Yayınları.

Erdoğan, İ., Alemdar, K. (2005). Öteki Kuram. 2. Baskı. Ankara: Erk Yayınları.

Fiske, J. (1996). İletişim Çalışmalarına Giriş. Çev: S. İrvan. Ankara: Ark Yayınları.

Geray, H. (2004). Toplumsal Araştırmalarda Nicel ve Nitel Yöntemlere Giriş. Ankara: Siyasal.

Gökçe, O. (2002). İletişim Bilimine Giriş. 4. Baskı. Ankara: Turhan.

Griffin, E. (1997). A First Look at Communication Theory. 3. Baskı. New York: McGraw-Hill.

Hançerlioğlu, O. (1982). Felsefe Sözlüğü. 6. Baskı. İstanbul: Remzi Kitabevi.

İnal, A. (1996). Haberi Okumak. Ankara: Temuçin Yayınları.

Karasar, N. (2010). Bilimsel Araştırma Yöntemi. 21. Baskı. İstanbul: Nobel.

Kaya, A.R. (1985). Kitle İletişim Sistemleri. Ankara: Teori Yayınları.

Kejanlıoğlu, D. B. (2000). “Kitle İletişim Araştırmalarının Tarihyazımları Üzerine: Bir Alanın Tanımlanması”. Medya ve Kültür I. Ulusal İletişim Sempozyumu Bildirileri. Ankara: Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Yayınları.

Mattelart, A. ve Mattelart, M. (1998). Theories of Communication A Short Introduction. London: Sage.

McCombs, M.E. ve Shaw, D.L. (1980). “The Agenda-Setting Function of the Press”, Media Power in Politics. Der: D.A. Graber. 2. Baskı. Washington: Cogressional Quarterly Press.

McQuail, D. (1983). “The Influence and Effects of Mass Media”, Mass Communication and Society. Der: J. Curran, M. Gurevitch ve J. Woolacott. 2. Baskı. London: Erwards Arnold Ltd., Open University Press.

McQuail, D. (1994). Kitle İletişim Kuramı. Çev: A. H. Yüksel. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Kibele Sanat Merkezi.

McQuail, D. (2005). McQuail’s Mass Communication Theory. 5. Baskı. Londra: Sage.

McQuail, D. ve Windahl, S. (1994). Kitle İletişim Çalışmaları İçin İletişim Modelleri. Çev: U. Demiray, B. Dağtaş. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi ESBAV Yayınları.

Mutlu, E. (1993). İletişim Sözlüğü. Ankara: Ark.

Oskay, Ü. (1980). “Popüler Kültür Açısından ‘İdeoloji’ Kavramına İlişkin Yeni Yaklaşımlar”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi 35, 197-254.

Oskay, Ü. (1993). Kitle İletişiminin Kültürel İşlevleri. İstanbul: Der Yayınları.

Oskay, Ü. (1994). İletişimin ABC’si. 2. Baskı. İstanbul: Simavi Yayınları.

Özkök, E. (1985). İletişim Kuramları Açısından Kitlelerin Çözülüşü. Ankara: Tan Yayınları.

Page 37: Iletisim kuramlari

33

Rigel, N. (1991). Elektronik Rönesans. İstanbul: Der Yayınları.

Rigel, N. E. (1991). Elektronik Rönesans. İstanbul: Der Yayınları.

Saruhan, Ş.C. ve Özdemirci, A. (2005). Bilim, Felsefe ve Metodoloji. İstanbul: Beta.

Sever, N. (1998). “Kitle İletişimin Araştırmalarında İki Yaklaşım: Liberal ve Eleştirel Kuramlar Farklılıklar ve Yakınlaşmalar” Kurgu 15, 44-53.

Severin, W.J. ve Tankard, J.W. (1994). İletişim Kuramları. Çev: A.A. Bir ve N.S. Sever. Eskişehir: Kibele Sanat Merkezi.

Slater, P. (1998). Frankfurt Okulu. Çev: A. Özden. İstanbul: Kabalcı.

Tekinalp, Ş. ve Uzun, R. (2006). İletişim Araştırma ve Kuramları. İstanbul: Beta.

Usluata, A. (1995). İletişim. İstanbul: İletişim.

Windahl, S., Signitzer, B.H., ve Olson, J.T. (1992). Using Communication Theory. London: Sage.

Yaylagül, L. (2010). Kitle İletişim Kuramları. Ankara: Dipnot Yayınları.

Yumlu, K. (1994). Kitle İletişim Araştırmaları. İzmir: Nam Basım.

Yüksel, A.H. (1994). Bireylerarası İletişime Giriş. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi ESBAV Yayınları.

Yüksel, E. (1996). Türk Basınının Gelişiminde Basında Ekonomi ve Ekonomi Basını. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Yüksel, E. (1999). Türkiye’de Ekonomi Basını Gündemi ve Siyasal Gündem İlişkisi. Yayınlanmamış Doktora Tezi. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.

Zıllıoğlu, M. (1993). İletişim Nedir. İstanbul: Cem.

Yazışma ve Görüşmeler Erdoğan, İ. (2012). Yazışma. Ağustos 2012.

Özer, Ö. (2012). Yüzyüze görüşme. Ağustos 2012.

Uzun, R. (2012). Yazışma. Ağustos 2012.

Page 38: Iletisim kuramlari

34

Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra;

Kitle toplumu ile iletişim araçları etkileşimini tanımlayabilecek,

İletişim araştırmalarının gündeme geliş koşullarını anlatabilecek,

İlk dönem iletişim araştırmalarında kitle iletişim araçlarına yönelik bakışı betimleyebilecek,

Propagandayı tanımlayabilecek, ilk propaganda ve iletişim çalışmalarını açıklayabilecek,

II. Dünya Savaşı sonrasındaki iletişim araştırmalarını anlatabilecek,

İknayı tanımlayabilecek ve ikna odaklı iletişim araştırmalarını açıklayabilecek

bilgi ve becerilere sahip olabilirsiniz.

Anahtar Kavramlar Etki

Algı

Tutum

Uyaran-Tepki Modeli

Sihirli Mermi Kuramı

Kitle Toplumu

İletişim Zinciri

İki Aşamalı Akış Modeli

Eşik Bekçileri

Kanı Öndei

Propaganda

İkna

İçindekiler Giriş

Kitle Toplumunun Doğuşu ve İletişim Araçları

İletişim Araştırmalarının Gündeme Geliş Koşulları

Çizgisel ve Sosyo-Psikolojik Yaklaşımlar

Propaganda Kavramı ve Propaganda Çalışmaları

II. Dünya Savaşı Sonrasında İletişim Araştırmaları

İkna Kavramı ve İkna Çalışmaları

2

Page 39: Iletisim kuramlari

35

GİRİŞ Kitle iletişim araçlarının ortaya çıkıp gelişim süreci Batılı toplumlardaki modernleşme serüvenine paralel

bir seyir izler. Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile kıta Avrupasındaki ülkeleri kapsayan Batı

modernleşmesi, ekonomik alandan toplumsal yapıya pek çok radikal değişimleri içerir. Endüstri (sanayi)

devrimi sonrasında genişleyen ve herkesin ortak kullanımına açık anlamına gelen kamusal alan, sayıları

artan kentler ve kent kültürü; Amerikan ve Fransız Devrimleriyle birlikte anılan ve ivme kazanan siyasi temsil, eşitlik ve özgürlük olgularındaki dönüşümler ile devlet iktidarıyla merkezileşmenin güçlenmesi önemli yapısal dönüşümlerin başlıcalarıdır. Tüm bu köklü değişim dönüşüm sürecinde iletişim araçları,

birer bilgi ve enformasyon yayma ve edinme araçları olarak hem değişimi hızlandırmış hem de bu

değişimlerden doğrudan etkilenmiştir. Örneğin kara Avrupa’sından Amerika kıtasıyla haberleşme

ihtiyacı, kabloların kullanımıyla aşılmıştır. Böylelikle kıtalar arasında hızlı, ucuz ve güncel haber, bilgi ve

enformasyon paylaşma başlamıştır.

Ondokuzuncu yüzyılın sonlarından itibaren medyanın insanları yönetme ve yönlendirmedeki gücü

ekonomik, politik ve askeri seçkinler tarafından da fark edilmiş ve kendi politikalarını benimsetme

amacıyla kullanılmaya başlamıştır. İletişim araştırmalarının 19. yüzyıl sonları ile 20. yüzyılın başlarında

ortaya çıkıp gelişme göstermesinin başlıca nedeni, medyanın gücünün fark edilmesidir.

Başlangıcından günümüze iletişim araştırmaları, kitle iletişim araçlarının insanları nasıl etkilediği sorunsalına eğilmektedir. Araştırma sorusu ve kullanılan yöntemler farklılaşmakta, yararlanılan bilgi

bilimsel kökenler ve yöntemsel yönelimler değişmektedir ama temelde hep bir “etki sorunsalı” var

olmaktadır. Bu ünitede iletişim araştırmalarının ortaya çıkışından 1960’lı yıllara kadar olan çalışmalar ele

alınacaktır.

KİTLE TOPLUMUNUN DOĞUŞU VE İLETİŞİM ARAÇLARI Endüstri devrimi sonrasında artan kentleşme ve iletişim araçlarının yaygın kullanımı nedeniyle ulaşılan

yeni toplum yapısı “kitle toplumu” diye adlandırılır. Kitle toplumu, kapitalizmin bir ürünüdür;

sanayileşme, modernleşme ve kentleşme süreçlerinin bir sonucudur. Kitle toplumu; geniş ölçekli

sanayileşmeyi, işbölümünde gelişkin uzmanlaşmayı ve bürokrasinin gelişimini, kentlerin ve kent

nüfusunun hızlı artışını içerir. Bu süreçler sonucunda bireyler birbirlerinden yalıtılmıştır. Ancak kitle

toplumu, yaşam tarzı itibariyle birbirlerine benzer insanların oluşturduğu bir toplumdur. Kitle toplumunda

iletişim önemli oranda iletişim araçları aracılığıyla gerçekleştirilir. 20. yüzyılda yeni fikirlerin, imgelerin

ve tüketim kalıplarının kendini göstermesiyle birlikte yerel ve bölgesel olan pek çok inanç, değer ve

günlük yaşam alışkanlıkları ve uygulamaları da dayanaklarını yitirir. Kitle iletişim araçları da bu sürecin

kaçınılmaz bir parçasıdır.

Kablolar aracılığıyla, özellikle telefon ve telgraf sayesinde 19. yüzyılda uzak mesafelerle haber, bilgi

ve enformasyon alma ve gönderme olanağı tüm dünyada iletişim alanını genişletir. Uzak mesafelerle,

daha hızlı, daha güvenilir ve çok daha kısa zaman içinde bilgi ve haber paylaşımı mümkün hale gelir.

Dolaşımdaki haber ve bilgiler ise güncel, ucuz ve güvenilir niteliktedir. Böylelikle haber üretimi ve

dağıtımı yeni bir format kazanır; popüler eğlence türlerinde artış görülür ve yaygın bir tüketici kitlesi

tarafından takip edilmeye başlanır. Tüm bu gelişmeler, endüstriyel ekonomiye geçiş ve sanayileşmenin

Çizgisel ve Sosyo-Psikolojik

Yaklaşımlar

Page 40: Iletisim kuramlari

36

bir sonucu olan kentleşmenin artışına paralel seyir izler ve kentlerin ekonomik canlanmasından doğrudan

etkilenir. 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başları; ulaşım araçları olarak bisiklet, otomobil ve uçağın

önemli gelişme gösterdiği dönemdir. Bunların sağladığı mekân duygusu, demiryolu ve buharlı gemi

yolculuklarının artan hızı zaman dilimleri aracılığıyla “Dünya Standart Zamanı”nın belirlenmesine yol

açar.

Bu dönem ayrıca köprüler, kanallar ve tüneller gibi büyük kamusal çalışmaların da dönemidir.

Şehirlerin elektriklendirilmesi ile birlikte demiryolu ulaşımı devreye girer. Tramvay ve metro hatları da

dünyanın başlıca şehirlerinde temel toplu taşıma sistemleri olarak kullanılmaya başlanır. Ulaşımdaki alt

yapı iyileştirmeleri işçilerin çalıştıkları yerlerden daha uzak mesafelerde yaşamalarına olanak sağlar ve

şehirleşmenin artmasını teşvik eder. Böylelikle hem bir tüketim toplumu hem de işten eve gidip gelen bir

“kitle toplumu” ortaya çıkar. İşte bu yeni toplumda iletişim sistemleri ve insan ilişkileri de değişir ve

yeni boyutlar kazanır.

Şehirlerde toplu taşıma sistemlerinin gelişiminin gazetelerin yaygınlaşmasında ve okuma

alışkanlığının yerleşmesinde olumlu etkileri olur. Tramvay ya da omnibüslere binmek yeni bir

deneyimdir. Orta ve alt orta sınıftan insanlar ulaşım aracını kendileri kullanmak durumunda olmadıkları

için gazeteleri rahatlıkla okuyabilir. Gazetelerin sayfa boyutlarını küçültmesi, uzun yazıları kısaltması;

başlık, spot, fotoğraf ve manşet gibi rahat okunan kısımların eklenmesiyle de gazete okuma, şehir içi

ulaşımda rağbet gören bir yaşam alışkanlığına dönüşür.

Radyo yayınlarının 1920’lerde doğuşuyla birlikte kitle toplumuna geçiş daha da hızlanır. Savaşın sona

ermesinin ardından bir grup amatör istasyon, canlı ve kayıtlı müzikle birlikte ses yayını yapmaya başlar.

Bu yayınlar önceleri deneyim sahibi askerler, sivil ve denizcilik mesajlarını deşifre eden teknolojiye

meraklı gençler tarafından dinlenir. Hobi olarak başlayan özel radyo yayıncılığı, hızla eğlenceye dönüşür

ve aile bireyleri arasında radyo kulaklıklarını takanların sayısı da artar. Vakum tüplü radyoların ortaya

çıkmasıyla profesyonel yayın yapan şirket istasyonlarının sayısında hızlı bir artış yaşanır. 1920’lerin

sonları ve 1930’ların başlarında ekonomik bunalım yıllarına rağmen radyo sayısında ciddi bir artış kaydedilir. Radyo artık hanelerin oturma odasında yerini alır. İş yerlerinden ancak akşamın karanlığında,

yorgun ve stresli olarak evlerine dönebilen insanlara, günün ve modern yaşamın sıkıntısından

uzaklaştırmak için eğlence sunar. Evlerde “öykü anlatıcı”, eski günlerdeki gibi aile ya da cemaatin yaşlı bilgeleri değil; artık radyodur. Dünyada neler olup bittiğinin bilgisi; artık mitolojik öyküler ya da dinsel

anlatılar aracılığıyla yapılmaz, gazete ve radyoların haberleri aracılığıyla verilir.

Kitle toplumu ile kitle iletişim araçları arasında nasıl bir etkileşim var dır?

İLETİŞİM ARAŞTIRMALARININ GÜNDEME GELİŞ KOŞULLARI Kitle iletişim araçlarının akademik bir ilgi konusu olması ve üniversitelerde araştırmaların yapılmaya

başlaması; iki dünya savaşı arasındaki dönemde, bir savaş konjonktüründe (koşulları altında) başlar. İlk

iletişim araştırmaları, 20. yüzyılın başlarında Amerika Birleşik Devletleri’nde daha sonraları da

Kanada’da yapılır. Henüz ayrı bir “iletişim” alanı yoktur. Psikoloji, sosyoloji ve sosyal psikoloji

disiplinleri içerisinde iletişime değinilir. Bu yıllar ayrıca son derece önemli ve çarpıcı olayların yaşandığı bir döneme karşılık gelir. Olayların siyasi boyutları bir yana; bu dönemde, geniş halk toplulukları ya

doğrudan doğruya aktif bir biçimde siyasi, askeri ve toplumsal olaylar içinde yer almış ya da yine bu

olayların yol açtığı siyasal çerçevede bilinçli bir şekilde denetim altında tutulmak, yönlendirilmek,

biçimlendirilmek ve manipule edilmek istenmiştir.

Sözkonusu askeri ve siyasi kaygıların kendi mantığı doğrultusunda “haklı nedenleri” de vardır. I.

Dünya Savaşı daha önce olmadığı kadar geniş bir coğrafyaya yayılmış; dolayısıyla da dört yıl boyunca

geniş kitleleri kapsamıştır. Bu özelliğe bağlı olarak sadece aktif cephede çarpışanlar değil, cephe

gerisinde fabrikalar, hastaneler gibi milyonlarca sivil insanı da seferber edebilmiştir. Çok geniş kitleleri

hareket ettirmek ve bu hareketlerini de denetim altında tutmak zorunluluğu, yeni iletişim araçlarının

geliştirilmesinde önemli bir dinamik olmuştur (Tüfekçioğlu, 1997). Tıpkı 20. yüzyılın sonunda ABD’nin

Page 41: Iletisim kuramlari

37

Ortadoğu ve Afganistan’da savaşmakta olan ordusuyla daha hızlı ve güvenli haberleşmeyi sağlamak için

okyanus altına kablo döşeyerek yeni bir haber ve enformasyon paylaşımı olanağı yaratması gibi. Askeri

haberleşme amaçlı olarak başlayan Internet daha sonra sivillerin kullanımına da açılmış ve günümüzün

sosyal medyasının alt yapısını oluşturur. Farklı bir anlatımla, iletişim teknolojileri ve araçlarının ortaya

çıkışında dönemin askeri, siyasal ve toplumsal ihtiyaçları karşılama temel dinamiğini de göz ardı

etmemek gerekir.

Kitle iletişiminin bilimsel ilgi alanı olarak kabul gördüğü döneme ilişkin bir başka noktaya daha işaret

etmek gerekir: 20. yüzyılın başında yaşanan bazı kitle hareketleri de geniş kitlelerin kolayca

yönlendirilebileceği ve belli sonuçlar alınabileceği kanaatini artırmıştır. Hitler dönemi Almanyası’nın

kuramcılarından Goebbels, bütünle olduğu kadar ayrıntılarla da ilgilenir. “Radyo sayesinde rejimin her

türlü isyan düşüncesini ortadan kaldırdığını” belirterek, Hitler’in şu cümlesini tekrarlar: “Savaş zamanı,

sözcükler birer silahtır” (Jeanneney, 2009). Goebbels’in radyoyu bir kitle iletişim aracı olarak bu kadar

önemli görmesini sağlayan, Rusya’da yaşanan Sosyalist Devrim, Almanya ve Macaristan’da yaşanan

büyük kitlesel hareketlerdir. Almanya, Spartaküs olaylarını yaşamıştır. Spartaküsler I. Dünya Savaşı boyunca Almanya’da etkinlik gösteren, savaş sonunda öncülük ettikleri başarısız ayaklanma girişimi

sırasında dağıtılan devrimci bir topluluktur.

Kitlesel hareketlerin en önemlisi Sosyalist Devrim’dir. Çünkü Sosyalist Devrim sadece ayaklanmayla

kalmamış, kitlelerin yönlendirilmesiyle belli sonuçların alınabileceği ve toplumda radikal değişimlerin

yapılabileceğini de göstermiştir. Sosyalist Devrim, I. Dünya Savaşı koşullarının bir ürünüdür. Sosyalist

liderler, savaşın en kritik evresinde ayaklanma ile propaganda taktiklerini bütünleştirerek, savaş halinde

bulunan Çarlık ordusunun cepheden çekilmesini sağlamışlardır. Başka bir deyişle, büyük savaşta

Sosyalistlerin cephedeki etkili savaş karşıtı propaganda faaliyeti Çarlık rejiminin devrilmesinde ve I.

Dünya Savaşı dengelerinin değişmesinde önemli bir rol oynamıştır. Özellikle işçi ve askerlere yönelik

propaganda faaliyetleri sosyalistlerce bir savaş ve mücadele yöntemi olarak tercih edilmiştir (Tüfekçioğlu, 1997). Konumuz açısından Sosyalist Devrim’in önemi, liderler öncülüğünde köylü ve

işçilerin siyasal hâkimiyeti ele geçirme amaçlı sahneye çıkmasının yanında, halkın kitle iletişim araçları

aracılığıyla sosyalist ilke ve hedefler doğrultusunda çok iyi motive edilmeleridir. Sosyalist Parti sadece

yönetici, siyasal bir organ değil, aynı zamanda kitlelere dönük eğitim, propaganda ve denetim

seferberliğinin de bir aracıdır. Sosyalistler yeni rejimi benimsetme ve halkı yeni sisteme motive etmede

kitle iletişim araçlarına büyük önem vermişlerdir. Osmanlı İmparatorluğu’nda da modernleşme

hareketlerinde benzer bir tutum benimsenmiş; ilk Türkçe gazete olan Takvim-i Vekayi (1831) de

hanedanlık tarafından modernleşme hareketinin halka anlatılması ve benimsetilmesi amacıyla yayın

hayatına başlamıştır.

Kitle toplumunun pek çok özelliği Sanayi Devrimini yapan öncü ülkelerden olduğu için ABD’de

ortaya çıkar. Kitle kültürü, tüketim ve refah toplumu kavramları 1945 sonrasında kapitalist Amerika’nın

tanımlanması ve analizinde sıklıkla başvurulan en yaygın ve çekici kavramlardır. İşte bu çabanın bir

parçası olarak geniş kitlelere hitap edecek yeni iletişim araçlarından yararlandığı gibi bu yararlanmanın

maksimum seviyede gerçekleşebilmesi için kitle iletişimi ile ilgili bilimsel çalışmaların öncülüğünü de

ABD yapar.

İLK ÇALIŞMALAR ABD’de ortaya çıkıp dünyanın her yerine yayılan “ana akım” iletişim kuramları, varolan sistemin; yani

liberalizmin sorunlu işleyen yönlerinin uyarılması, tamir edilmesi ve devamlılığı genel felsefesine

dayanır. Pozitivizmi ve amprizimi (deneycilik) temel alır. Bilgiyi ve sermaye birikimini yatırım, üretim

toplumsal büyüme ve gelişme amaçlı olarak kullanır. Bu anlayışta toplum, canlı bir organizma olarak

kabul edilir ve toplumdaki dengenin korunması, değişim ve iyileşme kanallarının açık tutulması,

ayrımcılığın ve çatışmanın ortadan kalması ile önyargılarla mücadele hedeflenir (Tekinalp ve Uzun,

2006). 1950’lerdeki anaakım iletişim araştırmalarının kökeninde tutucu sosyoloji kuramları vardır. Bu

kuramların iletişime yaklaşımlarında birleştikleri üç nokta vardır:

Page 42: Iletisim kuramlari

38

1. İnsanların çevreye uymaları gerektiğinde bu uyumun sağlanması gerektiği görüşü,

2. Varolan toplumsal yapıyı ve kurumları koruma ve geliştirme isteği.

3. Sanayileşmiş ülkelerin seçecekleri en iyi yolun kapitalist ekonomik ve siyasal sistem olduğu görüşüdür (Alemdar ve Erdoğan, 1990).

İletişim alanında araştırma yapma isteğinin arka planında eğitim, propaganda, telekomünikasyon,

reklam ve halkla ilişkiler alanlarında etkiyi artırma ve bunları da test edebilme arzusu yatar. Dolayısıyla

iletişim araştırmaları toplumsal ve siyasal yaşama ilişkin pratik nedenlerle başlamış, sosyoloji ve psikoloji

disiplinlerindeki gelişmelerden beslenmiştir. II. Dünya Savaşı sonrasına kadar da iletişim çalışmalarında

önemli bir gelişme kaydedilemez. İlk amprik araştırmalar ABD’de yapılmış, ayrı bir “iletişim bilim dalı”

olup olamayacağına dair ilk tartışmalar da yine bu ülkede yaşanmıştır. 1950’li yıllar model kurma

çalışmalarının verimli olduğu ve bu modellerden hareketle de birlik sağlama ve büyüme arayışının olduğu

yıllardır (Uzun ve Tekinalp, 2006). Kitle iletişim araçlarının etki gücü, propaganda, ikna teknikleri ve

kamuoyu öncelikli çalışılan konular arasındadır. 19. yüzyılın sonlarından 1960’lara kadar olan süreci

kapsayan, birinci ya da ilk dönem iletişim araştırmaları olarak kategorize edilen iletişim araştırmalarını

daha yakından tanımaya çalışalım.

Uyaran-Tepki Modeli

İletişim alanında başlangıcı yapan ve 1940’ların sonlarına kadar egemen olan yaklaşım, psikoloji

disiplininden gelen uyaran-tepki modelidir. Uyaran-tepki modeli bir uyarana yine bu uyaranın hedefi

doğrultusunda cevap ya da bir tepki vermedir. Dolayısıyla sosyal bilimlerin değişik dalları içerisinde kitle

iletişim araçlarına yönelik yapılan araştırmalara yön veren temel soru, iletişim araçlarının bireylerin

tutumları ve davranışları üzerinde nasıl bir etki yaptığıdır. Buradaki etkinin anlamı ise “bireylerin tutum

ve davranışları üzerinde kitle iletişim araçları vasıtasıyla değişiklik” yapmadır. Kuşkusuz burada

arzulanan “değişiklik” ya da “etkileme” iletişim araçlarının mülkiyetine sahip olanlar ile siyasal alandaki

egemen olan siyasetçilerin istediği doğrultuda tutum ve davranış değişikliği yaratmadır. Kitle toplumunda

bireylerin medya mesajları karşısında hayli savunmasız olacağı ön kabulüyle ilk iletişim araştırmalarına

“Sihirli Mermi”, “Derialtı İğne” ya da “Hipodermik Şırınga” gibi “güçlü etki” yapma potansiyelini

çağrıştıran metaforik (çağrışıma dayalı) adlar kullanılır. Bunlar daha çok sistemli bir kurama dönüşmeyen

dağınık çalışmalardır (Erdoğan ve Korkmaz; 2002).

Şekil 2.1: Uyaran-Tepki Modeli

Kitle hareketleriyle anılan 19. yüzyılın ardından 20. yüzyılın ilk yarısı da iki büyük dünya savaşı, tüm

dünyayı yok etme tehdidi taşıyan Soğuk Savaş’ın başlangıcı ve Sosyalist devrime tanıklık eder. Halkın

savaşmaya motive edilmesi ve Sosyalist düzenin kabulünde propaganda teknikleri, siyasal iktidarların

temel aracı haline gelir. 20. yüzyılın ilk yarısına “propaganda savaşları” damgasını vurduğu içindir ki

bireylerin “algı” ve “tutum”larını incelemek önemli görülür.

Tutum kavramı, özellikle psikoloji için merkezi bir öneme sahiptir. Ancak tutum kavramının böylesi

merkezi bir konuma yerleşmesinde dönemin kitle iletişim araçları ile iletişim çalışmaları da önemli bir

Page 43: Iletisim kuramlari

39

yere sahiptir. Özellikle de 1950’li yıllara değin yapılan pozitivist araştırma geleneği doğrultusunda iletişim alanında gerçekleştirilen amprik araştırmaların nerdeyse tamamı yöntem olarak tutum ölçme odaklıdır. Günümüzde reklamcılık alanında, imaj çalışmalarında ve propaganda araştırmalarında hala tutum ölçekleri kullanılmaktadır. Dolayısıyla sözkonusu çalışmalar günümüzde yapılan ikna ve tutum çalışmalarının kuramsal ve yöntemsel bilgi birikiminde temel basamağı kurmuştur. Bugünkü reklamcılık alanında güdüleme (motivasyon) araştırmaları olarak adlandırılan çalışmalara da önemli katkıları olmuştur.

Algı ve Tutumlar

Algı, “insanların çevresindeki uyaranların ya da olayların ayrımında olması ve onları yorumlama süreci” ya da “insanın yakınındaki dünyadan etkin bir şekilde malzeme seçimi yapması ve bu malzemeyi anlamlandırması” olarak tanımlanır (Mutlu, 1995). İnsan sahip olduğu beş duyu organı aracılıyla dış dünyadan bilgi edinir. Ancak algılama kavramıyla anlatılmak istenen insanın sadece duyu organları aracılığıyla dış dünyayla kurduğu bağ değildir. Psikolojik ve sosyal olarak, içinde yaşadığı ekonomik, politik ve toplumsal ortamla nasıl bir etkileşime sahip olduğu ve bu özelliği nedeniyle de dış müdahaleler aracılığıyla örneğin propaganda çalışmaları, kontrol edilme çabalarıdır.

İletişim sürecinde etkilenmek istenen bireylerin algılamaları, algının nasıl oluştuğu ve tüm bunlara bağlı olarak bireyi harekete geçiren “motiv”in (güdü) uyarılması, tutumların değişimi ya da pekiştirilmesi ve savunulması gibi konular üzerinde araştırma yapmaya değer bulunan önemli noktalardır. Modern dönemde her türden etkilerle karşı karşıya bulunan toplumdaki insanlarda, yeni bir “değer”in oluşturulması ya da var olanın pekiştirilmesi için ne tür bir iletişim strateji gerektiği; bireyin grup dinamiği içerisindeki etkileşimi ve kendi içsel algılama işlemlerinin bilinmesi önemli görülür. Çünkü bireylerin dış dünyayla ve nesnelerle ilişki kurması ya da bunlara ilişkin sahip olduğu yargılar, davranış şekilleri vb. hep bu nesneleri algılamasıyla başlar. İşte bu aşamada algının, dışsal müdahalelerle örgütlenmesi (motivasyon), bireyin algılama eşiği, algılamaya ilişkin duyum enerjisi gibi pek çok etken, özellikle iletişim alanında çalışanlar için araştırılması ve ölçülmesi gereken konular olarak görülür (İnceoğlu, 2011). Örneğin süt içme alışkanlığı olmayan bir toplumda sütün her yaşta içilmesi gereken bir besin olduğunun halka nasıl anlatılacağı ve süt içme davranışının nasıl benimsetileceği halkın çoğunluğunun algı alanına girecek iletişim stratejisinin bilinmesi ile mümkün olacaktır.

Üç tip algılama türü vardır (İnceoğlu, 2011):

i. Görsel algılama: İnsanlar dış çevreye ilişkin izlenimlerini önemli oranda göz organı aracılığıyla yaparlar. Görsel algılama biyolojik bir süreç olmakla birlikte psikolojik etkenler de etkilidir. İnsanlar renkler, şekiller ve cisimlerden oluşan bir dünya ile çevrelenmiş şekilde yaşarlar. Görsel algılamanın gerçekleşmesi için psikolojik hatta duygusal yönden de görmeye hazır olması gerekir. İnsanlar çevresini kuşatmış halde pek çok renk, cisim ve şekille iç içe yaşar ancak onları algısal anlamda görebilmesi için onlara bakması da gereklidir. Bakmak ile görmek arasında sözü edilen ayrım buradan kaynaklanır.

ii. Duygusal algı: İnsanlar olay ya da nesneleri algılarken aynı zamanda onu sevme ya da sevmeme, hoşlanma ya da hoşlanmama gibi duygusal bazı izlenimlerin etkisine de sahiptirler. Algılama sürecine duygusal tavırlar ve eğilimler de karışmaktadır. Dolayısıyla insanlardaki algılama, evrenin uyarıcı yanı ile bireyin kendi öz bilgi birikimi, yaşam deneyimleri ve duygusal tavırları ile tutumları arasındaki işlevsel ilişkiden kaynaklanmaktadır. Dünya görüşünün ve yaşam tarzlarının birer dışa vurumu olarak simge, sembol, inanç ve ideolojiler yaşam deneyimlerinin derin izlerini taşır.

iii. Seçimleyici algı: Algılama içinde yaşanan dünyanın sübjektif bir görüntüsüdür. Bireyin algılamasında o zamana değin almış olduğu eğitim, toplumsallaştığı sosyal ortamlar ve onların kültür yapısı, inançlar, gelenek ve görenekler hep yönlendirici etkilere sahiptir. Bireysel tavır ve tutumlar gerçekte bireyin kendine özgü yapısının değil; içinde doğup büyüdüğü yapının birer dışavurumudur. İnsanın yüklendiği tüm bu etkenler diğer insanlarla ilişkilerinde ve etkileşiminde önemlidir.

Page 44: Iletisim kuramlari

40

Her insan olayları, nesneleri ve durumları içine doğup büyüdüğü kültürel ortamın ve içinde yer aldığı ilişkilerin etkileşimi doğrultusunda algılar. Bireylerin çevrelerinde olup-bitenleri kendilerine özgü

algılama eğilimleri “seçici algılama” olarak adlandırılır. İnsanların trafiğin akışı içerisinde pek çok araba

modeli olmasına rağmen sevdiği ya da almak istediği modelde arabaları hemen algılaması ve ne kadar

çok oldukları hissine kapılması gibi.

Algılama bilincin ilk öğesidir. Bilinçli yaşam, dış dünyadaki nesnelerin, insanda var olan açık ya da

gizli ön algılara sunulması yani algılanarak ön algılar kitlesine katılması olarak tanımlanır. İnsanların

dünya ile ilişkileri duyular aracılığıyla gerçekleşmekte; “iyi” ya da “kötü” gibi değerlendirmeler hep

duyular aracılığıyla edinilen mesajlarla yapılmaktadır. Dolayısıyla iletişim çalışmaları açısından da algı

ve tutumların bilinmesi önemlidir.

Tutum; bireyin kendine ya da çevresindeki herhangi bir nesne, toplumsal konu ya da olaya yönelik

deneyim, bilgi, duygu ve güdülerine dayanarak örgütlediği zihinsel, duyusal ve davranışsal bir tepkinin

ön eğilimidir. Burada sözkonusu olan toplumsal bir konu, bir birey, bir nesne ya da bireyin yarattığı herhangi bir şey de olabilir. Konumuz açısından önem taşıyan nokta; bireyin sahip olduğu deneyimlerini,

bilgi birikimini, duygularını ve güdülerini nasıl bir örgütlenme içerisinde birbiriyle ilişkilendirdiğidir.

Bireysel olarak konulara, olaylara ya da nesnelere yaklaşırken, bireylerin o güne kadar sahip oldukları

tüm deneyim, bilgi birikimi ve güdülerini harmanlayarak bir değerlendirme işlemi sonucunda dışa vurma

ya da davranışlarına yansıtma tarzıdır. Tutumların üç temel kurucu öğesi vardır ve bu öğeler arasında bir

iç tutarlılık olduğu kabul edilir:

i. Duygusal Öğe: İnsanın içinde yaşadığı çevre ile ilgili bilgi, duyum ve deneyimlerinin sınıflandırılmasıdır. Ayrıca olayların olumlu ve olumsuz gibi değerlendirmeler de duygusal boyutla ilgilidir; duygusal öğeler bireyin değer sistemiyle yakından ilgilidir.

ii. Zihinsel (Bilişsel) Öğe: Bireyin düşünsel işleyiş süreciyle ilgilidir. Düşünsel ve zihinsel işleyişin sistemleştirilmesi ve sınıflandırılmasıyla ilgilidir.

iii. Davranışsal Öğe: Bireyin belli bir uyarıcı grubundaki tutum konusuna karşılık davranış eğilimini yansıtır.

İlk iletişim araştırmalarında uyaran-tepki modelinin etkileri rahatlıkla görülür. Medya mesajlarını

insanların algılama şekilleri, tutum ve davranış değişiklikleri pekçok iletişim araştırmasının temel sorusu

olur.

Sihirli Mermi Medyanın insanlar üzerindeki etkilerine kafa yoran ilk iletişim araştırmaları, medya mesajlarının

insanların tutumlarını istendik yönde etkileme ve yönlendirmede hayli güçlü etkilere sahip olduğu

şeklinde abartılı bir ön kabule sahiptir. Bu yaklaşım medyanın etki gücünden de bir korku duyulması ya

da tedirgin olunması gerektiğine işaret eder.

Günümüzde nasıl ki Internet ve yeni iletişim teknolojileri taşıdıkları riskler açısından tehlikeli

bulunmakta, bazı yasaklama ve sansür girişimleri yapılmakta ise gazete, radyo, sinema ve daha sonraları

televizyon da ilk ortaya çıkıp yaygın kullanıma eriştiklerinde benzer bir kuşkuyla karşılanmıştır. Topluma

özellikle çocuklar ve ergenler üzerinde olumsuz etkileri bazen kötümser bir abartıyla ele alınmıştır.

Medyanın sınırsız derecede etkileme gücünden kuşku duymayan Sihirli Mermi Kuramına göre,

medyanın bu kadar güçlü bir etkileme ve yönlendirme potansiyeline sahip olması, onu tüketenlerin yeni

ekonomik ilişkiler içerisinde, şehir ortamında bir kitle toplumunda yaşamaları ve medya mesajlarının

tüketiminde hayli savunmasız kalmasıyla açıklanır. Batı toplumlarının Fransız ihtilali ve sanayi devrimi

sonrasında yaşadıkları radikal değişimlerin sonucunda sosyal bilimciler yeni kentlilerin ve göçmenlerin

irrasyonel ve medya mesajları karşısında savunmasız kaldıklarına inanmışlardır. Uyaran-tepki

Modelinden hareketle öne sürülen bu görüşler, tıpkı sihirli bir merminin insanlar arasında dolaşarak doğru

hedefi bulması ve etkilemesi gibi tanımlanır. Dolayısıyla yapılan propaganda karşısında da halkın direnç

gösteremeyeceği ve siyasal iktidarlar ya da medya sahipleri tarafından istendik yönde tutum

değişikliğinin rahatlıkla yaptırılabileceği kabul görür. Bu yaklaşımı şekil 2’de görebiliriz.

Page 45: Iletisim kuramlari

41

Şekil 2.2: Kitle İletişimi ve Uyaran-Tepki Modeli

Düz, çizgisel ve tek yönlü bir enformasyon akışını anlatan bu modele göre, uyarıcı bireylerin duyacağı ya da göreceği herhangi bir ses, söz, uzun bir konuşma olabileceği gibi bir şekil, simge ya da sembol

şeklinde bir etkendir. Bireyler bu mesajları algılar, içsel dünyasında değerlendirir ve bu uyarandan

hareketle bir tepki gösterirler. Bu tepkiler süreğenlik (devamlılık) kazanırsa, bundan bir davranış ortaya

çıkar. Dolayısıyla kitle iletişim araçlarının kısa süre içerisinde ve doğrudan etkileme potansiyelinin

varlığı kabul edilir. Propaganda ve ikna çalışmalarında belirli uyarıcıyı tekrarlayarak belirli bir tepki

yaratılabileceği ve bunun da bir davranış olarak pekiştirilebileceği düşünülür. Bu doğrultuda I. Dünya

Savaşı sonrasında egemen olan propaganda yoğun ortamında, insanların siyasi liderlerin uzun

konuşmalarının yanı sıra belirli sembollerle donatılmış afişlerle, el ilanlarıyla “ülke çıkarları” için

savaşmaya olumlu bakmaları sağlanmaya çalışılır. Bireylerin tutumlarında değişiklik yaratılmaya

çalışılarak; bizzat savaşma ya da oğlunu, eşini, kardeşini savaşa mutlu gönderme ve onlar için savaşma,

motivasyonla uğurlama tutumları geliştirilmek istenmiştir.

Uyaran-tepki modelinden hareketle düşünüldüğünde ise propaganda çalışmalarının vazgeçilmezi

olarak politikacıların halk konuşmaları, afişler, ilan ve broşürler birer uyaran olarak alınmakta ve

insanların bu mesajları sorgulamaksızın ya da eleştirel bir duruş sergilemeksizin aynen içselleştirdiği öne

sürülmektedir. Bu yaklaşıma bugünkü koşullar altında bakıldığında ise hayli naif ve toplumları homojen,

düşünme ve sorgulama yetisi olmayan bireylerden oluşan büyük bir küme olarak görme yanılgısı

rahatlıkla görülmektedir. Ancak bu düşünce yapısının da dönemin ekonomik yapı, politik düzen ve

kültürel iklimiyle yakından bağlantılı nedenleri olduğunun altını çizmek gerekir. Söz konusu nedenler

şöyle sıralanabilir:

1. Kitle toplumunda yaşayan insanlar sosyal olarak izole olmuşlardır ve hayli sınırlı bir toplumsal kontrol altındadır; çünkü her biri farklı bir kökene sahiptir ve ortak değerler, normlar ve inançlara sahip değildir.

2. Tıpkı hayvanlar gibi insan varlıkları da doğuştan içinde yaşadıkları dünyada tepki vermelerini sağlayan bir dizi içgüdüye sahiptir.

3. İnsanların yapıp-etmeleri toplumsal bağlar tarafından etkilenmediğinden ve benzer içgüdüler tarafından şekillendirildiğinden bireyler olaylar karşısında benzer şekillerde davranır ve tepki gösterirler.

4. İnsanların kalıtsal özellikleri ve izole olmuş sosyal koşulları, medya mesajlarını benzer/aynı şekilde alma ve yorumlamalarına yol açar.

5. Böylelikle medya mesajları sembolik bir mermi gibi her göze ve kulağa çarpar, düşünceleri ve davranışları doğrudan, anında, aynı tarzda ve hayli güçlü şekilde etkiler.

Sonuç olarak bu görüşler sistemli bir kurama dönüştürülmemiş; ancak 20. yüzyılın başında kitle

iletişim araçlarına ilişkin araştırmacıların kavrayışını yansıtması açısından önemli bulunmuştur.

İlk iletişim araştırmalarının medya etkilerine bakışı nasıldır?

Şermin Tekinalp ve Ruhdan Uzun (2006), İletişim Araştırma ve Kuramları, İstanbul: Beta Yayıncılık.

Page 46: Iletisim kuramlari

42

Sessiz Sinema ve Çocuklar Üzerinde Etkisi 1920’li yıllarda sessiz sinema Amerika Birleşik Devletleri’nde büyük bir ilgiyle karşılanır. Örneğin 1922

yılında her hafta 40 milyon bilet satılırken, 1929 yılına gelindiğinde bu rakam; iki katından fazlasına, 90

milyona ulaşır. Sessiz sinemanın izleyicileri arasında çocuklar da vardır ve 14 yaşın altında 17 milyon

çocuk sinemaya gitmektedir. Sinemaların içeriği ise günümüz filmlerinden farklı değildir; özellikle aşk,

seks ve suç önde gelen temalardandır. Dolayısıyla Amerikalıların yeni tutkusu olan sessiz filmlerin

çocukları nasıl etkileyeceği ya da onların ahlaki değerlerinde nasıl bir değişime yol açacağı daha o

yıllarda kaygıyla karşılanmaya başlar. Eğitimciler, köşe yazarları, din insanları, psikologlar tarafından

gündeme getirilen ve tartışmaya açılan bu konu, özel bir kuruluş olan Payne Fund tarafından

araştırmacılara verilen ekonomik destekle çalışılır. 1929-1932 arasında filmlerin içerikleri, sinema

izleyicilerinin özellikleri ve filmlerin etkilerini konu alan toplam 13 araştırma yapılır. Psikolog ve

sosyologların öncülüğünde yapılan araştırmalarda araştırma sorusuna bağlı olarak birden fazla araştırma

yöntemi kullanılır. Filmlerin içeriklerini analiz için nitel teknikler kullanılırken izleyicilerin özelliklerini

ve sayısını tespit için anket yapılır. Sinema filmlerinin etkilerini ölçmek için de deneysel yöntemlere

başvurulur; bireylerle görüşmeler yapılır, örnek olay çalışmaları ve anket uygulanır. 1920 ile 1930 yılları

arasında gösterime giren 1500 filmin içeriği araştırıldığında on kategoride toplandığı görülür: suç, seks,

aşk, gizem, savaş, çocuklar, tarih, gezi, komedi ve sosyal propaganda.

Araştırma sonuçları sessiz filmlerin çocukların bilgi edinmesi, tutum değişikliği, duygu dünyaları, ruh

sağlıkları ve davranışları üzerinde etkili olduğunu ortaya koyar. Etnik gruplar, ırkçılık ve toplumsal

konularda çocukların fikirlerinin şekillenmesinde filmler önemli bir yere sahiptir. Irkçılık ya da farklı

etnik gruplara ilişkin fikir ve tutumları, filmlerde yer alan kalıp yargıların etkisiyle oluşur. Savaş, aile

hayatı, iş yaşamı, seks, romantizm, dini olgular, kadın ve erkek rolleri, aile-çocuk ilişkileri ile okul hayatı

gibi gündelik yaşama ilişkin pek çok önemli davranış kalıbı ve tutumlarda sessiz filmlerin “rol modeli”

olduğu ve çocuklar ile ergenlerin davranışlarında yönlendirici etkisinin olduğu görülür. Filmler çocuklara

yeni fikirler vermekte, onların tutumlarını ve duygularını etkilemekte, yetişkinlerden farklı ahlaki

değerler göstermelerine neden olmaktadır. Ayrıca sessiz filmleri çok izleyen çocuklarda, sağlık

sorunlarına yol açtığı, uyku bozukluğu ve tedirginliğe yol açtığı tespit edilir. Dışsal dünyanın algılanması

ve gündelik hayatlarının yönetilmesinde, hayalleri ve ideallerinin şekillenmesinde önemli bir aktör olarak

onların hayatlarında yer almaktadır. Payne Fund tarafından desteklenerek hayata geçirilen bu araştırma,

daha sonraki iletişim araştırmaları için hem kuramsal hem de yöntemsel açıdan önemli bir yere sahiptir.

Çünkü medyanın etkilerini uzun vadeli çalışmanın önemi bu araştırmayla ortaya çıkmıştır. Soru formları

yetersiz olmakla ve kontrol grubunun kullanılmayışı yöntemsel eksiklik olarak eleştirilse de bulguların

analizindeki başarısı nedeniyle iletişim araştırmaları tarihinde bu çalışma, önemli bir yere sahiptir

(Lowery and DeFleur, 1995).

“Dünyalar Savaşı” ve New York’ta Panik ABD’nin New York kentindeki CBS radyo kanalında Orson Welles tarafından gerçekleştirilen “Yayında

Mercury Tiyatrosu” adlı programda, 30 Ekim 1938 günü Welles, “Dünyalar Savaşı” adlı bir bilim kurgu

romanından radyoya uyarlanmış bir bölümü okur ve programı şu anonsla başlatır: “Marslılar dünyaya

indi ve Amerika Birleşik Devletleri topraklarını istila ediyor.”

Programı dinlemekte olan milyonlarca Amerikalı, bu anonsu duyar duymaz hemen arabalarına koşar

ya da buldukları ilk araçla bilinçsizce ülkeden kaçmaya yönelir. Pek çok insan da panik halinde sokaklara

dökülmüş; kimileri dua etmekte, kimileri ağlamakta, kimileri de Marslılardan saklanmaya çalışmaktadır.

Panik öyle büyümüştür ki, programın kapanış anonsu; yani “H.G. Wells’in Dünyalar Savaşı adlı

romanından uyarlanan radyo oyununu dinlediniz” cümlesi duyulmamıştır bile. New Yorklular’a bunun

gerçek olmadığını, sadece bir radyo tiyatrosu olduğunu anlatmak pek de kolay olmaz. CBS kanalı bunun

bir radyo oyunu olduğu defalarca anons eder ve halktan özür diler; polis halkı evlerine dönmeye zor ikna

eder. Bir bilim kurgu romanından etkileyici bir tarzda okunan bu anons, binlerce insana gerçek olmayan

bir olayın paniğini yaşatır. Wells’in oyun anonsuyla insanların sokaklara dökülmesi, medyanın insanları

etkileme gücünü kanıtlayan bir örnek olarak kabul görür.

Page 47: Iletisim kuramlari

43

Bu olaydan kısa süre sonra Hadley Cantril adlı araştırmacı, ekibiyle birlikte, olayı gerçek sanarak

paniğe kapılan 135 kişiyle görüşme yapar. Cantril, görüşmelerden hareketle şu sonuçlara ulaşır:

1. Radyo, önemli anonslar için en önemli araç olarak kabul görmektedir.

2. Anonsta adı geçen (4 profesör, kaptanlar, generaller ve iç işleri bakanlığı genel sekreteri) kişiler itibar sahibidirler. Dolayısıyla yorumun etkisi daha güçlü olmuştur.

3. Bütün konuşmacılar kendi alanlarındaki uzmanlıklarına rağmen olay hakkında şaşkındır.

4. Bazı özel olaylar gerçek yer isimleri (örneğin Times Meydanı’nda yangın ya da 23. Yolu kullanmayın gibi) kullanılarak anlatılması olayın gerçek olduğu duygusu uyandırmıştır.

5. Yayın boyunca yüksek bir gerilim bağlamının olması dinleyicilerde gerçeklik hissi yaratmıştır.

Bir uyaran olarak radyo programının “gerçek” gibi algılanması tepkinin bir panik olarak dışa

vurulmasına neden olur. Ancak bu sonuç yine de bazı insanlar paniğe kapılırken diğerlerinin neden

paniğe kapılmadığını açıklamada yetersizdir. Cantril, panik yaşamayanları dört kategoriye ayırır: Birinci

gruptakiler içsel olarak kontrolü iyi yapabilmiş, yayın boyunca bunun bir kurgu olduğunu

düşünmüşlerdir. İkinci gruptakiler dışsal bir kontrol yapmış, farklı görüşlerle kıyaslamış ve bunun bir

oyun olduğunu öğrenerek dışsal bir kontrol yapmıştır. Üçüncü gruptakiler anonsun doğruluğunu farklı

kaynaklarla kıyaslamış, yayının gerçek olmadığı bilgisine ulaşmış ama yine de bunun yerel bir haber

olduğuna inanmaya devam etmiştir. Dördüncü gruptakiler ise bilgiyi kontrol etme yoluna gitmemiş, paniğe kapılarak yayını dinlemeyi de bırakmıştır.

İnsanların böylesi farklı davranmasının değişik sosyolojik ve psikolojik nedenleri vardır. Eğitimli

insanlar yayını farklı yollarda kontrol etmiş ve eleştirel yaklaşabilmiştir. Eğitim seviyesi düştükçe radyo

tiyatrosunun gerçek gibi kabul edilmesi de artmıştır. Daha dindar olanlar, Marslıların dünyayı işgal

etmesini Tanrı’nın bir edimi (işi) olarak düşünmüş ve dünyanın sonuna yaklaşıldığı duygusuna

kapılmıştır. Ayrıca kendini güvende hissetmeyenler, fobisi olanlar, özgüveni düşük insanlar ve kaderci

olanlar daha fazla yayının gerçek olduğuna inanmıştır.

Cantril’in çalışması daha sonraki iletişim araştırmaları için de önemlidir. Çalışma, “Sihirli Mermi”

yaklaşımıyla sembolleşen 20. yüzyılın başındaki medyaya ilişkin güçlü etkiler ön kabulünün değişmesine

de yol açmıştır. Çalışma, daha sonraki kuramsal çalışmalarda “seçici etki” yaklaşımının gelişmesine

neden olur; çünkü bazı insanlar paniğe kapılırken bazıları bu paniğe kapılmamıştır. Dinleyiciler uyarana

farklı tepkiler vermiştir; çünkü farklı demografik ve karakter özelliklerine sahiptirler. Böylelikle sosyal

bilimciler tarafından üzerinde bilimsel çalışma yapmaya değer bulunan medya, insanları etkilemede güçlü

bir araç olduğunu ispatlamasına rağmen; toplumu oluşturan bireylerin hepsinin birbirinin aynı tepkiyi

veren, aynı norm ve değerlere sahip homojen bir topluluk olmadığı da görülür (Lowery and DeFleur,

1995).

II. DÜNYA SAVAŞI SONRASI Yıkıcı II. Dünya Savaşı (1939-1945) her alanda olduğu gibi iletişim araştırmalarını da sekteye uğratır

bilimsel çalışmalarda bir duraklama dönemi yaşanır. II. Dünya Savaşı sonrasında ise ABD’de iletişim

alanındaki araştırmalarda önemli bir artış dikkati çeker. 1940 yılı ABD için önemli bir tarihtir; yeni

politikaların hayata geçirildiği bir dönemin başlangıcıdır. Avrupa’da süren savaşa karışmama kararı terk

edilir, ABD’nin dünyada daha aktif rol alma politikası benimsenir. Roosevelt’in rakipleri çoktur ve

seçimler yoğun siyasal kampanyalarla geçer. Kampanyada radyo yoğun bir şekilde kullanılır.

ABD’nin II. Dünya savaşı sonrası dinamik ve dışa dönük politik ikliminde iletişim araştırmaları

açısından da dinamik ve yeni bir dönemdir. İlk dönemde yapılan CBS’in Radyo Tiyatrosu’nun yarattığı panik ya da sessiz sinemanın çocuklar üzerindeki etkileri medyanın doğrudan, anında ve güçlü etkileri

olduğu varsayımını destekleyen bulgulara sahip değildir. Özellikle 1930’lu yıllarda yapılan iletişim

araştırmalarının birikimine bakıldığında sonuçlar, medyanın sanıldığı kadar dramatik ve sınırsız etkilere

sahip olmadığını gösterir. Kitle iletişim araçlarının insanların tutum ve davranışlarını nasıl etkilediği

konusunda yeni bir perspektife ihtiyaç vardır ve iletişim çalışmalarında yeni açılımlara ihtiyaç duyulur.

Page 48: Iletisim kuramlari

44

İlk dönem araştırmaları ise medyayı ve insanları toplumsal bağlamında soyutlayarak ele alan sınırlı bir

bakışa sahip olmakla eleştirilir. Uyaran-tepki gibi basit bir neden-sonuç ilişkisi içerisinde medya etkilerini

ele almanın yanlış olduğu ve bu tür araştırmalarda kullanılan araştırma yöntem ve tekniklerinin yetersiz

olduğu öne sürülür. İletişim sürecinin nasıl işlediğini anlama ve yeni model geliştirme çabaları devam

eder.

İletişim sürecini anlamaya çalışanlar sadece sosyal bilimciler değildir. Politikacılar, Amerikan ordusu

ve sermaye sahipleri de II. Dünya Savaşı sonrasında sayısı artan günlük gazeteler ve radyo istasyonlarını

daha yakından tanımak üzere konuya ilgi gösterirler. Kimi zaman doğrudan kullanmak ve kimi zaman da

karşı strateji geliştirmek amacıyla propaganda ve iknanın nasıl çalıştığı, politikacılar ve sermayedarlar

tarafından sahip olunmak istenen bilgilerin başındadır. Bu ilgi nedeniyle de tüketici davranışları,

seçmenlerin oy kullanmada siyasal parti tercihleri ya da medya programlarının tüketimi konusundaki

araştırmalar ivme kazanır. Bu çalışmalar çoğunlukla ordu, hükümetler ya da özel şirketler tarafından

finanse edilir. Sosyal psikolog Carl Hovland ve Paul Lazarsfeld bu bağlamda araştırma yaparlar.

Askerlerle yapılan deneysel çalışmalar ve seçmenlerin oy verme davranışı konusundaki araştırmalar,

iletişim çalışmalarında ilk dönemin devamı gibi görünse de gerçekte iletişim çalışmaları açısından bir

kopuştur. 1940’lardan sonra özellikle Lazarsfeld’in öncü çalışmasının da katkılarıyla kitle iletişim

araçlarında “etki” konusu, istatistiktik biliminden de yararlanarak, bireylerin içinde bulunduğu toplumsal

koşulları da göz ardı etmeyerek ve daha fazla değişkeni içeren yöntemlerle irdelenmeye başlanır. Önce II.

Dünya Savaşı sonrasında iletişim sürecini açıklamaya çalışan model ve araştırmalara ardından da ikna ve

propaganda çalışmalarına bakalım.

Harold Lasswell ve İletişim Zinciri Modeli Harold Lasswell, “Lasswell formülü” ya da “iletişim zinciri” olarak adlandırılan modelini 1948 yılında

geliştirir. Lasswell modelinde iletişim sürecinin öğelerini şöyle belirtir: “Kim, neyi, hangi kanalla, kime

ve hangi etkiyle” söyler. Lasswell’e göre ister yüz-yüze isterse de dolaylı olsun her iletişim eylemi bu

formüldeki öğelerin tümünü ya da bir kısmını kaçınılmaz bir şekilde içerir. Siyasetbilimci olan

Lasswell’in modeli, 1936 yılında siyaset biliminin temel sorusu olarak öne sürdüğü “Kim, neyi, ne zaman

ve nasıl elde eder” formülünün iletişim alanına uyarlanmasıdır.

Şekil 2.3: Lasswell’in İletişim Zinciri

Modelde vurgu alan nokta, her iletişim ediminde kaçınılmaz olarak bir “etki”nin olduğudur. İnsanlar

iletişim sarmalı içerisinde yaşamlarını sürdürürken, muhtelif tarzlarda güdülenirler (motive edilirler) ve

etkiye maruz kalırlar. Ona göre, medya teknolojileri çağında iletişimin toplumsal düzenin sağlaması ve

kaynak ile aracı arasında etkili iletişim kurulmasında hayati bir işlevi vardır. Toplumsal uyum ve

uzlaşının korunmasında iletişim zinciri, gerek hayvanlar âleminde gerekse de insana özgü herhangi bir

toplumsal yapılanmada üç önemli işlevi yerine getirir:

1. Çevreye egemen olmak: Ulus-devletler özel olarak egemenlik kurmakla ilgilenir; diplomatlar, askerler, casuslar gibi pek çok meslek grubundan insan bu işle görevlendirilir.

2. Çevreyle etkileşimde verilen tepkinin bir parçası olarak topluma ilgi: Politikacılar, basın danışmanları ya da gazeteciler gibi uzman kişiler kitle iletişim araçları aracılığıyla halkla iletişim kurarlar.

3. Toplumsal tarihi bir nesilden bir başka nesile aktarmak: Bu ise diğer kişilerin yanı sıra eğitim kurumlarındaki öğretmenler ile üniversitelerdeki akademisyenlerin görevidir.

Lasswell modelinde, mesajın çok kültürlü bir toplumda farklı kültürlere sahip izleyiciler ile dolaşıma

girdiğini belirtir. Mesaj tek bir kanaldan değil, farklı kanallardan izleyiciye ulaşır. Bununla birlikte

model; geri bildirim içermeyen tek yönlü, düz ve çizgisel bir modeldir. Ona göre alıcılar pasif

Page 49: Iletisim kuramlari

45

konumdadır. Lasswell’in ortaya koyduğu iletişim araştırmalarında izleyicilerin pasif olduğu savı

1970’lere kadar devam eden bir yargı olur. Lasswell’in iletişime bakışı bir ikna sürecidir. Lasswell’e göre

etki izleyicide iletişim sürecinde öğeler tarafından oluşturulan gözlenebilir ve ölçülebilir değişim

yaratmadır. İletişim zincirindeki öğelerden bir tanesinde yapılacak bir değişim etkide de değişiklik

olmasına yol açar (Erdoğan ve Alemdar, 2002).

Lasswell, iletişim araştırmalarında önemli bir yere sahiptir. 1940’lı ve 50’li yılların propaganda

çalışmalarında Lasswell’in formülü kullanılır. Fransa’da da 1960’lara kadar sorgulanmadan kabul gören

bir model olur. Daha sonra ki iletişim araştırmalarında ise formülün parçalanarak, her bir soru tek başına

ele alınarak iletişim sürecinin bir boyutunu analiz etmeye yönelik araştırmalar yapılır. Bu modelde “Kim”

araştırma alanı olarak “Kontrol Analizi”ne karşılık gelir. “Ne söylendiği” mesajın içeriğidir ve daha

sonraları “içerik analizi” olarak araştırmalar yapılır. “Hangi kanal” ile söylendiği ise medya

kuruluşlarının çalışıldığı “medya analizi”dir. “Hangi etki” ile ise “etki araştırması”dır.

Shannon ve Weaver’ın Matematiksel Modeli Claude Elwood Shannon ve Warren Weaver “İletişimin Matematiksel Teorisi” (1948) adlı makalelerinde

iletişim sürecine teknik bir bakışla yeni bir model geliştirirler. Bilgi (Enformasyon) Teorisi’ni temel alan

bu model, kaynaktan hedefe mesajın taşınması esnasında herhangi bir nedenle veri kaybı olmaması;

dolayısıyla yüzde yüzlük bir mesaj aktarımının imkanlarını araştırır. Hayli teknik bir bakışa sahip olan bu

model, makineler arasında veri akışını insan iletişimine uyarlama amacı taşır.

Bu modelde gürültü kaynağı yani iletişim sürecini bozan her çeşit faktör vurgu alır. İletişim ne söyleneceğini seçen bir kaynak tarafından başlatılır, sinyal formunda taşıyabilen ve dönüştürebilen bir

oluktan/kanaldan iletilir ve teknik cihaz olan alıcı tarafından hedefe ulaştırılır. Sinyal gürültüden

etkilenerek azalmış ya da bozulmuş olabilir. Gönderilen mesaj ile alınan mesaj farklılaşabilir. Kaynak

tarafında üretilen ve hedefe ulaşan mesaj aynı anlamı taşımıyor olabilir ve bu veri kaybı da iletişimde

aksamalara yol açabilir. Shannon ve Weaver’ın yapmaya çalıştıkları da kaynak ile hedef arasındaki veri

kaybını önleme ve başarılı iletişimi sağlamadır. Dönemin teknik alt yapı sorunları düşünüldüğünde bu

anlamlı bir çaba olarak yorumlanabilir.

Matematiksel model daha sonraki iletişim araştırmalarında, daha çok bireyler arası iletişimde

kullanılmıştır. Her ne kadar doğrudan kitle iletişiminin içeriğiyle ilgili gibi görünmese de gerçekte ana

akım iletişim çalışmalarında insan iletişiminin nasıl işlediğinin açıklamasında bir model olarak uzun süre

kullanılır. Daha sonraki iletişim modellerinin düz, doğrusal tek yönlü bir çizgide kurulmasında ve

bireylerin davranışlarındaki değişikliği ölçmeyi amaçlayan “etki” odaklı bir çalışma geleneğinin

oluşmasında da hayli etkili olmuştur (McQuail, 2003).

Şekil 2.4: Shannon ve Weaver’ın Matematiksel Modeli

Wilbur Schramm ve İletişim Modelleri Wilbur Lang Schramm, iletişim sürecini anlatan modelinde (1954) üç temel bileşene veya öğeye ihtiyaç

olduğunu belirtir. Bunlar “kaynak”, “mesaj (ileti)” ve “hedef (alıcı)” şeklinde sıralanır. Schramm

modelini geliştirirken M.Ö. 300 yılında sözlü iletişim konusunda kafa yoran Aristo’nun görüşlerinden

etkilenir. Aristo, retorik (rhetoric) de üç bileşen olduğunu söyler: Konuşmayı yapan “konuşmacı”, “konu”

ve hedeflenen “dinleyici”dir. Aristo’nun modelinde dinleyici çok önemli bir yere sahiptir; çünkü etkili bir

Page 50: Iletisim kuramlari

46

iletişimin gerçekleşip-gerçekleşmemesi tamamen ona bağlıdır. Eğer alıcı veya dinleyici de gerekli etki ya da ikna gerçekleştirilemediyse iletişim başarılı değildir.

Şekil 2.5: Wilbur Schramm’ın İletişim Modeli

Schramm’a göre her sağlıklı iletişimin işleyişi şöyledir: Kaynak tarafından mesaj kodlanır (anlamlı iletilere dönüştürür), hedefe belirli kanallar kullanılarak iletilir. Hedef (alıcı) ise aldığı mesajları kod açımına uğratır (anlamlandırır ve yorumlar).

Schramm’ın Aristo’yu takip eden modeli aynı zamanda Shannon ve Weaver’ın matemetiksel modelinin de takipçisidir. Shannon ve Weaver’ın modelini teknik boyutundan çıkararak bireylerarası iletişimi daha iyi anlatabilmek için geliştirilmiş bir modeldir. Dolayısıyla Schramm, sosyolojik bir bakışla iletişim sürecinde olumlu ve sağlıklı bir etkileşimin olabilmesi için kaynak ile hedef arasında bazı ortak şeylerin olma zorunluluğuna dikkat çeker. Örneğin, kaynak ile hedef arasında ortak bir dil, benzer deneyimler ve kültürel birikim varsa bir iletişim gerçekleşir. Eğer kaynak ile hedefin referans çerçevelerinde ortaklık yoksa ya da çok az bir benzeşme varsa bir paylaşım sürecinin yaşanması; kaynak ile hedef arasında bir anlaşmanın gerçekleşmesi çok güçtür. Dolayısıyla iletişimin sağlıklı ilerlemesi için hedef ya da alıcı daha fazla öneme sahip değildir; iletişime geçen tarafların ortak yönlerinin olması daha önemlidir. Schramm’ın modelinde dikkat çeken bir başka nokta hem alıcı hem de hedefin aynı süreç içerisinde hem kodlayıcı hem de alıcı olmasıdır. Dolayısıyla bireylerin “yorumlama” süreci önemlidir.

Scrahramm’ın görüşleri bireylerarası iletişimin yanısıra kitle iletişim araçlarının işleyişini de anlatır. Schramm, iletişim araçları ya da medyanın bireylere doğrudan etki etmediğini, öncelikle bireylerin içinde bulundukları grupları etkilediği ve medya mesajlarının grup dinamiği içerisinden süzülerek bireylere nüfuz ettiğini söyler. Kitle iletişiminin etkisi, doğrudan bireylere değil gruplardan bireylere ulaşan bir yansıma şeklindedir (Şekil 6).

Şekil 2.6: Wilbur Schramm’ın Kitle İletişim Modeli

Modele göre medya kuruluşlarına her gün binlerce olay ve gelişmenin bilgisi ulaşır. Medya profeyonelleri, tüm bu bilgileri okur ve tartışırlar. Kendi içlerindeki bu değerlendirme işlemi sonrasında, hangi haber ve bilgilerin halka duyurulacağı hangilerinin ise eleneceğine karar verirler. Bu seçme ve eleme işlemi sonucunda önemli gördükleri olaylara ilişkin yeni metinler yazar yani günün/haftanın haberlerini yaparlar. Mesleki normları gereği önemli görmediklerini ise hiç gündeme almazlar. Böylelikle medya örgütü aslında dış dünyada olan-bitene ilişkin bilgi ve haber verirken “kodlayıcı, yorumlayıcı ve

Page 51: Iletisim kuramlari

47

kod açıcı” olmak üzere üç farklı işlevi yerine getirir. Hangilerinden halkın haberdar olması gerektiğini;

yani bilgiyi seçen, nasıl verileceğine karar veren, yorumlayan ve iletişim aracının teknik özelliklerine

göre bilgiyi yazarak ya da okuyarak, yeniden kodlayarak duyurumunu ya da yayınlama işini de yaparlar.

Schramm’a göre bireyler kitle toplumunda yalnız yaşamamakta, aidiyet bağları kurdukları muhtelif

gruplar içerisinde sosyal yaşamlarını sürdürmektedir. Aile gibi birincil gruplar ile dernek, vakıf vb. ikincil

gruplara medyadan alınan mesajlar iletilmekte ve burada ayrı bir yorumlama süreci yaşanmakta, ardından

da medyaya dolaylı da olsa tekrar bir geri bildirim yapılmaktadır. Tıpkı iletişim kuruluşları gibi toplumda

medyadan aldığı bilgileri kod açımlama (alınan bilgileri anlama), ardından bir değerlendirme ya da

yorumlama sürecine tabi tutma ve daha sonra da bu yorumlarını dışa vurma süreci yaşanır. Dolayısıyla

Schramm’a göre toplum ile kitle ileşim araçları arasında gerçekleşen iletişim etkileşime dayalı bir

süreçtir.

PROPAGANDA KAVRAMI VE PROPAGANDA ÇALIŞMALARI Yirminci yüzyılın başlarında kamuoyu, siyaset biliminin temel çalışma konusu iken I. Dünya Savaşı yıllarında sıcak savaşın yanı sıra psikolojik savaşın da aktif uygulanması ve iletişim araçlarının artışıyla

propaganda çalışmaları artış gösterir. Gazetenin yanı sıra toplumu etkilemek için sinema, radyo ve

televizyonun da icadıyla fikir aşılama (telkin, beyin yıkama, ideoloji aşılama) süreçleri olağanüstü bir

önem kazanır. İletişim araçlarının desteğiyle milyonlarca insanın dikkati tek bir noktaya çekilebilmekte,

savunulan bir görüş için milyonların desteği sağlanabilmektedir. Dolayısıyla toplumsal çatışmaların

özünü kavrayabilme, propagandacıları tanıma, onların tekniklerini anlayabilme ve değerlendirme,

davranışlarının ardındaki gerçek güdüleri saptayabilme, mesajları çağdaş toplumun ihtiyaçları ve kişsel

çıkarlar açısından irdelemek için bir demokrasideki siyasal süreçlerde propagandanın yerini anlama

önemli ve gereklidir (Bektaş, 2000).

İletişim Sözlüğü’nde (1995) propaganda “Örgütlü inandırma etkinliği; çeşitli inandırıcı araçlarla

fikirlerin ve değerlerin yayılması” olarak tanımlanır. Belli çıkarları olan bireylerin ya da grupların,

başkalarının kanılarını ve davranışlarını etkileme amacıyla önceden tasarlanmış, ikna ve telkin

tekniklerini kullanarak yaptıkları eylem/ler propaganda olarak değerlendirilir. Propagandanın temel işlevi,

insan davranışlarını belirli bir fikir etrafında güdüleme ve yönlendirmedir.

Uzun bir tarihe sahip olan propaganda, başlangıçta herhangi bir fikir ya da ideolojiyi yayma amaçlı

kullanılır. Daha sonraları fikirlerin bizatihi kendilerini anlatmada kullanılırken, güncel anlamı fikirleri

yaymada kullanılan teknikleri ifade eder. Propaganda günümüzdeki önemini yöneticilerin, kitlelerin

gönüllü desteğini kazanma ihtiyacından alır. Fransız ihtilalinden sonra genel olaya ya da halkın genel

kanaatine olan inancın artması, yönetilenlerin de siyasal bilincinin artması da yönetenlerin kamuoyunun

sürekli desteğini sağlamaya yöneltir (Tekinalp ve Uzun, 2006).

Ortaçağdan günümüze uzanan tarihi serüveninde propagandayı planlamada strateji ve taktikler

önemlidir. Propaganda stratejisi amaca uygun olarak planlanır. Strateji, kısa vadeli ve güncel gelişmeleri

kullanabileceği gibi uzun vadeli olarak da planlanabilir. Propaganda stratejisi bir tarafın (bir ülke, siyasi

parti ya da bir çıkar grubu olabilir) görünümünü (imajını) olumlu gösterme amacı taşır. Bu nedenle de

kendi tarafı olumlu değerler ve sembollerle anlatılırken diğerleri olumsuzlanır. Kamuoyu önünde diğer

taraflar kötülenir. Siyasi partinin temel simgelerini topluma kabul ettime en önemli propaganda

stratejisidir. İnsanların gönüllü olarak parti rozetini takmaları veya parti liderinin kongre veya açık hava

konuşmasında parti mensuplarının duygu yoğunluğuyla gözyaşı dökmesi propagandanın başarısıdır.

Propagandanın Tarihçesi

Propaganda kavramı ilk kez 1622 yılında Roma Katolik Kilisesi tarafından oluşturulan İtikatı Yayma

Cemaati tarafından kullanılır. Bu dönem aslında Protestan kilisesinin ortaya çıkmasıyla sonuçlanan dinsel

devrim dönemidir ve bu cemaat Roma Katolik Kilisesi’nin karşı-devriminin bir parçasıdır. Bu tarihten

çok önceleri, Antik Yunan ve Roma’da da propaganda etkinlikleri vardır. Özgür bireylerin giyim-kuşam

tarzları, bedenlerini temiz ve sağlıklı tutmada özenleri, şiir ve felsefe gibi uğraşları, özgür Aristokrat

Page 52: Iletisim kuramlari

48

sınıfının farklılığını ve ayrıcalıklı konumunu ve bu konumun meşruluğunu kendilerine ve diğer sınıflara anlatma amacı taşır.

Roma’da lejyonların Galya’ya ya da illirya’ya isyanları bastırmak için giderlerken törenlerle uğurlanmaları ve aynı lejyonların Roma’ya dönüşlerinde zafer alaylarıyla karşılanmaları da günümüzün propaganda sözcüğü ile açıklanması da aynı amaca; yani egemenlerin iktidarlarını elde tutmalarına ve bu iktidarı halka göstermelerine hizmet eder.

Roma İmparatorluğu’nun mirasçısı olan Roma Katolik Kilisesi de tarihte ilk kez eylemini propaganda olarak adlandırır. Kilisenin ayinlerde cemaate kutsal metinleri öğretirken heyecanı artırmak için müzikten yararlanması da bir propaganda tekniğinin kullanılmasıdır. Ayin sırasında iletişimin yalnızca sözlerle değil, inanan insanların aynı yerde birbirleriyle karşılaşması, dekor ve ayinlerin biçimsel özellikleriyle ibadet eden insanların ruh hali ve gözyaşlarının dökülmesi hep birer propagandadır. Böylelikle Ortaçağ’da zümreler arasında mesafenin sıkı sıkıya korunduğu bir ortamda insanlar gündelik hayatta aldatıcı ve geçici de olsa eşitlik hissini yaşar (Bektaş, 2000).

Propaganda kavramı 18. yüzyılda genel kullanıma girene kadar kilise tarafından kullanılır. Fransız İhtilali’nin ardından siyasal propaganda başlar. İlk propaganda konuşmaları ve ilk propaganda görevlileri Fransız İhtilali döneminde ortaya çıkar. İlk propaganda savaşları da yine aynı dönemde özgürlük, eşitlik ve kardeşlik kavramlarıyla sembolleşen burjuvazi öncülüğündeki topluluklar ile aristokratlar ile dayanışma içerisindeki din adamları arasında yaşanır.

Birinci Dünya Savaşı dönemi propaganda tekniklerinin o zamana kadar ki en gelişkin şekilde kullanıldığı yıllara karşılık gelir. Savaşan ülkelerin yaralı ve sargılı askerleri mitinglerde konuşturulmuş, ABD’deki sinemalarda dört dakikalık insanlar tarafından yapılan konuşmalarda “düşman” ilan edilen ülkelerin uydurma şiddet öyküleri anlatılmıştır. Bu konuşmalar sonucunda, müttefik ülkelerde “düşman” ilan edilen, Almanya’ya karşı kin ve nefret duygularının uyandırılmasında başarılı da olunmuştur. Böylece propaganda konusu araştırmacıların ilgisini çeken bir alan haline gelmiş ve aynı zamanda bu alandaki gelişmelerden kuşku duyulmaya da başlanmıştır.

Propaganda eğitimi ve tekniklerinin geliştirilmesi II. Dünya Savaşı öncesinde hız kazanır. ABD’de bir “Propaganda Analiz Enstitüsü” kurulur ve ikna edici iletişim konusunda çalışan araştırmacılar danışmanlık görevlerini üstlenir. Almanya’da da Adolf Hitler ve propaganda bakanı Dr. Joseph Goebels, Nazi propagandası konusunda önemli başarılar elde ederler.

Propagandanın böylesi önem kazanmasında kitle iletişim araçlarının icadının ve yaygın kullanımın payı da büyüktür. II. Dünya Savaşı ilan edildiğinde, Fransa’da 5 milyon radyo alıcısına karşılık, Almanya’da kayıtlı 9.5 milyon radyo alıcısı vardır. Goebbels, en iyi Nazi militanlarını radyolarının ses ayarını yükseltmeye ve propaganda yayınları yapılırken simgesel anlamıyla “pencerelerini açık bırakmaya” teşvik etmiştir (Jeanneney, 2009). Böylelikle hopörlerlerden yapılan yayınlar ya da propagandalar evlerin içlerine kadar ulaşabilmiştir.

Sinemada iki büyük savaş arası dönemde ve özellikle 1945 sonrasında Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyetler arasındaki rekabette “ideolojik bir araç” rolü üstlenmiştir. Böylece yalnızca toplumdaki ya da ülkenin kendi içindeki gelişmeleri değil, uluslararası gelişmeleri de yönlendirme araçlarında biri olarak kabul görmüştür.

Propaganda Strateji ve Teknikleri

Strateji ve taktik, propagandanın tekniğini oluşturur. Propaganda stratejisi, propagandanın amaçları doğrultusunda belirlenir. Örneğin bir siyasi parti kampanyasında temel strateji, diğer partiler olumsuzlanırken ilgili partinin olumlu bir görünümü (imajını) yaratmadır. Bu amaçla da diğer partilerin kamuoyu önündeki görünümleri olabildiğince kötülenir. Propaganda planlamasında, siyasi parti programı ile propaganda stratejisinin uyumlu olması gerekir. Stratejiyi oluşturacak ilkeler çoğunlukla parti programından alınır. Partinin temel siyasi sembolleri ve simgelerini halka kabul ettirmek temel bir propaganda stratejisidir.

Page 53: Iletisim kuramlari

49

Genel strateji çerçevesinde güncel propaganda taktikleri belirlenir. Parti liderlerinin karizması

yaratılır. Çevrelerinde olumlu bir efsane oluşturulur. Propaganda da kullanılacak simgeler, sloganlar,

kalıplaşmış tutumlar saptanır. Alay, gülmece veya karşı parti yöneticilerini gülünç gösterecek olaylar

birer “silah” olarak kullanılır. Karşı propaganda kaynakları hakkında güvensizlik yaygınlaştırılır. Bununla

birlikte, karşı tarafın ne denli eleştirileceği önemli bir taktik sorun ve dozu iyi ayarlanması gereken bir

tekniktir. Kendilerini haklı, diğer tarafı haksız gösterme yaygın kullanılan bir taktiktir. İktidar partisi

büyümeden, ilerlemeden ve ülkede artan refah gibi başarılı yönlerden söz ederken muhalefet partileri

pahalılık, sosyal politikalarda azalma, işsizlik gibi sorunlu ve başarısızlık içeren noktalara vurgu yapar.

Başbakan ile muhalefet partisi liderlerinin, ülkenin geleceğini planlamaktansa karşılıklı eleştiri geliştirmeleri birer propaganda stratejisidir. Ayrıca, iş dünyası, kültür-sanat gibi alanların ünlü isimlerinin

parti yönünde tavırlarını açıklamaları; uzmanların partiyi savunan konuşmaları etkili taktiklerdir.

Propaganda kaynağının güvenilir olması etkiyi artırır.

Uzun vadeli propaganda da bilimsel yayınlar, kitaplar, dergiler, milli eğitim müfredatı etkili olur.

Partiye taraftar geniş bir kitle yaratılmaya çalışılır. Kısa vadeli propaganda da ise en çok kitleye en kısa

sürede ulaşılmaya çalışılır. Bunun içinde radyo, televizyon, gazete, telefon ve sosyal medya temel iletişim

araçlarıdır.

En çok yararlanılan yedi propaganda tekniği ise şöyle açıklanabilir:

• Ad takma: Bir düşünce ya da gruba kötü nitelendirici bir isim takma olarak da bilinir. Böylelikle söz konusu düşünce ya da grup hiç dinlenmeksizin reddedilir. Reklamcılık alanında rakip firmanın adı telaffuz edilmek istenmediği için pek kullanılan bir yöntem değildir. Ad takma daha çok siyasal kampanyalarda görülür. Örneğin bir taraf için “özgürlük savaşçısı” olan bir grup bir başka taraf için “asiler” ya da “direnişçiler” şeklinde nitelenebilir.

• Gösterişli genelleme: Bir şeyi etkin bir sözcükle “iyi” kabul edilen bir deyimle ilişkilendirmek demektir. Böylelikle söz konusu şeyi kanıtları gözden geçirmeksizin kabullendirme amacı taşır. Reklamcılık alanında yoğun olarak kullanılır. Örneğin “Kola hayat katar” gibi bir ifade bu şekilde yorumlanabilir.

• Transfer: Bir şeyi saygı duyulan ya da olumlu kabul edilen sembol, simge ya da sözcük gibi bir başka şeye transfer ederek anlatma anlamına gelir. Transfer tekniği çağrışım yoluyla işler. Transfer bazen iki insanın birlikte fotoğraf çetirmesi yoluyla da işler; ünlü bir kişiyle bir resim, film, beste aracılığıyla geniş kitlelere ulaşılabilir ve olumlu çağrışımlar yoluyla propaganda başarıya ulaşabilir.

• Tanıklık: Toplumda itibarlı kişilerin desteğini kullanmadır. Tanıklık hem reklamcılık hem de siyasi kampanyalarda sıklıkla kullanılan bir tekniktir.

• Halktan biri: İzleyicilerle aynı gruptan olan bir bireyin ortalama insanlara yakınlığını ve benzer özelliklerini vurgulamak şeklinde tanımlanır. Özellikle siyasi kampanyalarda parti liderinin toplumu yeterince tanıdığını anlatmak için yararlanılır.

• Kağıt derme: Bir düşünce ya da tezin doğruluğunu anlatmak için onu destekleyen görüş ve uygulamalara yer verme şeklinde açıklanabilir. Örneğin bir kitabın tanıtımını yaparken o esere ait eleştirmenlerin söylediği sadece olumlu şeylerden söz etme ve olumsuz eleştirileri hiç kullanmama ya da daha az kullanma bu yönde bir propaganda tekniğidir.

• Herkes yapıyor: Evrensel destek temasının desteklenmesi anlamına gelir. Örneğin savaş zamanlarında bütün ülkelerde insanların fedakarlık yaptığı ve devlete destek verdiğinin altının çizilmesi bu tür bir propagandadır. “Herkes bu ürünü alıyor, sen de al” demek de aynı teknik içine girer.

Bugünlede medyada karşılaştığınız mesajları düşünerek bunlarda hangi propaganda tekniklerinin kullanıldığını anlamaya çalışın. Örneğin sizce reklamlarda hangi teknikler uygulanıyor?

Page 54: Iletisim kuramlari

50

İki Aşamalı Akış Amerika Birleşik Devletleri’ne Almanya’dan göç eden Paul Lazarsfeld, Viyana’da matematik dalında

doktora eğitimi almış dolayısıyla iyi istatistik bilen bir araştırmacıdır. Lazarsfeld Viyana çevrelerinin

kuramsal tartışma geleneğinin aksine kurgusal teorik bir tartışmanın yerine bilgi toplamaya ve

davranışların çözümlenmesine öncelik verir. Ona göre bilimsel etkinlik, bilgi edinme olasılıklarının

hesaplanması değil, deney gerçeklerini düzenlemeye dayanmalıdır. Her soru kavramlarla

biçimlendirilebilir, bunlar sınıflandırma dizgeleridir, her kavram da matematiksel göstergelere çevrilerek

kodlanabilir. Sonuçlar çok boyutlu ve yalnızca olasılık düzeyindedir (Maigret, 2011). Böylelikle deneysel

araştırma geleneğinin öncü çalışmaları Avrupa’dan Amerika’ya göç eden araştırmacı Paul Lazarsfeld ve

ekibinin tarafından hayata geçirilir. “İnsanların Seçimi (The People’s Choice)” adlı çalışması (1944), 20.

yüzyıl sosyal bilim çalışmaları içerisinde o zaman değin yapılmış en yaratıcı araştırma tasarımı olarak

kabul edilir. Bu yöntem daha sonraki kamuoyu yoklamaları, pazar ve tüketici araştırmalarına temel

oluşturur.

Lazarsfeld’in yaptığı araştırmalar sonucunda, medyanın seçim kampanyalarının insanların oy verme

davranışı üzerinde doğrudan etkisinin olmadığı ve aynı şekilde seçmenlerin edilgen şekilde tesadüfi

olarak oy kullanmadığını gösterir. Seçmenlerin siyasi parti tercihi ve oy kullanma davranışının üç

değişkenden hareketle açıklanabileceği görülür: Sınıf, coğrafi aidiyet ve din. Araştırmada dernekler ya da

kiliseye üyelik, önceki politik tercihler, ikamet edilen mahalle ya da bölge, aile ve arkadaş gruplarına

ilişkin yöneltilen sorular doğrultusunda ulaşılan demografik ve sosyo-ekonomik göstergeler

doğrultusunda politik kararlar analiz edilir. Çalışmaların önemli bir sonucu olarak bireylerin içinde

bulunduğu sosyal ağların kent yaşamında da devam ettiği dolayısıyla iletişim araştırmalarında ihmal

edilmemesi gereken bir boyut olduğudur. Her ne kadar geleneksel toplumlarda olduğu gibi güçlü olmasa

da yüz yüze iletişimin ya da bireyler arasındaki etkileşimin önemini koruduğu görülür. Aile, yakın dost ve

arkadaşlar arasındaki konuşma ve tartışmalar politik tercihleri belirlemektedir. Özellikle kararsızlar

seçimlerde oy verme tercihlerini aile ve arkadaş grupları arasındaki konuşmalarda hatta onların baskıları

sonucunda netleştiğini belirtirler.

Lazarsfeld ve ekibi, medya mesajlarının kendi başlarına etkili olmadıklarını, kanı önderi ya da

kamuoyu lideri olarak adlandırılan insanların diğer insanların moda, oy kullanma gibi konularda etkileme

gücüne sahip olduklarını belirtir. Onlara göre medyadan seçmenlere/izler kitleye doğrudan ulaşan bir

mesaj akışı değil; medyadan kanı (kanaat) önderlerine ulaşan ve onlardan da kendi süzgeçlerinden

geçirilmiş olarak grubun diğer üyelerine aktarılan bir mesaj akışı vardır. Bu nedenle kuramlarına “İki

Aşamalı Akış” adı verilmiştir.

Kamuoyu liderleri ya da kanı (kanaat) önderleri denilen kişiler, ortalama insanlara göre medyayı ve

siyasal gelişmeleri daha çok takip eden, halk arasında eğitimi ve yaşam deneyimi fazla olan, kuvvetli

öngörüye sahip, saygınlığı olan kişilerdir. Bunlar her zaman yüksek eğitim, zengin olmak gibi özelliklere

sahip olmayabilirler. Ancak bu kişiler medyadan aldıkları bilgileri kendi bilgi, deneyim ve görüşleri

doğrultusunda değerlendirip kendi yorumlarını da katarak çevrelerindeki insanlara aktarırlar. İki Aşamalı

Akış Kuramı’na göre medya, tutum ve davranışları yönlendirmede yalnız başına etkili değildir; kanı

önderlerinin yönlendirmeleri bu etkide daha üstün gelmektedir. İnsanlara ne yapmaları ya da nasıl

davranmaları gerektiğini medyadan ziyade kendi cemaat ya da grup içinde saygınlığı olan kişiler telkin

etmekte ve bu kişilerin etkisi medyadan daha fazla olmaktadır (Baran ve Davis, 2003).

Örneğin özellikle seçim dönemlerinde cemaat ya da grup içi bağların kuvvetli olduğu ortamlarda

insanlar, belirli kanı önderlerinin telkinleri doğrultusunda oy verebilmektedir. Kanı önderleri; din

adamları, öğretmenler, muhtarlar, köyün en yaşlısı gibi eğitim, bilgi ya da yaşam deneyimine sahip

insanlardan oluşmaktadır. Böylelikle ilk kez olmasa da Lazarfeld’in çalışmasıyla birincil gruplar, yeniden

iletişim çalışmalarının ilgi alanına girer.

Gerçekleştirilen araştırma sonucunda Lazarsfeld ve ekibi medya etkileri konusunda üç farklı ve

önemli etki tespiti yapar:

i. Aktifleme: Siyasal kampanyalar insanların var olan yönelimlerini aktifler. Çünkü insanlar zaten medyadan kendi yönelimlerine uygun olan içerikleri seçerler ve bu onlar için etkili tartışmaları

Page 55: Iletisim kuramlari

51

takip ederler. Bu içerikler insanların toplumsal konumlarından kaynaklanan tercihlerini gerçekleştirmeleri için teşvik eder; bu aktifleme durumu doğrudan bireylerin davranışlarına yansır. Örneğin seçim günü geldiğinde zaten beğendiği siyasi parti liderine oyunu verir.

ii. Güçlendirme: Lazarsfeld’in araştırmasında daha seçim için siyasal kampanyalar ya da propaganda çalışmaları başlamadan önce seçmenlerin yarısından çoğu bilinçli şekilde kime oy vereceğinin kararını almış durumdadır. Bu tür seçmenler için propagandanın anlamı farklıdır. Kampanyayı tasarlayanlar için de bu nokta önemlidir; kararlı seçmenler kendi adaylarının propagandasını seçerek takip etmekte; çünkü onlar da aslında doğru yerde olduklarından ve doğru siyasetçiye oy verdiklerinden emin olmak istemektedirler. Onların da kendi tutumları medyadan seçerek aldıkları içerikle pekiştirmektedir. Dolayısıyla medya, insanların sahip oldukları tutum ve fikirlerin daha da güçlenmesini ya da kuvvetlenmesini sağlamaktadır.

iii. Değiştirme: Çok başarılı ve sözcüklerin yaratıcı ve etkin kullanımıyla insanların düşüncelerinin etkilenebileceği görüşü yaygın olsa da Lazarsfeld’in çalışmaları bu bakışı onaylamamaktadır. Siyasal kampanyalar, bireylerin adaylara ilişkin var olan tutum ve görüşlerini değiştirmede başarılı olamamaktadır. Medyanın en zor yapabildiği etki, bireylerin görüşlerinin değiştirilmesidir. Örneğin bireyler, kendi görüşleri ve yaşam tarzlarına uygun olmayan bir siyasal partinin seçim kampanyasından etkilenmemekte ve o partiye oy vermeleri nadiren gerçekleşmektedir.

İKNA KAVRAMI VE İKNA ÇALIŞMALARI İkna iletişim çalışmalarında hayli ilgi çeken bir konudur. Bir ürünün satılması, siyasi bir lidere oy verilmesi, sigarayı bırakma ya da kan davasını sürdürmenin anlamsızlığına insanları ikna etmek gereklidir. İkna, akılcı ya da sembolik yollarla insanları yeni bir eyleme yöneltme, bir fikri ya da ürünü benimsetmede klavuzluk etmedir. İknada baskı ve zorlayıcı teknikler değil; fikri çekici kılma esastır. Ancak ikna, her zaman akılcı ve insanların yararına olmayabilir. İkna, bir davranış ya da tutum değişikliği gerçekleştirmedir. Siyasal alandan dini söylemelere kadar kamu spotları, büyük afişler, el ilanları ve broşürler, kısa ya da uzun metrajlı filmler gibi pek çok yöntem kitle iletişim araçları aracılığıyla insanları ikna etmede hep kullanılmıştır.

İkna insan yaşamında her zaman var olmuştur. Çünkü insanlar kendi anne, baba, eş, arkadaş gibi özel çevrelerinden tutun da seçmenler ya da tüketiciler gibi daha geniş çevreleri ikna etmeye çalışırlar. Yüzyıllardır insanlar ikna etmede sağduyu ve içgüdülerini kullanmışlardır. Aristo, “ikna sanatı” anlamında kullanılan “rhetorik (retorik)” konusunda çalışan ilk düşünürlerdendir. Yıllar sonra kitle iletişiminin yaygınlık kazanmasının ardından ikna konusunda sistemli ve bilimsel çalışmalar yapılmaya başlanır. ABD’de 1937 yılında kurulan Propaganda Analizi Enstitüsü, “propagandanın yedi tekniği” sınıflandırması ile öncü ve detaylı çalışmasını 1938 yılında yayınlamıştır. İkna çalışmalarının arka planında kitle iletişim araçlarından korku vardır; çünkü iki dünya savaşının ardından propagandanın kitleleri nasıl peşinden sürükleyebildiği ve kalpleri fethedebildiği görülmüştür.

Hovland’ın Askerlerle Laboratuvar Çalışmaları ABD’nin deniz üssü olan Pearl Harbor limanı 7 Aralık 1941 tarihinde Japonya tarafından bombalanır. Ardından da Japonlar, Amerika için önem taşıyan Filipinler’e saldırır. Bu gelişmeler üzerine dönemin ABD Başkanı Franklin D. Roosvelt, Japonya’ya savaş açtıklarını duyurur. Böylelikle II. Dünya Savaşı, ABD ve Japonya’yı da içine alarak Pasifik ülkelerini de kapsayacak şekilde geniş bir alana yayılır. ABD’de ülke çapında seferberliğin ilan edilmesinin ardından 15 milyon; çoğunluğu erkek olsa da kadınların aralarında da bulunduğu gönüllü siviller, orduya katılarak asker olmak için kayıt yaptırır. İşte bu ortamda ABD ordu komutanı Hollywood’dan destek ister ve yönetmen Frank Capra, 50’şer dakikadan oluşan yedi belgesel hazırlar. Belgeseller “neden savaşmalıyız” konusunu ele almakta ve Nazi askerlerinin başarılarını anlatmaktadır. ABD ordusu bu belgesellere, insanları savaşa hazırlamada ve ikna etmede birer eğitim materyali gözüyle bakar.

Amerikalı araştırmacı Carl Hovland, askerlere propaganda içerikli filmler izlettirerek hem onları savaşma konusunda eğitmeye hem de medya aracılığıyla yapılan propagandanın askerler üzerindeki etkilerini ölçmeye çalışır. Hovland’ın çoğunluğu psikologlardan oluşan kalabalık bir araştırma ekibi

Page 56: Iletisim kuramlari

52

vardır. Askerleri deney ve araştırma grubu olmak üzere ikiye ayırır. Capra’nın belgesellerini izlettikten

sonra onlara anket verir ve anket sonuçları istatistik kullanılarak analiz eder.

Çalışmanın amaçlarından biri askerleri neden savaşmaları konusunda bilgilendirmektir. Belgeseller

hava savaşıyla ilgili askerlerin bilgilenmesinde işe yaramaktadır ve bilgilenmelerini sağlamakta etkilidir.

Eğitim seviyesi yüksek olan askerlerin, eğitimi daha az olanlara göre daha fazla bilgilendiği ortaya

çıkmıştır.

Bununla birlikte, filmlerin yapılmasının temel amaçlarından olan “savaşmaya motive etme”

konusunda belgeseller başarılı bulunmamıştır. Deney grubunda bulunan askerlere yoğun propaganda

içeren filmler izlettirilmesine rağmen bu grupta bulunan askerlerin savaşma motivasyonunda önemli bir

artış yaratılamamıştır. Deney grubu ile kontrol grubu arasında savaşmaya ikna olma ve motivasyonun

yükselmesinde anlamlı farklılıkların bulunmaması; ilk dönemin uyaran-tepki modelinden hareketle

doğrudan, “güçlü ve ölçüsüz etkileme” görüşünün terk edilmesine yol açar. Çünkü bu araştırmaların

bulguları ilk dönemde olduğu gibi medyanın, insanların tutumlarını değiştirmede ve ikna etmede sanıldığı kadar güçlü olmadığını ortaya koyar.

Hovland ikna konusundaki araştırmalarına Yale Üniversitesi’nde kurduğu iletişim araştırmaları

programında devam eder. “İletişim ve İkna”, “İknada Sunuş Sırası”, “Kişilik ve İkna Edilebilirlik”,

“Tutum Örgütlenmesi ve Değişim” ve “Sosyal Yargı” bu programda yapılan araştırmalardan hareketle

kaleme alınan kitaplardır. “İletişim ve İkna” daha sonraki çalışmalarda sıklıkla kullanılmıştır. Kaynak

güvenirliği ve korku çekiciliği pek çok çalışmaya öncülük etmiştir. Bu iki konu ayrıca açıklanabilir

(Severin ve Tankard, 1994).

Kaynak Güvenirliği: İletişim etkinliklerinde iletişimcinin üzerinde kontrol kurabildiği değişkenlerden biri kaynağın seçimidir. Doğru kaynağın mesajın etkisini artırabileceğine ilişkin yaygın bir inanç vardır ve hem Hovland hem de takipçileri bu konuda pek çok çalışma yapmışlardır. Düşünce ya da ürünle ilgili konuşacak etkili kaynağın seçimi, temel olarak tanıklık adı verilen propaganda tekniğiyle ilgilidir. Kaynak, samimi ve güvenilir olarak algılandığında mesajın ikna gücü de artar. Ayrıca kaynağın inanılırlığı ve kaynağın sevilmesi iknanın kabulünü ve inanılırlığını etkileyen önemli etkenlerdir. Hovland ve Weiss kaynağın güvenirliğinde iki önemli faktöre dikkat çekerler: Uzmanlık ve güvene değerlik. Örneğin reklamlarda uzman kullanılması, ürüne olan güveni artırmaktadır. Bu nedenle de diş macunu reklamlarında marka önerisi sıklıkla diş hekimleri tarafıdan yapılmaktadır.

Korku Çekiciliği: Kitle iletişiminde kullanılan tekniklerinden bir diğeri de izleyicide korku yaratmak ya da onu tehdit etmektir. Bu durum, ileri sürülen tavsiyelere uymadıklarında başlarına gelebilecek olumsuzluklara dikkat çekerek izleyicilerin korku aracılığıyla ikna edilmeye çalışılması şeklinde açıklanabilir. Trafik kazalarında emniyet kemeri takmayı özendirmek için “bağımlı olamamak için bağlanın”, sigara karşıtı kampanyada da “sigara sizi bırakmadan sizi onu bırakın” mesajlarının verilmesi bu yöndeki örnekler arasındadır.

Siz de yakın dönemde gerçekleştirilen sosyal amaçlı kampanyaları düşününüz ve kaynak güvenirliğine ilişkin örneklerin yer aldığı kampanyaları bulmaya çalışınız. Örneğin Türkan Şoray’ın rol aldığı bir sosyal kampanyayı hatırlıyor musunuz?

Riley ve Riley’in Sosyolojik Modeli

Hovland’ın öncülüğünde pozitivist perspektiften, laboratuvar ortamında ve bireylerin tutumlarının psikolojik açıdan ölçmeye çalışan yaklaşımın ötesine geçilir. 1950’lerde toplumda kitle iletişiminin işleyişinin ve etkilerinin sosyolojik analizi yapılmaya başlanır. Sosyolog Talcott Parsons iletişimin sistemdeki anlamı ve sistemi bir arada tutmada rolünü irdeler. Riler ve Riley ise iletişimin sosyolojik bir modelini konusunda kafa yorar. L. Pye ve disiplinler arası araştırma ekibi ise geleneksel toplumdan modern topluma geçmede iletişim ve sorunlarını ele alır. 1960’larda, psikoloji disiplininden yararlanan çalışmaların yanısıra sosyoloji alanındaki gelişmelerden yararlanan iletişim araştırmalarında da artış görülür. Her ikisi de sosyolog olan John W. Riley ve Matilda W. Riley 1959 yılında bir iletişim modeli geliştirirler. Literatürde Riley ve Riley olarak anılan araştırmacıların modeli iletişime şu yenilikleri getirir:

Page 57: Iletisim kuramlari

53

i. Lasswell’i takip eden araştırmacıların çalışmaları, kitle iletişiminde referans gruplarının önemini açığa çıkarır. Gönderici ya da kaynak, mesajın ya da iletinin kendisi ve alıcı arasındaki etkileşimde, alıcıların tutumlarını ve inançlarını oluştururken ya da eylemde bulunurken kendilerini karşılaştırdıkları veya özdeşleştirdikleri referans gruplarının etkili olduğu öne sürülür ve iletişim modeline dâhil edilir.

ii. Araştırmaların devamında grubun yapısı, diğer gruplarla olan ilişkisi ve toplumsal yapı içindeki yeri gibi konularda çalışılır. Toplumdaki resmi kurum ve kuruluşlar, birinci ve ikinci referans grupları ve tüm bu grupların ilişkide bulunduğu daha geniş toplumsal yapı, modelde kitle iletişim sürecinin alıcı tarafına yerleştirilir. Böylelikle her çeşit grup üyelikleri ve aidiyetlerinin birbirinden bağımsız olmadığı ve gerçekte her birisinin bir etkileşim içerisinde olduğu vurgulanır.

Şekil 2.7: Riley ve Riley Modeli I

iii. Tıpkı alıcı (A) gibi kaynak (G) da toplumsal bir yapının içerisinde farklı referans gruplarıyla ilişki halindedir. Kaynağın içinde bulunduğu ilişkiler daha farklı bir nitelik sergiler. Ekonomik gruplar tarafından bir tekelden söz edilebilir ve bu tekel durumu alıcının geri bildiriminde daha da belirginleşir. Riley ve Riley’e göre kaynak mesajını aynı sistem içerisindeki öteki kişilerin ve grupların etkinlikleri ve beklentilerine uygun şekilde gönderir. Böylelikle modelin ikinci basamağı da kurulmuş olur.

Şekil 2.8: Riley ve Riley Modeli II

iv. Riley ve Riley son aşamada sosyolojik bir model geliştirirler ve onlara göre kitle iletişimi hem etki ettiği hem de etkilendiği daha geniş bir toplumsal sürecin parçasıdır. Bu model kitle iletişimini toplumsal yapıdan izole ele almaması açısından başarılıdır. Bununla birlikte yanıt veremediği pek çok soru vardır. Bu soruların bazıları şunlardır: Kitle iletişimi toplumun işleyişiyle nasıl bir ilişkiye sahiptir? Kitle iletişiminin toplumdaki rolü nedir?

Page 58: Iletisim kuramlari

54

Şekil 2.9: Riley ve Riley’in Kitle İletişim Modeli

Model incelendiğinde kaynak ile alıcı arasında karşılıklı bir mesaj alışverişi görülür. Dolayısıyla bu

model, ilk iletişim araştırmalarının düz, doğrusal ve tek yönlü bir iletişim algılayışından farklıdır. Kaynak

ile alıcı arasında basit bir mesaj alışverinden daha çok bir etkileşim söz konusudur. Bu etkileşim süreci

ise bireylerin toplumsal bağlamlarından yalıtılmış ve onların bireysel yaşantıları üzerine kurulu bir

paylaşım değil, her iki tarafında içinde bulunduğu toplumsal bağları dikkate alan bir yaklaşımdır.

Doğrudan bir mesaj alışverişi değil içinde bulundukları referans gruplarının etkisinde ve bireylerin

toplumdaki rollerinden süzülerek gerçekleşen bir iletişim edimidir. Gruplar önemlidir; bireyler medya

mesajlarını gruplara taşırlar ve grup içerisinde değerlendirmeler sonucunda medya mesajları yorumlanır.

İrfan Erdoğan ve Korkmaz Alemdar (2002), Öteki Kuram Kitle İletişi- mine Yaklaşımların Tarihsel ve Eleştirel Bir Değerlendirmesi, Ankara: Erk Yayınevi.

Sonuç olarak yüz yıllık iletişim araştırmaları tarihine bakıldığında temeli atan iletişim çalışmalarının

dönemin iletişim araçlarından belli bir korkuya sahip olduğu görülür. Çünkü medya aracılığıyla insanları

rahatlıkla manipüle ettiği (yönlendirdiği) düşüncesi hâkimdir. Bu nedenle de medyanın insanları etkileme

kapasitesinin yüksek olduğu öne sürülür. Psikoloji ve sosyal psikoloji disiplinleri içerisinden yapılan ilk

araştırmalar, Sihirli Mermi ya da Gümüş İğne kuramları medya mesajlarını birer uyaran olarak görürken

insanların tepki olarak tutum ve davranış değişikliği göstereceğini belirtir. Şiddet içerikli sessiz sinemanın

çocukları şiddet yatkını yapacağı ön kabulüyle çalışmalar yapılır. Çünkü medyanın kısa vadede, doğrudan

ve istendik şekilde etkileyebileceği düşüncesi egemendir. Medyaya böylesi karamsar bakışın nedeni de

19. yüzyılın kitle hareketleri sonucunda ulaşılan kitle toplumudur.

1940’lı yıllardan 1960’lara uzanan zaman diliminde yani iletişim araştırmalarının ikinci döneminde

medyanın öne sürüldüğü gibi çok güçlü bir etkileme potansiyeline sahip araçlar olduğu görüşünden

uzaklaşılır. Çünkü laboratuvarda ve sahada yapılan bilimsel araştırmalar bu görüşleri desteklemez. Kitle

iletişim araçlarının kültürel tüketicileri, edilgen izleyiciler olarak değil medyadan aldıkları mesajlar içinde

bulundukları toplumsal gruplar, yerleşim alanı ve kültürel iklim gibi farklı toplumsallıklar bağlamında

yorumlayan topluluklardır. Kitle iletişim araçları ise “sınırlı ya da zayıf etkilere” sahiptir. Dolayısıyla bu

dönemin kuramları, süreç açısından ilk dönemin takipçisi gibi görünse de etki meselesine yaklaşımı, tanımlaması ile araştırma tasarlama ve verileri yorumlama bakımından farklı bir dönemdir.

İletişim sürecini analiz etmeye çalışan modeller ise tek yönlü ve çizgiseldir. Başarılı ve olumlu bir

iletişim için kafa yoran matematikçiler Shannon ve Weaver çizgisel modellerine gürültü öğesini dâhil

ederek mesajın nasıl mükemmel taşınacağına kafa yorarlar. Lasswell’in çizgisel modeli de Shannon ve

Weaver’la benzerliklere sahiptir; ancak teknik değil bireyler arası ve kitle iletişimini analiz amacı taşır. Kaynaktan hedefe uzanan her iletişim eyleminde “etki”nin kaçınılmaz olduğunu söyler. Schramm ise

modelinde başarılı bir iletişimin kaynak ile alıcı arasındaki benzerlikle kurulabileceğini öne sürer.

Dolayısıyla toplumdaki gruplar iletişim sürecinde önemli dinamikler olarak görülür. Riley ve Riley

Modeli’nde ise sosyoloji disiplininin çerçeveyi çizer. Hem kaynak hem de alıcı mesajı kodlayan olduğu

kadar yorumlayandır da. Tüm bu kodlama ve kod açma işlemlerinde etkili olan ise insanların içinde

yaşadıkları gruplardır.

Page 59: Iletisim kuramlari

55

Özet

İletişim araştırmaları yaklaşık yüzyıllık bir tarihe sahiptir. İletişimin, bilimsel alanın gündemine girdiği yıllar dünya tarihi açısından da önemli ve geniş kitleleri ilgilendiren önemli olayların yaşandığı yıllardır. Bunların bir kısmı kitle iletişim araçlarıyla ilgilidir; gazete, radyo ve sessiz sinemanın yaygın üretim, dağıtım ve tüketimine geçilmiştir. Diğer kısmı ise askeri ve siyasi olaylardır: Sanayileşme ve Fransız devriminin ardından ulaşılan yeni toplum yapıları, büyük göçler ve Dünya savaşları ve ayrıca Rusya, Almanya, İtalya gibi Avrupa ülkelerinde görülen totaliter rejimler. Siyasal iktidarlar tarafından halkı ikna ve motive etmede özellikle radyo, gazete, afiş ve ilanların kullanılması ve bu araçlarla propagandaya başvurulması bu döneme rastlar.

Uyaran-tepki olarak da adlandırılan ilk dönemin iletişim araştırmaları, sistemli bir kurama dönüşmemekle birlikte medyayı geniş halk topluluklarını etkileme, onların zihinlerini yönlendirme ve istendik yönde davranışlar sergilemede çok güçlü araçlar olduğunu öne sürer. Bu nedenle de modelleri düz, çizgisel ve tek yönlüdür. İzleyiciler, “kitle toplumu” olarak tanımlandığından medya karşısında savunmasız, eleştirel bakışı olmayan edilgen kişiler olarak kabul edilir. Bu nedenle, ilk dönemin çalışmaları “güçlü etkiler dönemi” olarak da adlandırılır. 1940’lı yıllara kadar yapılan iletişim çalışmalarında medyaya sınırsız bir güç atfedilir.

Propaganda ve ikna iletişim araştırmalarında başlangıcından itibaren önemli bir yere sahiptir. Propaganda, insan davranışlarını belirli bir fikir etrafında güdüleme (motive etme) ve yönlendirme olarak tanımlanır. Buradaki yönlendirme, belli çıkarları olan bir tarafın başkalarının kanılarını ve davranışlarını etkileme amacıyla planlanlı şekilde yapılan ikna teknik ve stratejilerinin kullanıldığı kampanyalardır. Propaganda çalışmalarında kendi tarafı olumlanırken karşı taraf olumsuzlanır.

II. Dünya Savaşı sonrasında yapılan iletişim araştırmaları ilk dönemden bir kopuşu gerçek-leştirir. Anket çalışmaları ve askerlerle labora-tuvar ortamında yapılan çalışmalar, gelişen istatistiksel yöntemlerle çözümlenir ve bulgular “güçlü etkiler” varsayımını desteklemez. Lazars-feld ve Hovland’ın çalışmaları, medyanın insan-ların tutumlarını değiştirmede ve ikna etmede sanıldığı kadar güçlü olmadığını ortaya koyar.

İkinci dönemin çalışmaları da medyanın önemli bir araç olduğunu ancak düşünüldüğü gibi sınırsız etkilere sahip olmadığını; bireysel ve toplumsal değişkenler bağlı olarak sınırlı ya da zayıf etkilere sahip olduğunu öne sürer.

1950’li yıllarda insanların içinde bulundukları gruplar ve medya tüketim ilişkisini ele alan kuramlar geliştirilir. İki Aşamalı Akış kuramı, grup liderine yani kanaat önderinin rolüne dikkat çeker. Riley ve Riley ise bireylerin medya mesajlarını gruplara taşıdığını ve grup içerisinde değerlendirmeler sonucunda medya mesajlarının anlamlandırıldığını belirtir.

İkna, iletişim çalışmalarınıın başlangıcından itibaren önemli bir yere sahip olmuştur. İkna, toplumsal etkileme biçimidir. Sosyal kampanyalarda olduğu gibi her zaman akılcı ve insanların yararına olmayabilir. Sembolik yollarla insanları yeni bir eyleme yöneltme, bir fikri ya da ürünü benimsetmede klavuzluk etmedir. İnsanlarda davranış ya da tutum değişikliği gerçekleştirme amacı taşır. Politik liderlerden dinle ilgili konulara kadar ikna teknikleri kullanılır ve kitleleri ikna etme her zaman liderler tarafından arzu edilir. İknada iletişim araçları önemli bir yere sahiptir ve yüz yüze iletişim olanaklarının sınırlı olduğu günümüzde kampanyalar iletişim araçlarıyla yapılmaktadır.

Page 60: Iletisim kuramlari

56

Kendimizi Sınayalım 1. Kitle iletişimi ilk kez hangi yüzyılda ve hangi ülkede bilimsel çalışma konusu olmuştur?

a. 20. yüzyılda Fransa’da

b. 20. yüzyıl başlarında İngiltere’de

c. 20. yüzyıl başlarında Amerika’da

d. 19. yüzyılda Rusya’da

e. 20. yüzyıl sonlarında Amerika’da

2. Kitle iletişim araçları 1920-1960 yılları arasın- da aşağıdaki amaçlardan hangisi için kullanılmamıştır?

a. Kitleleri ikna etmek

b. Savaşta motivasyon sağlamak

c. Bir ideolojiyi yaymak

d. Ticaret yapmak

e. Ortak algı oluşturmak

3. Amerika Birleşik Devletleri’nde 1930’lu yıllar da sessiz sinemaların araştırma konusu edilme-sinin nedeni aşağıdakilerden hangisidir?

a. Çocukları şiddeti özendirmesi

b. Sinemanın yaygınlaşması

c. Radyoya rakip olması

d. Gazetelere rakip olması

e. Tesadüf olması

4. Medya mesajları karşısında halkı pasif kabul eden ve halkın tutum ve davranışlarını değiştirebileceğini öne süren model aşağıdakilerden hangisidir?

a. Propaganda modeli

b. Etki modeli

c. İki aşamalı kuramı

d. Aktifleme kuramı

e. Uyaran-Tepki modeli

5. Bireylerin çevresindeki herhangi bir nesne, toplumsal konu ya da olaya yönelik deneyim, bilgi, duygu ve güdülerine dayanarak örgütlediği zihinsel, duyusal ve davranışsal bir tepkinin ön eğilimine ne ad verilir?

a. Tutum

b. Algı

c. İçgüdü

d. Davranış

e. Tepki

6. Aşağıdakilerden hangisi bir propaganda tekniği değildir?

a. Ad koyma

b. Gösterişli genelleme

c. Transfer

d. Tanıklık

e. Sessiz sinema

7. Aşağıdakilerden hangisi modeline gürültü öğe- sini dahil etmiştir?

a. H. Lasswell

b. P. Lazarsfeld

c. Shannon ve Weaver

d. Riley ve Riley

e. C. Hovland

8. Lasswell’e göre aşağıdakilerden hangisi ileti- şim zincirinin işlevlerinden biri değildir?

a. Çevreye egemen olmak

b. Toplumsal tarihi bir nesilden nesle aktarmak

c. Kitle iletişim araçlarıyla halkla iletişim

kurmak

d. Meslekler arasında dayanışmayı geliştirmek

e. Farklı eğilimlere destek vermek

9. Aşağıdakilerden hangisi iletişim araştırmala- rına sosyolojik bir bakış getirmiştir?

a. Harold Lasswell

b. Riley ve Riley

c. Shannon ve Weaver

d. Paul Lazarfeld

e. Carl Hovland

10. Kendi dışımızdaki insanları çekici bir öğe ile etkilemeye ne ad verilir?

a. Propaganda

b. İkna

c. Kamuoyu

d. Seçim

e. Kanaat önderliği

Page 61: Iletisim kuramlari

57

Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. c Yanıtınız yanlış ise “Giriş” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

2. d Yanıtınız yanlış ise “İletişim Araştırmaları nın Gündeme Geliş Koşulları” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

3. a Yanıtınız yanlış ise “Sessiz Sinema ve Çocuklar Üzerine Etkisi” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

4. e Yanıtınız yanlış ise “Uyaran-Tepki Modeli” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

5. a Yanıtınız yanlış ise “Uyaran-Tepki Modeli” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

6. e Yanıtınız yanlış ise “Propaganda Kavramı ve Propaganda Çalışmaları” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

7. c Yanıtınız yanlış ise “İkinci Dünya Savaşı Sonrası” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

8. d Yanıtınız yanlış ise “Propaganda Kavramı ve Propaganda Çalışmaları” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

9. b Yanıtınız yanlış ise “İletişim Çalışmalarına Sosyolojik Bakmak” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

10. b Yanıtınız yanlış ise “İkna Kavramı ve İkna Çalışmaları” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Kitle toplumu, kapitalizmle ulaşılan bir toplum

yapısıdır. Sanayileşme, modernleşme ve

kentleşme süreçlerinin bir sonucudur. Kitle

toplumu geniş ölçekli sanayileşmeyi,

işbölümünde gelişkin uzmanlaşmayı ve

bürokrasiyi ifade eder. Toprağa bağımlı yaşam

tarzlarından ziyade kent nüfusunun hızlı artışını ve kent kültürünü anlatır. Bu süreçler sonucunda

bireylerin birbirlerinden yalıtılmış; ancak yaşam

tarzı itibariyle birbirlerine benzer insanların

oluşturduğu bir toplumdur. Kitle toplumunda yüz

yüze iletişim olanakları sınırlıdır ve iletişim

önemi oranda iletişim araçları aracılığıyla

gerçekleştirilir. 20. yüzyılda yeni fikirlerin,

imgelerin ve tüketim kalıplarının kendini

göstermesiyle birlikte yerel ve bölgesel olan pek

çok inanç, değer ve günlük yaşam alışkanlıkları

değişiklik gösterir. Kitle toplumunda kitle

iletişim araçları, insanların gündelik yaşamında

vazgeçilmez araçlar olarak yerini alır. İletişim

araçları, kitle toplumunu ortaya çıkaran

sanayileşme, modernleşme ve kentleşme

oluşumlarının bir sonucudur. Ancak kitle

toplumunun işleyişi de kitle iletişim araçlarının

varlığına bağlıdır.

Sıra Sizde 2 İlk dönemin iletİşim araştırmaları düz, çizgisel ve

tek yönlü bir bilgi, haber ve enformasyon akışını anlatan modellere dayanır. Araştırmaların temel

amacı kitle iletişim araçlarının insanları nasıl

etkilediğinin açığa çıkarılmasıdır. İlk iletişim

araştırmaları, medya mesajlarının insanların

tutumlarını istendik yönde etkileme ve

yönlendirmede hayli güçlü etkilere sahip olduğu

şeklinde abartılı bir ön kabule sahiptir. Bu

yaklaşım medyanın etki gücünden de bir korku

duyulması ya da tedirgin olunması gerektiğine de

işaret eder ve bu nedenle de ilk dönem güçlü

etkiler olarak da adlandırılır.

Sıra Sizde 3 Son yıllarda sağlıklı yaşamı özendirmek için kitle

iletişim araçlarından sıklıkla sigarayı bırakma

kampanyaları yayınlanmaktadır. Bu

kampanyalarda geçmiş yıllarda çok sigara içmiş ve kalp ve ciğer hastalığına sahip ortalama

insanlar kullanılmaktadır. Bu hastalar sigara

kaynaklı yaşadıkları sağlık sorunlarını anlatmakta

ve sigara içmenin insan sağlığı için zararlarını

telkin etmektedir. Buradaki teknik “halktan

Page 62: Iletisim kuramlari

58

biri”dir. Burada uygulanan teknik seçkin birisinin

halka yaklaştırılması değildir. İkna gücünün

artırılması için zaten halktan birisinin sesi ve

sözü aracılığıyla korku faktörü kullanılmaktadır.

Sıra Sizde 4 Örneğin UNICEF tüm dünyada olduğu gibi

ülkemizde de çocukların durumlarını iyileştirmek

için çalışmalar yapmaktadır. Çocukların

sorunlarına dikkat çekmek ve farkındalık

yaratmak için de sıklıkla kampanyalar

düzenlemektedir. Kampanya sürecinde ve diğer

zamanlarda mesajlarını vermek için ilgili ülkenin

sevilen ve itibarlı ünlülerini “İyi Niyet Elçisi”

olarak kabul eder. “Türk Sineması’nın Sultanı”

lakaplı Türkan Şoray, Türkiye’de uzun yıllar

sevilen bir sinema sanatçısıdır. Halk nezdinde

saygınlığı, popüler bir yüz olması ve uzun yıllar

sinemaya emek veren bir sanatçı olması

nedeniyle UNICEF’in “İyi Niyet Elçisi” olarak

seçilmiştir. Kız çocuklarının okullaşma oranını

artırma kampanyalarında anne-babalara

UNICEF’in kampanya mesajını iletmiştir. Anne-

babaların kız çocuklarını okula göndermeye ikna

etmek için Türkan Şoray gibi hayran kitlesi geniş bir sanatçıdan güvenilir kaynak olarak destek

alınmıştır.

Yararlanılan Kaynaklar Baran, S. J. ve Davis, D.K. (2003). Mass Communication Theory. 3. Baskı. Toranto: Thomson Wodswoth.

Bektaş, A. (2000). Kamuoyu, İletişim ve Demokrasi. İstanbul: Bağlam.

David C. ve Heyer, P. (2011). İletişim Tarihi Teknoloji Kültür Toplum. 2. Baskı. Çev: B. Ersöz. Ankara: Siyasal Kitabevi.

Erdoğan, İ. ve Alemdar, K. (2002). Öteki Kuram Kitle İletişim Yaklaşımların Tarihsel ve Eleştirel Bir Değerlendirmesi. Ankara: Erk.

Dan, L. (2010). Medya Çalışmaları Teoriler ve Yaklaşımlar. İstanbul: Kalkedon.

Dan, L. (2007). Key Themes in Media Media Theory. London: Open University Press.

İnceoğlu, M. (2011). Tutum Algı İletişim. 6. Baskı. Ankara: Siyasal Kitabevi.

Lowery, S. A. ve DeFleur, M. L. (1995). Milestones in Mass Communication Research Media Effects. 3. Baskı. New York: Longman

Maigret, E. (2011). Medya ve İletişim Sosyolojisi. Çev: H. Yücel. İstanbul: İletişim.

Mutlu, E. (1995). İletişim Sözlüğü. 2. Baskı. Ankara: Ark.

Severin, W.J. ve Tankard, J. (1994). İletişim Kuramları Kökenleri, Yöntemleri ve Kitle İletişim Araçlarında Kullanımları. Çev: A.A. Bir ve N. S. Sever. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi.

Tekinalp, Ş. ve Uzun, R. (2006). İletişim Araştırma ve Kuramları. İstanbul: Beta

Tüfekçioğlu, H. (1997). İletişim Sosyolojisine Başlangıç. Der Yayınları.

Page 63: Iletisim kuramlari
Page 64: Iletisim kuramlari

60

Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra;

Kamuoyunun oluşumunu tanımlayabilecek,

Suskunluk sarmalı kuramını açıklayabilecek,

Gündem belirleme kuramını tanımlayabilecek,

Yetiştirme kuramını açıklayabilecek

bilgi ve becerilere sahip olabilirsiniz.

Anahtar Kavramlar Kamuoyu Önceleme ve Çerçeveleme

Suskunluk Sarmalı Kuramı Kültürel Göstergeler Projesi

Gündem Belirleme Kuramı Yetiştirme Kuramı

İkinci Aşama Gündem Belirleme

İçindekiler Giriş

Kamuoyu Oluşturma

Suskunluk Sarmalı Kuramı

Gündem Belirleme Kuramı

Önceleme ve Çerçeveleme

İkinci Düzey Gündem Belirleme

Yetiştirme Kuramı

3

Page 65: Iletisim kuramlari

61

GİRİŞ

Denis Mc Quail iletişim araştırmalarını üç ayrı dönem halinde sınıflandırır: Birinci dönem 19. yüzyıl

sonları-1930’lar arasını, ikinci dönem 1940-60 arasını ve üçüncü dönem de 1960’lar sonrasını kapsar.

1940’a kadarki ilk dönem iletişim araştırmalarında medyanın oldukça etkili bir şekilde insanları

yönlendirme gücünün varlığına inanılmıştır. Bu dönemdeki anlayışa göre medya; insanların düşünce,

inanç ve yaşam biçimlerini değiştirmekte, davranış ve tutumlarını etkilemektedir. Bunun nedenleri

arasında; iletişim teknolojisindeki gelişmeler, şehirleşme ve endüstrileşmenin etkisi, atomize olmuş insan

ve Birinci Dünya Savaşı’nda medyanın insanların beynini yıkadığına ve İkinci Dünya Savaşı öncesi

faşizmin yükselişini sağlamasına olan inanç yer almaktadır. Bu doğrultuda da medyanın kamuoyuna

yönelik sözcük mermileri fırlattığı ya da sihirli bir iğne yaptığı ve bunların da oldukça güçlü bir şekilde

etkide bulunduğu savunulmuştur. “Sihirli mermi/hipodermik iğne” kuramları bu dönemde medyanın

etkilerini açıklayan ilk çalışmalar olarak tarihteki yerini almıştır.

1940’lardan başlayarak 1960’ların başına kadar olan dönemde medyanın etkilerine yönelik farklı bakış açıları geliştirilerek tutumların oluşumu ve değişimine odaklanılmıştır. İki aşamalı akış ve birincil grup etkisi gibi çalışmalar, medyanın etkilerinin hiç de sanıldığı gibi olmadığını, medyanın sınırlı etkilere sahip olduğunu ortaya koymuştur. Hâlâ da değerliliğini sürdüren bu yöndeki çalışmalarla birlikte seçici izleyici davranışına yönelik saha araştırmaları, “yararlar ve doyumlar” yaklaşımının çalışmalarınca desteklenmiştir. Joseph T. Klapper, bu dönem araştırmalarını “sınırlı etkiler” kavramıyla tanımlamıştır.

1960’lardan sonra ise “sınırlı etkiler” anlayışına karşılık ortaya konulan araştırmalarda medyanın kimi düzeylerdeki etkilerine dönük anlamlı sonuçlar alınmıştır. Bu bağlamda gündem belirleme ve suskunluk sarmalı gibi kuramlar geliştirilerek “güçlü etkilere dönüş” anlamında etki araştırmaları etkisini göstermeye başlamıştır. Halen de bu yöndeki çalışmalar, sınırlı etkilere yönelik araştırmalarla birlikte devam etmektedir.

Bu ünitede söz konusu süreç içerisinde önemli bir yere sahip olan suskunluk sarmalı, gündem belirleme ve yetiştirme kuramları üzerinde açıklamalarda bulunulacaktır. Ancak bu kuramların ortak noktasında yer alan kamuoyu kavramını öncelikle tanımlamak, kuramların anlaşılmasını kolaylaştıracaktır.

KAMUOYU OLUŞTURMA Üzerinde pek çok araştırma yapılmasına ve pek çok yerde sözü geçmesine karşın, kamuoyu kavramının anlamı konusunda ortak bir uzlaşı mevcut değildir. Bunun temel nedeni farklı bilim alanlarından düşünür ve araştırmacıların kavrama kendi bakış açılarından yaklaşmalarıdır.

Kamuoyu kavramı Latince’deki “publicus” ve “opinion” sözcüklerinden türetilerek Batı dillerine girmiştir. Kavram, Fransızca’da “opinion publique”, İngilizce’de “puclic opinion” ve Almanca’da “offentliche meinung” şeklinde kullanılmaktadır. Dilimize Batı dillerinden geçen kavrama karşılık olarak ilk zamanlarda “efkâr-ı umumiye, umumi efkârı, amme efkârı, halk efkârı, kamu efkârı“ gibi ifadeler kulanılmıştır. Günümüzde ise kavram, kamu ve oy sözcüklerinin birleştirilmesiyle kamuoyu şeklinde kullanılmaktadır. Kamu sözcüğü şu anlama sahiptir: “Topluluk oluşturucu ortak çıkarlar çevresinde oluşan ve üyeleri bu ortak çıkarlar konusunda karar birliğine ulaşmak için etkileşimde bulunan toplumsal kesim.” Oy sözcüğünün anlamı da şu şekildedir: “Bir toplantıya katılanların, bir sorunla ilgili birkaç seçenekten birini tercih etmesi, rey.” Bu doğrultuda kamuoyu ise şu anlama gelmektedir: “Bir konuyla ilgili halkın genel düşüncesi, halkoyu.”

Medyanın Etkilerine

Yönelik Yaklaşımlar

Page 66: Iletisim kuramlari

62

Kavramın tarihçesine bakıldığında ise 18. yüzyıla uzanmak mümkündür. Kavramın ilk kez, 1741’de halkın düşüncesi, kamunun düşüncesi şeklinde İngilizler tarafından kullanıldığı belirtilmektedir. Fransızlar da kavramı 1744’te Rousseau’yla birlikte kullanmaya başlamışlardır. Ancak başka kaynaklarda kamuoyu kavramından, Montaigne tarafından 1588’de Fransızca olarak “I’opinion publique” şeklinde söz edildiği de yazılmaktadır. Bu anlamda, kavramı ilk kullanan düşünürün Montaigne olduğu kabul edilebilir (Atabek ve Dağtaş, 1998).

18 ve 19. yüzyıllarda bazı ülkelerde şehirleşme, endüstrileşme, demoktarikleşme, medyanın yaygınlaşması ve okur yazarlık oranında görece bir artış yaşanmıştır. Bu da kamuoyu olgusunu beraberinde getirmiştir. Ancak kavram 20. yüzyılda sosyal bilimcilerin ilgisiyle birlikte, yoğun olarak ve bugünkü anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Bazı bilim adamları kamuoyunun ölçüm tekniklerini incelemiş, geliştirmiş ve yaygınlaştırmıştır. Bazıları da kamuoyunun oluştuğu sosyal, siyasal ve psikolojik süreçleri incelemişlerdir.

20. yüzyılda kamuoyu konusundaki çalışmalar üç temel yönde gelişmiştir (Atabek ve Dağtaş, 1998). Bunlar (1) Lowell’in etkili çoğunluk kuramı, (2) Lasswell’in siyaset biliminde psikolojiyi esas tutan iktidar kuramı, (3) Albig’in öncülüğünü yaptığı grup kavramı üzerine dayanan sosyolojik kuramdır.

Lawrence A. Lowell’e göre belli bir konuda belirli bir kamuoyundan söz edilebilir. Ancak bunun bir koşulu vardır. Hem çoğunluğun hem de azınlığın kanaatlerinin açıklanması gerekir. Herkesi içeren kamuoyu olamaz. Dolayısıyla bir görüş kamuoyu olarak kabul edilebilir ama bu görüşün yurttaşların büyük çoğunluğu tarafından kabul edilmesi zorunludur. Elbette, kamuoyundan söz edilebilmesi için azınlıkta kalanların baskı altında kalmadan, çoğunluğun görüşlerini paylaşmaları gerekmektedir. Ayrıca, kamuoyunun demokratik bir rejimde herkese açık olması gerekmektedir.

Harold D. Lasswell’e göre ise siyasal güç ile bireylerin değer yargıları arasında bir ilişki bulunmaktadır. Lasswell, kamuoyu ile kamuoyunu oluşturan bireylerin kişisel kanaatleri arasında yakın bir ilişki görmüştür. Buna bağlı olarak, kamuoyunu yaratan düşüncelerin temellerini kişilerin psikolojilerinde aramaktadır. Siyasal iktidar, azınlık olan seçkinlerin elindedir. Bu seçkinler toplum üzerinde etkili olmayı denemektedirler. Bu nedenle kamuoyunu aktif ve pasif olarak iki başlıkta toplamak yararlı olacaktır. Düşünüre göre kamuoyu, üç toplumsal işleve sahiptir. Kamuoyu; kanaatlerin uyumuna, kanaatlerin gevşemesine ve kanaatlerin şiddet yoluna dökülmesine neden olabilir.

Albig ise kamuoyunu sosyolojik açıdan açıklamıştır. Ona göre kamuoyu, bir grubun bireylerinin tartışmalı bir konuda birbirleri üzerindeki karşılıklı etkileşimleri sonucu ortaya çıkan kanaatlerdir. Söz konusu grup içinde egemen bir kanaat bulunabilir. Ancak, farklı kanaatler de ortaya konulabilir.

Günümüzde ise kamuoyunun ne olduğu ve nasıl öğrenilebileceği konusunda iki hâkim görüşün varlığından söz edilebilir. İlkine göre kamuoyu, bireysel düşüncelerin bir yığınıdır ya da kamuoyu araştırmacılarının ölçmeye çalıştığı şeydir. İkincisine göre ise çeşitli sorunlar hakkında kamuoyunun görüşü anket yöntemiyle tam olarak ortaya konulamaz. Bunun yerine birey kanaatlerinin biçimlendiği ve açıklandığı kolektif süreçlerin incelenmesi gereklidir. Çünkü kamuoyu, karşılıklı etkileşimin ve iletişimin bir ürünüdür.

20. yüzyıla kadar kamuoyuna yönelik araştırmalar Avrupa’daki bilim insanları tarafından gerçekleştirilmiştir. Ardından özellikle Birinci Dünya Savaşı sırasında Amerika Birleşik Devletleri’ndeki araştırmalar ön plana çıkmıştır. Medyanın propaganda ile kitleleri yönlendirmedeki etkisinin fark edilmesi, farklı düşünce akımlarının bu dönemde gelişme şansı yakalaması gibi unsurlarla birlikte halkın sesi, halkın vicdanı gibi nitelemelere sahip olan kavram, daha farklı anlamlar da kazanmaya başlamıştır.

“Kamuoyu oluşturma” kavramı ise daha çok iletişim ve siyaset bilimi alanlarında medyanın rolü sorgulanırken kullanılmaya başlamıştır. Kamuoyu oluşturma, bir konu hakkında oluşan düşüncelerden hareketle, iletişim yoluyla karar vermeye kadar uzanan sürece karşılık gelmektedir. Kamuoyu oluşturmak ya da yaratmak, bir düşünceyi yaygınlaştırmak ve halkın dikkatini o düşünce etrafında toplamak ve yoğunlaştırmak anlamlarına gelmektedir.

Literatürde kamuoyunu oluşturan araçlar denildiğinde dolaylı olarak aile, eğitim, kültür, toplumsal kontrol mekanizmaları gibi kurumsal sosyolojik araçlar ve kanaat, motivasyon, algı, tutum gibi bireysel psikolojik araçlarla; doğrudan siyasal grup ve partiler, baskı grup ya da örgütleri gibi siyasal araçlar ve medyanın etkilerine işaret edilir (Anık, 1994).

Page 67: Iletisim kuramlari

63

Şekil 3.1: Kamuoyu Oluşturan Araçlar

Kaynak: Anık, 1994’den uyarlanmıştır.

Medya aracılığıyla “kamuoyunun oluşturulması”, aslında özgür ve demokratik toplumlarda kanaatlerin yönlendirilmesine karşılık gelen eleştirilere konu olmuştur. Demokratik rejimlerde kamuoyu, serbestçe oluşmaktadır. Demokratik olmayan rejimlerde ise kamuoyu oluşturulmaktadır. Serbest bir kamuoyunda haber ve düşünceler özgürce yayılabilir ve tartışılabilir. Ancak bunun için, tüm temel hak ve özgürlüklerin sağlandığı bir hukuk düzenine gereksinim bulunmaktadır. Böyle bir ortamda, başta haberleşme ve ifade özgürlüklerinin de aynı hukuk düzeni içerisinde garantiye alınması gerekli görülmüştür. Bu doğrultuda sağlıklı kamuoyu oluşumunun üç koşulu şöyle sıralanmıştır: İlk koşul bireylerin doğru haber almalarıdır. Bu da özgür iletişim ortamına bağlıdır. Diğer ikisi ise aldıkları bilgileri duygularından uzak, akıllarıyla değerlendirmeleri ve çıkar sağlama umuduyla kamu işlerine yakın bir ilgi göstermeleridir.

Medya etkilerine dönük araştırmalar arasında kamuoyu kavramına en çok vurguda bulunan yaklaşımlar gündem belirleme ve suskunluk sarmalı olarak gösterilebilir.

Kamuoyunun sağlıklı oluşabilmesinin üç koşulu nelerdir?

SUSKUNLUK SARMALI KURAMI Suskunluk sarmalı kuramı (spiral of silence), Alman sosyolog Elisabeth Noelle-Neumann tarafından geliştirilmiştir. Kuram özünde, insanların azınlıkta olduklarını hissettiklerinde neden düşüncelerini açıklamaktan çekindiklerini açıklamaktadır. Noelle-Neumann suskunluk sarmalı kuramını, medya ve kamuoyu ilişkisini tanımlamak için geliştirmiştir. 1974 yılında geliştirilen kuram, 1980’li yıllarda medya araştırmalarında güçlü etkilere dünüşün öncülüğünü yapan kuramlardan biri olmuştur.

Noelle-Neumann’ın “kamuoyu araştırmalarınca saptanan bireysel fikirlerin toplamı, kamuoyu olarak bilinen korkunç bir siyasal güce nasıl dönüşüyor?” sorusuna yanıt ararken geliştirdiği kuram; güçlü etkilere dönüşü temsil etmesinin yanında, Amerika dışında geliştirilmesi ve liberal-çoğulcu gelenek içine dahil edilmesi açısından da önemlidir.

Noelle-Neumann kuramın nasıl ortaya çıktığını şöyle anlatır: “Hipotezi her şeyden önce 1960’ların sonu 1970’lerin başındaki öğrenci olaylarına borçluyum; belki özellikle bir kız öğrencime. Ona bir gün amfinin önünde rastladım. Yakasında Hristiyan Demokrat Parti’nin bir rozeti vardı. ‘Sizin Hristiyan Demokrat Partili olduğunuzu bilmiyordum’ dedim. ‘Değilim zaten’ dedi. ‘Rozeti, Hristiyan Demokratik Partili olmanın nasıl olduğunu merak ettiğim için taktım’ dedi. Öğleleyin yeniden karşılaştığımızda yakasında rozet yoktu. Nedenini sordum. ‘Rozeti çıkarmak zorunda kaldım; öyle korkunçtu ki’ dedi”.

Noelle-Neumann, suskunluk sarmalı kuramının önermelerine tarihte bazı düşünürlerin de değindiğini belirtir: “Suskunluk sarmalı gibi bir süreç hipotez olarak karşımıza çıktığında, bu sürecin gerçekliğini, geçerliliğini kontrol etmek için önümüzde iki seçenek vardı. Eğer böyle bir süreç varsa ve kanaatlerin

Page 68: Iletisim kuramlari

64

oluşmasında ya da yok olmasında rol oynuyorsa, bu durumun önceki yüzyıllarda da bir yazar tarafından

fark edilmiş olması gerekir. Böyle bir sürecin, duyarlı gözlemciler olarak dünya ve insanlık tarihi üzerine

yazan filozofların, tarihçilerin ve hukukçuların gözünden kaçmış olması düşünülemez. Be nedenle

geçmişte arama tarama yapmak üzere yola çıktığımda, Alexis de Tocqueville’in 1856 yılında yayımlanan

Fransız Devriminin Tarihi adlı eserinde, suskunluk sarmalı dinamiğinin tasvirine rastlamam benim için

bir umut işareti oldu. Tocqueville 18. yüzyılın ortalarında Fransız kilisesinin çöküşünden ve dini

küçümsemenin Fransızlar arasında nasıl yaygın bir tutku haline geldiğinden söz eder. Kilisenin

suskunluğunu ya da dilsizleşmesini bu durumun önemli bir nedeni olarak görür: Eski dini inançlarına

bağlı kalanlar, yalnızca kendilerinin böyle düşünmesinden ürktüler ve bir yanılgıya düşmekten çok

toplum dışı kalmaktan korktukları için, durum hiç de öyle olmadığı halde çoğunluk gibi düşünüyormuş gibi yapmaya başladılar. Böylece, toplumun yalnızca bir kısmının görüşü, herkesin görüşüymüş gibi

algılandı ve bu aldatıcı görüntüyü verenler için bile karşı konulamaz hale geldi”.

Tocqueville’nin düşüncelerinin yanında, suskunluk sarmalı kuramının önermeleri, Jean-Jacques

Rousseau, David Hume, John Locke, Martin Luther, Machieavelli ve Johannes Hus’un düşüncelerinde de

yer almaktadır.

Temel olarak suskunluk sarmalı kuramı şu görüşe dayanır: İnsanlar belli bir görüşü benimsemede

yalnız olduklarını düşünüyorlarsa bunu açık olarak dile getirmekten kaçınırlar; ancak bu görüşlerinin

paylaşıldığını ya da destek göreceğini düşünüyorlarsa çevrelerindeki diğer insanlarla bu görüşleri

hakkında konuşurlar. Birey belli bir görüşün toplumda ne kadar geçerli olduğunu saptamada kitle iletişim

araçlarını bir ölçüt olarak kullanabilir. Benimsediği görüş bu araçlarda yeteri düzeyde yer almıyor, dile

getirilmiyorsa, bunun yeterince kabul gören bir görüş olmadığı sonucuna varır. İletişim araçlarının hemen

hepsi az ya da çok tekelci bir şekilde aynı kanıları dile getirme eğiliminde olup insanları toplumdaki kanı

iklimine ilişkin çoğu kez yanlış bir görüntüyle başbaşa bırakmaktadırlar. Buradan hareketle belli bir

görüşe sahip birçok insan, toplumdan, bulunduğu çevreden dışlanma korkusuyla görüşünü

savunamayacaktır. Suskun kalındıkça bu görüş olduğundan daha az yaygın ve geçerli sayılacak ve bu

durum ise bir suskunluk sarmalının oluşmasına neden olacaktır. Genel-geçer görüşlerden farklı görüşleri

olan insanlar giderek seslerini duyurmada daha az istekli olacak ve iletişim araçlarının görüşü giderek

baskın ve doğru olarak algılanacaktır.

Şekil 3.2: Suskunluk Sarmalı Modeli

Kaynak: Severin ve Tankard, 1994: 445.

Noelle-Neumann, İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra, eşi Erich Peter Neumann ile birlikte,

Allensbash Instütüt für Demoskopie isimli bir kamuoyu araştırma enstitüsü kurmuştur. O dönemden

başlayarak da Hristiyan Demokrat Parti adına birçok seçim araştırması gerçekleştirmiştir. Tanınması ise

suskunluk sarmalı kuramını geliştirmesiyle olmuştur. 1974 yılında Journal of Communication isimli

dergide “Suskunluk Sarmalı: Bir Kamuoyu Kuramı” isimli makalesi yayımlanmıştır.

Noelle-Neumann, suskunluk sarmalı kuramına nasıl ulaştığını şu şekilde anlatmaktadır: “1965 yılının

sonbaharında, Allensbach kamuoyu araştırma kurumunun başkanı olarak Almanya federal seçimleri

Page 69: Iletisim kuramlari

65

üzerinde araştırmalar yapıyordum. Araştırmam sırasında süpriz bir bulgu elde ettim. Altı ay süresince iki

büyük partinin oy desteği birbirine çok yakındı. Ancak seçimleri kimin kazanacağına ilişkin beklentilerde

dramatik sayılabilecek bir değişim söz konusuydu. İlk anketler yapıldığında beklentiler hemen hemen eşit düzeydeydi. Ancak altı ay sonra eşdeyişle seçime iki ay kala Hristiyan Demokratların seçimleri

kazanacağı yönündeki beklentilerde büyük artış oldu. Seçimlerin hemen öncesinde başa baş giden yarış çözüldü ve oy eğilimleri beklentiler yönünde değişti. Seçime iki hafta kala Hristiyan Demokratlar dört

puan kazanırken, Sosyal Demokratlar beş puan geriledi. Seçimleri Hristiyan Demokratlar dokuz puan

farkla kazandı.”

Suskunluk sarmalı kuramında kamuoyu kavramına özel bir anlam yüklenmiştir. Kuram, toplumsal

kolektiflik içinde uyumun, amaçlar ve değerler üzerinde elverişli bir katılım seviyesi tarafından

sağlandığını varsayar. Bu katılım da kamuoyu olarak ifade edilir. Her bireyin üyesi olduğu kamuoyu,

toplum içindeki bir ahlaki ve estetik yönelim olarak, kimsenin geri çekilemeyeceği kamu gözünden insan

davranışlarının yönetilmesini sağlar.

Araştırmacı, kamuoyu konusundaki yaklaşımları ise iki temel gruba ayırır: Ussallık ve toplumsal

denetim. Ona göre kamuoyu toplumsal bir denetim aracıdır. Dışlanma tehditi ve korkusu, suskunluk

sarmalının yaşamsal kavramlarındandır. Kamuoyu baskısına yalnızca hükümetler değil, toplumun bütün

üyeleri uğrar. Bu kabuller uyarınca kavramı şu şekilde tanımlanır: “Kamuoyu, dışlanma riski

tanımaksızın kamu önünde açıklanan kanaatler ya da dışlanmaktan kaçınmayı arzulayan birisinin

açıklamak zorunda olduğu kanaatlerdir.”

Kuram, yalnızca üyelerinin birbirlerini tanıdıkları grupların değil, toplumun da oydaşmadan

(uzlaşmadan) sapan bireyleri tehdit ettiği varsayımına dayanır: Kişi, kendi görüşünün azınlıkta kaldığına

inanırsa, dışlanma korkusuyla onu açıklamaktan çekinir. Çoğunluğun görüşünü oydaşma olarak kabul

eder. Bu süreç içinde medya, temel bilgi kaynağı olarak aktif rol oynar. Medyanın önemli bir rol

oynamasının nedeni ise insanların kamuoyunun dağılımı için baktıkları kaynak olmasıdır. Medya

suskunluk sarmalını üç şekilde etkiler:

• Medya hangi düşüncelerin toplumda baskın olduğuyla ilgili izlenimleri şekillendirir

• Hangi düşüncelerin çoğalmakta olduğuyla ilgili izlenimleri şekillendirir

• Hangi düşüncelerin bir kimse tarafından toplum önünde, soyutlanmadan söylenebileceğiyle ilgili izlenimleri şekillendirir.

Baskın düşünce ortamının; eş deyişle toplumda egemen olan çoğunluğun görüşünün bireysel olarak

nasıl algılandığını belirleyen iki önemli unsurdan biri medya, diğeri de kişiler arası iletişimdir. Noelle-

Neumann bu durumu şöyle açıklar: “Düşünce ortamının belirlenmesi iki kaynaktan çıkar: Bireylerin

kendi yaşam alanlarında anında gözlemde bulunması ve kitle iletişim araçlarının gözüyle dolaylı gözlemi.

Eğer belirli bir görüş kitle iletişim araçlarını sürekli meşgul ediyorsa, bu durum, medyanın bakış açısının

fazlasıyla onaylanması ile sonuçlanmaktadır.”

Suskunluk sarmalı açısından “dışlanma tehdidi” önemli bir unsurdur. Noelle-Neumann bu düşünceyi,

grup dinamikleri konusunda yapılan araştırmalardan elde etmiştir. Örneğin Cartwright ve Zander’e göre

grup, grup normlarına aykırı davranan bireyleri önce ikna etmeye çalışır. İkinci aşamada, dışlamakla

tehdit eder. Son aşamada ise gruptan dışlar. Sigara içme konusunda yapılan bir araştırma, dışlanma

tehditinin varolduğunu ortaya koymuştur. Ancak suskunluk sarmalı yaklaşımına bir eleştiri olarak, aynı

araştırmada tam beklenilen sonuçlara ulaşılamadığının da altı çizilmelidir. Çünkü sigara içmeyenlerin

yanında sigara içme hakkını savunanlar, sözlü tehditten sonra, bu konuda konuşmaya istekli

olmamışlardır. Deneysel araştırmalar da farklı sonuçlara ulaşılmıştır. Moscovici’ye göre grup içerisinde

bir çatışma olduğunda, grup bu çatışmayı tartışmayla gidermeye çalışmaktadır. Tartışma sonunda

oydaşma sağlanmakta ya da yeni oydaşma yaratılmaktadır. Dikkat edilirse uzlaşı, tehditle değil

tartışmayla sağlanmaktadır (İrvan, 1997).

Suskunluk sarmalı açısından önemli bir diğer kavram da “dışlanma korkusu”dur. Noelle-Neumann’a

göre televizyon sesi ve görüntüyü birlikte verdiği için daha güçlü bir araçtır. Olaylara ve sorunlara ilişkin

yayınlarında büyük oranda bir türdeşlik söz konusudur. İnsanlar dışlanma korkusu nedeniyle sürekli

Page 70: Iletisim kuramlari

66

olarak düşünce iklimini gözlemlerler. Diğer insanların ne düşündüklerini anlamak için medyanın

yayınlarını takip ederler. Böylece medya, insanların düşüncelerinin oluşmasında oldukça güçlü etkilere

sahiptir.

Suskunluk sarmalı kuramı açısından önemli iki kavram hangisidir?

GÜNDEM BELİRLEME KURAMI Medyanın sınırlı etkilere sahip olduğu görüşünün hâkim olduğu dönemde geliştirilen gündem belirleme

kuramı (agenda-setting theory), bu görüşe bir karşı çıkış anlamına gelmektedir. Kuram, medyanın

etkilerinin en azından farkındalık yaratma anlamında bilişsel düzeyde geçerli olduğunu vurgulamaktadır.

Gündem belirleme kuramının isim babaları Maxwell McCombs ve Donald Shaw, düşüncenin

temellerinin ilk iletişim araştırmacılarından, siyaset bilimci Walter Lippmann’ın 1922’de yayımlanan

Kamuoyu (Public Opinion) adlı eserine dayandırırlar. Lippmann bu çalışmasında iki kavram kullanmıştır: “Dışımızdaki dünya” ve “kafamızdaki resimler”.

Eserde Lippmann şu olayı aktarır: Olay, Birinci Dünya Savaşı’nın başlarında bir adada yaşanmıştır. 1914’de bu adada çok az sayıda İngiliz, Fransız ve Alman yaşamaktadır. Adada telefon ve telgraf hatları

bulunmamaktadır. Adanın dünya ile bağlantısını altı günde bir gelen buharlı posta gemisi sağlamaktadır.

Dolayısıyla adanın gündemi, bu geminin getirdiği İngiliz gazetelerindeki haberler üzerinden

belirlenmektedir. Eylül 1914’de ada halkı, bir konuda konuşmakta ve sonucunu merak etmektedir. Bu

konu bir cinayeti içermektedir. Halk, Gaston Calmette’yi vuran Madame Caillaux’u konuşmaktadır. Ada

halkı jürinin verdiği kararı öğrenmek için rıhtıma iner. Ancak posta gemisi o hafta gelmez. Gemi bir süre

daha gelmez. En son gelen posta gemisinin üzerinden altı hafta geçer. Gemi geldiğinde ada halkı çok

farklı bir gerçekle karşılaşır. Bu gerçek Almanya ile Fransa ve İngiltere’nin savaş halinde olmasıdır. Ada

halkı ise savaştan haberdar olmadığı için dostça yaşamaktadır. Dolayısıyla Lippmann’a göre ada halkının

zihnindeki dünya tahayyülü ile Avrupa’da yaşananlar arasında fark bulunmaktadır. Ona göre bu olaya

baktığımızda çevremiz hakkında bildiklerimizin ne kadar dolaylı olduğunu görürüz. Yavaş ya da hızlı,

bize gelen haberleri görürüz. Ama haber ne olursa olsun inanırız ve gerçekmiş gibi davranırız (Yaşin,

2008).

Lippmann, zihnimizde resmettiğimiz dünya tablosunun iki kaynaktan beslendiğini belirtir. Bunlardan ilki yaşam pratikleridir; eş deyişle kendi yaşadığımız ve deneyimlediğimiz olaylar. İkincisi ise kitle iletişim araçlarının bizlere aktardığı bilgilerdir. Lippmann şöyle kaydeder: “İçinde yaşadığımız çevre ile ilgili bildiklerimizin çoğunun bize doğrudan deneyimlerimizle değil de; dolaylı yollarla, örneğin kitle iletişim araçları aracılığıyla gelir ve bunlar yalnızca bir görüntüden ya da anlam haritasından ibarettir… Başımızdan geçmemiş bir olay hakkında sahip olabileceğimiz tek duygu, söz konusu olayın zihnimizdeki imajının yarattığı duygudur… Zihnimizdeki resimler bireysel olarak, doğrudan kişisel deneyimlerimizden, kitaplarda, dergilerde ve gazetelerde ne okuduğumuzdan, televizyon ve sinemada ne seyrettikse onlardan inşa edilir. Kitle iletişim araçları, kafamızdaki resimlerin inşasında baskın rol oynar (Aktaran: Yüksel, 2001)”

Bu noktada Bernard Cohen’in 1963’de yayımlanan “The Press and Foreign Policy (Basın ve Dış Siyaset)” adlı eserindeki sözlerine atıfta bulunulabilir. Cohen “Basın, çoğu zaman insanlara ne

düşüneceklerini söylemede başarılı olmayabilir, fakat okurlara ne hakkında düşüneceklerini söylemede

fevkalade başarılıdır... Dünya farklı insanlara; kendilerine okudukları (gazete) sayfaların yazarları,

editörleri ve yayıncıları tarafından çizilen haritaya bağlı olarak, farklı görülecektir” demiştir. Cohen bu

sözüyle medyanın tutumlar yönünde değil belki ama farkındalık yaratma anlamında başarılı etkilere sahip

olduğunu söylemeye çalışmıştır.

Öncü Çalışmalar 1968 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde gerçekleştirilen Başkanlık seçimi sürecinde medya işlenen

konuların önemlilik derecesi ile kamuoyundaki aynı konulara yönelik önemlilik derecesi arasındaki

ilişkiyi sorgulayan McCombs ve Shaw, pozitif bir ilişkinin varlığını kanıtlamışlardır. 1972’de Journalism

Page 71: Iletisim kuramlari

67

Quarterly adlı dergide yayımlanan araştırma şu şekilde özetlenebilir: Araştırma North Carolina’nın Chapel Hill şehrinde gerçekleştirilmiştir. Kararsız 100 seçmene “bugünlerde ülkeyi ilgilendirdiğini düşündüğünüz en önemli sorun sizce nedir?” diye sorulmuştur. Beş ana kampanya konusu (dış politika, yasa ve düzen, mali politika, halkın refahı ve sivil haklar) en çok belirtilen konular olarak kamu gündemini oluşturmuştur. Araştırma kapsamında medya içerikleri beş gazete, iki dergi ve iki televizyon kanalının akşam haberlerine uygulanan içerik analizi çalışmasıyla tanımlanmıştır. Haberleri televizyonda veriliş süresi ve öncelik sırasıyla, gazete ve dergilerde kapladığı alan ve bulunduğu sayfa gibi özelliklerle değerlendirerek bir önemlilik sıralaması oluşturan bilim insanları, seçim kampanyasıyla ilgili haberlerin büyük bir kısmının önemli siyasal konuları tartışmaya değil de, seçim kampanyasının kendini analiz etmeye yönelik olduğunu fark etmişlerdir. Seçime katılan üç aday ise bu konulara farklı oranda vurguda bulunmuştur. Daha sonra kamu ve medya gündemi karşılaştırıldığında bunlar arasında güçlü bir ilişki (+.976) olduğu görülmüştür. Seçim döneminde kamudaki en önemli konuya medyada da en çok ilginin gösterildiği belirlenmiştir. Bu doğrultuda, medyanın gündeminin kamu gündemini belirlediği sonucuna ulaşılmıştır. Bilim insanları, bu durumu, “medyanın gündem belirleme rolü” olarak tanımlamışlardır (Yüksel, 2001).

Chapel Hill çalışmasının ardından bilim insanları, ilişkinin yönünü belirlemek üzere 1977’de bir başka araştırmayı ortaya koymuşlardır. Charlotte çalışmasında medya ve kamu gündemleri arasındaki ilişkide medyanın mı, yoksa kamu gündeminin mi öncü rolde olduğunu sorgulamışlardır. Başka bir deyişle medya gündemi mi kamu gündemini etkilemekte; kamu gündemi mi medya gündemini etkilemektedir sorusunu yanıt aramışlardır. Üç farklı zaman aralığında (haziran, ekim ve kasım aylarında) medya ve kamu gündemindeki konular ayrı ayrı ölçülmüş, sonra da hangi gündeminin diğerini takip ettiği sorgulanmıştır. Bulgular, medya gündeminin kamu gündemine öncülük ettiğini ortaya koymuştur. Bu durum da medyanın kamu gündemini belirlediği şeklinde yorumlanmıştır.

McCombs ve Shaw, kitle iletişim araçlarının bir konuya verdiği önemle kamuoyunun aynı konuya verdikleri önem arasında bir paralellik olduğunu şekil 1’de yer alan modelle açıklamışlardır. Modele göre kitle iletişim araçlarının belirli bir konuya ayırdığı (dergi ve gazete için) yer ya da (televizyon ve radyo için) zaman miktarının ölçülmesi ile elde edilecek veriler, izleyenlerin (kamunun) aynı konuya gösterdiği ilgi miktarıyla ya da onların bu konunun önemliliğine ilişkin yargılarıyla yakından ilişkilidir. Medyada büyük yer tutan konular, kamu gündeminde de önemli konulardır.

Gündem belirleme yaklaşımının temel hipotezi, medyanın insanların ne hakkında düşüneceklerini belirlediği düşüncesine dayanır. Buna göre medya, haberleri sunuş yoluyla kamuoyunun düşündüğü ve konuştuğu konuları, eş deyişle kamu gündemini belirlemektedir. Geleneksel gündem belirleme yaklaşımına göre medyanın belirli bir konuya ayırdığı (gazete ve dergi için) yer ya da (radyo ve televizyon için) zaman miktarının ölçülmesi ile elde edilecek veriler, izleyenlerin (kamuoyunun) aynı konuya gösterdiği ilgi miktarıyla ya da onların bu konunun önemliliğine ilişkin yargılarıyla yakından ilişkilidir. Medyada büyük yer tutan konular, kamu gündeminde de önemli konulardır. Başka bir deyişle gazetelerde manşete çıkarılan, televizyon kanallarında ilk haber olarak verilen konular bir süre sonra kamunun zihninde de “önemli konular” olarak yer etmektedir.

Şekil 3.3: McCombs ve Shaw’ın Gündem Belirleme Modeli

Kaynak: McQuail ve Windahl, 1994: 96.

Page 72: Iletisim kuramlari

68

Gündem, zamanın belli bir noktasında önem sırasına dizilmiş olaylar ya da konulara yönelik sıralama anlamına gelir. Gündemde, her birine gündem maddesi adı verilen konuların bir sıralaması yapılır. Gündem belirleme süreci medya, kamu ve siyaset gündemleri ile süreci etkileyen diğer unsurları kapsar.

Gündem Belirleme Süreci Gündem belirleme alanındaki çalışmaları sistematik bir şekilde bir araya getiren Rogers ve Dearing;

medya gündeminin kamu gündemini belirlediğini, bu süreçten de bir şekilde siyasal gündemin

etkilendiğini bir model çerçevesinde ortaya koymuştur. Buradaki siyasal gündem ya da siyaset gündemi

siyaset adamlarının, hükümetlerin, meclislerin gündemi şeklinde tanımlanmıştır. Rogers ve Dearing,

gündem belirleme süreci modellerinde ayrıca sürece etkide bulunan unsurları da tanımlamışlardır. Tüm

süreci etkilediği belirtilen unsurlardan ilki kişisel deneyimler, elitler ve diğer bireyler arasındaki kişisel

iletişim, ikincisi ise gündemdeki konulara ilişkin gerçek yaşam göstergeleri; eş deyişle olayların gerçek

yaşam ortamındaki büyüklükleridir. Modelde ayrıca medya gündeminin belirleyicileri olarak da

eşikbekçilerine; eş deyişle hangi haberlerin ya da konuların nasıl yayınlanacağına karar veren medya

yöneticilerine de ayrı bir yer verilmektedir.

Gündem belirleme süreci bir konunun medya gündeminde yer almasıyla başlar. Konuya medya

gündeminde verilen önem derecesine bağlı olarak, kamu gündeminde de konunun önemine ilişkin algı

şekillenir. Bir gazetenin ilk sayfasında işlenen konular, ilk sayfada da manşette ya da sür manşette işlenen

konular en önemli konulardır. Radyo ve televizyon haber bültenlerinde ise ilk haber, en önemli haberdir.

Bir konu medyada ne kadar sık yayımlanırsa, ne kadar çok haber yapılırsa o kadar önemli görülür. Kamu

gündemini ölçmek için genellikle anket uygulanır. Tek soruluk bu ankette şu soru sorulur: “Bugün

ülkenin karşı karşıya bulunduğu en önemli problem nedir?” Bu soruyla hangi konunun kaç kişi tarafından

dile getirildiği noktasından hareketle kamu gündemindeki konuların önemlilik sıralaması elde edilir.

Siyasal gündem ise daha karmaşık bir yapıdadır. Gündem belirleme sürecinde siyasal gündem, seçim

gündemi, yasama gündemi ve yürütme olarak sisteme göre başkan veya hükümet gündemi gibi farklı

siyasal süreçlerle ilgili konu önceliklerini içermektedir. Siyasal gündemin göstergesi olarak da pek çok

araştırmada bir konu için hükümetlerin ayırdığı bütçe, o konuda açılan ofis, mecliste yapılan

konuşmaların süresi gibi birbirinden farklı ölçütler değerlendirmeye alınmıştır. Siyaset bilimciler gündem

belirlemeyi, hükümet, parlemento, siyasi parti gibi politik aktörlerin önceliklerini nasıl belirledikleri, nasıl

bir konunun göz ardı edildiği veya dikkatin verildiği bir başlıkla ilgili duruş veya kararın nasıl alındığı ile

açıklamışlardır. Siyasal gündem araştırmalarında şu varsayım da dikkati çeker: Medyada önemli bulunan

konular, bir şekilde kamuoyu tarafından da önemli konular olarak algılanmaktadır. Kamuoyu, oy vererek

yetki verdiği siyaset adamlarından önemli sorunları çözmesini beklemektedir. Seçmenlerine karşı hesap

vermek durumundaki siyaset adamları en fazla bütçeyi, en fazla mesaiyi ve en fazla çalışmayı önemli

konulara ayırmak durumundadır. Seçmenlerin her gün anket yapıp kamuoyunun hangi konuları önemli

olarak tanımladığını araştırmak gibi bir seçenekleri çoğunlukla bulunmamaktadır. Bunun yerine medya

her gün hangi konuların önemli olduğunu hem kamuoyuna hem de siyaset adamlarına duyurmaktadır.

Medyanın bu rolü karşısında siyaset adamlarının da kayıtsız kalması beklenmemektedir. Medyada önemli

bulunan konuları savunan siyasal adaylar, kamuoyunun da önemli gördüğü siyaset adamları olacak ve bu

nedenle, yapılacak seçimlerde daha fazla oy alacaklardır. Bu durum da medyanın siyaset üzerindeki gücü

şeklinde yorumlara karşılık gelmektedir. Ancak süreç her zaman bu kadar tek düze ve tek yönlü olarak

işlememektedir. Araya giren başka unsurlar da süreci bir şekilde etkileyebilmektedir.

Page 73: Iletisim kuramlari

69

Şekil 3.4: Gündem Belirleme Sürecinin Başlıca Unsurları

Kaynak: Rogers ve Dearing, 1987’den aktaran: Yüksel, 2001: 29.

Ne Kadar Zaman Alır? Bir konu ya da sorun medya gündeminde yer alır almaz kamu gündemini etkilemekte midir; yoksa bunun için belli bir zamanın geçmesi mi gereklidir? Bu süre ne kadardır? Bir hafta mı, altı hafta mı, yoksa bir ay mı? İşte bu sorular, medya gündeminin incelendiği ve kamuoyu araştırmasının yapıldığı zaman dilimlerini sorgulamaktadır.

Gündem belirleme çalışmalarında incelenecek zaman dilimlerinin belirlenmesi, ölçümlerin nasıl yapıldığı kadar hayati bir önem taşımaktadır. Bir konunun medya gündeminden kamu gündemine geçmesinin ne kadar zaman aldığı ve hangi dönemler arasında yapılan araştırmaların daha sağlıklı sonuçlar verdiği soruları, gündem belirleme araştırmalarının en temel soruları arasındadır. Araştırma geçmişlerine bakıldığında bu yönde kimi çalışmalarda zamanın belirli bir noktasının ele alındığı, kimi çalışmalarda da daha uzun dönemli araştırmaların yapılandırıldığı ortaya çıkmaktadır.

Gündem belirleme çalışmalarında zaman unsurunu görebilmek için öncelikle McCombs’un sınıflandırmasına dikkat etmek gereklidir. Bunlar gündem belirleme sürecinin unsurlarıyla da ilişkili biçimde, medya gündeminin ölçümünü ortaya koymak için medya içeriğinin ne kadar zamanlık bir bölümünün analiz edileceği, kamu gündeminin ölçülmesi için uygulanacak anketin ne zaman uygulanacağı ve ne kadar zaman alacağı, incelenen medya içeriğinin son günü ile kamudan toplanan verilerin ilk günü arasında kaç günün geçtiğine yönelik zaman aralığı unsurlarını içine almaktadır. Bu sorularla birlikte kamu gündemini ölçmek için hangi sorunun nasıl bir ifade tarzıyla sorulduğu ve medya gündeminin ölçümü için hangi kitle iletişim araçlarının nasıl bir içerik analizi uygulaması ve hangi kategorilerle gerçekleştirildiği de önemlidir.

Stone ve McCombs, gündem belirlemenin ne kadar zaman aldığına yönelik olarak değişik veri grupları üzerine yaptıkları medya ve kamu gündemlerini karşılaştıran araştırmalarında, bir konunun medya gündeminden halkın gündemine geçmesi için iki aydan altı aya kadar bir sürenin gerekli olduğu sonucuna ulaşmışlardır. Winter ve Eyal ise bir tek konu üzerinde odaklanarak gündem belirleme için gerekli zamanı uzun dönemli bir çalışma ile araştırmışlardır. Bilim insanları, insan hakları konusunda medya gündemi ve toplum gündemi arasındaki en güçlü ilişkilerin dört ile altı haftalık süre içinde olduğunu elde ederek bu devrenin diğer konular için değişik olabileceğini belirtmiş ve buna “en uygun etki süresi” adını vermişlerdir. Salwen de bu etkinin beş ile yedi hafta arasında olduğunu belirtmektedir. Shoemaker, Wanta ve Leggett ise uyuşturucu sorunuyla ilgili çalışmalarında sözü edilen her iki zaman aralıklarının da doğru olduğunu bulmuşlardır. Bunlarla birlikte Gandy ise en uygun zaman aralığının tam olarak ne olması gerektiğini söylemede yapılan araştırmaların yetersiz olduğunu ileri sürmektedir.

Page 74: Iletisim kuramlari

70

Zaman aralığı konusundaki tartışmalardan çıkan sonuç, değişik konuların kamuoyunun dikkatini çekmek için “yeterli gürültü uyandırmada” değişik miktarda zamana ihtiyaç duyduklarını göstermektedir. Ancak genellikle bu süre birkaç aylık bir dönem şeklinde belirlenmektedir.

Medya Gündemini Belirleyen Unsurlar Medya gündemini ne ya da kim belirler sorusu gündem belirleme araştırmacılarının üzerine eğildikleri sorulardan biridir. Burada bir parantez açarak literatürdeki medya içeriklerine etkileyen unsurlara yönelik çalışmalara ayrıca değinilebilir.

Medya içeriklerini etkileyen unsurlara yönelik pek çok tanımlama mevcutsa da bunlar arasında Shoemaker ve Reese’nin sınıflandırması oldukça kapsayıcıdır. Etki kaynağına göre medya içerikleri üzerindeki etkileri bilim insanları, birbirinin üzerine sıralanan beş ayrı düzeyde (katmanda) tanımlarlar:

• Medya çalışanlarından kaynaklanan etkiler: Bireysel etkiler düzeyi de denilen bu düzeydeki etkiler; medya çalışanlarının kişisel özellikleri, tutumları, değerleri, inançları, etnik kökenleri, mesleki birikimleri ve rollerini kapsar.

• Çalışma düzeninden kaynaklanan etkiler: Medya rutinleri düzeyi de denilen bu düzeyde daha çok sosyolojik yaklaşım çerçevesinde incelenen ve yayın periyodu, zaman kısıtlılığı, yer sınırlılığı, haber yazım kuralları, haber değeri, objektiflik ve haber kaynağına olan bağlılıktan doğan etkiler tanımlanır.

• Kurumsal amaçlardan kaynaklanan etkiler: Kitle iletişim araçlarını sahip oldukları amaçlara yönelik etkilerdir. Genel olarak kurumsal ve ekonomi politik yaklaşım olmak üzere iki temel grupta ifade edilmektedir. Kurumsal yaklaşım, liberal çoğulcu gelenek içinde geliştirilen ve medya kurumlarını analiz birimi olarak ele alan çalışmalardan oluşmaktadır. Örgüt kuramından hareket eden bu çalışmalar medya kurumlarının da diğer kurumlar gibi hiyerarşi yapılarının bulunduğunu, kurum içi işbölümünün gerçekleştirildiğini, kurumların ekonomik amaçları doğrultusunda faaliyette bulunduklarını içermektedir. Ekonomi politik yaklaşım ise medya kurumlarının gücü üzerinde durmaktadır. Buna göre medya içeriğini asıl belirleyen unsur, ekonomik çıkarlar ve medya kurumlarının mülkiyet yapılarıdır. Bu çalışmalarda da medyadaki yoğunlaşmalar ve tekelleşme eğilimleri üzerinde durularak medya sahiplerinin ve medyayı denetleyenlerin sözcülüğü rolü nedeniyle medyanın güç aracı haline getirildiğine işaret edilmektedir.

• Kurum dışından gelen etkiler: Daha çok haber kaynakları anlamında baskı gruplarının belirli bir içerik için yürüttükleri lobi faaliyetlerinin medyada yer alabilmek için olaylar yaratmalarının ve yasal anlamda hükümetin baskılarının doğurduğu türdeki etkiler bu grupta toplanmaktadır.

• İdeolojik eğilimlerin etkileri: İdeolojik eğilimler ya da kitle iletişim aracının herhangi bir ideolojiye olan yakınlığının doğurduğu etkiler tüm diğer unsurların üzerinde yer alır. Eş deyişle medya içerikleri üzerindeki temel belirleyici olarak ideoloji en tepeye konulmaktadır.

• Medya çalışanları anlamında görülebilecek “mikro” düzeyle, ideolojinin yarattığı “makro” düzey arasında değişen bu beş kategori “etkiler hiyerarşisi” diye adlandırılmaktadır. Bu hiyerarşide ideoloji en tepede görülerek diğer tüm seviyelere doğru bir süzgeç işlevinin varolduğu ileri sürülmektedir. Bir olayın haber olabilmesi için öncelikle bu süzgeçten geçmesi gerektiği düşünülmektedir. Eş deyişle, en üstteki düzey olan ideolojik düzey en önemli belirleyici niteliği taşımaktadır.

• Bu noktada medya gündemini etkileyen özel bazı unsurlardan söz etmek yerinde olacaktır. Gündem belirleme araştırmalarında ortaya konulan bulgular daha çok ABD Başkanı, konu teklifçiliği, medya savunuculuğu, ateşleyici olaylar, halkla ilişkiler faaliyetleri, kitle iletişim araçları arası etkileşim, gerçek yaşam göstergeleri ve gündem yanlılığının rolü gibi unsurları konu almaktadır (Yüksel, 2001).

• ABD Başkanı: Medya gündemi alanında Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan yoğun araştırmalarda, Başkan’ın ulusal konularda medya gündemini belirlemede önemli bir rolü olduğu kanıtlanmıştır. Buna karşın Kongrenin daha az derecede medya gündemine girebildiği ve gerçek yaşam göstergelerinin genellikle önemli görülmediği ortaya konulmuştur. Beyaz Saray’da ABD Başkanı’nın yaptığı konuşmalarda seçtiği konular, bir konunun ulusal gündeme yerleşmesinde etkili bulunmaktadır. Başkan tarafından yapılan konuşmalarda herhangi bir konuya verilen

Page 75: Iletisim kuramlari

71

politik önem, o konunun ulusal gündeme yerleşmesini sağlamaktadır. Eş deyişle ABD medya gündemi belirlenmesinde Başkan’ın önemli bir belirleyici rolü bulunmaktadır.

• Konu Teklifçiliği: Bir soruna işaret etmek amacıyla habercilere haber yapılması için önerilerde bulunan konu teklifçilerinin de önemli bir rolü bulunmaktadır. Konu teklifçileri, bir konu hakkında medyanın dikkatini çeken, bir konuya önem veren, ilgi gösteren bireyler ya da bir grup insandır. Çünkü onlar olmasa belki bu konular gündeme girmeyebilecektir. Örneğin Türkiye’de TEMA Vakfı’nın başlattığı erozyonla mücadele kampanyası bu tür bir konu teklifçiliği rolüne işaret etmektedir.

• Medya Savunuculuğu: Medya kuruluşları bazı konularda o konunun belirli bir yönünü savunarak kamuoyunu ve siyaseti etkilemeye çalışmaktadırlar. Medya kuruluşunun yaptığı bu konu savunuculuğu gündem belirleme çalışmalarında etkili görülerek literatürde “medya savunuculuğu” adını almıştır. Örneğin sigara karşıtı yayınlarla ABD medyası bir konu savunuculuğu rolü üstlenmiş ve başarılı olmuştur.

• Ateşleyici Olaylar: Ateşleyici ya da ani gelişen olayların bir konuyu gündeme yerleştirmedeki rolü oldukça fazladır. Örneğin Susurluk yakınlarında meydana gelen bir trafik kazası, devlet-mafya ve siyaset üçgeni anlamındaki ilişkileri gündeme getirmiştir. 11 Eylül’de New York’ta Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan saldırı terörizm konusunun gündeme gelmesine neden olmuştur. Marmara depremi, Türkiye’nin deprem gerçeği konusunu gündeme getirmiş ve bu konu uzun süre gündemde kalmıştır.

• Halkla İlişkiler Faaliyetleri: Birer konu teklifçisi olarak da değerlendirilebilecek halkla ilişkiler uzmanları, konu yönetimleriyle medya içeriklerine etki eden diğer dışsal faktörler arasında önemli bir paya sahiptirler. Medya kuruluşları üzerinde halkla ilişkiler uzmanlarının yoğun bir baskısı söz konusudur. Bu ilişki ABD’de daha da dikkati çeker boyuttadır. Çünkü orada 130 bin muhabire karşı 150 bin halkla ilişkilerci bulunmaktadır ve haber merkezlerine akan haberlerin yüzde 40’ı halkla ilişkiler şirketlerince gönderilmektedir.

• Kitle İletişim Araçları Arası Etkileşim ve New York Times’ın Gücü: Bir kitle iletişim aracında bir konunun nasıl işlendiğine bakılırsa, aynı konuda başka araçların da benzer içerikte ve miktarda o konuya yer verdikleri görülür. ABD’de yapılan araştırmalar; eğer bir konu New York Times’da ele alınırsa, diğer haber kurumları tarafından bu konunun haber değerliliği olan bir konu olarak görülüp, işlenmeye başladığını ortaya koymuştur. Times’ın o günkü kapağı, ertesi günkü gazetelerin gündemini oluşturmaktadır. Dolayısıyla ABD basınının en etkili gazetesi New York Times olarak kabul edilir ve bir konuyu gündeme getirmede bu gazete oldukça etkili bulunur.

• Gerçek Yaşam Göstergeleri: Bir sosyal sorunun riskinin ya da şiddetinin derecesini çok ya da az nesnel bir şekilde ölçen değişken ya da değişkenlere gerçek yaşam göstergesi adı verilmektedir. Medyanın özgül sorunlara ilgisinin ne ölçüde gerçek yaşam olaylarını yansıttığı sorusuna dayanan bu göstergeler, genellikle tek bir değişken göstergesi şeklinde çerçevelenmektedir. Örneğin, yıllar içerisinde uyuşturucu kullanımı nedeniyle meydana gelen ölümlerin sayısı, işsizlik oranı ya da enflasyon rakamları gibi değerler bir sosyal problemin gerçek şiddetinin bir ifadesi olarak kabul edilerek, bu konulardaki gerçek yaşam göstergeleri biçiminde tanımlanmaktadır. Ancak yapılan araştırmalar büyük ölçüde medya içerikleriyle olayların gerçek yaşamdaki büyüklükleri arasında anlamlı bir ilişki bulunmadığını ortaya koymaktadır.

• Gündem Yanlılığı: Shoemaker ve Reese’nin hiyerarşi sıralamasında en tepede görülen ideolojik eğilimler, gündem belirleme çalışmaları içerisinde “gündem yanlılığı” kavramıyla ifade edilmektedir. Bu yöndeki çalışmalarda medya kuruluşlarının haber olarak seçtiği konular belirli ideolojiler “lehine” ya da “aleyhine” yorumlanabilmektedir.

Kamu Gündemini Belirleyen Unsurlar Kamu gündemi araştırmalarının pek çoğunda medya ve kamu gündemi ilişkisini etkileyen farklı

değişkenler hesaba katılarak, farklı yöntemlerle değerlendirmelerde bulunulmuştur. Aşağıda bu

unsurlardan belli başlıları sıralanmaktadır.

Page 76: Iletisim kuramlari

72

• Bireysel Nitelikler ve Deneyimler: Medyayı takip edenlerin yaş, cinsiyet, eğitim, gelir ve meslek grupları gibi bireysel nitelikleri yansıtan sosyo-ekonomik yapıları, medya içeriklerine yönelik olarak daha fazla ilgi duyulan konuların farklılaşmasını beraberinde getirmektedir. Gençlerle yaşlıların, erkeklerle kadınların ya da öğrencilerle çalışanların ilgi duydukları özel konular olduğu açıktır. Örneğin eğitim durumu medyanın gündem belirleme etkisini azaltan bir unsur olarak dikkati çekmektedir. Eğitim düzeyi yükseldikçe bireylerin alternatif enformasyon kaynaklarına başvurma oranı da yükselmektedir. Bireylerin siyasal tutumları da medya seçimlerini ve dolayısıyla medya etkilerini belirlemektedir. Bir diğer unsur da deneyimdir. Bir kişinin bir konuya olan yakınlığı; örneğin işsiz olması ya da yakın bir arkadaşını bir hastalık nedeniyle yitirmesi, o konu hakkında deneyim kazanma yollarından birisidir. Bu türde kişisel deneyimler, medyanın neyin önemli olduğuna ilişkin belirleyiciliğini hükümsüz bırakmakta ve o konuya karşı bireyi duyarlılaştırabilmektedir.

• Medya Etkilerine Maruz Kalma Derecesi: Medyanın gündem belirleme etkisinin gerçekleşebilmesinin önkoşulu izleyenlerin medya içeriğine açık olmasıdır. Ancak medyayı takip etmeyenlerin de diğer medya takipçileri ile yaptıkları bireyler arası iletişimle bu açıklarını kapattıkları söylenebilir. İnsanlar, düzenli olarak medyayı takip etmeseler de medya içeriklerinden haberdar olmaktadırlar.

• Mesajın Tekrarlanması: Kamu gündemi çalışmalarında sorulan önemli sorulardan birisi medyanın bir konunun önemliliğini kamuya nasıl ilettiğidir. Bu soruya verilen en temel yanıt, konunun sürekli tekrarlanmasıyla söz konusu iletimin gerçekleştiğidir. Tekrarlama sayesinde kamuya herhangi bir konunun önemliliğinin işaretleri verilerek bu konuda medyada sürekli yinelenen mesajın biriken etkisi aracılığıyla kamu gündemi etkilenmektedir.

• Yönelim Gereksinimi: McCombs ve Shaw, 1972 Amerikan Başkanlık Seçimlerine ilişkin çalışmalarında ele aldıkları kişisel niteliklerin gündem belirleme etkisi üzerindeki rolü konusunda medyaya maruz kalmada üç önemli unsurdan söz etmektedirler: Birincisi, seçmenin ilgi düzeyi, eş deyişle seçmenlerin medyada dile getirilen sorunun kendileri için önemli olduklarını düşündüklerine bu soruna daha fazla ilgi göstermeleri; ikincisi, seçmenlerin sahip oldukları bilgilerdeki belirsizlik derecesi, eş deyişle bilgi edinme gereksinimleri ve üçüncüsü de gerekli bilgileri edinmede gösterilecek çabanın miktarıdır. Bilim insanları ilk iki unsuru yönlendirme gereksinimi olarak nitelemişlerdir. Bu gereksinimin büyüklüğü medyaya gösterilen dikkati ve dolayısıyla medyanın gündem belirleme etkisini artırmaktadır. Müdahaleci değişkenlerin gerekçeleri konusunda Weaver ise izleyenlerin bilgisel çevrelerini anlamak ve kontrol etmek için uyum gereksinimi içinde bulunmalarına işaret etmiştir. Birey; eğer bir konu hakkında yüksek belirsizliğe sahipse, o konu hakkında uyum sağlayabilmek için yüksek iletişim gereksinmesi duyacak ve bu da bireylerin belirsizliklerini karşılayabilecek olan medyanın bilgilerini daha çok araması anlamına gelecektir. Sonuçta medyaya maruz kalma etkisi; eş deyişle gazete okuma, televizyon izleme, radyo dinleme süresi artacak ve daha fazla gündem belirleme etkisi görülecektir.

• Kaynağın Güvenilirliği: Milburn ve diğerleri çalışmalarında, medyada verilen haberlerin doğruluğuna inanılması durumunda haberlerin, izleyicinin siyasal düşüncelerinin karmaşıklık düzeyi üzerinde oldukça etkili olduğunu belirlemişlerdir. Bu türdeki çalışmalarda anahtar soru medyanın gerçeği yansıttığına halkın ne ölçüde inandığıdır. Ancak bu noktada “güvenilirlik ve inanılırlık” arasında önemli bir çizgi çekilmektedir. Medyayı güvenilir bulanlar medya içeriklerine de bağımlı olma eğilimindedirler. Güvenilirliğin derecesi bireylerin medyayı bilgi kaynağı olarak kullanma oranlarını etkilemektedir. Dolayısıyla medyayı güvenilir bulanlar daha fazla medya içeriklerine maruz kalmaktadırlar.

• Bireylerarası İletişim: En çok üzerinde durulan noktalardan birisi de bir konu hakkında yapılan bireyler arası tartışmalardır. Örneğin Illinois seçimleri üzerine Ekim 1990’da yaptıkları çalışmada Wanta ve Hu, medyanın kamu gündemini oluşturması etkisinin bireyler, medyanın daha önceden belirttiği konular üzerinde sohbet ettiklerinde kuvvetlenmekte olduğunu belirlemişlerdir. Ayrıca bireyler arası iletişimin, medyanın gündem belirleme etkisini diğer konular hakkında konuşulduğunda kestiği de kanıtlanmıştır.

• Haber Eleyiciler: Hedef kitlenin beklentileri doğrultusunda, haber eleyicilerin seçtiği belirli haberlerle, medya gündeminin oluşturulması, bilim insanlarına göre çok yavaş ve uzun dönemli bir süreci gerektirmektedir. Buna karşın medya gündeminin kamu gündemi üzerinde belirli

Page 77: Iletisim kuramlari

73

haber konularına ilişkin etkisi doğrudan ve ani bir şekilde gerçekleşmektedir. İzleyenler, herhangi bir haber hakkında kişisel deneyimleri nedeniyle bilgi sahibi değillerse ya da aynı haberi farklı bakış açılarından veren alternatif haber kaynaklarından mahrumsalar, medya gündeminin kamu gündemini belirleme etkisi daha doğrudan ve hızlı olmaktadır.

• Gündemin Sıfır Toplam Oyunu: Kamuoyunun belirli bir şekilde, belirli bir konu üzerinde uzun süre odaklanması için o konunun toplum için sürekli bir önemliliğinin sağlanması gereklidir. Ancak bu zor bir iştir. Kamuoyu araştırmalarında bireylerin en fazla dört ya da beş konu ile ilgilendikleri doğrultusunda elde edilen bulgular gündeme girebilecek konular arasında yoğun bir rekabetin yaşanmasını zorunlu kılmaktadır. Bu kısıtlılık baskı gruplarının gündemi, medya gündemi, izleyici kitlenin gündemi, siyasilerin gündemi ve siyasal gündem için de söz konusudur. Gündemler, teorik olarak sıfır-toplam oyunu gibi sınırlı sayıda konuyu ancak taşıyabilmektedir. Konular aynen köşe kapmaca oynar gibi gündemde yer değiştirmektedir. O halde bir konunun gündeminde tırmanması, mutlaka üstündeki konuların gündemden aşağıya inmesi ve sonuçta gündemde daha önce var olan bir konuyu aşağıya itmesi anlamına gelmektedir. Böylece konular arasında gündeme girebilmek için bir rekabet yaşanmaktadır.

• Konuların Niteliği: Gündem belirleme çalışmalarında üzerinde önemle durulan konulardan birisi de ele alınan konuların niteliğidir. Örneğin hayat pahalılığı kamuoyunun kendi deneyimiyle öğrenebileceği bir konu iken, küresel ısınma sorunu aynı biçimde farkına varılabilecek bir konu değildir. Doğal özellikleri nedeniyle kimi konuların kişisel deneyimle farkına varılması zor ya da olanaksızdır. 1984’te Etiyopya’daki açlık ve 1992-1993’te ABD askerlerinin Somali çıkarması bu tür konulara örnek gösterilebilir. Bu konular hakkındaki bilgiler doğrudan medya aracılığıyla elde edilebilmektedir. Ancak daha az oranda olmak üzere bireyler arası iletişimle; örneğin söz konusu olayların yaşandığı yerlere giden bir arkadaş ya da akraba gibi diğer bireylerle kurulan iletişimle bu tür bilgilere ulaşılabilmektedir. Dolayısıyla, söz sahibinin kaçınılmaz bir şekilde medya olduğu birtakım konuların varlığı ortaya çıkmaktadır. Bu da medyaya bağımlılık anlamına gelmektedir. Böylece konuların niteliğine bağlı olarak, her bir konu için gündem belirleme süreci aynı biçimde işlememektedir. Gündem belirleme çalışmalarında ele alınan konuları iki ayrı biçimde gören yaklaşım ise insanların doğrudan deneyimleriyle öğrendikleri konulara “doğrudan öğrenilen”; insanların ilgilendiği fakat asıl ola-rak medya aracılığıyla öğrenebildiği uzaktaki konulara da “dolaylı öğrenilen” konular tanımını getirmektedir.

Gündem belirleme süreci, unsurları ve müdahaleci unsurlara ilişkin olarak şu kitaba başvurulabilir: Erkan Yüksel (2001). Medyanın Gündem Belirleme Gücü, Konya: Çizgi Kitabevi.

Gündem Belirleme Araştırmalarının Sonuçları Gündem belirleme süreci ve sürecin farklı boyutları ve unsurları üzerine bugüne dek dünyanın farklı coğrafyalarında, farklı kültürlerinde, farklı zaman aralıklarında, saha ve laboratuvar ortamlarında yüzlerce araştırma gerçekleştirilmiştir. Elde edilen bulgular genel olarak medya ve kamu gündemleri arasındaki ilişkinin varlığını desteklemiştir. Araştırmalardan ortaya çıkan sonuçları özetle şu şekilde genelleştirmek mümküdür:

• Belirli bir zaman aralığı içinde ya da zamanın herhangi bir noktasında farklı medya kurumları benzer konulara ilgi gösterir ya da önemlilik atfederler.

• Konu ya da olayların gerçek yaşamdaki durum ya da göstergeleri medya gündemini belirlemede nispeten önemsizdir. Kuru istatistiklere dayalı gerçek yaşam göstergelerinin medya gündeminde yer alma olasılığı düşüktür.

• Bilimsel araştırma sonuçları gündem belirleme sürecinde önemli bir rol oynamaz.

• Gündem belirleme bazen ateşleyici ya da anidan ortaya çıkan, içinde kimi zaman trajedi de barındırabilen ve sosyal olay olarak adlandırılabilecek nitelikteki konulara karşı gösterilen duygusal bir tepkidir. Bu yüzden bu tür olaylar medya gündeminde daha ön plandadır.

Page 78: Iletisim kuramlari

74

• Amerika Birleşik Devletleri’nde Beyaz Saray, New York Times ve ateşleyici olaylar bir konuyu medya gündemine yerleştirmede baskın bir rol oynar.

• Bir konunun medya gündemindeki konumu önemli derecede bu konunun kamu gündemindeki önemliliğini belirler.

ÖNCELEME VE ÇERÇEVELEME Medya gündemindeki konu ya da kişilerin niteliklerinin kamu gündemindeki etkilerini konu alan ikinci

düzey gündem belirleme araştırmalarıyla yakın ilişkide bulunan iki kavram, önceleme (öne çıkarma,

önemlileştirme) ve çerçevelemedir. Aslında bu iki kavram, gündem belirleme araştırmalarından ayrı

araştırma alanlarına karşılık gelir.

Önceleme, öne çıkarma ya da önemli hale getirme, gündem belirleme kuramının bir uzantısı olarak

kullanılmaktadır. Iyengar ve Kinder’e göre medya, bazı sorunları görmezden gelir ama bazı sorunlara

dikkatimizi çeker. Böylece bizim siyasal partileri, başbakanları, politikaları değerlendirdiğimiz ölçütleri

belirler. Bir sorunun gündeme gelişiyle birlikte bu sorunun siyasal kararları etkilemedeki ağırlığı da artar.

Medyanın bazı sorunlara kamuoyunun dikkatini çekmesi ve bazılarını görmezden gelmesi, eş deyişle

bazı konularda bol bol haberler yayınlayarak bu konuları önemli ve öncelikli hale getirmesi hükümetlerin,

mevcut politikaların ve siyasal adayların değerlendirileceği ölçütlerin belirlenmesi anlamına gelmektedir.

Bu bakış açısıyla ele alındığında medyanın değerlendirme ölçütlerini belirleyici rolü ortaya çıkmaktadır.

Dolayısıyla medya, siyasal güç aktörlerine yönelik değerlendirme ölçütlerinin belirleyicisi olarak önemli

bir güce sahip bulunmaktadır. Medya önem verdiği konularla hangi siyasal yargıların ve tercihlerin

yapılacağını belirlemektedir. Bu da medyanın izleyenlerin zihninde nelerin canlanacağını belirleyen en

güçlü araç olarak görülmesi anlamına gelmektedir. Bu yüzden, bir konunun sunumuyla izleyenler

üzerinde o konuya yakın olan siyasal lideri destekleme eğilimi yaratılabilmektedir.

Bir haberde ele alınan konunun genellikle kamuoyunun istendik yönde dikkatini çekebilecek şekilde

bazı yönlerinin seçilerek kimi zaman belirli çağrışımlarla birlikte sunulduğu da söylenebilir. Çerçeveleme

ele alınan bir sorunun bazı boyutlarını seçerek metin içerisinde daha görünür hale getirmektir. Örneğin

haber çerçeveleri, ele alınan sorunun ne olduğunu belirli bir bakış açısından tanımlar. Soruna kimlerin ve

nelerin neden olduğunu vurgular. Ahlaki yargılarda bulunur ve sorunun nasıl çözüleceğini belirtir. Medya

içeriklerinde kimi kavram, kurum ve kişilere yönelik sıklıkla tekrarlanan bazı kalıp ifadeler en çok dikkat

çeken haber çerçevelerini oluşturur. Çerçeveleme ile konuların istendik yönde kamuoyunun dikkatini

çekebilmek üzere bazı yönlerin seçilerek belli çağrışımlarla birlikte sunulması konu alınır. Tıpkı bir resmi

duvardaki diğer nesnelerden ayıran resim çerçevesi gibi haberlerde de ele alınan konulara ilişkin durum

tanımlarının yapıldığı ve bu sayede o sorunun nasıl tartışılacağının da söylendiği ifade edilir. Çünkü

medyanın sorunları sunum biçimi, kamuoyunun herhangi bir olaya ya da resme nasıl bakacağını, eş deyişle konuyu nasıl görüp, değerlendirip, düşüneceğine yönelik mesaj ve bakış açılarını içeren

çerçevelerden oluşmaktadır (İrvan, 2001; Mutlu, 1994; Yüksel, 2001).

Önceleme ve çerçeveleme kavramlarını kullanarak gerçekleştirilen araştırmalar, medyanın kamuoyu

üzerindeki etkisinin sadece gündemi belirlemekle sınırlı olmadığını, dahası, belirlediği bu gündem

çerçevesinde insanların siyasal liderleri değerlendirme ölçütlerini etkilediğini ve sorunlara getirilen

çözüm önerilerini önemli ölçüde dayattığını göstermektedir.

Çarpıcı bir örnek olarak, açlık konusunda birbirine yakın durumdaki Brezilya ve Etiyopya’daki

duruma yönelik haberler ele alınabilir. Bu iki ülke arasındaki ilişki bağlamında yapılan çerçeveleme ve

öne çıkarma sonucu medya, Etiyopya’ya daha çok ilgi göstermiş ve kamuoyunun dikkatleri bu ülkeye yö-

neltilmiştir. Etiyopya’da yaşanan kıtlık konusu 1984’te uluslararası gündeme yerleşirken, Brezilya’daki

kuraklık objektif ölçümlemelere göre daha ciddi boyutlarda olmasına karşın gündemde yer

edinememiştir. Etiyopya’da altı milyondan fazla insan devletin besleme istasyonlarına giderken,

Brezilya’da da 24 milyon insan kuraklık felaketi ile karşılaşmıştır. Buna karşın Etiyopya’daki açlık

gündeme gelmiş ve yardım elleri bu ülkeye uzanmıştır. Bunun nedenleri arasında Etiyopya’daki beslenme

istasyonlarından elde edilebilen dramatik görüntüler ilk sırayı almaktadır. Bu konu üzerine yaptığı çalışmada Boot, Etiyopya’da her ay 7000 kişi ölürken olaylara duyarsız kalındığı ama Kameraman

Page 79: Iletisim kuramlari

75

Mohammed Amin ve BBC muhabiri Michael Buerk’ın birlikte hazırladıkları Korem’deki göçmen kampı

haberinde üç yaşındaki bir çocuğun ölümü ve yetişkinlerin Auschwitz cezaevini andıran izdihamı

görüntüleri üzerine medya ilgisinin birden arttığını kaydetmektedir. Bu muhabirlerin etkili haber

sunumuyla gerçekleştirdikleri konu teklifçiliği ve kitle iletişim araçları arası etkileşim sonucu uluslararası

bir konu haline gelen Etiyopya’daki açlık 3.5 dakikalık görüntülerle sunulurken, Başkanlık seçimleriyle

ilişkilendirilmiştir. Ardından yardım kampanyaları ve milyarlarca dolarlık organizasyonlar birbirini

izlemiştir. Ancak bütün bunlar olurken ne yazık ki aynı dönemde Etiyopya ile aynı konumdaki Brezil’de

ölümler devam etmiştir. 10 ay sonra ise Etiyopya konusu da ABD medya gündeminden neredeyse

tamamen düşmüştür ve orada da ölümler devam etmiştir (Dearing ve Rogers, 1996).

Günümüzde ise çerçeveleme kavramı gündem belirleme çalışmalarında daha çok ikinci aşama

çalışmalarla birlikte anılır olmuştur. Haber çerçeveleri konulara yönelik tutumları da içinde barındırmakta

ve medyanın tutumlar yönündeki etkilerine dönük çalışmaların odak noktasını oluşturmaktadır.

İKİNCİ DÜZEY GÜNDEM BELİRLEME Cohen’in medyanın “ne hakkında” ya da “hangi konuda” düşüneceğimizi belirlediğine ilişkin sözlerinden

hareketle, ikinci düzey gündem belirleme araştırmalarında “ne düşüneceğini”; eş deyişle “nasıl

düşüneceğini” de belirleme yönündeki etkisinin varlığı araştırılmaktadır. Bu sayede şu hipotez test

edilmektedir: “Bir konunun medyadaki sunulan niteliği, o konunun kamuoyunun zihnindeki niteliğini

belirler.”

İkinci düzey araştırmada medya gündemine ilişkin olarak yine içerik analizi uygulanır. Ancak bu kez olay ya da kişilere ilişkin medya içeriklerinde tanımlanan nitelikler kategorileştirilir. Olay ya da kişilere ilişkin kamuoyunun nasıl bir nitelik tanımlamasında bulunduğu da yine bir anket uygulamasıyla ortaya konur. Bu kez ankete katılanlara konu alınan olay ya da kişinin niteliklerini tanımlamak üzere bir soru sorulur. Örneğin “yakınlarda yapılacak şeçimlerde ilk kez oy kullanılacak bir yakınınız olsa, seçimler öncesinde adayları tanımak için size sorsa, X adayı hakkında ona ne söylerdiniz?” diye sorulur. Alınan yanıtlar medya gündemindeki gibi kategorileştirilir. Daha sonra da medya ve kamu gündeminden elde edilen kategoriler birbiriyle karşılaştırılır.

İlk kez McCombs ve diğerlerince İspanyol seçmenler üzerine gerçekleştirilen ve 1997’de yayınlanan çalışmada, seçmenlerin adaylara yönelik imajları ile medya haberleri ve reklamları arasında tutum transferini gösteren sıkı bir ilişki bulunmuş ve bilim insanları medyanın insanların nasıl düşüneceklerini de belirleme gücünün olduğunu ileri sürerek bu duruma “İkinci Aşama Gündem Belirleme Çalışması” adını vermişlerdir.

Aslında, 1990’ların sonlarında yaygınlaşmaya başlayan bu yöndeki çalışmaların kökenlerinin daha eskilere dayandığını da söylemek mümkündür. 1976 ABD Başkanlık seçimleri dönemini inceleyen iki çalışma, ilk ikinci aşama gündem belirleme düşüncesinin basit bir yansımasını ortaya koymaktadır. Weaver ve diğerlerinin panel çalışması, seçimler döneminde Chicago Tribune ve Illinois seçmenlerinin Başkan adayları Jimmy Carter ve Jerry Ford’a yönelik tutumları arasında yüksek oranda bir ilişki olduğunu belirlemiştir. Aynı seçim dönemine yönelik Becker ve McCombs’un çalışmasında ise, Newsweek dergisiyle ve New York demokratlarının tutumları arasındaki ilişkinin aylar içerisinde daha da arttığını ortaya koymuştur.

McCombs ve arkadaşları bugüne dek gerçekleştirdikleri pek çok çalışmada olay ve kişilere ilişkin medyada sunulan niteliklerle kamuoyunun o konudaki görüşlerinin paralel olduğu sonucuna ulaşmışlardır. Bu çerçevede de şu görüşü dile getirmişlerdir: “Cohen’in klasik açıklamasını yeniden ifade etmek gerekirse; medya sadece ne hakkında düşünmemiz gerektiğini değil, aynı zamanda nasıl ve ne hakkında düşünmemiz gerektiğini ve dahası, bununla ilgili ne yapmamız gerektiğini de söyleyebilmektedir.”

Söz konusu çalışmaların esin kaynaklığını daha çok “yetiştirme” ve “suskunluk sarmalı” yaklaşımları oluşturmuş ve gündem belirleme araştırması çerçevesinde bilim insanları bunu “çerçeveleme” kavramı ile ilişkilendirmişlerdir. Bu da olay ya da konuların belirli bir yönünün, belirli bakış açılarıyla ile ele alınıp önemliliklerinin bu bakış açısıyla vurgulandığı; eş deyişle çerçevelenerek sunulduğu düşüncesine dayanmaktadır.

Page 80: Iletisim kuramlari

76

YETİŞTİRME KURAMI Yetiştirme kuramı (Cultivation Theory), Amerika Birleşik Devletleri’nde 1960’ların sonu ve 1970’li

yılların başında Gerorge Gerbner tarafından Kültürel Göstergeler Projesi adı altında geliştirilmiştir. Bu

yüzden Gerbner ve arkadaşlarına kültürel göstergeler grubu denilmektedir. Proje, şiddet örneği açısından

geliştirilmiş; ancak sonraki yıllarda farklı konular açısından araştırmalar yapılmıştır. Kültürel göstergeler

projesi; kurumsal süreç çözümlemesi, mesaj sistem çözümlemesi ve yetiştirme çözümlemesi

bileşenlerinden oluşmaktadır.

Kültürel göstergeler kavramı, ekonomik ve sosyal göstergeleri tanımlamak ve onların bütünlüğünü

sağlamak için geliştirilmiştir. Kavram, önemli kültürel sorunların bir barometresini sağlamaktadır. Ancak

artık, kültürel göstergelerin, ekonomik ve sosyal göstergelerden daha önemli olduğu ve onların önüne

geçtiği kabul edilmektedir. Kültürel göstergeler grubunun önemli bir bulgusuna göre televizonun

yansıttığı dünya, gerçek dünyadan farklılaşmaktadır. Televizyon, çok seyredenlerin inançlarını içeriğe

uygun bir şekilde homojenleştirmektedir.

Temel Bakış Açısı

Kültürel göstergeler projesinin iletişim ve kültüre bakışı diğer kuramlardan farklı nitelikler taşır. Gerbner,

iletişimi iki dönemde ele alır: Bunlar doğrudan deneyimli iletişim ve dolaylı deneyimli iletişim

dönemleridir. Ona göre iletişim, mesajlar aracılığıyla etkileşimdir. Kitle iletişimi ise sembolik çevrenin

kitlesel üretimidir. İletişim; en geniş insancıl anlamında, insanoğlu tarafından ne, neyin önemli ve doğru

olduğu konularını içeren mesajların üretimi, elde edilmesi ve algılanmasıdır. Bu tanım, yetiştirme

kuramının temelini oluşturur. Nitekim mesajların üetilmesi kurumsal süreci, elde edilmesi mesaj sistemini

ve algılanması da yetiştirme boyutunu karşılar.

Yetiştirme kuramı açısından hikâye anlatma oldukça önem taşımaktadır. Gerbner, medyada anlatılan

hikâyeleri üç kategoride ele alır. Bunlardan birincisi, şeylerin nasıl işlediğiyle ilgilidir. Bu hikâyelerde

insan yaşamının görünmeyen dinamikleri aydınlatılmaktadır. Bu hikâyeler hayâl ürünü olarak

adlandırılmaktadır. Söz konusu hikâyeler, insanların gerçeklik olarak nitelendirdiği bir kurmacayı

sağlamaktadır. İkinci tür hikâyeler, şeylerin ne olduğuyla ilgilidir. Bunlar ise haber olarak

adlandırılmaktadır. Bunlar geleceğe yönelik görüşleri, kuralları ve belli bir toplumun amaçlarını

onaylatmaya yöneliktir. Ne yapılması gerektiğiyle ilgili hikâyeler ise, üçüncü tür hikâyeleri

oluşturmaktadır. Bu tür hikâyeler, tercihler ve değerlerle ilgilidir. Bunlar söylevler, eğitim ve yasalar

olarak adlandırılmaktadır. Günümüzde ise reklam olarak adlandırılmaktadır. Söz konusu üç tür hikâye,

birbiriyle organik olarak ilişkilendirilmiş biçimde kültürü oluşturmaktadır. Bu hikâyeler mitoloji, din,

destan, eğitim, sanat, bilim, yasalar, peri masalları ve politikadan elde edilmektedir. Üçü de büyük ölçüde

paketlenmiş olarak televizyondan yayılmaktadır.

Yetiştirme kuramına göre, televizyon kültürde yaşanılanları ekmektedir. Bu, basit bir neden-sonuç

ilişkisi değildir. Kültür, içinde insanların yaşadığı ve öğrendiği temel bir araçtır. Yetiştirme ise kültürel

çevre içerisinde bir deniz değişimini işaret etmektedir. Yetiştirmenin, kültürleme ve sosyalleştirmeye

katkısı yaşamsaldır. Ancak bu katkının, ne yönde olduğu bilinmelidir ve sonuçları olumlu değildir.

İnsanlar, yakın çevrenin tehdit ve ödüllerinden daha geniş bir dünyada yaşamaktadırlar. Bu dünya

anlattığımız hikâyelerden gelmektedir. Bu hikâyeler, örneğin sanat, bilim, din gibi alanlardan elde

edilmekte ve televizyondan yansıtılmaktadır. Bu anlamda şarkılar, türküler, imgeler vb. insanların

çevrelerinin tekdüze düzenlenişinde işlevseldir. Nitekim bütün hayvanlar davranır ama sadece insanlar

sembolik çevrenin oluşumlarının dünyasında hareket eder.

Kültürel Göstergeler Projesinin Bileşenleri

Yetiştirme kuramının üç bileşeni bulunmaktadır: Bunlar kurumsal süreç çözümlemesi, mesaj sistem

çözümlemesi ve yetiştirme çözümlemesidir. Bunlara ek olarak, yapılan eleştiriler de dikkate alınarak

yaygın görüş haline getirme de geliştirilmiştir.

Kültürel göstergeler projesinin birinci sırasında yer alan kurumsal süreç çözümlemesi bileşeniyle;

kitle iletişiminin diğer kurumlarla nasıl ilişkili olduğu, nasıl karar alındığı, mesaj sistemlerinin nasıl

Page 81: Iletisim kuramlari

77

oluşturulduğu ve bir toplumda işlevlerini nasıl yerine getirdiği gibi konular çözümlenmektedir. Bu

bileşenin önemi, kitle iletişim politikalarının, yalnızca sosyal ilişkilerin genel yapısını ve endüstriyel

gelişmede bir aşamayı değil, aynı zamanda belli tür kurumsal ve endüstriyel güçleri ve bunların

baskılarını yansıtmasından da kaynaklanmaktadır.

Mesaj sistem çözümlemesi, yetiştirme çözümlemesine temel oluşturmaktadır. Kültürel göstergeler

projesinin ikinci aşamasıdır. Mesaj sistem çözümlemesi, önemini yetiştirme çözümlemesine temel

oluşturan sorulara kaynaklık etmesinden almaktadır. Yetiştirme çözümlemesinde kullanılan sorular

televizyon dünyasının tanımlanmasından sonra hazırlanmaktadır. Sorular, televizyon mesaj sisteminde

yer alan içerik görünümlerinden yansımaktadır. Mesaj sistem çözümlemesinde yapılacak bir yanlış çözümeleme, saha araştırmasında kullanılan soruların yanlış hazırlanmasına ve araştırmanın yanlış sonuçlar vermesine neden olabilecektir. Bu nedenle mesaj sistem çözümlemesinin son derece dikkatli

yapılması gerekmektedir. Nitekim mesaj sistem çözümlemesiyle televizyonda en çok yinelenen ve sabit

unsurlar elde edilmektedir. Bu görüntüler çoğu program türlerinde yer almaktadır. Örneğin şiddet unsuru

haberlerde, dizilerde, filmlerde ve hatta reklamlarda bile gösterilmektedir. Televizyonu çok seyredenlerin

bu görüntülerden kaçınması mümkün değildir.

Yetiştirme kuramı bağlamında başlangıçta yetiştirme deliline yönelik bir araştırma yapılmamıştır. Yetiştirme delili televizyonun insanların sosyal gerçeklik ve dünya algılaması üzerinde rolü olduğuna ilişkin bulgudur. Bunun yerine televizyon dünyası çözümlenmiştir. Gerbner ve arkadaşlarına göre, televizyonun kendine özgü bir dünyası vardır ve bu dünya gerçek dünyadan ayrılmaktadır. Bu farklılıklara mesaj sistem çözümlemesi yapılarak ulaşılır. Mesaj sistem çözümlemesi, televizyon içeriği hakkında sistematik, güvenilir ve toplam gözlemler için bir aygıttır. Mesaj sistem çözümlemesiyle bireysel ya da bir izleyici grubunun gördükleri çözümlenmez. Aksine en çok yinelenen, temsil edilen, durağan toplam mesaj örnekleri ortaya konulur. Nitekim tüm topluluklar uzun zaman boyunca bu mesaj örneklerini izlemektedirler. Mesaj sistem çözümlemesiyle ilgili bazı kavramlar şunlardır: Program, şiddet eylemi, karakterler, program örnekleri, kodlayıcı eğitimi ve güvenilirliği.

Yetiştirme çözümlemesi, kültürel göstergeler projesinin üçüncü bileşeni ve aşamasıdır. Yetiştirme kavramı televizyonun insanların sosyal gerçeklik kavramlaştırması ve dünya algılaması üzeuindeki rolünü tanımlamak için kullanılmaktadır. İzleyicinin sosyal gerçeklik kavramlaştırmasıyla, televizyon içeriğindeki en çok yinelenen ve yayılmacı imge ve ideolojiler arasındaki ilişkiyi incelemektedir.

Yetiştirmenin anlamı şudur: Kültürel üretimin egemen tarzları, mesajları ve temsilleri oluşturmaya eğilimlidir. Bu mesaj ve temsiller kültürel bağlamları, kurumların pratiklerini, yönelimlerini, dünya görüşlerini ve ideolojilerini beslemektedir. Söz konusu mesaj ve temsiller de zaten bu kültürel bağlam ve kurumlardan kaynaklanmaktadır. Televizyon izleyicisi bilinçsizce, televizyon dünyasının demografik gerçeklerini edinir, rastlantısal ve kasıtlı olmaksızın bu dünyanın gerçeklerini öğrenir. Bu ise yetiştirmedir.

Yetiştirme kuramına göre bazı insanlar, televizyon başında fazla zaman geçirmektedirler. Televizyon da bazı ortak ve yinelenen mesajlara sahiptir. Söz konusu insanlar televizyonun en ortak ve yinelenen mesaj ve derslerinden yansıyan bir dünya görüşüne sahip olacaktırlar. Kuram televizyonun düşsel dünyasına bağımlı kalmanın uzun dönemli toplam rolünü sorgulamaktadır. Yetiştirme araştırmaları televizyonun kültürlemedeki uzun dönemli, yavaş değiştirme rolünü anlamaya çalışmaktadır. Dolayısıyla birkaç program izlemenin izleyicinin davranışında ne yönde bir değişiklik yaptığıyla ilgilenmemektedir. Yetiştirme çözümlemesi, kültürel medyayı toplam izlemenin genel ve kapsayıcı sonuçlarıyla ilgilenmektedir. Bu yönüyle diğer etki kuramlarından ayrılmaktadır. Ayrıca özel televizyon programlarıyla, seçici izlemeyle ve kullanımlar ve doyumlar kuramının televizyon izlemeyle ilgili kabulleriyle ilgilenmemektedir. Yetiştirme kuramı televizyon temsillerinin kapsayıcı ve yinelenen örnekleri ve derslerine odaklanan bir proje olarak kurgulanmıştır. Yetiştirme çözümlemesi, televizyonla büyümenin ve yaşamanın toplam sonuçlarıyla ilgilenmektedir.

Yetiştirme çözümlemesi genellikle, televizyon içeriğindeki sabit ve en çok yinelenen örneklerin seçilmesi ve değerlendirmesiyle başlamaktadır. Bu işlemde çoğu program türünde yer alan değerler, görüntüler ve imgelere vurgu yapılmaktadır. En basit haliyle söylendiğinde yetiştirme çözümlemesi, televizyonu çok seyredenlerin, en çok ortak ve yinelenen mesajlardan oluşan televizyon dünyasının mesajlarını, gerçek dünya olarak algıladığını ortaya koymaya çalışır. Televizyonu çok seyredenlerle az seyredenlerin yanıtlarını, demografik değişkenleri de dikkate alarak karşılaştırır. Televizyon dünyasıyla

Page 82: Iletisim kuramlari

78

gerçek dünya arasında farklılık bulunmaktadır ve televizyon dünyası seyrek olarak objektif gerçekliği yansıtmaktadır. Bunun yerine egemen ideoloji ve değerleri dikte etmektedir.

İlk yetiştirme araştırmasının yayımlanması ile 1980’li yılların başları arasında kalan dönemde bazı bilim insanları, yetiştirme kuramına kimi eleştiriler getirmişlerdir. Bu eleştiriler yetiştirme kuramı açısından yaygın görüş haline getirme (mainstreaming) kavramını ve çözümlemesini doğurmuştur. Bir süreç olarak yaygın görüş haline getirme, televizyonun ortak yönelimleri yetiştirdiği iddiasının, kuramsal sunumunu ve deneysel kanıtını temsil etmektedir. Yaygın görüş haline getirme, görece bir homojenleşmeyi, farklı görüşlerin emilmesini ve farklı izleyicilerin bir araya getirilmesini ifade etmektedir. Bir ölçüde basılı kültür tarafından geliştirilen ve geçmişten gelen geleneksel farklılıklar, televizyon dünyası içinde kültürlenen ve birbirini izleyen gruplar ve kuşaklar düzeyinde bulanıklaşmaktadır. Yaygın görüş haline getirme, çok seyredenlerin, televizyon dünyasını öteki etken ve etkilerden kaynaklanan davranış ve yönelimlerdeki farklılıkları yok ederek algılaması anlamına gelmektedir. Başka bir deyişle farklı izleyici gruplarının yanıtlarındaki farklılıklar, bu grupların farklı kültürel, sosyal ve politik özellikleriyle uyumlu duruma getirilmiş farklılıklar, anılan grupların çok seyredenlerinin yanıtlarında azalmakta ya da yok olmaktadır.

Kültürel Göstergeler Projesinin bileşenleri nelerdir?

Yetiştirme Kuramı Bakımından Televizyon ve Şiddet

Yetiştirme kuramının önermeleri aslında tüm kitle iletişim araçları için geçerlidir ama televizyonun önemi daha büyüktür. Yetiştirme araştırmaları hep televizyon özelinde yapılmıştır. Ayrıca yetiştirme kuramı şiddet özelinde başlamış ve diğer alanlara da kaymıştır. Bu nedenle yetiştirme kuramı bakımından televizyon ve şiddet konusuna ayrı bir biçimde değinmek yararlı olacaktır.

Televizyon dünyası diğer kitle iletişim araçlarının içeriğinden farklı bir içeriğe sahiptir. Bunun en önemli nedeni televizyonun merkezileşmiş kitlesel üretim yapmasıdır. Toplam nüfus için yapılan bu üretimle gelen uyumlu bir mesaj grubu seçmeden izlenmektedir. Televizyon merkezileşmiş hikâye anlatıcı konumundadır. Hikâye anlatma ve günümüzde televizyon aracılığıyla yapıldığı düşüncesi yetiştirme kuramının temel önermelerinden birisidir. Gerbner’a göre insanlarla diğer canlılar arsındaki temel farklılık, insanların kendi anlattıkları hikâyelerin dünyasında yaşıyor olmalarıdır. Yalnızca insanlar, karmaşık sembollerin güdümü altında iletişim kurmaktadırlar. Böylece sadece insanlar, hikâye anlatmanın bazı formları ve tarzları aracılığıyla oluşturulmuş ve deneyimlenmiş bir dünyada yaşarlar. İnsanlar, bildiklerini ve düşündüklerini ne kişisel ne de doğrudan deneyimle elde etmektedirler. Ne biliyorlarsa bunları, anlatıkları ve duydukları hikâyelerden edinmektedirler. Dolayısıyla günümüzde hikâye anlatma işlevini televizyon yerine getirmektedir.

Gerbner ve arkadaşlarına göre televizyonun en önemli işlevlerinden biri sosyalleşmenin bir aracı olmasıdır. Televizyon dünyasında yer alan sosyal hiyerarşi, sosyalleşmenin diğer güçlü özneleri tarafından ortaya konulanlardan kolayca ayırt edilemez. Televizyonu tek yapan; standartlaştırma, doğrusal bir akış haline getirme ve genişletme kapasitesidir. Daha da önemlisi neredeyse toplumun tüm üyelerine ortak kültürel normları paylaştırmasıdır. İnsanlar televizyonun sembolik çevresi içine doğmaktadırlar. Çocuklar okumaya başlamadan yıllar önce hatta konuşmayı öğrenmeden televizyon izlemeye başlamaktadırlar. Televizyon ise gerçekliğin sosyal olarak kurulmuş çeşidini aynı zamanda aynı yönelimde tüm sınıflar, gruplar ve yaşlara yağdırmaktadır. İzleyici, televizyonu programa göre izlememektedir. Seçerek de izlememektedir. Rastlantısal olarak seçmeden izlemektedir. Açık olan televizyon insanları etkileyebilmektedir. Televizyon sinsidir, yavaş yavaş etkiler. En sert ve kalıcı etkiyi bırakan kitle iletişim aracı televizyondur. Televizyon, okuma yazmanın tarihsel sınırlarını kırmış, insanların bilgi kaynağı olmuştur. Televizyon belirtilen işlevleriyle artık, kültürle doğrudan etkileşim içerisindedir. Televizyonun etkisi ani değişiklikte ya da benzerlikte bulunamaz. Fark televizyonu az izleyenlerle çok izleyenlerin sosyal gerçekliği kavramlaştırmalarında yatar. Televizyon kapitalist endüstriyel düzenin kültürel koludur.

Öte yandan televizyon, izleyenlerde korku duygusu yaratır. Berbat bir dünya algılamasına neden olur. Yetiştirme kuramına göre şiddet, fiziksel bir gücün silahlı ya da silah kullanmadan, kişinin kendisine ya da başkasına karşı, kurbanın kendi rızası dışında, acı verecek biçimde incitilmesi, öldürülmesi ya da olayın bir parçası olarak kurban olacak derecede tehdit edilmesi unsurlarının açık bir ifadesidir. Boş tehditler, sözlü saldırılar, inandırıcı şiddet sonuçları doğurmayan jestler şiddet olarak kodlanmamaktadır.

Page 83: Iletisim kuramlari

79

Ancak kaza ve doğal şiddet, daima belli karakterleri kurban eden amaçlı dramatik eylemler olarak kabul edildiğinden şiddet kapsamına girmektedir.

Gerbner’a göre bugüne kadar insanlık çok fazla kan akışına tanık olmuştur ama günümüzdeki gibi bir kan akışına tanık olmamıştır. 1974’te şiddet içerikli program sayısı 58 iken, bu sayı 1984’te 73, 1994’te de 75’e çıkmıştır. En çok izlenen zamanda, saat başı 5 şiddet sahmesi yer almaktadır. Ortalama her geceye 2 ya da 3 cinayet düşmektedir. 4 ya da 5 haber şiddet içerikli olmaktadır. Çocuk programları şiddet sahneleriyle doludur. Medya ve özellikle televizyon, günümüzde her evi istila eden şiddet kültürünün yaratanıdır. Şiddet dikkat çekici bir kamu sorunudur. Televizyonda dikkate değer ölçüde sunulmaktadır. Dramalardaki ve haberlerdeki şiddet iktidara işaret etrmektedir. Nitekim kurban edenler gibi kurban olanları da sunmaktadır. Şiddeti tetiklediği gibi yıldırmaktadır da... Silahlı eylem de sakat bırakma da olabilmektedir. Açıkça sosyal kıdem sırasını göstermektedir. Azınlıklar, kadınlar, yaşlılar gibi bazı gruplar daha çok kurban olmaktadır. Dolayısıyla televizyonda sunulan şiddetin taklitten daha önemli sonuçları da vardır denilebilir. Nitekim televizyon korku, endişe ve güvensizlik hissi yerleştirerek güvenlik isteklerinin, sivil haklar ihlalleri ve baskıya daha ağır basan bir iklim yaratmaktadır. Televizyonda sunulan şiddet, beyaz ve erkek iktidarının yansıtıcısıdır. Global pazara bağlıdır. Para için şiddet satılmaktadır. Dünyadaki toplumlara en uygun filmler, şiddet içerikli filmlerdir. Şiddetin dili yoktur. Her topluma uymaktadır. Korku, evrensel bir duygudur ve patlamaya hazırdır. Sembolik şiddet, etkili biçimde yetiştirilmek için en ucuz yoldur.

Yetiştirme kuramının şiddet tanımlaması nasıldır?

Page 84: Iletisim kuramlari

80

Özet

Bu bölümde suskunluk sarmalı, gündem

belirleme ve yetiştirme kuramları açıklanmıştır. Bunlardan önce kamuoyu oluşturmaya ilişkin

bilgi verilmiştir. Nitekim kamuoyu kavramı,

suskunluk sarmalı kuramı açısından önem

taşımaktadır. Daha da önemlisi kamuoyu

oluşturma ile gündem belirleme arasına ince bir

çizgi çekilmektedir.

Günümüzde, kamuoyunun ne olduğu ve nasıl

öğrenilebileceği konusunda iki hâkim görüşün

varlığından söz edilebilir. İlkine göre kamuoyu,

bireysel düşüncelerin bir yığınıdır ya da kamuoyu

araştırmacılarının ölçmeye çalıştığı şeydir.

İkincisine göre ise çeşitli sorunlar hakkında

kamuoyunun görüşü anket yöntemiyle tam olarak

ortaya konulamaz. Bunun yerine birey

kanaatlerinin biçimlendiği ve açıklandığı kolektif

süreçlerin incelenmesi gereklidir. Nitekim

kamuoyu, karşılıklı etkileşimin ve iletişimin bir

ürünüdür.

Suskunluk sarmalı kuramıyla Elisabeth Noelle-

Neumann, çağdaş toplumlarda medyanın

konumunun özel önemine dikkat çekmiştir. Noelle-Neumann’ın “kamuoyu araştırmalarınca

saptanan bireysel fikirlerin toplamı, kamuoyu

olarak bilinen korkunç bir siyasal güce nasıl

dönüşüyor?” sorusuna karşılık bulmaya çalışırken

geliştirdiği kuram, güçlü etkilere dönüşü temsil

etmesinin yanında, Amerika dışında geliştirilmesi

ve liberal-çoğulcu gelenek (etki kuramı) içine

dahil edilmesi açısından da önemlidir. Kuram,

yalnızca üyelerinin birbirlerini tanıdıkları

grupların değil, toplumun da oydaşmadan sapan

bireyleri tehdit ettiği varsayımına dayanır: Kişi, kendi görüşünün azınlıkta kaldığına inanırsa,

dışlanma korkusuyla onu açıklamaktan çekinir.

Çoğunluğun görüşünü oydaşma olarak kabul

eder. Bunda medya temel bilgi kaynağı olarak

aktif rol oynar. Medyanın önemli bir rol

oynamasının nedeni ise insanların kamuoyunun

dağılımı için baktıkları kaynak olmasıdır.

McComs ve Shaw’ın isim babası oldukları

gündem belirleme kuramına göre medyanın

gündemine alarak önemli olduğunu belirttiği

konularla kamu gündemindeki bu konulara ilişkin

algının ilişkili olduğu ortaya konulmuştur. Başka

bir deyişle bir konunun medya gündemindeki

önemlilik derecesi, aynı konunun kamu

gündeminde de benzer şekilde önemli olarak

kabulünü beraberinde getirmektedir.

Yetiştirme kuramı, Amerika Birleşik

Devletleri’nde 1960’ların sonu ve 1970’li yılların

başında Gerorge Gerbner tarafından Kültürel

Göstergeler Projesi adı altında geliştirilmiştir. Proje, televizyondaki şiddet gösterimi üzerine

geliştirilmiş, ancak sonradan farklı konular

açısından da araştırmalar devam etmiştir. Kültürel göstergeler projesi, kurumsal süreç

çözümlemesi, mesaj sistem çözümlemesi ve

yetiştirme çözümlemesi bileşenlerinden

oluşmaktadır. Yetiştirme kuramına göre bazı

insanlar televizyon başında fazla zaman

geçirmektedirler. Televizyon da, bazı ortak ve

yinelenen mesajlara sahiptir. Sözkonusu insanlar,

televizyonun en ortak ve yinelenen mesaj ve

derslerinden yansıyan bir dünya görüşüne sahip

olacaktırlar. Kuram televizyonun düşsel

dünyasına bağımlı kalmanın uzun dönemli

toplam rolünü sorgulamaktadır.

Page 85: Iletisim kuramlari

81

Kendimizi Sınayalım 1. Aşağıdaki ifadelerden hangisi dilimizde kamu-

oyu kavramına karşılık olarak kullanılmaz?

a. Efkar-ı umumiye

b. Amme efkarı

c. Halk efkarı

d. Kamu efkarı

e. Efkar-ı beşer

2. Aşağıdakilerden hangisi kamuoyunu oluşturan

unsurlardan biri değildir?

a. Medya

b. Okul

c. Aile

d. Siyaset bilimi

e. Siyasal partiler

3. Aşağıdakilerden hangisi kamuoyu kavramını

ilk kullanan düşünür olarak gösterilebilir?

a. Machiavelli

b. Yaşar Kemal

c. Montaigne

d. Dostoyevski

e. Tolstoy

4. Aşağıdakilerden hangisi suskunluk sarmalı

kuramını geliştiren isim olarak bilinir?

a. Elisabeth Noelle-Neumann

b. McCombs ve Shaw

c. George Gerbner

d. Michael Morgan

e. Dennis McQuail

5. Suskunluk sarmalı kuramı açısından en önemli

iki kavram aşağıdakilerden hangisidir?

a. Gündem belirleme

b. Yetiştirme çözümlemesi ve mesaj sistem

çözümlemesi

c. Yaygın görüş haline getirme

d. Yetiştirme kuramı

e. Dışlanma korkusu ve dışlanma tehditi

6. Aşağıdakilerdan hangisi gündem belirleme ku-

ramının ortaya konulduğu ilk çalışmaya karşılık

gelir?

a. Chapell Hill çalışması

b. Charlotte çalışması

c. North Carolina çalışması

d. Spiral of silence çalışması

e. Agenda setting çalışması

7. Gündem belirleme araştırmalarında birbiriyle

ilişkili kaç farklı gündemden söz edilmektedir?

a. 1

b. 2

c. 3

d. 4

e. 5

8. Kültürel göstergeler projesinin kaç bileşeni

bulunmaktadır?

a. 2

b. 3

c. 4

d. 5

e. 6

9. Aşağıdakilerden hangisi yetiştirme kuramını

geliştiren bilim insanıdır?

a. Michael Morgan

b. George Gerbner

c. Nancy Signorielli

d. Lary Gross

e. James Shanahan

10. Mesaj sistem çözümlemesi, hangi kuramın

bir bileşenidir?

a. Gündem belirleme

b. Kamuoyu oluşturma

c. Gündem kurma

d. Yetiştirme kuramı

e. Suskunluk sarmalı

Page 86: Iletisim kuramlari

82

Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. a Yanıtınız yanlış ise “Kamuoyu Oluşturma” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

2. d Yanıtınız yanlış ise “Kamuoyu Oluşturma” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

3. c Yanıtınız yanlış ise “Kamuoyu Oluşturma” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

4. a Yanıtınız yanlış ise “Suskunluk Sarmalı Kuramı” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

5. e Yanıtınız yanlış ise “Suskunluk Sarmalı Kuramı” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

6. a Yanıtınız yanlış ise “Gündem Belirleme Kuramı” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

7. c Yanıtınız yanlış ise “Gündem Belirleme Kuramı” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

8. b Yanıtınız yanlış ise “Yetiştirme Kuramı” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

9. b Yanıtınız yanlış ise “Yetiştirme Kuramı” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

10. d Yanıtınız yanlış ise “Yetiştirme Kuramı” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1

Bunlardan biri bireylerin doğru haber almalarıdır. Bu da, özgür iletişim ortamına bağlıdır. Diğer ikisi ise, aldıkları bilgileri duygularından uzak, akıllarıyla değerlendirmeleri ve çıkar sağlama umuduyla kamu işlerine yakın bir ilgi göstermeleridir. Sıra Sizde 2

Dışlanma tehditi ve dışlanma korkusudur.

Sıra Sizde 3

Kurumsal süreç çözümlemesi, mesaj sistem çözümlemesi ve yetiştirme çözümlemesi.

Sıra Sizde 4

Yetiştirme kuramına göre şiddet, fiziksel bir gücün silahlı ya da silah kullanmadan, kişinin kendisine ya da başkasına karşı, kurbanın kendi rızası dışında, acı verecek biçimde incitilmesi, öldürülmesi ya da olayın bir parçası olarak kurban olacak derecede tehdit edilmesi unsurlarının açık bir ifadesidir. Boş tehditler, sözlü saldırılar, inandırıcı şiddet sonuçları doğurmayan jestler şiddet olarak kodlanmamaktadır. Ancak kaza ve doğal şiddet, daima belli karakterleri kurban eden amaçlı dramatik eylemler olarak kabul edildiğinden şiddet kapsamına girmektedir..

Page 87: Iletisim kuramlari

83

Yararlanılan Kaynaklar Anık, C. (1994). “Kamuoyunu Oluşturan Araçlar”, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi İletişim 1-2, 83-110.

Atabek, N. ve Dağtaş, E. (1998). Kamuoyu ve İletişim. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi.

Bektaş, A. (1996). Kamuoyu, İletişim ve Demokrasi. İstanbul: Bağlam.

Dearing, J.W. ve Rogers, E.M. (1996). Communication Concepts 6: Agenda-Setting. Thousand Oaks: Sage.

Erdoğan, İ. ve Alemdar, K. (2002). Öteki Kuram Kitle İletişimine Yaklaşımların Tarihsel ve Eleştirel Bir Değerlendirmesi. Ankara: Erk.

Gökçe, O. (1996). “Kamuoyu Kavramının Anlam ve Kapsamı”, Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi Dergisi Kurgu 14, 211-227.

İrvan, S. (1997). “Suskunluk Sarmalı Kuramı ve Elisabeth Noelle-Neumann’ın Özgeçmişi”, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi 6, 421-450.

İrvan, S. (2008). “Gündem Belirleme Yaklaşı mının Genel Bir Değerlendirmesi”, Gündem Belirleme Kuram ve Araştırmaları. Der: C. Yaşin. Ankara: Yargı.

McCombs, M. E. ve Shaw, D. (2008). “Kitle İletişiminin Gündem Belirleyici İşlevi”, Gündem Belirleme Kuram ve Araştırmaları. Der: C. Yaşin, Çev: A. L. Türer. Ankara: Yargı.

McQuail, D. ve Windahl, S. (2005).İletişim Modelleri. Çev: K. Yumlu. Ankara: İmge Kitabevi.

Noelle-Neumann, E. (1998). Kamuoyu Sus kunluk Sarmalının Keşfi. Çev: M. Özkök. Ankara: Dost Kitabevi.

Özer, Ö. (2004). Yetiştirme Kuramı: Televizyo nun Kültürel İşlevlerinin İncelenmesi. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayınları.

Severin, W. J. ve Tankard, J. W. (1994). İletişim Kuramları: Kökenleri, Yöntemleri ve Kitle İletişim Araçlarında Kullanımları. Çev: A. A. Bir ve N. S. Sever. Eskişehir: Kibele Sanat Merkezi.

Severin, W. J. ve Tankard, J. W. (2001).Communication Theories Origions, Methods, and Uses in the Media, New York: Longman.

Yaşin, C. (2008). “Gündem Belirleme Kuram ve Araştırmalarının Tarihsel Gelişimi”, Gündem Belirleme Kuram ve Araştırmaları. Der: C. Yaşin. Ankara: Yargı.

Yüksel, E. (2001). Medyanın Gündem Belirle me Gücü. Konya: Çizgi Kitabevi.

Yüksel, E. (2008). “Kamuoyu Oluşturma ve Gündem Belirleme Kavramları Nerede Kesişmekte, Nerede Ayrılmaktadır?”, Gündem Belirleme Kuram ve Araştırmaları. Der: C. Yaşin. Ankara: Yargı.

Page 88: Iletisim kuramlari

84

Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra;

İletişim alanındaki izleyici merkezli yaklaşımları açıklayabilecek,

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımını tanımlayabilecek,

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımıyla diğer izleyici merkezli yaklaşımlar arasındaki farkları açıklayabilecek,

İzleyici merkezli araştırma tasarımlarında kuramsal çerçeveyi betimleyebilecek

bilgi ve becerilere sahip olabilirsiniz.

Anahtar Kavramlar İzleyici

Gereksinim

Kullanım

Doyum

Etki

Bağımlılık

Aktif İzleyici

Beklenti-Değer

İçindekiler Giriş

İzleyicinin Aktifliği Tezi

Kullanımlar ve Doyumlar Yaklaşımı

Kullanımlar ve Etkiler Modeli

Bağımlılık Modeli

Kullanımlar ve Bağımlılık Modeli

Beklenti-Değer Yaklaşımı

4

Page 89: Iletisim kuramlari

85

GİRİŞ Pasif izleyici; yani kitle iletişim araçlarının etkisine maruz kalan izleyici merkezli araştırmalar, 1970’li

yıllara kadar iletişim alanında büyük bir egemenlik kurmuştur. Tek yönlü iletişim modelini izleyen ve

insanların kitle iletişim araçlarının pasif tüketicileri olduğu fikrini taşıyan bu yaklaşımların izleyiciyi geri

planda bırakması, daha sonra izleyiciyi merkez alan modellerin doğmasına neden olmuştur. Ardından

izleyici merkezli yaklaşımlar önem kazanmaya başlamıştır. Bu çalışmalarda araştırmacılar, kitle iletişim

araçlarının izleyicilere neler yaptığını değil, izleyicilerin kitle iletişim araçlarıyla neler yaptığını sorgular

hale gelmişlerdir. İzleyici merkezli çalışmalarda izleyiciler, iletişim araçlarının etkilerine maruz kalan

pasif nesneler değil, çok çeşitli gereksinimlerini karşılamak için iletişim araçlarını arayan, seçen, hangi

mesajdan nasıl etkileneceğine kendisi karar veren aktif özneler olarak tanımlanmıştır. Böylece iletişim

araştırmalarında odak; mesajın içeriği, etkisi ve mesajı gönderen kaynak olmaktan çıkıp bu mesajı alan

izleyiciye doğru kaymıştır.

İzleyici merkezli yaklaşımların günümüzde hala kullanılan önemli araştırma yaklaşımlarından biri

kullanımlar ve doyumlar kuramı adıyla anılır. Bu yaklaşım, kişilerin ihtiyaçlarını ya da gereksinimlerini

gidermek ve haz ya da doyum sağlamak amacıyla kitle iletişim araçlarını ve bu araçların içeriklerinin

kullandıkları düşüncesi üzerine odaklanır. İzleyici merkezli yaklaşımlar arasında en çok dikkati çeken

kullanımlar ve doyumlar yaklaşımının kitle iletişim sürecinde toplumsal boyutu bir kenara bırakarak daha

çok bireysel düzeyde psikolojik unsurlar üzerine yoğunlaşması ise eleştiri konusu olmuştur. Söz konusu

eleştiriler, “aktif izleyici” tezinden vazgeçmeden yaklaşımın sorunlu yanlarını gidermeye çalışan

“kullanımlar ve bağımlılık”, “kullanımlar ve etkiler”, “beklenti-değeri” gibi çeşitli modellerin ortaya

atılmasına neden olmuştur.

İZLEYİCİNİN AKTİFLİĞİ TEZİ İletişim araçlarının etkisine maruz kalan pasif izleyiciyi odak alan araştırmalar, 1970’li yıllara kadar

iletişim alanında egemen olmuştur. Genel olarak bu araştırmalarda kitle iletişiminin hedefi konumundaki

izleyicilerin, iletişim süreci içinde aktif olarak herhangi bir role sahip olmadıkları ve iletişim mesajları

karşısında savunmasız ve pasif konumda kaldıkları görüşü hâkim olmuştur. Ancak 1970’lerden sonra

kitle iletişiminin alıcısı konumundaki kişilerin pasif durumda olmadıklarına ilişkin araştırmalar öne

çıkmaya başlamıştır. Bu araştırmalarda dilbilim, göstergebilim, kodlama, kodaçımlama, okuma gibi

açılımlarla izleyicinin bir mesajı anlamlandırma yeteneği ön plana çıkarılmıştır. Aslında izleyici odaklı bu

araştırmaları tetikleyen şeyin pazar araştırmaları kapsamında ele alınması gereken kullanımlar ve

doyumlar yaklaşımı olduğunu belirtmek gerekir.

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı, toplum bilimlerindeki anaakım araştırma geleneğinden çıkmıştır. İnsanların medyayı neden kullandığıyla ilgilenmektedir. Bu yaklaşım okuyucu, dinleyici ya da

izleyicilerin hangi iletişim araçlarını ya da içeriklerini hangi gereksinimlerle kullandıklarını ve ne gibi

doyumlar sağladıklarını açıklamaya çalışır. İzleyici odaklı diğer araştırmalarda da izleyicinin bir mesajı

nasıl okuduğu ve anlamlandırdığı açıklanır. Burada ortaya konulmak istenen fikir, izleyicilerin her

verileni sünger gibi emen pasif alıcılar olmadığı, mesajları kendilerine uygun bir şekilde

yorumladıklarıdır.

İzleyici Merkezli

Yaklaşımlar

Page 90: Iletisim kuramlari

86

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı, iletişim araştırmalarına “aktif izleyici” tezini getirmiştir. Aktif

izleyici tezinde, izleyicilerin kendi gereksinimlerine göre iletişim araçlarını ve içeriklerini seçtikleri ve

kendi etkilerini kendilerinin aradığı görüşü savunulur. Buna göre insanlar basit bir biçimde davranmak

yerine, çevrelerine etkide bulunan aktif özneler olarak kabul edilir. Bu özneler, etkinlikleri seçme yolları

arasından amaçlarına uygun tercihler yapma gücüne sahiptirler. İletişim alanında, kişi kendi

enformasyonunun yaratıcısıdır. “Enformasyon” burada kişinin zaman ve mekânda hareket ederken

yaşamdan çıkardığı anlam olarak nitelenir. Kitle iletişim araçları da dünyanın seyredildiği mercekler

olarak görülür. Bu merceklerle kişiler, dünyanın kendilerine özgü anlamlarını oluştururlar.

“Aktif izleyici” düşüncesiyle yürütülen araştırmalar bilimsel amaçlarla gerçekleştirildiği gibi kültür

ürünlerini ticari olarak kar amaçlarıyla pazarlayan kurumları, kapitalist sistemin eleştirisini yapan

değişimci ya da eleştirel düşünceye sahip yaklaşımlara karşı savunmak amacıyla da yürütülmüştür. Daha

açık bir biçimde ifade etmek gerekirse, bu araştırmalarla dolaylı olarak kitle iletişiminin etkilerine yönelik

eleştirilerine karşı şöyle bir savunma söz konusudur: Siz izleyiciyi aptal mı sanıyorsunuz? O kendi

seçimini yapacak olgunluktadır, kendine uygun bir biçimde mesajları yorumlar, bir başka deyişle kitle

iletişim araçlarının sundukları şeyler sizin abarttığınız gibi insanları tek taraflı etkileyecek biçimde

tehlikeli değildir, korkmanıza gerek yok.

İzleyici merkezli yaklaşımlar konusunda ayrıntılı bilgi edinmek için Erdoğan ve Alemdar’ın “Öteki Kuram” (2010) adlı kitabını okuyabilirsiniz.

KULLANIMLAR VE DOYUMLAR YAKLAŞIMI Kullanımlar ve doyumlar, medya araştırmalarındaki etkili geleneklerden biridir. Kullanımlar ve doyumlar

yaklaşımı, genel olarak Gerbner’in yetiştirme modelinin bir bakıma alternatifi olarak değerlendirilebilir.

Bu yaklaşım, neden insanların gereksinimlerini doyurmak amacıyla aktif olarak belli iletişim araçlarını ve

belli içerikleri aradığını anlamaya çalışır.

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımına göre insanların çeşitli gereksinimleri vardır ve bu

gereksinimlerini doyuma ulaştırmaya çalışırlar. İnsanların gereksinimlerini doyuma ulaştırmak için

kullandıkları araçlardan bazıları da kitle iletişim araçlarıdır. İnsanlar bu araçlar ve araçların ürünleri

arasında gereksinimlerini karşılamak için seçme yaparlar. Bu amaçlı etkinlikler sonucu gereksinimler

giderilir ve gerginlikler azaltılır.

Katz, kullanımlar ve doyumlar yaklaşımının üç hedefi olduğunu belirtir ve bu hedefleri şöyle sıralar:

• Kitle iletişim araçlarının, bireyler tarafından gereksinimlerini gidermek amacıyla nasıl kullanıldığını açıklamak

• Medya davranışının güdülerini anlamak

• İletişim davranışını, güdüleri ve gereksinimleri izleyen işlevleri ve sonuçları belirlemek.

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı, iletişim araçlarının etkilerini medya tüketimi açısından inceler.

Kullanımlar ve doyumlar araştırmacıları, medya tüketicilerinin çeşitli medya içeriklerini tüketmenin

nedenlerinin farkında olduklarını ve bunu açıkça söyleyebileceklerini varsayarlar. Fiske, kullanımlar ve

doyumlar araştırmalarının temellendiği varsayımları şöyle belirtir:

1. İzleyici aktiftir. Medyanın yayımladığı her şeyin pasif bir alıcısı değildir. Program içeriğini seçer ve kullanır.

2. İzleyiciler kendi gereksinimlerine en iyi doyumu sağlayacak medyayı ve programları özgürce seçerler. Medya yapımcısı programın kullanım biçimlerinin farkında olmayabilir ve farklı izleyiciler aynı programı farklı gereksinimleri gidermek amacıyla kullanabilirler.

3. Medya doyumun tek kaynağı değildir. Tatile gitmek, spor yapmak, dans etmek de medyanın kullanıldığı gibi kullanılır.

Page 91: Iletisim kuramlari

87

4. İnsanlar belirli durumlarda kendi çıkarlarının ve güdülerinin farkındadırlar ya da farkında olmaları sağlanabilir.

5. Medyanın kültürel önemi konusundaki değer yargıları göz ardı edilmek zorundadır. Örneğin belli bir dizinin saçma sapan bir dizi olduğunu söylemek gereksizdir. Eğer bu dizi çok sayıda kişi tarafından izleniyor ve çok sayıda kişinin gereksinimlerine yanıt veriyorsa yararlıdır.

Belli bir televizyon programının yararlı olup olmadığını yalnızca izlenme oranlarına bakarak değerlendirmek doğru mudur?

Rosengren’in Genel Modeli Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımında açıklanan temel düşünceyi Karl Eric Rosengren, model haline getirmiştir.

Şekil 4.1: Kullanımlar ve Doyumlar Yaklaşımının Genel Bir Modeli

Kaynak: Rosengren, 1974: 271.

Modelin başlangıç noktasını bireyin gereksinimleri (1) oluşturur. Ancak bu gereksinimlerin uygun bir eyleme dönüşebilmesi için, ilk başta bunların sorun (4) olarak algılanması gerekir. Ayrıca bu sorunlara olası çözüm (5) yollarının da algılanması gerekmektedir. Modelde gereksinimlerin deneyimi (3) gelişme düzeyi ve siyasal sistemin biçimi gibi toplumsal yapının özellikleri tarafından (11) ve ayrıca kişilik, toplumsal konum veya yaşam öyküsü gibi bireysel özellikler (2) tarafından biçimlendirilir veya etkilenir. Sorunların algılanması ve olası çözümler, kitle iletişim araçlarını (7) ya da diğer davranış (8) biçimlerini kullanmak üzere güdülerin (6) oluşmasına yol açar. Sonuçta, başlangıçta var olan gereksinimler tatmin edilerek birey doyuma (9) ulaşır. Rosengren’e göre güdülerin ampirik olarak gereksinim ve sorunlardan ayırt edilmesi zordur, ancak bunlar analitik olarak farklıdırlar. Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımına göre içerik, algılanan sorunların çözümüne yardım edecek biçimde seçilir ve kullanılır. Alternatif, yani kitle iletişim araçlarına alternatif davranış da (8) örneğin arkadaşımızı ziyaret ederek sağlanabilir. Böylece toplumsal ilişki gereksinimimizi daha doğrudan ve doğal olarak sağlayabiliriz. Modelin son aşaması ise başlangıçta var olan gereksinimlerin giderilmesi deneyimidir ya da deneyimsizliğidir. Doyumun tekrar toplumsal yapı (10) ve bireysel özelliklerle (11) birleştirilmesi, güdülenmiş kitle iletişim araçları kullanımının bireyler ve toplum üzerinde birtakım bağımsız etkileri olabileceğini anımsatmak içindir.

Page 92: Iletisim kuramlari

88

Kullanımlar ve Doyumlar Yaklaşımının Temelleri

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımının kökleri aslında 1940’lı yıllara kadar gider. Bu dönemde araştırmacılar insanların neden radyo dinleme ya da gazete okuma gibi farklı medya davranış biçimleri gösterdikleri sorusunun yanıtıyla ilgilenmeye başlamışlardır. Bu ilk araştırmalar, aslında izleyici tepkilerini anlamlı kategoriler içinde sınıflandırmaya çalışan betimleyici çalışmalardan oluşmaktadır. Örneğin Herzog, “radyo soap operalarını” dinlemeyle ilgili üç tip doyum belirlemiştir. Bunlar duygusal rahatlama, hüsnükuruntu ve tavsiye almadır.

Soap opera, radyo ya da televizyon programı olarak dizi biçiminde yayınlanan dramatik kurmacalardır. Radyo tiyatrosu olarak yayınlandıkları dönemlerde sponsorluklarının sabun (soap) üreten firmalar tarafından yapılması nedeniyle bu kurmaca türüne “soap opera” adı verilmiştir. Bu tür, Türkiye’de daha çok “pembe dizi” adıyla anılmaktadır.

Berelson ise insanlara neden gazete okuduklarını sormak için bir New York gazetesinin grevinden yararlanmıştır. Yanıtlar beş ana kategoride toplanmıştır. Bu kategorilere göre insanların gazete okuma nedenleri şunlardır:

1. Enformasyon edinmek için okuma,

2. Toplumsal saygınlık kazanmak için okuma,

3. Kaçış amaçlı okuma,

4. Günlük yaşam için bir araç olarak okuma

5. Toplumsal bir bağlam için okuma.

Bu ilk çalışmaların kuramsal tutarlılığı çok azdır. Gerçekte çoğu, gazete yayımcıları ve radyo yayıncılarının pratikte daha etkili hizmet sunabilmek için izleyicilerinin motivasyonlarını bilme gereksinimlerinden esinlenmişlerdir.

Araştırma yaklaşımının gelişiminde, bir sonraki aşama, 1950’lerin sonunda başlamıştır ve 1960’larda da devam etmiştir. Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımının temelleri ilk kez Elihu Katz tarafından 1959’da yazılan bir makalede açıklanmıştır. Katz, bu makalesinde, iletişim araştırmalarının hep ikna konusuyla ilgilendiğini ve “medya insanlara ne yapıyor?” sorusuna yanıt aradıklarını, asıl sorulması gereken sorunun ise “insanlar medya ile ne yapıyor?” sorusu olduğunu ileri sürmüştür. Katz yaptığı çalışmalarda, izleyicilerin iletişim araçlarını kullanma nedenlerini ortaya koymaya çalışarak her kullanımın bir gereksinimi giderme amacı taşıdığını savunmuştur.

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı ile 1960’lı yıllarda yapılan araştırmalar farklı tüketim ve doyum kalıplarının öncülleri olduğu varsayılan çok sayıda toplumsal ve psikolojik değişkeni tanımlamaya ve işlemselleştirmeye yönelmiştir. Örneğin Schramm, Lyle ve Parker çalışmalarında, çocukların televizyonu kullanımlarının başka şeyler yanında bireysel zihin yetenekleri ile anne-baba ve akranlarla ilişkileri tarafından etkilendiğini ortaya koymuşlardır. Gerson ise ergenlerin medyayı nasıl kullandığını öngörmede ırkın önemli olduğu sonucuna varmıştır.

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı 1970’ler ve ardından 1980’lerde yeniden canlanmıştır. Toplum bilimlerindeki işlevselci paradigmadan kaynaklanan araştırmalar, medya kullanımını bireyin toplumsal ya da psikolojik doyumları açısından irdelemişlerdir. Buna göre kitle iletişim araçları diğer doyum kaynaklarıyla yarışma halindedir. Kitle iletişim araçlarından sağlanan doyumlar ise bir iletişim aracının içeriğinden elde edilebilir. Örneğin seyirci belli bir programı izleyerek doyum sağlayabilir ya da izleyicin doyumu iletişim araçlarındaki belli bir program türünü bilmekten kaynaklanabilir. Örneğin seyirci pembe dizileri izleyerek doyum elde edebilir. Doyum, genel olarak kitle iletişim aracına maruz kalmaktan; örneğin televizyon izlemekten ya da belli bir iletişim aracının kullanıldığı toplumsal bağlamdan; örneğin aile ile birlikte izlemekten de elde edilebilir.

Blumler ve Katz, hem gereksinimlerin doyurulması hem de genellikle istenmeyen başka sonuçlara yol açan farklı maruz kalma kalıplarından söz etmişlerdir. Bilim insanları izleyicilerin gereksinimlerinin kitle iletişim araçları konusunda belli beklentiler oluşturan toplumsal ve psikolojik kaynaklara sahip olduğunu öne sürmüşlerdir. Buna karşılık McQuail, bu gelenekteki araştırmaların egemen duruşunu şöyle açıklar:

Page 93: Iletisim kuramlari

89

“Kişisel toplumsal koşullar ve psikolojik eğilimler hem genel olarak iletişim araçlarını kullanma alışkanlıklarını hem de iletişim araçlarının sunduğu yararlara ilişkin inanç ve beklentileri etkiler. Deneyimlerin değerlendirilmesi ise izleyicilerin iletişim aracı seçimlerini ve bu araçları tüketim eylemlerini biçimlendirir”.

İletişim Araçlarını Kullanım Nedenleri ve Doyumlar Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı, her ne kadar kişisel gereksinimlerimizi ve isteklerimizi gidermek için toplumsal ilişkileri kullandığımızı öne süren yüz yüze iletişim kuramlarıyla uyumluysa da kitle iletişim sürecini açıklamak için geliştirilmiş bir kuramdır.

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımında iletişim araçlarının kullanım nedenleri, kişilerin gereksinimleriyle açıklanır. Kişilerin bireysel ve toplumsal gereksinimleri vardır ve bu gereksinimleri giderip, gerginlikten kurtulmaya çalışırlar. Bu gerginliği gidermenin yollarından biri de iletişim araçlarını aktif olarak kullanmaktır. Elbette gereksinimleri gidermek için tatile çıkmak, spor yapmak, çeşitli hobilerle uğraşmak ve çalışmak gibi başka yollar da vardır. Ancak gereksinimleri karşılamakta kullanılan kişisel ve çevresel olanaklar yetersiz kaldığında, izleyici iletişim araçları ve bunların içeriği arasından seçimler yapar. Böylelikle gereksinimlerini doyuma ulaştırıp gerginlikten kurtulmaya çalışır. Bu açıdan, kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı, işlevselciliğin denge görüşüne dayanır.

Gereksinimler ve Güdüler Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımını benimseyen araştırmacılar, başlangıç noktası olarak temel bir psikolojik kavram olan “gereksinim”den hareket ederler. Bireylerin yaşamlarını devam ettirebilmek için karşılamaları gereken bazı gereksinimleri; yani ihtiyaçları vardır. Gündelik yaşamda herhangi bir gerginlik yaşanmaması için bu gereksinimlerin doyuma ulaştırılması gerekmektedir.

Maslow’un gereksinimler hiyerarşisi modeli bu doyumlarla ilgilidir. Maslow, insan güdülerini bir piramit biçiminde değerlendirerek gereksinimlerin aşamaları olduğunu belirtmiştir (Şekil 4.2). Buna göre açlık, susuzluk ve cinselliğin fizyolojik doyumu, gereksinimler piramidinin en alt basamağını oluşturmaktadır. Bu basamaktaki gereksinimler giderilmeden bir üst basamağa geçmek oldukça zordur. Gereksinimlerin tatmin edilmesi bireyin kendisini iyi hissetmesini sağlar, ancak bir gereksinimin tatmin edilmesiyle birey bir sonraki aşamaya geçer ve bu sefer de bir üst aşamadaki gereksinimlerini gidermeye çalışır. Açlık, susuzluk ve cinsellik gereksiniminin fizyolojik doyumu aşamasından sonra piramitte sırasıyla şu aşamalar yer almaktadır: Emniyet, güven, düzen ve değişmezlik; ait olma ve sevgi; değer, başarı, kendine saygı; kendini gerçekleştirme.

Şekil 4.2: Maslow’un gereksinimler hiyerarşisi modeli

Kaynak: http://en.wikipedia.org/wiki/Maslow%27s_hierarchy_of_needs’den uyarlanmıştır.

Daha yüksek düzeyli gereksinimler; biyolojik gereksinimler ve güvenlik gereksinimi gibi daha zorunlu gereksinimlerin karşılanmasının ardından ortaya çıkar. Psikologların çoğu, insanların biyolojik gereksinimleri yanında keşfetme, yükselme, statü edinme, paylaşma, eğlenme gibi istek ve gereksinimler içinde olduğuna inanırlar.

Page 94: Iletisim kuramlari

90

Güdü (motiv) ise insanın davranışını bir hedefin gerçekleşmesine ya da bir nesneyi elde etmeye doğru yönelten ya da uyaran içsel bir güçtür. Bireyin bu gücün etkesiyle harekete geçmesine de güdülenme (motivasyon) denir. Güdüler, doğrudan doğruya idare ve kontrol edilemezler, doğrudan doğruya gözlemlenemezler; ancak davranışların gözlenmesi yoluyla anlaşılırlar. Örneğin bir kişi yiyecek gereksinimini karşılamak için güdülenebilir ve yiyeceğe doğru yönelir ya da takdir edilme gereksinimini karşılamak için güdülenebilir. Bu amaçla farklı davranışlara yönelebilir; örneğin resim yapabilir, belli bir alanda uzmanlık geliştirebilir ya da iyi futbol oynayabilir.

Güdü, insanların davranışını bir hedefin gerçekleşmesine ya da bir nesneyi elde etmeye doğru yönelten ya da uyaran içsel bir güçtür. Bireyin bu gücün etkesiyle harekete geçmesine de güdülenme (motivasyon) denir.

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımının kuramsal kaynağını psikolojideki gereksinim ve güdü kavramları oluşturur. Kişilerin biyolojik gereksinimleri yanında toplumsal ve bireysel gereksinimleri de vardır. Kişiler, içinde yaşadıkları kişisel çevre ve içinde bulundukları olanaklar gereksinimlerini karşılamakta yetersiz kaldığında, bu gereksinimlerini kitle iletişim araçlarını kullanarak gidermeye çalışırlar. Bu bağlamda kitle iletişim araçları arasından ve bu araçların sunduğu ürünler arasından bir seçim yaparlar ve böylece gereksinim giderilerek gerginlik ortadan kaldırılır ya da azaltılır.

Bireyin emniyet ve güven aşamasında doyuma ulaştırması gereken gereksinimlerden biri de “haberleşme” gereksinimidir. Birey yakın ve uzak çevresinde olup bitenlerle ilgili haber alabilmek için kitle iletişim araçlarını kullanır. Kitle iletişim araçları, haberdar etmenin yanında bireyin ürün ve hizmetlere ilişkin bilgi edinme, oyalanma/zaman geçirme ve eğlenme gibi gereksinimlerinin karşılanmasında da işlev görür. Dolayısıyla bireyin günlük yaşamının sürdürülmesinde kitle iletişim araçlarının önemli bir yeri vardır. Bireyler kitle iletişim araçlarını kullanarak birtakım gereksinimlerini karşılamakta ve bu araçlardan elde ettikleri doyumlarla psikolojik olarak rahatlamakta ve gerginliklerini azaltmaktadırlar.

Bireylerin kişisel özellikleri ve toplumla kurdukları ilişkiler birbirinden farklıdır. Dolayısıyla her bireyin sorunları ve gereksinimleri de farklıdır. Bu farklılık kişilerin doyum ararken farklı güdülerle davranmalarına neden olur. Sonuç olarak bireyler, iletişim araçlarını farklı nedenlerle ve farklı biçimde kullanırlar. Kullanımlar ve doyumlar araştırmaları da kitle iletişim araçları ve bu araçların içeriği ile insanları bu araçları kullanmaya yönelten gereksinimler, güdüler, kullanımlar sonucunda elde edilen doyumlar arasındaki ilişkileri araştırırlar.

Kullanım ve Doyumlar Araştırmalarda ortaya konulan bulgular çerçevesinde, kitle iletişim araçlarının kullanım nedenlerine bağlı olarak elde edilen kişisel doyumlar genel olarak şu şekilde sıralanabilir:

• Günlük yaşamın baskılarından kurtulmak

• Dünyada ne olup bittiği hakkında bilgi edinmek

• Zaman öldürmek/vakit geçirmek

• Yiyecek, giyecek ve eşyalar hakkında bilgi almak,

• Dinlenmek

• Kişisel ilişki ve arkadaşlık gereksinimini karşılamak

• İçinde yaşadığımız zamandan geri kalmamak (zamana ayak uydurmak).

Farklı araştırmacılar, kitle iletişim araçlarından sağlanan doyumları farklı biçimlerde sınıflandırmakta ve farklı doyum kategorileri oluşturmaktadırlar. Bu bilim insanları arasında McQuail, kitle iletişim araçlarının kullanımının genel nedenlerini enformasyon, kişisel kimlik, eğlence, bütünleşme ve sosyal etkileşim başlıkları altında toplamaktadır. Bu başlıklar ise şöyle açıklanabilir:

Page 95: Iletisim kuramlari

91

Enformasyon

• Yakın çevredeki, toplumdaki ve dünyadaki olaylarla ve koşullarla ilgili enformasyon bulmak

• Pratik konularda tavsiye ya da fikir ve karar seçenekleri araştırmak

• Merak ve genel ilgiyi tatmin etmek

• Öğrenme, kendi kendine eğitim

• Bilgi sayesinde bir güvenlik duygusu kazanmak

Kişisel kimlik

• Kişisel değerlere destek bulmak

• Davranış modelleri bulmak

• (Kitle iletişim araçlarındaki) değerli öteki ile özdeşleşmek

• Kendine ilişkin içgörü kazanmak

Bütünleşme ve sosyal etkileşim

• Başkalarının koşullarına ilişkin içgörü kazanmak; sosyal empati

• Başkalarıyla özdeşleşmek ve bir aidiyet duygusu kazanmak

• Sohbet ve sosyal etkileşim için bir temel bulmak

• Gerçek yaşamdaki arkadaşlığın yerini tutacak bir şey bulmak

• Sosyal rollerin yürütülmesine yardımcı olmak

• Kişinin aileye, arkadaşlara ya da toplumla bağlantı kurmasını sağlamak

Eğlence

• Sorunlardan kaçmak ya da uzaklaşmak

• Rahatlamak, gevşemek

• İçsel kültürel ya da estetik zevk almak

• Zaman geçirmek, zaman öldürmek

• Duygusal rahatlama/boşalma

• Cinsel uyarılma

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımına göre insanların neden televiz- yon izlediği açıklanabilir mi?

Doyum Sağlayan İçerik

Kişiler, gereksinimlerini gidermek için iletişim araçlarının içerikleri arasında da seçim yaparlar. Erdoğan, kişilerin doyum sağlamak için kullandıkları kitle iletişim araçlarının içeriğini üç sınıfa ayırmaktadır:

1. Gerçek enformasyon veren içerik: Çevresel, ulusal ve uluslararası haberler, belgesel sunuşlar, yorumlar.

2. Gerçek-duygusal içerik: Tiyatro ve oyun gibi estetik bir biçimde sunulan ve aynı zamanda hayali olmayan içerik. Gerçeğe dayanmasına karşın bu tür içerik kaçış, çevreden uzaklaşma ve hayali ilişkilere girmek için kullanılabilir. Bu içeriğe örnek olarak canlı spor yayınlarını, konuşma programlarını, yarışma programlarını ve reklamları verebiliriz.

3. Hayali-duygusal içerik: Romanlar, hikâyeler, melodramik, komedi ya da polisiye filmler ve televizyon eğlence oyunları, çocuk dergileri. Bu tür içerik kişileri toplumsal ilişkilerde daha çok yalnızlığa götürür ve çoğunlukla kişiye sorunlarını çözme yerine sorunlardan kaçma olanağını verir.

Page 96: Iletisim kuramlari

92

Kullanılan İletişim Aracına Göre Sağlanan Doyumlar

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımını temel alan araştırmalarda incelenen konulardan biri de farklı

iletişim araçlarının farklı gereksinimlerle farklı doyumlar elde etmek için kullanılmasıyla ilgilidir. Bu

türdeki araştırmaların en çok bilinenleri ve bulguları aşağıda açıklanmaktadır.

Schramm, Lyle ve Parker, çocukların televizyonla ne yaptıklarını incelemişlerdir. Buldukları

sonuçlara göre çocuklar genellikle büyüklerin seyrettiği programları seyretmektedirler ve seyrettiklerinin

çoğu fantezi ve eğlence programlarıdır. Okul öncesi yıllarında fantezi programlarından öğrenirler,

büyüdükçe basılı iletişim araçlarını gerçeği deneme ve ciddi öğrenme için kullanmaya başlarlar, çocuğun

toplumsal ilişkileri kötüleştikçe, televizyon kullanımı ve fantastik içerik arayışı artar.

Johnson, gençler arasında iletişim araçlarının kullanımı ve toplumsal bütünleşmeyi incelemiş ve

yoğun televizyon izleme ile statü düş kırıklığı arasında doğrudan bir ilişki bulmuştur. Buna göre,

toplumsal bütünleşmede başarısızlık hissi kişileri, yetersizlik duyguları veren bir durumdan kaçmak

amacıyla bir “duygusal onarma” aracı olarak televizyonu kullanmaya yöneltmiştir.

Katz ve Peled savaş gibi özel bir durumda televizyonun iki önemli görevi olduğuna işaret etmişlerdir:

Bilmek gereksinimi ve gerginlikten kurtulma. Gazetelerin ek bir bilgi kaynağı olduğunu ve radyo ile

televizyonun verdiği materyallerin yorumu için kullanıldığı ortaya çıkmıştır.

Diğer yandan Katz, Gurevitch ve Haas, çeşitli araçları kullanma ve elde edilen doyumlarla ilgili

araştırmalarında televizyonun daha çok “zaman öldürmek”, “aile ile vakit geçirmek”, “eğlenmek”,

“sıkıntıları atmak” ve gazetelerin “dünya olaylarını anlamak”, özellikle kendi ülkeleri İsrail hakkında

haber almak için kullanıldığını ortaya koymuşlardır.

Kullanımlar Doyumlar Araştırmalarında Televizyon

Etkili sunumu nedeniyle televizyon, gereksinimlerin doyurulmasında sıkça kullanılan sosyo-kültürel bir

kaynaktır. Televizyonun toplumsal olarak kullanımının çeşitli biçimlerini keşfetmek için yıllardır

etnografik araştırma teknikleri verimli bir biçimde kullanılmaktadır. Genel olarak izleyiciler televizyonu,

çevrelerini düzenlemek ve inşa etmek, kişilerarası iletişimi kolaylaştırmak, çok sayıda insana ulaşmak,

toplumsal davranışları ve rolleri öğrenmek, kişisel beceri göstermek ve bazen de diğerlerine egemen

olmak amacıyla kullanmaktadırlar.

İnsanların televizyonu kullanma amaçları ve biçimleri kültürden kültüre önemli farklılıklar

göstermektedir. Lull, Tablo 1’de açıklandığı gibi televizyonun sosyal kullanımının sağladığı yararlarını

yapısal ve ilişkisel olarak ikiye ayırmaktadır.

Tablo 4.1: Televizyonun sosyal kullanımı

YAPISAL İLİŞKİSEL

Ortamsal: Arkaplan ses; arkadaşlık, eğlence

Düzenleyici: Zaman ve etkinlik ayarlama; konuşma kalıpları

İletişimi kolaylaştırma: Deneyim örnekleme; ortak zemin; sohbete giriş; endişe azaltma; konuşma gündemi; değer açıklama.

Bağlanma/kaçınma: Fiziksel, sözel temas/ihmal; aile dayanışması, aile rahatlığı; çatışma azaltma; ilişki sürdürme

Toplumsal öğrenme: Karar verme; davranış modelleme; sorun çözme; değer aktarma; meşrulaştırma; enformasyon yayma; eğitimin yerine geçme

Yeterlik/baskınlık: Rol oynama; rol pekiştirme; rol tanımlamanın yerine koyma; entelektüel geçerlik; otorite uygulama; eşik bekçiliği; tartışma olanağı.

Page 97: Iletisim kuramlari

93

Yarışma Programlarının Kullanımı

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımıyla yapılan araştırmaların soruşturduğu konulardan biri de izleyicilerin belli tür bir programı izleme nedenleridir. McQuail, Blumler and Brown yaptıkları bir çalışmada izleyicilerin televizyonlardaki yarışma programlarını neden izlediklerini araştırmışlardır. Araştırmanın bulgularına göre izleyiciler yarışma programlarını dört temel doyum için kullanmaktadırlar. Bunlar aşağıda açıklandığı gibi kendini takdir etme, sosyal etkileşim, heyecan ve eğitimdir.

Kendini takdir etme çekiciliği

• Kendimi uzmanlarla karşılaştırabiliyorum

• Programa katıldığımı ve başarılı olabileceğimi hayal etmeyi seviyorum

• Desteklediğim taraf kazanırsa memnun oluyorum

• Okul yıllarımı anımsıyorum

• Yarışmacıların hatalarına gülüyorum

Toplumsal etkileşim için temel

• Yarışmalar hakkında başkalarıyla konuşmak için sabırsızlanırım

• Benimle birlikte yarışmaları izleyen insanlarla yarışmaktan hoşlanırım

• Ailemle yanıtları aramayı severim

• Çocuklar yarışmalardan çok şey öğrenirler

• Aynı ilgileri paylaşan aile üyelerini bir araya getirir

• Daha sonrası için bir sohbet konusu oluşturur

Heyecan çekiciliği

• Birbirine yakın bir sonucun heyecanlandırmasından hoşlanıyorum

• Endişelerimi bir süre unutmak hoşuma gidiyor

• Kazananı tahmin etmeye çalışmak hoşuma gidiyor

• Doğru cevabı bildiğimde kendimi iyi hissediyorum

• Yarışmaya dahil oluyorum

Eğitimsel çekicilik

• Sandığımdan daha fazlasını bildiğimi keşfediyorum

• Kendimi geliştirdiğimi keşfediyorum

• Programa katılanlara saygı duyuyorum

• Daha sonra bazı sorular üzerinde tekrar düşünüyorum

• Yarışmaları eğitici buluyorum.

Araştırmada sosyal sınıfın da doyumlarla ilgili olduğu ortaya çıkmıştır. Araştırmacılar kendini takdir etmek için yarışma programlarını seyredenlerin çoğunun sosyal konutlarda oturduklarını ve işçi sınıfından olduklarını keşfetmişlerdir. Bu insanların kendilerine, toplumsal yaşamın vermediği bir kişisel statü vermek amacıyla kitle iletişim araçlarını kullandıkları düşünülmüştür. Bu, kitle iletişim araçlarının toplumsal yaşamın karşılayamadığı gereksinimleri gidermede telafi edici kullanımının bir örneğini oluşturmaktadır. Yarışma programlarını heyecan için izlediklerini belirtenler, çoğunlukla pek de sosyal olmayan işçi sınıfı kökenli izleyicilerdir. En önemli doyum olarak eğitimsel çekiciliği gösterenler ise okulu erken bırakanlardır. Programları toplumsal etkileşime temel olarak kullananlar komşuları arasında birçok arkadaşı olduğunu belirten sosyal kişilerdir. Bunlar kitle iletişim araçlarının içeriğini başka insanlarla etkileşime girmede sohbet konuları sağlaması için kullanmaktadırlar.

Page 98: Iletisim kuramlari

94

TV’deki Pembe Dizilerin Kullanımı

İnsanların neden ve nasıl televizyon izlediklerine ilişkin araştırmaların seçtikleri türlerden biri de soap operalar; yani pembe diziler olmuştur. Richard Kilborn kullanımlar ve doyumlar bakış açısını kullanarak, bu dizileri seyretmenin genel nedenlerini şöyle özetlemektedir:

• Ev içi rutinin gündelik bir parçası ve ev işi için eğlenceli bir ödül

• Toplumsal ve kişisel etkileşim için başlama noktası

• Bireysel gereksinimleri karşılamak: yalnız kalmayı seçmenin ya da dayatılmış yalnızlığı sürdürmenin bir yolu

• Karakterlerle özdeşleşme ve ilişkide olma

• Gerçek yaşamdan kaçmaya izin veren fantezi dünyası

• Güncel konularla ilgili tartışma konusu

• Türün kurallarının ve geleneklerinin bilgisini içeren bir çeşit eleştirel oyun.

Cinayet Dizilerinin Kullanımı

Yapılan araştırmalarda insanların cinayet dizilerini de değişik amaçlarla kullandıkları ortaya çıkmıştır. İzleyiciler bu dizileri heyecan ve kaçış için kullanmaktadırlar. Bazı izleyiciler cinayet dizilerini kent yaşamına ilişkin bilgi edinmek için kullanırken, bazıları da güven tazeleme amaçlı kullanmaktadır. Yasa ve düzenin sonunda galip gelmesini görmek seyircilerin hoşuna gitmektedir.

Cinayet dizilerinin kullanımında yaş faktörünün önemli olduğu da ortaya çıkmıştır. 18-30 yaş arası insanlar, bu dizileri heyecan/kaçış amacıyla izlerken 50 yaşın üstündekiler bilgi ve güven tazelemek için bu dizileri izlemektedirler.

Yeni Medyada Kullanımlar ve Doyumlar Yaklaşımı Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı, 1990’lı yıllardan itibaren yeni teknolojilerin izleyiciler üzerindeki etkisini keşfetmek için kullanılmaya başlanmıştır. Örneğin Lin; kablo, video kaydedicileri ve uzaktan kumanda ile geliştirilen izleme seçenekleri nedeniyle izleyici etkinliğinin (izleme planlaması, içerik tartışması, programın hatırlanması) doyum arama sürecinde önemli bir değişken olduğunu öne sürmüştür. Araştırmacının bulgularına göre en aktif olan izleyiciler, daha yüksek doyum beklentisine sahip olanlardır ve aynı zamanda daha çok tatmin elde ettiklerini belirtmişlerdir.

Albarran ve Dimmick, video eğlence endüstrisinin yararlarına ilişkin çalışmalarında kullanımlar ve doyumlar yaklaşımını kullanmışlardır. Araştırmacılar, kablolu televizyon ve video kaydedicilerin duygu ve duygusal durumlarla ilgili gereksinimlerin karşılanmasında en etkili araçlar olduğunu, karasal yayın yapan televizyonların ise izleyicilerin bilişsel doyumlarına hizmet etmede çeşitlilik sağladığını bulmuşlardır.

İnternetin ortaya çıkması ise kullanımlar ve doyumlar araştırmasında önemli bir dönüm noktası olmuştur. İnternetin geleneksel iletişim araçlarından farklı olarak etkileşime olanak vermesi nedeniyle izleyicinin aktifliğini temel kavram olarak alan kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı, bu aracın incelenmesinde en etkili kavramsal temellerden biri olarak kullanılmaya başlanmıştır. Birçok araştırmacı insanların interneti neden kullandıklarını, bu kullanımdan elde ettikleri doyumların neler olduğunu, internet kullanıcılarının psikolojik ve davranışsal eğilimlerini araştırmaya koyulmuştur. Araştırmacılar, ayrıca yeni medya konusundaki araştırmalar ile geleneksel medya araştırmalarının sonuçlarını karşılaştırarak da aradaki farkı anlamaya çalışmışlardır.

Yeni medya; yeni ortamlar, yeni araçlar kavramları daha çok 1980’lerle birlikte gelişen elektronik ya da bilgisayar teknolojisine dayalı bilgisayar oyunları, sanal gerçeklik ortamları, internet, multimedia, interaktif televizyon, mobil medya, podcast, hypertext, blog, e-posta gibi uygulamalarla birlikte anılmaktadır. Geleneksel medya kavramıyla ise kökenleri daha önceki yıllara uzanan gazete, dergi, radyo, televizyon ve sinema gibi kitle iletişim araçları konu edilmektedir.

Page 99: Iletisim kuramlari

95

Kullanımlar ve doyumlar araştırmacıları, yeni medya ile ilgili olarak genellikle şu konularda

çalışmalar yapmaktadırlar:

• YouTube’u izleme güdüleri (motivleri)

• Kullanıcı kaynaklı (user-generated) medyanın sağladığı doyumlar

• Sosyal medyanın kullanımları ve doyumları

• E-posta, cep telefonları ve anında mesajlarla ilgili doyumlar

İnternet kullanımları ve doyumları üzerine yapılmış araştırmaların sonuçları incelendiğinde, insanların

pek çok etken doğrultusunda internete yöneldikleri ortaya çıkmaktadır. Araştırmacılar, farklı kullanım

kategorileri kullansalar da bütün araştırma sonuçlarında ortak olan iki motivasyon; enformasyon ve

eğlence aramadır. İnternetle ilgili kullanımlar ve doyumlar araştırmalarında ortaya çıkan kullanım ve

doyumlar genel olarak şöyle özetlenebilir:

• Bilgilenme (enformasyon arama, araştırma, sosyal gözetim, yenilikleri takip etme)

• Eğlenme (Boş zamanları değerlendirme, vakit geçirme, sosyal kaçış, günlük gerilimden kaçma, rahatlama, fantezi arama, cinsellik, oyun, müzik, video)

• Toplumsal etkileşim (sohbet etme, arkadaşlık, kişisel iletişim, ilişki sürdürme, yalnızlıktan kaçış, statü kazanma, rehberlik)

• Ekonomik yarar (mesleki iş arama, tüketici bilgi işlemi, alışveriş seyahat)

• Online işlemler

• Yükleme (download)

Kullanımlar ve Doyumlar Araştırmalarında Kullanılan Yöntemler Kullanımlar ve doyumlar araştırmacıları verilerini büyük oranda gözleme dayalı olarak elde etmekte ve

istatistiksel analize dayanan ampirik (deneysel) alan araştırması tekniklerine başvurmaktadılar.

İlk adım olarak, araştırmacılar odak grupları yönetirler ya da deneklerden kitle iletişim araçlarını

neden tükettikleri hakkında kompozisyon yazmalarını isterler. Daha sonraki aşamada, odak gruplarda

söylenenler ya da kompozisyonlarda yazılanlarla ilgili olarak kapalı uçlu Likert tipi ölçekler oluşturulur.

Kapalı uçlu ölçümler genel olarak doyumların değişik boyutlarını ortaya çıkaran faktör analizi gibi çok

değişkenli istatistiksel tekniklere tabi tutulur.

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımını esas alarak yapılan araştırmalara bir örnek olarak Rubin ve

Bantz’ın araştırması verilebilir. Video kaydedicilerin kullanımları ve doyumlarıyla ilgili çalışmalarında

araştırmacılar, önce seçilmiş denek grubundan video kaydedicilerini kullanma biçimlerini 10 madde

halinde listelemelerini ve bu kullanımların nedenlerini belirtmelerini istemişlerdir. Bu işlem sonucunda,

video kaydedici kullanımını betimleyen bir kategoriler ve ifadeler listesi ortaya çıkmıştır. Daha sonra bu

temel listeden bir anket formu geliştirilmiş ve deneklere yöneltilmiştir. Deneklerden video kaydedicilerini

listedeki amaçlar için hangi sıklıkta kullandıklarını işaretlemeleri ve kullanım nedenlerini ayrıntılı olarak

belirten ifadelerin her birinin önem derecesini puanlamaları istenmiştir. Bu işlemin sonucunda, nihai bir

anket formu geliştirilmiştir. Formda video kaydedicisi kullanımındaki güdüleri belirten 95 ifade yer

almıştır. Daha sonra bu anket formu, 424 video kaydedici sahibine yöneltilmiştir. Faktör analizi

aracılığıyla 95 ifade 8 ana güdü kategorisine indirilmiştir. Örneğin: “Programın kalıcı bir kopyasını

saklamak istiyorum” (Arşiv); “Partiler için müzik videoları kullanıyorum” (Müzik videoları); “Bir

egzersiz sınıfına katılmak zorunda değilim” (Egzersiz kasetleri). Araştırmacılar bu faktörleri demografik

değişkenler ve medyaya maruz kalma değişkenleriyle ilişkilendirmişlerdir.

Söz konusu teknik, izleyicilerin belli bir programı izleme nedenlerinin farkında olduklarını ve

kendilerine sorulduğunda bu nedenleri açık seçik söyleyebileceklerini varsaymaktadır. Kullanılan yöntem

aynı zamanda anketin güvenilir ve geçerli bir ölçüm skalası olduğunu varsayamaktadır. Diğer

Page 100: Iletisim kuramlari

96

varsayımlar, amacına yönelen aktif bir izleyiciyi; bireysel eğilimler, sosyal etkileşim ve çevresel

faktörlerden kaynaklanan kitle iletişim araçlarını kullanım beklentilerini ve birey tarafından yapılan

iletişim aracı seçimini içermektedir.

Deneysel yöntem, kullanımlar ve doyumlar araştırmalarında yaygın biçimde kullanılmamaktadır. Bu

yöntemi kullanan araştırmacılar, deneye katılan kişilerin motivasyonlarını yönlendirir ve onların kitle

iletişim araçlarını tüketimlerindeki farklılıkları ölçerler. Örneğin Bryant ve Zillmann, araştırmalarında

deneklerini bir sıkıntı ya da gerginlik durumuna sokmuşlar ve sonra da onlardan rahatlatıcı ve uyarıcı

televizyon programları arasında bir seçim yapmalarını istemişlerdir. Gergin denekler daha yatıştırıcı programları, sıkılan denekler ise heyecanlandırıcı olanları izlemeyi seçmişlerdir.

Bir başka araştırmada ise denekler, güncel konularla ilgili dergilerin bulunduğu bir salona

oturtulmuşlardır. Bir grup özneye bir süre sonra Pakistan’daki durum konusunda kendilerine test

uygulanacağı; ikinci bir gruba ise Pakistan’a ABD askeri yardımı hakkında bir kompozisyon

yazmalarının isteneceği söylenmiştir. Kontrol grubuna ise hiçbir özel yönerge verilmemiştir. Tahmin

edilebileceği gibi test ve kompozisyon koşullarındaki özneler dergilerin kullanımını kontrol

grubundakilerden daha fazla artırmışlardır. Bu gruplardaki deneklerin dergilerden hatırladıkları

enformasyon tipi de birbirinden farklı olmuştur. Benzer deneyler, farklı bilişsel ve duygusal durumların

çeşitli gereksinimleri gidermek için medya kullanımını kolaylaştırdığını ortaya çıkarmıştır.

Kullanımlar ve Doyumlar’ın Sorunlu Yanları Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı, iletişim alanında çok ilgi gören ve yaygın olarak kullanılan bir

kuramsal çerçeve sunmasına karşın ciddi eleştirilere de maruz kalmıştır. Bu eleştiriler yaklaşımın içerdiği

ideolojik imalar yanında araştırma tasarımındaki sorunlarla ilgilidir.

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımında izleyicinin iletişim süreci içinde aktif olarak

konumlandırılması bir anlamda eleştirel medya kuramlarına karşı savunma platformu oluşturmaktadır.

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımında, medyadan çok izleyici performansı masaya yatırılarak medyanın

yarattığı toplumsal olumsuzluklar hafifletilmeye çalışılmaktadır. İzleyici kendi etkisini kendi seçtiği

zaman, bu seçimin sonuçlarından kendisi sorumludur. Başka bir deyişle, kitle iletişimcileri

gönderdiklerinin içeriği ve etkisi nedenleriyle eleştirmek haksızlık olacaktır. Dolayısıyla kitle iletişim

örgütleri ve çalışanları hiçbir şeyden sorumlu tutulamaz. Çünkü izleyici izlememek, başka kanalı ya da

kaynağı seçmek özgürlüğüne sahiptir.

Kuramcılar, kendilerini sorumluluktan kurtaran bu yaklaşımı, iletişim politikalarının merkezine

alırlar. Bu politika “halka istediği verme” olarak özetlenebilir.

Kullanımlar ve doyumlar kuramcıları aktif ve bilinçli seçimi abartma eğilimindedirler. Oysa medya

tüketimi çoğu zaman özgür seçimin ürünü değildir; çoğu zaman dayatılmıştır.

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı “kaba hazcılıkla” da eleştirilmektedir. Sosyo-kültürel bağlamı

ihmal etmekte, bireyci ve psikolojiyi ön plana koyan bir duruş sergilemektedir. Bireysel psikolojik ve

kişilik etkenlerini ön plana çıkarmış, toplumsal yorumları arka plana itmiştir. Yaklaşım, bu yönüyle

kişilerin var olan toplumsal yapı içinde biçimlendiğini göz ardı ederek statükoyu korumaya yaramaktadır.

Kullanımlar ve doyumların işlevselci vurguları siyasi olarak tutucudur: Eğer insanların herhangi bir

medya kullanımından her zaman bazı doyumlar sağlayacağı düşüncesinde ısrar edersek, kitle iletişim

araçlarının sürekli güncel olarak ne sunduğunu umursamayan, halinden memnun ve eleştirel olmayan bir

duruşu benimseyebiliriz.

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımında enformasyonla doyumun amacı arasında da çelişki vardır.

Yaklaşım, kişinin önceden bilmediği bir şey ile nasıl doyuma ulaşabileceğini açıklayamaz. Ayrıca,

kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı izleyicinin ne dereceye kadar aktif olduğunu açıklayamaz. Bunun

yanında, iletişim sürecindeki diğer ögelerin (gönderici/kaynak, iletişim örgütleri) önemini de görmezden

gelir.

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımına yöneltilen bir başka eleştiri, toplumsal ögeleri göz ardı

etmesidir. Bu yaklaşım, kişilerin kitle iletişim araçlarını diğer olanaklara tercih edip kullanmalarının

Page 101: Iletisim kuramlari

97

toplumsal sonuçlarını açıklayamaz. Toplumsal yapıyı görmezden geldiği ve kitle iletişimini toplumsal

yapıdan soyutlayarak incelemeye çalıştığı için yaklaşım, ciddi biçimde sınırlı ve basit kalmaktadır. Kitle

iletişimine konu olan ürünlerin üretim sürecini görmezden gelmesi de eleştirilen noktalar arasındadır.

Kullanımlar ve doyumlar araştırmalarına yöneltilen eleştirilerin bazıları da kullanılan yöntemle

ilgilidir. Gereksinimler, güdüler, amaçlar ve doyumlar kuramsal ve yöntemsel bakımdan yeterince

açıklanamamıştır.

KULLANIMLAR VE ETKİLER MODELİ Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı ile etki modelinin birleşmesiyle kullanımlar ve etkiler modeli ortaya

atılmıştır. Kullanımlar ve etkiler, Sven Windahl’ın iletişim araçlarının farklı kullanım türlerinin farklı

sonuçlar ürettiği hipotezine dayanan bir iletişim modelidir. Windahl’a göre (1981), geleneksel etki

yaklaşımları ile kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı arasındaki esas farklılık, bir medya etkisi

araştırmacısının kitle iletişimini genellikle iletişimcinin bakış açısından araştırırken, kullanımlar ve

doyumlar araştırmacısının izleyiciyi kalkış noktası olarak görmesinden kaynaklanır. Windahl, farklılıkları

vurgulamanın benzerlikleri vurgulamaktan daha yararlı olduğuna inanarak iki yaklaşımın bir sentezini

savunur.

Kullanımlar ve etkiler modeline göre tüketilen kitle iletişim içeriğinin türü, ne miktarda kullanıldığı ve nasıl tüketildiği bu içerik tüketiminin sonuçlarını kestirmede önemli rol oynar. Belli tür içerikler belli

tür etkiler yaratma eğilimi gösterirler. Bunun yanı sıra bizzat iletişim araçlarını kullanma biçimleri de

bazı etkiler yaratır.

Kullanımlar ve etkiler modeli, aynı zamanda iletişim araçları kullanımlarının uzantılarının kökenlerini

aydınlatmayı amaçlamaktadır. Bu nedenle esas olarak iletişimin içeriğinden kaynaklanan sonuçlarla

iletişim araçlarını kullanma biçimlerinin uzantıları birbirinden ayrılır. İletişim araştırmacıları ileti ile

sonucu arasındaki ilişkiye etki adını verirler. Belli tür iletişim içerikleri belli tür etkiler yaratma eğilimi

gösterir. İletişim araçlarını kullanım ve doyum süreci iletinin etkilerini güçlendirir ya da zayıflatır.

Bunun yanında bazı iletişim araçlarını kullanma biçimlerinin de belli uzantıları olmaktadır. Bir başka

deyişle birçok durumda etkiler, içeriğin özelliğinden çok iletişim araçlarının kullanımından kaynaklanır.

Medya kullanımı diğer etkinlikleri önleyebilir, kısıtlayabilir ya da onların önüne geçebilir. Aynı zamanda

belli bir medyaya bağımlılık gibi psikolojik sonuçlara da yol açabilir. Salt iletişim aracının kullanımıyla

ortaya çıkan duruma sonuç denilebilir.

Bazen de iletişim araçlarının kullanımı ile içerik; Windahl’ın “uzantı etkiler” (conseffects) diye

adlandırdığı şeyi ortaya çıkaracak biçimde, birbirleriyle etkileşmektedir. Windahl, kısmen kendinde içerik

kullanımının sonucu olan (etki araştırmacıları tarafından yaygın olarak benimsenen bir görüş) kısmen de

kullanım tarafından dolayımlanan içeriğin sonucu olan (çoğu kullanımlar ve doyumlar araştırmacısının

benimsediği bir görüş) gözlemleri kategorize etmek için medya içeriği ve kullanıma ilişkin uzantı etkiler

terimini kullanır. Bir başka deyişle kullanımın sonucunun bir bölümü içeriğin yönlendirmesi,

öğrenmeyle; bir bölümü de iletişim araçlarını kullanmanın otomatik olarak neden olduğu bilgiyi elde

etme ve depolama süreci sonucu oluşur. Bu sonuçlar bireysel ve toplumsal düzlemlerde gözlenebilir.

Windahl’ın kullanımlar ve etkiler modeline uygun olarak yapılan araştırmalar, geleneksel etki

yaklaşımı ile doyumlar bakış açısı arasındaki boşluğu doldurmayı amaçlamıştır.

BAĞIMLILIK MODELİ Bağımlılık modeli, kitle iletişim araçlarına bağımlılık kuramı olarak da adlandırılan bir yaklaşımdır.

DeFleur ve Ball-Rokeach tarafından geliştirilen bu model, sınırlı etkiler ile güçlü etkiler modellerini

uzlaştırmaya çalışır. Bağımlılık modeli, kitle iletişim kuramlarının mikro düzeyde çözümlemelerle kısıtlı

kalması ve insanların kitle iletişim araçlarına makro düzeydeki bağlılıkları üzerinde durmamasına

seçenek olarak geliştirilmiştir. Bu model, kitle iletişiminin niçin kimi zaman çok güçlü ve dolaysız, kimi

zaman da dolaylı ve oldukça zayıf etkide bulunduğu sorusunu yanıtlamaya çalışır.

Page 102: Iletisim kuramlari

98

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı dar bir biçimde bireyin psikolojik gereksinimleri üzerinde odaklanır. Bağımlılık modeli ise iletişim araçlarına bağımlılıkların belirleyicisi olarak toplum, iletişim araçları ve izleyici kitlesi arasındaki üçlü ilişkiyi vurgular. Modele göre kitle iletişim araçlarının etkisi toplumsal sistem, kitle iletişim araçlarının bu sistemdeki rolü ve izleyicilerin bu araçlarla ilişkileri ile belirlenir.

Bu model, sanayileşmiş toplumlarda kitle iletişim araçlarının çok önemli olduğunu ve belli toplumsal işlevler için insanların iletişim araçlarına çeşitli bağımlılıkları olduğunu öne sürer. Bağımlılık, bir tarafın gereksinimlerini doyurma ya da amaçlarını elde etmede bir başka tarafın kaynaklarına bağlı olduğu bir ilişkidir. Modern toplumlarda kitle iletişim araçlarına maruz kalan bireyler, içinde yaşadıkları toplumda olan bitenle ilgili olarak bilgi sahibi olabilmeleri ve buna göre kendi duygusal ve düşünsel yapılarını yönlendirebilmeleri için bu araçlara bağımlı hale gelmişlerdir.

Bağımlılığın çeşitli türlerinden söz edilebilir. Bağımlılığın bir türü, kişinin toplumsal dünyasını anlama gereksinimine dayanır. Başka bir türü, dünyada etkili ve anlamlı bir biçimde davranma gereksiniminden kaynaklanır. Bir diğer bağımlılık türü ise günlük sorunlar ve gerginliklerden kaçma gereksiniminden doğar. Kitle iletişim araçlarına bağımlılıklar kişiden kişiye, gruptan gruba ve kültürden kültüre değişir.

Burada sözü edilen bağımlılık modeli neo-Marksist bağımlılık kuramlarıyla karıştırılmamalıdır. Burada işlevsel bir bağımlılık söz konusu iken; neo-Marksist bağımlılık kuramları kültürel emperyalizm tezlerine kaynaklık eden ve modernleşme kuramlarına tepki olarak yapılan çalışmaları içermektedir.

İzleyicinin kitle iletişim araçlarına bağımlılığı arttıkça verilen enformasyonun izleyicinin algı, duygu ve davranış biçimlerini değiştirme olasılığı ortaya çıkar. Bu modelde bağımlılık işlevsel olarak sunulmaktadır.

Bağımlılık modeli toplumsal yapıyı ve tarihi ön plana çıkarması nedeniyle olumlu bulunurken, toplumsal sistem dışındaki etkenlere, özellikle kitle iletişim araçları sistemine toplumsal sistemden abartılı bir ölçüde bağımsızlık atfetmesi nedeniyle de eleştirilmektedir. Kitle iletişim araçları sisteminin toplumun baskın gelen kurumlarıyla yakından ilişkili olduğu unutulmamalıdır.

Bağımlılık modeli, aslında kullanımlar ve doyumlar yaklaşımını meşrulaştıran ve kitle iletişim araçlarını işlevsel bağımlılıkla yücelten bir yaklaşıma sahiptir. Kitle iletişim araçlarının etkilerini, izleyicilerin gereksinimlerini gideren yararlı sonuçlar olarak görür.

KULLANIMLAR VE BAĞIMLILIK MODELİ Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımına yöneltilen eleştirilerden biri de toplumsal etkenleri bir yana bırakıp yalnızca bireysel etkenlere eğilmesidir. Rubin ve Windahl kullanımlar ve doyumları toplumsal yapısal koşulları da ekleyerek bağımlılık modeliyle birleştirmişler ve kullanımlar ve bağımlılık modelini geliştirmişlerdir. Bu modele göre, kişi gereksinimlerini gidermek için medyaya daha çok bağlandıkça, medyanın o kişi için önemi de o kadar artacaktır.

Bağımlılık modeli, kitle iletişimini sosyal sisteme bağlar. Bu modele göre çağdaş toplumlar gelişip karmaşıklaştıkça halk, toplumsal örgütlerle ilişkilerinde kitle iletişimine daha çok dayanmaya başlar. İletişim araçlarının etkisi sosyal sistem, iletişim sistemi ve izleyici arasındaki ilişkilere dayanır.

İlk ilişki, sosyal sistemle kitle iletişimi sistemi arasında olandır. Bu ilişki iletişim araçlarının kullanılmaya hazır ve elde edilir olmalarına etki eder. Araçların hazır olması araçların fiziksel varlığının olması demektir. Örneğin bulunduğunuz yerde bilgisayar satan bir mağaza ve internet bağlantısı vardır. Araçların elde edilir olması ise kullanabilme olanağıdır. Bilgisayar mağazası ve internet bağlantısı var, fakat paranız yoksa bunları elde edemezsiniz.

İkinci ilişki, iletişim aracı ile izleyiciler arasındadır. Serbest girişim toplumlarında iletişim araçları varlıklarını sürdürebilmek için geniş sayıda izleyiciye sahip olmak zorundadır. İzleyicilerin enformasyon

Page 103: Iletisim kuramlari

99

gereksinimleri arttıkça iletişim araçlarına bağımlılıkları da artar. Bunun sonucu olarak da iletişim araçlarının izleyicilerin algı, tutum ve davranışlarını etkileme olasılığı artar.

Üçüncü ilişki ise toplumla izleyiciler arasındadır. Burada, siyasal sistem izleyicilere oy vericiler, ekonomik sistem ise tüketiciler oldukları için bağımlıdır. İletişim araçları bu ilişkilerde önemli bir aracı rolü oynar.

Şekil 4.3: Kullanımlar ve Bağımlılık Modeli

Kaynak: Erdoğan ve Alemdar, 2002: 240 Kullanımlar ve bağımlılık modeli kişisel gereksinimlerle güdülerin sosyal ve psikolojik kaynağını,

bireysel ve araçlı iletişim kanallarını, enformasyon arama stratejilerini ayrıntılı olarak inceler. Model aynı zamanda kitle iletişiminin etkisi konusunda “deneyci” bir çerçeve de getirir. Bir iletişim aracının bizim toplumsal konuları algılamamıza etkisi, aynı zamanda, bizim bu aracın sunduğu içeriği nasıl kullanacağımızdan etkilenir. Bir başka deyişle Rubin ve Windahl, kitle iletişim sürecinde “etki” konusunu izleyiciye yükleme yerine, diğer iletişim ögelerini de ekleyerek bir denge kurmaya çalışmışlardır.

Kişinin enformasyon arama stratejisi darsa ve alternatif kaynaklar arama ve kullanma güdüsü zayıfsa bu kişinin bir kaynağa bağımlılığı daha yüksektir. Benzer biçimde, bu kaynaktan sunulan görüşü kabul etme ve bu görüşle aynı çizgide olma olasılığı da daha yüksek olacaktır. Buna karşılık, eğer kişinin enformasyon arama stratejisi daha geniş, var olan kaynakların nicelik ve nitelikleri yüksek, kişinin işlevsel alternatif arama isteği daha güçlü ise belli bir iletişim kaynağına bağlılık daha azdır. Dolayısıyla bu kaynağın algıları, tutumları ve davranışları etkileme olasılığı da daha az olur.

İletişim araçlarının bağımlılığı sistemin siyasal, ekonomik ve kültürel özelliklerine göre değişir. İletişim aracı siyasal sisteme adli, idari ve yasal koruma, sınırlama, kolaylaştırma, siyasal enformasyonu elde etme gibi yollardan bağımlıdır. Siyasal sistemler ise iletişim araçlarına siyasal değerlerin benimsenmesi, düzenin ve toplumsal bütünlüğün korunması gibi yönlerden bağımlıdır.

Page 104: Iletisim kuramlari

100

BEKLENTİ-DEĞER YAKLAŞIMI Beklenti-değer yaklaşımları, İnsan davranışını önceden kestirmeyi amaçlayan ve insanların davranışsal tercihler yapmalarına yol açan bilişsel süreçleri tanımlayan çeşitli kuramsal yaklaşımlardır. Bu yaklaşımların ortak önermesi; bir kişinin davranışının, o kişinin olası davranışlarının sonuçları ve bunların kişi için taşıdığı değere ilişkin algısıyla belirlendiğidir.

Beklenti-değer yaklaşımları, kullanımlar ve doyumlar yaklaşımında izleyicinin iletişim davranışını kestirme mekanizmalarını saptamak amacıyla kullanılmaktadır. Bu yaklaşıma göre davranış, sahip olunan beklentilerin bir işlevi ve ulaşılmak istenilen amacın değeridir. Birden çok davranış olasılığı olduğunda, hangi davranışın seçileceği geniş bir beklenen başarı ve değer birleşimi içinden belirlenir.

Bu yaklaşım, insanları amaçlı davranışlara sahip bireyler olarak görür. İnsanların kendilerini beklentileri ve gelişimleri doğrultusunda yönlendirdiklerini varsayar. İnsanların inançlarına ve değerlerine bağlı olarak gerçekleşen davranışlar, başarılı bir sona ulaşması için yapılan davranışlardır. Davranışların gerçekleşmesi için motivasyonu arttıran gereksinimlerin toplumsal ve psikolojik kökenlerini, medya tüketimini ve medya dışı davranışlardaki çeşitli doyumların toplumsal koşullarını araştırmak; beklenti-değer modelinin, kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı ile kesişen noktalarıdır.

Palmgreen ve Rayburn beklenti modelini geliştirerek kullanımlar ve doyumlarla ilişkilendirmişlerdir. İzleyicilerin iletişim araçlarından sağladıkları doyumlar genellikle bu araçları kullanım nedenleri ile yakın ilişkidedir. Kişiler iletişim araçlarını belli gereksinimlerini gidermek için kullanırlar. Bu, belli doyumlar aradıklarını gösterir. Kişiler, iletişim araçlarını kullandıktan sonra da belli bir şey elde ederler. Aranan doyumlar gereksinim ya da güdüden çıkar ve araç kullanma davranışından önce gelir. Elde edilen doyumlar ise bu kullanma sonu kazanılan hazlardır. Bu çerçevede, kişilerin kitle iletişim araçlarından bekledikleri doyum ve elde ettikleri doyumlarla ilgili araştırmalar yapılmıştır.

Şekil 4.4: Beklenti-Değer Modeli

Kaynak: McQuail ve Windahl, 2005:171

Modeldeki ögeler şu şekilde birbiriyle ilintilidir:

ADi =İi Di

X: iletişim aracı, program veya içerik biçimi

ADi: Herhangi bir kitle iletişim aracından (x) aranan i’ninci doyum

İi: X’in herhangi bir sıfata sahip olduğu ya da X ile ilgili bir davranışın belirli bir sonucu olacağına ilişkin inanç (öznel olasılık)

Di: Sonucun duygusal değerlendirmesi

Beklenti-değer modeli, kitle iletişim araçlarını kullanma davranışında zaman içinde potansiyel bir artış olacağını ifade eder. Örneğin modelde elde edilen doyumun beklenilen (veya aranan) doyumdan gözle görülür biçimde daha fazla olduğu durumlarda yüksek düzeyde izleyici tatmini sağlandığı görülür. Böylelikle yüksek oranlarda beğeni ve ilgi oluşacağı tahmin edilir ya da tam tersi olabilir. Elde edilen doyum, beklenen doyumdan çok az olduğunda izleyici tatmini sağlanamaz ve söz konusu araç, program ya da içerik biçiminden kaçma eğilimi oluşur.

Page 105: Iletisim kuramlari

101

Beklenti-değer yaklaşımı kitle iletişim araçlarının benimsenmesi, kullanılması ve tüketilmesi konusunda bir bakış açısı sunar. İletişim aracı tarafından sunulan yararların algısı ile bu yararlara bağlı olarak farklılaşan değerlerin bir birleşimini çözümleyerek medya kullanımını açıklamaya çalışır. Medya tüketiminin bireyin kontrolünde olduğu ve potansiyel sonuçların olasılığı ve değerine ilişkin algılarıyla yönlendirildiği varsayılır. Bir başka deyişle, davranış ya da davranışın niyetleri ve tutumları değer beklentisi ya da inançların bir işlevidir.

İnsanlar, bir eylemin belirli bir sonucu olacağı olasılığına dayanarak davranışta bulunur ve bu sonucu farklı derecelerde değerlendirirler. Genel olarak bu model, kitle iletişim araçlarını kullanmanın hem araç tarafından sunulan yararların algılanmasıyla hem de bu algılanan yararların farklı değerlendirilmeleri ile dikkate alınmasını önerir. Bu önerme, kitle iletişim araçlarını kullanmanın olumlu seçim ve beklenilen farklı derecelerdeki olumlu doyum kadar bu araçlardan kaçma ile de biçimleneceği gerçeğini göz önünde tutmaya yarar. Kullanım ve doyumlarla ilgili ilk araştırmalar geçmişte elde edilen doyumlar ile gelecekte ümit edilen doyumlar arasında ayrım yapma eğiliminde değildir. Beklenti-değer modeli, kullanımlar ve doyumlara inanç ve değerlendirme boyutlarını da katmıştır.

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı hangi noktalarda eleştirilmiş ve bu eleştiriler doğrultusunda hangi yaklaşımlar geliştirilmiştir?

Page 106: Iletisim kuramlari

102

Özet

İletişim araçlarının etkisini soruşturan

araştırmalarda genel olarak okuyucu, dinleyici ya

da izleyiciler araçtan ulaştırılan mesajı alan ve

bunun sonucunda düşüncesini tercihini veya

tutumunu değiştiren pasif kişiler olarak

görülmektedir. Tek yönlü iletişim modelini

izleyen ve insanların kitle iletişim araçlarının

etkisine maruz kalan pasif tüketiciler olduğu

fikrini taşıyan bu yaklaşımların izleyiciyi geri

planda bırakması, daha sonra izleyiciyi merkez

alan modellerin doğmasına neden olmuştur.

İzleyici merkezli araştırmalarda en çok kullanılan

yaklaşım, kullanımlar ve doyumlar olmuştur. Bu

yaklaşımla iletişim araştırmalarında odak,

mesajın içeriği, etkisi ve mesajı gönderen

kaynaktan bu mesajı alan izleyiciye doğru

kaymıştır. Araştırmacılar kitle iletişim araçlarının

izleyicilere neler yaptığını değil, izleyicilerin

kitle iletişim araçlarıyla neler yaptığını soruşturmaya başlamışlardır. Bu araştırmalarda

izleyiciler, iletişim araçlarının etkilerine maruz

kalan pasif nesneler değil, çok çeşitli gereksinimlerini karşılamak için iletişim

araçlarını arayan, seçen, hangi mesajdan nasıl

etkileneceğine kendisi karar veren aktif özneler

olarak konumlandırılmıştır. Kitle iletişim

araçlarının kullananlar üzerindeki etkileri yerine

kullananlara ne gibi yararlar sağlayacağı üzerinde

durulmuştur.

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı, kitle iletişim

araçlarının bireyler tarafından gereksinimlerini

gidermek amacıyla nasıl kullanıldığını açıklamayı ve bu kullanımların sonuçlarını

belirlemeyi amaçlar. Bu yaklaşım, insanların

medyayı çok çeşitli amaçlar için kullandığını ve

kitle iletişiminin kullanıcısının denetiminde

olduğunu öne sürer.

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımına göre

insanların çeşitli gereksinimleri vardır ve bu

gereksinimlerini doyuma ulaştırmaya çalışırlar.

İnsanlar kitle iletişim araçları ve bu araçların

ürünleri arasında gereksinimlerini karşılamak için

seçme yaparlar. Böylece gereksinimler giderilir

ve gerginlikler azaltılır.

Farklı araştırmacılar, kitle iletişim araçlarından

sağlanan doyumları farklı biçimlerde

sınıflandırmakta ve farklı doyum kategorileri

oluşturmaktadırlar. İletişim araçlarının kullanım

nedenleri ve doyumlar genellikle şu konular

etrafında toplanmaktadır:

• Dünyada ne olup bittiği hakkında bilgi edinmek

• Kişisel ilişki ve arkadaşlık gereksinimini karşılamak

• Eğlenmek, hoşça vakit geçirmek

• Günlük yaşamın baskılarından kurtulmak

• Yiyecek, giyecek ve eşyalar hakkında bilgi almak.

Bu araştırmalar izleyicileri arayan, seçen ve

kendi etkilerini kendileri yaratan kişiler olarak

konumlandırır. İzleyici kendi etkisini kendi

seçtiği zaman, bu seçimin sonuçlarından da

kendisi sorumludur.

Kullanımlar ve doyumlar araştırmacıları

izleyicilerin farklı medya içeriklerini tüketmenin

sonuçlarının farkında olduklarını ve bunu dile

getirebildiklerini varsayar. Bireyin bir kitle

iletişim aracına ilgi ve gereksinim duymaması

halinde söz konusu kitle iletişim aracından

etkilenmesinin de mümkün olmayacağı ileri

sürülür.

Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımının toplumsal

yanı bir kenara bırakarak daha çok psikolojik

ögelerde yoğunlaşması eleştirilere neden

olmuştur. Yaklaşım aynı zamanda araştırma

yöntemleri açısından da eleştirilmiştir. Söz

konusu eleştiriler, aktif izleyici tezinden

vazgeçmeden yaklaşımın sorunlu yanlarını

gidermeye çalışan kullanımlar ve bağımlılık,

kullanımlar ve etkiler, beklenti-değeri gibi çeşitli modellerin ortaya atılmasına neden olmuştur.

Page 107: Iletisim kuramlari

103

Kendimizi Sınayalım 1. İzleyici odaklı araştırmalar hangi yıllardan iti- baren yaygınlık kazanmıştır?

a. 1950’ler

b. 1960’lar

c. 1970’ler

d. 1980’ler

e. 1990’lar

2. Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı için aşağı- daki ifadelerden hangisi yanlıştır?

a. Medya araştırmalarındaki etkili geleneklerden

biridir.

b. Medya davranışının güdülerini anlamaya

çalışır.

c. İletişim araçlarının etkilerini medya tüketimi

açısından inceler.

d. Neden insanların gereksinimlerini doyurmak

amacıyla aktif olarak belli iletişim araçlarını

ve belli içerikleri aradığını anlamaya çalışır.

e. İletişim sürecinde toplumsal ögelere ağırlık

verir.

3. Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımında açık- lanan temel düşünceyi, aşağıdakilerden hangisi model haline getirmiştir?

a. Elihu Katz

b. Karl Eric Rosengren

c. Denis McQuail

d. Sven Windahl

e. John Fiske

4. Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımını benim- seyen araştırmacılar, başlangıç noktası olarak hangi temel psikolojik kavramdan yola çıkarlar?

a. Benlik

b. Gereksinim

c. Algı

d. Bellek

e. Çağrışım

5. Kullanımlar ve doyumlar araştırmacıları verile- rini toplamak için en çok hangi teknikten yararlanmışlardır?

a. Anket

b. Laboratuar deneyi

c. Katılımcı gözlem

d. İçerik analizi

e. Söylem analizi

6. Aşağıdakilerden hangisi kullanımlar ve do- yumlar yaklaşımına getirilen eleştirilerden biri değildir?

a. Medyanın yarattığı toplumsal olumsuzlukları

hafifletmeye çalışır.

b. Toplumsal ögeleri göz ardı eder.

c. Var olan yapıyı korumaya yöneliktir.

d. Hazcı bir yaklaşıma sahiptir.

e. Medyanın siyasal yapıdaki yerini ön plana

çıkarır.

7. Kullanımlar ve etkiler modeli hangi araştırma- cı tarafından geliştirilmiştir?

a. Elihu Katz

b. Karl Eric Rosengren

c. Denis McQuail

d. Sven Windahl

e. John Fiske

8. Bağımlılık modeli hangi araştırmacılar tara- fından ortaya atılmıştır?

a. DeFleur ve Ball-Rokeach

b. Katz ve Blumler

c. Blumler ve Gurevitch

d. McQuail ve Windahl

e. Katz ve Klapper

9. Kişinin gereksinimlerini gidermek için med- yaya daha çok bağlandıkça, medyanın o kişi için öneminin o kadar artacağını öne süren model aşağıdakilerden hangisidir?

a. Kullanımlar ve doyumlar modeli

b. Kullanımlar ve etkiler modeli

c. Bağımlılık modeli

d. Kullanımlar ve bağımlılık modeli

e. Beklenti-değer modeli

10. Kullanımlar ve doyumlar araştırmalarına inanç ve değerlendirme boyutlarını da katan model aşağıdakilerden hangisidir?

a. Kullanımlar ve doyumlar modeli

b Kullanımlar ve etkiler modeli

c. Beklenti-değer modeli

d. Bağımlılık modeli

e. Kullanımlar ve bağımlılık modeli

Page 108: Iletisim kuramlari

104

Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. c Yanıtınız yanlış ise “İzleyicinin Aktifliği Tezi” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

2. e Yanıtınız yanlış ise “Kullanımlar ve Doyum lar Yaklaşımı” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

3. b Yanıtınız yanlış ise “Rosengren’in Genel Modeli” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

4. b Yanıtınız yanlış ise “Gereksinimler ve Güdü- ler” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

5. a Yanıtınız yanlış ise “Kullanımlar ve Doyumlar Araştırmalarında Kullanılan Yöntemler” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

6. e Yanıtınız yanlış ise “Kullanımlar ve Doyum- lar Yaklaşımının Sorunlu Yanları” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

7. d Yanıtınız yanlış ise “Kullanımlar ve Etkiler Modeli” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

8. a Yanıtınız yanlış ise “Bağımlılık Modeli” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

9. d Yanıtınız yanlış ise “Kullanımlar ve Bağımlılık Modeli” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

10. c Yanıtınız yanlış ise “Beklenti-Değer Yak- laşımı” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 İzlenme oranı, rating sistemi ile ilgili bir

kavramdır. Bir program diliminde veya zaman

diliminde her dakikaya düşen ortalama izleyici

yüzdesini gösterir. Aslında 2500 kadar

izleyiciden alınan ölçmeler yoluyla reklam

fiyatlarının belirlenmesi aracıdır. Bir programın

yararlı ya da zararlı olması ise o programın

izleyici üzerindeki etkilerinin olumlu ya da

olumsuz olması ile ilgilidir. Programın izlenmiş olması, söz konusu programın izleyiciye yarar ya

da doyum sağladığı anlamına gelmez. Rating

sistemi ile yapılan ölçme ve değerlendirme

kişilerin isteklerini, arzularını, gereksinimlerini,

beklentilerini, zevklerini ya da tercihlerini temsil

etmez. Dolayısıyla bir programın izlenmiş olması, söz konusu programın izleyiciye doyum

ya da yarar sağladığını öne sürmenin bilimsel bir

gerekçesi olamaz.

Sıra Sizde 2 Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımına göre

insanların neden televizyon izlediği açıklanabilir.

Bu konuda yapılan araştırmalar enformasyon,

kişisel kimlik, bütünleşme ve sosyal etkileşim ve

eğlence gibi kimi kategorilerde açıklanabilecek

nedenleri ortaya koymuştur.

Sıra Sizde 3 Kullanımlar ve doyumlar yaklaşımının toplumsal

yanı bir kenara bırakarak daha çok psikolojik

ögelerde yoğunlaşması eleştirilere neden

olmuştur. Yaklaşım aynı zamanda araştırma

yöntemleri açısından da eleştirilmiştir. Söz

konusu eleştiriler, aktif izleyici tezinden

vazgeçmeden yaklaşımın sorunlu yanlarını

gidermeye çalışan kullanımlar ve bağımlılık,

kullanımlar ve etkiler, beklenti-değeri gibi çeşitli modellerin ortaya atılmasına neden olmuştur.

Page 109: Iletisim kuramlari

105

Yararlanılan Kaynaklar Alemdar, K. ve Erdoğan, İ. (1990). İletişim ve Toplum. Ankara:Bilgi.

Chomsky, N. (2008). Medya Denetimi. 2. Baskı. İstanbul: Everest.

Elliott, P. (1974). “Uses and Gratifications Research: A Critique and a Sociological Alternative”, The Uses of Mass Communications. Ed: Blumler, J., G. ve Katz, E. ABD: Sage.

Erdoğan, İ. ve Alemdar, K. (2002). Öteki Kuram. Ankara: Erk.

Erdoğan, İ. ve Alemdar, K. (2010). Öteki Kuram. 3. Baskı. Ankara: Erk.

Erdoğan, İ. (2011). İletişimi Anlamak. 4. Baskı. Ankara: Erk.

Fiske, J. (2003). İletişim Çalışmalarına Giriş. Çev: S. İrvan. 2. Baskı. Ankara:Bilim ve Sanat.

Günbulut, Ş. (1983). Küçük Felsefe Tarihi. Ankara: Maya Matbaacılık.

Güngör, N. (2011). İletişim: Kuramlar Yaklaşımlar. Ankara: Siyasal Kitabevi.

Katz, E., Blumler, J. G. ve Gurevitch, M. (1974). “Utilization of Mass Communication by the Individual”, The Uses of Mass Communications. Ed: Blumler, J., G. ve Katz, E. ABD: Sage.

Lull, J. (2001). Medya İletişim Kültür. Çev: N. Güngör. Ankara: Vadi Yayınları.

McQuail, D. ve Gurevitch, M. (1974). “Explaining Audience Behavior: Three Approaches Considered”, The Uses of Mass Communications. Ed: Blumler, J., G. ve Katz, E. ABD: Sage.

McQuail, D. ve Windahl, S. (2005). İletişim Modelleri. Çev: K. Yumlu. 2. Baskı. Ankara: İmge.

Mutlu, E. (1998). İletişim Sözlüğü. 3. Baskı. Ankara: Ark

Ogan, C. L. ve Cagiltay, K. (2006). “Confession Revelation and Storytelling: Patterns of Use on a Popular Turkish Website”, New Media Society 2006, 8: 801.

Özcan, Y.Z. ve Koçak, A. (2003) “Research Note: A Need or a Status Symbol? Use of Cellular Telephones in Turkey”, European Journal of Communication 18(2): 241–54.

Rosengren, K.E. (1974). “Uses and Gratifications: A Paradigm Outlined”, The Uses of Mass Communications. Ed: Blumler, J., G. ve Katz, E. ABD: Sage.

Tekinalp, Ş. ve Uzun, R. (2009). İletişim Araştırmaları ve Kuramları. 3. Baskı. İstanbul: Beta.

Wimmer, R. D. ve Dominick, J. R. (2006). Mass Media Research: An Introduction. 8. Baskı. ABD: Thomson Wadsworth.

İnternet Kaynakları Chandler, D. (t.y). “Why the People Watch Television”, http://www.aber.ac.uk/media/Documents/short/usegrat.html

Page 110: Iletisim kuramlari

106

Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra;

İletişim alanındaki teknoloji merkezli yaklaşımları tanımlayabilecek,

Teknolojik belirleyicilik yaklaşımını açıklayabilecek,

Modernleşmede kitle iletişimini ele alan yaklaşımları açıklayabilecek,

Yeniliklerin yayılımı araştırmalarında kullanılan kuramsal çerçeveyi ve yöntemi açıklayabilecek,

Enformasyon toplumu, bilgi açığı hipotezi ve sayısal eşitsizlik kavramlarını tanımlayabilecek

bilgi ve becerilere sahip olabilirsiniz.

Anahtar Kavramlar Teknolojik Belirleyicilik

Marshall McLuhan

Küresel Köy

Sıcak ve Soğuk Araçlar

Gutenberg Galaksisi

Enformasyon

Yöndeşme

Enformasyon Toplumu

Bilgi Açığı

Sayısal Eşitsizlik

İçindekiler Giriş

Teknolojik Belirleyicilik Yaklaşımı

Modernleşmede Kitle İletişimi Teknolojisi

Yeniliklerin Yayılımı

Yeniliklerin Yayılımında Yeni Yaklaşımlar

Enformasyon Toplumu ve İletişim Teknolojileri

Bilgi Açığı Yaklaşımı

Sayısal Eşitsizlik

5

Page 111: Iletisim kuramlari

107

GİRİŞ İletişim teknolojileri, iletişim araştırma ve kuramlarında önemli yer tutan konulardan biridir. Kitle iletişim

araçlarının gelişmesi ve bu araçların günümüzde bilgisayar ve ağ teknolojileriyle bütünleşmesi, iletişim

alanında teknolojinin belirleyici olduğu bir yaklaşımı ortaya çıkarmıştır.

İletişim ya da medya teknolojileri tarihini araştıranlar arasında teknoloji ve edebiyat tarihçileri,

toplumbilimciler, iktisatçılar, siyasal bilimciler, antropologlar ve bilişimciler gibi çok çeşitli bilim

insanları vardır. Bu bilim insanları arasındaki merkezi tartışma, teknolojinin toplumsal değişmeyi nasıl ve

ne kadar biçimlendirdiğidir. Her yorumcu, kendi uzmanlık alanına göre teknolojik değişmedeki farklı

faktörleri vurgular. Ancak, bu konuda yeterli ve sağlam kanıtlara dayanan bir açıklama olanaksız değilse

de çok zordur.

Bu tür alanlarda, fazla geniş genellemelerden kaçınmak gerekir. Çünkü genişletilen genellemeler,

teknolojik belirleyicilik olarak bilinen oldukça ikna edici bir yaklaşımın doğasını gözden kaçırmaya

neden olur.

Teknolojik belirleyicilik, hâlâ teknoloji ve toplum arasındaki ilişki konusundaki en popüler ve etkili

kuramdır, ancak giderek artan eleştirilere maruz kalmaktadır. “Belirleyicilik” teriminin birçok

toplumbilimci için olumsuz çağrışımlar yaptığının ve özellikle modern toplumbilimcilerin sözcüğü

genellikle istismar ettiklerinin farkında olunması gerekir.

Teknolojik belirleyicilik yaklaşımının iletişim alanındaki en çok bilinen temsilcisi Marshall

McLuhan’dır. McLuhan, iletişim araçlarının etkisinin mesajın içeriğinde değil, kullanılan aracın

kendisinde olduğunu öne sürerek bu görüşünü “araç iletidir” savıyla özetlemiştir. Ona göre, bir iletişim

aracının asıl etkisi, duyularımız arasındaki oranları değiştirerek algılama kalıplarımızı etkilemesindedir.

McLuhan elektronik medyanın da dünyayı küresel bir köye dönüştürdüğünü öne sürmüştür.

Teknolojik belirleyicilik yaklaşımı, modernleşme ve yeniliklerin yayılımı araştırmalarında da önemli

bir rol oynamıştır. Modernleşme kuramcıları, kitle iletişiminin modernleşme ve kalkınmada önemli rol

oynadığını savunmuş, kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasını modernleşmenin ölçütü olarak

görmüşlerdir.

Bir toplumsal değişme durumu olan kalkınma, yeniliklerin toplumsal sisteme yayılması ile

gerçekleşir. Dolayısıyla yeniliklerin yayılımı araştırmaları da yeniliklerin bir topluma nasıl sokulduğunu

ve insanların bu yenilikleri nasıl benimsediklerini ya da reddettiklerini açıklamaya çalışan bir iletişim

araştırmaları alanı olarak ortaya çıkmıştır. Yeniliklerin yayılımı modeli, kitlesel ve kişilerarası iletişim

arasında bir etkileşimi içermektedir.

İletişim ile modernleşme ve kalkınma arasında ilişki kuran ve teknolojinin yayılmasına hizmet eden

bu yaklaşımlar günümüzde geçerliliklerini yitirseler de söz konusu yaklaşımların temelindeki teknolojik

belirleyicilik görüşü benzer yaklaşımlarla sürmektedir. Bunlardan biri enformasyon toplumu

kavramlaştırmasıdır. 1980’lerden itibaren, iletişim araçları, bilgisayarlar ve ağ iletişimi teknolojilerinin

egemen olduğu toplumlara genel olarak “enformasyon toplumu” adı verilmiştir.

Teknoloji Merkezli

Yaklaşımlar

Page 112: Iletisim kuramlari

108

Enformasyon toplumu kuramcıları, enformasyon teknolojilerinde yaşanan gelişmeleri, yeni bir çağa

devrimci bir geçişi sağlayacak çarpıcı gelişmeler olarak yorumlamışlardır. Bu kuramcılar endüstri

toplumunun geride bırakılıp enformasyon toplumuna geçildiğini ve böylelikle önceki dönemlerde

yaşanan bütün toplumsal aksaklıkların, sorunların, dengesizliklerin kendiliğinden giderileceğini öne

sürmüşlerdir.

Bu süreçte, toplumda bilginin eşit olarak dağıtılmadığını öne süren bilgi açığı hipotezinden yola çıkan

araştırmalar hız kazanmıştır. Bilgi açığı kuramı bir yandan yeni teknolojilerin toplumsal kesimler

arasındaki bilgi uçurumunu artırdığını ortaya koyarken, diğer yandan çözüm olarak da teknolojilerin

yaygınlaşmasını önermiştir.

Bilgi açığı kuramı, sayısal teknolojilerin gelişmesiyle önem kazanmıştır. 1980 sonrası dönemde

iletişim ve bilişim teknolojilerinin yaygınlaşmasıyla birlikte, sayısal eşitsizlik kavramı kullanılmaya

başlanmıştır. Bilginin üretilmesi, işlenmesi ve paylaşılması sürecindeki dengesizlikleri anlatan sayısal

eşitsizlik, hem gelişmekte olan hem de gelişmiş ülkelerde önemli bir sorun olarak değerlendirilmiş ve bu

eşitsizliğin giderilmesi yönünde politikalar geliştirilmeye başlanmıştır. Sayısal eşitsizlik, günümüz

toplumlarında önemli bir sorun olmasına karşın, ekonomik ve toplumsal dengesizliklerin iletişim

teknolojilerinin yaygınlaşmasıyla çözülebileceği önermesi, teknolojik belirleyicilik yaklaşımının hâlâ

etkili olduğunu göstermektedir.

TEKNOLOJİK BELİRLEYİCİLİK YAKLAŞIMI “Belirleyicilik” doğa bilimlerinde, evrende bütün olup bitenlerin nedensellik bağlantısı içinde

belirlendiğini öne süren görüştür. Toplum bilimleri kuramlarında belirleyiciliğin çeşitli türleri vardır.

Örneğin biyolojik (ya da genetik) belirleyicilik toplumsal ya da psikolojik olayları biyolojik ya da genetik

özelliklerle açıklamaya çalışır. Bu yaklaşım, kadınlar “özünde” dünyevi, doğal ve kendiliğindendir

(“özcülük” olarak bilinen bir argüman) gibi fikirlerin arkasında yatar.

Gelişim psikolojisindeki “çevreye karşı doğa” üzerindeki tartışma ise bireyin gelişiminde ve anormal

davranışın kökeninde kalıtsal ve yapısal etkenlerle (doğa) ortama ilişkin etkenlerin (çevre) görece etkileri

konusunda sürüp gitmektedir. Doğalcılar kalıtımın rolünü vurgularken; çevreciler aile içi tutumlar, çocuk

yetiştirme uygulamaları, sosyoekonomik statü gibi toplumsal ve kültürel etkenlerin belirleyici olduğunu

savunmaktadır.

Bir başka belirleyicilik türü, dilsel belirleyiciliktir. Dilsel belirleyicilik, dilin dünyayı yorumlama

biçimimizi belirlediğini, böylelikle düşüncenin dile bağlı olduğunu, kısacası dilimizin varlığımızı belirlediğini öne süren bir görüştür.

Bütün bu belirleyici kuramlar gibi teknolojik belirleyicilik de toplumsal ve tarihsel olayları bir ilkeye

ya da belirleyici bir faktöre göre açıklamaya çalışır. Tarihsel ya da nedensel önceliğe ilişkin bir öğretidir.

Teknolojik belirleyicilik yaklaşımında teknoloji, tarihteki “temel hareket ettirici” olarak görülür.

Teknolojik belirleyicilik yaklaşımını benimseyenlere göre belli teknik gelişmeler, iletişim teknolojileri ya

da medya veya daha geniş olarak genelde teknoloji toplumdaki değişimlerin tek ya da temel önce gelen

nedenidir ve teknoloji toplumsal örgütlenme kalıplarının altında yatan temel koşul olarak görülebilir.

Teknolojik belirleyicilik terimi, Amerikalı toplumbilimci ve iktisatçı Thorstein Veblen (1857-1929)

tarafından icat edilmiştir.

Teknolojik belirleyicilik yaklaşımını benimseyenler, genelde teknolojiyi ve özelde iletişim

teknolojilerini geçmişte, şimdi ve gelecekte toplumun temeli olarak değerlendirirler. Yazı, baskı,

televizyon ya da bilgisayar gibi teknolojilerin toplumu değiştirdiğini söylerler. Bu yaklaşımın en aşırı ucunda, bütün toplumsal biçim teknoloji tarafından belirlenmiş olarak görülür: Yeni teknolojiler

kurumları, toplumsal etkileşimi ve bireyleri de içine alacak biçimde toplumu her düzeyde dönüştürürler.

En azından geniş bir dizi toplumsal ve kültürel olaylar teknoloji tarafından belirlenmiş olarak görülür.

İnsani faktör ve toplumsal düzenleme ise ikincil olarak görülür. Teknoloji toplumsal olandan ayrılırsa,

teknoloji ile toplumsal öğeler arasındaki ilişkiler, birbirinden ayrı alanların etkileşimleriymiş gibi

kavranır. Böylece teknoloji kendisine ait bir dünyadaymış gibi görünür. Ayrıca, teknoloji insanlara veya

Page 113: Iletisim kuramlari

109

canlılara ait özellikler atfedilen bir özne gibi görünür. Bir başka deyişle belirleyici yaklaşıma göre

teknoloji, toplumdan bağımsız olarak toplumu biçimlendirmektedir.

20. yüzyılda yeni iletişim teknolojilerinin kullanımının yaygınlaşmasıyla iletişim teknolojisinin

belirleyiciliği görüşü ön plana çıkmıştır. İletişim kuramlarında teknolojik belirleyiciliğin önde gelen

temsilcileri Harold Innis ve Marshall McLuhan’dır.

Innis, toplumsal örgütlenmenin değişiminin kaynağının teknolojik yenilikler olduğunu savunur.

Innis’e göre, insan kendi teknolojisi ile birlikte vardır. Aile ve örgütler gibi toplumsal biçimlerdeki

değişiklikler iletişim teknolojisindeki değişikliklerin bir sonucudur. Teknolojik araçların çoğu, insanın

fiziksel yeteneklerini geliştirir. İletişim teknolojisi ise düşüncenin, bilincin, insanın kavramsal

yeteneklerinin bir uzantısıdır.

Innis, iletişim teknolojilerinin imparatorlukların yapıları ve değişimleri üzerinde etkileri olduğunu

belirtir. İletişim araçlarının maddi biçimi, toplumsal biçimlerin kendilerini belli coğrafi alanlarda yönetim

ve ideoloji temelinde yeniden-üretme becerisiyle yakından ilişkilidir.

Innis’e göre yeni iletişim araçlarını elde etmek için oluşan rekabet, toplumdaki rekabetçi uğraşın

temel eksenidir. Var olan iletişim araçları toplumsal örgütlenme biçimini çok güçlü bir biçimde etkiler.

Yeni teknolojik yapılar eski düzenlerin ortadan kalkmasına neden olur. Egemenlik iletişim araçlarının

denetimi ile oluşur ve yeni iletişim araçlarının bulunması ve bu araçların yeni örgütlenmelere yol açması

ile toplumsal değişim meydana gelir.

McLuhan’ın Temel Varsayımları

Marshall McLuhan, kendi çalışmalarını Innis’in çalışmalarının bir uzantısı olarak görür. Her iki düşünür

de iletişim teknolojisini uygarlık tarihinin merkezi olarak alırlar. Onlara göre uygarlık tarihini yapan ve

değiştiren iletişim teknolojisidir. Ancak Innis ve McLuhan etki konusunda ayrılırlar. Innis’te teknoloji

toplumsal örgütlenmeye ve kültüre etki eder, değiştirir ve biçimlendirir. McLuhan ise teknolojinin ana

etkisinin duyu organları ve düşünce üzerinde olduğunu savunur; dolayısıyla tartışması tamamıyla algı

psikolojisinin dar temellerine dayanır. McLuhan’ın görüşleri aşağıda başlıklar halinde özetlenmektedir.

Araç Egemen Değişim Gücüdür McLuhan’a göre iletilerin üretimi ve alımı için biçimlerin biyolojik var oluşu gereklidir. Bu biçimler bir

başka deyişle görme, dokunma, tatma, duyma ve koklama birbirine bağlıdır. Dolayısıyla bir biçimin

kapasitesinin değişmesi duyular arasındaki toplam ilişkileri değiştirir. Bunun sonucu olarak da kişinin

deneyimlerini ve algılarını düzenleme yolları değişir. Örneğin körlük koklama, sağırlık da görme gücüne

daha çok dayanmayı gerektirir.

İletişim araçları kişilere duyularla ilgili belli ilişkileri yerleştirir, pekiştirir ve böylece toplumun dünya

görüşünü belirlerler. Sonuç olarak iletişim araçları bizi yalnızca dünyaya yöneltmez, aynı zamanda

kullandığımız duyular arasındaki oranı değiştirerek karakterimizi de değiştirir. İletişim teknolojisi,

yalnızca kişilerin ne düşüneceğini değil, nasıl düşüneceğini de belirler. Örneğin, konuşmaya dayanan

kültürde kulak (=dinleme), basına dayanan kültürde ise göz (=görme) önem kazanır.

Araç İnsanın Uzantısıdır

McLuhan’a göre bir birey ya da toplum, insan bedeninin ve zihninin alanını yeni bir tarzda genişletecek

bir biçimde bir şeyleri yaptığı ya da kullandığı zaman bir uzantı meydana gelir. Bu uzantı akla gelen her

şeyi kapsar: Sözcük, giysi, ev, para, saat, basın, yol, araba, tekerlek, uçak, fotoğraf, telgraf, daktilo,

telefon, sinema, radyo, televizyon, silah…

Araç insanların uzantısıdır. Örneğin çukur kazmak için kullandığımız kürek, ellerin ya da ayakların

bir uzantısıdır. Kepçe çanak gibi açılmış ellere benzer, fakat daha güçlüdür, daha az aşınır ve molozları

elden daha uzak bir alana taşıma kapasitesi vardır. Bir mikroskop ya da teleskop ise görmenin farklı bir

biçimidir ve gözün bir uzantısıdır.

Page 114: Iletisim kuramlari

110

Daha karmaşık uzantılara bakıldığında; örneğin otomobil, ayakların bir uzantısı olarak düşünülebilir.

Otomobil, insanın ayaklarıyla olduğu gibi her yeri gezebilmesini sağlar; fakat bunu daha hızlı ve daha az

çabayla yapar. Ayrıca, bu uzantı zorlu hava koşullarında göreceli bir konforla seyahat etmeyi de sağlar.

McLuhan’a göre giysiler derimizin uzantısıdır. Ev, sığınak olarak, vücut açısından ısı kontrol

mekanizmasıdır. Kentler, vücut organlarının, geniş grupların gereksinimlerini sağlamada daha da ileri

uzantılarıdır. Küresel elektronik ağı ise bizim sinir sistemimizin bir uzantısıdır.

McLuhan’ın ampütasyon (bir organı kesme) diye adlandırdığı kavram ise uzantıların bir benzeridir.

İnsanoğlunun her uzantısı; özellikle teknolojik uzantıları, diğer uzantılarda bir ampütasyon ya da

değiştirme etkisine sahiptir. Ampütasyona bir örnek olarak, barut ve ateşli silahların gelişmesiyle birlikte

okçuluk becerilerinin yok oluşu verilebilir. Yeni silah teknolojileri, hata yapmamayı gerektiren okçuluk

pratiğini işe yaramaz hale getirmiştir. Otomobil gibi bir teknolojinin uzantısı ise kentlerin ve ülkelerin

farklı biçimlerde gelişmesine yol açarak gelişkin bir yürüme kültürü gereksinimini “kesip atar”. Telefon

sesi genişletir, fakat aynı zamanda düzenli mektuplaşma ile kazanılan yazı yazma sanatını kesip atar.

Bunlar birkaç örnektir ve aklımıza gelebilecek hemen her şey benzer gözlemlere konu olabilir.

McLuhan’a göre, insanoğlu bu uzantılarla her zaman büyülenmiş ve zihnini yormuştur, fakat çoğunlukla ampütasyonları görmezden gelmeyi ya da en aza indirmeyi seçeriz. Örneğin otomobilin sağladığı yüksek hızda kişisel seyahatin üstünlüklerini överiz; fakat otonomilin neden olduğu hava kirliliğinin anımsatılmasını gerçekten istemeyiz. Ayrıca otomobillerimizde diğer insanlardan yalıtılmış olarak tek başına geçirdiğimiz zamanı düşünmek istemeyiz ya da otomobil kullanımının sonucu olan ampütasyonların bizi daha şişman ve genellikle daha sağlıksız hale getirdiğini de anımsamak istemeyiz. McLuhan’a göre bizler, giderek bütün uzantıları düzenli olarak öven ve bütün ampütasyonları en aza indiren insanlar haline geliyoruz ve kendi zararımıza da olsa bu şekilde davranmayı sürdürüyoruz.

Araç İletidir

McLuhan, her kültür çağında bilginin kaydedilip aktarıldığı “medium”un (ortam, araç) o kültürün karakterinin belirlenmesinde kesin bir rol oynadığını öne sürmüş ve bu görüşünü “araç iletidir (medium is the message)” deyişiyle özetlemiştir.

McLuhan’a göre sözcüğün yazıldığı şeyler sözcüklerden daha önemlidir. Bunu açıklamak için elektrik ışığını örnek olarak veren McLuhan’a göre elektrik ışığı saf enformasyondur. Bir markayı veya sözlü bir reklamı bir araçla hecelemese bile kendi başına iletisiz bir iletişim aracı olduğu söylenebilir. Her aracın belirgin niteliği olan bu gerçek, herhangi bir aracın içeriğinin daima bir başka araç olması demektir. Örneğin yazılı kelime nasıl basılının ve basılı olan nasıl telgrafın içeriği ise yazının içeriği sözdür. Eğer “Sözün içeriği nedir?” diye sorulursa “Kendinde sözlü olmayan güncel bir düşünce sürecidir” yanıtının verilmesi gerekir.

McLuhan’a göre aslında bir iletişim aracının ya da teknolojinin iletisi insani işlerde yarattığı ölçek, ritim ya da model değişikliğidir. Araçlar içeriği ne olursa olsun, doğalarında var olan özellikleri nedeniyle etkilere sahiptir, içerik önemsizdir. Örneğin elektrik ışığının beyin cerrahisinde ya da gece oynanan bir beyzbol maçını aydınlatmak için kullanılmasının hiç bir önemi yoktur. Bu işler elektrik ışığı olmaksızın gerçekleşemeyeceği için bir bakıma onun içeriği oldukları söylenebilir. Bu olgu tek başına “ileti iletişim aracının kendisidir” düşüncesini vurgular; çünkü insan birliklerinin ve eylemlerinin biçim ve ölçeğini şekillendiren ve denetleyen iletişim aracıdır.

McLuhan, iletişim araçları karşısında “önemli olan nasıl kullanıldıklarıdır” diyen geleneksel tutumu “teknolojik mankafalılık” olarak nitelendirerek, iletişim aracının içeriğini şöyle tanımlar:

“Bir iletişim aracının içeriği, köpeğin dikkatini dağıtmak için hırsızın ona verdiği nefis bifteğe benzer. İletişim aracının etkisi güçlü ve yoğundur, çünkü başka bir araç ona içerik olarak verilir. Bir filmin içeriği bir roman, bir piyes ya da bir operadır. Film türünün etkileri onun program içeriği ile ilgili değildir. Yazının ya da basılı olanın içeriği sözdür; oysa okuyucu basılı olana ya da söze hemen hiç dikkat etmez.”

Reklamdan bıkılan bir ortamda, çok kültürlü insanların “ben reklamlara hiç dikkat etmem” diye övünmesinin işe yaramayacağını anımsatan McLuhan’a göre teknolojinin etkileri düşün ve kavramlar düzeyinde değildir, o duyu ilişkileri ve algılama modellerini dirençle karşılaşmadan yavaş yavaş değiştirir.

Page 115: Iletisim kuramlari

111

Gazeteyi sadece gazete olduğu için mi; yoksa okumak için mi alıyorsunuz? Eğer içerik önemli değilse neden herkes aynı gazeteleri okumuyor?

Sıcak ve Soğuk Araçlar McLuhan, araçları sıcak ve soğuk olmak üzere ikiye ayırmıştır. Sıcak araçlar, tek duyuyu uzatan ve

izleyiciye tamamlaması için çok şey bırakmayan araçlardır. Bu bağlamda radyo, sinema ve fotoğraf sıcak

araçlardır. Soğuk araçlar ise az şey veren ve izleyici tarafından çok şey eklenen araçlardır. Televizyon

ve telefon gibi. Televizyon soğuk araçtır, çünkü enformasyon bakımından verdiği azdır. Dolayısıyla

iletiyi tamamlamak için izleyici tarafından aktif katılmayı gerektirir. Bu da televizyon ekranındaki

noktaları ve çizgileri birleştirerek yapılır. Telefon da soğuk araçtır. Sözgelişi alıcı, bir telefon

konuşmasında atlanan bir bilgiyi sağlamak zorundadır. Oysa sıcak araçlar, gerekli tüm verileri

sağladıkları için alıcının iletiyi algılarken etkin bir rol oynaması gerekmez.

McLuhan bu sıcak ve soğuk kavramını insanlara, kültürlere, danslara, giysilere, arabalara, sporlara da

uygular.

McLuhan’a göre, sıcak iletişim araçlarının egemenliğindeki çağ “mekanik çağ”dır. Mekanik çağın

karakteristik aracı olan kitabın, anti-demokratik, tek yönlü, baskıcı ve güdümleyici olduğu görüşündedir.

Fakat artık “elektronik iletişim çağı”ndayızdır ve bu çağın iletişim teknolojisinin yarattığı iletişim araçları

da alfabe öncesi toplumlarda olduğu gibi, soğuk iletişim araçlarıdır.

McLuhan’ın görüşleriyle ilgili daha ayrıntılı bilgi edinmek için McLuhan’ın “Yaradanımız Medya” (2005) adıyla Türkçeye çevrilen kitabını okuyabilirsiniz.

Gutenberg Galaksisi McLuhan, basının görmeye ağırlık verdiğini söyler. Bu nedenle basına dayanan kültürde insanlar

duyduklarına inanmakta ve konuşmayı hatırlamakta zorluk çekerler. Basın gerçeği; tekdüze, uyumlu,

nedenselliği olan ve farklı ilişkiler içinde düzenler. Toplumsal düzeyde basın, millet olma olasılığına ve

milliyetçiliğin doğuşuna yol açmıştır. “Çünkü matbaa aracılığıyla bir halk kendisini ilk kez olarak görür.

Yüksek görsel tanımı haliyle anadil, kendi sınırlarıyla toplumsal birliğin bir görünüşünü sunar. Ve

insanlar kendi dillerinin bu görsel birliğini kitaptan çok gazete aracılığıyla yaşamıştır.”

McLuhan, Gutenberg Galaksisi adlı eserinde “alfabe ve tipografi aracılığıyla görsel duyunun

yalıtılması ile bilginin parçalara ayrılması yanılsamasının nasıl yaratılmış olduğunu” açıklamaya çalışır. McLuhan’a göre matbaa ulusal birörnekliği, devlet merkeziyetçiliğini yaratmış, aynı zamanda bireysel

hakların coşkuyla savunmasına yol açmış ve devlete karşı muhalefeti de doğurmuştur.

Küresel Köy McLuhan, televizyonun ise duyuların çoğuna ağırlık veren görsel, işitsel ve dokunsal bir araç olduğunu,

dünyayı milliyetçilikten “küresel köy” olmaya yönelttiğini ileri sürer. McLuhan’a göre “Telgraf ve

radyodan bu yana, yerküre uzaysal olarak büzüşerek tek bir küçük köye dönüşmüştür.” Tıpkı bir köyde

yaşayan insanın köyde olan biten her şeyi kolayca öğrenebilmesi gibi insanlar dünyanın her yanında olup

biten her şeyi kolayca öğrenebilmektedir.

McLuhan’a göre yazı bulunana kadar insanlar sınırlanmayan, yönü olmayan, işitsel bir uzamda

yaşamıştır. Bu nedenle alfabe öncesi toplumlar zamanı ve mekanı bütünleşmiş tek bir şey olarak

algılamışlardır. Mekanik çağda bu algı parçalanmıştır. Ancak şimdi elektrik devresi bizde tekrar çok

boyutlu uzam kavrayışına geçişe yol açmaktadır. Günümüzün elektronik teknolojisi her şeyin birbiri ile

karşılıklı ilintilenmesine neden olmaktadır. Günümüz elektroniği, dünyamızı yeniden küresel bir köy

olarak biçimlendirmektedir. Bugün, okur-yazarlıkla geçirdiğimiz birkaç yüzyıldan sonra yitirdiğimiz

kabile duygusunu, insanın başlangıçtaki duyumsamalarını yeniden yaşıyoruz. Elektronik enformasyon

ortamında herkes, herkes hakkında gereğinden çok şey biliyor.

Page 116: Iletisim kuramlari

112

Elektronik iletişim çağının başat medyası McLuhan için televizyondur. Televizyon sayesinde bütün

duyularımızın işin içinde yer aldığı aktif ve keşfedici bir duyumsama yetisi kazandığımızı öne süren

McLuhan, televizyonun, insanlığı bugüne dek süren parçalanmış, farklılaşmış ve bölünmüş hayatından

kurtarıp yeniden alfabe öncesi çağın köy topluluğu yaşamına kavuşturacağı inancındadır. McLuhan

elektronik medya sayesinde, sözel geleneğin yeniden oluştuğunu ve insanların bütün duyuları yeniden eşit oranda kullanmaya başladığını savunur. Küresel bir köyde yaşadığımızı ve bu köyde her şeyin aynı anda

olduğunu ve zaman ile yer kavramının yok olduğunu söyler. McLuhan’a göre dünya, modern uydu

iletişimi ve kapitalist üretim biçimindeki gelişmelerle bütünleşik bir dünya olmuştur.

Tetrad (Dörtlü)

Marshall McLuhan, medyaya ilişkin gözlemlerini bilimsel bir temele oturtmadığı için eleştirilmiştir. Son

yıllarında ve kısmen eleştirilere yanıt olarak, McLuhan düşüncesine “tetrad” diye adlandırdığı bir temel

geliştirmiştir. Ölümünden sonra yayınlanan Medya Yasaları kitabında McLuhan, medya konusundaki

görüşlerini ortaya koyarken, bir aracın toplum üzerindeki etkilerini dört kategoriye ayırarak incelemiştir.

McLuhan araç kelimesini insanın oluşturduğu her şey için kullanır. Ona göre insanın oluşturdukları

insanın bir uzantısıdır. Bütün teknolojiler de dâhil olmak üzere insan gücünün dâhil olduğu bütün

faaliyetler ve ürünler, her toplumda ve bütün zamanlarda dört yasaya bağlıdır.

Tetrad, McLuhan’ın sorularla çerçevelediği dört yasayı insanoğlunun çevresindeki geniş bir alana

uygulamasına olanak sağlar ve böylece kültüre bakmada yeni bir araç ortaya koyar.

McLuhan bir aracın etkilerini anlamak için dört soru sorulabileceği görüşündedir. Bu sorulardan ilki,

“araç ya da teknoloji neyi genişletiyor ya da uzatıyor?” sorusudur. McLuhan’a göre her araç, bir insan

organının uzantısı olarak onu desteklemek amacıyla gündeme gelir. Dolayısıyla söz konusu sorunun

yanıtı, bir otomobil söz konusu olduğunda “ayak” olacaktır; bir telefon söz konusu olduğunda ise “ses”

olacaktır.

İkinci soru “Araç, medya ya da teknoloji neyi yerinden ediyor, neye önemini kaybettiriyor?” sorusudur. Çünkü her yeni teknoloji eski teknolojilerin egemenliklerini sarsıp onların egemen konumlarını devralır. Yine, otomobilin yürümeyi yerinden ettiği ve telefonun da duman sinyallerini ve güvercin beslemeyi gereksiz kıldığı söylenebilir.

McLuhan’ın yaşamı, eserleri ve görüşleriyle ilgili dokümanlara ulaş- mak için http://www.marshallmcluhan.com sitesini gezebilirsiniz.

Üçüncü soru “Medya ya da teknoloji neyi telafi ediyor ya da geri kazandırıyor?” sorusudur. McLuhan’a göre her yeni teknoloji modası geçmiş teknolojilerin ya da doğanın bazı işlevlerini sürdürmeye devam etmekte ve yeni teknolojiler eski teknolojileri kendi içerikleri haline getirmektedir. Bu bağlamda otomobil ile macera ya da araştırma eğilimi telafi edilir ve telefon hizmetinin yaygınlaşması ile de topluluk anlayışı geri gelir. Yurt içi tatilin yaygınlaşmasıyla otomobil sahipliğindeki artışın birlikte gittiği görülebilir.

Dördüncü soru “Sınırlarına ulaştığında teknoloji neyi tersine çeviriyor ya da geri döndürüyor?” sorusudur. Aşırı genişlemiş, sınırlarına ulaşmış bir otomobil kültürü, yaya yaşam biçimine özlem duyulmasına neden olur ve aşırı uzatılmış bir telefon kültürü de yalnız kalma gereksinimine yol açar. McLuhan, kendisine aşırı yüklenilen her teknolojinin işlevsiz kalacağını belirtmektedir. Buna hızlı seyahati olanaklı kılan kişisel otomobillerin beraberinde getirdikleri trafik tıkanıklığı dolayısıyla seyahat olanağını ortadan kaldırmasını örnek gösterebiliriz.

McLuhan’a göre radyo ve televizyonla birlikte tüm dünyadaki olaylara eşzamanlı olarak erişebilmekteyiz. Bununla birlikte televizyon kültürü sözlü iletişime dayanan aile yaşamının sıkı bağlarını gevşetir ya da kesip atar. Basit bir televizyon açma eylemi bir odadaki insanların sessizliğini azaltabilir. Telafi edilen kabile ya da birbirleriyle ilişkisi olan insanların görünümüdür. Olan ya da geri dönen, insanların sahnedeki aktörler olduğu küresel tiyatrodur. Burada bir kimse, uçak kazası ya da doğal felakete tanık olma gereksinimi duyabilir.

Page 117: Iletisim kuramlari

113

Tetrad sürecinde sorulan sorular, dört etki dizisi ile sonuçlanır. Bunlar genişletme, yerinden etme, geri döndürme ve telafi etmedir. Bu dört öge birbirleri ile tamamlayıcı bir ilişki içindedir. Etkilerin kesişen doğasını anlatmak için oluşturulan tetrad, değişim ya da süreklilik noktaları olarak dört ögeyle birlikte genellikle grafik biçiminde gösterilir.

Tablo 5.1: Tetradın ögeleri arasındaki ilişkiler

GENİŞLETME

Yeni medya neyi geliştiriyor, genişletiyor,

uzatıyor, mümkün kılıyor ya da hızlandırıyor.

GERİ DÖNDÜRME

Yeni biçim, potansiyelinin sınırlarına

ulaştığında, ilk halindeki özelliklerini ters

çevirecektir. Yeni biçimin potansiyel zıtlıkları

nelerdir?

TELAFİ ETME

Yeni biçimin oyuna geri getirdiği daha önceki

eylem ya da hizmet nedir? Geri getirilen

daha eski, önceden önemini kaybetmiş ve

yeni biçimin temel bir parçası olan zemin

hangisidir?

YERİNDEN ETME

Yeni medya tarafından bir kenara itilen,

yerinden edilen, önemi kaybettirilen nedir?

McLuhan bu dört yasanın (genişletme, geri döndürme, telafi etme ve yerinden etme) yalnızca iletişim

teknolojileri için değil insan emeğinin olduğu her şey için; örneğin “bütün işlemler, üsluplar, nesneler,

bütün şiirler, şarkılar, resimler, hileler, küçük aletler, teoriler, teknolojiler” söz konusu olduğunda da

geçerli olduğunu öne sürer.

McLuhan’ın yasalarını cep telefonlarına uygulayabilir misiniz?

McLuhan bu dört yasanın kaçınılmaz ve evrensel yasalar olduğunu savunmuştur. Teknolojinin bazı

sonuçlarının toplumda gözlenebilmesi yıllar alırken; McLuhan bu değişimlerin tamamen eşzamanlı olarak

oluştuğu konusunda ısrar etmiştir.

Tetrad ile nedenselliğe dayanan bir model kullanmak yerine teknolojinin toplam etkisini tartışmak için

geçmişi, şimdiyi ve geleceği bir araya getiren bir model önermiştir. McLuhan’ın kitapları da mozaik

gibidir. Yan yana birçok düşünceyi içerir ancak bu düşünceler birbirini izlemez.

McLuhan’ın Eleştirisi

McLuhan’ın görüşlerine getirilen en büyük eleştiri “teknolojik belirleyici” olmasıdır. McLuhan’ın kuramı

ontolojik anlamda insanlara çok az özgür irade şansı verir. Onun yerine toplumu biçimlendirenin

teknoloji olduğunu belirtir. McLuhan’ın yaklaşımında insanın kaderini belirleyen insanın kendisi değil,

uzantısı olan teknolojidir. Bu görüş var olan teknolojik düzenin sorgusuz savunuculuğunu yapmaktadır.

McLuhan, teknolojiyi kimin, hangi amaçla ürettiğini ve denetlediğini göz önüne almaz. Dolayısıyla, çoğu

zaman, görüşleriyle büyük şirketlere, özellikle enformasyon ve iletişim teknolojilerini üretenlere hizmet

veren bir kapitalizm savunucusu olmakla eleştirilmiştir.

Teknolojik Belirleyicilik Yaklaşımının Eleştirisi

Teknolojik belirleyicilik, karmaşık toplumsal olguları, düzenleri ve ilişkileri yalnızca teknoloji etkenine

bağlı olarak açıklamaya çalıştığı için indirgemecilikle eleştirilmektedir. Bu yaklaşıma göre teknoloji,

Page 118: Iletisim kuramlari

114

insanların hayatını değiştiren en önemli güçtür. Buradaki değişim ise neredeyse gelişmeyle eşanlamlı

olarak hemen her zaman olumlu olarak görülür. Oysa kapitalist üretim koşullarında ortaya çıkacak her

yeni teknolojinin ya da teknolojik gelişme isteğinin öncelikle kâr ekonomisinin çıkarları için çalışacağı açıktır.

Teknolojik belirleyicilik yaklaşımı, teknolojinin kullanımını yöneten toplumsal süreçleri ve seçimleri

göz ardı ettiği için eleştirilir. Yaklaşım, bu kusurunun yanı sıra farklı tür teknolojilerle birlikte var olan

olası toplumsal düzenlemeler çeşitliliğini de göz önüne almaz.

Günümüz dünyasında iletişim ve bilgi teknolojileri baş döndürücü bir hızla gelişmesini sürdürdüğü

için teknolojik belirleyicilik yaklaşımı, tüm indirgemeciliğine karşın hâlâ güncelliğini korumaktadır.

Ancak tüm bu teknolojik belirleyicilik türlerinin ortak özelliği; teknolojiyi, gelişimini, uygulamasını ve

etkilerini parçası oldukları toplumsal ilişkilerden çıkarması ve dolayısıyla toplumsal ilişkileri

marjinalleştirmesi ya da analiz dışı bırakması ve teknolojiye nesnelerin doğasından kaynaklanan

özellikler yerine insanlar arası toplumsal ilişkilerden kaynaklanan güç ve nitelikler atfetmesidir.

MODERNLEŞMEDE KİTLE İLETİŞİMİ TEKNOLOJİSİ Modernleşme ve yeniliklerin yayılımı yaklaşımları, iletişim alanında teknolojik belirleyiciliğin izlerini

taşıyan yaklaşımlardır. Modernleşme kuramcıları az gelişmiş, geleneksel ve geri kalmış olarak nitelenen

ülkelerde toplumsal, siyasal ve ekonomik kurumlara ve teknoloji-insan ilişkisine yönelik sorunları ve

çözümlerini insanı modernleştirme çerçevesi içinde değerlendirirler. Bu kuramcılar kitle iletişiminin de

modernleşme ve kalkınmada önemli rol oynadığını savunurlar. Kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasının

modernleşme ve kalkınmanın hem ölçüsü hem de itici gücü olduğunu öne sürerler.

Modernleşme kuramcılarına göre, kitle iletişimi modernleşme süresinde şu görevleri yerine getirmektedir:

• Kitle iletişimi, modernleşme yönünde davranış biçimleri, yeni değerler ve tutumları yayarak toplumda bir değişim atmosferi yaratabilir.

• Kitle iletişimi kalkınma ve modernleşme yolunda eğitim, tarım, endüstri, tarım ve sağlık alanlarında yeni beceriler yaratabilir.

• Kitle iletişim araçları bilgi kaynaklarının çoğaltıcısı olarak işlev görebilir.

• Kitle iletişimi, televizyon izleyerek ya da radyo dinleyerek öğrenme sağlamak yoluyla eğitim maliyetini azaltabilir.

• İletişim, kişinin beklenti düzeyini yükseltebilir ve böylece etkinliğe teşvik eder.

• İletişim, halkın kendi önemini anlamasını sağlayarak siyasal etkinlikleri artırabilir.

• Kitle iletişim araçları, ulus duygusu yaratmada etkilidir.

• İletişim kalkınma planlarının hazırlanmasını ve uygulamaya geçirilmesini kolaylaştırır.

• İletişim ekonomik, toplumsal ve siyasal kalkınmayı kendi kendini sürdüren bir süreç haline getirebilir.

Bu çerçevede 1958’de Daniel Lerner’in Geleneksel Toplumun Çöküşü adlı araştırması yayınlanmıştır. Söz konusu araştırma Ortadoğu’nun geleneksel toplumdan modern topluma geçişini ve modern iletişimin rolünü incelemektedir. Lerner’e göre Batı ülkelerinin geçirdiği bazı süreçler evrenseldir. Buna göre:

1. Kentleşmenin artması okuma yazma oranının artmasına yol açar,

2. Okuma yazma oranının artması kitle iletişim araçlarına açık olmayı artırır,

3. İletişim araçlarına açık olmak daha geniş ekonomik katılma ve siyasal katılmaya neden olur.

Lerner’e göre endüstrileşmiş Batı ülkelerinin geçirdiği bu modernleşme sürecinin benzeri Ortadoğu

ülkelerinde de yaşanmaktadır. Sürecin merkezinde ise düşünce ve tutumların iletilme biçimindeki

değişiklik vardır. Bu değişiklik sözel iletişimden kitle iletişimine geçiştir.

Page 119: Iletisim kuramlari

115

Bu gelişmenin belirleyicisi ise “hareketli kişilik” olacaktır. “Hareketlilik artırıcı” araçlar olan kitle

iletişim araçlarının yayılması da modernleşmiş kişiliğin yayılmasına neden olacaktır. Lerner hareketli

kişilik ile kitle iletişim araçları arasındaki bağı “empati” kavramı ile kurmuştur. Empati, kişinin kendini

başkasının yerine koyması ya da başkalarıyla özdeşleştirmesi sonucu geleneksel kişilikten modern

kişiliğe geçiş olarak tanımlanır. Empati, kentleşme ve okuryazarlığın yaygınlaşmasıyla üretilen yeni

deneyimleri kitle iletişim araçlarına katılma yoluyla siyasal ve ekonomik katılmaya dönüştürür.

Lerner, geleneksel kişilik tipinden modern kişilik tipine doğru gidildikçe, kitle iletişimine açık olma

düzeyinin yükseldiğini belirtir. Lerner’e göre sözlü iletişim nüfusun önemli bir bölümünün uzak bir

merkeze bağımlılığını yansıtır. Modern iletişim sistemi ise aydınlanmış bir kamuoyu yaratır. İletişim,

toplumsallaşmanın temel aracıdır. Toplumsallaşma da toplumsal değişimin temel aracısıdır.

Bir başka modernleşme kuramcısı Frederick W. Frey ise 1960’larda Türkiye’deki siyasal

modernleşme, güç ve iletişimi incelemiştir. Frey, kitle iletişim araçlarının Türkiye’de köylülerin birçok

tutum ve davranışlarına geniş etkide bulunduğunu belirtmiştir. Frey çalışmasında, Türkiye’nin yeni

kurulan birçok ülkeden çok daha fazla geliştiğini ileri sürer.

Modernleşme Kuramlarına Yöneltilen Eleştiriler Modernleşme kuramcılarına kalkınmada kitle iletişimine verdikleri önemli rol ve bu rolün anlamı

konusunda çeşitli eleştiriler yöneltilmiştir.

Kitle iletişim teknolojilerinin kalkınmadaki rolü üzerinde durulmasının çeşitli nedenleri vardır.

Bunlardan biri ekonomiktir. Kitle iletişim teknolojisinin (radyo, televizyon, gazete, dergi, vb.) diğer

ülkelerde yayılması, bu teknolojileri üreten Batılı ülkeler için kâr anlamına gelir. Kitle iletişim

teknolojileri ne kadar çok yayılırsa, bu teknolojileri üreten Batılı şirketler, o kadar fazla kâr ederler.

Kitle iletişimin kalkınmadaki rolünün vurgulanmasının bir başka nedeni kültürel ve siyasaldır. Medya

teknolojilerinin yaygınlaşması, Batının tüketim ve siyasal kültürünün de benimsenmesi, yayılması ve

egemen olmasına yol açar.

YENİLİKLERİN YAYILIMI Yeniliklerin yayılımı, teknolojik belirleyiciliğin izlerini taşıyan bir yaklaşımdır. Yeniliklerin yayılımı,

yeniliklerin bir topluma nasıl sokulduğunu ve insanların bu yenilikleri nasıl benimsediklerini ya da

reddettiklerini açıklamaya çalışan bir iletişim araştırmaları alanıdır.

Yayılım araştırmalarında bugün en fazla tanınan kişi Everett M. Rogers’dir. Diğer yeniliklerin

yayılımı kuramları gibi Rogers’in kuramı da kitlesel ve kişilerarası iletişim arasında bir etkileşimi

içermektedir.

Rogers’a göre kalkınma, kişi başına daha yüksek gelir ve yaşama düzeyine ulaşabilmek amacıyla, bir

toplumsal sisteme yeni fikirlerin sokularak daha modern üretim yöntemlerine ve toplumsal örgütlenmeye

geçilmesidir. Bu süreç toplumsal boyutta ise modernleşmedir. Bir toplumsal değişme durumu olan

kalkınma, yeniliklerin toplumsal sisteme yayılması ile gerçekleşir. Yenilikler toplumsal sisteme iletilerek

yayıldığı için yeniliklerin yayılması araştırmaları aslında iletişim araştırmalarıdır.

Yeniliklerin Yayılımındaki Ögeler Rogers, Yeniliklerin Yayılımı adlı kitabında yayılımı, bir yeniliğin belli kanallar aracılığıyla zaman içinde

iletildiği bir süreç olarak tanımlar. Rogers’a göre yeniliklerin yayılımındaki dört temel öge yenilik,

iletişim kanalları, zaman ve toplumsal sistemdir. Bu ögeler her yayılım araştırmasında ve her yayılım

kampanyasında ya da programında belirlenebilir.

Yenilik Rogers yeniliği “bir birey ya da başka bir kabullenme birimi tarafından yeni olarak algılanan düşünce,

uygulama veya nesne” olarak tanımlar. Bir fikrin birey tarafından algılanan yeniliği onun bu fikre karşı

Page 120: Iletisim kuramlari

116

tepkisini belirler. Eğer fikir bireye yeni gibi geliyorsa, bu bir yeniliktir. Bu kitapta sözü edilen yeni fikirlerin çoğu teknolojik yeniliklerdir. Bir teknoloji, istenen bir sonuca ulaşmayla ilgili olan neden-sonuç ilişkilerindeki belirsizliği azaltan araçsal bir eylem için oluşturulan bir tasarımdır. Çoğu teknolojinin iki bileşeni vardır:

1. Donanım, maddi ya da fiziksel bir nesne olarak teknolojiyi somutlaştıran aracı oluşturur.

2. Yazılım, aracın bilgi temelini oluşturur.

Bir yeniliğin özellikleri, bir toplumsal sistemin üyeleri tarafından algılandığı gibi benimsenme oranını belirler.

Rogers, yeniliğin benimsenme süresini etkileyen özellikleri ise şöyle sıralamaktadır:

1. Göreli üstünlük: Yeniliğin yerine geçtiği düşüncelerden, daha iyi olarak algılanmasının derecesi

2. Uyumluluk: Yeniliğin mevcut değerler, geçmiş deneyimler ve olası kabullenicilerin gereksinimleri ile uyumlu olarak algılanma derecesi

3. Karmaşıklık: Yeniliğin anlaşılması ve kullanılmasının karmaşık olarak algılanma derecesi

4. Denenebilirlik: Yeniliğin sınırlı olarak denenebilme derecesi

5. Gözlenebilirlik: Yeniliğin sonuçlarının diğerleri tarafından gözlenebilirlik derecesi.

Yeniden icat etme ise bir yeniliğin değişme ya da bir kullanıcı tarafından benimsenme ve uygulama sürecinde değiştirilme derecesidir.

Rogers “genelde alıcılar tarafından daha büyük göreli üstünlüğe, uyumluluğa, denenebilirliğe, gözlenebilirliğe ve daha az karmaşıklığa sahip olduğu görülen yeniliklerin diğerlerinden daha çabuk benimsenebileceğini” belirtir.

İletişim Kanalları Bir iletişim kanalı mesajların bir bireyden diğerine geçtiği araçtır. Kişiler arası kanallar yeni bir fikre karşı tutumların biçimlendirilmesinde ve değiştirilmesinde ve böylece yeni bir fikrin benimsenme ya da reddedilme kararını etkilemede daha etkili iken kitle iletişim araçları kanalları yenilik bilgisinin yaratılmasında daha etkilidir. Çoğu birey yeniliği uzmanların yaptığı bilimsel bir araştırma temelinde değil de söz konusu yeniliği benimseyen yakın akranlarının öznel değerlendirmeleri temelinde değerlendirir. Bu yakın akranlar, böylelikle rol modelleri olarak hizmet ederler.

Rogers, yeniliklerin yayılmasını bir iletişim modeli olarak incelemiştir. İletişim kanalları kitle iletişimi ya da yüz yüze iletişim kanalları olabilir. Rogers, yeniliklerin yayılımı araştırmalarında en az araştırılan konulardan birinin iletişim kanalları olduğunu belirtir. Bunun nedeni bu araştırma geleneğinin daha çok bireyler üzerinde yoğunlaşması ve açık davranış değişiklikleri üzerinde durmasıdır.

Zaman Zaman, yeniliklerin yayılımında üç öge ile ilişkilidir:

1. Yenilik yayılım süreci,

2. Yenilikçilik,

3. Bir yeniliğin benimsenme oranı.

Rogers’a göre yenilik-karar süreci bir bireyin (ya da bir başka karar verme biriminin) bir yeniliğe ilişkin ilk bilgiden yola çıkarak yeniliğe ilişkin bir tutum biçimlendirmeye, bir benimseme ya da reddetme kararına, yeni bir fikri uygulamaya ve bu kararı doğrulamaya geçme sürecidir.

Rogers yeniliğin benimsenmesi sürecini; bilgi, ikna etme, karar, uygulama ve sağlamlaştırma evrelerinden oluşan beş aşamada kavramlaştırır.

Page 121: Iletisim kuramlari

117

• Bilgi: Bilgi evresi, bireylerin yeniliğin farkında oldukları, yeniliğe ve bu yeniliğin işlevine maruz kaldıkları aşamadır.

• İkna: İkna etme evresinde bireyler yeniliğe ilişkin olumlu ya da olumsuz bir kanı ya da tutum oluştururlar.

• Karar: Karar evresinde birey için iki seçenek bulunmaktadır: Yeniliği ya benimseyecek ya da reddedecektir.

• Uygulama: Uygulama evresinde bireyler yeniliği kullanmaya başlarlar.

• Sağlamlaştırma: Sağlamlaştırma evresinde ise insanların bir karar aldıktan sonra çoğunlukla kararlarına neden olan bilgiyi pekiştirmek istedikleri göz önüne alındığından, yenilikle ilgili olumlu bilgi akışı devam eder. İnsanlar bu aşamada, kararlarının doğru olduğunu güçlendirecek türde bilgileri ararlar. Kişiler yenilik konusunda karşıt mesajlara maruz kalırlarsa önceki kararlarını değiştirebilirler.

Bir birey yenilik-karar sürecinin farklı aşamalarında, bir yeniliğin beklenen sonuçları hakkındaki belirsizliği azaltmak için enformasyon arar. Bu karar aşaması

a. Benimsemeye,

b. En iyi mevcut eylem yolu olarak bir yenilikten tam olarak yararlanma kararına ya da

c. Reddetmeye, bir yeniliği benimsememe yönünde bir karara götürür.

Karar verme süreci içinde, kitle iletişim araçları bilgi aşamasında görece olarak daha çok önem taşır. Yüz yüze iletişim kanalları ise ikna olma aşamasında önem kazanmaktadır. Gelişmekte olan ülkelerde yüz yüze iletişim kanalları gelişmiş ülkelerde kitle iletişim araçlarının oynadığı rolü üstlenmektedirler.

Yenilikçilik ise bir birey ya da başka bir benimseme biriminin yeni fikri bir toplumsal sistemin diğer üyelerinden göreceli olarak daha erken benimseme derecesidir. Rogers, bir toplumsal sistemin üyelerini yenilikçilikleri temelinde beş benimseyici kategorisine ayırmaktadır. Bunlar:

1. Mucit (yenilikçi)

2. İlk benimseyiciler

3. Erken çoğunluk

4. Geç çoğunluk ve

5. Yavaş davrananlardır.

Benimseme oranı ise bir yeniliğin bir toplumsal sistemin üyeleri tarafından benimsenmesine ilişkin hızdır.

Toplumsal Sistem

Bir toplumsal sistem, ortak bir amacı gerçekleştirmek için sorun çözümüne katılan ilgili birimler setidir. Sistemdeki düzenlemeler bireysel davranışa istikrar ve düzenlilik veren bir yapıya sahiptir.

Rogers bir toplumsal sistemde üç yenilik-karar tipi belirlemiştir:

1. İsteğe bağlı yenilik-kararı: Sistemin diğer üyelerinin kararlarından bağımsız olarak bir birey tarafından yapılan bir yeniliği benimsemeye ya da reddetmeye ilişkin seçimdir.

2. Kolektif yenilik-kararı: Bir yeniliğe ilişkin olarak bir sistemin bütün üyelerinin ortaklaşa aldığı reddetme ya da benimseme seçimidir.

3. Otoritenin yenilik kararı: Bir sistem içinde iktidar, statü ya da teknik uzmanlığa sahip ilgili birkaç birey tarafından bir yeniliğin benimsenmesi ya da reddedilmesine ilişkin seçimdir.

Page 122: Iletisim kuramlari

118

Ayrıca bu üç yenilik karar verme tipinin iki ya da daha fazlasının ardışık bir birleşiminden oluşan

dördüncü bir kategoriden söz edilebilir: Rastlantısal yenilik-kararı. Bu yalnızca önceki yenilik-

kararından sonra yapılan benimseme ya da reddetme seçimleridir.

Bir sosyal sistem içindeki yayılımı etkileyen nihai biçim, sonuçlardır. Sonuçlar bir yeniliğin

benimsenmesi ya da reddedilmesi sonucunda bir bireyde ya da bir toplumsal sistemde meydana gelen

değişikliklerdir. Sonuçlar üç kategoride toplanabilir:

1. İstenenlere karşı istenmeyen sonuçlar, bir yeniliğin bir toplumsal sistemdeki etkisinin fonksiyonel ya da disfonksiyonel olmasına bağlıdır.

2. Dolaysıza karşı dolaylı sonuçlar, bir birey ya da toplumsal sistemdeki değişikliklerin bir yeniliğe hemen tepki verilmesiyle mi; yoksa bir yeniliğin dolaysız sonuçlarının ikincil sonucu olarak mı meydana geldiğine bağlıdır.

3. Öngörülmüş olanlara karşı öngörülmemiş sonuçlar, tepkilerin bir toplumsal sistemin üyeleri tarafından onaylanan ve amaçlanan tepkiler olup olmadığına bağlıdır.

Şekil 5.1: Rogers ve Shoemaker’ın bilgi, ikna, karar ve onaylama olmak üzere dört basamaktan oluşan “yenilik yayılımı”

sürecinin kuramsal çerçevesi.

Kaynak: McQuail ve Windahl (2005)

Rogers’a göre, gelişmekte olan ülkelerde kitle iletişim araçlarının daha az etkili olması şu etkenlere

bağlı olabilir:

• Kitle iletişim kanallarının yaygınlığının düşük olması nedeniyle kişilerin bunlara daha az açık kalması.

• Düşük okuryazarlık düzeyi.

• Kitle iletişim kanallarında yeniliklerle ilgili uygun mesajların yer almaması.

Rogers da Lerner gibi iletişim teknolojilerinin gelişmekte olan ülkelerdeki varlıklarını veri olarak

almıştır. Teknolojilerin yaygınlaşmamasından söz etmiş; ancak bunun nedenlerini ve teknolojinin

donanım ögesinin etkilerini incelememiştir. İletişim araçlarının içeriği, uygun olmayan mesajlar

yaratmaktan sorumlu tutulmuş, ancak bunun nedeni üzerinde durulmamıştır.

Page 123: Iletisim kuramlari

119

1980’lerden sonra yeniliklerin yayılımı araştırmaları bilgisayar, internet, cep telefonu gibi iletişim teknolojilerinin yayılımına uygulanmaya başlanmıştır.

Yeniliklerin yayılması farklı iletişim kaynaklarını içerir. Bu kaynaklar kitle iletişim araçları,

reklamcılık veya promosyon ürünleri, resmi değişim kurumları, resmi olmayan toplumsal ilişkiler

olabilir. Bu modele göre farklı kaynaklar yeniliklerin benimsenmesinin farklı evrelerinde ve farklı işlevler

için önemli olabilirler. Böylece kitle iletişim araçları ve reklamcılık bilgi ve duyarlılık üretebilir; yerel

kamu kurumları ikna edebilir; kişisel etki, kararı kabul etmek ya da etmemek açısından önemli olabilir;

kullanma deneyimi en önemli onaylama kaynağı haline gelebilir ya da gelmeyebilir.

Rogers, 1980’lerde yeniliklerin yayılımı modelini kişisel bilgisayarlar ya da videotekst gibi yeni

iletişim teknolojilerine de uygulamış ve bazı farklı özelliklere dikkat çekmiştir. Bu farklılıklar şöyle

özetlenebilir:

1. Etkileşimci iletişim teknolojisini benimseyen eleştirel kitleye ulaşma sorunu vardır.

2. Yeni iletişim araçları kendi başlarına sonuç değil araç teknolojileridir. Uyarlama ve uygulama belirli gereksinimlere uygun düşecek yeniden yaratmaya dayanır.

3. Böylesi bir uyarlama sürekli uygulama ve kullanmaya göre daha az önemlidir. Bu durum aynı zamanda farklı yenilik biçimlerinin farklı tür ve dizilerde yenilik süreçleri içerebileceğini anımsatmaktadır.

İletişim kuramları açısından yayılım konusundaki araştırmaların en önemli özelliklerinden biri, kitle

iletişim araçları dışındaki kaynaklara; örneğin komşulara, uzmanlara, vb. önem verilmesidir. Bu

araştırmaların bir başka özelliği ise enformasyon verme yoluyla güdü ve tutumları etkilemeye çalışarak

davranış değişiklikleri yaratmayı amaçlayan bir kampanya ortamının varlığıdır.

Kalkınma kuram ve yaklaşımlarında önemli bir yer tutan yeniliklerin yayılması, hem gelişmiş hem de

azgelişmiş ülkeleri ilgilendiren bir araştırma konusu olmuştur. 1920’li ve 30’lu yıllarda ABD’de çiftçiler

üzerinde tarım alanındaki yeniliklerin benimsetilmesiyle ilgili araştırmalar yapılmıştır. Aynı biçimde,

üçüncü dünya ülkelerinde sağlık, tarım alanlarının yanı sıra, sosyal ve politik alanlarda da yeniliklerin

benimsetilmesi çalışmaları yürütülmüştür.

Yeniliklerin yayılmasıyla ilgili Türkiye’deki ilk kapsamlı araştırma Aysel Aziz tarafından Ankara’nın

Çubuk yöresinde yapılmıştır. Aziz, 1982’de yayınlanan Toplumsallaşma ve Kitlesel İletişim adlı

çalışmasında tarım, hayvancılık, kooperatifçilik ve doğum kontrolü ile ilgili yeniliklerin kırsal kesimde

yayılımını incelemiştir. Araştırma sonucunda, kitle iletişim araçlarının kullanımı ile yeniliklerin yayılması

arasında açık bir ilişki olduğu sonucuna varmıştır. Aziz, araştırmasında çok radikal bazı yenilikler dışında

kalan yeniliklerin benimsenmesinde ve uygulanmasında kitle iletişim araçlarının özellikle yeniliklerin

duyurulması aşamasında etkili olduğunu belirlemiştir. Araştırmanın bir başka bulgusu ise katı geleneksel

değerlerin ve dinin egemen olduğu toplum kesimlerinde kitle iletişim araçlarının etkilerinin sınırlı

olmasıdır. Buna karşın araştırmada ulaşılan genel sonuç, kitle iletişim araçlarının yeniliklerle ilgili

iletilerinin etkili olduğu, Türk toplumunun yeniliklere açık olduğu ve insanların özellikle kendi

değerlerine uygun olan iletilerden çok daha fazla yararlandıklarıdır.

Yeniliklerin yayılımı araştırmaları, iletişim sürecindeki hangi tür mesajları konu edinirler?

Yeniliklerin Yayılımı Yaklaşımının Eleştirisi Yeniliklerin yayılımı, kitle iletişim araçları ve diğer öğelerin planlı değişim amacına yönelik

uygulamalarından ortaya çıkan çok sayıda deneyimin ve önceki araştırmaların bir sonucu olarak ortaya

atılmıştır. Bu model, iletişim ile kalkınma arasındaki ilişkide artık geçerliliğini yitirmiş temel bir

kuramsal çerçeveyi temsil eder.

Page 124: Iletisim kuramlari

120

Yeniliklerin yayılımı, teknolojilerin ve ideolojilerin yayılmasına hizmet etmektedir. Bu alandaki

araştırmacılar, kapitalist kültürü ve pratikleri modern olarak tanımlarken, bu ülkelerdeki geleneksel

kültürün gelişmeye engel olduğunu, modernleşmenin, kendi geleneklerini bırakıp kapitalist batının

geleneklerini kabul etmek olduğunu öne sürmüşlerdir.

Bu yaklaşım, değişimin dışarıdan yönlendirildiğini varsaydığı için yenilik hareketinin ve değişimin

tabandan ya da değişime gereksinim duyan kesimlerden de başlayabileceğini göz önüne almaz.

Dolayısıyla, tabanın ortaya çıkardığı değişimi açıklayamaz.

Yeniliklerin yayılımı yaklaşımına yönelik diğer eleştiriler şöyle özetlenebilir:

• Gerçek yaşamda karar oluşturmakta rastlantısallık ve birçok şans ögesi rol oynar. Bir yenilik, bilgi azlığı nedeniyle ya da prestij için veya bir başkasını taklit etme, ona benzeme amacıyla uygulanabilir.

• Yaklaşım, yayılma sürecinin daha önceden planlanmış, bir dizi düz çizgisel rasyonel olay olduğunu varsayar. Böylelikle farklı yenilik türlerinin farklı yayılma süreçleri içerebileceğini göz ardı eder.

• Modelde sonraki basamaklardan öncekilere doğru bir etkileşim, bir başka deyişle geri beslemeye yer verilmemiştir.

• Bu yaklaşımı benimseyen araştırmacılar, dikkatlerini mesaj sisteminin tüketici tarafı üzerinde toplamışlardır. Toplumdaki güç merkezlerinin yaydığı mesajları iletişim araçlarının nasıl bir etkinlik içinde hedef izleyicisine ulaştırdığını araştırırken var olan toplum yapısını ve özellikle mesaj oluşturma ve yaymada kullanılan araçları verili olarak almışlar ve hiç sorgulamadan kabul etmişlerdir.

• Modelde ikna ve tutum değişimi bilgi ve karar arasına yerleştirilmiştir. Oysa tutum değişiminin genellikle ilgili davranış değişikliğinden önce geldiği oldukça tartışmalı bir konudur. Çoğu kez davranış değişikliği tutum değişiminin başlıca nedeni olabilir. Ayrıca karar oluşturmanın da karar verici tutumun oluşmasından başka dayanakları vardır.

YENİLİKLERİN YAYILIMINDA YENİ YAKLAŞIMLAR Yeniliklerin yayılımı araştırmalarında empati aracılığıyla otomatik olarak gerçekleşeceği varsayılan

modern kişilik sonucu ortaya çıkacak kalkınmanın gerçekleşmemesi “yanlış iletişim stratejileri”ne

bağlanmıştır. Lerner ve Schramm, 1975’te yayınlanan Gelişmekte Olan Ülkelerde İletişim ve Değişim adlı

derleme kitaplarında yeni bir paradigma ortaya koymuşlardır. Modernleşme araştırmalarında eski

modelin yanlışlığının anlaşılması sonucu ortaya çıkmaya başlayan yeni eğilime bağlı olarak iletişime

yüklenen görevlerde de değişiklik meydana gelmiştir. Geçerli kalkınma modelini eleştirilmesiyle birlikte

iletişim geniş iletişim ve örgütlenme sisteminin bir parçası olarak kabul edilmeye başlanmıştır.

Yeni kalkınma modelinde emek-yoğun bir kalkınma stratejisi benimsendiğinden daha çok sayıda ve

uzak yörelerde yaşayan az eğitimli kişilere ulaşılması gerekliliği kitle iletişiminin rolünü daha da önemli

hale getirmiştir. Köylere verilen öneme bağlı olarak dünya genelinde kalkınma çabalarının temel hedef

kitlesi kırsal alanda, yani “dördüncü dünyada” yaşayan kırsal nüfus olarak görülmüştür. Bunlara kent

yoksulları da eklenmiştir. Yaklaşımda iletişim, iki yönlü olarak tanımlanmış, ileri teknoloji gerektiren

araçlar yanında teknolojik olarak küçük ölçekli ve az karmaşık araçlar da dikkate alınmıştır. Ayrıca yerel

ve yatay iletişim sistemlerinin kullanılması gerektiği vurgulanmıştır. Bu yeni yaklaşımla beraber teknoloji

ögesi üzerinde daha çok durulmaya, ileri teknoloji ve basit teknoloji ayrımı yapılarak, iletişim

teknolojilerinin olanakları, özellikleri ve sınırlamaları sorgulanmaya başlanmıştır. Ancak bu

araştırmalarda da teknolojinin varlığı ya da yokluğu bir veri olarak alınmıştır. Teknoloji girişi sorgulanmamış, teknolojiye ilişkin sorular sistemli ve ayrıntılı bir biçimde ele alınmamıştır. İki yönlü

iletişim önerisi ise yalnızca geri besleme düzeyinde kalmıştır. Ampirik (deneysel) ve davranışçı araştırma

geleneğini kalkınma ve yeniliklerin yayılımı bağlamında sürdüren araştırmacılar, iletişimi etkililik

açısından ele almışlardır. Dolayısıyla araştırmalar, hem kalkınma ve toplum hem de iletişim sürecinin

anlaşılmasında yetersiz kalmıştır.

Page 125: Iletisim kuramlari

121

Ürün Yaşam Devresi Yaklaşımı Küreselleşme sürecinin hız kazanmasıyla birlikte teknolojik yeniliklerin yalnızca ülke içinde değil, uluslararasında da yayılımı araştırmalara konu olmuştur. Bazı toplumbilimciler iletişim teknolojilerinin uluslar arası ölçekteki yaygınlaşmasını iktisatçı Raymond Vernon’un geliştirdiği “uluslararası ürün yaşam devreleri” modelinden hareketle incelemişlerdir. Vernon’un modeline göre her ürünün dört aşamalı bir yaşam devresi vardır. Bunlar şöyle sıralanmaktadır:

1. Doğuş aşaması: Ürün ABD’de ortaya çıkar. Vernon’a göre malların bu ülkede doğması; kişi başına gelirin yüksekliği, iç pazarın büyüklüğü, askeri satışların etkisi ve iletişim araçlarının yaygınlığı nedeniyledir.

2. Yaygınlaşma: Ürünün yaygınlaşması ve ihraç edilmesiyle büyüme dönemine geçilir. Diğer firmaların araştırma ve geliştirme çalışmaları sonucu, ürünü ilk piyasaya süren firmanın tekel durumu sarsılmaya başlayınca, şirketler başka ülkelerin görece refah içinde yaşayan kesimlerine ihracat yaparak kârlarını artırma yoluna giderler.

3. Olgunluk dönemi: Dış pazarlardaki genişlemenin yavaşlamasıyla olgunluk dönemine girilir. İthalatçı ülkeler, teknoloji transferi yoluyla aynı malı üretmeye başlar ve Amerikan firmalarına rakip olurlar. Buna karşılık Amerikan firmaları da üretim sürecinin bir bölümünü maliyeti azaltmak için denizaşırı ülkelere kaydırarak üstünlüklerini korumak isterler.

4. Düşüş devresi: Amerikan firmaları düşük maliyet avantajlarını yavaş yavaş yitirirken denizaşırı işletmeleri de rekabet üstünlükleri yitirmeye başlarlar. Bu durumda firma ya malın üretimini durduracak ya da maliyetleri azaltmak için gelişmekte olan ülkelere yatırım yapacaktır. Bir başka seçenek ise satışlarını artırmak için büyük reklam kampanyaları düzenlemek ve üründe farklılık yaratmaya çalışmaktır.

Ürün yaşam devresi, bazı gelişmiş ülkelerin Amerika’da doğan bir ürünü Amerika’ya ihraç edebilecek yeteneğe ulaşmalarıyla tamamlanır. Bazı araştırmacılar bu modele dayanarak iletişim teknolojilerinin uluslararası hareketliliğini ve yayılımını donanım ve yazılım açısından incelemişlerdir.

ENFORMASYON TOPLUMU VE İLETİŞİM TEKNOLOJİLERİ Enformasyon toplumu kuramcıları, enformasyon teknolojilerinde yaşanan gelişmeleri yeni bir çağa devrimci bir geçişi sağlayacak çarpıcı gelişmeler olarak yorumlamışlardır. İletişim ve bilgisayar teknolojilerindeki gelişmeler, endüstri toplumunun taşıdığı tüm eksikliklerin giderileceği yeni bir toplumsal yapının kurucu ögeleri olarak tanımlanmıştır. Çünkü bu gelişmeler, enformasyon toplumundaki tüm süreçlerin asıl kaynağı olan enformasyonun üretilmesi, işlenmesi ve dağıtılması için gereken altyapıyı sağlamakta ve herkesin enformasyona erişebilmesinin olanaklarını yaratmaktadır. “Enformasyon toplumu” bilginin en değerli kaynak, üretim aracı, aynı zamanda temel ürün olduğu bir toplumdur.

Enformasyon toplumu kuramcılarının hemen hepsi birbirinin tamamlayıcısı iki sav (tez) öne sürerler. Bunlardan ilki endüstri toplumunun geride bırakılıp enformasyon toplumuna geçildiğidir. İkincisi ise bu geçişle birlikte önceki dönemlerde yaşanan bütün toplumsal aksaklıkların, sorunların, dengesizliklerin kendiliğinden giderileceği yolundadır. Hem toplum içi dengesizliklerin hem de ülkeler arası dengesizliklerin çözümü, iletişim ve enformasyon teknolojilerinde aranmaktadır.

“Enformasyon” terimi (kavramı) yerine “bilgi” sözcüğünü kullanmak yanıltıcıdır. Enformasyon veriden daha üst, bilgiden daha alt bir konumu temsil eder. Veri işlenmemiş, ham bilgidir. Enformasyon, düzenlenmiş veridir. Bilgi ise düşünme, yargılama, akıl yürütme gibi düşünsel işlemler sonucunda elde edilen, özel bir amaca yönelik olarak çözümlenen, sınıflanan, gruplanan ve düzenlenen enformasyondur.

1980’lerden itibaren iletişim araçları, bilgisayarların ve ağ iletişiminin gelişip yaygınlaşmasıyla birlikte bilişim teknolojileri ile birleşerek enformasyon ve iletişim teknolojileri terimi kullanılmaya başlanmıştır. Bu teknolojilerin egemen olduğu toplumlara da genel olarak “enformasyon toplumu” adı

Page 126: Iletisim kuramlari

122

verilmiştir. Bu yeni toplumsal evrede, artık kitle iletişim araçlarından çok “yeni medya”dan söz edilmektedir. Medya konusundaki eski ayrımları olanaklı kılan sınırlar ortadan kalkmaya başlamıştır. Çünkü 1980’li yıllar, iletişim alanında köklü bir dönüşüme sahne olmuştur. Birbirinden kesin çizgilerle ayrılan iletişim sistemlerinin aralarındaki sınırlar geçerliklerini yitirmektedir. Yakın zamanlara değin; örneğin telefon ile televizyon iki farklı iletişim aracı olarak görülmüştür. Bilgisayar ise tamamen farklı bir alanın konusu olarak değerlendirilmiştir. Ancak günümüzde telefon, televizyon ve bilgisayar aynı araç içinde birleşmiştir. Farklı iletişim araçlarının birbirlerine entegre olmasıyla (iç içe geçmesiyle) ortaya çıkan yeni sistemler iletişim alanına egemen olmuştur. Yüz yüze iletişim dışında kalan bütün iletişim süreçleri elektronik hale gelmiştir. Bu süreç doğrultusunda eskiden birbirinden farklı olarak değerlendirilen üç ortam ve bu ortamlara ilişkin iletişim iç içe geçmiştir. Bunlar kitle iletişim araçları, telekomünikasyon ve bilgisayar sistemleridir. Ses, veri, metin ve görüntü tek bir altyapı üzerinden iletilebilmekte ve aynı ortamda işlenmektedir.

İletişim teknolojilerinin gelişmesiyle ses, video ve veri iletişiminin tek bir kaynakta, tek bir vericide ve tek bir alıcıda birleşmesine “yöndeşme” denmektedir. Bu yöndeşme olgusunu olanaklı kılan ise sayısallaşma ilkesidir. Günümüzde hem telefon, hem radyo ve televizyon yayınları hem de basım işlemleri giderek daha fazla oranda sayısal hale gelmektedir.

İletişim teknolojilerinin gelişmesiyle ses, video ve veri iletişiminin tek bir kaynakta, tek bir vericide ve tek bir alıcıda birleşmesine “yöndeşme” denmektedir.

Yöndeşmenin sağladığı bir diğer olanak ise karşılıklı etkileşimdir. Genellikle bir kaynaktan alıcıya mesaj iletme biçiminde işleyen geleneksel tek yönlü iletişim sistemleri yerini hızla iki yönlü etkileşime olanak veren sistemlere bırakmaktadır.

Enformasyon Toplumunun Özellikleri

Enformasyon toplumunun tanımlanmasında kullanılan temel özellikler şunlardır:

• Enformasyon ekonomisinin gelişmesi (Enformasyonun ekonomik bir değer haline gelmesi).

• Enformasyon teknolojilerinin yaygınlaşması

• Mesaj ve bu mesajları taşıyan kanal sayısındaki artış

• Karşılıklı bağımlılık

• Enformasyon alanında çalışan işgücünün artışı

• Bilimsel bilginin özel konumu

Gelişmiş ülkelerle azgelişmiş ülkeler arasındaki farkı kapatacak ögenin iletişim teknolojileri olduğu düşüncesi tüm enformasyon toplumu düşünürlerinin paylaştıkları bir görüştür. Yalnızca ülkeler arası eşitlik için değil, bireyler arasındaki eşitliğin sağlanması için de enformasyon ve dolayısıyla iletişim teknolojileri en önemli gereksinimdir.

Enformasyon toplumu kuramcıları tüm ağırlığı teknolojik faktörlere vererek evrimci bir yaklaşım benimseme eğilimindedirler. Bu yaklaşımda, sanayi devrimiyle nasıl sanayi toplumuna geçiş sağlandıysa elektronik devrimiyle de enformasyon toplumuna geçilmekte olduğu belirtilir. Bu değişimle toplumun ve insanın değiştiği, bilgisayarların yaşama yoğun bir şekilde girdiği, iletişimin ve dolaşan enformasyonun arttığı, dünyanın her tarafından bilgi alma olanağının insana sağlandığı vurgulanır. Buna göre enformasyon devrimi ile biçimlenen toplum (enformasyon toplumu) değişim sürecinin en son halkasını oluşturur. Daha önce tarım ve sanayi devrimleri gibi enformasyon devrimimin temelinde de yeni teknikler ve enerji türleri, yeni üretim biçimleri ve güçleri vardır. Bilginin belirleyici rolünü vurgulamak açısından bazen bilgi, bazen enformasyon toplumu tanımları kullanılmaktadır.

Enformasyon toplumunu karakterize eden özellikler şöyle özetlenebilir: Enformasyon toplumunda hizmetler sektöründe çalışanların oranı, tarım ve sanayi sektörlerindeki istihdama göre çok fazladır. Bilgi

Page 127: Iletisim kuramlari

123

birikimi, özellikle gelişme ve kalkınmanın temelinde bulunan teknolojik bilgi, kuramsal bilginin

kodlanması ile daha da gelişmektedir. Enformasyon toplumlarında üretim faktörlerinde göreli bir değişme

gözlenmektedir. Endüstrileşme sürecinde son derece gerekli olan hammaddeye sahip olmak, enformasyon

toplumlarında önemli değildir. Ülkeler, daha çok enerji kullanımı isteyen ve kitle üretimine dayanan

sanayileri büyük ölçüde terk etmekte, yüksek teknolojiye dayanan mikro elektronik ve nanoteknoloji gibi

sektörlere yönelmektedirler. Bu yeni endüstriler ise hammadde ve emeğin üretim sürecindeki ağırlığını azaltarak bilginin önemini ön plana çıkartmışlardır.

Enformasyon toplumunu önceki dönemlerden ayıran özellikler ise şöyle sıralanabilir:

• Enformasyon toplumunda işletmeler bilgi teknolojilerine dayalı olarak etkinlik gösterirler.

• Enformasyon toplumunda iş süreçleri verimlilik artışına dönüşmektedir.

• Enformasyon toplumunun başarısı bilgi teknolojilerinin kullanımında etkinlik ile ölçülmektedir.

• Enformasyon toplumunda pek çok ürün ve hizmet bilgi teknolojileri ile iç içe geçmiş durumdadır.

Teknolojiyi toplumsal gelişme ve değişmenin merkezine koyan kuramcılar, enformasyon ve iletişim

teknolojilerinin yol açtığı toplumsal yapıyı anlatmak için değişik isimler kullanmışlardır. Bunlar şöyle

özetlenebilir:

Endüstri sonrası toplum: Daniel Bell, ABD ve Avrupa toplumları gibi modern toplumların giderek

enformasyon toplumları olarak görülmeleri gerektiğini belirtmiştir. Bell’e göre bu toplumlar büyük bir

gelişme düzeyine ulaşarak endüstri sonrası toplum aşamasına geçmişlerdir. Endüstri sonrası toplumlarda

bilgi yeniliğin anahtarı ve toplumsal örgütlenmenin temeli haline gelmektedir. Bu toplumlarda sermaye

birikimi, yatırım ve üretim geri plana düşer. Bilginin elde edilmesi, örgütlenmesi, denetimi ve kullanımı

endüstri sonrası toplumun temelini oluşturur. Endüstri sonrası toplum ile enformasyon toplumu bazı

farklılaşmalara karşın aynı toplumsal yapıyı anlatmaktadır.

Küresel kent: Siyaset bilimci Zbigniew Brzezinski, İki Çağ Arasında: Teknetronik Çağda

Amerika’nın Rolü adlı kitabında enformasyonun özellikle Amerika’da yeni bir toplum yarattığını öne

sürmektedir. Brzezinski endüstri sonrası toplumun bir “teknetronik” topluma dönüştüğünü belirtmektedir.

Bu toplum kültürel, psikolojik, toplumsal ve ekonomik olarak bilgisayar ve iletişim teknolojileri

tarafından biçimlenmektedir. Endüstriyel süreç artık toplumsal değişimin temel belirleyicisi değildir.

Endüstriyel toplumda teknik bilgi üretim tekniklerini geliştirmek için kullanılmıştır. Teknetronik

toplumda ise bilimsel ve teknik bilgi üretim kapasitesini artırmanın yanı sıra, hızla yayılarak doğrudan

yaşamın tüm yönlerini etkiler. Brzezinski’ye göre, teknetronik çağda yeni gerçeklik “küresel köy” değil,

“küresel kent” olacaktır. McLuhan bir köydeki kişisel istikrar, kişilerarası yakınlık, örtük olarak

paylaşılan değerler ve köy gelenekleri gibi ögeleri görmezden gelir. Oysa teknetronik çağa “küresel kent”

deyimi daha uygundur. Küresel kentte elektronik beyin, televizyon cihazı ve telekomünikasyonların

buluşmasının ürünü ağlar örgüsü, dünyayı “birbirine bağımlı, sinirli, taşkın ve gergin ilişkiler ağına”

dönüştürmektedir. Brzezinski dünyadaki iletişim aygıtlarının yüzde 65’ine sahip olduğu için teknetronik

devrimin merkezi durumuna geldiğini savunduğu Amerika’nın tarihin ilk küresel toplumu olduğunu ifade

eder.

Ağ toplumu: Manuel Castells, Ağ Toplumunun Yükselişi adlı çalışmasında, içinde bulunduğumuz yeni

toplumsal evreyi ele almak amacıyla bir dizi yeni tanım getirmektedir. Castells’e göre bir önceki gelişme

biçimi “endüstriyalizm”dir ve günümüzde damgasını vuran gelişme biçimi ise “enformasyonalizm”

olarak tanımlanmalıdır. Endüstriyel gelişme biçimlerinde verimliliğin temel kaynağı yeni enerji

kaynaklarının devreye sokulmasıdır. Yeni enformasyonel gelişme biçiminde verimlilik kaynağını enformasyon yaratma teknolojisi ve bilgi-işlem becerisi ile simge iletişimi oluşturmaktadır. Enformasyon

artık sadece üretimi ve hizmetleri destekleyici bir öge olmaktan çıkarak, kendisi en geniş etkinlik ve

istihdam alanını oluşturmaya başlamıştır. Ortaya çıkan yeni topluma ise Castells “ağ toplumu” demeyi

yeğlemektedir. Yerküreyi kucaklayan bu toplumda “akışların oluşturduğu mekan” ile “yerlerin

oluşturduğu mekan” arasında bir karşıtlık ortaya çıkmakta ve yeni enformasyon teknolojilerinin sağladığı olanaklar üzerine kurulan “yersiz iktidarlar” ile “iktidarsız yerler” arasındaki çelişkilerin temelini

Page 128: Iletisim kuramlari

124

oluşturmaktadır. Castells ağ tabanlı girişimlerin küresel ve bilgiye dayalı bir ekonomiye en uygun

örgütlenme biçimi olduğunu ileri sürer. Örgütlerin bir ağın parçası olmadan varlıklarını sürdürebilmeleri

giderek olanaksız hale gelmektedir. Ağların işler hale gelmesine izin veren ise enformasyon

teknolojileridir. İnternet bireyler için yeni iş ve serbest çalışma bileşimlerini, bireysel ifade, işbirliği ve

sosyalliği olanaklı kılmakta; siyasi eylemcilere ise birleşme, eşgüdüm ve iletilerini dünya çapında yayma

fırsatı vermektedir. McLuhan’ın “araç mesajdır” düşüncesini kullanarak Castells “ağ mesajdır” görüşünü

savunmaktadır. Castells’in çözümlemesi teknolojiyi toplumsal olandan bağımsız bir değişken gibi

değerlendirmekte ama onun dönüp toplumdaki ilişkilere biçim verebildiğini görmeye de olanak

sağlamaktadır.

Kompütopya (computopia): Yoneji Masuda yeni oluşan toplumsal biçimi anlatmak için

“kompütopya” terimini kullanmaktadır. Masuda’ya göre enformasyon toplumu bilgisayar ve iletişim

teknolojilerine yatırım yapan ve pek çok özelliğiyle endüstri toplumundan farklılıklar gösteren bir

toplumdur. Endüstri toplumunda temel itici güç, maddi değerin üretilmesi olduğu halde, enformasyon

toplumunun itici gücü enformatik değerlerin üretilmesidir. Endüstri toplumunda itici rol oynayan

teknoloji buhar makinesidir. Enformasyon toplumunda itici rol oynayan teknoloji ise bilgisayar

teknolojisidir. Bu toplumda bilgisayarlar, enformatik üretim gücünü olağanüstü artırmakta,

enformasyonun kitle halinde üretilmesine, işlenmesine, dağıtılmasına, saklanmasına ve tüketilmesine

olanak sağlayan bir enformasyon devrimine yol açmaktadır. Artık ilerlemenin ve modernleşmenin

simgesi fabrikalar değil, bu bilgisayar merkezleridir.

Enformasyon Toplumu Kuramlarının Eleştirisi

Enformasyon toplumu kuramları, her şeyden önce teknolojik belirleyiciliğin indirgemeciliğinin

sınırlılıklarına sahiptir. Bunun yanında toplumun içsel ilişkilerini ve toplumlar arası ilişkileri

temellendiren eşitsizlik kaynaklarını göz ardı ederek neo-liberal politikaların meşrulaştırılmasında işlev

görür. Bu politikalar kamu işletmelerinin özelleştirilmesi, kamu harcamalarının kısılması, ekonomide

düzenlemelere son verilmesi, küresel finans akışları önündeki engellerin kaldırılması gibi ilkelerle çok

uluslu şirketlerin egemenlik alanlarını artırmayı amaçlar. Küresel pazarın birimleri arasında bilgi

alışverişinin gerekliliği, üretim ve tüketimin eşgüdümlenmesi zorunluluğu, çok uluslu şirketlerin kendi

içlerinde anında ve karşılıklı bilgi iletişimine gereksinim duymaları iletişim alanında bu gerekliliklere

yanıt verecek gelişmeleri dayatmıştır. Bu süreçte iletişim teknolojilerinin yaygınlaşması toplumun geniş kesimlerinin bilgi gereksinimlerini karşılamaktan çok küresel düzeyde iş gören çok uluslu şirketlerin

gereksinimlerini karşılamaya yönelmiştir. Dolayısıyla enformasyon toplumu kuramları, teknolojiyi

toplumdaki eşitsizlikler karşısında tarafsız bir konuma yerleştirdiği için ideolojik yönlendirmede de

işlevseldir.

Enformasyon toplumu düşüncesi, kapitalizmin sonuçları olarak karşımıza çıkan kitlesel işsizlik,

yoksulluk, artan otomasyon, doğal çevrenin yıkımı gibi sorunların çözümünü kapitalizmin temel

dinamiklerinde aramaktadır.

Ek olarak, enformasyon toplumunun gerçekten bilgili bir toplum olup olmadığı konusu da yaygın bir

biçimde tartışılmaktadır. Gelişmiş toplumlarda enformasyon arzı giderek artmakta, buna karşılık bu

enformasyonun bilgiye dönüştürülmesi, bu bilginin talep edilmesi ve kullanımı aynı hızla artmamakta;

ikisi arasındaki uçurum giderek genişlemektedir.

BİLGİ AÇIĞI YAKLAŞIMI “Bilgi açığı” (knowledge gap), Türkçe’de “bilgi uçurumu”, “bilgi gediği” ya da “bilgi farkı” olarak da

adlandırılır. Bu yaklaşıma göre bilgi toplumda eşit olarak dağıtılmamıştır. Servette olduğu gibi bilgide de

sahiplik vardır. Kitle iletişim araçlarıyla aktarılan bilgi, bu bilgiye daha fazla erişme olanağı olan bazı

toplumsal kesimlerin diğerlerine oranla daha fazla bilgi sahibi olmasını sağlar. Bunun sonucu olarak

toplumdaki bilgi artışı yüksek statü kesimlerinde alt kesimlere göre daha fazladır.

Özellikle üzerinde durulmasa da bilgi açığı yaklaşımı, kitle iletişiminin etkilerine ilişkin

araştırmalarda örtük olarak yer almıştır. Bu görüşün temeli eğitimin kamu meseleleri ve bilim konusunda

Page 129: Iletisim kuramlari

125

kitle iletişim araçlarından bilgi edinme ile güçlü bir biçimde ilgili olduğu yönündeki genel bulgudur.

Giderek artan örgün eğitim, daha çok sayıdaki referans grubu, bilim ve diğer kamusal sorunlarla daha

ilgili olmanın ve bu konularda daha çok birikmiş bilgiyi içeren genişletilmiş ve daha farklılaştırılmış yaşam alanlarının göstergesidir.

Bilgi açığı yaklaşımı, ilk kez 1970 yılında Tichenor, Dnohue ve Olien imzalı bir makalede ileri

sürülmüştür. Kitle İletişim Araçları Akışı ve Bilgide Farklı Büyüme adlı makalede yazarlar, bilgi açığını şöyle tanımladılar:

“Kitle iletişim araçları yoluyla sosyal sistem içinde bilgi verişi arttıkça, yüksek sosyo-ekonomik statü

katmanları, düşük sosyo-ekonomik statüdeki katmanlara oranla, verilen bilgiyi daha hızlı alma eğilimi

gösterirler. Böylece bu katmanlar arasındaki bilgi açığı azalma değil çoğalma gösterir”.

Bilgi açığı, enformasyon kaynaklarının dengesiz dağılımı ile ilgilidir ve özellikle yeni teknolojilerin

gelişmesi sonucu görülür. Fakat herkes teknolojiyi kullanma olanağına sahip olursa, aradaki açık daha az

olur. Teknolojideki her yenilik toplum içinde yayıldığında demokratikleşmeyi ve açığı ortadan kaldırmayı

sağlar. Ancak birbiri ardından çıkan yeni teknolojiler, avantajsız kişileri sürekli daha geride bırakır.

Örneğin televizyon ilk çıktığında toplumun ona sahip olan kesimlerinin bilgisini artırarak, bilgi açığını büyütür ama topluma yayıldığında, bilgi açığı azalır. Daha sonra yeni bir teknoloji örneğin, internet

çıktığında herkes bilgisayara ve internet bağlantısına sahip olmadığından bilgi açığı yine artacaktır.

Bilgi açığı yaklaşımına göre, bilgi açığının kapatılması ne anlama gelir?

Bilgi açığı yaklaşımına göre, toplumda bilgide daha büyük farklılıklar yaratılmasının kendisi derin bir

toplumsal etkiye sahiptir ve bu gelecekteki toplumsal değişimde merkezi bir etken olabilir. Daha yüksek

eğitimli kişilerin toplumsal ve teknolojik değişimin öncüsü oldukları ölçüde, aracılı bilginin hızlıca

edinilmesi toplumsal olarak işlevsel olabilir. Aynı zamanda bilgide farklılaşmalar, toplumsal sistemde

gerginliğe neden olabilir. Örneğin siyah ve beyazlar arasındaki var olan eşitsizliklerden biri, yeni

enformasyona ilişkin farkındalık kazanılmasındaki görece farklılıktır. Tanımı gereği bir bilgi açığı, aslında bir iletişim açığı ve toplumsal sorunların çözümünde özel bir zorluk anlamına gelir.

Bilgi açığı yaklaşımına birçok eleştiri de yöneltilmiştir. Bunlardan biri kuramın, insanların toplumsal

konularda bilgilenme için sadece kitle iletişimine bağımlı olmadığı, kişisel deneyim ve kişiler arası

iletişimin de önemli rol oynadığını göz ardı etmesidir. Ayrıca yaklaşımın alıcı-yönelimli olması da

eleştirilere neden olmuştur. Standart olarak mutlak ve nesnel bir bilgi kavramına dayanan bu yaklaşım,

insanların kendi anlamlarını ve bilgilerini yaratmasını da göz ardı etmektedir.

Bilgi açığı yaklaşımına yöneltilen eleştirilerden bir diğeri de açığa neden olan bilginin niteliğiyle

ilgilidir. İnsanlar yaşantılarını sürdürmede ve çevrelerini denetlemede yararlı bilgilere sahip oldukları

sürece, onların kendilerini pek de ilgilendirmeyen başka bilgilerden yoksun olmaları ne denli önemlidir?

Ancak kıt kaynakları olan bazı kesimlerin, ekonomi, meslek, sağlık, vb. bakımından değerli ve

kendilerine yararlı olacak bilgileri elde etmelerinin hâlâ sorun olduğu da unutulmamalıdır.

Bilgi açığı yaklaşımı, sayısal teknolojilerin gelişmesiyle önem kazanmıştır. Günümüzde bilgi açığına

işaret eden sayısal eşitsizlik (digital divide) konusundaki araştırmalar giderek artmaktadır.

SAYISAL EŞİTSİZLİK Türkçede “sayısal bölünme” ya da “sayısal uçurum” adlarıyla da bilinen “sayısal eşitsizlik”; bilginin

üretilmesi, işlenmesi, paylaşılması ve değer yaratması sürecinin dışında kalan büyük çoğunluk ile bu

sürece etkin olarak katılan küçük azınlık arasındaki eşitsizliği anlatan bir kavramdır. Sayısal eşitsizlik

ülkeler arasında olabileceği gibi aynı ülkenin farklı toplumsal kesimleri ve bireyleri arasında da olabilir.

Sayısal eşitsizlik yalnızca gelişmekte olan ülkeler açısından değil, gelişmiş ülkeler açısından da giderek

önem kazanmaktadır. Gelir ve eğitim düzeyi, cinsiyet, kullanılan dil, kültürel farklılıklar gibi etkenler

sayısal eşitsizlikte etkilidir. Sayısal eşitsizlikle ilişkilendirilen çok sayıda değişken bulunmaktadır. Bu

Page 130: Iletisim kuramlari

126

değişkenlerden bazıları bilgi, ekonomi, yaş, cinsiyet, eğitim, demokrasi, iletişim, ağ, yenilik, erişim, katılım, kullanılabilirlik, okuryazarlık, kültür, sosyal sermaye, yaşam boyu öğrenim olarak sıralanabilir.

Sayısal eşitsizlikle ilgili olarak genellikle üç göstergeden söz edilir: Erişim, kullanım ve enformasyon okuryazarlığıdır. Enformasyon okuryazarlığı, enformasyon ve iletişim teknolojilerinin etkin biçimde kullanılma miktarını anlatır.

Enformasyon ve iletişim teknolojileri, toplumların ve ekonomilerin temeli haline geldikçe sayısal eşitsizlik, enformasyona sahip olmayanların yeni teknolojiye dayanan işlere, e-devlete, enformasyon teknolojisi kullanan sağlık ve eğitim hizmetlerine katılımdan yoksun kalmasına neden olmaktadır. Dolayısıyla enformasyon/bilgi toplumunun önündeki en büyük engeldir. Enformasyon çağının kaynaklarını kullanabilen bireyler ve topluluklar ile kullanamayanlar arasındaki bu açığın kapatılabilmesi için maddi ve toplumsal kaynakları adil ve eşitlikçi bir temelde değerlendirmek, herkesin bilgi ve enformasyon teknolojine ve içeriğine eşit erişimini sağlamak, enformasyon okuryazarlığını geliştirmek gerekmektedir.

Enformasyon ve iletişim teknolojileri, toplumların ve ekonomilerin temeli haline geldikçe, sayısal eşitsizlik, enformasyona sahip olmayanların yeni teknolojiye dayanan işlere, e-devlete, enformasyon teknolojisi kullanan sağlık ve eğitim hizmetlerine katılımdan yoksun kalmasına neden olmaktadır.

Sayısal eşitsizlik konusu, son dönemlerde uluslararası toplantılarda tartışılmakta, ülkeler bu konuda kendi politikalarını oluşturmaya çalışmaktadır. UNESCO (Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür Kurumu) 2000 yılında, enformasyonu kalkınmanın temeli olarak gören “Herkes İçin Enformasyon” adlı hükümetler arası bir program başlatmıştır. Sayısal eşitsizlik, buna karşı alınacak önlemler ve işbirliği olanakları, Birleşmiş Milletler (BM) yanında Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) ve G-8 (ABD, Almanya, Birleşik Krallık -İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Kanada ve Rusya) toplantılarında da ele alınmaktadır.

Sayısal veriler, enformasyon zenginleri ve enformasyon yoksulları arasındaki uçurumun hızla açıldığını göstermektedir. Ancak bu iki kesim arasındaki enformasyon eşitsizliğinin sosyo-ekonomik eşitsizlikle koşut gittiği de gözden uzak tutulmamalıdır.

Page 131: Iletisim kuramlari

127

Özet

Belirleyicilik, doğa bilimlerinde evrende bütün

olup bitenlerin nedensellik bağlantısı içinde

belirlendiğini öne süren görüştür. Belirleyici

kuramlardan biri olan teknolojik belirleyicilik de

toplumsal ve tarihsel olayları, genelde teknolojiyi

özelde ise iletişim teknolojilerini merkeze alarak

açıklamaya çalışır. Bu yaklaşıma göre teknoloji,

toplumdan bağımsız olarak toplumu

biçimlendirmektedir.

20. yüzyılda yeni iletişim teknolojilerinin

kullanımının yaygınlaşmasıyla iletişim

teknolojisinin belirleyiciliği görüşü ön plana

çıkmıştır. İletişim kuramlarında teknolojik

belirleyiciliğin önde gelen temsilcileri Harold

Innis ve Marshall McLuhan’dır. Onlara göre

uygarlık tarihini yapan ve değiştiren iletişim

teknolojisidir.

McLuhan’a göre, araç insanların uzantısıdır ve

her kültür çağında bilginin kaydedilip aktarıldığı araçlar kültürün karakterinin belirlenmesinde

kesin bir rol oynamıştır. “Araç iletidir” savını öne

süren McLuhan’a göre, araçlar içeriği ne olursa

olsun, doğalarında var olan özellikleri nedeniyle

etkilere sahiptir, içerik önemsizdir. Elektronik

iletişim araçlarının kültürü yaygınlaştırarak

dünyayı “küresel bir köye” dönüştüreceklerini

öne sürmüştür.

Modernleşme ve yeniliklerin yayılımı

yaklaşımları da iletişim alanında teknolojik

belirleyiciliğin izlerini taşırlar. Modernleşme

kuramcıları, kitle iletişiminin modernleşme ve

kalkınmada önemli rol oynadığını savunurlar. Bu

kuramcılar, kitle iletişim araçlarının

yaygınlaşmasının modernleşme ve kalkınmanın

hem ölçüsü hem de itici gücü olduğunu öne

sürerler.

Yeniliklerin yayılımı ise yeniliklerin bir topluma

nasıl sokulduğunu ve insanların bu yenilikleri

nasıl benimsediklerini ya da reddettiklerini

açıklamaya çalışan bir iletişim araştırmaları

alanıdır. Yayılım araştırmalarında en fazla

tanınan kişi Everett M. Rogers’dir. Rogers’a göre

kalkınma, kişi başına daha yüksek gelir ve

yaşama düzeyine ulaşabilmek amacıyla, bir

toplumsal sisteme yeni fikirlerin sokularak daha

modern üretim yöntemlerine ve toplumsal

örgütlenmeye geçilmesidir.

Küreselleşme sürecinin hız kazanmasıyla birlikte,

teknolojik yeniliklerin yalnızca ülke içinde değil,

uluslararasında da yayılımı araştırmalara konu

olmuştur. Bazı toplumbilimciler, iletişim

teknolojilerinin uluslararası ölçekteki

yaygınlaşmasını iktisatçı Raymond Vernon’un

geliştirdiği “uluslararası ürün yaşam devreleri”

modelinden hareketle incelemişlerdir.

1980’lerden itibaren iletişim araçları, bilgisayarların ve ağ iletişiminin gelişip yaygınlaşmasıyla birlikte bilişim teknolojileri ile birleşerek enformasyon ve iletişim teknolojileri terimi kullanılmaya başlanmıştır. Bu teknolojilerin egemen olduğu toplumlara da genel olarak enformasyon toplumu adı verilmiştir. Enformasyon toplumu kuramcıları, enformasyon teknolojilerinde yaşanan gelişmeleri, yeni bir çağa devrimci bir geçişi sağlayacak çarpıcı gelişmeler olarak yorumlamışlardır. Gelişmiş ülkelerle azgelişmiş ülkeler arasındaki farkı kapatacak ögenin iletişim teknolojileri olduğu düşüncesi tüm enformasyon toplumu düşünürlerinin paylaştıkları bir görüştür.

Teknolojiyi toplumsal gelişme ve değişmenin merkezine koyan kuramcılar, enformasyon ve iletişim teknolojilerinin yol açtığı toplumsal yapıyı anlatmak için değişik isimler kullanmışlardır. “Endüstri sonrası toplum”, “küresel köy”, “küresel kent”, “ağ toplumu”, “kompütopya” bunlar arasındadır.

Bilgi açığı yaklaşımı ise iletişim teknolojileri ile çeşitli toplum kesimlerinin bilgisi arasında bağlantı kurmakta, enformasyon kaynaklarının dengesiz dağılımına işaret etmektedir. Bu yaklaşım, sayısal teknolojilerin gelişmesiyle önem kazanmıştır. Günümüzde, bilgi açığına işaret eden sayısal eşitsizlik konusundaki araştırmalar giderek artmaktadır. Sayısal veriler, enformasyon zenginleri ve enformasyon yoksulları arasındaki uçurumun hızla açıldığını göstermektedir.

Teknolojik belirleyicilik yaklaşımı, karmaşık toplumsal olguları, düzenleri ve ilişkileri yalnızca teknoloji etkenine bağlı olarak açıklamaya çalıştığı; teknolojinin kullanımını yöneten toplumsal süreçleri ve seçimleri göz ardı ettiği için eleştirilir. Ancak günümüz dünyasında iletişim ve bilgi teknolojileri baş döndürücü bir hızla gelişmesini sürdürdüğü için bu yaklaşım, tüm indirgemeciliğine karşın hâlâ güncelliğini korumaktadır.

Page 132: Iletisim kuramlari

128

Kendimizi Sınayalım 1. Teknolojik belirleyicilik yaklaşımında tekno-loji nasıl görülür?

a. Tarihteki temel hareket ettirici

b. Toplumsal gelişmenin engelleyicisi

c. Toplumun belirlediği bir biçim

d. Siyasi bir karar

e. Kültür karşıtı

2. McLuhan’a göre aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır?

a. Araç iletidir

b. Araç insanın uzantısıdır.

c. Araç egemen değişim gücüdür.

d. Matbaa dünyayı küresel köy olmaya

yöneltmiştir.

e. Sinema sıcak araçtır.

3. “Araç insanın uzantısıdır” görüşü kime aittir?

a. Harold Innis

b. Marshall McLuhan

c. Everett Rogers

d. Manuel Castells

e. Daniel Lerner

4. McLuhan’a göre aşağıdakilerden hangisi soğuk araçtır?

a. Radyo

b. Televizyon

c. Sinema

d. Fotoğraf

e. Kitap

5. Daniel Lerner’ın Ortadoğunun modern topluma geçişini ve bu süreçte modern kitle iletişimin rolünü incelediği araştırması aşağıdakilerden hangisidir?

a. Geleneksel Toplumun Çöküşü

b. Gutenberg Galaksisi

c. Yeniliklerin Yayılımı

d. Gelişmekte Olan Ülkelerde İletişim ve

Değişim

e. Ağ Toplumunun Yükselişi

6. Aşağıdakilerden hangisi yeniliğin benimsenme süresini etkileyen özelliklerden biri değildir?

a. Göreli üstünlük

b. Uyumluluk

c. Çabukluk

d. Karmaşıklık

e. Denenebilirlik

7. İletişim teknolojilerinin uluslararası ölçekteki yaygınlaşmasını açıklayan yaklaşım hangisidir?

a. Çevresel belirleyicilik

b. Ulusal belirleyicilik

c. Küresel yayılım

d. Göreli üstünlük

e. Ürün-yaşam devresi

8. İletişim teknolojilerinin gelişmesiyle ses, görüntü ve veri iletişiminin tek bir kaynakta, tek bir vericide ve tek bir alıcıda birleşmesine ne ad verilmektedir?

a. Küreselleşme

b. Belirleyicilik

c. Entegrasyon

d. Ampütasyon

e. Yöndeşme

9. “Ağ toplumu” kavramı kime aittir?

a. Marshall McLuhan

b. Daniel Lerner

c. Everett Rogers

d. Manuel Castells

e. Harold Innis

10. Aşağıdaki kavramlardan hangisi bilginin üretilmesi, işlenmesi, paylaşılması ve değer yaratması sürecinin dışında kalan büyük çoğunluk ile bu sürece etkin olarak katılan küçük azınlık arasındaki eşitsizliğini ifade etmektedir?

a. Teknolojik belirleyicilik

b. Bilgi belirleyiciliği

c. Sayısal eşitsizlik

d. Sözel eşitsizlik

e. Teknetronik çağ

Page 133: Iletisim kuramlari

129

Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. a Yanıtınız yanlış ise “Teknolojik Belirleyicilik Yaklaşımı” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

2. d Yanıtınız yanlış ise “McLuhan’ın Temel Varsayımları” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

3. b Yanıtınız yanlış ise “McLuhan’ın Temel Varsayımları” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

4. b Yanıtınız yanlış ise “Sıcak ve Soğuk Araçlar” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

5. a Yanıtınız yanlış ise “Modernleşmede Kitle İletişim Teknolojileri” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

6. c Yanıtınız yanlış ise “Yeniliklerin Yayılımının Ögeleri” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

7. e Yanıtınız yanlış ise “Ürün Yaşam Devresi Yaklaşımı” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

8. e Yanıtınız yanlış ise “Enformasyon Toplumu ve İletişim Teknolojileri” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

9. d Yanıtınız yanlış ise “Enformasyon Toplumunun Özellikleri” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

10. c Yanıtınız yanlış ise “Sayısal Eşitsizlik” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 İletişim sürecinde yalnızca iletiye bakarak her

şeyi anlayamayız. Aynı şekilde, iletişim aracını

her şey sanarak da toplumsal gerçekliği

kavrayamayız. Amaçlar, araçlar, içerikler ve

sonuçlar birbiriyle ilişkilidir. Bütün bu ögeleri

birlikte ve birbirleriyle ilişkileri içinde

değerlendirmek gerekir.

Sıra Sizde 2

Cep telefonları kişiler arası iletişimi, kişilerin

erişilebilirliklerini artırmakta, bir iletiye yanıt

verme sürelerini hızlandırmaktadır. Bu

“genişletme” örneğidir.

Cep telefonlarının yaygınlaşması arttıkça, telefon

kabinlerine gereksinim kalmamaktadır. Cep

telefonları kişilerin mahremiyetlerinin önemini

azaltmakta, kişilerin yalnızlıklarını

gidermektedir. Bunlar da “yerinden etme”

etkisine örnektir.

Cep telefonları kabile kültürünü ve işitsel uzayı

yeniden canlandırmakta, kişiler arasında coğrafi

yakınlık duygusu yaratmakta, kameraların

önemini tekrar artırmaktadır. Bunlar da cep

telefonlarının “telafi etme” etkisine örnektir.

Cep telefonlarının “geri döndürme” etkisine ise

harfler ve mektuplar örnek verilebilir. Sabit

telefonlardan farklı olarak, cep telefonlarının

mesaj gönderme işlevi harflerin iletişim sürecine

geri gelmesine ve mektup yazmanın tekrar önem

kazanmasına neden olmuştur.

Sıra Sizde 3 Yeniliklerin yayılımı araştırmaları, diğer iletişim

araştırmalarında olduğu gibi, tüm mesajları değil,

yalnızca yenilikçi mesajları konu edinirler.

Ayrıca diğer iletişim araştırmaları, bilme ve

tutumlardaki değişiklikleri ele alırken, yayılım

araştırmaları bireylerdeki açık davranış değişiklikleri üzerinde odaklanır. Davranış değişiklikleri yenilikleri kabul ederek olabileceği

gibi reddederek de olabilir. Doğum kontrolünü

reddetmenin nüfus artışına yol açması gibi.

Sıra Sizde 4

Bilgi açığı hipotezine göre, bilgi açığının

kapatılabilmesi için toplumdaki herkesin bilgiye,

dolayısıyla bu bilgiyi edinebileceği teknolojik

araçlara erişebilmesi gerekmektedir. Bu da

çoğunlukla, yeni iletişim teknolojilerini satın

almakla gerçekleşmektedir.

Page 134: Iletisim kuramlari

130

Yararlanılan Kaynaklar Aziz, A. (1982). Toplumsallaşma ve Kitlesel İletişim. Ankara: Ankara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu Yayınları.

Bilgi Toplumuna Geçiş. (2005). 2. Baskı. Ankara: Türkiye Bilimler Akademisi Yayınları.

Brzezinski, Z. (1970). Between Two Ages: America’s Role in the Technetronic Era. New York: The Viking Press.

Erdoğan, İ. ve Alemdar, K. (2010). Öteki Kuram. 3. Baskı. Ankara: Erk.

Erdoğan, İ. (2000). Kapitalizm Kalkınma Modernizm ve İletişim. Ankara: Erk.

Geray, H. (1994). Yeni İletişim Teknolojileri: Toplumsal Bir Yaklaşım. Ankara: Kılıçaslan Matbaacılık.

Göngör, N. (2011). İletişim: Kuramlar ve Yaklaşımlar. Ankara: Siyasal Kitabevi.

McLuhan, M. (2005). Yaradanımız Medya. Çev: Ü. Oskay. İstanbul: Merkez Kitaplar.

McLuhan, M. (1983). “İleti İletişim Aracının Kendisidir”, Kitle İletişiminde Temel Yaklaşımlar. Ed: K. Alemdar ve R. Kaya. Ankara: Savaş.

McLuhan, M. (2001). Gutenberg Galaksisi. Çev: G.Ç. Güven. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

McQuail, D. ve Windahl, S. (2005). İletişim Modelleri. Çev: K. Yumlu. 2. Baskı. Ankara: İmge.

Mutlu, E. (1998). İletişim Sözlüğü. 3. Baskı. Ankara: Ark

Rogers, E. M. (2003). Diffusion of Innovation. 5. Baskı. New York: Free Press.

Tekinalp, Ş. ve Uzun, R. (2009). İletişim Araştırmaları ve Kuramları. 3. Baskı. İstanbul: Beta.

Tichenor, P.J., Donohue, G.A. ve C.N. Olien. (1970). “Mass Media Flow and Diffential Growth in Knowledge”, The Public Opinion Quarterly 34 (2), 159-170.

Wayne, M. (2009). Marksizm ve Medya Araştırmaları. İstanbul: Yordam Kitap.

İnternet Kaynakları Chandler, D. (t.y). Technological or Media Determinism, http://www.aber.ac.uk/media/Documents/tecdet/tecdet.html

Page 135: Iletisim kuramlari
Page 136: Iletisim kuramlari

132

Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra;

İletişim kuramlarında yapısalcı dilbilimsel ve göstergebilimsel yaklaşımları tanımlayabilecek,

Postyapısalcılık ve metin ilişkisini açıklayabilecek,

İzleyiciyi etken gören yaklaşımları değerlendirebilecek,

Baudrillard’ın hipergerçeklik, simülasyon ve simülakra kavramlarını tanımlayabilecek

bilgi ve becerilere sahip olabilirsiniz.

Anahtar Kavramlar Gösterge/Gösteren/Gösterilen

Düzanlam/Yananlam

Okurcul Metin/Yazarsıl Metin

İkon/İndeks/Simge

Eğretileme/Düzdeğişmece

Hakim/Tartışmalı/Karşıt okuma

Metinlerarasılık

Hipergerçeklik

Simülasyon

Simülakra

İçindekiler Giriş

Yapısalcı Dilbilimsel ve Göstergebilimsel Yaklaşımlar

Postyapısalcılık ve Medya Metinleri

Baudrillard ve Göstergeler

6

Page 137: Iletisim kuramlari

133

GİRİŞ Göstergebilimin temel konusu iletişim bilimlerinin de konularından olan dilsel ve dil dışı göstergelerdir.

Özellikle son yıllarda popüler kültür ve görsel kültürün gündelik yaşamda artan rolüyle birlikte, dil dışı göstergeler üzerinde yapılan çalışmalar da artmıştır. Göstergebilimsel açıdan toplumsal olan her şey aynı

zamanda bir gösterge unsurudur. Toplumsal olan her şey var olmaya başladığı andan itibaren kendisinin

bir göstergesine dönüşür.

Gösterge (işaret) herhangi bir somut nesne, durum ya da kavramın yerine geçen ve onu işaret eden

resim, yazı ya da görüntüdür. Göstergebilim de göstergelerin ve çalışma biçimlerinin araştırıldığı disiplindir. Göstergebilimin üç temel çalışma alanı söz konusudur:

1. Göstergenin kendisi: Bu alan gösterge çeşitlerinin, bunların çeşitli anlam iletme yollarının ve göstergeleri kullanan insanlarla ilişkilendirilme biçiminin araştırılmasını içerir. Göstergeler insanlar tarafından inşa edildiği için, yine insanların onları kullanma biçimi ile anlaşılır hale gelir.

2. İçinde göstergelerin düzenlendiği kodlar ya da sistemler: Bu çalışmalar içinde, toplumun ya da kültürün gereksinimlerini karşılamak için geliştirilen kodları ya da bu kodların iletilmesi için varolan iletişim kanallarının incelenmesi yer alır.

3. Kodlar ve göstergelerin içinde işlediği kültür: Kültürün kendi varoluşu ve biçimi de bu kodların ve göstergelerin kullanımına bağlıdır (Fiske, 1996).

Göstergebilim iletişim bilimindeki doğrusal modellerden farklı olarak dikkatini öncelikle metinlere

(text) yöneltir. Göstergebilimin doğrusal modellerden diğer bir farkı, alıcının konumuyla ilgilidir.

Öncelikle göstergebilim “alıcı” terimi yerine “okuyucu” terimini tercih eder. Göstergebilim, alıcı ya da

okuyucunun birçok süreç modelinin iddia ettiğinden çok daha aktif bir rol oynadığını kabul eder.

Dilbilimsel ve göstergebilimsel yaklaşımlar hakkında daha fazla bilgi için şu kitaba başvurulabilir: Rıfat, Mehmet (1990). Dilbilim ve Göstergebilimin Çağdaş Kuramları, İstanbul: Düzlem Yayınları.

YAPISALCI DİLBİLİMSEL VE GÖSTERGEBİLİMSEL YAKLAŞIMLAR Yapısalcılık insan eylemlerinin tüm sorumluluğunu özgür bireye bırakan Hümanizmin tersine, bireyin

eylemlerinin toplumsal yapı tarafından belirlendiğini savunan ve özellikle 1960’lı yıllara damgasını vuran

düşünce akımıdır. Akım, Fransa’dan yükselmiştir; ancak tüm dünyada takipçileri olmuştur. Önde gelen

yapısalcı düşünürler dilbilimci Saussure ve Jakobson, antropolog Levi-Strauss, göstergebilimci Barthes,

felsefeci Althusser ve Foucault ve psikiyatri alanında Lacan’dır. Bu bölümde iletişim çalışmalarını

etkileyen ve yapısalcı dilbilimsel ve göstergebilimsel yaklaşımlar ele alınacaktır. Bu bağlamda dilbilimci

Saussure Peirce ve Jakobson, antropolog Levi-Srauss ve göstergebilimci Barthes’ın düşünceleri ve

çalışmaları özetlenecektir.

Dilbilimsel ve

Göstergebilimsel Yaklaşımlar

Page 138: Iletisim kuramlari

134

Saussure İsviçreli dilbilimci Ferdinand de Saussure modern dilbilimin tartışmasız kurucusu olarak kabul

edilmektedir. Saussure’ün modern dilbilimi oluşturan tezleri, 1907-1911 yılları arasında Cenevre

Üniversitesi’nde verdiği derslerde ortaya çıkmıştır. 1913’te ölümünden sonra öğrencileri ve iş arkadaşları

tarafından düzenlenen ders notları “Genel Dilbilim Dersleri” adıyla kitap olarak basılmıştır. Saussure’ün

dil kuramının temel ilkeleri yapısalcılığın ve göstergebilimin gelişmesini etkilemiştir.

Saussure dilin düşünceleri ifade eden bir göstergeler sistemi olduğunu ve diğer gösterge sistemleri

(alfabe, yazı gibi) içinde en önemlisi olduğunu vurgulamıştır. Dili incelerken üç önemli ayrıma işaret

etmiştir:

• Dil (la langue) ve söz (parole) ayrımı,

• Gösterge (işaret) kavramının ikili bir yapıya (gösteren/gösterilen) sahip olması,

• Eş-süremli (synchronic) ve art süremli (diachronic) dil analizidir.

Saussure’ün birinci ayrımı dil (la langue) ve söz (parole) üzerinedir. Saussure’de dil olgusu toplumsal

bir yapıya işaret eder. Söz ise bireyin söylediklerinin toplamıdır. Sasussure düşüncesinde dilbilimin temel

araştırma konusu dilin yapısı; yani langue’dir. Dil üstündeki ortak kodlar toplumsal uzlaşma ile oluşur.

Diğer bir deyişle bizim masaya masa, koltuğa koltuk dememiz için mantıksal bir neden yoktur. Bu

tercihlerimiz keyfi (arbitraray)’dir. Ancak bu keyfilik, mantıksal bir neden sonuç ilişkisi olmaması ve

toplumsal uzlaşmaya dayalı olması anlamına gelmektedir. Ellis ve Coward (1985) Saussure düşüncesinde

dilin toplumsal uzlaşmaya dayalı olmasını şöyle açıklar: “Doğadaki hiçbir şey belli bir gösterenin belli bir

gösterileni telaffuz etmesini gerektirmez. Belirli bir sesle onun kavramı arasında hiçbir doğal bağ yoktur;

çünkü gösterilenleri fiziksel olarak taklit etmesi gereken sesler bile dilden dile farlılık gösterir. Gösterge,

gösterenle gösterilen arasındaki eşdeğerlik ilişkisinin toplumsal olarak yerleşmesinde,

kurumsallaşmasında meydana gelir”.

Gösterge kavramı işaret olarak da isimlendirilir. Saussure’de gösterge, ses imgesi ve bir kavramı

işaret eden sözcükten oluşur. Saussure, göstergeyi gösteren (signifier) ve gösterilen (signified) olarak

ikiye ayırır. Gösteren, bir kavramı işaret eden ses imgesidir. Örneğin kedi göstergesindeki k–e-d–i

harflerinden oluşan ses gibi. Gösterilen ise zihnimizde kediyle ilgili toplum tarafından üzerinde uzlaşılmış imajdır. Toplumsal uzlaşıya göre kedi isimli hayvan tüylü ve yumuşaktır ve bizim toplumumuzda

“nankör” olarak da bir imaja sahiptir.

Saussure’ün kullandığı ancak geliştirmediği bir kavram da gönderge (referent) kavramıdır. Gönderge,

kedi örneğindeki tüylü, yumuşak hayvan yerine daha farklı anlamların oluşmasıdır: kötü bakışlı hayvan,

tiksinç hayvan, muhteşem güzel hayvan, vefalı hayvan gibi… Burada gönderge kavramıyla, bireylerde

oluşan farklı anlamlar ifade edilmektedir. Gönderge kavramı daha yakın zamanlarda postyapısalcı

çalışmalar tarafından geliştirilmiştir ve farklı okumalara işaret etmektedir.

Saussure “gösterge”, “gösteren”, “gösterilen” ve “gönderge” kav- ramlarını nasıl tanımlamıştır?

Saussure’de bir gösterge aynı zamanda diğer bir göstergeyle olan ilişkisiyle anlam kazanır. Bir erkek

göstergesinin anlamı kadın, insan, çocuk, gibi diğer göstergelerden nasıl ayırt edildiği ile belirlenir. Ya da

bazı parfüm ve kremlerin ünlü bir yüzü vardır ve bu yüz o ürünün göstergesidir. Örneğin ünlü Fransız

aktris Catherine Deneuve, Channel markasının bir göstergesidir: geleneksel Fransız şıklığı. Catherine

Deneuve’un anlamını belirleyen, toplumda birer gösterge olan diğer yıldızlardır. Bir Susan Hampshire

fazla İngiliz tipidir, bir Twiggy ise fazla genç ve benimsediği modayı çabuk değiştiren bir imajdır.

Brigdot Bardot ise aptal sarışındır (Fiske, 1996).

Saussure’ün yapısalcı dilbiliminde üçüncü ayrım, eşsüremli (synchronic) ve art süremli (diachronic) dil analizi ayrımıdır. Eşsüremli dil analizi, dilin herhangi bir dilsel bir topluluk tarafından kullanılan

dilin, herhangi bir zaman dilimindeki durumunun analizidir. Art süremli dil analizi ise, dilsel sistemde

Page 139: Iletisim kuramlari

135

zaman içinde ortaya çıkan değişimlerin analiz edilmesidir. Dildeki yenilikler dilin bireysel kullanımıyla;

yani “söz”de ortaya çıkar ve bu değişikler dilin yapısını (langue) dönüştürür. Bu durum da dilin

tarihselliğini ve gösteren ile gösterilen arasındaki ilişkinin toplumsal uzlaşımsal olduğunun kanıtıdır. Eğer

gösteren ile gösterilen arasındaki ilişki uzlaşımsal olmayıp doğal olsaydı, zaman içinde dilde bazı

değişiklikler de olmazdı. Ancak Saussure’ün yoğunlaştığı analiz dilin yapısını gösteren eşsüremli

analizdir.

Saussure’ün dilin yapısı üstüne yoğunlaşması, yapısalcı düşüncedeki “yapı” kavramının temelini oluşturur. Yapısalcılık bireyin eylemlerinin toplumsal yapı tarafından belirlendiğini savunur.

Saussure’ün dil analizinin iletişim kuramları açısından önemi, dil dışı göstergelerin çalışılmasına yol

açmasıdır. Dil dışı göstergeler, toplumsal göstergelerdir ve bu göstergelerle medya ürünlerinde sık sık

karşılaşırız. Bir sinema filminde, bir reklam filminde, bir haber fotoğrafında, bir haber metninde, bir

televizyon dizisinde ve yaşamın içinde toplumsal göstergelere rastlarız. Örneğin Türkiye’de eskiden

Mercedes marka bir otomobil bir zenginlik göstergesiyken, günümüzde lüks spor arabalar ve lüks jipler

bir zenginlik göstergesidir. Eski Yeşilçam filmlerinde apartman dairesi zenginlik göstergesi iken, bugün

televizyon dizilerinde havuzlu süper lüks villalar bir zenginlik göstergesidir. Yine eski Yeşilçam

filmlerinde uçakla Avrupa seyahatine çıkmak, kadınların manikür pedikür yaptırması zenginlik

göstergesiyken, bugün bunlar orta sınıfların da sahip olabildiği yaşam tarzı göstergeleridir.

İşte Saussure’ün açtığı yolda dil dışı göstergelerin, diğer bir değişle toplumsal göstergelerin

çalışılması göstergebilimi ortaya çıkarmıştır. Saussure bir bilim dalı olarak göstergebilimin tanımını,

toplumdaki göstergelerin yaşamını araştıracak bir bilim dalı olarak yapar. Göstergebilim, 1960’ların

yapısalcılığı ile birlikte, Saussure’ün dilbilim kavramları temel alınarak geliştirilmiş ve çalışılmıştır. Göstergebilime önemli katkılardan biri de yapısalcı çalışmalarıyla ünlü Fransız antropolog Claude Levi-

Strauss’tan gelmiştir.

Levi-Strauss Antropolog Levi-Strauss Saussure’ün dilbiliminden etkilenerek, farklı kültürler arasındaki benzerlikleri

dilin yapısı gibi incelemiş ve yapısalcı antropolojisini oluşturmuştur. Levi-Strauss’un en bilinen

çalışmaları; Yapısal Antropoloji (Structural Antropology) (1963), Yaban Düşünce (Savage Mind) (1966),

Mitin ve Totemizmin Yapısal Çalışılması (The Structural Study of Myth and Totemism) (1967), Çiğ ve

Pişmiş (The Raw and Cooked) (1970) ve Baldan Küle (From Honey to Ashes) (1972)’dir. Levi-

Strauss’un “Yapısal Antropoloji” çalışması, 20. yüzyılın en etkileyici 10 çalışmasının arasında kabul

edilmektedir.

Levi-Strauss için, “Saussure’ün dilbilim kuramını yemek pişirme, giyim, akrabalık sistemleri ve

özellikle de mitler ve masallar gibi tüm kültürel süreçleri içerecek şekilde genişleten yapısalcı

antropolog” tanımlaması yapılmaktadır. Levi-Strauss farklı kültürlerin evrensel kanunlarını, Saussure’ün

dil-söz ayrımındaki “dil”e benzetir. Çeşitli toplumların dilleri farklı olabilir ancak evrensellik taşıyan

ortak gramer ve sentaks kuralları vardır. İşte Levi-Strauss da farklı toplumlardaki farklı kültürlere ait

ortaklıkları “yapı” kavramından hareketle incelemiştir. Levi-Strauss’a göre her kültür dil, evlenme

yasaları, sanat, bilim, ekonomik ilişkiler ve din gibi simgesel sistemler bütünüdür.

Levi-Strauss yapısal antropolojide “aile içi cinsel ilişki tabusunun” tüm toplumlar için geçerli

olduğunu ve kadınların erkek kardeşleri tarafından saklanmaları yerine, aileler arasında değiştirilmesinin

ortak ve evrensel bir tavır olduğunu ortaya koymuştur. Bu evrensel ortaklığı da toplumların akrabalık

sistemleri olarak görür. Levi-Strauss’un dil gibi incelediği ve yapı olarak kavramsallaştırdığı bir diğer

ortaklık, farklı toplumlara ait olan mitlerdir. Levi-Staruss farklı toplumların mitlerini inceler ve bu

mitlerin yapısındaki ikili karşıtlıkların ortak bir kullanım olduğunu görür: iyi-kötü, güzel-çirkin, zengin-

yoksul, açlık-tokluk gibi. Levi-Strauss’a göre farklı toplumların mitlerinde ortak olan bu ikili karşıtlığın

nedeni; insan türünün evreni A ya da B kategorisi olarak, ikili karşıtlıkla algılamasıdır. A kategorisi tek

Page 140: Iletisim kuramlari

136

başına olamaz; karşıtı olan B kategorisi ile anlam kazanır. Bu anlamlandırma Levi-Staruss düşüncesinde

insan türüne özgüdür. Yapısalcılık açısından “Yaratılış (Genesis) öyküsü” dünyanın yaratılması olarak

değil, onu anlamlandırmaya yarayan kültürel kategorilerin yaratımı olarak okunabilir. Dünya kara ve su

kategorilerine ayrılır; sular deniz sularına (verimsiz) ve gök kubbe sularına yani yağmura (verimli) ayrılır.

Burada doğal kategoriler olan deniz suyu ve yağmur suyu arasındaki karşıtlık, daha soyut ve kültüre özgü

olan verimli ve verimsiz kategorilerini açıklamak ve doğallaştırmak için kullanılmaktadır.

Gündelik dilde mit “masal, efsane, temeli olmayan olağanüstü öykü” anlamında kullanılır. Mitlerin toplumların değerlerini onaylayan ve bunların sorgulanmasını engelleyen anlatılar, hikâyeler oldukları genel kabul gören bir görüştür.

Levi-Strauss’a göre tüm toplumların mitlerinde ortak olan ikili karşıtlıklar evrenseldir. Çünkü insan

beyninde hücreler gönderilen iletiler açık/kapalı biçimindeki basit karşıtlıklardır. İnsan beyni sonsuz

sayıda ikili karşıtlık üretmeye elverişlidir. Ancak doğada aydınlık ve karanlığı birbirinden ayıran kesin

çizgiler yoktur ve saf ikili karşıtlıklara karşı koyan “kural dışı kategoriler” vardır. Kural dışı kategoriler

niteliklerini birbirine karşıt olanların her ikisinden de alır. Bu nedenle çok fazla anlam yüklü ve

kavramsal olarak çok güçlüdürler. Bu özellikleriyle bir kültürün temel anlamlandırma sistemlerine

meydan okuduğu için kural dışı kategoriler kontrol altına alınırlar ve “tabular” ya da “kutsal” kategoriler

olarak düzenlenirler. Örneğin doğada bulunan yılan hayvanı ne sadece toprakta yaşayan bir sürüngen ne

de sadece suda yaşayan bir balıktır. Yılan her iki niteliği de taşır. Bu nedenle yılanın, Yahudi ve Hristiyan

kültürlerinde sayısız anlamı vardır ve göstergebilimsel açıdan çok güçlüdür (Fiske, 1996). Levi-Strauss

doğada bulunan bu kural dışı kategorilerden hareketle, farklı kültürlerin, sınırların çok katı olduğu, çok

ürkütücü göründüğü iki karşıt kategori arasında aracılar oluşturduğunu belirtir. İnsanlar ve hayvanlar

arasında aracılık eden sayısız mitolojik ve dinsel figür oluşturulmuştur (kurt adam, insan başlı at gibi).

Yine ölüler ve canlılar arasında oluşturulmuş figürler vardır (vampir, hayalet, hortlak gibi).

Farklı toplumların mitlerinin ortak bir yapı göstermesinin diğer bir nedeni de insan türünün farklı topluluklarda yaşarken kültürle-doğa, insanlarla-tanrılar, ölümle-yaşam arasındaki ilişkilerde ortak endişe duymalarıdır. Bu ortak endişeler, farklı topluluklarda ortak ikili karşıtlıklar üretirler. Bu nedenle de farklı toplumların mitleri arasındaki farklar yüzeyseldir, ancak yapı ortaktır. Levi-Strauss’a göre tüm toplumların en temel çelişkisi, doğa-kültür karşıtlığıdır. Toplumlar önce kendilerini doğadan farklılaştırarak bir kültür oluştururlar. Fakat daha sonra oluşturdukları bu kültürü doğayla karşılaştırır ve kültürel olanı doğallaştırmaya çalışırlar. İşte Levi-Strauss’ta mitlerin temel işlevi, kültürel olanı doğallaştırmak ve çelişki gidermektir. Örneğin bizim Keloğlan Masalları’nda, bir yanda yaşlı ve yoksul annesiyle yaşayan Keloğlan, diğer yanda ise zengin padişahın kızı vardır. Keloğlan yoksul, padişahın kızı zengindir. Keloğlan kel, padişahın kızı güzeldir. Masalda Levi-Strauss’un analizinde olduğu gibi ikili karşıtlıklar ve çelişkiler vardır. Ama masalın sonunda Keloğlan padişahın güzel kızıyla evlenir ve mutlu sona kavuşulur ve topluma dair bir çelişki bu masalda giderilmiş olur.

Levi-Strauss “Çiğ ve Pişmiş” ve “Baldan Küle” çalışmalarında ise farklı toplulukların ortak yemek

pişirme yöntemlerini inceler. İnsanlar için yiyecek tüketmek tıpkı hayvanlar gibi doğal bir süreçtir, ancak

yiyeceği tüketme biçimi kültüreldir. Levi-Strauss farklı topluluklarda misafirlere sunulan etin kızartılarak

tüketildiğini, yine farklı topluluklarda hasta yemeği olarak haşlama etin tüketildiğini bulgulamıştır. Yiyecek tüketme biçimlerindeki bu ortaklık, kültür ve anlamlandırma sistemlerindeki ortaklıktır, yapıdır.

Levi-Strauss’un farklı toplulukların gösterge sistemi üstüne yaptığı çalışmalarla ortaya koyduğu temel

tez, farklı kültürlerin anlamlandırma biçimlerinin dil gibi örgütlendiğidir.

Levi-Strauss’un mit analizinden özellikle reklamcılık alanındaki çalışmalarda yararlanılmıştır. Langholz Leymore, Chapman ve Egger ve Valentine, Levi-Strauss’un mit analizinden reklamcılık

alanında yararlanan araştırmacılardır. Langholz Leymore, reklam metinlerinde insanlıkla ilgili temel

çelişkilerin ortaya konup, bunların giderildiğini ve reklamcılığın endişe giderici mekanizma gibi hareket

ettiğini ileri sürer. Chapman (1986), Avustralya’daki sigara reklamları metinlerinin analizinde Levi-

Strauss’un mit analizinden ve Langholz Leymore’un çalışmasından yararlanarak bir analiz modeli

geliştirir ve şu analitik öğeleri kullanır: Gösterenler, Gösterge Sistemleri, Derin Yapısal Karşıtlıklar, Vaat

Edilenler, Problemler, Mitler, Analiz.

Page 141: Iletisim kuramlari

137

Yine Chapman ve Egger (1983), reklamcılığın modern mitolojiyi incelemek için çok zengin bir

kaynak olduğunu savunur. Williamson (1978) da reklam metinlerinin, ürünler arasında farklılık yaratmak

için toplumsal mitlerdeki farklılıkları kullandığını söylemektedir. Bazı ürünlerin reklam imajları mitolojik

kahramanlarla oluşturulur. Levi-Staruss’un mit analizinin karşımıza çıkabileceği bir diğer medya ürünü

televizyon dizileridir. Türkiye’de büyük televizyon kanallarının ana yayın kuşağında yayınlanan yerli

dizilerdeki mitsel anlatımlarda, hep ikili karşıtlıklar ve çelişkiler kurulur ve bu çelişkiler dizinin olay

örgüsü içinde hep çözüme kavuşturulur ve çelişkiler giderilir. Bazı dizilerde, örneğin Kapodokya’da

çekilen “Asmalı Konak” dizisinde olduğu gibi tamamen “mitsel” (masalsı) bir ortam da yaratılmaktadır.

Barthes Levi-Strauss ilkel mitlerin ortak yapılarıyla ilgilenirken, aynı yıllarda Roland Barthes, “çağdaş mitler”

olarak adlandırdığı popüler kültüre ait göstergeleri, yapısalcı bir düşünür olarak incelemiştir. Barthes’a

göre çağdaş mitler ideolojiktir, sınıfsaldır ve kapitalist sistemi meşrulaştırıcı olarak işlev görür. “Mitler” (Mythologies) (1952) çalışmasında Barthes, Fransız toplumundaki yeme içme alışkanlıkları, tatil

ritüelleri, reklam metinleri gibi popüler kültür ürünlerini; burjuva sınıfının değerlerini gündelik hayatta

temsil eden ve doğallaştıran mitler ve gösterge sistemleri olarak çalışmıştır.

Barthes 1963 yılında “Göstergebilimin İlkeleri” ve 1967 yılında “Modanın Sistemi” çalışmalarını

yayınlamış ve modayı göstergebilimsel yöntemle incelemiştir. Bu çalışmasında Barthes, insanların giyim

kuşamlarının, moda sistemi içinde nasıl iletişimsel özellikler gösterdiğini tartışmıştır. Barthes’ın 1970

yılında yayınlanan “S/Z” çalışması ve 1973 yılında yayınlanan “Metnin Verdiği Haz” çalışmaları da

metinlerin postyapısalcı okumalarının başlangıcı olarak kabul edilmektedir. 1950’li ve 1960’lı yıllara

“yapısalcı düşünür” olarak damgasını vuran Barthes 1970’li yıllarda “postyapısalcılığa” (yapısalcılık

sonrası anlamına gelen ve yapısalcılığın tam tersi tezleri olan yaklaşım) yaklaşmıştır.

Barthes’ın Fransız toplumunun popüler kültür göstergelerini ince- lediği “Mitler” çalışması, “dil dışı göstergelerin” ve dolayısıyla toplumsal göstergelerin ve görsel imajların, göstergebilimsel analizi açısından alanda çok önemli bir çalışmadır.

İletişim alanındaki göstergebilimsel çalışmalarda bir başvuru kaynağı olan “Mitler” çalışmasında

Barthes, mit, ideoloji, düzanlam, yananlam kavramlarını kullanmıştır. Barthes’ın bu kavramlarını kendi

verdiği bir örnek üstünden anlamaya çalışalım. Barthes berberdeyken, Fransa’da popüler bir dergi olan

Paris Match’in bir sayısının kapağını görür. Derginin kapağında Fransız üniforması giymiş genç bir

siyahi erkek, gözleri yukarıda Fransız bayrağını selamlamaktadır. Barthes bu fotoğrafta büyük bir

göstergebilimsel sistemle karşı karşıya olduğumuzu söyler. Fotoğraftaki düzanlam bir siyahi askerin

Fransız bayrağını selamlamasıdır. Barthes’a göre fotoğrafın yananlamı şöyledir: “Fransa büyük bir

imparatorluktur, bütün oğulları, herhangi bir renk ayrımı olmaksızın onun bayrağı altında bağlılıkla

hizmet eden ve sözde sömürgecilik suçlayıcılarına bu fotoğraftan daha iyi bir cevap olamaz” (Barthes,

1990). Fransa’da yaşayan siyahiler, Fransa’nın eski sömürgesi olan Cezayir kökenlidir. Fransa’da

yaşayan bir Cezayir kökenli, Fransız bayrağını üniformasıyla selamlıyorsa, artık sömürgecilik geçmişte

kalmış ve bu Cezayir kökenli Fransız asker artık kendini Fransa bayrağına ve Fransa’ya bağlı

hissetmektedir.

Göstergebilim açısından Barthes’ın bu çalışmada ortaya koyduğu düzanlam, metnin birincil

göstergesidir. Bu birincil gösterge başka bir şeyin, mitsel anlamın da göstereni haline gelir. Burada mitsel

olan ve yukarıda Cezayirli asker örneğinde tartışılan anlam, metnin yananlamıdır. Barthes’ın “Mitler”

çalışmasında, yananlam ideolojiye ve mitsel olana eşittir. Barthes’ın buradaki ideoloji anlayışı, hakim

burjuva değerlerini meşrulaştıran, mitsel işleyiştir ve Marks’ın yanlış bilinç kavramına eşdeğerdir. Marks

“Alman İdeolojisi” isimli eserinde emekçi kitlelerin (o dönem için işçi sınıfının), burjuva sınıfının

(sermayeye sahip olan sınıf) değerlerini sahiplenmesini ve içselleştirmesini “yanlış bilinç” olarak

tanımlamıştır.

Page 142: Iletisim kuramlari

138

“Burjuvazi kendi temel statüsüne sahip olmayan ve hayalin dışında da bu statüyü yaşayamayacak olan tüm insanlığı sürekli olarak kendi ideolojisinin içine çeker, bunun insanlık için maliyeti bilincin fakirleşmesi ve donuklaşmasıdır. Burjuvazi temsil etme biçimlerini, küçük burjuva imgelerinin bütün kurumlarına yayarak, toplumsal sınıflar arasındaki hayali eşitliği onaylar (Barthes, 1973).”

Barthes bir diğer örneği yine Fransa’da popüler olan Elle ve Express dergilerinden verir. Elle geniş halk kitlelerine, Express ise üst sınıfa hitap eden dergilerdir. Barthes’ın tespitine göre Elle dergisinde geniş halk kitleleri için ulaşılması çok güç olan, altın renkli keklik palazı ya da istakoz yemeği tarifi verilmektedir. Express dergisinde ise kolayca hayata geçirilebilecek Nice Salatası tarifi verilmektedir. Barthes burada geniş halk kitlelerine hitap eden Elle dergisinin büyülü, masalsı ve mitsel bir mutfak sunduğunu; burjuvalara hitap eden Express dergisinin ise gerçeği sunduğu tespitini yapar. Burada Elle dergisindeki altın renkli keklik palazının yananlamı; bunlara ulaşamayacak insanlara bir düş sunması, diğer bir deyişle, çağdaş bir mit yaratarak “altın renkli keklik palazına ulaşamayanlara”, kendilerini ulaşanlarla eşitmiş gibi hissetmelerini sağlayan bir ideolojik meşrulaştırmadır. Türkiye’de yerli dizilerde de yeni zenginlik göstergesi olan havuzlu lüks villaların sürekli olarak yer verilmesi gibi. Türkiye’deki yerli dizilerde de geniş halk kitlelere “asla ulaşamayacakları lüks yaşam tarzları” sunulmaktadır. Yine bu dizilerde zengin ve yoksul insanların, çatışma ve sınıf farkı olmaksızın bir arada yaşadıkları bir dünyanın temsili sunularak, mitsel ve ideolojik bir işlev yerine getirilmektedir. Bu dizilerin tamamına yakınında, dizi ilerledikçe yoksul olan insanlar da zenginleşerek, masal mutlu sonla bitirilmektedir.

Barthes’ın göstergebilimsel kavramlarına sinema, reklam ve haber metinlerinin analizinde başvurulmaktadır. Barthes’ın, Balzac’ın “Sarrazine” adlı öyküsünü incelediği “S/Z” (1970) isimli çalışmasında ise postyapısalcılığın izleri görülmektedir. Bu çalışmasında Barthes, her metnin okunmasını bir üretim etkinliği olarak görür ve okurcul metinler ve yazarsıl metinler ayrımını yapar. Okurcul metinler daha pasif alımlanan, metnin kodlayıcının niyeti doğrultusunda anlamlandırıdığı, görece kapalı metinlerdir. Yazarsıl metinler ise, okurun metni tekrardan yazdığı, kodlanan niyetin dışında da anlamlandırabildiği, metne katılabildiği açık metinlerdir. Barthes, Balzac’ın özgün metninden yola çıkarak Sarrazine öyküsünü yeniden yorumlamış ve tipik bir yazarsıl metin üretimi yapmıştır. Barthes S/Z çalışmasında, okurun metni yeniden oluşturarak okuması gündeme geldiği için, bu çalışmanın, izleyiciyi etken kabul eden postyapısalcılığın izlerini taşıdığı kabul gören bir tespittir.

Barthes’ın okurcul metin/yazarsıl metin kavramları iletişim çalışma- larını nasıl etkilemiştir?

Pierce Amerikan göstergebiliminin kurucusu kabul edilen felsefeci ve mantıkçı Charles Saunders Pierce de

göstergelerle ilgilenmiştir. Pierce gösterge kavramıyla birlikte, nesne ve yorumlayıcı kavramlarını

kullanmıştır. Peirce’ın göstergebiliminde, bir gösterge, bir dış gerçekliğe, nesneye göndermede bulunur

ve yorumlayıcının zihninde bir etki yaratır. Diğer bir deyişle yorumlayıcı, gösterge ile nesne arasındaki

ilişkiyi üreten zihinsel bir süreç yaşar. Örneğin kütüphane göstergesinin, herhangi bir yorumlayıcısı için

anlamı, bu göstergenin işaret ettiği nesneye (raflardan ve kitaplardan oluşan mekan) ilişkin deneyiminin

bir sonucu olacaktır. Dolayısıyla göstergeye yüklenen anlam, yorumlayıcının deneyimine paralel olarak

belli sınırlar içinde değişebilir. Yine bir örnekle açıklamak gerekirse, örneğin öğrenciyken benim için

kütüphane daha çok sınavlara hazırlandığım bir yerdi ve kasvetli bir anlam taşıyordu. Oysa akademisyen

olduktan sonra kütüphanenin benim için anlamı; yeni makaleler, yeni kitaplar ve eski gazete ve dergileri

taradığım, heyecan ve zevk verici bir mekan haline geldi. Kütüphane göstergesiyle yaşadığım mekan

(nesne) deneyimlerime göre, bir yorumlayıcı olarak oluşturduğum anlam sınırlı olarak değişti. Sınırlı

olmasının nedeni şudur: Kütüphane göstergesi geçmişte de şimdiki deneyimimde de, bol raf ve kitap

anlamını taşımaktadır.

Pierce düşüncesinde göstergeden daha çok, bu anlam oluşumu üstüne yoğunlaşılmıştır. Peirce’deki yorumlayıcı kavramı ile Peirce’den çok sonraları ortaya çıkan kodaçma kavramı arasında paralellik vardır. Peirce’in göstergebiliminin diğer bir özelliği de, göstergelerin üç çeşide ayrılmasıdır: Görüntüsel gösterge (ikon), belirtisel gösterge (indeks) ve simge.

Görüntüsel göstergenin (ikon) en temel özelliği, işaret ettiği nesnesiyle benzerlik taşımasıdır.

Örneğin herhangi birinin fotoğrafı görüntüsel göstergesidir, çünkü kişinin kendisine benzer. Bir ülkenin

Page 143: Iletisim kuramlari

139

haritası da görüntüsel göstergedir, çünkü o ülkenin gerçek coğrafi konumunu temsil eder. Tuvalet

kapılarına konan kadın ve erkek figürleri, kadın ve erkeği işaret ettiği için görüntüsel göstergelerdir.

Beethoven’ın “Pastoral Senfonisi” doğal seslerin müzikteki görüntüsel göstergeleri olarak kabul edilir.

Yine yoga ve meditasyon merkezlerinde, gerçek doğa seslerine benzer müziklerle terapiler yapılmaktadır.

Bu müzikler de doğadaki seslerin görüntüsel göstergeleridir.

Belirtisel göstergede (indeks), göstergenin nesnesiyle doğrudan varoluşsal ve neden-sonuç ilişkisine

dayalı bağlantısı vardır. Örneğin duman ateşin, hapşırma refleksi de soğuk algınlığının belirtisel

göstergelerinden birisidir.

Simge’de ise, gösterge ve nesne arasında ne bağlantı ne de benzerlik vardır. Simgenin anlaşılmasını

sağlayan tek neden, simgenin yerine geçtiği nesne ya da canlıyı nitelemesi konusunda, toplumların

üstünde anlaşmış olmalarıdır. En çok bilinen simge, sözcüklerdir. Kullandığımız tüm sözcükler belli bir

anlaşmaya dayalıdır. Pierce’deki anlaşma kavramı ile Saussure’ün uzlaşma kavramı arasında benzerlik

vardır. Rakamlar da çok bilinen simgelerdendir. Beyaz güvercin ve zeytin dalı da evrensel ve çok bilinen

simgelerdendir ve bilindiği gibi barışı simgelerler. Zafer işareti, sıkılmış yumruk yine çok bilinen

simgeler arasındadır.

Peirce’ın göstergebiliminde bir gösterge her üç gruba da ait olabilir. Diğer bir deyişle, bir gösterge

hem görüntüsel gösterge, hem belirtisel gösterge, hem de simge olabilir. Örneğin hastane koridorlarında

asılı olan ve işaret parmağını dudaklarına doğru tutarak, hastanede sessiz olmamızı hatırlatan hemşire

fotoğrafını ele alalım. Bu fotoğraf, hastanede sessiz olunması gerektiği kuralının bir simgesidir. Bu

gösterge aynı zamanda görüntüsel bir göstergedir, çünkü hastanede sessiz olunması gerektiğini hatırlatan

bir hemşirenin fotoğrafıdır, onun benzeridir. Bu gösterge bir belirtisel göstergedir, çünkü bu fotoğraf,

hastanede olduğumuzu belirtmektedir. Diğer bir deyişle neden sonuç ilişkisi mevcuttur.

Peirce’e göre kaç çeşit gösterge vardır? Bunların temel özellikleri nelerdir?

Jakobson Yapısalcı dilbilimin önemli temsilcilerinden olan Roman Jakobson, Rus kökenli olup çok çeşitli dilbilim

çevrelerinde bulunmuş ve 1940’lardan sonra akademisyenliğe A.B.D.’de devam etmiştir. Göstergebilimin

en çok kullanılan (iletişim alanında da) analitik kavramları olan eğretileme (metafor) ve düzdeğişmece (metanomi), Jakobson’ın alana kazandırdığı kavramlardır. Eğretileme ve düzdeğişmece, günümüzde

sinema metinlerinden haber metinlerine; fotoğraf metinlerinden reklam metinlerine, tüm medya

ürünlerinin analizinde kullanılmaktadır.

Jakobson 1. Dünya Savaşı yıllarında, Moskova Üniversitesi’nde dilbilim, Slav dilleri, ve halkbilim

alanında öğrenim görmüştür. Bu yıllarda arkadaşlarıyla birlikte “Moskova Dilbilim Çevresi”ni

kurmuştur. Bu dilbilim çevresi etkinliklerini yazınsal inceleme, lehçebilim, halkbilim ve dilbilimsel

coğrafya konusunda araştırmalar yapmıştır. Jakobson 1920 yılında gittiği Çekoslavakya’da “Prag

Dilbilim Çevresi” nin kurucuları arasında yer almış ve 1938 yılına kadar bu çevrenin çalışmalarını

yönetmiştir. Prag Dilbilim Çevresi’nin çalışmalarının odak noktası da dilbilim ve yeni yapısal yöntemler

olmuştur. Birkaç yıl çalıştığı İskandinav ülkelerinden ise 1941 yılında ayrılarak A.B.D.’ye geçmiş ve

orada Levi-Strauss ile olan çalışmaları başlamıştır. 1967 yılına kadar A.B.D.’nin en saygın okullarında

(Colombia, Harvard, MIT gibi) akademisyenlik yapan Jakobson, emekli olduğundan ölümüne kadar da

çeşitli ülkelerde konferanslar vermiştir. Jakobson’un dört dilde yazdığı eserleri (Rusça, İngilizce,

Almanca, Fransızca), çeşitli dillere çevrilmiştir.

Jakobson A.B.D.’de yaptığı araştırmalarda sesbilim kuramını geliştirmiş ve çocukların dil

bozuklukları üstüne çalışmıştır. Amerikan dilbiliminin uzun süre dışladığı anlam sorunlarına yönelmiş ve

dilde parça ve bütün ilişkilerini irdelemiştir. Yine dil ile gösterge sistemleri ve dilbilim ile diğer bilim

dalları arasındaki ilişkiler üstüne kafa yormuştur. Jakobson’un dilbilimin çok farklı alanlarında yazdığı makalelerinin dışında, A.B.D.’de yazdığı eserleri ortak çalışmalardır: “Söz İncelemesine Giriş”

Page 144: Iletisim kuramlari

140

(Preliminaries to Speech Analysis, 1952; G. Fant ve M. Halle ile birlikte); “Dilin Temelleri”

(Fundamentials of Language, 1956; M. Halle ile birlikte); “Dilin Ses Biçimi” (The Sound Shape of

Language, 1979; L. Waugh ile birlikte). Bilimsel ve sanatsal bakış açılarını kaynaştırdığı ve dört dilde

yazdığı tüm eserlerini orijinal dilleriyle, “Seçme Yazılar” (Selected Writings) başlığı altında, her biri 800

sayfalık yedi büyük ciltte toplamıştır.

Jakobson iletişim sürecini öne çıkaran, doğrusal iletişim modeline karşı bir modelleme geliştirmiştir. Jakobson, “gönderen-ileti-alıcı” şeklindeki doğrusal modele, göstergebilimsel kavramlar eklemiştir. Jakobson’un doğrusal iletişim modeline eklediği kavramlar; bağlam, temas ve kod’dur.

Gönderen

Bağlam İleti Temas Kod

Alıcı

Şekil 6.1: İletişimin Oluşturucu Unsurları

Kaynak: Fiske, 1996

Bağlam, iletinin nitelendirdiği, diğer bir deyişle gösterdiği, işaret ettiği şeydir. Jakobson’ göre bir ileti,

kendisinden başka bir şeyi nitelemelidir. Temas, gönderen ve alıcı arasındaki fiziksel ve psikolojik

bağlantılardır. Kod, ise iletinin içinde anlam kazandığı ortak anlam sistemidir. Jakobson, iletişimin

oluşturucu etmenlerinden oluşan bu modelini, iletişim işlevlerini ekleyerek geliştirir.

Duygulandırıcı işlev

Göndergesel işlev Şiirsel işlev İlişki amaçlı işlev Üstdilsel işlev

Çağrı işlevi

Şekil 6.2: İletişimin İşlevleri

Kaynak: Fiske, 1996

Şekil 6.1’deki oluşturucu unsurların her biri dilin farklı bir işlevini belirler ve her iletişim eyleminde

işlevlerin hiyerarşisi bulunur. Duygulandırıcı işlev, iletinin gönderenle ilişkisini betimler. Gönderenin

duyguları, tutumları, statüsü ve sınıfı bu işlev tarafından açığa çıkartılır. Tüm bu öğeler, iletinin

gönderene ait olmasını sağlar. Duygulandırıcı işlev, aşk mektubu ya da kalabalığa hitap gibi iletişim

edimlerinde, bir gazete haberine göre daha üst konumdadır. Sürecin diğer ucunda çağrı işlevi vardır. Bu

işlev iletinin alıcı üzerindeki etkisini nitelemektedir. Komut verirken ya da propaganda yaparken, işlevler

hiyerarşisi açısından bu işlev daha üst konumdadır. Göndergesel işlev, iletişimin gerçekliği yansıtması ile

ilgili işlevdir. İlişki amaçlı işlev, gönderen ve alıcı arasındaki ilişkinin sürdürülebilir olmasıdır ve

gönderen ve alıcı arasındaki fiziksel ve psikolojik temas etmeye yöneliktir. Gönderen ve alıcı arasındaki

ilişkinin sürdürülebilir olması, iletilerin tekrar edilmesiyle sağlanır. Üstdilsel işlev, iletişim sürecinde

kullanılan kodun tanımlanmasını sağlar. Fiske (1996), üstdilsel işlevle ilgili şöyle bir pop sanatı örneği verir: Eski bir gazete parçası içinde atılan boş bir sigara paketi çöptür. Ancak eğer paket gazeteye

yapıştırılıp, çerçevelenip, bir sanat galerisinin duvarına asılmışsa (pop art), bir sanat yapıtı haline gelir.

Diğer bir deyişle çerçeve “bu sigara paketini güzel sanatlar koduyla yorumlayın” demenin üstdilsel

işlevini yerine getirir. Şiirsel işlev de iletiyle ilgilidir. Bu işlev, estetik iletişimde hiyerarşinin en üstünde

yer alır. Jakobson, siyasal sloganların bile şiirsel işlevi yüksek, kulağa hoş gelen bir şekilde

kodlandığında kalıcı olduğunu söylemektedir.

Jakobson’un dilbilimsel çalışmalarında alana kattığı ve göstergebilimsel analizlerde, özellikle de

görsel imajların analizlerinde yoğun olarak kullanılan analitik araçlar, eğretileme (metafor) ve

düzdeğişmece (metanomi)’dir. Jakobson şiirin tarzının eğretileme, gerçekçi romanın tarzının ise

düzdeğişmece olduğunu savunur. Jakobson’a göre eğretileme, imgesel ya da gerçeküstü etki yaratırken

düzdeğişmece gerçeklik etkisi yaratmak üzere kullanılır.

Page 145: Iletisim kuramlari

141

Eğretileme (metafor); bir olguyu, bir olayı, bir nesneyi yine başka bir olay, olgu ve nesneyle

açıklamaktır. Örneğin, “Gemi su içinde hareket etti” ifadesi yerine; “Gemi suyu yarıp geçti”, “Gemi suyu

kesip geçti”, “Gemi suyu ayırıp geçti” ifadelerini kullandığımızda eğretileme yapıyoruz. İletişim

dünyasında görsel dili eğretilemesel olarak en çok reklamcılar kullanmaktadır. Reklam metinlerinde bir

olay ya da nesne, sıklıkla bir ürünün eğretilemesi olarak kullanılmaktadır. Banka reklamlarında kullanılan

bir dürbün, bankanın “uzak görüşlülüğünün” eğretilemesi; bir izci çocuk bankanın “dürüstlüğünün”

eğretilemesi; sıkılmış bir yumruk bankanın “gücünün” eğretilemesi olabilmektedir. Türkçe atasözlerinde

de eğretilemelere çok sık rastlanabilmektedir: “Damlaya damlaya göl olur” atasözündeki göl, maddi bir

birikimin eğretilemesi; “Cep delik cepken delik” atasözündeki cep ve cepkenin delik olması ifadesi de

maddi yokluğun eğretilemesidir.

Reklam metinlerindeki eğretileme ve düzdeğişmece örneklerini gör- mek için şu kitaba başvurulabilir: Dağtaş, Banu (2003). Reklamı Okumak, Ankara: Ütopya Yayınevi.

Düzdeğişmece (metanomi) ise, bir parçanın bütünü temsil etmesidir. Jakobson’a göre gerçeklik

temsilleri her zaman için düzdeğişmece kullanılmasını gerektirmektedir. Bizler dili kullanırken, her

zaman gerçekliğin bir parçasını bütünü temsil etmesi için seçeriz. Bu nedenle de düzdeğişmeceler güçlü

göstergelerdir. Örneğin Türkiye’de majör televizyon kanallarının ana yayın kuşağında yayınlanan yerli

dizilerde, son on yıldır “havuzlu süper lüks villalar” konut mekanı olarak seçilmektedir. Havuzlu süper

lüks villalar, Türkiye’de “yeni zenginliğin” düzdeğişmecesidir. Diğer bir deyişle, yeni zenginliği temsil

eder. Barthes’ın meşhur örneği, Paris Match dergisinin kapağındaki siyahi asker, Cezayir kökenli Fransız

vatandaşlarının düzdeğişmecesidir. Düzdeğişmeceler, Peirce’ın belirtisel göstergelerine benzerler: temsil

ettiği gerçekliğe benzerler.

Fiske’ye göre (1996) mitler, düzdeğişmeceli olarak işlerler. Çünkü bir gösterge, miti oluşturan

kavramlar zincirinin geri kalanını inşa etmemiz için bizi uyarır. Tıpkı bir düzdeğişmeceli göstergenin,

parçası olduğu bütünü inşa etmemiz için bizi uyarması gibi. Bu bağlamda Fiske, haber görsellerinin de

düzdeğişmeceler dikkate alınarak okunmasını önerir. Çünkü haber görselleri de gerçekliğin bir parçasını

sunarlar ve biz sunulan parça ile bütüne ulaşırız. Haberlerle ilgili yazılı ve görsel metinler öncelikle

hakim haber değerleri açısından inşa edilirler: haberin seçkin kişilerle ilgili olması, olumsuz olması,

güncel olması ve şaşırtıcı olması gibi. Haber metinlerinin ikinci ölçüt dizgesi; kültürel değerler,

ideolojiler ve mitlerdir. Bu dizgede seçilen parçalar (temsiller), tercih edilmiş bir gerçekliğin parçalarıdır

(düzdeğişmeceleridir).

Mitler ve düzdeğişmeceler arasında nasıl bir ilişki vardır?

POSTYAPISALCILIK VE MEDYA METİNLERİ Anlamın metnin kendisinde oluştuğunu savunan yapısalcı dilbilimden farklı olarak, anlamın özne-metin

ilişkisi ile kurulabileceğini savunan postyapısalcı dilbilim çalışmaları, “etken izleyici” kavramının

oluşması için bir temel hazırlamıştır. Barthes’ın S/Z çalışması, “okurcul metinler” ve “yazarsıl metinler”

ayrımıyla bu yoldaki diğer bir kilometre taşıdır. İletişim çalışmalarında etken izleyici yaklaşımıyla çalışan

önemli isimler; kültürel çalışmalardan Hall, Morley, Fiske ve Ang ve Radway gibi bazı feminist

araştırmacılardır.

İzleyicinin yorumlayıcı etkinliğine yönelik olan postyapısalcı yaklaşımlarda, genellikle Frankfurt

Okulu’nun medya izleyicisini kültür endüstrilerinin ‘pasif kurbanları’ olarak gören kültürel

kötümserliğine yönelik güçlü bir eleştiri vardır. Yine medya metinlerini postyapısalcı yaklaşımla

inceleyen çalışmaların, “medyanın izleyiciye ne yaptığını” sorgulayan etki çalışmalarından farklı olarak,

“izleyicinin medyayla ne yaptığını” sorgulayan kullanımlar ve doyumlar yaklaşımından ilham aldıkları

söylenebilir.

Page 146: Iletisim kuramlari

142

Hall ve Çoklu Okuma “Etken izleyici” ve “çoklu okuma” kavramları iletişim alanında, “Kültürel Çalışmalar” yaklaşımının ortaya attığı kavramlardır. Özellikle çoklu okuma kavramı Kültürel Çalışmalar’ın yaşayan en önemli temsilcisi Stuart Hall’a aittir. Etken izleyici ve çoklu okuma kavramları medya metinlerinin tüketimiyle ilgilidir. Kültürel Çalışmalar başlangıçta “İngiliz Kültürel Çalışmaları”, olarak Birmingham Çağdaş Kültürel Çalışmalar Merkezi’yle birlikte tanınmıştır.

Stuart Hall ilk kez 1980’de yayınlanan “Kodlama Kodaçma” (Encoding Decoding) isimli makalesinde, iletişimde daha çok anadamar ilk çalışmalarda öne sürülen, iletişimin gönderenden alıcıya doğru olan doğrusal boyutuna yeni yorum getirmiştir. Hall bu çalışmasında iletişim sürecinin döngüsel (dairesel) olup, gönderenden alıcıya olduğu kadar, alıcıdan da gönderene doğru olduğunu ortaya koymuştur. Yine “Kodlama Kodaçma” makalesinde Hall, anlamın gönderen tarafından kodlandığı biçimde açılabileceği gibi, kodlandığından daha farklı anlam oluşumlarıyla açılabileceğini öne sürmüştür. Hall, çoklu okuma üst başlığında kavramsallaştırdığı üç çeşit okuma şeklinin varlığından söz eder: Hakim okuma, tartışmalı okuma ve karşıt okuma.

Hakim okuma, medya metinlerinin izleyici tarafından metinleri üretenlerin kodladığı niyetle kod açımını yapmasıdır. Tartışmalı okuma, kodlanan niyetlerin bir kısmının kodlandığı niyetle, bir kısmının ise tartışmalı olarak okunmasıdır. Karşıt okumada ise, metni üretenlerin kodladıkları niyetlerin karşıt bir bakış açısıyla kod açımı yapılır. Etken izleyici ise, medya metinleri üstünde tartışmalı ve karşıt okuma yapabilen ve kendi anlamını üretebilen izleyicidir. Zaten Hall düşüncesinde anlam üretimi bir göstergeler ve mücadele alanıdır. Anlamlar izleyiciye verilmez, anlamı izleyici kendisi üretir.

Hall medya iletilerinin güç/iktidar sahiplerince kodlanması ve karşıt olarak kodlanmasının ideolojik önemi üzerinde durur. Bu bağlamda medya profesyonellerini, güç/iktidar sahiplerinin (birincil tanımlayıcılar) tanımlarına başvuran ikincil tanımlayıcılar olarak kavramsallaştır. Hall’a göre medya hakim toplumsal güç/iktidarı ve eşitsiz ilişkileri yeniden üreten bir kurumdur. Hall’un medyayı böyle tanımlaması neo-marksist düşünür Louis Althusser’in düşüncelerine dayanmaktadır.

Althusser medyayı kapitalizmin yeniden üretimini sağlayan ideolojik bir kurum olarak görür. Ancak Hall’un medya analizi aynı zamanda Gramsci’nin hegemonya/karşı- hegemonya, rıza ve direnç kavramlarına dayanır. Gramsci kapitalizmin 20. yüzyıldaki gücünü zora dayalı bir sistem olmaktan ziyade toplumun rızasını sağlayan bir hakim ideoloji üreterek (hakim hegemonyayı inşa ederek), kendini yeniden ürettiğini öne sürmüştür. Ancak Avrupalı bir sosyalist olarak kapitalizmin kendini hakim bir hegemonya olarak kurmasına karşın, sosyalist mücadelenin karşı hegemonya üretmesi gerektiğini savunmuştur. Gramsci’nin sınıf merkezli yaptığı hegemonya/karşı-hegemonya kavramsallaştırması, Kültürel Çalışmalar ve Hall tarafından sınıf, etnisite, toplumsal cinsiyet, ırk gibi eşitsiz güç ilişkilerini içerecek şekilde genişletilmiştir. Medya ve kültür endüstrileri hakim hegemonyanın kurulmasında ve karşı-hegemonyanın inşasında çok önemli kurumlardır.

Hall’un tartışmalı ve karşıt okuma yapabilen etken izleyici kavramları, karşı-hegemonya ve iktidara karşı gösterilebilecek direnç kavramlarından hareketle oluşturulmuştur. Hall’a göre toplumun hakim değerlerinden hareketle kodlanan metinlerin, toplumun çoğunluğu tarafından hakim okumayla, yani kodlayıcıların niyetleri doğrultusunda okuyacağını fakat bu alanın hegemonya ve karşı-hegemonyanın ve dolayısıyla mücadelenin alanıdır. Hall’un kavramsallaştırdığı bu okuma biçimleri izleyicinin etken okumalarıdır. Hall’un medya metinlerinin çoklu okunması kavramı, izleyici merkezli odak grup ve etnografik çalışmalar için de bir başlangıç noktası olmuştur.

Morley ve Etken İzleyici David Morley’in etken izleyici yaklaşımı Stuart Hall’un “kodlama-kodaçma” çalışmasına dayanır. Morley özellikle televizyon izleyicisinin yorumlama kapasitesi ve yorumlama bağlamlarına yoğunlaşmıştır. Morley’e göre izleyici kendi aralarında farklılığı olmayan bireylerden oluşan bir homojen kitle değil, herbiri kendine özgü tarihsel ve kültürel geleneği olan, birbirine geçmiş pek çok alt kültür gruplarının toplamıdır.

Page 147: Iletisim kuramlari

143

Morley’in çalışmalarıyla birlikte, iletişim çalışmalarında etnografik yöntem, katılımlı gözlem ve

derinlemesine görüşme teknikleri kullanılmaya başlanmıştır. Etnografik yöntem ve katılımcı gözlem

tekniği ile izleyicinin ortamı (medya ürünlerini tükettiği) ve ortamdaki diğer insanlarla etkileşimi

gündeme gelmiştir. Diğer yandan Morley’in izleyici araştırmaları, medya metinlerinin sadece tüketim

aşamasına yoğunlaşıp, bu tüketimin üretimle ilişkisini kurmadığı için eleştirilmiştir.

Morley’in ses getiren ilk çalışması “Nationwide” (1980)’dır. Bu çalışmada Morley, güncel olaylarla

ilgili popüler bir televizyon programı olan Nationwide üstüne çalışmıştır. Morley önce bu programın

içerik analizi yapmıştır. Morley’in yaptığı içerik analizinin sonucuna göre, program ulusal birlik mesajları

vermektedir ve sınıf çelişkilerinin üstünü örten bir söyleme sahiptir. Ardından Morley farklı eğitim, yaş, cinsiyet ve meslek gruplarına dahil 29 odak grup oluşturmuştur. Bu gruplar arasında hakim okuma

yapanlar; orta sınıf banka ve yayıncılık yöneticileri ve işçi sınıfından lise öğrencileri ve çıraklardır.

Tartışmalı okuma yapanlar; orta sınıf öğretmen okulu öğrencileri, sanat eğitimi öğrencileri, fotoğraf

eğitimi öğrencileri ve işçi sınıfından sendika çalışanlarıdır. Karşıt okuma yapanlar; işçi sınıfından siyahi

öğrenciler ve mağazalarda çalışan sendika temsilcileridir. Morley bu çalışmasında işçi sınıfı okumalarının

hakim, tartışmalı ve karşıt olabileceğini bulgulamıştır. Diğer bir deyişle, sınıf çelişkilerinin üstünü örten

bir içeriğe sahip olan Nationwide televizyon programı, işçi sınıfına ait olan grupların tümü tarafından

karşıt ve tartışmalı okunmamıştır. Morley’e göre tartışmalı ve karşıt okuma yapan sendika üyelerinin

Nationwide televizyon programını okuması, sendikanın söylemine paraleldir ve bu okumalar sınıf

konumlarıyla açıklanamaz.

Morley’in “Aile Televizyonu: Kültürel Güç ve Eviçi Boş Zaman” (Family Television: Cultural Power

and Domestic Leissure) (1986) çalışması, “Nationwide” çalışmasından daha gelişkin bulunmaktadır.

Morley “Aile Televizyonu” çalışmasında seçtiği gruplarla evlerde etnografik yöntemle görüşmeler

yapmıştır. Morley bu çalışmasında şöyle bir hipotez kurmuştur: “Nationwide çalışmasında tartışmalı ve

karşıt okuma yapan sendika üyelerinin muhalifliği, daha ailevi bir ortamda yoğunluğunu kaybedecektir”.

“Aile Televizyonu” çalışması 1985 yılında İngiltere’de, işsiz, işçi sınıfı ve orta sınıf 18 beyaz aile ile

gerçekleştirilmiştir. Bu çalışmada Morley, televizyon izleme etkinliği ile toplumsal cinsiyet arasında bir

ilişki saptar. Erkekler televizyonu daha kendilerini vererek izlemekte; ancak kadınlar ev içi

sorumluluklarından dolayı dağınık duygular ve suçluluk hisleriyle izlemektedir. Diğer bir deyişle kadınlar

televizyon izlediklerinde, ev işlerini ertelemekten ya da yapmamaktan dolayı suçluluk hissetmekteler.

Morley bu nedenle kadınların ev işi yaparken televizyon seyretmeyi tercih ettiklerini saptamıştır. Morley’in diğer bir bulgusu ise, görüşülen ailelerin çoğunda evin yetişkin erkeklerinin, diğer aile

bireylerinin televizyon izleme pratikleri üzerinde denetim sahibi olmasıdır.

Morley, Nationwide ve Aile Televizyonu çalışmalarıyla, iletişim ala- nında ne tür veri toplama tekniklerinin ve yöntemlerinin gelişmesine katkıda bulun- muştur?

Fiske ve Etken İzleyici Morley’in çalışmalarından etkilenen John Fiske’nin önde gelen çalışmaları “Televizyon Kültürü”

(Television Culture) (1987), “Popüler Kültürü Okumak” (Reading the Popular) (1989) ve “İktidar

Oyunları ve İktidarın İşleyişi” (Power Plays Power Works) (1993)’dir. Fiske’nin çalışmaları izleyicinin

medya metinleri karşısında “etken” olduğu varsayımına dayanır. Fiske düşüncesinde anlamın inşa

edilmesinde ne metin ne de izleyici öncelikli bir öneme sahiptir. Fiske’ye göre “bir medya metni

okunduğu anda bir metin olur”.

Fiske’nin metin-izleyici ilişkisiyle ilgili geliştirdiği kavramların bazıları televizyon metinleri ile

ilgilidir. Bu kavramlardan bir tanesi açık metin/kapalı metin ikiliğidir. Açık metin izleyicinin farklı

anlamlandırma ve müzakerelere açık olması, kapalı metin ise potansiyel anlamların hakim okuma lehine

kapanmasıdır. Fiske’ye göre televizyon yayınları sadece bir program değil, aynı zamanda

göstergebilimsel bir deneyimdir.

Page 148: Iletisim kuramlari

144

Fiske’nin diğer bir kavramı Barthes’ın yazarsıl ve okurcul metin ayrımından geliştirdiği, yapımcıl metin (producerly text) kavramıdır. Fiske’ye göre televizyon programları açık metinlerdir ve çok anlamlıdır. Yapımcıl metin, izleyicinin televizyon metinlerinden ürettiği anlamları işaret eder.

Fiske’nin metin-izleyici ilişkisi üstüne kullandığı diğer bir kavram da, “Hall ve Çoklu Okuma” bölümünde değinilen dilbilimci Kristeva’nın metinlerarasılık (intertextuality) kavramıdır. Metinlerarasılık metnin hem yazılırken hem de okunurken, anlamın diğer metinlere başvurularak biçimlendirilmesidir. Metni yazan kişi başka metinlerden alıntı yaparken, metni okuyan izleyici de metni anlamdırırken başka başka metinlere başvurur. Böylelikle bir metin kendi başına bir anlam taşımaktan ziyade, diğer metinlerle olan ilişkileriyle anlam kazanır.

Metinlerarasılık yatay ve dikey olarak kavramsallaştırılmaktadır. Yatay metinlerarasılık, aynı tür metinler (örneğin televizyon dizileri gibi) arasında cinsiyet, karakter ve içerik olarak birbirine göndermede bulunulmasıdır. Dikey metinlerarasılık ise, anlam oluşumunda farklı türden metinlerle kurulan ilişkidir. Örneğin televizyon dizisi ile gazete yazısı ya da bir sinema filmi arasında kurulan ilişki gibi.

Medya metinlerinin izleyici tarafından okunması ve metinlerarasılık kavramıyla ilgili şöyle örnekler verilebilir: Bir reklam filminin tanınmış bir filme, örneğin Baba filmine göndermede bulunulması. Örneğin bir reklam filminde 68 kuşağına gönderme yapılması. Böyle yapıldığında reklamı yapılan ürünün imajı, ancak 68 kuşağının imajıyla birlikte ancak okunabilir.

Yine bir sinema filminde edebi metinlere ya da daha önce çekilmiş başka filmlere göndermede bulunabilir. Örneğin bir filmde Goethe’nin Faust ya da Shakespeare’in Romeo ve Juliet eserine gönderme yapılabilir. İzleyici bu filmi izlerken bu göndermenin farkına varır ve göndermede bulunulan eserin de anlamını bilirse, yapacağı okuma daha farklı olacaktır. İzleyici burada Romeo ve Juliet eserine yapılan göndermeyle ilgili, bu filmin senaristi ya da yönetmeni ile aynı anlamı paylaşmak zorunda değildir. Filmin senaristi bu esere gönderme yaparken bir anlam oluşturur. Ancak izleyici filmi izlerken aynı esere göndermede bulunarak kendi anlamını inşa ederken, senaristle aynı anlamı oluşturabilir de oluşturmayabilir de. Çünkü metinler aynı referans noktalarından hareket edilse de farklı farklı anlamlandırılabilir.

Fiske düşüncesinde izleyici tarafından anlam oluşturulması, aynı zamanda medya metinleri ya da popüler metinler karşısında bir direnme olasılığıdır. Fiske özellikle popüler kültür metinlerinin tartışmalı ve karşıt okumasının, hakim kültüre karşı bir direnme oluşturacağını ileri sürmektedir. Fiske popüler kültür ürünlerinin çoklu okunmasıyla, hakim kültüre karşı direnç oluşacağı tezini “İktidar Oyunları İktidarın İşleyişi” (1993) çalışmasında ortaya koymuştur. Morley’de izleyicilerin medya metinlerini çoklu okuyarak etken olması, güç/iktidar anlamına gelmezken, Fiske bu konuda çok iyimserdir ve en çok bu iyimser tavrı eleştirilmiştir. Fiske bu iyimserliğini De Certeau’nun “gerilla taktikleri” kavramına dayandırmaktadır.

De Certeau’ya göre egemenlere karşı gündelik hayatta işletilebilecek bazı gerilla taktikleri vardır. Örneğin işyerinde çalışırken iş zamanı içinde aşk mektubu yazmak için zaman ayırmak gibi. Burada zayıf güçlünün alanını işgal etmekte ve araçsal bir zamanı aşk mektubu yazarak yaratıcı bir zamana dönüştürmektedir. Fiske, De Certeau’dan hareketle, güçlünün egemenliğindeki kültür endüstrilerinden çıkan ürünlerin, zayıf tarafından işgal edilip, dönüştürülebileceğini savunmaktadır. Fiske popüler kültür ürünleriyle ilgili o çok bilinen “kot yırtma” etkinliğini örnek olarak verir: Fiske’nin düşüncesinde yırtık kot giyme egemen Amerikan değerleri karşısında bir direniştir.

Fiske ve De Certeau’ya göre medeniyetin temel çelişkilerinden birisi, sistemin ürettiği enformasyon oranı arttıkça, iktidarların bu enformasyonun nasıl tüketildiği ve yorumlandığı konusunu denetleyememeleridir. Buradan hareketle Fiske’ye göre popüler kültür, zayıf olanın simgesel taktikleri ile gerçekleşen açık, akışkan ve değişken bir kültürdür. Diğer bir deyişle de medya metinlerinin içinde ağırlıklı olarak yer aldığı popüler kültür metinleri bir mücadele alanıdır. Buradan hareketle popüler kültür metinleri hem hakim güç/iktidarın kurulabileceği metinlerdir, hem de bağımlı konumdaki öznelerin hakim güç/iktidara karşı koyabileceği ve direneceği metinlerdir.

Page 149: Iletisim kuramlari

145

Fiske’nin bu görüşlerini örnekleyelim: Popüler kültür ikonu Madonna’nın yeni bir CD’sini satın aldığımız anda, o ürün kapitalist değerlerden sıyrılmış olur. Böyle yorumlandığında Madonna’nın müziği yalnızca kapitalist kültür endüstrileri tarafından üretilmiş standartlaşmış bir ürün değil, aynı zamanda gündelik hayatın kültürel bir kaynağıdır.

Fiske anlamın oluşumu için üç metinsellik düzeyinin irdelenmesi gerektiğini savunur ve üç metinsellik düzeyini popüler kültür ikonu Madonna örneği ile açıklar. İlk düzeyde bir medya olayı olarak Madonna’nın yeni çıkan bir albümüyle birlikte üretilen kültürel biçimler vardır. Bunlar Madonna’nın yeni albümüyle ilgili konserler, kitaplar, posterler ve kliplerdir. Bir sonraki düzeyde Madonna’nın yeni albümüyle ilgili çeşitli yorumlar sunan popüler dergi ve gazetelerde çıkan yazılar, televizyon ve radyoda yayınlanan pop müzik programlarında yapılan konuşmalar yer alır. Fiske’nin en dikkate değer bulduğu son metinsellik düzeyinde ise, Madonna’nın nasıl gündelik hayatımızın bir parçası haline geldiğinin analizi yer alır.

Fiske’nin gazete metinleri konusunda da düşünceleri vardır. Fiske’ye göre popüler basın, tıpkı Madonna örneğindeki popüler kültür metinleri gibi akışkan, değişken ve zayıf olanın taktiklerine açıktır. Popüler basın skandal haberleriyle okuyucuların katılımlarını teşvik ederek, onların yazarsıl bir metin üretmelerini sağlar. Fiske’ye göre daha ciddi bulunan fikir basını inanç üretirken, popüler basın katılım üretir (fikir basını tasarım olarak renksiz ve içerik olarak da hem haberleri arka planıyla verir hem de magazinel ve sansasyonel haberlerden uzak durur. Popüler basın ise tasarım olarak renklidir. İçerik olarak ise haberleri fikir basınına göre daha yüzeyseldir ve magazin ve sansasyonel haberlere daha fazla ağırlık verir). Fiske’ye göre popüler basın haber ile eğlence arasındaki karşıtlığı yıkar ve haber okumayı daha eğlenceli ve üretken bir etkinlik haline getirir. Böylece okuyucu/izleyici de daha etken hale gelmiş olur. Fiske’nin izleyicinin etkenliği ve hakim sisteme popüler kültürle direnme konusundaki iyimserliği tartışılan ve eleştirilen yönlerini oluşturmaktadır.

İletişim çalışmalarında “etken izleyici” kavramından ne anlıyorsunuz? Bu konuda çalışan önemli isimler kimlerdir?

Feminist İzleyici Çalışmaları Feminist izleyici çalışmalarının öne çıkan isimleri Ang’in (1985) “Dallas” dizisine ilişkin araştırması, Radway’in (1994) popüler aşk romanları üstüne yaptığı izleyici çalışması ve Hobson’un “Crossroads” (1980) çalışmasıdır.

Ang’in Amerikan dizisi Dallas’la ilgili çalışması “Dallas’ı İzlemek” (1985)’tir. Ang, Hollanda’da bir kadın dergisine ilan vererek, kendisinin diziyi izlemekten zevk aldığını ve diziyi izleyen diğer izleyicilerin görüşlerini kendisine iletmesini duyurur. Ang bu çalışmada temel olarak izleyicinin diziden aldığı hazzı yorumlar ve kendi aldığı hazla birlikte dizinin popülerliğini açıklamaya çalışır. Ang’e göre de bir metin (text) dünyayı yansıtmaz, onu üretir.

Ang’in Dallas’la ilgili temel bulgularından birisi, izleyicide katılım duygusu yaratmasıdır. İzleyicinin dizinin kahramanları J. R., Sue Ellen, Pamela ve Bobby’nin dünyalarına kapılması, “kavga, entrika, sorunlar, mutluluk ve ızdırap” gibi yaşam deneyimleriyle özdeşleşmesinin sonucudur. Bazı izleyiciler, Dallas’ın dünyasını duygusal açıdan gerçekçi buldukları için izlediklerini belirtmişlerdir.

Ang bu çalışma ile izleyicinin, bir Amerikan dizisinin Hollanda’da özellikle kadın izleyiciler tarafından neden beğenildiğini ve izlendiğini araştırırken, kültürel emperyalizm tezini de sorgulamış ve izleyicilerin medya metinleriyle kurdukları katılımcı ve anlam üreten okumalarını ortaya koymuştur. Ang’e göre diziyi kültürel emperyalizm (gelişmiş kapitalist devletlerin kendi kültürel ürünlerini, gelişmemiş ülkelere doğru yayması, hakim kılması anlamına gelen Markist yorum) açısından eleştirenler, izleyicilerin diziden aldıkları haz ile ve dolayısıyla da dizinin neden popüler olduğu sorusuyla ilgilenmemiştir.

Kültürel Çalışmalar’dan Hobson, hem metinler hem de izleyiciler üstüne yoğunlaşmıştır. Hobson, “Crossroads” (1982) isimli çalışmasında bir İngiliz dizisini incelemiştir. Hobson bu diziyle ilgili olarak

Page 150: Iletisim kuramlari

146

yaptığı metin analizlerine ek olarak, metnin üreticileri olan metin yazarı ve yapımcılarla ve metni tüketen izleyiciler ile derinlemesine görüşmeler yapmıştır. Hobson “Ev Kadınları ve Medya” (1980) isimli çalışmasında ise, ev kadınlarının medya kullanımıyla ilgili görüşmeler yapmıştır. Hobson yaptığı bu çalışmada, ev kadınlarının radyo ve televizyon metinlerini ev işi yaparken ve çocuklarıyla ilgilenirken tükettiklerini bulgulamıştır. Bu çalışmada Hobson ayrıca radyo metinlerini de incelemiş ve radyodaki diskjokeyin ev kadınları için “destekleyici bir arkadaş” gibi hissedildiğini ve radyo metinlerinin ev içi kadınlık rollerini pekiştirici bir içeriğe sahip olduğunu tespit etmiştir.

Radway de popüler aşk romanları metinlerini, kadın okuyucuların nasıl anlamlandırdığını araştırmış ve onlarla derinlemesine görüşmeler yapmıştır. Radway’in yaptığı derinlemesine görüşmelerden çıkardığı sonuç şöyledir: Kadın okuyucular romantik aşk romanlarını simgesel bir ‘kadın zaferi’ olarak yorumlamaktadır. Çünkü aşk romanlarının başlangıcındaki soğuk, mesafeli ve yalnız adamlar, romanların sonunda şefkatli, koruyucu ve ‘kadınsı’ hale gelmektedir. Zaten bu anlatıya sahip olmayan romanları kadın okuyucular yarım bırakmakta ya da arkadaşlarına tavsiye etmemektedir. Yine Radway’in yaptığı derinlemesine görüşmelerde; aşk romanı okuyan kadınların, kendilerini disiplin altına almaya çalışan ataerkil düzen içinde, bu romanlarda kendilerine duygusal destek bulduklarını belirttiği görülmektedir. Radway’in görüştüğü kadınlar, “aşk romanı okumayı” ataerkil düzen içinde tanımlanmış ev içi sorumluluklarına karşı bir tür ‘bağımsızlık’ olarak yorumlamışlardır.

BAUDRİLLARD VE GÖSTERGELER Fransız düşünür Jean Baudrillard postmodern olarak adlandırılan 1970 sonrası Batılı toplumlardaki değişimleri hipergerçeklik, simülasyon ve simülark gibi bazı metaforlarla açıklamaya çalışmıştır. “Sanayi ötesi toplum” olarak da adlandırılan postmodern dönem, Baudrillard için göstergeler çağıdır. Baudrillard 1970’li yıllarda hocası Roland Barthes’ın izinde tüketim toplumu, moda ve medya göstergeleri üstüne yoğunlaşmıştır. Bu döneme ait çalışmaları “Nesnelerin Sistemi” (1968) ve “Tüketim Toplumu” (1970)’dur. Bu çalışmalarda gündelik hayatın metalaşması konusu, göstergebilime dayalı olarak çalışılmıştır.

Baudrillard ve Postmodernizm

Baudrillard’ın 1980 sonrası çalışma konuları olan hipergerçeklik, simülasyon ve simülark kavramları, onu “postmodern düşünürler” arasına yerleştirmiştir. Postmodernizm kavramı, kültürel kuram alanında modernist sanat biçimleri ve pratiklerinden koptuğu iddia edilen bir dizi kültürel eseri tanımlayan mimari, edebiyat, resim, sinema vb. alanlarda yeni biçimleri işaret etmek için kullanılmaktadır. Ancak postmodernizm üzerinde uzlaşılmış bir kavram değildir.

Toplumsal kuram alanında da postmodernizm kavramı kullanılmaktadır. Toplumsal kuram alanında postmodernizm; Aydınlanma Felsefesi, pozivitizm ve Marksizmin evrensel değerlerine ve ilerleme anlayışına bir karşı çıkış olarak tanımlanmaktadır. Yani toplumsal kuramda postmodernizm, hem Aydınlanma Felsefesi’nin, hem de Marksist kuramın bütüncül ve evrensel yaklaşımlarını eleştirmektedir. Diğer yandan toplumsal kuramda postmodernizm, 20. yüzyılda araçsal aklın (sistemin amaçlarına hizmet eden akıl), eleştirel aklın (varolan sistemi ve değerlerini sorgulayan akıl) önüne geçtiğini ve atom bombası örneğinde olduğu gibi tahripkâr bir şekilde çalıştığını öne sürmektedir.

Postmodernizm kelimesindeki “post” ön eki, “sonra” anlamına gelmektedir. Bu bağlamda postmodernizm kavramı, “modernizm sonrası” anlamına gelmektedir. Bazı sosyal bilimciler ve sanatçılar, “modernizm sonrası” anlamına gelen postmodernizm kavramını kabul etmemekte; modernizmin sürdüğünü düşünmektedir. Postmodernizm kavramsallaştırmasına katılmayan araştırmacıların, bir kısmı kavramı post-modern (tire kullanarak) şeklinde kullanmaktadır.

Baudrillard’ın da ilgilendiği sosyal bilimlerle ilgili olarak postmodernizmin öngörüleri şöyledir:

Sosyal bilimler Batı’da hem hükümetlere ve iş çevrelerine projeler hazırlayıp, hem de bilginin

evrenselliğini savunarak ikiyüzlülük etmektedir. Batı merkezli sosyal bilimler iki ilkeye dayanmaktadır:

(1) Sosyal bilimler kanunlara sahip olmalıdır, (2) Sosyal bilim toplumsal gelişmeye ve ilerlemeye hizmet

etmelidir. Bu iki ilke, iki karşıt kamp olan pozitivizm ve Marksizm için de geçerlidir. Postmodernizm

insana ilişkin bilginin, genel yasalara bağlanmasına ve araçsallaşarak “sözde” toplumsal ilerleme için

Page 151: Iletisim kuramlari

147

hizmet vermesine karşı çıkar. Postmodernizm, pozitivizmin yasalara bağlanmış bilgi ile toplumsal

ilerlemenin gerçekleşmesi fikrine katılmamaktadır.

Aydınlanma Felsefesi Ortaçağ Avrupası’nda kilise kurumunun günlük hayatı dinsel kurallara göre belirlenmesine karşın, bireyin bu dünyadaki mutluluğunu ve aklını ön plana çıkaran düşünce sistemidir. Pozivitizm ise toplumların da doğa gibi yasaları olduğunu ve sistematik olarak çalışılmasını öne süren ve kapitalizmi bir sistem olarak onaylayan bilim felsefesidir. Marksizim de kapitalist sistemin emekçilerin ürettiği artık değere el koyan bir sömürü sistemi olduğunu öne süren bilim felsefesi ve ideolojinin adıdır.

Postmodernizm Marksizmi ise, fazla “ekonomik temelli” olmasından dolayı eleştirir. Postmodernizm,

Marksizmi toplum bilimi olarak ekonomik temelli sınıf çıkarlarından yola çıktığı için ve ırk, yaş, toplumsal cinsiyet, etnik köken ve hetereoseksüel olmayan cinsel kimlikler ayrımına dayanan toplumsal

ve politik dinamikleri yok saydığı için de eleştirmektedir.

Baudrillard’a göre de modernitenin sınıf ve sınıf çatışmasını öne çıkaran kuramları, postmodernite

çağında içe doğru patlayarak (implosion) anlamlarını yitirmektedir. Çünkü artık kitleler sınıf eylemliliği

içinde değil, “olağanüstü uyumluluk” (hyperconformity) aşamasında yaşamaktadırlar. Baudrillard’a göre

kitleleri böylesine uyumlu bir “sessiz çoğunluk” haline getiren temel motivasyon; medya devrimi sonucu

oluşan enformasyon ve göstergelerin aşırılığıdır. Postmodern çağda gerçeklik medya tarafından kodlanan

göstergeler aracılığı ile oluşturulur. Göstergeler aracılığı ile oluşturulan hipergerçekliktir.

Bazı yaklaşımlar postmodernizmi, özellikle kültürel bir hareket olarak görmektedir. Örneğin

reklamların son dönemde hedeflediği tüketicinin yaşam tarzı gibi unsurlar, postmodern süreçle de yakın

ilişki içinde değerlendirilmektedir. Tüketim sürecinde bireyin karşı karşıya olduğu her tüketim nesnesi,

aynı zamanda onun yaşam tarzında potansiyel olarak sembolik düzeyde bir etkileşim unsuru olarak

değerlendirilir. Bu anlamda tüketim kültürü postmodern bir kültür olarak da tanımlanmaktadır. Bu kültür

içerisinde tüketici bireyin sadece üzerine giydiği elbiseleri ile değil, oturduğu evi, bindiği otomobili,

mobilyaları ve bunları kullanımı ile birlikte ortaya çıkan farklılık kanısı söz konusudur. Bu farklılığa

anlam kazandıran ise sadece bireyin kendisi olmaktan ziyade, aynı zamanda içinde yaşamakta olduğu

tüketim toplumunun göstergesel karakteridir.

Postmodernizm hakkında ayrıntılı bilgi için şu kitaba başvurulabilir: Şaylan, Gencay (2002). Postmodernizm (2. Baskı), Ankara: İmge Yayınevi.

Göstergeler ve Tüketim Toplumu

Baudrillard, “Tüketim Toplumu” çalışmasında mal ve hizmetlerin değişim değerlerinin, bir “göstergeler hiyerarşisi” tarafından belirlendiğini savunur. Diğer bir deyişle, tüketim toplumunda mal ve hizmetler, simgesel değerleriyle alınıp satılırlar. Baudrillard’a göre mal ve hizmetlerin tüketilebilmesi için, gösterge haline gelmesi gerekir. Tüketim toplumunda ihtiyaç bir nesneye değil, nesneler arasındaki simgesel farklılıklara duyulur.

Baudrillard metaya, toplumsal değerlerin bir aracı ve kamusal söylemin bir modeli olarak yaklaşır. Buna göre nesnenin metaya dönüşümü; onun bir değişim değeri olarak ölçülebilen ve diğer değişim değerleri ile mübadele edilebilen bir nitelik göstermesinden çok, onun bir gösterge oluşundan kaynaklanmaktadır. Başka deyişle ona göre nesne, kendi varlığından dolayı değil, bir gösterge olduğu için meta özelliği göstermektedir. Baudrillard burada metanın ya da nesnelerin belirli gerçeklikleri gösterdikleri bir sistemden söz etmez. Tam tersine burada modern anlamda metaların aslında belirli bir gerçekliği “temsil etmesi” bile söz konusu değildir. Bir gösterge olarak meta, sürekli olarak toplumsal alanı tüketmektedir. Baudrillard, boş zamanın tüketim eylemi ve medya yoluyla manipüle edilmesi konusu üzerinde durur. Burada metaların klasik ekonomik değişim değerinin ötesinde, göstergesel değişim değeri ile dayattıkları ya da ikna yoluyla dolaylı toplumsal koşullanma yarattıkları, yeni bir düzen söz konusudur. Baudrillard bu konuda ilkel toplumlar örneğine kadar giderek, onlarda bile yöneten sınıfların sırf lüks ve israf yoluyla bile nesnelere belirli anlamlar yüklendiğini vurgulamaktadır.

Page 152: Iletisim kuramlari

148

Hipergerçeklik, Simülasyon ve Simülakra Baudrillard postmodern dönemdeki bireyin medya ile ve özellikle de televizyon ile kapsanmış yaşamını

ve bu yaşamın “gerçekliğini” sorgular. Postmodern dönemde birey artık o kadar yoğun bir şekilde medya

göstergeleri, taklitler ve temsil süreçleriyle çevrilmiştir ki, Baudrillard’a göre medya tarafından

oluşturulan bu kod düzeni bireyin yeni gerçekliğidir. Medya tarafından oluşturulan bu kod düzeninin adı

hipergerçekliktir. Bu kod düzeni içindeki göstergelerin bir göndergesi yoktur. Diğer bir deyişle,

Baudrillard’ın düşüncesinde medyanın kendi gerçekliği vardır, yani hipergerçeklik ve hipergerçekliğin

reel yaşamdaki gerçekliği temsil etmesi söz konusu olmamaktadır.

Türkçe’de “benzeşim” olarak da tanımlanan simülasyon, Baudrillard’da gösteren konumundaki

görüntünün, gösterilen konumundaki nesnel gerçeği yansıtma niteliklerinin kaybolması ile ilgilidir. Artık

bireyler gerçeğe bakarak modeli değil, kendilerine sunulan modele bakarak hipergerçekliği inşa

etmektedir. Örneğin her insan için özlemi duyulan ev, yuva mekanları, gerçeklikten hareketle

modellenmemekte; dergilerden, reklamlardan yani medya dünyasından alınan modellerle inşa

edilmektedir. Hipergerçeklik medya uzamında oluşturulmuş bir kurgudur, ancak birey tarafından gerçek

olarak yaşanmaktadır. Medya ya da televizyon tarafından kodlanan bu hipergerçeklik, insan ya da toplum

yaşamıyla ilgili olguların taklididir. Bu taklit, Baudrillard tarafından simülasyon olarak adlandırılır.

Burada reel yaşama dair gerçeğin simüle edilmesi söz konusudur. Bu simülasyonları bireyler “aşırılaşmış imajlar” olarak yaşarlar. İmajların ve enformasyonun çoğalması ile beraber kitleler “sessiz çoğunluk”

haline gelirler ve bu da Baudrillard’a göre “toplumsalın sonu”dur. Bireylerin reel yaşama dair

gerçekliklerinin, simülasyonlarla temsil edilen bir evrene dönüşmesini, Baudrillard simülakra olarak

adlandırır. Bu evrende artık birey gerçeklikten izole şekilde hapsolmuş şekilde yaşar. Bunu sağlayan,

bireye hipergerçeklik sunan medya ve özellikle televizyondur. Medyanın ve özellikle televizyonun

görevi, bireyin tepki göstermesini, karılaştığı sorulara cevap aramasını önlemektir.

Baudrillard’ın hipergerçeklik, simülasyon ve simülakra kavramları 1990 Körfez Savaşı örneği ile

daha iyi anlaşılmaktadır. Bilindiği gibi 1990 Körfez Savaşı tüm dünyaya, ABD kökenli CNN

International televizyon kanalı tarafından aşırı örtük bir şekilde ve bir video oyuna benzer bir temsille

sunulmuştu. Televizyonda savaş sürekli olarak karanlığı delen ışıklar ve teknoloji harikası bir oyun olarak

aktarılmıştı. Bu video oyun gibi sunulan savaş görüntüleri arasında ölen ya da yaralanan insanlar yoktu.

Oysa çok sonraları ortaya yanarak ölen insan fotoğrafları çıkmıştı. Savaş görsel bir imaj (simülasyon) olarak televizyondan evlerimize ulaştığı için, “çayımız, kahvemiz, kolamız ve cipsimiz eşliğinde

izlediğimiz bir “hipergerçeklik” haline gelmişti. Savaşın ‘gerçekliği’ bir simülakra ağı (video oyun

şeklindeki imajlar çokluğu) içinde bize ulaştığı için, bir hipergerçektir. Baudrillard’ın düşüncesini temsil

eden diğer olgular Disneyland ve Amerika’nın kendisidir. Baudrillard düşüncesinde Disneyland ve

Amerika, bir simülakralar ağından oluşan hipergerçekliktir. Baudrillard’ın kavramlarına haber

bağlamında bakılacak olduğunda, haber metinlerinde bir temsil olduğu görülmektedir. Baudrillard

düşüncesinde bu temsil, toplumsalın bir yansıması yerine, toplumsala ilişkin bir taklit, bir simülasyondur

(Fiske’nin “haber metinleri gerçekliğin bir parçasını temsil ettiği için düzdeğişmeceseldir” önermesini

burada hatırlamak faydalı olacaktır).

Baudrillard’a göre 1990 Körfez Savaşı’nı, neden ve nasıl bir “simülasyon” olarak izledik?

Baudrillard gerçeklik ve onun simülakrası açısından tarihsel bir dönemleme yapar. Birinci Simülakra Çağı Rönesans’la başlar. Rönesans’tan önce feodal dönemde katı hiyerarşik bir toplumsal düzen vardı.

Bu toplumdaki grupların statü göstergeleri şeffaf ve belirgindir. Yani Ortaçağ’da bir kişinin giysilerine

bakarak, onun toplumsal statüsünü kestirmek kolaylıkla yapılabilmektedir. Büyük toplumsal dönüşüm ve

Rönesans’la birlikte tiyatro, moda, barok sanat gibi değişimler ve yenilikler aynı zamanda birer gösterge

ağıdır ve bunlar feodalitenin göstergelerinin yerini almıştır. Birinci Simülakra Çağı ile birlikte

simülasyonlar da başlamıştır. Örneğin feodal lordların sarayındaki mermer sütunlar taklit edilerek, yeni

zenginlerin konaklarına mermer gibi gözüken alçı sütunlar yapılmıştır ve bunlar eski mermer sütunların

simülasyonudur.

Page 153: Iletisim kuramlari

149

İkinci Simülakra Çağı ise Sanayi Devrimi ile ortaya çıkmıştır. Sanayi Devrimi ile birlikte nesneler, metalar sonsuz sayıda yeniden üretilebilmiştir. İkinci Simulakra Çağı’nda sanat eseri de mekanik olarak üretilebilmiş ve çoğaltılmıştır. Bu dönemde sonsuz sayıda nesneler, metalar ve reprodüksiyon sanat ürünleri simulark evrenini oluşturmuştur.

Üçüncü Simülakra Çağı’nda (postendüstriyel/postmodern dönem), bilişim teknolojileri ortaya çıkmış, hizmet sektörü genişlemiş ve imajlar çoğalmıştır. Artık bir meta, nesne, olgu gösterge olarak karşımıza çıkmakta ve simule edilmektedir. Yeni bilişim teknolojileri ve medyayla artık her şeyin gerçeği bize birer gösterge ve imaj olarak kodlanarak ulaşmaktadır. Baudrillard düşüncesinde bu göstergeler ve imajlar kitlelere daha somut olarak televizyon ile ulaşmaktadır. Gündelik yaşamın gerçekliğini tanımlayan aynı gereklilikler, bugün hipergerçekliğin de alanına girmektedir. Hipergerçekliğin, bugün artık gündelik hayat gerçekliği ile rekabet eden bir seviyeye ulaşmakta olduğunu söylenebilir.

Page 154: Iletisim kuramlari

150

Özet

İletişim kuramlarında yapısalcı dilbilimsel ve göstergebilimsel yaklaşımlar; dilbilimci Saussure ve Jakobson, yapısalcı antropolog Levi-Strauss ve göstergebilimci Barthes ve Peirce’in çalışmalarına dayanır. Saussure, dil-söz ayrımı yapar. Dil, tüm toplumlarda ortaklıklar taşıyan bir yapı olarak kavramsallaştırılmıştır. Söz ise, konuşulan dildir. Saussure’e göre dildeki ortak kodlar, mantıka dayalı olarak değil, toplumsal uzlaşımlara dayalı olarak oluşturulmuştur. Saussure göstergebilime, gösteren ve gösterilen olarak ikiye ayırdığı gösterge ve gönderge kavramlarını kazandırmıştır.

Levi-Strauss da çeşitli toplumların mitlerini, akrabalık ilişkilerini, yeme içme alışkanlıklarını, Saussure’ün dil kuramını temel alarak incelemiş ve “ortak yapıları” ortaya koymuştur. Levi-Strauss’un mit analizi, özellikle mitlerin ikili karşıtlıklıklara dayalı yapısı; medya metinlerinin, özellikle de reklam metinlerinin analizinde kullanılmıştır.

Barthes, popüler kültüre ait yazılı ve görsel metinleri, göstergebilimsel analizle incelemiştir. Barthes, popüler kültürdeki çağdaş mitleri, özellikle ideolojik bulduğu için incelemiştir. Barthes’ın yapısalcı dönemine ait önemli kavramları düzanlam ve yananlam; S/Z çalışmasıyla da ortaya koyduğu önemli kavramlar okurcul metinler ve yazarsıl metinlerdir. Düzanlam metnin görünen anlamı, yananlam ise mitsel ve ideolojik anlamıdır. Okurcul metinler, daha pasif alımlanan, metnin kodlayıcının niyetiyle anlamlandırıldığı, görece kapalı metinlerdir. Yazarsıl metinler ise, okurun metni tekrar yazdığı, kodlayanın niyetinin dışında da anlamlandırılabildiği, metne katılabildiği, açık metinlerdir.

Pierce’in göstergebilime kazandırdığı kavramlar ise; görüntüsel gösterge (ikon), belirtisel gösterge (indeks) ve simge’dir. Görüntüsel göstergenin en temel özelliği, işaret ettiği nesneyle benzerlik taşımasıdır. Belirtisel göstergede, göstergenin nesnesiyle doğrudan varoluşsal ve neden-sonuç ilişkisine dayalı bağlantısı vardır. Simge’de ise gösterge ve nesne arasında ne bağlantı ne de benzerli vardır. Simgenin anlaşılması, toplumsal uzlaşmaya dayalı olarak gerçekleşir.

Jakobson’un eğretileme (metaphor) ve düzdeğişmece (metanomi) kavramları, özellikle görsel metinlerin analizinde kullanılmaktadır. Eğretileme, bir nesne, bir olay ya da bir olgunun; başka bir olay ya da olguyla yer değiştirmesidir ve imge yoğunlukludur. Düzdeğişmece ise, bir parçanın bütünü temsil etmesidir ve gerçeklik temsillerinde önemlidir.

Postyapısalcılık, bireyin eylemlerini toplumsal yapının belirlediğini savunan yapısalcılığa karşı, bireyin etken eylemliliğini savunur. Postyapısalcılıktan etkilenen dilbilimsel iletişim çalışmaları; anlamın metinde olmadığını ve öznenin metne anlam verdiğini savunur. Postyapısalcı iletişim çalışmaları, bu bağlamda “etken izleyici” kavramını geliştirmiştir. Etken izleyici; medya metinlerini kodlandığı haliyle okuyabileceği gibi, kodlandığından farklı farklı kod açımını yapabilen izleyicidir.

Postyapısalcı yaklaşımları iletişim çalışmalarına taşıyan araştırmacıların önde gelen isimleri Hall, Morley, Fiske ve bazı feminist araştırmacılardır. Kültürel Çalışmalar’dan Hall’un “Kodlama Kodaçma” makalesi, medya metinlerinin kodlandıkları niyetlerden daha farklı açımlanabileceğini savunmuştur. Hall, medya metinlerinin hakim, tartışmalı ve karşıt okunabileceğini öne sürmüştür. Hakim okuma, medya metinlerinin kodlandığı niyetle; tartışmalı

okuma, kodlanan niyetlerin bir kısmının kodlanan niyetle, bir kısmının ise tartışmalı olarak; karşıt okuma ise kodlanan niyetin karşıtı olarak okunmasıdır.

Morley’in etken izleyici yaklaşımı, Hall’un “kodlama kodaçma” çalışmasına dayanır. Morley’e göre izleyici homojen bir kitle değil, herbiri kendine özgü tarihsel ve kültürel geleneği olan, birbirine geçmiş pekçok alt kültür gruplarının toplamıdır. Morley’in Nationwide ve Family Television çalışmalarıyla, iletişim çalışmalarında etnografik yöntem, katılımlı gözlem ve derinlemesine görüşme teknikleri kullanılmaya başlanmıştır.

Page 155: Iletisim kuramlari

151

Fiske’nin çalışmalarında da izleyicinin medya metinleri karşısında etken olduğu varsayılır. Fiske, etken izleyicinin hakim kültüre karşı “direnç” direnç göstereceği konusunda çok iyimserdir. Fiske’nin başvurduğu kavramlar; açık/kapalı metin, yapımcıl metin ve Kristeva’nın metinlerarasılık kavramıdır. Açık metin, izleyicinin medya metinlerine karşı farklı anlamlandırma ve müzakerelere açık olması; kapalı metin ise, potansiyel anlamların hakim okuma lehine kapanmasıdır. Yapımcıl metin, izleyicinin televizyon metinlerinden ürettiği farklı anlamları işaret eder. Metinlerarasılık kavramı da; bir metnin hem yazılırken hem de okunurken, anlamın diğer metinlere başvurularak oluşturulmasıdır. Aynı tür metinlere başvurulması yatay metinlerarasılık, farklı tür metinlere başvurulması ise dikey metinlerarasılıktır.

Baudrillard postmodern olarak adlandırılan, 1980 sonrası Batı’lı toplumlardaki değişimleri hipergerçeklik, simülasyon ve simulakra kavramlarıyla açıklar. Baudrillard’a göre postmodern dönem, göstergeler çağıdır. Medya göstergeleri, taklitler ve temsillerle oluşturulan kod düzeninin adı hipergerçekliktir ve postmodern dönemde yaşadığımız tek gerçekliktir. Baudrillard insan ve toplumla ilgili gerçeklerin, medya uzamı içindeki taklitlerine simülasyon ve bu simülasyon evrenini de simulakra olarak kavramsalllaştırır.

Page 156: Iletisim kuramlari

152

Kendimizi Sınayalım 1. Aşağıdakilerden hangisi göstergenin Türkçe- deki bir diğer adıdır?

a. Gösteren

b. Gösterilen

c. Göstergebilim

d. Gönderge

e. İşaret

2. Aşağıdakilerden hangisi göstergebilimde gösteren ve gösterilen olarak ikiye ayrılan kavramdır?

a. Gösterge

b. Gönderge

c. Dil

d. Söz

e. Metinlerarasılık

3. Aşağıdakilerden hangisi Levi-Strauss’un ikili karşıtlığına örnek değildir?

a. Güzel-Çirkin

b. İyi-Kötü

c. Çok-Çokluk

d. Zengin-Yoksul

e. Açlık-Tokluk

4. Aşağıdakilerden hangisi Barthes’ın Fransız popüler kültürünü, göstergebilimsel yaklaşımla incelediği çalışmasının adıdır?

a. Göstergebilimin İlkeleri

b. Modanın Sistemi

c. S/Z

d. Metnin Verdiği Haz

e. Mitler

5. Aşağıdakilerden hangisi Barthes’ın göster- gebiliminde, metnin “ideolojik ve mitsel” anlamıdır?

a. Düzanlam

b. Yananlam

c. Dil dışı gösterge

d. Yazarsıl metin

e. Okurcul metin

6. Aşağıdakilerden hangisi Peirce düşüncesinde, nesnesiyle doğrudan varoluşsal ve neden-sonuç ilişkisine dayalı bağlantısı olan göstergedir?

a. Görüntüsel gösterge

b. Belirtisel gösterge

c. Dilsel gösterge

d. Dil dışı gösterge

e. Simge

7. Aşağıdakilerden hangisi anlamın özne-metin ilişkisiyle oluştuğunu ve izleyicinin etkenliğini savunan, dilbilimsel yaklaşımdır?

a. Feminist Çalışmalar

b. Yapısalcı Dilbilim

c. Postyapısalcı Dilbilim

d. Postmodernizm

e. Frankfurt Okulu

8. Aşağıdaki kavramlardan hangisi Stuart Hall’a ait bir kavramdır?

a. Düzanlam

b. Yananlam

c. İkon

d. Simge

e. Karşıt okuma

9. Aşağıdaki çalışmalardan hangisi, David Morley’in iletişim çalışmalarını etnografik yöntemle tanıştırdığı çalışmasıdır?

a. Family Television (Aile Televizyonu)

b. Simülasyon ve Simülakralar

c. Kodlama Kodaçma

d. Popüler Kültürü Okumak

e. Televizyon Kültürü

10. Aşağıdakilerden hangisi Baudrillard’a göre kitleleri uyumlu ve “sessiz bir çoğunluk” haline getiren temel nedenler arasında değildir?

a. Hipergerçeklik

b. Simülasyon

c. Simülakra ağı

d. Ekonomik krizler

e. Medyanın aşırı enformasyon üretmesi

Page 157: Iletisim kuramlari

153

Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. e Yanıtınız yanlış ise “Saussure” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

2. a Yanıtınız yanlış ise “Saussure” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

3. c Yanıtınız yanlış ise “Levi-Strauss” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

4. e Yanıtınız yanlış ise “Barthes” başlıklı konu-yu yeniden gözden geçiriniz.

5. b Yanıtınız yanlış ise “Barthes” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

6. b Yanıtınız yanlış ise “Peirce” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

7. c Yanıtınız yanlış ise “Postyapısalcılık ve Medya Metinleri” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

8. e Yanıtınız yanlış ise “Hall ve Çoklu Okuma” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

9. a Yanıtınız yanlış ise “Morley ve Etken İzleyici” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

10. d Yanıtınız yanlış ise “Baudrillard ve Göster- geler” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Gösterge kavramı işaret olarak da isimlendirilir.

Saussure’de gösterge, ses imgesi ve bir kavramı

işaret eden sözcükten oluşur. Saussure,

göstergeyi gösteren (signifier) ve gösterilen

(signified) olarak ikiye ayırır. Gösteren, bir

kavramı işaret eden ses imgesidir. Örneğin kedi

göstergesindeki k–e-d–i harflerinden oluşan ses

gibi. Gösterilen ise, zihnimizde kediyle ilgili

toplum tarafından üzerinde uzlaşılmış imajdır.

Toplumsal uzlaşıya göre kedi isimli hayvan tüylü

ve yumuşaktır ve bizim toplumumuzda “nankör”

olarak da bir imaja sahiptir. Saussure’ün

kullandığı ancak geliştirmediği bir kavram da

gönderge (referent) kavramıdır. Gönderge, kedi

örneğindeki tüylü, yumuşak hayvan yerine daha

farklı anlamların oluşmasıdır: kötü bakışlı hayvan, tiksinç hayvan, muhteşem güzel hayvan,

vefalı hayvan gibi… Burada gönderge

kavramıyla, bireylerde oluşan farklı anlamlar

ifade edilmektedir. Gönderge kavramı daha yakın

zamanlarda postyapısalcı çalışmalar tarafından

geliştirilmiştir ve farklı okumalara işaret

etmektedir.

Sıra Sizde 2 Barthes, Balzac’ın “Sarrazine” adlı öyküsünü

incelediği “S/Z” (1970) isimli çalışmasında, her

metnin okunmasını bir üretim etkinliği olarak

görür ve okurcul metinler ve yazarsıl metinler

ayrımını yapar. Okurcul metinler daha pasif

alımlanan, metnin kodlayıcının niyeti

doğrultusunda anlamlandırıdığı, görece kapalı

metinlerdir. Yazarsıl metinler ise, okurun metni

tekrardan yazdığı, kodlanan niyetin dışında da

anlamlandırabildiği, metne katılabildiği açık

metinlerdir. Barthes, Balzac’ın özgün metninden

yola çıkarak Sarrazine öyküsünü yeniden

yorumlamış ve tipik bir yazarsıl metin üretimi

yapmıştır. Barthes S/Z çalışmasında, okurun

metni yeniden oluşturarak okuması gündeme

geldiği için, bu çalışmanın, izleyiciyi etken kabul

eden postyapısalcılığın izlerini taşıdığı kabul

gören bir tespittir.

Sıra Sizde 3 Peirce’e göre üç çeşit gösterge vardır. Bunlar:

Görüntüsel gösterge (ikon), belirtisel gösterge

(indeks) ve simgedir. Görüntüsel gösterge, işaret

ettiği nesnesiyle benzerlik taşır. Belirtisel göstergede, göstergenin nesnesiyle doğrudan

varoluşsal ve neden-sonuç ilişkisine dayalı

Page 158: Iletisim kuramlari

154

bağlantısı vardır. Simge’de ise, gösterge ve nesne

arasında ne bağlantı ne de benzerlik vardır.

Simgenin anlaşılmasını sağlayan tek neden,

simgenin yerine geçtiği nesne ya da canlıyı

nitelemesi konusunda, toplumların üstünde

anlaşmış olmalarıdır.

Sıra Sizde 4 Fiske’ye göre (1996) mitler, düzdeğişmeceli

olarak işlerler. Çünkü bir gösterge, miti oluşturan

kavramlar zincirinin geri kalanını inşa etmemiz

için bizi uyarır. Tıpkı bir düzdeğişmeceli

göstergenin, parçası olduğu bütünü inşa etmemiz

için bizi uyarması gibi. Bu bağlamda Fiske, haber

görsellerinin de düzdeğişmeceler dikkate alınarak

okunmasını önerir. Çünkü haber görselleri de

gerçekliğin bir parçasını sunarlar ve biz sunulan

parça ile bütüne ulaşırız. Haberlerle ilgili yazılı

ve görsel metinler öncelikle hakim haber

değerleri açısından inşa edilirler: haberin seçkin

kişilerle ilgili olması, olumsuz olması, güncel

olması ve şaşırtıcı olması gibi. Haber

metinlerinin ikinci ölçüt dizgesi; kültürel

değerler, ideolojiler ve mitlerdir. Bu dizgede

seçilen parçalar (temsiller), tercih edilmiş bir

gerçekliğin parçalarıdır (düzdeğişmeceleridir).

Sıra Sizde 5 Morley’in Nationwide ve Family Television

çalışmalarıyla, iletişim çalışmalarında etnografik

yöntem, katılımlı gözlem ve derinlemesine görüşme teknikleri kullanılmaya başlanmıştır. Etnografik yöntem ve katılımcı gözlem tekniği ile

izleyicinin ortamı (medya ürünlerini tükettiği) ve

ortamdaki diğer insanlarla etkileşimi gündeme

gelmiştir. Diğer yandan Morley’in izleyici

araştırmaları, medya metinlerinin sadece tüketim

aşamasına yoğunlaşıp, bu tüketimin üretimle

ilişkisini kurmadığı için eleştirilmiştir.

Sıra Sizde 6 Anlamın metnin kendisinde oluştuğunu savunan

yapısalcı dilbilimden farklı olarak, anlamın özne-

metin ilişkisi ile kurulabileceğini savunan

postyapısalcı dilbilim çalışmaları, “etken

izleyici” kavramının oluşması için bir temel

hazırlamıştır. Önceki bölümde değinildiği gibi

Barthes’ın S/Z çalışması, “okurcul metinler” ve

“yazarsıl metinler” ayrımıyla bu yoldaki diğer bir

kilometre taşıdır. İletişim çalışmalarında etken

izleyici konusunda, önde gelen isimler; Hall,

Morley ve Fiske’dir

Sıra Sizde 7

Baudrillard’ın hipergerçeklik, simülasyon ve simülakra kavramları 1990 Körfez Savaşı örneği ile daha iyi anlaşılmaktadır. Bilindiği gibi 1990 Körfez Savaşı tüm dünyaya, ABD kökenli CNN International televizyon kanalı tarafından aşırı örtük bir şekilde ve bir video oyuna benzer bir temsille sunulmuştu. Televizyonda savaş sürekli olarak karanlığı delen ışıklar ve teknoloji harikası bir oyun olarak aktarılmıştı. Bu video oyun gibi sunulan savaş görüntüleri arasında ölen ya da yaralanan insanlar yoktu (oysa çok sonraları ortaya yanarak ölen insan fotoğrafları çıkmıştı). Savaş görsel bir imaj (simülasyon) olarak televizyondan evlerimize ulaştığı için, “çayımız, kahvemiz, kolamız ve cipsimiz eşliğinde izlediğimiz bir “hipergerçeklik” haline gelmişti. Savaşın ‘gerçekliği’ bir simülakra ağı (video oyun şeklindeki imajlar çokluğu) içinde bize ulaştığı için, bir hipergerçektir.

Yararlanılan Kaynaklar Barthes, R. (1990). Çağdaş Söylenler. Çev: T. Yücel. İstanbul: Hürriyet Vakfı Yayınları.

Barthes, R. (1979). Göstergebilim İlkeleri. Çev: B. Vardar ve M. Rifat. Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları.

Baudrillard, J. (1997). Tüketim Toplumu. Çev: H. Deliceçaylı ve F. Keskin. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Baudrillard, J. (1998). Simülakralar ve Simülasyon. Çev: O Adanır. İzmir: Dokuz Eylül Yayınlaru.

Bauman, Z. (2000). Postmodernlik ve Hoşnutsuzlukları. Çev: İ. Türkmen. İstanbul: Ayrıntı.

Cangöz, İ. (2000). “Bir İzleyici Araştırması Uygulama Çabası Örnek Olay: Arena”, İletişim (8), 53-92.

Chapman, S. (1986). Great Expectorations: Advertising and the Tobacco Industry. London: Comedia.

Chapman, S. ve Egger, G. (1983). “Myth in Cigarette Advertising and Health Promotion”, Language, Image, Media. Der: H. Davis ve P. Walton. London: Basil Blackwell.

Coward, R. ve Ellis, J. (1985). Dil ve Maddecilik: Semiyolojideki Gelişmeler ve Özne Teorisi. Çev: E. Tarım, İstanbul: İletişim.

Page 159: Iletisim kuramlari

155

Culler, J. (1985). Saussure. Çev: N. Akbulut. İstanbul: Afa Yayınları.

Dağtaş, B. (2003). Reklamı Okumak. Ankara: Ütopya Yayınları.

Erdoğan, İ. ve Alemdar, K. (2002). Öteki Kuram. Ankara: Erk Yayınevi.

Fiske, J. (1996). İletişim Araştırmalarına Giriş. Çev: S. İrvan. Ankara: Ark Yayınevi.

Hall, S. (1980). “Encoding/Decoding”, Culture, Media and Language: Working Papers in Cultural Studies 1972-79, London: Hutchinson, ss. 128-138.

İnal, A. (1996). Haberi Okumak. İstanbul: Temuçin.

Rifat, M. (1990). Dilbilim ve Göstergebilimin Çağdaş Kuramları. İstanbul: Düzlem Yayınları.

Stevenson, N. (2008). Medya Kültürleri Sosyal Teori ve Kitle İletişimi. Çev: G. Orhon ve B.E. Aksoy. Ankara: Ütopya.

Şaylan, G. (2002). Postmodernizm. 2. Baskı. Ankara: İmge Yayınevi.

Özbek, M. (2006). Popüler Kültür ve Orhan Gencebay Arabeski. 7. Baskı. İstanbul: İletişim Yayınları.

Özer, Ö. ve Dağtaş, E. (2011). Popüler Kültürün Hakimiyeti. Konya: Literatürk Yayınları.

Yaylagül, L. (2006). Kitle İletişim Kuramları. Ankara: Dipnot Yayınları.

Page 160: Iletisim kuramlari

156

Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra;

İletişim alanındaki eleştirel yaklaşımları tanımlayabilecek,

Siyasal ekonomi yaklaşımını açıklayabilecek,

Frankfurt Okulu’nu ve eleştirel kuramı açıklayabilecek,

Medya, propaganda ve kültürel emperyalizm arasındaki ilişkileri betimleyebilecek,

Medya alanındaki eşitsizlik, sahiplik ve yoğunlaşma konularını açıklayabilecek

bilgi ve becerilere sahip olabilirsiniz.

Anahtar Kavramlar Siyasal Ekonomi Kültürel Emperyalizm

Frankfurt Okulu Propaganda Modeli

Eleştirel Kuram Medyada Sahiplik Yapısı

Kültür Endüstrisi İngiliz Kültürel Okulu

Bilinç Endüstrisi Elektronik Sömürgecilik

İçindekiler Giriş

Siyasal Ekonomi Yaklaşımı

Kültürel Emperyalizm

Frankfurt Okulu ve Kültür Endüstrisi

Diğer Eleştirel Yaklaşımlar

7

Page 161: Iletisim kuramlari

157

GİRİŞ Eleştirel yaklaşımlar, kitle iletişimini anlama ve incelemede anaakım yaklaşımlardan farklı seçenekler sunan çok sayıda çalışmayı içerir. Kitle iletişimiyle ilgili araştırmalarda; pozitivist, deneysel, davranışçı, yapısal-işlevselci yönelimlerle belirlenen anaakım iletişim çalışmalarının toplumsal olguları soyutlayan, var olan sistemin dengesini sürdürme yollarını araştıran mantığına ve hipotezlerine karşı gelişen

araştırmaların bütününe “eleştirel yaklaşımlar” adı verilmektedir. Eleştirel araştırmalar deyimi, iletişim alanında ilk kez Paul F. Lazarsfeld tarafından 1941’de iletişim

kurumlarının taleplerini ön plana alan “yönetsel çalışmalar”dan farklı bir yaklaşımı, çalışmalarını

ABD’de sürdürmek zorunda Frankfurt Okulu üyelerinin araştırmalarını tanımlamak için kullanılmıştır.

İletişim alanındaki eleştirel yaklaşımların ortak noktası, tüm toplumsal ilişkilerin ve iletişim

ilişkilerinin aynı zamanda iktidar ilişkileri olduğu; bu iktidar ilişkilerinin de karmaşık bir toplumsal

sistemde tahakküm (baskı, zorbalık, hükmetme) biçimini aldığı varsayımıdır. Eleştirel yaklaşımlar

“toplumsal bütünleşme”yi “toplumsal denetim” olarak yeniden tanımlarlar. Ancak toplumsal denetimin

aldığı biçimler ve tahakküm ilişkileri konusunda birbirinden farklı açıklamaları benimserler.

Eleştirel yaklaşımlar, kitle iletişiminin ulusal ve uluslararası bağlamlardaki siyasal ekonomisinden

egemen ideolojiler ve bilinç yönetimi ilişkisine kadar çeşitlenen geniş bir araştırma alanını kapsar.

Pozitivist-deneyci yaklaşımlarla belirlenen anaakım kuramlarını eleştiren bu yaklaşımların çıkış noktası,

büyük oranda Karl H. Marx’ın görüşleridir.

1818-1883 yılları arasında yaşamış olan Karl Heinrich Marx, komünizmin kuramsal kurucusu olarak bilinir. Yahudi bir ailenin oğlu olarak Almanya’da doğmuş, Fransa ve Belçika yıllarının ardından iltica ettiği İngiltere’de ölmüştür. En önemli eseri “Ekonomi Politiğin Eleştirisi” alt başlığını taşıyan “Das Kapital” olarak gösterilebilir.

Marksist ekol (okul), iletişim olgusunu “kaynak-ileti-alıcı” çizgisel modelinden farklı olarak ele alır.

Anaakım kuramlar için büyük önem taşıyan etki konusu, eleştirel yaklaşımlarda ideolojik egemenlik ve

mücadele, bilinç yönetimi ve sahte-bilinç biçiminde incelenir. İletişim, insan etkinliklerinin ayrılmaz bir

parçası olarak; insanın kendini ve toplumunu üretmesinin zorunlu bir koşulu olarak görülür.

Marx’a göre her toplumda “ekonomik temel ya da altyapı” ve “üstyapı” ayırt edilir. Altyapı, üretim

güçleri ve üretim ilişkilerinden oluştur. Üstyapıda ise yasal ve siyasal kurumlar, düşünme biçimi,

ideolojiler ve felsefeler birlikte yer alır. Tarihsel hareketin gücü, evrimin belirli anlarında üretim güçleri

ile üretim ilişkileri arasındaki çelişkidir. Marx’a göre, toplumsal yaşamın temelini üretim süreci oluşturur. Üretim sürecinin temel ögesi işgücüdür. İşgücünün temel amacı ise doğal kaynakları ya da

hammaddeleri işleyerek yaşamın temel gereksinmelerini üretmektir. Üretim sürecinde kullanılan

hammadde ve doğal kaynaklarla araç ve gereçler de üretim araçlarını oluştururlar. İşgücü ve üretim

araçları da toplumun üretim güçlerini oluştururlar. Üretim güçleri, üretim sürecinin yalnızca bir yanıdır.

Öteki yanı da üretim ilişkileridir. Üretim ilişkileri, üretim süreci sırasında, toplumun bireyleri arasında,

mülkiyet ilişkileri çerçevesinde gelişen toplumsal ilişkileri kapsar. Çünkü üretim, şu ya da bu biçimde bir

Eleştirel Yaklaşımlar

Page 162: Iletisim kuramlari

158

mülkiyet ilişkisine dayalı olarak yürütülür. Üretim araçları mülkiyetinin de toplum bireyleri arasındaki

dağılımı, toplumda üretilen mal ve hizmetlere el konuluş biçimini, bir başka deyişle, üretilen mal ve

hizmetlerin bölüşümünü belirler. Böylelikle, sınıflar ve sınıf ilişkileri oluşur. Üretim ilişkileri ve üretim

güçleri bir bütün olarak toplumdaki üretim biçimini belirlerler. Üretim tarzı da bir altyapı kurumu olarak,

topulumun siyasal ve ideolojik üstyapılarıyla, söz konusu üstyapıların kurumsal düzeydeki

örgütlenmelerini belirler. Üretim biçimi ile belirlediği üstyapı kurumu sosyo-ekonomik oluşumu meydana

getirir. Kapitalist sosyo-ekonomik oluşumda proletarya işgücünü oluşturur. Burjuvazi de üretim

araçlarının mülkiyetine sahiptir. Üretim sürecinde çalıştırdığı proletaryanın ürettiği mal ve hizmetlerin

büyük bir bölümüne el koyar, bir kısmını da emeği karşılığında, ancak işçilerin yalnızca temel

gereksinimlerini karşılayacak ve yaşamlarını sürdürmeye yetecek miktarda, ücret olarak proletaryaya

öder. Artı değerin burjuvazinin el koyduğu bölümü de sermaye birikiminin, burjuvazinin tüketiminin ve

yatırımının kaynağıdır.

Marx, kapitalizme işin zorunlu, yabancılaşmış, anlamsızlaştırılmış hale getirilmesi nedeniyle

eleştiriler yöneltir. Genel olarak “yabancılaşma” kavramıyla anlatılmak istenen; insanların birbirinden ya

da içinde bulunduğu ortam ya da zamandan uzaklaşmalarıdır. Ona göre yabancılaşmış bir insan hayatı,

insanın özüne aykırı, doğasına uygun düşmeyen bir yaşam biçimidir. “Yabancılaşma” maddi alanda ya da

duygu ve düşünce alanında olabilir. Örneğin iş ve emek yabancılaşmıştır; çünkü insanlar köleleşmiştir, sömürülmektedir. Ücret artışı kölelerin ödüllendirilmesinden başka bir şey değildir. İnsanlar (burjuvazi,

üst sınıf, seçkinler, alt sınıf, işçi sınıfı, köylüler, köleler gibi) toplumsal sınıfların varlığı nedeniyle;

rekabet olgusu nedeniyle yabancılaşmıştır. Öte yandan insan emeğinin doğanın üstündeki etkisiyle oluşan

ürünler de insana yabancılaşmıştır. Para üreticilerin yaşamına egemendir. Kapital (sermaye), üretim

araçlarını gerçek yaratıcılardan ayırıp, onlara yabancılaştırarak topluma kendi yasalarını zorla kabul

ettirir. Toplumsal yabancılaşmanın bir başka görünümü ise her türden fetişizmdir. Modern kapitalist

toplum, teknolojiye çok değer verir ve teknolojinin ürünlerine tapar. Saygı ve değer, teknolojinin ürettiği

nesnelere sunulur. İnsanlar birbirlerini değeri olmayan makine ya da araçlar gibi görürken makineler

adeta putlaştırılır, tanrılaştırılır.

Marx’a göre egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir. Başka bir deyişle her

tarihsel dönemde toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda egemen zihinsel güçtür. Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda zihinsel üretimin araçlarını da elinde

bulundurur. Bu araçlar o kadar birbirinin içine girmiş durumdadırlar ki; zihinsel üretim araçlarına sahip

olmayanların düşünceleri de bu egemen sınıfa bağımlıdır. Egemen düşünceler ise egemen maddi

ilişkilerin fikirsel ifadesinden başka bir şey değildir. Marx’a göre maddi üretime sahip olan veya üretimi

denetleyen sınıf, aynı zamanda düşünsel üretimi de denetler. Örneğin herkes düşüncesini açıklama

özgürlüğüne sahiptir; fakat bunu ancak dağıtım araçlarına ve olanaklarına sahip olanlar kullanabilir. Bu

nedenle Marx, düşünceyi açıklama özgürlüğünü; özellikle basın özgürlüğünü “mülkiyet özgürlüğü”

olarak niteler. Üretim araçlarına sahip egemen sınıfın düşünceleri o dönemin egemen düşünceleri olur ve

düşünsel üretim araçlarından yoksun olanlar bu egemenliğin altına girerler.

Marx’a göre eski egemen sınıfın yerini alan her yeni sınıf, amaçlarına ulaşmak için kendi çıkarlarını

toplumdaki herkesin çıkarları olarak sunmak zorundadır. Bu nedenle çıkarlarını düşünceler halinde

açıklarken bu düşünceleri tek akılcı ve geçerli olan düşünceler olarak gösterir. Devlet de kendini

toplumsal çatışmaların ötesinde bağımsız bir varlık gibi sunar. Oysa devlet, toplumun zenginliğini

denetim altında bulunduran egemen sınıf tarafından kullanılan bir araçtır. Devletin tüm öğe ve birimleri

de egemen sınıfın iktidarını sürdürebilmesi için ayarlanmıştır.

Yukarıda özetlenen görüşler altında biçimlenen eleştirel yaklaşımların kitle iletişimine bakışı temel

olarak iki yönde gelişmiştir. Birincisi, siyasal ekonomi yaklaşımıdır. İletişim araştırmalarında temel

eleştirel yaklaşımlardan biri olan bu yaklaşım, maddi üretim ve ilişkilere ağırlık vererek kitle iletişiminin

kapitalist ülkelerde gelişmesini iletişimin üretimi bağlamında ele alır. Siyasal ekonomi yaklaşımı, toplumdaki iletişim olgusunu üretim biçimi ve üretim ilişkileri bağlamında anlamaya çalışır. İletişim

süreci, kitle iletişim araçları ve örgütleri ile bu araçların içerikleri siyasal ekonomik bakımdan tanımlanır.

Kitle iletişim araçları endüstrilerinde görülen sahiplikteki yoğunlaşma ve tekelleşmeler, bu yaklaşımı benimseyen çalışmaların ana konularını oluşturur.

Page 163: Iletisim kuramlari

159

İkincisi, kültürel ve ideolojik alana ağırlık veren yaklaşımlardır. Bu yaklaşımlar Marx’ın düşünce,

ideoloji ve bilincin üretimi konusundaki düşüncelerinden kaynaklanır. Söz konusu yaklaşımlar, başlarda

ideoloji ile üretim ilişkileri arasında bağ kurarak kültür endüstrilerinin yapılarıyla ideolojik egemenliği

ilişkilendirmişlerdir. Bu yaklaşımlar literatürde genel olarak “eleştirel okul” adıyla bilinmektedir.

“Eleştirel okul” denince ilk akla gelen ise Frankfurt Okulu’dur. Frankfurt Okulu düşünürleri daha çok

kültür ve modernizm sorunlarına yoğunlaşmışlar ve Marksist toplum kuramını varoluşçuluk ve

psikanalizle tamamlamaya çalışmışlardır.

Eleştirel gelenek içinde otoritenin doğası gereği tehlikeli ve baskıcı olduğuna inanan ve proletarya

diktatörlüğünün otoriter yönlerine karşı oldukları için Marksistlerden ayrılan düşünür ve araştırmacılar da

yer almaktadır. Kapitalist sistem eleştirilerini daha çok otoriterlik karşıtlığına dayandıran çok sayıdaki

farklı eleştirel yaklaşımlar bu ünitede “diğer eleştirel yaklaşımlar” başlığı altında ele alınabilir. Bu başlık

altında toplanabilecek kültürel çalışmalar, eleştirel yapısalcılık, çatışma kuramı, sembolik etkileşimcilik,

post-Marksizm, anarko-liberteryenizm, araçsalcılık, vb. yaklaşımların ortak noktası, tüm toplumsal

ilişkilerin ve iletişim ilişkilerinin iktidar (erk) ilişkileri olduğu, otoritenin olduğu yerde özgürlüğün

olmadığıdır. Bu yaklaşımlar daha çok düşünsel üretim, dil, ideoloji, hegemonya gibi konular üzerinde

yoğunlaşırlar.

İletişim alanındaki eleştirel yaklaşımlar konusunda ayrıntılı bilgi edinmek için İrfan Erdoğan ve Korkmaz Alemdar’ın “Öteki Kuram” (2010) adlı kitabını okuyabilirsiniz.

SİYASAL EKONOMİ YAKLAŞIMI “Ekonomi politik” olarak da anılan “siyasal ekonomi”, “ekonomi” disiplininin 19. yüzyılın sonunda

çıkmasından önce ekonomiyi inceleyen disiplindir. Siyasal ekonomi en geniş anlamıyla insan

toplumlarında temel maddi gereksinimlerin üretim ve değiş tokuşunu yöneten yasaları inceleyen bir bilim

dalıdır. Bu yasalar evrensel bir değişmezliğe sahip değildir, tam tersine ülkelere ve tarihin dönemlerine

göre değişir. Siyasal ekonomi, kaynakların tahsisinde, üretiminde ve dağıtımında örgütlenmiş iktidarın

nasıl baskın çıktığını; sivil toplumun örgütlenmesini ve toplumsal eşitsizliklerin yönetimini inceler.

“Siyasal ekonomi” kavramının ilk kez 1611’de Louis de Mayerne-Turquet’nin çalışmasında “egemen

devletin yurttaşları karşısındaki görevleriyle ilişkili” olarak kullanıldığı bilinmektedir. 18. yüzyılın ikinci

yarısından sonra ise “devlet-sivil toplum” ayrımı ortaya çıkmış ve ekonomi “sivil topluma özgü bir iş”

olarak görülmeye başlanmıştır.

Siyasal ekonominin bir bilim olarak daha kesin ifadelerine ise fizyokratlarda rastlanır. 18. Yüzyıldaki

fizyokratlar, tarım emeğinin üretici emek olduğunu ve yalnızca bu emeğin değeri yarattığını ileri

sürmüşlerdir. Onların görüşleriyle birlikte siyasal ekonomi kitaplarının temel ilgi alanı üretim ve bölüşüm

konusuna kaymıştır.

Siyasal ekonomi bir bilim dalı olarak Adam Smith ile birlikte yerleşmiştir. Kavram, 1700’lü yılların

ikinci yarısında hem bir “ekonomi kuramı”nı hem de “ekonomi politikası”nı ifade etmeye başlamıştır. Adam Smith ve David Ricardo ile birlikte temellendirici bir ilke olan değer sorunsalı yanında üretim ve

bölüşüm siyasal ekonominin içeriğine egemen olmuştur.

1723-1790 yılları arasında yaşamış olan İskoç filozof Adam Smith, ahlak felsefesi profesörü olarak ekonomik açıklamalarda bulunmuştur. Fiyat, rant ve emek teorileriyle bilinen, liberal / kapitalist ekonominin babası sayılan Smith’in en çok tanınan eseri “Ulusların Zenginliği” adını taşır.

Bugün bir toplumsal bilim dalı olarak adlandırılan “ekonomi” 19. yüzyılın ortalarına kadar kullanılan

bir kavram olmamıştır. Ancak o yıllarda kullanılan “siyasal ekonomi” kavramı rahatsız edici gelmeye

başlayınca onun yerine ekonomi kavramı kullanılmaya başlamıştır. Siyasal ekonomi kavramının rahatsız

Page 164: Iletisim kuramlari

160

edici hale gelmesinin başlıca nedeni “siyasal” sözcüğünden kaynaklanmıştır; çünkü siyasal çıkarlar genellikle bir ulusun bir kısmının ya da belli kısımlarının çıkarları anlamına gelmektedir. Bu nedenle bir bilimin adı olarak “siyasal ekonomi” deyimi ulusun bütününün çıkarlarını ima ve telkin etmediği gerekçesiyle ve zamanla ekonomi kavramıyla yer değiştirmiştir. 1920’lere gelindiğinde yaygın olarak “ekonomi” kavramı kullanılır hale gelmiştir.

Karl Marx ve Friedrich Engels’in “siyasal ekonomi” kavramlaştırması ise hem Smith ve Ricardo gibi klasik iktisatçılardan hem de sonraki kavramlaştırmalardan farklıdır. Klasik siyasal ekonomi yaklaşımı, emeği ekonomik değerin kaynağı olarak düşünen bir kurama dayanır. Marksist düşüncedeki siyasal ekonomistler ise kapitalist sistemde üretilen ekonomik değerin temelinin; bir başka deyişle “kâr”ın kaynağının emeğin sömürüsüne dayandığını belirtirler. Marx’ın temel eseri Kapital’in alt başlığı “Ekonomi Politiğin Eleştirisi” adını taşır. Marx, kitabının önsözünde amacının “modern toplumun ekonomik hareket yasasını ortaya çıkarmak” olduğu belirtir. Engels de bu kitap için yazmış olduğu bir tanıtım yazısında siyasal ekonominin “çağdaş burjuva toplumunun kuramsal çözümlemesi” olduğunu ifade eder.

Ekonomik temel/üstyapı modelini kullanan siyasal ekonomi yaklaşımının ana hatları Marx’ın Alman İdeolojisi’ndeki ekonomi ve zihinsel üretim arasındaki temel ve üstyapı arasındaki karmaşık bağların, maddi üretim araçlarına sahip olan sınıf ile zihinsel üretim ve dağıtım arasındaki ilişkinin araştırılmasına dayanır. Marx’ın bu görüşlerinden çıkan bir ideoloji kavramına dayanan siyasal ekonomi yaklaşımı, kitle iletişim araçlarının kendilerini denetleyen ve sahipliğini elinde bulunduran sınıfların çıkarlarını meşrulaştıran bir yanlış bilinç ürettiğini ve bunu yaydığını ileri sürer.

İletişim alanındaki siyasal ekonomik yaklaşımlar, genel olarak ulusal ve uluslararası olmak üzere iki alt bölümde de sınıflandırılabilir: (1) Ulusal siyasal ekonomi konularına eğilen yaklaşımlar, kapitalist iletişim sistemini ve etkinliklerini incelerler. Bu yaklaşımlar iletişim konusunda sosyo-ekonomik yapıya öncelik verirler. Bu bağlamda iletişim kurumlarının ekonomik yapısı, pazar ilişkileri, pazarın denetimi, tekelleşme, iletişim ürünlerinin üretimi ve dağıtımındaki ilişkiler, üretim biçiminin yapısı, iletişim alanında çalışanların örgütsel yapı içindeki yerleri, medya kuruluşlarının sahiplik yapısı gibi konuları araştırırlar. (2) Uluslararası ekonomik düzeni temel alan siyasal ekonomi yaklaşımları ise emperyalizm ya da yeni sömürgeciliğin genel iletişim yapısını incelerler. Bu yaklaşımla yapılan araştırmalar, iletişimle ilgili kurumsal ve teknolojik yapılarla ürünlerin ve ideolojilerin uluslar arasındaki transferi gibi konulara eğilirler.

1960’lardan sonra dünyadaki siyasal atmosferde solun önem kazanmasıyla birlikte iletişim araştırmalarında da siyasal ekonomi yaklaşımı ağırlık kazanmıştır. Belli tarihsel üretim biçimlerine eğilen ve farklı üretim örgütlenmelerinin farklı dağıtım/bölüşüm kalıpları üreteceğini vurgulayan bu çalışmalar, daha çok kitle iletişim araçlarının örgütleri içindeki denetim yapılarını, denetimin dinamiğini, pazar baskısını, kültürün endüstrileşmesini ve kültürel egemenliği incelemişlerdir.

1970’li yıllar ise haber üretimini yöneten endüstriyel mekanizmalar, kitle kültürü, uluslararası akış ve iletişim dengesizlikleri açısından tarihsel bir dönüm noktasıdır. 1960’lardan itibaren uluslararası arenada bağımsızlıklarına kavuşan eski sömürge devletleri, daha önceki sömürgeci ülkelerin kurdukları sömürgeci iletişim düzenine karşı savaş açmışlardır. Dolayısıyla iletişim araştırmaları 1970’lerden itibaren iletişimin uluslararası boyutuna değinmeye başlamıştır.

Bu çerçevede anaakım iletişim kuramları, eski sömürge devletleriyle sömürgeci devletler arasındaki uluslararası ilişkileri, kalkınma, modernleşme kuramlarıyla değerlendirirken, Marksist yönelimli yaklaşımlar bu süreci kültürel bağımlılık, yeni sömürgecilik, kültürel emperyalizm gibi kavramlarla anlamlandırmışlardır. Bu araştırmalar, sömürgecilikten yeni-sömürgeciliğe geçiş ve bu geçişteki siyasal ve ekonomik yapı transferi ile teknoloji ve ürün transferinin bilinç üzerindeki etkilerine eğilmişlerdir. Bu arada ülkeler arasındaki ekonomik ve siyasal eşitsizlikler de kapitalizmi hedef alan kültürel emperyalizm söylemlerini güçlendirici bir etki yaratmıştır.

Daha sonraları ise Murdock, Golding, Elliot ve Curran gibi araştırmacılar, ekonomik oluşumları ve süreçleri, sahiplik ve denetim konularına eğilerek incelediler. Murdock ve Golding, kapitalist ekonomilerde kitle iletişimi denetiminin iki düzeyde, kaynaklar ve işlemler düzeyinde olduğunu

Page 165: Iletisim kuramlari

161

belirttiler. Kaynak denetimi genel politika ve stratejinin belirlenmesini, genişleme kararlarını, yatırım parçalarının nasıl ve ne zaman satılacağı veya işçilerin işlerine son verme kararlarını, temel finans politikasının geliştirilmesini ve kârların dağıtımı üzerindeki denetimi içerir. İşlem denetimi ise sağlanan kaynakların etkili kullanılması hakkındaki kararları ve belirlenmiş politikaların uygulanmasını kapsar.

Murdock, şirketlerde ekonomik sahipliğin yalnızca en çok payı olan grubun büyüklüğüne değil, aynı zamanda, öteki oy veren pay sahiplerinin dağılımına ve birlikte davranma güçlerine de bağlı olduğunu belirtir. Dolayısıyla denetimin çözümlenmesi pay sahipleri arasında değişen güç dengesini de göz önüne alan dinamik bir bakış açısını gerektirir.

Medya kuruluşları üzerindeki sahiplik denetiminin çözümlenmesi için hangi unsurların göz önünde tutulması gerekir?

Sonuç olarak siyasal ekonomik yaklaşımda, küresel kapitalist piyasa ekonomisinin oluşturduğu dünya sistemi içinde Batı’nın insani ve doğal kaynakları egemenliği altına alması sonucunda üçüncü dünya ülkelerinin siyasal ekonomik gelişmelerinin engellenmesi, çok uluslu şirketlerin ekonomik ve siyasi üstünlükleri, medya kurumlarının sahiplik ve denetim mekanizmaları, dünya ticaret sisteminin bir uzantısı olan medya emperyalizmi konu edilir. Bir üst yapı kurumu olan siyasetin kapitalist yapılanma içinde güç odaklarına ve özellikle en önemli güç merkezi haline gelen medyaya eklemlenmesi ve bunun yarattığı etki ve yönelimler, siyasal-ekonomik eleştirel yaklaşımın en yoğun eleştiri alanıdır.

Siyasal ekonomi yaklaşımı, kitle iletişim araçlarının hem “meta üretimi” ve değiş tokuşunda “artı-değer” yaratıcıları olarak doğrudan bir rolü olduğunu hem de reklamcılık yoluyla meta üretiminin diğer kesimlerinde artı-değer üreterek dolaylı bir rol oynadığını gösterir. Bir mal yalnızca kullanım amacıyla değil de başka bir ürünle değiştirme ya da satma amacıyla üretiliyorsa “meta” olur. Kapitalizm bir meta üretimi sistemidir ve doğası gereği her şeyi metalaştırır. Üretilen malın fiyatı ile bu malın üretimi için ödenen ücret arasındaki fark ise artı-değerdir. Kitle iletişim araçları da doğrudan meta üretirler ve bu üretim sırasında artı-değer yaratırlar. Kitle iletişim araçları metaların reklamını yaparak da dolaylı olarak başka alanlardaki meta üretiminde artı-değer yaratırlar.

Klasik siyasal ekonomi yaklaşımı ile eleştirel siyasal ekonomi yakla şımının birbirine karıştırılmaması gerekir. Klasik siyasal ekonomi tekelci yapıyı küreselleşme olgusu ile doğallaştırırken, eleştirel siyasal ekonomi pazar yapısının işleyişindeki bozuklukları ve eşitsizlikleri temel alarak, bunların nasıl değiştirileceği konusuyla ilgilenir.

Eleştirel Siyasal Ekonomi İletişimi ele alan siyasal ekonomi yaklaşımlarına bakıldığında tek bir araştırma çizgisi olmadığı görülür. Bu çalışmalardan bazıları, ekonomik ilişkilerin ve yapılanmaların somut çözümlemelerinden başlayarak, bu ilişkilerin ve dinamiklerin kültürel üretim sürecini ve sonuçlarını belirleme yollarına uzanan bir çizgiyi izler. Bazıları ise kültürel yapıların biçim ve içeriğini incelemekle başlar ve bunların ekonomik temelini soruşturmakla sonuçlanarak temele doğru gider. Peter Golding ve Graham Murdock’un çalışmalarında özetlenen eleştirel siyasal ekonomi yaklaşımı ise eleştirel gelenek içerisinde iki farklı yaklaşım olan “siyasal ekonomi” ve “kültürel çalışmalar” arasındaki bir birleştirme çabası olarak görülür.

Eleştirel siyasal ekonomi, incelediği konulara ilişkin gerçekçi bir kavrayışı varsayar. Bir başka deyişle çalışırken kullandığı kuramsal yapılar, olayları, iç yüzünü ve temelindeki nedenleri düşünmeksizin yalnızca dış görünümleri ile incelemez. Eleştirel çözümleme, gerçek dünyadaki gerçek aktörlerin yaşantılarını ve fırsatlarını biçimlendiren gerçek sınırlamaları açığa çıkarmak üzere asıl olarak eylem ve yapı sorunlarıyla ilgilenir. İnsanların maddi çevreleriyle etkileşimine odaklandığı ve maddi kaynakları üzerindeki eşit olmayan denetimi ve eşitsizliğin simgesel çevrenin doğası üzerindeki sonuçlarıyla ilgilendiği için maddeci bir anlayışı yansıtır.

Page 166: Iletisim kuramlari

162

Eleştirel siyasal ekonomi, anaakım ekonomi biliminden dört özellik açısından farklılaşır. Golding ve Murdock, bu özellikleri şöyle sıralamaktadırlar:

a. Eleştirel siyasal ekonomi bütüncüldür. Ekonomiyi ayrı ve uzmanlaşmış bir alan olarak ele almak yerine, ekonomik örgütlenme ile siyasal, toplumsal ve kültürel yaşam arasındaki etkileşimle ilgilenir. Kültür konusunda, özellikle ekonomik dinamiklerin kamusal kültürel anlatımın yayılım alanı ve çeşitliliği ile bunlardan farklı toplumsal grupların yararlanabilirliği üzerindeki etkiyi araştırırlar.

b. Eleştirel siyasal ekonomi tarihseldir. Hem dinamik hem de sorunlu olarak tanımladığı geç kapitalizmin incelenmesi ve betimlenmesiyle ilgilenir. Eleştirel siyasal ekonomi, bu tarihsel konumlanışı nedeniyle zaman ve mekanın tarihsel özelliklerini dikkate almayan yaklaşımlardan farklıdır.

c. Merkezi olarak kapitalist girişim ile devlet müdahalesi arasındaki dengeyle ilgilenir.

d. Adalet, eşitlik, kamu yararı gibi temel ahlaki sorunlarla ilgilenebilmek için verimlilik gibi teknik konuların ötesine gider.

Eleştirel siyasal ekonomi yaklaşımına göre ekonomik dinamikler, içinde iletişim etkinliklerinin gerçekleştiği genel çevrenin temel özelliklerini belirler.

Eleştirel siyasal ekonomi, dünyayı çözümlediği ölçüde onu değiştirmekle de ilgilenir. Klasik siyasal ekonomiciler ve onların günümüzdeki destekçileri, devlet müdahalesinin en aza indirilmesi ve pazar güçlerine olası en geniş işleme serbestisinin verilmesi gerektiği varsayımından çözümlemeye başlarlar. Öte yandan eleştirel siyasal ekonomiciler, pazar sistemlerinin bozukluklarına ve eşitsizliklerine işaret ederler ve pazar sisteminin kusurlarının ancak devlet müdahalesi tarafından düzeltilebileceğini savunurlar.

Kültürel Bağımlılık Kültürel bağımlılık yaklaşımı, özellikle Latin Amerika ülkelerine ilişkin araştırmalarla geliştirilmiştir. Bu yaklaşım, merkez (endüstrileşmiş) ülkeler ile periferi (yan/üçüncü dünya ülkeleri) arasında bir tarafın egemenliğine dayanan dengesiz ekonomik ilişki varsayımına dayanır. Ülkeler arasındaki ekonomik bağımlılığın beraberinde kültürel bağımlılık getirdiği üzerinde durulur.

İdeolojik egemenlik kavramını temel alan kültürel bağımlılık yaklaşımı, bağımlılık ilişkilerinin pekiştirildiği her yerde ideolojik egemenlik sürecinin var olduğunu belirtir. Bu sürecin bir aracı olarak kitle iletişim araçlarının görevi, kapitalizme özgü değerleri yaymak ve temel nitelikleriyle ulusal bağlamın dışında olan davranışlara özendirmektir. Bu değerler kapitalizmin hegemonyacı merkezlerinde yaratılmakta, bu nedenle de dış çıkarlar tarafından yönetilmekte ve ulusal çıkarlara karşıt olmaktadır.

Kültürel bağımlılık yaklaşımına göre ideolojik egemenliğin işleyiş biçimlerinin yanında ideolojik egemenliğin içeriği de bağımlılığın sürdürülmesinden sorumludur. Örneğin uluslararası şirketlerin özel pazarlama yöntemleri, reklam teknikleri ve tüketici kredileri politikalarıyla oluşturdukları tüketim ideolojisi gelişmekte olan ülkelerde halkın gelir düzeyi düşük olan çoğunluğu için ulaşılması güç beklentiler yaratarak bağımlılığı pekiştirmektedir.

İletişim kuramcıları, kültürel bağımlılığın temel bir ilkesi olarak az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin gerçek kültürüne karşıt, yabancılaşmış değerlerin bu toplumlara zorla dayatılması üzerinde dururlar. Onlara göre haberlerin ve reklamların dıştan denetlenmekte oluşu bağımlılığın sürdürülmesinin önemli araçlarıdır. Kitle iletişim araçları üretiminde ve ileti dağıtımında yer alan kurumların nitelikleri kapitalist dünyadaki güç dengesizliğinin bir göstergesidir. Bu sürecin sonucu olarak, gelişmekte olan toplumların bireyleri “yalnızca alıcı” ya da “eleştiri yeteneği olmayan pasif ögeler” olarak sunulmaktadır.

Kültürel bağımlılık kuramcılarına göre insanların yaşamları kendi tercihlerinin bir sonucu olarak değil, uluslararası kapitalist sistemle bütünleşme modelinin bir parçası olarak dıştan biçimlenir. Bütün insanlar uzakta bir yerlerde belirlenen tercihlere bağımlı hale getirilir. Aslında bağımlılık, uluslararası yayılma aşamasına geldiğinde kapitalist üretim biçiminin çevre ülkelere yönelen siyasal yayılmasından başka bir şey değildir.

Page 167: Iletisim kuramlari

163

Kültürel bağımlılık yaklaşımı, egemenlik sürecini açıklamasıyla ve egemenliğin yalnızca baskıcı

yöntemlerle sağlanamayacağını, aynı zamanda karmaşık ideolojik yapıları da içerdiğini göstermektedir.

Bağımlılık yaklaşımının bir türevi olan kültürel bağımlılık, kendisini Marksist emperyalizm kuramının bir

tamamlayıcısı olarak sunar. Kültürel bağımlılık yaklaşımları, basit merkez ve yan ülke ilişkisinden

gelişmiş ve gelişmemiş ülkeler arasındaki daha karmaşık ekonomik, siyasal ve kültürel bağımlılığı inceleme yönünde gelişmiştir. Bu kültürel bağımlılık, kültürel emperyalizm olarak betimlenmiştir.

Kültürel Bağımlılık Yaklaşımının Eleştirisi

Kültürel bağımlılık yaklaşımlarıyla yapılan araştırmaların çoğunun genelleme düzeyinde kalması,

ideolojik sürecin özgün dinamiklerini ve bu dinamiklerin gelişmekte olan ülkelerin bireyleri üzerindeki

etkilerini açıkça ortaya koyamamaktadır.

Önemli bir nokta da bağımsızlık yaklaşımı içinde baskın olanın toplumsal sınıflar değil, ulus kavramı

olduğudur. Benzer biçimde, kültürel bağımlılık yaklaşımı da ideoloji çözümlemesinde sınıf çelişkileriyle

ilgilenmez. Böylelikle Marksist ideoloji ve emperyalizm kavramlarını gözden kaçırır. Pek çok yazar,

kültür sorunuyla ilgili çözümlemelerini öne sürerken kalkınmacı bakış açısından daha ileri

gidememişlerdir.

Ayrıca kimi kültürel bağımlılık kuramcıları, sermayelerin uluslararası yayılma süreci gerçeğinin çevre

ülkelerin egemen sınıflarının uluslar arası sermaye ile birleşmelerine yol açtığını görmezden gelerek

egemen sınıfların emperyalist çıkarlara karşı birleşebileceğini düşünmüşlerdir. Bu nedenle de anti-

emperyalizm, sınıf mücadelesinin değişik biçimlerini ve bunların farklı toplumlarda belirtilerini bir

kenarda bırakarak temel konu haline gelmektedir.

Kültürel bağımlılık, yönetici-egemen sınıfın, halkın tüm bilincine egemen olan, gücün sınırsız, tek

parça bir blok olmayıp, aslında kendi içsel çelişkileri de bulunan bir sınıf olduğunu görmezden gelir.

Ayrıca, gelişmekte olan ülkelerde gelir dağılımı piramidinin farklı basamaklarında yer alan tüm

insanların bir iletiyi aynı biçimde algılayacağını beklemek de gerçekçi değildir.

Bu yaklaşım çerçevesinde iletişime kapitalist ilişkilerin üretilmesinde çok güçlü, neredeyse özerk bir

rol verilmektedir. Oysa kitle iletişim araçlarını kapitalist üretim ilişkilerinin küresel bir bakış açısında

yerleştiren bir çözümleme, bu araçların çok uluslu şirketlerin egemenliğinin belirgin olduğu bir üretim

sürecinin bir parçası olduklarını ortaya çıkaracaktır.

KÜLTÜREL EMPERYALİZM Marksist görüşte emperyalizm, kapitalizmin en yüksek aşamasıdır. Kapitalizmin temel özelliklerinin

gelişmesi ve kendi içinde oluşan zıtlara dönmesi ile meydana gelir. Emperyalizmde firmaların büyümesi

ve çeşitli şekillerde birleşmesiyle tekeller ortaya çıkmıştır. Böylece ekonomik bakımdan serbest rekabetin

yerini tekel pazarı almıştır. Küçük sanayi yerini büyük sanayie bırakmış, banka sermayesi de sanayi

sermayesi ile birleşerek finans sermayesini ve finans oligarşisini oluşturmuştur. Tekeller, uluslararası

kapitalist tekelleri kurmuşlardır. Güçlü kapitalistler tarafından dünyanın paylaşılması tamamlanmıştır ve

ilerideki çatışmalar yeniden paylaşım için olacaktır.

Emperyalizm, eşitsiz bir ilişkinin ürünüdür ve bu eşitsizlik, zayıf tarafın yararına çalışmamaktadır. Emperyalist ilişkide merkez ülkenin egemen güçleri, çevre ülkenin egemen güçlerine nüfuz ederler. Böylece her ikisinin egemen güçlerinin yararına işleyen bir süreç yaratılır. Merkez ve çevre ülkelerin egemen güçleri arasında bir ittifak kurulurken her iki ülkenin çalışan sınıfları arasında bir ittifakın doğması ise önlenmeye çalışılır.

Emperyalizm olgusunun kültürel boyutunu tanımlamak için “kültürel emperyalizm” kavramı kullanılmaktadır. Emperyalizm, burada ülkeler arasındaki eşitsiz ilişkilerin daha güçlü ülke lehinde oluşturulması ve sürdürülmesini anlatır. Kültürel emperyalizm de ekonomik sömürü ya da askeri kuvvetin ötesine geçen bir sürecin boyutlarını ayırt eder. İletişim alanının yanı sıra uluslararası ilişkiler, antropoloji, eğitim, bilim, tarih, edebiyat ve spor alanlarındaki olayları açıklamak için de bir çerçeve olarak kullanılan kültürel emperyalizm kavramı, 1960’larda ortaya çıkmış ve 1970’lerden beri bir araştırma odağı olmuştur.

Page 168: Iletisim kuramlari

164

Kültürel emperyalizm kavramını, gelişmekte olan ülkeleri egemenliği altına alan gelişmiş ülkelerin medyayı da içeren çokuluslu şirketlerini açıklamak ve betimlemek için kullanmayı öneren Herbert Schiller (1919-2000), kapitalist sistemin yayılması, korunması ve daha iyiye gitmesi için çalışan bir aracı olarak medya teknolojisi ve iletişim üzerinde durur. Schiller’e göre kültürel emperyalizm, “Bir toplumun modern dünya sistemi içine çekilmesi amacıyla onun hakim toplumsal katmanının, dünya sisteminin tahakküm merkezinde geçerli değer ve yapılara uygun hale getirilmek, hatta bunlara güç katmak üzere kendi toplumsal kurumlarını şekillendirmesi için cezbedildiği, baskı altına alındığı, zorlandığı, bazen rüşvetle elde edildiği bir süreçler toplamıdır.”

Schiller’in kültürel emperyalizm tezine göre, iletişimde kültürel emperyalizm, genel emperyalist sistemin bir alt setidir. Kültürel ve ekonomik alanlar birbirinden ayırt edilemeyecek biçimde beraberdir. Kültürel üretim, otomobil üretiminden aşağı kalmayacak kadar, kendi siyasal ekonomisine sahiptir. Schiller’e göre, sonuçta kültürel ürün olarak nitelenen her şey aynı zamanda ideolojiktir ve geniş ölçüde sistemin çıkarına hizmet eder.

Kültür emperyalizmi konusunda en çok siyasal ekonomik yorumlar ve kurum incelemelerinde bulunulmuştur. Schiller, medyanın dünya kapitalizmi içindeki yerini işaret ederek modern dünya sisteminin ideolojik bilişimsel altyapısı olan “çok uluslu şirketleri (ÇUŞ)” merkeze alarak, bu şirketler aracılığıyla modern dünya sisteminin nasıl reklamının yapıldığını, korunup yayıldığını anlatır. Nordenstreng ve Schiller’in 1979’da yayınladığı National Soverignty and International Communication (Ulusal Egemenlik ve Uluslararası İletişim) eseri de dünya sisteminin kurumsal ve politik incelemelerini içerir.

Schiller, haberleşme özgürlüğü görüşünün dayandığı varsayımların maskesini indirerek iletişimde kullanılan araçların çözümlenmesini, sermayenin uluslararası yayılması bağlamına yerleştirmiştir. Schiller’e göre bireysel ifade özgürlüklerinin korunması gibi ifadelerin ardında; hem ekonomik (kendi ürünlerinin dağıtımı) hem de (kapitalizmle tutarlı değerlerin korunması yoluyla) ideolojik olarak içeriğin belirlenmesinde merkezi yeri emperyalist çıkarlara veren, uluslararası şirketler bulunmaktadır.

Diğer önemli bir siyasal-ekonomik medya eleştirmeni Armand Mattelart’ın da uluslararası ticari sistemle ilgili olarak benzer görüşleri vardır. Armand Mattelart ve Ariel Dorfman, ABD emperyalizminin siyasi, ekonomik ve kültürel olarak medya metinlerine nasıl yansıdığını gösteren How to Read Donald

Duck: Imperialist Ideology in The Disney Comic (Vak Vak Amca Nasıl Okunmalı: Disney Çizgi

Romanlarında Emperyalist İdeoloji) adlı incelemelerinde Disney dünyasının masum görüntüsünün altındaki emperyalist ideolojiyi tartışırlar. Onlara göre bu okumada, Amerikan yaşam biçiminin üstünlüğü, tahakküm altındaki insanların geriliği, tüketicilik, paranın üstünlüğü, basmakalıp çocuklaşmış üçüncü dünya, kapitalizmin doğallığı ve anti-devrimci propaganda vurgulanır. Amerika’nın ticari ve teknolojik üstünlüğü ile bütün dünyaya dağıttığı emperyalist ideoloji taşıyan medya ürünleri eleştirilir.

Nordenstreng ve Varis’in birlikte ve tek başlarına yaptıkları çalışmalar da “serbest haber akışı” kavramının tek yönlü haber akışı gerçeğini gizlediğini deneysel olarak göstermiştir. ABD’de ortaya çıkan bu akış, uluslararası iletişim pazarında egemendir. Varis ve Nordenstreng aynı zamanda hem eğlence programları sunulurken hem de haberler aktarılırken kitle iletişim araçlarının içeriklerinin taşıdığı belirli bir ideolojik yönü de önemle belirtmişlerdir. Bu tür araçların içerikleri, sınıf çatışmalarının görünümünü küçültürken kapitalizme herhangi bir somut alternatifi de meşruluğu olmayan bir yapı olarak sunarlar.

Kültürel Emperyalizm Yaklaşımının Eleştirisi Kültürel emperyalizm görüşüne yöneltilen eleştirilerden biri; iletişim sürecinde izleyicilerin pasif olmadıkları, kendilerine değişik yollardan ulaşan iletilerden kendi anlamlarını yaratabildikleri, hegemonyacı anlamlara karşı direniş noktaları oluşturabildikleri yönündedir. “Aktif izleyici” varsayımına dayanan bu tür araştırmalar, aynı sonuca varmasalar da etki araştırmaları geleneğine dayanır. Aktif izleyici ve alımlama kuramının eleştirileri ise izleyicinin küresel medya holdingleri ya da kültürel politika üzerinde çok az etkisi olduğu yönündedir. Medya holdingleri izleyiciye, farklı haklar ve tercihlere sahip vatandaşlar olmaktan çok ürünlerinin farklılaştırılmamış tüketicileri gözüyle bakarlar. Schiller’e göre ise aktif izleyici fikri, birinin bir ileti akışına direndiğini söylemekten başka bir şey değildir.

Page 169: Iletisim kuramlari

165

Ulusal kültür söylemiyle bütünleşen kültürel emperyalizm görüşüne yöneltilen bir başka eleştiri de

ulusal kültürler ve kimliklerin de etnik, dinsel, cinsel ve sınıfsal farklılıklar temelinde çatışma halinde

oldukları, ulus-devlet kavramına dayanan kültürel emperyalizm görüşlerinin ideoloji çözümlemesinde

sınıf çelişkileriyle ilgilenmedikleri yönündedir.

1960’lı yıllarda üçüncü dünya ülkelerinin savunduğu kültürel emperyalizm tezleri, 1990’lı yıllarda

iletişim teknolojisindeki, özellikle de uydu teknolojisindeki gelişmelerle yeniden gündeme gelmiştir. Ancak bu sefer üçüncü dünya ülkeleri ile gelişmiş ülkeler arasındaki çatışmadan çok, Avrupa-ABD kültür

çatışması, iletişim alanındaki tartışmalara egemen olmuştur.

Medya Emperyalizmi Oliver Boyd-Barrett tarafından 1977’de ortaya atılan medya emperyalizmi tezi, güç dengesizlikleri ve

medya akışını ele almaktadır. Boyd-Barrett’e göre medya emperyalizmi, herhangi bir ülkedeki medya

sahipliği, yapısı, dağıtım veya içeriğinin tek başına veya birlikte, diğer ülke veya ülkelerin medya

çıkarlarının önemli miktarda dış baskısına maruz kalması sürecidir. Buna göre, medya emperyalizminin

dört biçimi vardır:

a. İletişim medyasının şekli: Alıcının kullandığı teknoloji

b. Endüstriyel yapı setleri

c. Medya firmalarındaki ideal pratikle ilgili neyin nasıl yapılacağını içeren değerler

d. Belli kitle iletişim araçları içeriklerinin (ürünlerin) ithali.

Medya emperyalizmi genellikle ABD ve Batı Avrupa’nın medya ürünlerinin çoğunu ürettikleri, ilk

kârlarını yurt içinde yaptıkları ve daha sonra üçüncü dünya ülkelerinin aynı ürünleri topraklarında

üretmeyi göze alabileceklerinden çok daha düşük bir maliyetle bu ülkelere pazarladıkları bir süreç olarak

betimlenmektedir.

Medya emperyalizmi genel güç kaynaklarının dengesiz bir şekilde bölüşüldüğü bir dünya düzeninin

sonucudur. Medya emperyalizmi ilişkisinde egemenlik altında kalan taraf, bu durumu iki şekilde

benimser: (1) Ticari ve sayasal strateji olarak kalkınma, modernleşme adı altında bilinçli olarak ithal eder

ya da (2) İlişki sonucunda üzerindeki bu egemenlik etkenliğini yansıtmasız benimser.

Medya emperyalizmi ve kültür emperyalizmi birbirine sıkıca eklemlenmiş iki tezdir. Her ikisi de

birbirinin nedeni ve sonucudur. Bu nedenle birlikte incelenmesi gerekir. Her ikisinde de sistem eleştirisi

(siyasal ekonomi) ve kurumsal analiz vardır; ancak kültürel incelemelerin belirsizliği, yüzeyselliği,

esneklikten uzak ve maddeci oluşu eleştiri almaktadır.

Medya emperyalizminin deneysel olarak incelenebilen göstergeleri ve düzeyleri belirlenebilir; örneğin medyanın akışı, yabancı yatırımlar, yabancı modellerin benimsenmesi ve kültür üzerindeki etkileri.

Meta Olarak İzleyici Kanadalı ekonomist Dallas Smythe’e göre kitle iletişim araçları tekelci kapitalist sistemin bir buluşudur. Bu araçlar, izleyicileri kitle halinde üretirler ve reklamcılara satarlar. Smythe, kitle iletişim araçlarının içeriğini; yani haber, eğlence, müzik, spor, film, tartışma gibi her türlü programı, “bedava öğle yemeği” olarak niteler. Kapitalist ilişkilerde birinin yemeğe götürülmesi, herhangi bir esas amaç için bir vesileden başka bir şey değildir. Yemek yenirken alışveriş, iş tartışması yapılır. Kitle iletişiminin içeriği de bedava öğle yemeği olarak “balığı oltaya çekmek” için sunulan yemdir.

Smythe dikkatleri, medyanın ideolojik aygıt olmasından, kapitalizmdeki ekonomik görevine çeker.

“Görünmez üçgen” adını verdiği yayıncılar, reklamcılar ve izleyiciler arasındaki ilişkileri araştırır. Smthe,

İletişim: Batı Marksizminin Kör Noktası adlı eserinde, tekelci kapitalizmin bir bireyin işçi ve müşteri

rolleri arasındaki sınırları ortadan kaldırdığını savunur. Bütün uyku dışı zamanın çalışma zamanı

olduğunu belirten Smythe, çalışma zamanının malların üretimine, işgücünün üretimine ve yeniden

üretimine ayrıldığını anlatır. İşten arta kalan ancak uyanık geçen zaman, bir mal olarak reklamcılara

satılmaktadır.

Page 170: Iletisim kuramlari

166

Chomsky’nin deyişiyle medyanın önemli bir özleyici kitlesine ulaşabilen kesimleri büyük

kuruluşlardır ve kendilerinden daha büyük holdinglerle sıkı sıkıya bütünleşmişlerdir. Diğer işyerleri gibi

medya kuruluşları da alıcılara bir ürün satar. Onların piyasası reklamcılar, “ürün” ise izleyicilerdir ve

gözler reklam oranlarını büyüten daha zengin izleyicilere dikilmiş durumdadır. Kısacası, büyük medyalar,

ayrıcalıklı izleyicilerini diğer işyerlerine “satan” kuruluşlardan oluşur.

Zihin Yönlendirenler Herbert Schiller’e göre Amerika’da medya yöneticileri imajların ve haberlerin yaratılması işlenmesi,

inceltilmesi ve bunlara uyulması; dolayısıyla inançlarımızı ve tutumlarımızı, sonuç olarak da

davranışlarımızı belirlemeyi kendilerine iş edinmişlerdir. Shchiller 1974’te yayınlanan The Mind

Managers (Zihin Yönlendirenler) adlı kitabında, küresel ekonominin işleyiş mantığını betimler. Schiller’e

göre medya yöneticileri, toplumsal varlığın gerçeklerine uymayan iletileri kasıtlı olarak ürettiklerinde

zihin yöneticileri haline gelirler. Gerçekliğin kusurlu olarak algılanmasına, yaşamın gerçeklerini kavrama

gücünden yoksun bırakılmış bir bilincin oluşmasına neden olan iletiler, zihin yönlendiricileri tarafından

kasıtlı olarak üretilmiş manipülasyon (yönlendirme) amaçlı iletilerdir. Manipülasyon, en önemli

toplumsal denetim aracıdır.

Schiller’e göre, manipüle edenler varlığın egemen koşullarını açıklayan, meşruiyet kazandıran, hatta

zaman zaman öven mitleri kullanarak, çoğunluğun çıkarları doğrultusunda oluşturulmamış bir düzenin

devamını sağlamak için çoğunluğun desteğini kazanırlar. Manipülasyonun başarılı olması ise alternatif

toplumsal düzenlemelerin gündem dışına itilmesini sağlar.

Shchiller, manipülasyonun pek çok yolu olduğunu belirtir. Haber akışını denetim altında tutmak,

beyinleri amaca uygun ideallerle doldurmak, bu yollardan en etkin olanları arasındadır. Pazar

ekonomisinin ilkeleri bu alanda çok işe yarar. Medyaya egemen olmak, para ile olanaklıdır. Televizyon

istasyonları, gazeteler, radyo istasyonları, yayınevleri, vb. ait oldukları holdinglere bağlı olarak çalışırlar.

Amerika’da medya yöneticileri hem ülke içinde hem de ülke dışında istedikleri etkiyi yaratabilmek

için yoğun ve bilinçli bir çaba içinde çalışmaktadır. Amerikan kültür endüstrisi Amerikan kültürünü

dünyaya pazarlayarak, hem ticari kazanç sağlamakta hem de kendi ideolojisinin propagandasını

yapmaktadır. Çıkar uyuşmazlığı olan durumlarda ise ihtilaflı olunan ülkedeki farklılıklar öne çıkartılarak

taraflar kışkırtılmaktadır. Bunun sonucunda ortaya çıkan çatışmaya demokrasi adına müdahale edilerek

denetim ele geçilmektedir. Böylece ABD ekonomisi, hükümeti ve ordusu işbirliği içinde dünya

egemenliğini sürdürmeye çalışır.

Elektronik Sömürgecilik Elektronik sömürgecilik kavramı ilk olarak Thomas McPhail’in 1981’de yayınlanan “Electronic

Colonialism: The Future of International Broadcasting and Communication (Elektronik Sömürgecilik:

Uluslar arası Yayıncılık ve İletişimin Geleceği)” adlı kitabında kullanılmıştır. McPhail elektronik

sömürgeciliği mühendisler, teknisyenler ve ilgili enformasyon protokolleri ile birlikte iletişim

donanımının, dışarıda üretilen yazılımın ithali yoluyla kurumlaşan bağımlılık ilişkisi olarak tanımlar. Bu

ilişki, farklılaşan derecelerde yerli kültürleri ve toplumsallaşma süreçlerini değiştirebilecek bir dizi

yabancı norm, değer ve beklentiyi dolaylı yoldan kurumlaştırır.

McPhall’a göre elektronik sömürgeciliğin işleyişi şöyle gerçekleşir: İletişim teknolojileri ithal

edilmekte, ithal edilen bu teknolojiyi kurmak için yabancı mühendisler ve teknik elemanlar görev almakta

ve bunun için resmi protokoller yapılmaktadır. Bu süreçte yalnızca teknoloji değil, iletişim ürünleri de

ithal edilmekte ve yabancıların değerleri, yaşam biçimleri ve beklentileri bu ürünler aracılığıyla egemen

kullanmaktadır.

Elektronik sömürgecilik yaklaşımına göre kitle iletişim araçları, ülkeleri bağımlılık ilişkileri içine

çeken araçlardır. Yaklaşım, kitle iletişim araçlarının reklamlar da dahil olmak üzere tekrarlanan

iletilerinin dünya çapındaki izleyicilerin zihinleri üzerindeki etkileriyle ilgilidir. Kitle iletişim araçları,

yerli filmler ve yapımlar yüksek kaliteli ve kitlesel olarak üretilen medya iletileri ve sistemlerinin

Page 171: Iletisim kuramlari

167

yarattığı kültürel bir tsunami tarafından önemsizleştirildiği için esas olarak İngilizceyi kullanarak zaman

içinde giderek daha fazla bireyi daha benzer hale gelmeleri için etkileyecektir.

Elektronik sömürgecilik, kitle iletişim araçlarının nasıl yeni bir imparatorluk kavramına neden

olduğunu açıklar. Bu imparatorluk, askeri güce ya da toprak kazanımına dayanmayacak fakat zihinlerin

denetlenmesine dayanacaktır. Bu, küresel olarak gelişen psikolojik ve zihinsel bir imparatorluktur.

Küresel medya, tüm dünyadaki bireylerin zihinlerini, tutumlarını, değerlerini ve dilleri ortaklaşa

etkilemektedir. Bu, zamanla çok uluslu iletişim şirketlerinin sınırlarını genişletecek biçimde elektronik

kitle iletişim araçları merkezli bir olgudur.

Medyada Yoğunlaşma ve Tekelleşme

Dünya çapında özellikle son bir kaç on yılda giderek yaygınlaşan liberal ekonomi politikaları, belirli

alanlarda ticari işletmelerin yoğunlaşmalarına ve tekelleşmelerine neden olmuştur. Bu durum medya

açısından “çok seslilik” ortamının bozulması ve potansiyel zararlı etkileri nedeniyle liberal-çoğulcu

yaklaşımlar tarafından eleştirilirken, eleştirel yaklaşımlar tekelleşmenin siyasal ekonomisi üzerinde

durmaktadır.

Çok seslilik, liberal-çoğulcu kuramda önemli bir yer tutar. Farklı düşüncelere sahip kişilerin bu düşüncelerini toplumsal yaşamda açıkça dile getirebilmeleri anlamına gelen çok seslilik çağdaş demokrasilerin temelidir. Çok seslilik, düşünceyi açıklama ve ifade özgürlüğü ile yakından bağlantılıdır ve demokratik toplumlarda serbest pazarda iş gören kitle iletişim araçları çok sesliliğin sağlanmasının güvencesi olarak görülür. Ancak serbest pazar, doğası gereği tekelleşmeyi beraberinde getirir ve medya alanındaki tekelleşme farklı düşüncelerin ifade edilmesine engel olacağı için “tek sesliliğe” neden olur. Bu da çoğulcu demokrasiye tehdit oluşturduğu için liberal-çoğulcular tarafından endişeyle karşılanır. Liberal politikaların tekelleşmeye karşı önlemleri ise etkili anti-tröst (tröst karşıtı) yasalarının çıkarılmasıdır. Tröst, aynı alanda iş yapan çeşitli ortaklıkların hisse senetlerinin bir denetim örgütlenmesine teslim edilmesi ve yönetimin bu örgütlenmeyi yöneten gruba aktarılmasıyla oluşan tekelci kapitalizme dayalı bir ortaklıklar birliğidir. Tekelciliğin gelişmiş bir biçimi olan tröstleri engellemek ve firmalar arası serbest rekabet koşullarını korumak için bir çok devlet anti-tröst yasalar çıkarmıştır. Buna karşılık, eleştirel ekonomi politik yaklaşımlar, tekelleşmeyi serbest pazar ekonomisinin bir sonucu olarak ele alır ve çözümlerler. Bu bağlamda 1980’li yıllarda, kapitalizmin yeniden yapılanma sürecinde iletişim alanındaki değişimler de siyasal ekonomik yaklaşımların inceleme konusu olmuştur.

Çok seslilik, farklı düşüncelere sahip kişilerin bu düşüncelerini toplumsal hayatta açıkça dile getirebilmeleri anlamına gelir. Bu da çağdaş demokrasilerde düşünceyi açıklama ve ifade özgürlüğü ile bağlantılı görülür. Tekelleşme ise “tek seslilik” kavramıyla ilişkilidir. Belirli bir alanda tek olma, başkasının ol(a)maması anlamına gelir.

1980’li yıllardan itibaren tüm dünyada özelleştirme ve deregülasyon politikaları kitle iletişimin görünümünü değiştirmiştir. Özelleştirme, kamu mülkiyetinde bulunan işletmelerin özel sektöre aktarılmasıdır. Örneğin daha önce devlet eliyle yürütülen posta, telefon, telekomünikasyon hizmetleri özelleştirilerek özel sektöre devredilmiştir. Deregülasyon ise yasal düzenlemelerin ortadan kaldırılarak kamu mallarının özel sektöre devredilmesidir. Kavram olarak “kuralsızlaştırma” ya da “serbestleştirme” gibi karşılıkları olan deregülasyon, kitle iletişiminin kamu gücünün denetiminden çıkmasını ifade eder. Bir başka deyişle kamu hizmeti sunması için devletler tarafından yönetilen ya da korunan medyalarla ilgili yasal düzenlemelerin kaldırılarak bu medyaların işletmesinin özel sektöre açılmasını anlatır. Örneğin televizyon yayınları kamu tekeli biçiminde düzenlenirken, deregülasyon politikalarıyla pazara girişteki bu tekel kaldırılmış ve yayıncılık alanı özel sektöre açılmıştır.

Deregülasyon, yasal düzenlemelerin ortadan kaldırılarak kamu mallarının özel kesime devredilmesidir. Kavram olarak “kuralsızlaştırma” ya da “serbestleştirme” gibi karşılıkları olan deregülasyon, kitle iletişiminin kamu gücünün denetiminden çıkmasını ifade eder.

Page 172: Iletisim kuramlari

168

Deregülasyon politikaları, medya sisteminin metalaşmasını hızlandırmıştır. Bu politikalar birçok

Avrupa ülkesinin yayın sistemlerinde olduğu gibi daha önce rekabete kapalı olan pazarları özel

girişimcilere açmıştır. Yine düzenleme rejimleri, şirket sahipleri ile reklamcıların hareket serbestisi lehine

değiştirilmiştir. Deregülasyon sürecinde kamusal yayıncılığın önemi azalmış, yayın içerikleri kâr ve

rekabete dayanan pazarın işleyişine bırakılmıştır.

Özelleştirme ve deregülasyon politikalarının bir sonucu da iletişim alanındaki yoğunlaşmanın

artmasıdır. Medya sektöründeki yoğunlaşma hareketlerine ilişkin kapsamlı bir çalışma ABD’de Ben

Bagdikian tarafından yapılmıştır. Bagdikian The Media Monopoly (Medya Tekeli) adlı kitabında, 2004’te

medya sektöründe egemen olan şirket sayısının beşe düştüğünü belirtmektedir. Bu şirketler Time Warner,

Disney, Murdoch’s News Corporation, Bertelsmann of Germany ve Viacom’dur (eski CBS).

Özelleştirme, tekelleşme ve deregülasyon tartışmaları özellikle 1980’lerin sonu ve 1990’ların başında

Türkiye’de de uzun süre gündemi işgal etmiştir. Ancak daha sonra konuya olan ilgi düzeyi düşmüştür.

Deregülasyon politikalarının medya alanındaki sonuçları ne olmuştur?

Medya alanındaki yoğunlaşma ve tekelleşme eğilimlerinin artmasıyla yakından ilgili bir kavram

“küreselleşme”dir. Çok yönlü bir kavram olarak küreselleşme, insanların ilgi alanına göre iktisadi,

siyasal ve kültürel yönleriyle gündeme gelir. Küreselleşme kavramı 1980’lere doğru Harvard, Stanford,

Columbia gibi saygın Amerikan işletme okullarında kullanılmaya başlanmış ve yine bu çevrelerden

çıkmış bazı iktisatçılar tarafından yaygınlaştırılmıştır. Hemen aynı yıllarda uluslararası iktisadi

kuruluşların yayınlarında ve raporlarında da yer almaya başlamıştır.

Küreselleşme sözcüğü, dünya ekonomisinin örgütlenmesine ilişkin işletmeci bir anlayıştan

doğmuştur. Bu sözcüğün benimsenmesi, iletişim ağlarının serbestleşmesi (deregülasyon) ve

özelleştirilmesi süreciyle aynı zamana rastlar. Mattelart’a göre bu süreç 1970’li yıllarda Amerika Birleşik

Devletleri’nde bankacılık etkinliklerinden düzenlemenin kaldırılmasıyla başlamış, ancak 1984’te

telekomünikasyonda hemen hemen tek özel tekel olan ATT (American Telegraph and Telephone)

şirketinin yıkılışından itibaren yayılmış ve o zamandan beri en değişik ekonomik etkinlik kesimleriyle

ilişkili olarak “gezegensel” bir boyut kazanmayı sürdürmüştür.

Düzenlemenin kaldırılması; toplumun ağırlık merkezinin pazara kaydırılması, özel işletmeye ve çıkara

ilişkin değerlerin giderek egemen konuma gelmesi anlamına gelir. Mattelart, küreselleşmenin “yeni

dünya düzeninin düzensizliklerini gizleyen hazır bir ideoloji” oluşturduğunu savunur.

Küreselleşme sürecinin hız kazanmasıyla birlikte, özellikle 1980’li yıllardan itibaren iletişim

holdinglerinin yükselişi, mülkiyet sahibinin gücünün potansiyel olarak kötüye kullanılmasıyla ilgili eski

tartışmaya yeni bir öge eklemiştir. Artık söz konusu olan, yalnızca şirket sahiplerinin yazı işlerinin

kararlarına müdahale etmeleri ya da siyasal görüşleri farklı olan kilit noktalardaki personeli işten

çıkarmaları gibi basit bir durum değildir. Kültürel üretim, şirketin farklı medya çıkarları arasındaki

kesişmeleri kullanan ortak istekler çevresinde inşa edilen ticari stratejilerce de güçlü bir biçimde

etkilenmektedir. Şirketin gazeteleri, kendi televizyon istasyonlarına bedava reklam olanağı verebilir ya da

müzik ve kitap bölümleri film bölümünün pazara sürdüğü yeni bir filmle bağlantılı ürünler çıkartabilir.

Bunun etkisi, dolaşımdaki kültürel malların çeşitliliğini azaltmak biçiminde ortaya çıkmaktadır. Basit

nicel anlamda, dolaşımda daha fazla meta olmasına karşın, bunların aynı temel temaların ve imgelerin

değişkeleri olmaları daha olasıdır.

Medya holdinglerinin, pazarlarında etkinlik gösteren ya da pazarlara girmeye çalışan daha küçük

gruplar üzerinde de önemli ölçüde dolaylı iktidarları vardır. Bunlar, büyük mali güçlerini yüksek

maliyetli promosyon kampanyaları başlatarak reklamcılara indirimler önererek ya da kilit noktalardaki

yaratıcı personeli satın alarak pazara yeni giren şirketleri yok etmek için kullanırlar.

Diğer yandan büyük medya kuruluşları, önemli ölçüde medya dışından gelen iş ve siyaset

dünyasından kişilerce yönetilmektedir. Medya sektöründeki holdingler, bir alanda birbirleriyle rekabet

Page 173: Iletisim kuramlari

169

ederken, bir başka alanda da ortak iş yapmaktadırlar. Birbirleriyle rakip-ortak değişen rollerinin

bulunduğu bir ortamda ilişkilerini sürdürdükleri için de hiçbir grup diğeriyle arasının bozulmasını göze

almamaktadır. Dolayısıyla aralarındaki rekabet çok sınırlıdır.

Medyada tekelleşme olgusu, eleştirel yaklaşımlar yanında liberal yaklaşımlar tarafından da

eleştirilmektedir. Çünkü haber ve bilgi tekelleri, bu tekelleri oluşturanlara haksız bir güç kazandıracağı gibi aynı zamanda liberalizmin yadsıdığı toplumsal gerçeğin tek bir kaynak tarafından belirlenmesi

durumuna neden olur. Liberal kurama göre demokrasinin temel ilkelerinden biri olan düşünce ve bilgide

çoğulculuk, serbest pazarda karşıtların çatışması yoluyla güvenceye alınır. Tekelciliğe, tekelleşmeye

yönelecek her türlü oluşum ise tek sesliliğe neden olurken, gerçeğe uzanan yolu da tıkamaktadır.

Medya sektöründeki yoğunlaşma ve tekelleşme eğilimleri, düşünce ve ifade özgürlüğünü nasıl etkilemektedir?

Kültürel Maddecilik

Nicholas Garnham kültürel etken ile ekonomik yapı arasında ilişki kurulması gerektiğini vurgulayarak bu

ilişkinin "kültürel maddecilik” ile kurulabileceğini belirtir. Garnham'a göre toplumsal ve tarihsel olmayan

kuramların tuzağından kaçınmak için kitle iletişim araçları incelemeleri toplum bilimleriyle ve tarihsel

maddecilik geleneğiyle bağlarını yeniden kurmalıdır. Bu gelenekte, kapitalist üretimle gelen üç ana soru

vardır:

1. Bunalım sorusu: Maddi üretim sisteminin kendini sürdürme yolu.

2. Devrim sorusu: Artı ürünün eşitsiz dağıtımını meşrulaştırma yolu.

3. Belirleyicilik sorusu: Ekonomik ve ideolojik düzey arasındaki bağ ve eğer varsa belirleyiciliğin doğası.

Garnham'a göre ideolojik biçimlerin toplumsal koşulları anlamak ve böylece ideolojinin üreticileri ve tüketicilerinin konumlarını açıklamak için ideolojinin kendisine değil, yaşamın maddi koşullarına bakmak gerekir. Garnham’ın belirttiği gibi kültürel maddecilik simgesel ilişki süreçlerinin indirgenemez maddi belirleyicileri üzerine eğilmeyi ve kapitalist üretim biçiminin genel gelişmesi içinde tarihsel olarak bu süreçlerin mal üretimi ve değişimi alanı içine getirilme ve bu alanları etkileme biçimlerine odaklanmayı gerektirir. Üretim ve tüketim diyalektik bir ilişki içindedir. Üretimin doğası ve yapısı ile tüketimin doğası ve yapısı karşılıklı olarak birbirini belirler. Belirleme dengesi (hangisinin daha çok rol oynadığı) ise tarihsel olarak değişebilir. Pazar yaratma zorunludur ve kullanım değerlerinin yaratılması, bu değerlerin alışveriş değerine dönüşümü mücadele ve çelişkiyi içeren bir süreçtir. Dolayısıyla hem teknik hem de ekonomik belirleyicilik reddedilmelidir.

Garnham’a göre pazarın maddi olarak sınıfsal anlamda yapılanma biçimi nedeniyle tüketicilerin enformasyon zengini ve enformasyon yoksulu olarak ikiye ayrıldığı iki katmanlı gelişimi giderek daha çok gözlenebilir olmaktadır. Bu pazarda kültür işçilerinin rolünü ve konumlarını çözümlemek için üç etken dikkate alınmalıdır:

1. Entelektüellerin durumunun kapitalist sistemdeki diğer kültür işçileri ile hangi bakımlardan benzeştiği

2. İşbölümü temelindeki toplumsal farklılaşma süreci nedeniyle entelektüellerin durumlarının özel nitelikler gösterme biçimleri

3. Bu özel niteliklerin kültür işçilerinin kendileri tarafından yanlış tanınmış olması ve yanlış temsil edilme biçimleri.

Enformasyonun Siyasal Ekonomisi ve Ödemeli Toplum

İletişimin siyasal ekonomisiyle ilgili çalışmalar yapan Vincent Mosco, enformasyon toplumu, endüstri

sonrası toplum, üçüncü dalga, mikroelektronik çağ, bilgisayar çağı, ağ pazarı, beşinci kuşak gibi adlar

verilen toplumsal değişimi anlatmak için enformasyonun siyasal ekonomisi kavramını kullanır. Çünkü

günümüzdeki toplumsal değişimi anlamak için iktidarın bir meta olarak enformasyonun üretimini,

dağıtımını ve kullanımını nasıl düzenlediğini incelemek gerekir.

Page 174: Iletisim kuramlari

170

Mosco, günümüzde bilgisayar ağları ve iletişimin değişikliğe uğrattığı toplumu, “ödemeli toplum”

(pay-per society) olarak adlandırır. Ödemeli telefon araması, ödemeli televizyon izleme ve ödemeli

internet bağlantısı bu toplumun göstergeleridir.

Mosco, sayısal teknolojinin gelişmesi, telefon hizmetlerinin deregülasyonu ve özelleştirilmesi ile

birlikte Amerika ve Avrupa’daki telefon şirketlerinin konuşulan saniye başına ödeme tarifeleri

uygulamaya başladıklarını belirtir. Bu ödemeli arama yönteminin kullanılması telefon hizmeti veren

şirketlerin iş yaptıkları müşterilerine cazip ödeme seçenekleri sunmalarına, kârlarını ise bireysel

müşterilerden sağlamalarına olanak vermiştir. Bu yolla şirketler, ödemeli arama hizmetine geçemeyen

şirketlere karşı rekabet avantajı yakalamışlardır. Ödemeli televizyon izleme hizmeti ile birlikte de artık

aylık kablolu televizyon ödemesi yerine bireysel, etkileşimli televizyon hizmetlerine geçilmiştir. Bilişim

teknolojilerinin yapılan her işlemi ölçme ve izlemeye olanak vermesiyle de enformasyon, bit (bilişimde

en küçük bilgi birimi) ya da telefon hattı süresi başına ödeme yapılmaya başlanmıştır. Böylece her türden

enformasyon paketlenerek ve yeniden paketlenerek piyasaya sunulabilir bir biçime sokulmuş; enformasyonlar ve veri tabanları özel şirketler tarafından pazarda satılmaya başlanmıştır.

Mosco, ödemeli toplumlarda şirketlerin yeni teknolojiyi, denetimlerini uluslararası ölçekte

genişletebilmek için kullandıklarını belirtir. Bu teknoloji firmaların önemli finansal, pazarlama, araştırma

ve planlama kararlarını, küresel bilişim ve iletişim ağları aracılığıyla düzenli bir güncel enformasyon akışı sayesinde şirketin genel merkezinde alabilmelerini sağlar. Böylelikle, şirketler dünyayı ürünler ve emek

gücü için, düşük ücretli bölgeler, sendika karşıtı politikalar ve direniş gösteren siyasal koşullar açısından

üstünlük sağlayabilecekleri bir pazar olarak kullanabilmektedir. Yeni teknoloji iş gücünün de uluslararası

olarak bölünmesine olanak sağlar. Şirketler bu esneklik sayesinde değişen siyasal ya da ekonomik

koşullara göre daha ucuz ve istikrarlı bölgelere taşınabilmektedir.

Mosco’ya göre ödemeli toplum, söz konusu ödemeli hizmetlere erişebilenlerle erişemeyenler

arasındaki eşitsizlikleri derinleştirmenin yanında temel mahremiyet haklarını da tehdit eder ve

yaşamlarımızın yönlendirilmesinin yolunu açar. Ödemeli toplumda satın alma işlemi gerçekleştirmek,

internetten alışveriş yapmak ya da film izlemekten daha başka anlamlara gelir. Satın alma yoluyla,

yaşamımızı sürdürme biçimimize ilişkin çok büyük miktarlarda enformasyonu özel şirketlere ve devlet

kuruluşlarına sunmuş oluruz. Yeni teknolojilerin bankacılık, alışveriş ve başka hizmet alanlarındaki

kullanımı arttıkça, insanlar giderek artan biçimde mahremiyetlerinden vazgeçmek zorunda kalmaktadır.

FRANKFURT OKULU VE KÜLTÜR ENDÜSTRİSİ “Frankfurt Okulu” kavramı, 1923’te Almanya’nın Frankfurt kentinde kurulan “Toplumsal Araştırmalar

Enstitüsü” düşünürlerinin ortak görüşlerini ifade etmek için kullanılır. Frankfurt Okulu düşünürlerinin

genel yaklaşımı “eleştirel kuram” olarak adlandırılmakta, okula “eleştirel okul” da denmektedir.

Frankfurt Okulu’nun ortaya çıkışında, Batı Avrupa’daki işçi sınıfı hareketlerinin I. Dünya Savaşı’nı izleyen yıllardaki ağır yenilgisi, Rus Devriminin Stalinizme dönüşmesi, Faşizm ve Nazizmin yükselişi etkili olmuştur. Okul, 1933’te Adolf Hitler’in egemenliği tamamıyla ele geçirmesinden sonra New York’a

taşınmış; ancak 1950’lerin başında Frankfurt’ta yeniden kurulmuştur.

Frankfurt Okulu’nun en önemli üyeleri Max Horkheimer, Theodor W. Adorno, Herbert Marcuse, Leo

Lowenthal ve Franz Neumann’dır. Bu düşünürler, kültür ve modernizmle ilgili sorunlar üzerine

yoğunlaşmışlar, Marksist toplum teorisini varoluşçuluk ve psikanalizle tamamlamaya çalışmışlardır.

Horkheimer’ın Geleneksel Kuram ve Eleştirel Kuram adlı makalesi, eleştirel okulun başlangıcını ve

oluşum temelini belirler. Horkheimer bu makalesinde, modern bilimin yapısını Marksist çizgide inceler.

Yabancılaşma, fetişizm, sahte-bilinç gibi kavramlar üzerinde durur. Horkheimer’a göre günümüzde

insanlar hâlâ bireysel kararlarıyla hareket ettiklerini sansalar da aslında davranışları toplumsal

mekanizmalar tarafından biçimlendirilmiştir. Dolayısıyla gelecekleri, bağımsız bireylerin rekabetiyle

değil; yöneticiler ve ekonomik sistem arasındaki ulusal ve uluslararası çatışmalarla belirlenir. İnsanlığın

günümüzdeki durumu, kâr/çıkar üretimine dayanan bir toplumun temel yapısının sonucu olarak ortaya

çıkar.

Page 175: Iletisim kuramlari

171

Horkheimer ve Adorno, Aydınlanmanın Diyalektiği adlı eserlerinde, amaçlarının “insanlığın gerçekten insani bir düzeye çıkmak yerine niçin yeni türden bir barbarlığa düştüğünü anlamak” olduğunu ifade ederler. Düşünürlere göre ekonomik üretkenliğin artışı bir yandan adil bir dünya için gereken koşulları yaratırken, diğer yandan da teknik aygıta ve bunu elinde tutan toplumsal gruplara halkın geri kalan kısmı üzerinde hadsiz hesapsız bir üstünlük kurmalarını sağlamaktadır. Ekonomik güçler karşısında birey tamamen hükümsüz bırakılmakta ve bu güçler toplumun doğa üzerindeki egemenliğini akla hayale gelmez bir düzeye çıkarmaktadır. Birey kullandığı aygıtın önünde görünmez hale gelirken geçimi yine bu aygıt tarafından çok daha iyi bir biçimde sağlanmaktadır. Kendilerine dağıtılan metaların niceliğiyle birlikte kitlenin acizliği ve güdülme olasılığı da adaletsiz bir biçimde artmaktadır.

Genel anlamda ise eleştirel okulun düşünürleri arasında tam bir görüş birliğinden söz edilemez. Bazı düşünürlerin birbirine benzer çalışmaları olsa da aralarında temel görüş ayrılıkları vardır. Gerçekte tüm karşı duruş ve direnişleri bir araya getiren Frankfurt Okulu düşünürlerinin ortak noktası, eleştirel bir duruşu benimsemeleridir. Bu düşünürler öncelikle özeleştiri biçiminde kendi duruşlarını sorgulamayı, ardından da insanı köleleştiren tüm baskıcı sistemleri sorgulamayı hedeflemişlerdir. Frankfurt Okulu düşünürlerinin aydınlanma düşüncesi ve pozitivist bilim anlayışıyla hesaplaşmakla başlayan toplum eleştirileri, zamanla eleştirel toplum kuramına dönüşmüştür. Geleneksel kuram, toplumu yalnızca anlamayı ve açıklamayı amaçlarken; eleştirel kuram, toplumu ve insanı tutsak eden tüm kurumları eleştirerek değiştirmeyi amaçlamıştır.

Frankfurt Okulu’na göre kitle iletişim araçları, kültürel yaşamı piyasada elde edilebilir asgari ortak noktaya indirgeyerek tek biçim ve sıradan bir kitle kültürü yaratmıştır. Dinamik, yenilikçi veya yaratıcı olan her şey kitlesel pazara uygun görülmeyerek yerini düpedüz üstünkörülüğün bitmek bilmeyen yinelenişine bırakmıştır.

Frankfurt Okulu düşünürlerine göre insanlar, dilin yorumlayıcı (hermeneutic) dairesi içinde bağımlı kültürün tutsağıdır. Kitle iletişim araçlarının kullandığı dil kavramsal düşünceyi engeller. “Kültür endüstrisi” olarak adlandırılan kitle iletişim araçları ve kitle eğlencesi, endüstrileşmiş bireylerin bilincini artık direnmeyi bile düşünemez hale getirmiştir.

Adorno ve Horkheimer’in ölümü ve 1970’lerin başındaki radikal öğrenci hareketlerinin çöküşüyle birlikte Frankfurt Okulu’nun tarihinde önemli bir dönem sona ermiştir. Bir anlamda kesinlikle Marksist düşüncenin bir biçimi olarak Okul’un varlığı bitmiştir; çünkü Marksizmle ilişkisi giderek azalmaya ve artık siyasal hareketlerle bağı kalmamaya başlamıştır. Ancak başka bir anlamda Okul; eleştirel kuramın merkezi düşüncelerinden bazıları toplumsal düşünceyi etkilemeye devam ettiğinden, yaşamayı sürdürmüştür.

Frankfurt Okulunun Eleştirisi Genel olarak Frankfurt Okulu düşünürleri kitle iletişim araçları konusunda kötümserdirler. Okulun çalışmaları kitle iletişim araçlarına ve kültür endüstrisine hem burjuva bireyciliğini hem de işçi sınıfının devrimci potansiyelini yıkan ideolojik baskınlık rolü verir.

Frankfurt Okulu düşüncesine getirilen eleştirilerden biri, kuramsal çerçevesinin yapısal bütünlüğünün olmayışıdır. Eleştirel kuram, ayrıntılı çözümlemelerden çok genellemelerden oluşmuştur.

Frankfurt Okulu düşünürleri daha çok ideoloji konusu üzerinde odaklanırlar. Bu nedenle indirgemecilikle, seçkincilikle ve “Hegelci idealizmle” eleştirilirler. Frankfurt Okulu’nun öğretisi, siyasal bir güç olarak işçi sınıfının ortadan kayboluşu ya da çöküşü kavramı nedeniyle “proletaryasız (emekçi sınıfsız) Marksizm” olarak betimlenir. Okul, sınıf hakkındaki yargılarını sınıfların tarihsel gelişimi veya sınıf yapısı hakkında herhangi bir çözümlemeyle desteklemediği ve yalnızca sağduyusal bilgiye dayandığı için eleştirilmiştir.

Frankfurt Okulu’nun yetersiz olarak işaret edilen yönlerinden biri de ilgilerinin gerçekte son derece sınırlı olmasıdır. Disiplinler arası çalışmayı gerçekleştirme amacına karşın Okul’un etkinliklerine katılan bir tarihçinin bulunmayışı nedeniyle Adorno ve Horkheimer’in etkisiyle şimdiki zamanın eleştirisiyle yetinilmiştir. Frankfurt Okulu Marx’ın tarih kuramını bir bütün olarak yeniden kurmaya girişmemiş, basit bir biçimde görmezden gelmiştir.

Page 176: Iletisim kuramlari

172

Kültür Endüstrisi Adorno ve Horkheimer, 1940’lı yılların ortalarında okulun genel yaklaşımını ifade eden “kültür

endüstrisi” kavramını geliştirmişlerdir. Kültür endüstrisi düşüncesi Adorno ve Horkheimer tarafından

Kültür Endüstrisi: Kitle Aldanımı Olarak Aydınlanma denemesinde açıklanmıştır. Burada tekellerin

egemenliği altındaki bütün kitle kültürünün özdeş olduğu savunulmuş, aynı zamanda kültür ve eğlencenin

karışımının bir sonucu olarak bu kültürün kargaşa olduğu belirtilmiştir.

Adorno ve Horkheimer’a göre rasyonalite insanı mistik düşünceden kurtarmayı amaç edinirken, kendi

kendisinin tutsağı olup çıkmıştır. Onlara göre parçalarına ayrılmış bir toplumsal yapı, kaçınılmaz olarak

totaliterliğe yol açmaktadır. Kapitalist uygarlıktaki merkezi olgu, elverişli bir toplumsallaştırıcı toplumsal

kurum olarak ailenin giderek yıkılması ve aracı işlevinin “barbarca anlamsızlık”, benzerlik ve can

sıkıntısı üreten kültür endüstrisine devredilmesidir.

Kültür varlıklarının endüstriyel üretimini, kültürün meta gibi toptan üretildiği bir hareket olarak

inceleyen Adorno ve Horkheimer’e göre kültürel ürünler; bir başka deyişle filmler, radyo programları,

dergiler de arabaların ya da kentleşme projelerinin seri olarak yapımındaki örgütlenme ve planlama

şemasına ait teknik mantığın aynısını yansıtırlar. Çağdaş uygarlık her şeye bir benzerlik havası verir.

Kültürün kendisi bir endüstri haline gelmiş ve kültür ürünleri de metalaşmıştır. Kültür endüstrisi çok

sayıda isteği karşılamak üzere her yerde standart mallar sunar. Endüstriyel bir üretim biçimi içinde kültür

endüstrisinin serileştirme, standartlaştırma, işbölümü izini taşıyan bir dizi üründen oluşan kitle kültürü

elde edilir. Bu durum teknolojinin evrimiyle ilgili bir yasanın kendiliğinden sonucu değildir, onun güncel

ekonominin içindeki işlevinin sonucudur. Günümüzde teknolojik mantık, egemenlik mantığının ta

kendisidir. Tekniğin toplum üzerinde güç kazandığı alan, ona ekonomik olarak egemen olanların alanıdır.

Kültür endüstrisi, kültürün çöküşünü, ticari bir mala indirgenmesini kesinleştirir. Kültürel eylemin ticari

değere dönüştürülmesi ise onun eleştirel gücünü ortadan kaldırır ve ondaki özgün yaşantının izlerini siler.

Kültür endüstrisi, bilinçli bir biçimde kendi çıkarlarını savunacak özerk ve bağımsız bireylerin

gelişmesine engel olmaktadır.

Adorno’nun kültür endüstrisine yönelttiği en önemli eleştirilerden biri de bu endüstrinin gerçekliği

mistifiye etme işlevini yüklenmiş oluşudur. Kültür endüstrisinin ürünleri, yaşamdaki olumsuz ögelerin

doğal nedenlere ya da tesadüflere bağlı olduğunu düşündürür.

Adorno’ya göre kültür endüstrisinin ürünleri metaya dönüşen sanat ürünleri değil; zaten daha en

baştan, pazarda satılabilmek için imal edilmiş uydurma şeylerdir. Sanat ile reklam arasındaki farklılık,

artık ortadan kalkmış gibidir. Kültürel ürünler gerçek bir gereksinmenin karşılanmasından çok, pazarda

paraya dönüşmesi için üretilmektedir.

Kültür endüstrisi kavramına göre, kültürel ürünler de diğer mallar gibi seri olarak üretilmekte, dağıtılmakta ve tüketilmektedir. Kültür ürünlerinin metalaşması ise boyun eğmeyi, tektipleşmeyi ve totaliterliği beraberinde getirmektedir.

Kültür endüstrisi kavramı, kapitalist sistemin ve endüstri toplumunun kendini altyapıda ve üstyapıda,

her düzeyde nasıl yeniden ürettiğini ve meşrulaştırdığını açıklamada kullanılmaktadır. Bu kavramla,

kültür ile endüstrinin birleşiminden doğan yeni bir ekonomik, toplumsal ve siyasal gerçekliğin eleştirel

değerlendirilmesi yapılır.

Adorno ve Horkheimer’a göre kültür endüstrisinde “memnuniyet” hiç bir şey hakkında düşünmeme,

çekilen acıyı çekildiği yerde unutma ve “evet” deme anlamındadır. “Bu bir kaçıştır, harap olmuş gerçekten ve en son kalan direnme düşüncesinden kaçıştır”. Amacı gündelik yaşamın sıkıcılığına karşı geçici bir kaçış olanağı sunmak olan kültür endüstrisi, insanların oyalanmasını ve gerçeklikten zihinsel

uzaklaşmasını sağlayarak sistemin sürekliliğine katkıda bulunur. Ancak kaçış geçicidir ve gerçek değildir;

insanların yaşamlarındaki temel gerçeklikleri, karşılaştıkları baskıları ve yoksunluklarını unutmaları ve

“çalışma azimlerini yeniden bulmaları” amacını taşır.

Page 177: Iletisim kuramlari

173

Boş zamanın; bir başka deyişle iş dışındaki zamanların, nasıl denetlendiği ve yönlendirildiği de kültür

endüstrisi anlayışının araştırma konusudur. Buna göre boş zaman, aynı çalışma gibi “zorunlu bir etkinlik”

ve “bir eğlencedir”; yabancılaşmış işçinin işe yeniden başlayabilmesi için psikolojik ve fiziksel olarak

gücünü toplamasını sağlayarak çalışma zamanının uzatılması anlamına gelir. Birey hem üretim hem de

tüketim alanlarında belirlenmiş ve yönlendirilmiştir. Bireylerin boş zamanlarında ürünlerini tükettikleri

araçlardan biri de kitle iletişim araçlarıdır. Adorno ve Horkheimer’a göre kitle iletişim araçları baskıcıdır.

Bu araçların ürünlerinde kapitalizme yönelik eleştiriler boğulur; mutluluk itaatle ve bireyin var olan

toplumsal ve siyasal düzene tamamen eklemlenmesiyle sağlanır.

Kitle Bilincinin Koşullandırılması Frankfurt Okulu, tutucu “kitle toplumu” kavramından etkilenmiştir. Frankfurt Okulu’nun 1960’lı

yıllardaki en parlak düşünürü olan Herbert Marcuse, Tek Boyutlu İnsan adlı eserinde medyayı kötümser

biçimde karşı konulmaz bir güç olarak sunar. Marcuse’ye göre kitle iletişim araçları dünya hakkında

düşüneceğimiz “kavramları” belirler. Siyasal egemenliğin yeni biçimlerinin iç yüzünü açığa çıkarmak

isteyen Marcuse’ye göre, dünya giderek teknoloji ve bilim tarafından biçimlenmektedir. Ancak bu

dünyada ussallık (akılcılık) görünümlerinin altında, bireyi özgürleştirmek yerine onu köleleştiren bir

toplumsal örgütlenme modelinin us dışılığı görünür. Teknik ussallık ve araçsal us söylem ve düşünceyi,

nesne ile görevini, gerçek ile görünüşü, öz ile var oluşu birbirlerine uyduran bir tek boyuta

indirgemişlerdir. Bu “tek boyutlu toplum” eleştirel düşünce alanını ortadan kaldırmıştır.

Marcuse’ye göre reklamlarla uyum içinde dinlenme, eğlenme, davranma ve tüketme, başkalarının

sevdiklerini sevme ve nefret ettiklerinden nefret etme gibi yürürlükteki gereksinimlerin çoğu “yanlış gereksinimler”dir. Böyle gereksinimlerin toplumsal içerik ve işlevleri vardır ve bunlar, üzerlerinde

bireyin hiçbir denetiminin olmadığı dışsal güçler tarafından belirlenirler. Bu yanlış gereksinimler refah

toplumunun baskıcı işlevini sürdürmesine yarar. Baskıcı bir bütünün yönetimi altında, özgürlük güçlü bir

egemenlik aracına dönüştürülebilir. Geniş bir mallar ve hizmetler çeşitliliği içinde özgür seçim, özgürlüğü

anlatmaz. Eğer bu mal ve hizmetler bir zahmet ve korku yaşamı üzerindeki toplumsal denetimleri

destekliyorsa; bir başka deyişle yabancılaşmayı destekliyorsa, yukarıdan dayatılan gereksinimlerin birey

tarafından kendiliğinden yeniden-üretimi, özerklik anlamına gelmez, yalnızca denetimlerin etkili

olduğunu gösterir. Bireyler bu yanlış gereksinimlere koşullandırılmışlardır.

Ön-koşullandırma radyo ve televizyonun kitlesel üretimleri ile ve denetimlerinin merkezileşmesi ile

başlamaz. İnsanlar bu evreye uzun bir süre boyunca ön-koşullandırılmış alıcılar olarak girer; belirleyici

ayrım verili ve olanaklı, doyurulmuş ve doyurulmamış gereksinimler arasındaki zıtlığın

düzleştirilmesidir. Burada “sınıf ayrımlarının eşitlenmesi” denilen şeyin ideolojik işlevi ortaya çıkar. Eğer

işçi ve patronu, aynı televizyon programından zevk alıyor ve aynı dinlence yerlerine gidiyorlarsa; eğer

sekreter işvereninin kızı kadar çekici bir makyaj yapabiliyorsa; eğer bir zenginlik göstergesi olarak siyah

ırktan biri bir Cadillac otomobil alabiliyorsa ve tümü de aynı gazeteyi okuyorlarsa, o zaman bu benzeşme

sınıfların yitişini değil ama zengin sınıfın korunmasına hizmet eden gereksinim ve doyumların altta yatan

nüfus tarafından paylaşıldığı düzeyi belirtir. Bu çerçevede haber alma ve eğlence araçları olan kitle

iletişim araçları, aynı zamanda kitle bilincini ayarlama ve koşullandırma araçları olarak tanımlanır.

Bilinç Endüstrisi Bilinç endüstrisi kavramı, Frankfurt Okulu’nun önerdiği “kültür endüstrisi” fikrinin bir benzeridir. Hans

Magnus Enzensberger, 1974’te yayınlanan The Consciousness Industry: On Literature, Politics and the

Media (Bilinç Endüstrisi: Edebiyat, Siyaset ve Medya) adlı eserinde insan aklının toplumsal bir ürün

olarak yeniden üretilmesine yarayan mekanizmaları tanımlamıştır. Bu mekanizmalar arasında kitle

iletişim araçları ve eğitim kurumları vardır.

Kültür endüstrisi çok geniş ve kapsamlı bir kavramlaştırmayı anlatmasına karşın, Enzensberger’in

önerdiği “bilinç endüstrisi” kavramı, düşüncenin endüstrileşmesini özendiren, en son ürünü anlam olan

büyük ölçekli kuruluşları, örgütleri, pratikleri, en genel biçimiyle çağdaş iletişim araçlarını anlatır.

İletişim araçları; eğitim, din, vb. kurumlarla birlikte bireylerin yerleşik bilinç yapılarını ve anlamlarını

Page 178: Iletisim kuramlari

174

yeniden üretir. Enzensberger’e göre bilinç endüstrisi özgün hiçbir şey üretmez; onun yerine, onun asıl işi insanın insan üzerindeki egemenliğinin mevcut düzenini sürdürür.

Enzensberger, kitle kültürünün kitlelere sahte bilinç ve sahte gereksinimler dayattığı iddiasında

yanıldığını öne sürer. Ona göre, kitle kültürünün stratejileri insanların gerçek gereksinimlerine ve

arzularına seslendikleri ölçüde başarılı olabilir, her ne kadar bu gereksinimler ve arzular kaçınılmaz

olarak bilinç endüstrisi tarafından çarpıtılmış olsa da.

DİĞER ELEŞTİREL YAKLAŞIMLAR Bu ünitede “Diğer eleştirel yaklaşımlar” başlığı, eleştirel gelenek içerisinde proletarya diktatörlüğünün

otoriter yönlerine karşı oldukları için Marksistlerden ayrılan Pierre Joseph Proudhon, Michael Bakunin,

Peter Kropotkin gibi sosyalistlerden etkilenen otorite karşıtı birbirinden çok farklı siyasal hareket ve

kuramcıları anlatmak için kullanılmıştır. Bu yaklaşımlar, tüm toplumsal ilişkilerin iktidar ilişkisi

olduğunu ve bu ilişkilerin karmaşık bir toplumsal sistem bağlamında tahakküm biçimini aldığını vurgularlar.

Sol yapısalcılık, toplumsal tahakkümün niteliğini açıklayan daha durağan, işlevselci bir yaklaşımı benimser. Siyasal ekonomik çözümlemenin tarihsel vurgusunun tersine yapısalcı çözümleme, toplumsal

eylem için gereken ekonomik, siyasal ve ideolojik yapıları araştırır. Buna göre iktidar, bireylerin

kendilerini bir toplumsal yapı içinde tanımlayan ve konumlandıran ideolojiye gönüllü boyun eğlemeleri

yoluyla gerçekleşir.

Louis Althusser’den ve sonra Antonio Gramsci’den etkilenen “kültürel çalışmalar”, iletişim alanını

toplumsal tahakküm ve iktidar için çeşitli sınıfların bir söylem savaşı verdiği yerlerden biri olarak

tanımlar. Post-yapısalcılar ise gözle görülür toplumsal uygulama biçimlerinin eleştirisini onları ortaya

çıkaran temel yapıların çözümlenmesine tercih ederek farklı bir yol çizerler. Örneğin Michel Foucault

hastane ve hapishane gibi kurumların ayrıcalıklı söylemsel uygulamalarını ve bu söylemleri dile

getirenleri eleştirirken iktidar ve bilgi arasındaki ilişki üzerinde durur. Temelinde haberdar olmak bilmek

kaygısı ve görme isteği yatan gözetimin, toplumsal denetimin bir aracı olduğunu belirten Foucault,

iktidarın bilgiye, bilginin de iktidara sürekli eklemlendiğini öne sürer.

Jean Baudrillard ise gerçek, görünüm ve yanılmasa üstüne düşünceleriyle tanınır. Ona göre işaretler

giderek kendileri dışında gerçek bir dünyaya değil, bizzat kendi gerçekliklerine gönderme yaparak

kendilerine ait bir yaşam sürdürmeye başlamıştır. Baudrillard’a göre kitlelerin yabancılaşması kırılganlık

ve edilginlik ile değil toplumsal düzeni reddetme ile sonuçlanır. Kitleler için tek direnç anlamın

reddedilişidir.

Kitabınızın 6. Ünitesine konu olan dilbilimsel ve göstergebilimsel yaklaşımları gözden geçiriniz.

Medya ve Propaganda Modeli

Amerikan dilbilimci Noam Chomsky’ye göre medyanın temel görevleri arasında en önemlisi

propagandadır. Medya içte egemenliği, dışta ise emperyalizmi desteklemektedir. Sınıf çıkarlarının

çatıştığı ve zenginliğin belli ellerde toplandığı dünyada, medyanın üstlendiği rolü gerçekleştirmesi

sistemli propagandayı gerektirir.

Propaganda modeli, Chomsky’nin 1988’de Edward Herman’la birlikte geliştirdiği bir modeldir.

Demokrasilerde, yönetenlerle medyanın nasıl el ele verip halkı yönettiklerinin anlatıldığı bu modele göre;

kitle iletişim araçları, ileti ve simgeleri halka yayarak bir sisteme hizmet eder. Onların işlevleri bireyleri

daha geniş bir toplumun kurumsal yapılarıyla birleştirecek değerler, inançlar ve davranış kodları ile onları

eğlendirmek, güldürmek, oyalamak, avutmak, bilgilendirmek ve eğitmektir. Sınıf çıkarları çatışması ve

zenginliğin belli ellerde toplandığı dünyada, medyanın üstlendiği rolü gerçekleştirmesi sistemli

propagandayı gerektirir.

Page 179: Iletisim kuramlari

175

Propaganda modeline göre “medya, haberlerin ve çözümlemelerin çatısını yerleşik ayrıcalıkları destekleyen bir çerçevede kurarak ve bu doğrultuda her türlü tartışmayı sınırlayarak, birbiriyle sıkı sıkıya kaynaşmış olan devletin ve şirketlerin çıkarlarına hizmet etmektedir”. Bu modelde haberler, firmaların kâr amacı, reklamcıların etkisi, gazetecilerin enformasyon kaynağı olarak hükümete, iş çevrelerine ve uzmanlara dayanması gibi çeşitli süzgeçlerden geçerek biçimlenmekte ve uygun olanlar yayınlanmaktadır.

Herman ve Chomsky, güçlülerin söylemin öncüllerini saptama, halkın neyi göreceğine, duyacağına ve düşüneceğine karar verme ve düzenli propaganda kampanyalarıyla kamuoyunu yönetme yetisine sahip olduklarını savunurlar. Çünkü hükümetin ve iş dünyasının seçkinlerinin haberlere ayrıcalıklı erişimi söz konusudur. Büyük reklamcılar da seçmeci biçimde bazı gazeteleri ve televizyon programlarını destekleyerek ertesi günün ruhsat verme otoritesi gibi işlerler; medya sahipleri ise sahip oldukları gazetelerin ve yayın istasyonlarının yorum çizgisini ve kültürel duşunu belirleyebilirler.

Propaganda modeli, zenginliğin ve iktidarın eşitsizliği ve onun kitle medyasının ilgileri ve seçimleri üzerindeki çeşitli düzeylerdeki etkileri üzerinde odaklanır. Pazar ve iktidarın basılmaya uygun haberleri süzgeçten geçirebildiği, muhalefetin önemini azaltabildiği ve hükümet ve baskın özel çıkarların iletilerini kamuya yaymalarına olanak sağlayabildiği yolları izler.

Propaganda Süzgeçleri

Chomsky’nin propaganda modelinin süzgeçleri şöyle sıralanır:

• Birinci süzgeç, egemen medya şirketlerinin büyüklüğü, sahiplik yapısındaki yoğunlaşma, sahibinin serveti ve kâr yönelimidir.

• İkinci süzgeç, kitle iletişim araçlarının özel gelir kaynağı olarak reklamcılıktır.

• Üçüncü süzgeç, medyanın hükümet, iş dünyası ve finanse edilen“uzmanlar” tarafından sağlanan ve bu birincil kaynaklar ve iktidar temsilcileri tarafından onaylanan enformasyonu esas almasıdır.

• Dördüncü süzgeç, medyayı disiplin altına alma yoluyla “sert eleştiri”dir.

• Beşinci süzgeç, bir ulusal din ve denetim mekanizması olarak “antikomünizm” yani komünizm karşıtlığıdır.

Bu ögeler birbirleriyle etkileşir ve birbirlerini güçlendirirler. Haber hammaddesi, yalnızca basılmaya uygun temizlenmiş kalıntıları bırakarak ardışık süzgeçlerden geçmelidir. Bu süzgeçler söylemin, yorumun ve birinci sırada haber değeri olanın tanımının öncüllerini belirlerler ve propaganda kampanyalarıyla aynı anlama gelen ilke ve işlemleri açıklarlar.

Chomsky’ye göre, bu süzgeçlerin işlemesinin sonucu olan medyadaki seçkin egemenliği ve muhalefetin önemsizleştirilmesi öyle doğal bir biçimde meydana gelir ki genellikle tam bir doğruluk ve iyi niyetle iş gören medya haber çalışanları, haberleri “objektif olarak” ve profesyonel haber değerleri temelinde seçtikleri ve yorumladıklarına kendilerini inandırabilirler. Haber çalışanları, süzgeç kısıtlamalarının sınırları içinde genellikle nesneldirler. Kısıtlamalar öyle güçlüdür ki ve sistem içine o kadar köktenci bir biçimde yerleşmiştir ki alternatif haber seçme ilkeleri neredeyse düşünülemez bile.

Propaganda modeline göre haberciler, iyi niyetle ve etik değerlere bağlı kalarak nesnel bir biçimde haber vermeye çalışsalar da süzgeçlerden kaynaklanan kısıtlı bir alan içinde çalıştıklarından medyanın genel propaganda işlevinin çizdiği çerçeve dışına çıkamazlar.

İktidar araçlarının bir devlet bürokrasisinin elinde bulunduğu, medya üzerinde tekelci denetim uygulanan, genellikle resmi sansür uygulanan ülkelerde, medyanın egemen seçkinlerin amaçlarına hizmet ettiği açıkça bellidir. Özel ve resmi sansürün olmadığı yerde iş başında olan bir propaganda sistemini görmek daha zordur. Bu, özellikle medyanın etkin olarak rekabet ettiği, düzenli olarak saldırdığı ve şirket

Page 180: Iletisim kuramlari

176

ve hükümet suistimalini gösterdiği ve saldırgan biçimde kendini özgür ifadenin ve genel topluluk

yararının sözcüsü olarak betimlediği yerde doğrudur. Açık olmayan ve medyada tartışılmayan şey,

kaynakların denetimindeki büyük eşitsizlik ve bunun hem özel bir medya sistemine erişim hem de onun

tutum ve işleyişi üzerindeki etkisi kadar bu eleştirilerin sınırlı doğasıdır.

Propaganda modelini medyanın dilbilimsel ve içeriksel çözümlemesini yaparak örneklerle ortaya

koyan Chomsky, entelektüel kültürün medya ve ona bağlı öğeler aracılığı ile yarattığı düşünce denetimi

ve demokratik toplumlarda kendilerini bu denetimden korumak ve daha ılımlı bir demokrasinin temelini

atmak üzere geliştirilmesi gereken öz-savunma üzerinde durur.

Rıza’nın İmalatı Propaganda modeline göre medya-yönetici ikilisinin temel amacı “rızanın imalatı” dır. Bunu da

Chomsky’nin “gerekli yanılsamalar” adını verdiği tekniklerle sağlarlar. “Gerekli yanılsamalar”, insanları

ilgisiz düşüncelere yönlendirerek asıl gündemden ve asıl bilgiden uzaklaştırmaya yarar. Türkçeye Medya

Gerçeği olarak çevrilen kitabında (Necessary Illusions: Thought Control in Democratic Societies)

Chomsky, Amerika’nın ilişki içinde olduğu uysal ülkelerle kafa tutan ülkelerin ya da grupların medyaya

nasıl yansıdığını inceler ve medyanın Amerikan yanlısı açık propaganda işlevini gözler önüne serer.

Kitap, medyanın “rıza oluşturma”, “cezalandırma”, “çarpıtma”, “otosansür”, “marjinalleştirme”, “temel

sorunlardan uzaklaştırma”, “kasıtlı göz yumma”, “unutulmaya terk etme” gibi yöntemlerle Amerika’yı

gücün temsilcisi simgesel bir yıldıza nasıl dönüştürdüğünü açıklar. Kitapta, Amerikan halkının medya

demokrasisi kandırmacası altında nasıl aldatıldığı, mevcut durumun nasıl daha iyi gösterildiği ve halkın

sistemin parlak başarılarını yansıtan partiyi nasıl seçtikleri anlatılır. Halkın medya aracılığıyla tutarlı,

bilgili, dürüst bir başkan adayının değil, ABD’nin gücünü temsil eden bir yıldızın arkasından nasıl

koştuğu ortaya konulur.

Noam Chomsky’ye göre medya ABD’yi hangi yöntemlerle gücü temsil eden simgesel bir yıldıza dönüştürmektedir?

Chomsky’ye göre, ABD ve onun destekçisi ülkelerde üst ve orta sınıflar fikir pazarına egemen olmuş ve tüm toplumun siyasal ve sosyal gerçeğini biçimlendirmektedirler. “Piyasanın gizli yumruğu” da

devletin güçlü yumruğu kadar etkili bir denetim aracıdır. Medya bu piyasanın yarattığı bir kurumdur ve

kendi sınıf çıkarlarını savunan bir propaganda aracıdır.

Chomsky’ye göre gazeteciler; propaganda modelinin öngörülerine yakından bağlı kalan medyaya

haber getirenlerin pek çoğu dâhil olmak üzere, genelde çalışmalarında cesaret, erdemlilik ve atılganlık

sergileyerek ileri derecede bir profesyonellik tuttururlar. Bunda hiçbir çelişki yoktur. Sorun yaratan şey,

ifade edilen düşüncelerin dürüstlüğü ya da gerçekleri arayanların erdemliliği değil; daha çok, konuların

seçimi ve sorunlara ışık tutulması, dile getirilmesine izin verilen düşünceler yelpazesi, haberciliğe ve

yorumlara kılavuzluk eden tartışılmaz öncüller ile belirli bir dünya görüşünün sunulmasında zorunlu

tutulan genel çerçevedir.

Kapitalistlerin kamusal enformasyon akışının kendi çıkarlarıyla uyumlu olmasını garantilemek için

ticari pazar sistemi içinde ekonomik güçlerini kullanma biçimleri üzerine odaklanan Comsky, araçsalcı

olmakla eleştirilir. Propaganda modelinin stratejik müdahalelere odaklanarak sistemdeki çelişkileri

gözden kaçırdığı eleştirisi getirilir.

İngiliz Kültürel Okulu İngiliz kültürel çalışmaları ya da Birmingham Okulu, İkinci Dünya Savaşı sonrası İngilteresinde kültür,

endüstri, demokrasi ve sınıf arasındaki ilişkileri, medya içerikleri, popüler kültür ürünleri ve edebi

metinleri inceleyerek ortaya koyan bir okul olarak tanımlanabilir. 1960'larda İngiltere'de ortaya çıkan bir

araştırma akımı olan “kültürel incelemeler”, adını 1964'te Richard Hoggart tarafından Birmingham'da

kurulan CCCS'ten (Centre for Contemporary Culturel Studies-Çağdaş Kültürel İncelemeler Merkezi) alır.

Yaklaşım, kültürel üretimin ve simgesel biçimlerin toplumsal koşullanması; kültürel deneyim ve bu

Page 181: Iletisim kuramlari

177

deneyimin sınıf, yaş, cinsiyet ve etnik ilişkilerce biçimlenmesi, ekonomik ve siyasal kurumlar ve

süreçlerle kültürel biçimler arasındaki ilişkiler üzerinde durur.

İngiliz Kültürel Okulu, Frankfurt Okulu’na benzer şekilde kitle kültürüne eleştirel bir bakış açısı

sunmuştur. Kültürel çalışmaların biçimlenmesinde Richard Hoggart, Raymond Willams ve Edward

Palmer Thompson’ın çalışmaları önemli olmuştur.

Hoggart ve Williams, 1950’lerin sonlarında kitle iletişimini toplumda egemen ideolojilerin üretimi ve

yeniden üretimi işlevini ele alıp incelemişlerdir. Hoggart ilk çalışmalarında kültürün yönlendirici olduğu

ve halkın tümüyle edilgenliğini savunan yaklaşıma karşı çıkmış, örnek olarak da çağdaş işçi sınıfının

yaşamının yaratıcılığını ve yapay olmayan yönlerini ele almıştır. Williams ise toplumsal etkinliğe önem

vermiş ve kültürü “yaşam biçiminin tümü” olarak tanımlamıştır.

Başlangıçta kültürel incelemeler, medya metinlerinin yapısını çözümlemek ve bunların tahakküm

sistemlerini sürdürmedeki rolünü ortaya koymakla ilgilenmiştir. Kültürel incelemeleri 1950’lerde

başlatanlar, Marx, Malınowski ve Lukacs’dan etkilenmiştir. Daha sonraları, kültürel incelemelerde iki

temel yaklaşım biçimi egemen olmuştur. Bunlar, kültürelcilik ve yapısalcılıktır. Sınıf çözümlemesi yapan

ilk kültürelcilerin ve Althusserci yapısalcılığın yerini önce Gramsci’ye dayanan kültür ve hegemonya

anlayışı ve sonra da post-modern ve post-yapısalcı yaklaşımlar almıştır. 1960’lardan sonra ise kültürel

incelemeler, eleştirel ve Marksist niteliğini hemen hemen tümüyle yitirmiş ve liberal-çoğulcu kültürel

incelemelere dönüşmüştür.

Eleştirel okulun kültürel çalışmaları da liberal okulun kültürelci çalışmaları gibi aktif özne anlayışını içerir. Ancak bu aktif özne metne meydan okuyan değil, boyun eğişini aktif olarak yaşayan öznedir.

Kültürel çalışmaların temelinde toplumsal koşulların ortaya çıkardığı sorunlar ve bu sorunların

irdelenmesi yatar.

Günümüzdeki kültürel çalışmalar, kültürel endüstrilerin işleme biçimlerinin analizi ve bunların

endüstri olarak fiilen nasıl işledikleri ve ekonomik örgütlenmelerinin anlamın üretimi ve dolaşımına nasıl

nüfuz ettiği konusunda pek bir şey söylemez. Kültürel çalışmalar insanların tüketim tercihlerinin daha

geniş ekonomik oluşum içindeki konumları tarafından yapılandırılma biçimlerini de incelemez.

Son dönemlerde kültür çalışmalarını tekrar maddeci hale getirme çabalarından biri, kültürün

incelenmesinin kültürel çalışmalara “altyapı” sağlamak için siyasal ekonomi (esas olarak ekonomik ve

kurumsal analiz) geleneklerinden yararlanması gerektiği iddiasıdır. Örneğin Garnham, kültür

çalışmalarının nasıl maddi etmenleri büyük ölçüde bir kenara iterek simgesel metinler dünyasına

odaklandığına dikkat çeker. Dolayısıyla bilinç dünyasının veya medya açısından simgesel malların maddi

dünya ile nasıl ilişkilendirileceği sorusu, kültürel çalışmalara yöneltilen önemli bir eleştiridir.

Eleştirel siyasal ekonomik yaklaşımın temsilcilerinden Golding ve Murdock’ın çalışmaları da siyasal

ekonomik yaklaşımla kültürel yaklaşımı birleştirme çabalarını içerir. Golding ve Murdock, egemenliğin

kitle iletişim personelinin etkinliklerinden ve tüketicinin yorumlama işlemlerinden geçerek nasıl yeniden

üretildiğini göstermek için, üretimin ve alımlamanın ekonomik ve toplumsal koşullarının da

çözümlenmesine gereksinim olduğunu belirtirler.

Alımlama (reception) çözümlemesi, izleyicilerin mesajları/metinleri nasıl “okudukları” veya

yorumladıkları (şifre çözme, anlam verme) üzerine eğilir. Alımlama çalışmaları, “aktif izleyici” savının

ve anaakım “kullanımlar ve doyumlar” yaklaşımının günümüzdeki liberal-çoğulcu biçimlerinden biridir.

Kültürel çalışmaların izleyiciye yönelen anlayışı, medya mesajlarının kodlanması ve bu kodların çeşitli biçimlerde kodaçımına tabi tutulabilir olması düşüncesine dayanır. Bu çalışmalarda incelenen, medyanın

egemen ideolojik tanımların ve temsillerin dolaşımında ve sağlamlaştırılmasında oynadığı roldür. İngiliz

kültür araştırmalarının Amerika’dakilerden temel farkı, iletişimi parçası olduğu tarihsel süreçlerle birlikte

anlamaya çalışmasıdır. Amerika’daki araştırma geleneği ise daha çok, medya, içerikler ve izleyiciler

üzerindeki etkiler konusunda ampirik araştırmalarla yetinmektedir.

Page 182: Iletisim kuramlari

178

Özet

İletişimi anlama ve incelemede anaakım yaklaşımları eleştiren ve bu yaklaşımlardan farklı bir bakış açısı geliştiren yaklaşımlara genel olarak “eleştirel yaklaşımlar” adı verilmektedir. Eleştirel yaklaşımlar, kitle iletişim araçlarını daha çok kapitalizm, sınıf çatışması, toplumsal iktidar ilişkileri, ideoloji gibi kavramlar üzerinden tartışır. Pozitivist-deneyci yaklaşımlarla belirlenen anaakım kuramlarını eleştiren bu yaklaşımların çıkış noktası, büyük oranda Karl H. Marx’ın görüşleridir

Eleştirel yaklaşımlar, kitle iletişiminin ulusal ve uluslararası bağlamlardaki siyasal ekonomisinden egemen ideolojiler ve bilinç yönetimi ilişkisine kadar çeşitlenen geniş bir araştırma alanını kapsar. Çok sayıdaki eleştirel yaklaşımın ortak noktası, tüm toplumsal ilişkilerin ve dolayısıyla iletişim ilişkilerinin aynı zamanda iktidar ilişkileri olduğunu vurgulamasıdır. Bu yaklaşımlar, kitle iletişiminin ulusal ve uluslararası bağlamlardaki siyasal ekonomisinden egemen ideolojiler ve bilinç yönetimine kadar çeşitlenen geniş bir alanda çalışmalarını yürütür.

Eleştirel yaklaşımlar temel olarak iki yönde gelişmiştir. Birincisi, toplumdaki iletişim olgusunu üretim biçimi ve üretim ilişkileri bağlamında inceleyen “siyasal ekonomi” yaklaşımıdır. Kitle iletişim araçları endüstrilerinde görülen sahiplikteki yoğunlaşma ve tekelleşmeler, bu yaklaşımı benimseyen çalışmaların ana konularını oluşturmaktadır. Bu bağlamda, medya emperyalizmi, elektronik sömürgecilik, izleyicinin metalaştırılması gibi olgular iletişim alanında tartışılmaya başlanmıştır.

İkincisi kültürel ve ideolojik alana ağırlık veren yaklaşımlardır. Bu yaklaşımlar Marx’ın düşünce, ideoloji ve bilincin üretimi konusundaki düşüncelerinden kaynaklanır. Bunların en önemlilerinden biri, “eleştirel okul” olarak da adlandırılan Frankfurt Okulu’nun çalışmalarıdır. Frankfurt Okulu düşünürleri, kültür ve modernizmle ilgili sorunlar üzerine yoğunlaşmışlar, Marksist toplum teorisini varoluşçuluk ve psikanalizle tamamlamaya çalışmışlardır.

“Kültür endüstrisi” kavramını geliştiren Frankfurt Okulu düşünürleri Adorno ve Horkheimer, kültür varlıklarının endüstriyel üretimini, kültürün meta gibi toptan üretildiği bir hareket olarak incelemişlerdir. Kültürün endüstri haline geldiğini belirten düşünürlere göre kültür endüstrisi, bilinçli bir biçimde kendi çıkarlarını savunacak özerk ve bağımsız bireylerin gelişmesine engel olmaktadır. Marcuse ise haber alma ve eğlence araçları olan kitle iletişim araçlarının, aynı zamanda kitle bilincini ayarlama ve koşullandırma araçları olduklarını ve bireyleri yanlış-gereksinimlere koşullandırdıklarını savu-nur.

Eleştirel iletişim çalışmaları arasında proletarya diktatörlüğünün otoriter yönlerine karşı oldukları için Marksistlerden ayrılan düşünür ve araştırmacılar da yer almaktadır. Kapitalist sistem eleştirilerini daha çok otoriterlik karşıtlığına dayandıran çok sayıdaki farklı eleştirel yaklaşım arasında kültürel çalışmalar, eleştirel yapısalcılık, çatışma kuramı, sembolik etkileşimcilik, post-Marksizm, anarko-liberteryenizm, araçsalcılık, vb. bulunmaktadır. Bu yaklaşımların ortak noktası, tüm toplumsal ilişkilerin ve iletişim ilişkilerinin iktidar ilişkileri olduğu görüşüdür.

Kapitalist sisteme radikal eleştireler getiren Noam Chomsky’nin Propaganda Modeline göre medyanın ana görevlerinin en önemlisi propagandadır. Propaganda modeline göre, medya ileti ve simgeleri halka yayarak içte egemenliği, dışta ise emperyalizmi desteklemektedir. Medya-yönetici ikilisinin temel amacı rızanın imalatıdır.

Diğer yandan İngiliz Kültürel Okulu da kitle kültürüne eleştirel bir bakış açısı sunmuştur. Başlangıçta kültürel incelemeler, medya metinlerinin yapısını çözümlemek ve bunların tahakküm sistemlerini sürdürmedeki rolünü ortaya koymakla ilgilenmiştir. 1960’lardan sonra ise eleştirel niteliğini yitirerek liberal-çoğulcu kültürel incelemelere dönüşmüştür.

Page 183: Iletisim kuramlari

179

Kendimizi Sınayalım 1. Eleştirel yaklaşımlar için aşağıdaki niteleme- lerden hangisi kullanılabilir?

a. Pozitivist

b. Deneyci

c. Davranışçı

d. Yapısal-işlevselci

e. Marksist

2. Aşağıdakilerden hangisi eleştirel siyasal eko- nomi yaklaşımının özelliklerinden biri değildir?

a. Bütüncüldür.

b. Tarihseldir.

c. Maddecidir.

d. Statükocudur.

e. Gerçekçidir.

3. Aşağıdakilerden hangisi kültürel bağımlılık yaklaşımlarında baskın bir ögedir?

a. Toplumsal sınıflar

b. Toplumsal gruplar

c. Bireyler

d. Aile

e. Ulus

4. Kültürel emperyalizm kavramını gelişmekte olan ülkeleri egemenliği altına alan gelişmiş ülkelerin medyayı da içeren çokuluslu şirketlerini açıklamak ve betimlemek için kullanmayı öneren kimdir?

a. Hans Magnus Enzensberger

b. Theodor W. Adorno

c. Sean MacBride

d. Herbert Schiller

e. Noam Chomsky

5. Kitle iletişim araçlarının izleyicileri kitle halinde ürettiklerini ve reklamcılara sattıklarını belirten ekonomist hangisidir?

a. Leo Lowenthal

b. McPhail

c. Dallas Smythe

d. Franz Neumann

e. Max Horkheimer

6. Nicholas Garnham kültürel etken ile ekono- mik yapı arasındaki ilişkinin hangi yöntemle kurulabileceğini belirtir?

a. Kültürel maddecilik

b. Tarihsel maddecilik

c. Kültürel emperyalizm

d. Kültürel bağımlılık

e. Kültürel çalışmalar

7. Vincent Mosco, günümüzde bilgisayar ağları ve iletişimin değişikliğe uğrattığı toplumu nasıl adlandırmaktadır?

a. Enformasyon Toplumu

b. Ödemeli Toplum

c. Üçüncü Dalga

d. Endüstri Sonrası Toplum

e. Bilgi Toplumu

8. Aşağıdaki isimlerden hangisi Frankfurt Okulu düşünürlerindendir?

a. Hans Magnus Enzensberger

b. Theodor W. Adorno

c. Sean MacBride

d. Herbert Schiller

e. Noam Chomsky

9. Tek Boyutlu İnsan adlı yapıtında kitlelerin bilincinin koşullandırılmasını anlatan düşünür hangisidir?

a. Herbert Marcuse

b. Sean MacBride

c. Theodor W. Adorno

d. Max Horkheimer

e. Leo Lowenthal

10. Propaganda Modeline göre medya-yönetici ikilisinin asıl amacı nedir?

a. İzleyicinin metalaşması

b. Kültür endüstrisi

c. Rızanın imalatı

d. Bilinç endüstrisi

e. Kârı artırmak

Page 184: Iletisim kuramlari

180

Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. e Yanıtınız yanlış ise “Giriş” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

2. d Yanıtınız yanlış ise “Eleştirel Siyasal Ekonomi” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

3. e Yanıtınız yanlış ise “Kültürel Bağımlılık Yaklaşımının Eleştirisi” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

4. d Yanıtınız yanlış ise “Kültürel Emperyalizm” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

5. c Yanıtınız yanlış ise “Meta Olarak İzleyici” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

6. a Yanıtınız yanlış ise “Kültürel Maddecilik” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

7. b Yanıtınız yanlış ise “Enformasyonun Siyasal Ekonomisi ve Ödemeli Toplum” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

8. b Yanıtınız yanlış ise “Frankfurt Okulu ve Kültür Endüstrisi” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

9. a Yanıtınız yanlış ise “Kitle Bilincinin Koşullandırılması” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

10. c Yanıtınız yanlış ise “Rızanın İmalatı” baş- lıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 19. yüzyılın ikinci yarısında, endüstri

kuruluşlarında önemli değişiklikler olmuştur.

Şirketler, tek sahiplikten ortaklıklara, sahip

denetiminden yöneticilerin denetimine doğru

gelişti. Yöneticiler, en önde gelen denetimciler

olarak şirket sahiplerinin yerini aldılar.

Dolayısıyla günümüzde yöneticilerin denetim

uygulama gücü göz önünde tutulmalıdır. Bununla

birlikte sahiplikte en çok payı olan grup yanında,

diğer pay sahiplerinin ortak hareket etme güçleri

ve pay sahipleri arasında değişen güç dengesi de

dikkate alınmalıdır.

Sıra Sizde 2 Deregülasyon politikaları birçok Avrupa ülkesinin yayın sistemlerinde olduğu gibi, daha önce rekabete kapalı olan pazarları özel girişimcilere açmıştır. Yine düzenleme rejimleri, şirket sahipleri ile reklamcıların hareket serbestisi lehine değiştirilmiştir. Deregülasyon sürecinde Kamusal yayıncılığın önemi azalmış, yayın içerikleri kâr ve rekabete dayanan pazarın işleyişine bırakılmıştır.

Sıra Sizde 3

Haber ve bilgi tekelleri, bu tekelleri oluşturanlara

haksız bir güç kazandıracağı gibi, aynı zamanda

liberalizmin yadsıdığı toplumsal gerçeğin tek bir

kaynak tarafından belirlenmesi durumuna neden

olur. Demokrasinin temel ilkelerinden biri olan

düşünce ve bilgide çoğulculuk, serbest pazarda

karşıtların çatışması yoluyla güvenceye alınır.

Tekelciliğe, tekelleşmeye yönelecek her türlü

oluşum ise tek sesliliğe neden olurken, gerçeğe

uzanan yolu da tıkamaktadır.

Sıra Sizde 4 Noam Chomsky, Türkçeye Medya Gerçeği olarak

çevrilen kitabında Amerika’nın ilişki içinde

olduğu uysal ülkelerle kafa tutan ülkelerin ya da

grupların medyaya nasıl yansıdığını inceler ve

medyanın Amerikan yanlısı açık propaganda

işlevini gösterir. Kitap, medyanın “rıza

oluşturma”, “cezalandırma”, “çarpıtma”,

“otosansür”, “marjinalleştirme”, “temel

sorunlardan uzaklaştırma”, “kasıtlı göz yumma”,

“unutulmaya terk etme” gibi yöntemlerle

Amerika’yı gücün temsilcisi simgesel bir yıldıza

nasıl dönüştürdüğünü açıklar.

Page 185: Iletisim kuramlari

181

Yararlanılan Kaynaklar Adorno, T. ve Horkheimer, M. (2006). “The Culture Industry: Enlightenment as Mass Deception”, Media and Cultural Studies: KeyWorks. Ed: Durham ve Kellner. USA ve UK: Blackwell.

Aron, R. (2006). Sosyolojik Düşüncenin Evreleri. Çev: K. Alemdar. İstanbul:Kırmızı Yayınları

Bagdikian, B. H. (2004). The New Media Monopoly. Boston: Beacon Press.

Bottomore, T. (1997). Frankfurt Okulu. Çev: A. Çiğdem. 2. Baskı. Ankara: Vadi Yayınları.

Chomsky, N. (1999). Medya Gerçeği. Çev: A. Yılmaz. 2. Baskı. İstanbul:Tüm Zamanlar.

Congdon, T. ve Graham, A., Green, D. ve Robinson, B. (1995). The Cross Media Revolution: Ownership and Control. Great Britain: John Libbey.

Drazen, A. (2001). Political Economy in Macroeconomics. Princeton University Press.

Dursun, Ç. (2001). Televizyon Haberlerinde İdeoloji. Ankara: İmge Yayınevi.

Elteren, M. V. (1999). “Amerikan Popüler Kültürünün Etkisinin Global Bir Yaklaşım İçinde Değerlendirilmesi”, Popüler Kültür ve İktidar. Der: N. Güngör. Ankara: Vadi.

Erdoğan, İ. ve Alemdar, K. (2010). Öteki Kuram. 3. Baskı. Ankara: Erk.

Erdoğan, İ. (1995). Dünyanın Çarpık Düzeni: Uluslararası İletişim. İstanbul: Kaynak Yayınları.

Erdoğan, İ. (2007). “Siyasal Ekonomi ve Kültürel İncelemeler Çatışması”, İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi 25.

Erdoğan, İ. (2012). “Missing Marx: The Place of Marx in Current Communication Research and the Place of Communication in Marx’s Work”, tripleC 10(2): 349-391.

Fejes, F. (1981). “Media Imperialism: An Assesment”, Media Culture and Society 3, 281-289.

Gandy Jr, Oscar H. (1992). “The Political Economy Approach: A critical challenge”, Journal of Media Economics 5:2, 23-42

Garnham, N. (1979). “Contribution to Political Economy of Mass Communication”, Media, Culture and Society 1(2):123-146.

Garnham, N. (1983). “Toward A Theory of Cultural Materialism”, Journal of Communication 33 (3): 314-329.

Giddens, A. (2008). Sosyoloji. İstanbul: Kırmızı Yayınları.

Golding, P. ve Murdock, G. (1997). “Kültür, İletişim ve Ekonomi Politik”, Medya Kültür Siyaset. Der: S. İrvan. Ankara: Ark.

Graber, D., McQuail, D. ve Norris, P. (1998). The Politics of News The News of Politics. Washinton D.C.: Congressional Quarterly.

Grossberg, L. (1984). “Strategies Marxist Cultural Interpretation”, Cultural Studies in Mass Communication 1, 392-421.

Hardt, H. (1992). Critical Communication Studies: Communication, History and Theory in America. USA and Canada: Routledge.

Hardt, H. (1994) “Eleştirelin Geri Dönüşü ve Radikal Muhalefetin Meydan Okuyuşu: Eleştirel Teori, Kültürel Çalışmalar ve Amerikan Kitle Araştırması”, Medya İktidar İdeoloji. Der: M. Küçük. Ankara: Ark.

Herman, E. S. ve Chomsky, N. (1988). Manufacturing Consent. New York: Pantheon Books.

Horkheimer, M. ve Adorno, T.W. (1995). Aydınlanmanın Diyalektiği: Felsefi Fragmanlar I. Çev: O. Özügül. İstanbul: Kabalcı Yayınevi.

Jay, M. (2001). Adorno. Çev: Ü. Oskay. İstanbul: Der Yayınları.

Kaya, R. (2009). İktidar Yumağı: Medya Sermaye Devlet. Ankara: İmge.

Keane, J. (1993). Medya ve Demokrasi. Çev: H. Şahin. 2. Baskı. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Marcuse (1997). Tek Boyutlu İnsan. Çev: A. Yardımlı. 3. Baskı. İstanbul: İdea.

Marks, K. ve Engels, F. (1976). Alman İdeolojisi. Sol Yayınları

Mattelart, A. (2001). İletişimin Dünyasallaşması. İstanbul: İletişim

Mattelart, A. ve Mattelart, M. (1998). İletişim Kuramları Tarihi. Çev: M. Zıllıoğlu. İstanbul: İletişim

Page 186: Iletisim kuramlari

182

Modleski, T. (1998). Eğlence İncelemeleri: Kitle Kültürüne Eleştirel Yaklaşımlar. İstanbul: Metis Yayınları.

Mosco, V. (2012). “Marx is Back, But Which One? On Knowledge Labour and Media Practise”, tripleC 10(2): 570-576.

Mosco, V. (1988). “Introduction: Information in the Pay-per Society”, The Political Economy of Information. Ed: V. Mosco ve J. Wasko. London: The University of Wisconsin Press.

Mutlu, E. (1998). İletişim Sözlüğü. 3. Baskı. Ankara: Ark.

Salwen, M. B. (1991). “Cultural Imperialism: A Media Effects Approach”, Cultural Studies in Mass Communication 8(1991), 29-38.

Sarti, I. (1983). “İletişim ve Kültürel Bağımlılık: Yanlış Bir Kavram”, Kitle İletişiminde Temel Yaklaşımlar. Der: K. Alemdar ve R. Kaya, Ankara: Savaş Yayınları.

Saybaşılı, K. (1985). Siyaset Biliminde Temel Yaklaşımlar. Ankara: Birey ve Toplum Yayınları.

Schiller, D. (2006). How to Think About Information. Urbana ve Chicago: Universtiy of Illinois Press.

Schiller, H.(1991). “Not Yet the Post-Imperialist Era”, Critical Studies in Mass Communication 8(1991), 13-28.

Schiller, H. (1993). Zihin Yönlendirenler. Çev: C. Cerit. İstanbul: Pınar Yayınları.

Schiller, H. (1994). “Media, Technology and the Market: The Interacting Dynamic”, Culture on the Brink: Ideologies of Technology. Ed: G. Bender ve T. Druckrey. Seattle: Bay Press.

Straubhaar, J. D. (1991). “Beyond Media Imperialism: Assymetrical Interdependence and Cultural Proximity”, Cultural Studies in Mass Communication 8, 39-59.

Swingewood, A. (1996). Kitle Kültürü Efsanesi. Çev: A.Kansu. Ankara:Bilim ve Sanat

Tekinalp, Ş. ve Uzun, R. (2009). İletişim Araştırmaları ve Kuramları. 3. Baskı. İstanbul: Beta.

Timur, T. (2000). Küreselleşme ve Demokrasi Krizi. 2. Baskı. Ankara:İmge

Tomlinson, J. (1999). Kültürel Emperyalizm. Çev: Ç. Zeybekoğlu. İstanbul: Ayrıntı.

Üşür, İ. (2003) “Ekonomi Politik: Zarif Mezar Taşları”, Praksis 10.

Wasko, J. (2004). The Political Economy of Communications, in The SAGE Handbook of Media Studies, Ed: J. D.H. Downing. ABD: Sage.

Wayne, M. (2009). Marksizm ve Medya Araştırmaları. Çev: B.Cezar. İstanbul: Yordam Kitap.

Williams, R. (2003) Televizyon, Teknoloji ve Kültürel Biçim. Çev: A. U. Türkbağ. Ankara: Dost

Page 187: Iletisim kuramlari
Page 188: Iletisim kuramlari

184

Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra;

Türkiye’deki iletişim araştırmalarının doğasını tanımlayabilecek,

Türkiye’deki iletişim araştırmalarının gelişimini irdeleyebilecek,

Araştırmaların türleri, alanları, konuları ve yönelimlerini açıklayabilecek,

Araştırmaların son durumunu betimleyebilecek

bilgi ve becerilere sahip olabilirsiniz.

Anahtar Kavramlar Türkiye’de İletişim Araştırmaları

Araştırmaların Gelişimi

İletişim Araştırma Türleri

Oluşum Koşulları

Araştırma Yönelimleri

Ampirik (Deneysel) Araştırmalar

Alan Araştırmaları

Araştırma Konuları

Araştırma Amaçları

Araştırma Nedenleri

İçindekiler Giriş

Türkiye’de İletişim Araştırmaları: Oluşumun Temel Doğası

Türkiye’de İletişim Araştırmaları: Gelişim ve Koşulları

Araştırma Türleri, Alanları, Konular ve Yönelimler

Türkiye’de Günümüzdeki Durum

8

Page 189: Iletisim kuramlari

185

GİRİŞ Her alanda olduğu gibi iletişim alanında da bilme, bilme gereksiniminin olması ve bu gereksinime bağlı

olarak araştırma tasarımı yapılması, uygulanması, toplanan bulguların/bilgilerin değerlendirilmesi,

sonuçların çıkarılması ve böylece gereksinimin ya da gereksinimlerin karşılanması ile ilgili insan

faaliyetlerini içerir. İletişim araştırmaları, iletişim ile ilgili gereksinimleri belirsizlikleri mümkün olduğu

kadar ortadan kaldırarak karşılama, bilme ve karar verme ile ilgilidir. İletişimde araştırma gereksinimini

hissetme, faaliyette bulunma ve bu gereksinimi giderme; yaşanan toplumun bilgi, teknoloji, örgütlenme,

araştırmaya ilgi ve bilmeye karşı tutumu, uluslararası koşuldaki yeri gibi koşullara bağlıdır. Bu nedenlerle

bazı insan topluluklarında iletişimle ilgili araştırmalara hiç gereksinim duyulmazken bazılarında çok az,

bazılarında ise çok fazla gereksinim duyulur. Bazılarında en küçük bir gereksinim karşılanırken,

bazılarında gereksinim ne denli ciddi ve hayati olursa olsun var olan güç yapısı ve ilişkilerinin doğası

nedeniyle bastırılır, engellenir ve hatta mahkûm edilir.

Bu bölümde Türkiye’deki iletişim araştırmaları konusu ilişkili olduğu temel belirleyici koşullar ve

öğelerle bağlar kurularak irdelenmiştir. Ünitede, kronolojik bir öyküleme yerine iletişimin temel unsurları

değerlendirilerek belirleyici ulusal ve uluslararası unsurlarla ilişkiler ortaya konulmuştur.

TÜRKİYE’DE İLETİŞİM ARAŞTIRMALARI: OLUŞUMUN TEMEL DOĞASI Araştırmaya Gereksinim ve Belirleyici Etkenler

Bir ülkede her alanda olduğu gibi iletişim alanında da araştırmaların başlaması ve gelişmesi için önce

“araştırmaya gereksinim duyulması” gerekir. Bu gereksinim örgüt yapıları içindeki ya da dışındaki

bireyler tarafından hissedilebilir. Fakat gereksinimin hissedilmesi yeterli değildir. Bu gereksinimden

başlayarak gereksinim ile ilgili faaliyetlerin oluşması, yapılması ve gereksinimin giderilmesine ve bu

giderilmeyle başlayan gelişme olasılığına uygun ve onu destekleyen bir toplumsal yapının var olması

gerekir.

Araştırmaya gereksinim: Gereksinimler günlük yaşam pratikleri içinde hissedilir ya da dış etkenler

veya güçler tarafından hissettirilir. Türkiye örneğinde kimlerin, ne zaman, nerede ve neden bir araştırma

gereksinimi hissettiği ve gereksinimin neden bastırıldığı ya da teşvik edildiği bilinemez; ancak iletişimle

ilgili var olan ilk araştırmaya bakarak çıkarımlar yapılabilir. Bu bağlamda ilk araştırma 1914 yılında

Amerika’da eğitim yapan bir Türk öğrencinin (Ahmet Emin Yalman) akademik derece alma

gereksiniminden kaynaklanmıştır. Bu gereksinimi gidermek için gerekli destek ve teşvik yazarın çalıştığı üniversite tarafından sağlanmış ve yazar da Türkiye’de iletişim konusu ile ilgili ilk eseri hazırlamıştır.

Türkiye’de İletişim

Araştırmaları

Page 190: Iletisim kuramlari

186

Şekil 8.1: Gereksinimden araştırmaya giden akış

Gereksinim üzerinde düşünme: İnsan hangi konuda olursa olsun ortaya çıkan gereksinimler

üzerinde düşünür. Bu düşünme ile gereksinimle ilişkili araştırma yapıp yapmayacağı, araştırmanın yapılıp

yapılamayacağı, herhangi bir engel olup olmadığı olanaklar, engeller ve riskler üzerinde düşünerek karar

verir.

Tercihler ve faaliyetler: Eğer yapısal koşullar araştırma gereksinimini engellemiyorsa ve teşvik

ediyorsa, o zaman araştırma yapma olasılığı ortaya çıkar ve ilgili faaliyetler başlar. Bu faaliyetler

araştırma tasarımına götürürse, o zaman tasarım hazırlanır, uygulanır, analizler ve sentezler yapılır,

bulgular sunulur, sonuçlar çıkarılır ve gerekiyorsa çözüm önerileri sunulur.

Türkiye’deki iletişim araştırmalarının oluşumunun geç olmasının nedeni hem gereksinimi hisseden

insan faktörü hem de insanların örgütlü yapılar içinde oluşturdukları bilmeye ve bilimsel araştırmaya

karşı olan kültürel, siyasal ve ekonomik koşullardır. Tüm ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de araştırma

yapma, koşullar, tercihler ve faaliyetler yapısıyla ilişkilidir.

Gereksinim giderme ve yeni gereksinimlerin çıkması: Araştırmayla ilgili her safhada insan

düşüncesini gereksinimler, alternatifler/seçenekler, düşünceler ya da faaliyetler üzerine yansıtarak,

açıklamalar getirir, nedensellik bağları kurar ve sonuçlar çıkartır. Bu sonuçlara dayanarak “kendini içinde

bulduğu koşulları” sürdürme ve daha iyiye dönüştürme üzerinde düşünür ve hatta çaba harcar.

Dolayısıyla, her araştırma ile gereksinim giderme, yetersiz giderme veya giderememe sonucunda, yeni

araştırma gereksinimleri olasılığı ortaya çıkar.

İletişim Araştırmasına Götüren İlgi ve Bilgi Üretimi Türkiye’de diğer alanlarda olduğu gibi iletişim alanında da araştırmaya ilgi ve bilgi üretimi ülkenin kendi

iç dinamiklerinden kaynaklanan bir gereksinim ve destekleme olarak başlamamıştır. İlk kapsamlı

araştırmayı yapanlar, tek bir örnek dışında, Amerikalı akademisyenler olmuştur. Dolayısıyla Türkiye’deki

akademisyenlerin araştırma girişimleri bağlamında ilgi ve bilgi üretiminde gecikme olmuştur. Osmanlıda

ve ardından kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde (a) iletişim alanında teknolojik bilgi birikimiyle üretilen

iletişim araçlarının ve örgütlenmesinin olmaması, (b) dış güçlerin ürettiklerine ve bu ürettikleriyle elde

ettikleri kontrolü sürdürme politikalarına bağlı kalması, (c) araçların ve örgütlenmelerin Batı’dan ithal

edilmesi ve (d) bilgiden geçerek kontrol gereksiniminin araştırmaya dayanma yerine baskılara ve

yasaklara dayanması gibi bir yapıya sahip olması bu gecikmenin başlıca nedenleridir. İlgiyle ilgili olarak

günümüzde de yaygın olan çok önemli bir yan ise, Atatürk’ün 1923’de Konya Gençleriyle Konuşmasında

belirttiğidir: “Aydınlarımız içinde çok iyi düşünenler vardır. Fakat genellikle şu hatamız vardır ki, araştırma ve çalışmamıza zemin olarak çok vakit kendi memleketimizi, kendi tarihimizi, kendi geleneklerimizi, kendi özelliklerimizi ve ihtiyaçlarımızı almalıyız. Aydınlarımız belki bütün dünyayı, bütün diğer milletleri tanır, ama kendimizi bilmeyiz”.

Page 191: Iletisim kuramlari

187

Her ülkede olduğu gibi Türkiye’de de -geç de olsa- oluşuma giden yola bakıldığında temel olarak

aşağıdaki koşulların belirleyici rol oynadığı görülür (Şekil 2):

Şekil 8.2: İletişim araştırmasının oluşum ve gelişmesi için en temel koşullar

a. Şirketlerin ve kurumların ekonomik ve siyasal üstünlük, kontrol ve gelişme için bilgiye gereksinim duymaları: Ekonomik, kültürel ve siyasal yönetim için faydalı bilgi daima en değerli ve çoğu kez gizlenmesi gereken bilgidir. Bu tür bilgi üretimi örgütlü düzenin sürdürülebilirliğinin zorunlu koşuludur. Türkiye’de iletişim alanında bu tür bilgiye gereksinim devlet kurumlarında çok eskilerden beri hissedilmiş olabilir; fakat kurumların bu alanda bilimsel araştırma yapmaları çok yakın zamanda başlamıştır. Ülkenin genel siyasal kültür ve ilişkilerinin, düşüneni ve soruşturanı destekleme yerine çoğunlukla engelleme ve cezalandırma geleneği, üniversitelerden üretken ve soruşturan insanların uzaklaştırılması, atılması, küstürülmesi, akademik üretimden çok başka işlerle meşgul olan ve üretme kaygısı olmayan kadroların üniversitelerde giderek artması, bilimin dilini bilmeyenlerin üniversiteleri doldurması da bu geç başlamayı tetiklemiştir. Ne yazık ki “zorunlu kalmadıkça üretmeyen bir akademik ortam” hala devam etmektedir: Üretim yapma için en olgun zaman olan profesörlükte üretme (zorunluluk olmadığı için ve egemen üretmeme kültürü nedeniyle) büyük çoğunlukla durmaktadır. Örneğin 17 iletişim fakültesinin 55 profesörü arasında yapılan bir pilot inceleme sonucuna göre profesörlerin % 67.3’ü doçentlikten sonra hiçbir hakemli ulusal veya uluslararası dergide makale yazmamıştır. Son beş yılda dört profesör dört makale yazmıştır; iki profesör üç, üç profesör iki ve 11 profesör bir makale yazmıştır ve 36 profesör yazmamıştır. Pilot incelemedeki profesörlerin % 18.2’sinin 20 yılı aşan zamandan beri hiçbir hakemli dergide makalesi bulunmamaktadır. Umut verici olan ise şudur: Makale yazanların çoğu (genellikle dışarıda eğitim görmüş veya herhangi bir nedenle araştırma yapmaya devam eden) yeni-profesörler olmaktadır ki bu da bize olumlu bir değişimi işaret etmektedir.

Bu duruma ek olarak, Türkiye’deki şirketlerin de örgüt iletişimi gibi iletişimle ilgili kendileri için

araştırma yapmaları ya da yaptırmaları çok daha yavaş oluşmuştur; fakat özellikle pazarlama, müşteri

ilişkiler ve reklamcılık gibi alanlardaki araştırmaların önemini büyük şirketlerin son yıllarda anlamasıyla

bir gelişme seyrine girilmiştir.

b. Bilgi üretiminin örgütlenmesi ve örgütlü yapılar içine taşınması koşullarının ve gereksiniminin çıkması: Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetinde acil kaygı, özellikle ekonomi alanında en temel bilgi birikimini ve kullanımını sağlamak olmuştur. İletişim alanında bilgi üretiminin örgütlenmesi de Kurtuluş Savaşı sırasında ve hemen sonrasında ciddi bir gereksinim olarak ortaya çıkmıştır. Bu nedenle telgraf ağı yanında, ülkenin davasını acil olarak anlatma amacıyla Anadolu Ajansı ve Radyo kurulmuştur. Ancak “etkili kullanım” gibi gereksinimlere bağlı olarak gelen bilimsel araştırma yapılmamıştır. Amerikalıların Birinci Dünya Savaşı’nda ve ardından 1930’larda yaptıklarının aksine, Kurtuluş Savaşı sırasında ve sonrasında sosyal bilimciler araştırmayı toplum yönetimi amaçlı örgütleme, yönlendirme ve bilgi toplamak için kullanma gibi bir yol izlenmemiştir. Çünkü ülkede böyle bir yönetsel gelenek, akademik işgücü ve örgütlü çıkar yapısı yoktu. Gereksinimi hissedenler elbette olmuştur ama araştırma yapacak akademik veya profesyonel kadro, örgütlenme ve diğer gerekli olanaklar mevcut değildi. Bu koşullar hem bilginin kontrolünü hem de yönetimsel bilgi (= insanları yönetmek için üretilen bilgi) için gerekli araştırma faaliyetlerin yapılmasına olanak vermemiştir. Buna karşın, Osmanlı imparatorluğunun duraklama devrinden beri “hazır” yol seçilmiş ve bilgi gereksinimini

Page 192: Iletisim kuramlari

188

karşılamak için fen ve sosyal bilimler alanlarında (özellikle savaş ve savaş iletişimi araçları ve örgütlenmesi bağlamında) Batı’dan “paketlenmiş bilgi” ve profesyonellik transferi geliştirilmiştir. İletişim alanında bilgi üretiminin örgütlenmesi ve örgütlü yapılar içine taşınarak sistemli ve kapsamlı üretim haline getirilmesi ancak son zamanlarda gerçekleşmeye başlamıştır.

c. Endüstriyel yapının çıkarlarına uygun bilişlerin, duyguların, duyarlılıkların ve davranışların kitleler halinde biçimlendirilmesi gereksiniminin zorunlu hale gelmesi: İletişim alanında da önemli araştırma gereksinimi çıkaran bu gelişme, Batı’da 20. Yüzyılın başından itibaren hızla artan bir şekilde kitle üretimi yapılmasıyla ivme kazanmıştır. Kitleler için üretim yapan endüstriyel yapı, tüketimi, kullanımı, rızayla katılmayı ve oy vermeyi de üretmek zorunda kalmıştır. Bu zorunluluk da bilgi üretiminin özellikle endüstriyel yapılar çıkarına uygun bir şekilde örgütlenerek üretim yapmasını, özellikle iletişim odaklı araştırma yapmasını gerekli kılmıştır.

Türkiye açısından yukarıda sıralanan gereksinimlerin eksikliği, oluşmaması ve olanın da gelişmeye

yönelik olmaması ya da destek bulamaması, iletişimde araştırmaya giden bilgi üretiminin oluşumunun

geç ve yavaş olmasını beraberinde getirmiştir. Türkiye ve benzeri ülkelerde oluşumun hızlanması ve

gelişmelerin ivme kazanması, ancak kapitalizmin küresel pazar serüveninin 1980’lerde ivme kazanması

ve bunu destekleyen yeni-liberal siyasi ve ekonomik politikaların uygulatılması ile gerçekleşmiştir. Bu

oluşum ve gelişme de kaçınılmaz olarak küresel pazarın “damgasını” taşımaktadır (Tezcek, 2007; Malott,

2009; Reppy, 1998; Drahos ve Braithwaite, 2003; McNeely ve Wolverton, 2008; Cunningham, 1998).

Türkiye’de İletişim Araştırmaları: Temel Amaç ve Sonuçlar

İnsanın fiziksel ve toplumsal varoluşunun zorunlu koşulu olan iletişimin doğası ve iletişim

araştırmalarının karakteri, insanın kendini maddi ve düşünsel olarak nasıl ürettiğine ve ilişkilerini nasıl

kurup yürüttüğüne bağlıdır.

20. Yüzyılın başında “Fordist seri üretimle” başlayan ve gelişen kitle üretimi, kitlelerin ekonomik

pazar için “üretilmesi” gereksinimi ortaya çıkarmıştır. Bu da kaçınılmaz olarak reklamların etkisi, tüketici

ve izleyici tercihleri ile ilgili araştırmaların çıkışını ve desteklenmesini getirmiştir. Türkiye’deki

ekonomik koşullar ve üretim yapısı bu tür karaktere ve gereksinime o zamanlar sahip olmamıştır. Bu

nedenle böyle bir gereksinim ve amaç, ancak 20. Yüzyılın sonlarında çıkıp hızla gelişmiştir.

Amerika’da ve Avrupa’da 20. Yüzyılın başlarında, yarım asırdan beri artan kitlelerden korkuyla

oluşan “yönlendirerek yönetme” gereksinimine, Birinci Dünya Savaşı’nda, kitleleri savaşa hazırlama ve

bu hazırlığın sürekli olarak yapılması gereği eklenmiştir. Kitlelerin kendilerini ve ilişkilerini düşünsel

olarak yeniden-üretmeyi egemen siyasal ve ekonomik amaçlar doğrultusunda biçimlendirme

gereksiniminden propaganda, ikna, retorik, kamuoyu ve halkla ilişkiler oluşmuş ve örgütlü etkileme/ikna

faaliyetleri ve araştırmaları gelişmiştir. Osmanlı’nın son anlarını yaşadığı ve ardından da Kurtuluş Savaşı’yla bir Cumhuriyet kuran Türkiye’deki koşullarda bu tür araştırma gereksinimi de ortaya

çıkmamıştır. Bunun yerine tarih boyu insanlara işlenmiş duyguları, düşmanlığı ve dini inançları sömüren

siyasal anlayışların getirilmesi, yönetici siyasal güç yapıları arası yoğun çekişmelerin egemen olması, bu

çekişmelerin medya ve üniversite ortamlarına yansıtılması, üniversitelerde çoğulcu ve üretken düşünce

ortamının oluşmasının engellenmesi, buna uluslararası soğuk savaşın gerçeği saptıran ve düşmanlıkları

körükleyen propagandasının eklenmesi ve 1990’lardan sonra bu propagandanın terörizm öcüsünü yaratma

ve “böl, birbirine düşür ve ekonomik ve siyasal amaçları gerçekleştirmek için yönet” amaçlı kimlik

politikaları biçimine dönüştürülmesi gibi sağlıklı oluşumu ve gelişimi köstekleyen olumsuz gelişmeler

olmuştur. Öykünülen Batı tipi demokrasinin sağlıklı gelişmesinin önü çeşitli şekillerde kesilmiştir. Bu

koşullar içinde toplumsal yarara yönelik sağlıklı iletişim araştırmaları ortamının ve amaçlarının oluşması

da beklenemez. Bu olumsuzluklara ek olarak, günümüzde daha çok “kadro almak” ve “para kazanmak

için yaşamak” temeline dayanan, dolayısıyla araştırmayı bir amaç değil de araç olarak gören bir yapının

yaygınlaşmaya başladığını görürüz. Bu yapıda iletişim araştırmaları özellikle iki amaç etrafında

yoğunlaşır:

Page 193: Iletisim kuramlari

189

1. Şirket merkezli ekonomik kontrole ve kurum merkezli enformasyon toplamaya katkıda bulunarak para kazanmak;

2. Klasik etki arayan araştırmalar yanında, küresel pazar politikalarının popülerleştirdiği günlük yaşamda mikro-seviyedeki ifadeler, temsiller/metinler, mekanlar, çoğul kimlikler ve mikro-kimlik politikaları gibi konular ve yaklaşımlarla çalışmalar yaparak kadroda yükselmek, egemen çevrelerden birine dahil olmak, öznel çıkarları gerçekleştirebilmek için çevre yapmak ve statü elde etmek.

Normal olarak iletişim alanında araştırma, sistemli ve tutarlı tasarım ve uygulama yoluyla

belirsizlikleri azaltma ya da ortadan kaldırma ve böylece anlama, açıklama ve kontrol mekanizmaları

kurma ve sürdürme arayışına ve amacına dayanır. Ancak iletişim araştırmalarının her zaman ve her

koşulda belirsizlikleri ortadan kaldırdığı ve tutarlı sonuç ve öneriler getirdiği söylenemez (Erdoğan,

2012). Araştırmayla bilimin genel amacı olan “fenomendeki (şeydeki, olaydaki, görüngüdeki) düzeni,

tekrarlanan kalıpları, oluşum ve değişim nedenlerini” bulmaya katkı amaçlanır. Ancak Türkiye’de

işletme, reklam, halkla ilişkiler, televizyon ve sinema gibi alanlarda anket çalışmalarıyla yapılan

araştırmalarda genellikle bu amaç güdülmez. Çünkü bu tür iletişim araştırmalarının amacı; endüstriyel

yapının verimlilik, pazarlama, iletişim, etki ve meşrulaştırma sorunlarını çözme temeli üzerine inşa

edilmiştir. Bu doğrultuda, örneğin “aktif izleyici” tezi vardır; izleyicinin tercihleri ve izleyicinin

özelliklerini bilmeye yönelik araştırma ve ölçme yöntemleri geliştirilmiştir. Pozitivizmin bu tür

biçimlendirilmesine dayanan bu araştırma yönelimi yanında, “dışarıda bilinebilir bir gerçek yoktur,

gerçek görecedir, çoğuldur, sürekli değişim vardır ve tekrarlanan kalıplar yoktur, post-modernlik

modernizmin bir devamı değildir” gibi açıklamalar (örneğin post-pozitivist, post-yapısalcı ve post-

modern açıklamalar) popülerleştirilmiştir.

Türkiye’deki iletişim araştırmalarının amacı ve araştırmalarda aranan sonuçlar, dünyada yaygın

olandan farklı değildir:

Araştırma yapma, öğretme ve öğrenme, aynı zamanda, bilimsel politikanın doğasını büyük ölçüde

biçimlendiren sosyal politika konusudur. En yanlış ya da en anlamsızından en anlamlısına kadar tüm

aştırmalar bu politikanın kaçınılmaz parçalarıdır. Araştırmayla ilgili sosyal (ekonomik, siyasal ve

bilimsel) politikalarını sistemli bir şekilde hazırlayan ve yürüten güçler ve ülkeler diğerleri üzerinde

egemen olur. Bu tür planlı ve kontrollü yapılarda, iletişim araştırmaları öncelikle siyasal ve ekonomik

pazarın içte ve uluslararasında kontrol gereksinimlerini karşılamak için geliştirilir, desteklenir ve

kullanılır. Bu amaca “eleştirel, radikal veya alternatif ” olarak nitelenen yaklaşımlarla gelen araştırmaların

büyük çoğunluğu da dâhildir; çünkü onlar itici güç ve kontrollü alternatif olarak işlev görürler.

Elbette her yapıda, “sosyal faydaya dayanan” ya da sosyal fayda ile endüstriyel çıkar bağını birlikte

taşıyan araştırmalar da vardır. Bu tür iletişim araştırmaları çoğunlukla sağlık ve yaşam koşullarını

iyileştirme gibi alanlarda yapılır. Örneğin işitme ve konuşma terapisi ile ilgili araştırmalar böyledir.

Ancak Türkiye’de işitme ve konuşma terapisini geliştirme araştırmaları henüz yoktur ve Batı’da tıp

fakültelerinde yapılan türde, hastanın kendi kendisiyle iletişimiyle gelen terapiyle ve hastanın yaşamını

düzenlemesiyle ilgili araştırmalar da henüz mevcut değildir.

• Güvenilir, geçerli ve faydalı verilere dayanarak tanımlamak, betimlemek, nedensellik bağlarıyla tahminlerde bulunmak, dolayısıyla tutarlı bir biçimde bilmek ve anlamak ve kontrol mekanizmaları kurmak ve geliştirmek, çareler bulmak ve önlemler almak.

• Sürdürme ve gelişme planları tasarlayıp uygulamak. • İletişim araştırması, aynı zamanda, iletişim alanının kendi var oluş nedenleriyle gelen koşulları

yeniden-üreterek kendini ve kendini var eden koşulları sürdürme ve geliştirme faaliyetidir: Bu faaliyet iletişim araştırmacısına para kazandırır ve statü sağlar.

• Özel şirkette çalışan araştırmacı için iletişim araştırması yapmak, pazarda şirketin ve kendisinin ilerlemesini sağlamaktır; işsiz kalmamak için kendini işinde garantiye almaktır.

• İletişim araştırmaları, firma için, ürün geliştirme, arz ve talebi kontrol ederek pazarda üstünlük yolunu açar.

Page 194: Iletisim kuramlari

190

İletişim Araştırmalarında Üretilen Bilginin DoğasıAraştırmalarda üretilen bilginin bilimsel bir karaktere sahip olması gerekir. Bunun olabilmesi; bilmek

isteyenin amacına, araştırma tasarımının birikmiş bilgiye dayanarak belirsizlikleri azaltan ve mümkünse

ortadan kaldıran bir karaktere sahip olmasına, üretilen bilginin kullanılıp kullanılmadığına ve

kullanılıyorsa, kullanımın karakterine bağlıdır. Yukarıda belirtilen gereksinimler ve değişimler

sonucunda, üniversitelerden kitle iletişim araçlarına kadar tüm örgütlü yapılarda milyonlarca profesyonel

insanın katılımıyla birkaç tür bilgi üretimi yapılmaya başlanmıştır. Bu üretilen bilginin doğası, özellikle

iletişim alanında, aşağıdaki temel özelliklere sahiptir (Şekil 3):

Şekil 8.3: Araştırılan bilginin genel doğası

Birinci Tür Bilgi: Teknolojik Bilgi

Bu tür bilgi, bilim ve teknolojinin üretimi için zorunlu olan bilginin üretimini ve bu üretim için yapılan

araştırmaları içerir. Bu tür bilgi ve araştırmalar günümüzde dünyadaki teknolojik seviyeyi ve teknolojik

biçimi ve yapıyı belirleyen bilgi ve araştırmalardır. Bu tür işlevsel bilgi üretimi, toplumlar içi ve

toplumlar arası yarışın bütünleşik bir parçasıdır. Bu bilgi üretimi, kapitalizmde özel şirketlerin ve devletin

özellikle ordu, polis ve istihbarat teşkilatları gibi meşrulaştırılmış baskı ve ikna kurumlarının kendi

bünyelerinde açtıkları bölümlerde kiraladıkları bilim insanlarıyla planlanır ve yürütülür; bu amaçla

araştırma merkezleri kurulur. Bu tür bilgi değerlidir; dolayısıyla gizlidir, pazara sürülen emtia değildir,

“herkes aydınlansın” diye internete de konmaz, televizyonlarda tartışılmaz, üniversite kitaplarında yer

almaz. Bu gizli bilgi, ancak kullanabilme olanaklarına sahip olanların elinde güçtür; sahip olmayanlar

bilse bile, olanaklara sahip ol(a)madıkları için kullanamazlar. Bu tür üretimle ve bilgiyle ilgili bir diğer

önemli yan da şudur: Eğer birileri iletişimle ilgili olarak egemen üretim güçlerinin çıkarına aykırı olan

bilgi üretirse; (a) bu kişi ve “aykırı bilgisi” herhangi bir nedenle “işe yarar, değerli” bulunursa desteklenir,

ücretle/maaşla işe alınır; (b) bu kişi ve ürettiği “işe yaramaz” olarak nitelenirse, desteklenmez ve marjinal

duruma itilir; (c) bu kişi ve ürettiği “tehlikeli” olarak nitelenirse, tehlikenin kapsamına göre engelleme

yöntemleri kullanılır. (d) Eğer gücün çıkarına aykırı bilgi üreten ve kullanmaya çalışan herhangi bir

ülkeyse, o ülke çeşitli yollarla yönlendirilir ya da “dünya barışını tehlikeye soktuğu” için özgürlük,

demokrasi ve insan hakları gibi kimi gerekçelerle o ülkeye ambargolar uygulanır, işgalle tehdit edilir ve

kimi zaman işgal edilir. Çünkü güç yapılarını yönetenler, sadece kendilerine işlevsel olan bilgiyi

üretmekle kalmazlar, rakiplerinin üretimini durdurma mekanizmalarını kurar, geliştirir ve uygularlar.

Endüstriyel bilgi “ürün üreten teknolojiyi” üreten bilgidir. Bu bilgiyle teknoloji üretimi yönetilir. İletişim

alanında, iletişim teknolojileriyle ilgili araştırmalardan geçerek üretilen bu birinci tür bilgi iletişim

fakültelerinde üretilmez. İletişimle ilgili bu tür bilgi fizik, matematik, iletişim mühendisliği, elektrik ve

elektronik mühendislik gibi dallarda yapılan ve hemen hepsi “deneysel tasarım” karakterinde olan

araştırmalarla üretilir. Teknolojik/endüstriyel bilgiyle üretilen teknolojik ürünler/araçlar (örneğin cep

telefonları, tabletler) pazara satış için sunulur, fakat ürünleri üreten bilgi, gerekli görülmedikçe, asla

pazara sunulmaz.

Page 195: Iletisim kuramlari

191

İkinci Tür Bilgi: Yönetme/Yönetim Bilgisi

Bu tür bilgi özellikle pazarlama, işletme ve kamu yönetimi, propaganda ve siyasal kampanyalar için

gerekli olan ve insanları yönetmenin nasıl yapılacağıyla ve yapıldığıyla ilgili bilmeyi içerir. Bu tür bilgi

üretimi toplumsal yönetim politikaları ve uygulamalarıyla ilgili araştırmalarla üretilir: Bu türdeki bilgi de

gerekli görülmedikçe paylaşılmaz, çünkü yönetmek için kullanılır. İletişim alanındaki bu tür araştırmalar

psikologların ve sosyal-psikologların kullandığı deneysel laboratuar araştırmalarından, sosyal bilimcilerin

kullandığı “deneyselimsi tasarım” türlerine kadar değişir. ABD’de 20. yüzyılda başlayan ve 1950’lerde

uluslararası alana taşınan bu tür araştırmalar, kamu kurumlarından üniversitelere kadar birçok yapılar

yoluyla açıktan ve gizli olarak yapılır. Bu araştırmalar ve bu araştırmalarla desteklenen ulus içi ve

uluslararası politika ve uygulama bilgileri de gizlidir. Bu bilgileri açığa vuranların hayatları tehlikeye

girer. Örneğin Wikileak ile yapılan açıklamaları nedeniyle Julian Assange ve Bradley Manning uzun

yıllar hapis tehlikesiyle karşı karşıyadır.

Üçüncü Tür Bilgi: Kitlelerin Kullanımı İçin Üretilen Bilgi

Bu tür bilgi üretimi kitlelere belli bilmeleri, bilişleri ve davranış kalıplarını işlemek için yapılır. Bu

bağlamda en az iki tür üretim görürüz: Birincisi, araştırma yapanların, uygulayanların, üzerinde

uygulananların, öğrencilerin ve diğer eğitimli kitlelerin bilişlerini biçimlendirmeyle ilgilidir; ikincisi de

genel halka yönelik olanlardır. Birinci türdeki araştırmalarla üretilen ve yayılan “bilme üretiminin” (bilinç

işlemenin) çoğu kez araştırmayı yapanlar bile farkında değildir. Bu türde, araştırmacılar belli işlevsel

kalıplar içinde araştırma tasarımı ve uygulaması yaparlar; araştırmayı uygulayanlara, araştırmanın

üzerinde uygulandığı insanlara ve araştırmayı veya araştırmayla ilgili yapıtları okuyanlara da

araştırmacıya işlenen bilişler ekilir. Dikkat edilirse bu bağlamda yapılan iletişim araştırmasında birincil

amaç “belli tarzda bilmeyi ekmedir”. Bu nedenle milyonlarca iletişim araştırmalarının bu türde olanlarını

endüstriyel ve siyasal yapılar kendi karar verme ve uygulama süreçlerinde kullanmazlar; çünkü bu

araştırmalar böyle bir faydaya ve değere sahip değildirler. Bu tür bir faydaya sahip iletişim araştırmaları

farklı araştırmalardır. İkinci türdeki üretim, iletişim araştırmalarının da çeşitli şekillerde parçası olduğu ve

desteklediği halkın cahilleştirilmesi ve cehalete-bilgiçlik taslatma üzerine inşa edilen bilmedir (bilinç

işlemedir).

Bu tür “bilgi/bilme üretimi” tarih boyu birbirine bağlı birkaç temel üzerine kurulmuştur:

a. İnsanların inancının ve inanç sistemini kötüye kullanan örgütlenmiş din (Bunun anlamı: sorun dinde ve inançta değil; sorun birilerinin çıkar için dini kötüye kullanmasındadır): Bu örgütlenme resmi olabileceği gibi din adına hurafeyle çıkar sağlayan bir yapı da olabilir; aslında tarihte her ikisi de birlikte var olmuştur.

b. Cinsel ilişkiye ve alkollü içki gibi madde kullanımına indirgenen örgütlenmiş ahlak.

c. Bizi her an yutmak, yok etmek isteyen; en az bir öcü/düşman: Kötü ve tehlikeli ötekiler.

d. Kendini toplumdan geçerek değil de, toplumu kullanarak gerçekleştirmeye dayanan bireysel çıkar bilişi/bilinci: Kendini toplumdan geçerek tanımlayan bireysel çıkar bilincinde bireycilik sosyal içinde sosyalle birlikte algılanır ve benimsenir. Toplumu kullanarak kendini gerçekleştiren bireysel çıkar bilincinde, birey topumla değil, toplumdan faydalanarak bireydir. Birincisinde genel faydayla oluşan bir bireycilik vardır; diğerinde genel faydayı sömüren ve kendi çıkarı için kullanan veya ortadan kaldıran bireycilik vardır.

Kitleler için bilgi üretimi, toplumlarda tarihsel olarak çeşitli biçimlerde ve yoğunlukta

süregelmektedir. Günümüzde çeşitli örgütlü yapılar yanında özellikle kitle iletişim araçları ve belli ölçüde

resmi eğitim yoluyla yapılır. Bu biliş yönetiminde ahlak, inanç ve bireyin kendini düşünsel ve duygusal

olarak üretmesi dahil her şeyi, örgütlü yapılarda biçimlendirilir ve ona “satılır ya da hediye” edilir.

Örneğin (a) kitle iletişiminde eğitim, kültür, haber, enformasyon, eğlence ve spor gibi çeşitli isimlerde

gelen bilgiler ve (b) tüketicinin, izleyicinin ya da oy verenin, satılan ürünle, verilen hizmetle, tüketimle,

izlemeyle ve oy vermeyle ilgili olarak bilmesi gereken bilgiler.

Kitlelerin kullanımı için üretilen bilgi, faydasız ya da geçersiz gibi görünür. Fakat aslında, bunlar

teknolojik bilgi kadar değerlidir, çünkü tarih boyu toplumlar bu tür bilişlerle, duyarlılıklarla, düşüncelerle,

Page 196: Iletisim kuramlari

192

inançlarla ve beklentilerle yönetilmektedir. Yani bu tür işlevsel bilgilerin (örneğin dizilerde ve filmlerde

sunulan bilmelerin, duyarlılıkların ve ilgilerin), “egemen güçlerin kendilerini ve teknolojiyi üretmek için

kullanması” bağlamında faydası yoktur ama kitlelerin hayatı ve yaşamlarını doğru anlama ve düzenleme

bağlamında, yönetenler için hayati değere sahiptir. Çünkü yönetenler için işlevsel olan madde/ürün

promosyonu ve satışı yanında yanlış yönlendirme işini görürler. Bu tür bilme, duyarlılık, duygu ve ilgi

yaratma işinin doğasını irdeleyen araştırmalar oldukça azdır. Onun yerine araştırmalar tüketiciyi,

izleyiciyi, dinleyiciyi, çalışanı ve seçmeni “anlama” ve bu anlamadan geçerek onlar üzerinde yaygın

kontrol mekanizmaları kurma ve onları yönlendirme çabalarına katkıda bulunmak amacını taşır.

Hangi tür bilgi üretimi üzerinde durursa dursun ya da hangi tür bilgiyi üretirse üretsin, araştırma

yoluyla sosyal bilimlerde “bilmekten” geçerek ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel, psikolojik ve fiziksel

kontrol mekanizmaları kurulur, uygulanır, test edilir; gerekirse bu mekanizmalarda değişiklikler yapılır;

yeni kontrol mekanizmaları kurulur. Aksi takdirde ne bugünkü teknolojik seviyeye ne de toplumsal

yönetim seviyesine gelinebilir. Dolayısıyla kontrol yaşam için kaçınılmaz ve olması gerekenler

arasındadır. Kontrol olumsuz ise nedeni, amacı ve sonucuyla ilişkilidir.

Türkiye’de iletişim araştırmalarının oluşumuna giden bilgi üretiminin temel karakterini belirtiniz.

TÜRKİYEDE İLETİŞİM ARAŞTIRMALARI: GELİŞİM VE KOŞULLARI Türkiye’de iletişim üzerinde düşünme ve araştırma yapma ülkenin kendi içinden çıkan gereksinimlerinden doğup gelmemiştir. Bunun en önde gelen iki nedeni vardır. Birincisi kendi tarihsel koşullarının karakteri ve ikincisi ise birinci nedenle ve uluslararası bilgi üretimindeki pozisyonu nedeniyle dışa bağımlılığın gelişmesidir. Her durumda Türkiye’de ya da herhangi bir ülkede iletişim araştırmalarının gelişmesi ve gelişmenin doğası dünyadaki ve o ülkedeki üretim tarzı ve ilişkilerinin karakterine bağlıdır.

Şekil 8.4: İletişim araştırmalarının gelişme durum göstergeleri

Teknolojik Bilgi ve Teknolojik Üretim

Teknolojik bilgi teknolojinin üretimi ve gelişmesi için zorunludur; çünkü ancak bu bilgi varsa teknolojik araç üretimi yapılabilir. Türkiye’de iletişim teknolojilerinin üretimiyle ilgili “mühendislik alanındaki” bilgi ve araştırmaların varlığı 1900’lerin başlarında yoktur ve sonradan gelişmesi de güçlü uluslararası yapılar tarafından kontrol edilmiş ve engellenmiştir. Bu yeni bir şey değildir; tarih boyu gelişerek günümüzdeki biçime gelmiştir. Günümüzdeki biçimde, her alanda olduğu gibi iletişim alanında da hem teknolojik araç üretimi hem de bilgi üretimi üzerinde küreselleşen pazar güçlerinin kontrol mekanizmaları ve süreçleri egemendir. Yerel üretimin doğası, marjinalleştirilmiş gelenekselliğin ve montaj bilgisinin ve pratiğinin ötesine geçemez ve geçme olanakları da kısıtlanır. Türkiye bağlamında da, ülke çağdaş iletişim teknolojilerinin üretim sürecinin dışında kalmış/bırakılmış, şimdiye kadar kullanıcısı olmuştur. Bu sırada, parça toplama ve birleştirme ve montaj yapma bilgisi geliştirilmiştir ki bu tür bilgi “üretme bilgisi” değildir.

Page 197: Iletisim kuramlari

193

Osmanlı İmparatorluğu Batı'daki teknolojik gelişmelerin dışında kalmıştır. Bu yapıda seçkin bir

yönetici elitin iktidarını sürdürmesi için gerekli olanların dışında hiç bir iletişim olanağından

yararlanılmamıştır. Matbaa 1727'da kurulmuş ama hiç bir zaman bilginin yayılma aracı olamamıştır. İlk

gazeteler 1795’den itibaren Fransızlar tarafından Fransızca olarak yayınlanmış ve gelişmeye başlaması

19. Yüzyılın ortalarında olmuştur. Osmanlı aydınlarının halka ulaşmada büyük umut bağladıkları

gazetecilik, devlet kurumlarının denetim politikası ve profesyonelliğin Türkiye’ye özgü “melezleşmiş”

doğası nedeniyle gelişememiştir. Cumhuriyet yönetimi başlangıçtan itibaren iletişim alanına önem

vermiş; Anadolu Ajansı ve radyo ilk kitle iletişimi araçları olarak 1920’lerde örgütlenmiştir. Fakat

matbaa, gazete, telefon, telgraf, ajans ve radyo ile ilgili bir araştırma gereksinimi, siyasal kültürün

getirdiği engellemeler ve bilimsel araştırmaya ve soruşturmaya ilgi azlığı gibi nedenlerle olmamıştır. İlgisi olanlar ya engellenmiş ve yerlerinden edilmiş ya da çok sınırlı çerçeveler içinde kalmıştır. Son

zamanlardaki gelişmeler daha çok teknolojik ürün/araç kullanımı çerçevesinde olmaktadır. Elbette,

iletişim teknolojileriyle ilgili araştırmalar Türkiye’de de günümüzde olmaktadır, fakat gelişme olanakları

ve olasılıkları ilgi ve motivasyon çok olsa bile, iletişim fakültelerinde teknolojiyle ilgili araştırmalar;

örneğin internet konusunda olduğu gibi, teknolojik bilgi üretimi üzerine inşa edilememektedir, çünkü

iletişim fakültelerinin eğitim ve öğretim yapısı bu şekilde biçimlendirilmemiştir.

Örgütsel Yapılar, Yönetimsel Kültür ve Akademik İlgi Araştırma yapılması örgütlü yapıların varlığını ve desteğini gerektirir. Bu varlık ve destek araştırmaya

gereksinim duymayan ve araştırmaya ilgisi olmayan yapılarda oluşmadığı için her alanda olduğu gibi

iletişim alanında da araştırma girişimlerinin çıkıp gelişmesi olasılığı azalır. Araştırmaların yapılması için

radyo ve televizyon gibi inceleme araçlarının ve faaliyetlerinin olması yeterli değildir; iletişim alanında

eğitim ve araştırma kurumlarının kurulması gerekir. Bu bağlamda da Türkiye’de sadece iletişim alanında

değil, aynı zamanda iletişim alanının gelişmesini belirleyen sosyal bilimlerde araştırmayı teşviki

beraberinde getiren örgütsel yapıların oluşması ve gelişmesi de geç ve yavaş olmuştur (Payaslıoğlu,

1970). Siyasal ve kurumsal iş kültürünün yapısı da araştırma yapacak kalitede, bilgide ve ilgide olan

insanların artmasını destekleyecek bir karakterde olmamıştır. Bu gecikme ve yavaşlık iletişim

incelemelerinin çıkışını da çok sonralara ertelemiştir. Örneğin araştırma enstitülerine, araştırma

kurumlarına ve araştırmayı destekleyen derneklere 1970’lere kadar rastlanmaz. Dört yıllık eğitim veren

okul 1965 yılında Siyasal Bilgiler Fakültesi (SBF) bünyesinde Basın Yayın Yüksek Okulu (BYYO)

adıyla kurulmuştur. Nicel olarak öğretim üyesi yeterlidir; fakat daha ilk başında Tahir Çağatay, Nermin

Abadan-Unat, İlhan Öztrak, Ünsal Oskay ve Feyyaz Gölcüklü gibi belli sayıdaki kişilerin önemli katkıları

dışında, okul iletişimdeki birikimin gelişimine katkıda bulunacak ilgiden ve destekten yoksun başlamıştır.

Osmanlı İmparatorluğundan da hiçbir araştırma geleneği mirası almayan Cumhuriyet Türkiye’sinde

tarih, sosyoloji, siyaset bilimi, hukuk, felsefe, dilbilim, antropoloji, sosyal psikoloji, sanat ve arkeoloji

çalışmalarının da iletişim alanındaki bilgi birikimine katkısı, 1960’ların ortasına kadar çok az olmuştur.

İletişim alanı tüm bu alanların içinde ve kesişme noktasında yer aldığı için, bu katkı azlığı iletişim

alanının zayıf kalmasına ve yeterince gelişmemesine neden olmuştur.

Bu nicel azlığa rağmen elbette bazı olumlu ve olumsuz karakterdeki “ilk ilgiler” ortaya çıkmıştır. Cumhuriyetle birlikte özellikle gazeteciliğin, radyo ve sinemanın topluma yapabileceği olumlu ve

olumsuz etkiler üzerinde tartışmalar da başlamıştır. Atatürk’ün medya ile ilgili düşünceleri yanında;

örneğin Öztürk’ün belirttiği (2008) Adnan Hilmi Malik, Burhan Cahit ve İsmail Hakkı Baltacıoğlu gibi

bazı aydınlar dışarıdan gelen filmlerin ekonomik ve toplumsal sonuçları ve yerli film üretiminin

engellenmesi (kitle iletişiminin etkisi ve kültürel boyutu) gibi konularda 1920’lerde ve 1930’larda

görüşler sunmuşlardır. 1929’da Yeni Resimli Ay dergisinin ilk sayısındaki bir yazıda sinema filmlerinin

yabancı propaganda aracı olduğu üzerinde durulmaktaydı. İkinci sayıda ise Bible House’un bastığı kitap

ve mecmualar, misyonerler ve yabancı okulların gençler üzerine etkilerini ele alan yazı vardı. Baltacıoğlu

(1937) Türkiye’de gösterilen filmleri “emperyalist filmler” olarak nitelemekte; topluma kötü etkileri

olduğunu belirtmekte ve çözüm olarak da (1) dışarıdan gelen filmlerin denetlenmesi, (2) kilise, büyü,

militarizm propagandası gibi içerikte olanların yasaklanması ve (3) rejimin ideallerine ve çağdaş kültür

değerlerine uygun yerli filmlerin desteklenmesi gerektiğini öne sürmektedir. Gerçi, temel amaç iletişim

alanında bir inceleme yapma olmasa da, Adnan Adıvar ve Niyazi Berkes gibi aydınların yaptığı

Page 198: Iletisim kuramlari

194

çalışmalarda da iletişime yer verildiği görülür. Bu aydınlar Osmanlı toplumunda matbaanın yerini ve

gecikme nedenlerini açıklamışlar ve iletişimi yakından ilgilendiren toplumsal süreçler konusunda da

açıklama getirmişlerdir. Benzer biçimde Nermin Abadan-Unat ve Şerif Mardin siyaset bilimi, kamuoyu

ve siyasal düşünce çalışmaları; Mübeccel Kıray, Behice Boran ve Emre Kongar sosyolojik ve siyasal-

sosyolojik çalışmaları ve Pertev Naili Boratav halkbilimi ve edebiyat alanındaki çalışmaları içinde

iletişim alanındaki bilgi birikimine katkıda bulunmuştur.

Toplumsal-yapısal incelemelerden medyanın örgütlü pratiğine ve profesyonel pratiklere kadar

çeşitlenen sosyolojik araştırmalar da yavaş bir gelişme göstermiştir. Aynı yönelim kitle iletişiminin

düşünsel/ideolojik ve kültürel üretim bağlamında incelenmesinde de dikkati çeker. Elbette demokrat,

liberal-demokrat ve eleştirel incelemeler bağlamında, son zamanlarda, N. Erdoğan, Ç. Dursun, İ. Erdoğan, A. Girgin, A. İnal, R. Uzun, S. Adalı, E. Dağdaş, Ö. Özer, F. Başaran, S. Öztürk, S. Çelenk, S.

R. Öztürk, N. T. Cheviron ve diğer birçoklarının eserleriyle bu alandaki çalışmalar artmaktadır. Fakat

izleyici, dinleyici, alımlayıcı ve okuyucu olarak ele alınan bireyleri incelemeyle karşılaştırıldığında

iletişim alanında örgüt yapılarını ve örgütsel ilişkileri inceleme sayı olarak çok geride kalmaktadır.

İletişim araştırmalarının önemli bir ilgi alanı da iletişimin türleri içindeki gelişmeleri ele alan tarihsel

temalardır. Uygur Kocabaşoğlu ve diğer araştırmacıların da belirttiği gibi Türkiye'de basın, radyo,

Anadolu Ajansı, televizyon, dergi ve sinema tarihine ilişkin olarak yapılan çalışmalar yetersizdir; ilgi de

yavaş gelişmiş, bir ara hızlanmış, fakat günümüzde azalmıştır. Bu bağlamda S. İskit, S. N. Gerçek, M. N.

Özön, O. Koloğlu, U. Kocabaşoğlu, H. Topuz, N. Yazıcı, C. Koçak, K. Alemdar, O. Tokgöz aydınlatıcı

eserler ortaya koymuşlardır; genç akademisyenler de günümüzde bu bağlamda araştırmalara devam

etmektedir.

Elbette siyasal iktidarın ve güç yapılarının yönetsel kültürü ve ilgisinin karakteri, bilimsel gelişmeyi

olumlu veya olumsuz yönlerde etkiler. Ne yazık ki, Türkiye’de toplumsal gelişme sürecini anlamaya

yardım eden araştırmalar siyasal iktidarların endişe kaynağı olmuş, alternatif düşüncelerden yararlanma

yerine, bastırma ve engelleme politikaları güdülmüş, hatta zaman zaman bilim çevresini sindirmeye

yönelik sert müdahaleler tercih edilmiştir. Bunun sonuçlarından biri de günümüzde çoğu kez akademik

hayatta özgür üretimi engelleyen “aynı/benzer düşüncede olanların çıkar işbirliğiyle” desteklenen bir

otokontrol yapısının oluşmasıdır. Bu tür koşullar doğal olarak bilimsel merakı ve bu merakın giderilmesi

yollarını arama çabalarının gelişimini belli ölçüde engellemiş; soru sormayı ve yaratıcılığı önemli ölçüde

kısıtlamış, bilimde de çeşitli türdeki olumsuz bağımlılıkları arttırmıştır. Bu durum elbette değişmektedir,

fakat bu değişimin kısa zamanda olacağını bekleyemeyiz, çünkü köklü bir geçmişe ve yapılaşmış bir

ilişkisel kültüre sahiptir. Bu tür koşulda, sadece Türkiye’de değil, birçok ülkede düşünme ve yaratma

yerine üretilmiş, paketlenmiş malların ve düşüncelerin satın alınarak tüketimi yaygınlaştırılmıştır. Bu tür

yaygınlaştırmanın egemenliği, bizden farklı nedenlerle, Amerika ve Avrupa’da bile görülmeye

başlanmıştır. Amerika”daki ve Avrupa’daki çalışmaların bilinmesine, izlenmesine hatta benzerlerinin

yapılmasına karşı olmak anlamsızdır ve yanlıştır ama yukarıda belirtilen türdeki Batı kalıplarının

izlenmesi, bir ülkenin her sorunu gibi iletişim sorunlarının ve konularının da doğru anlaşılması,

açıklanması ve çözülmesi bağlamında olumsuzluklarla dolu olacaktır.

Bilmeye ve Bilime Karşı Toplumsal İlgi ve Tutum

Araştırmanın oluşması ve gelişmesi için toplumda genel olarak bilmeye ilgiyi destekleyen bir kültürün

olması gerekir. Toplumsal ilgi yoksa ya da azsa, araştırma için diğer olanakların varlığının anlamı olmaz.

Kütüphanelerin boş olduğu, öğrencilerin kütüphaneyi kitapçı sandığı, ancak ödev yapmak için zorunlu

olarak kütüphaneye gittiği, internetin facebook ve chat için kullanıldığı, “kopyala ve yapıştır” yönteminin

egemen olduğu, bilmenin para kazanmaya endekslendiği, becerikli ve yeteneklinin iş adamı olduğu ve

yeteneksizin okula gönderildiği gibi görüşlerin dolaşımda olduğu, “ben yirmi yıldır bir şey yazmadım,

ama sen yazdın da ne oldu” gibi sözlerle tembellik kültürünü yeniden üretenlerin yaygın olduğu

ortamlarda bilgi ve bilime karşı ilgi zor yeşerir ve büyür. Hele bilme resmi ve işlevsel bilme yolları

çerçevesi içine hapsedilirse ve onun dışındaki “anlamak için soruşturma” dışlanır ve bastırılırsa, bu

durum daha da kötüleşir. Günümüzdeki değişim bu durumu giderek ortadan kaldırmaktadır, ama bu kez

Page 199: Iletisim kuramlari

195

de tembellik kültürünün ve resmi olanın yerini “bireysel çıkarların öznel şirket ve kurum çıkarlarıyla

birleştirildiği bir egemenlik” almaktadır.

1900’lerde ve Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş dönemlerinde iletişimle ilgili bilmeye ve bilime ilgi;

ancak toplum yönetimi seviyesinde gazetelerin, dergilerin, Anadolu Ajansı’nın ve radyonun kurulması

gibi temel iletişim yapılarının oluşturulması biçiminde gelişmiştir. Halkın büyük çoğunluğunun okuma

yazma bilmediği bir ortamda ve diğer önemli koşullardan yoksun ve yoksul bir koşulda, temel çaba ancak

bu tür başlangıçlar olabilmiştir. Dolayısıyla iletişim alanında bilmeye ve bilime ilgi konularında araştırma

yapma gereğinin hissedilmemesi olağandır. İlginin ve gelişmenin ancak bu başlangıçlardan sonra olma

olasılığı vardır. Ne yazık ki, Türkiye önemli yapısal sorunları, özellikle sanayi devrimini

gerçekleştirememesi ve Aydınlanma Çağı'nı yaşamaması gibi nedenlerle bilimin Batı'da sahip olduğu

işlevleri yerine getirecek koşullardan yoksun kalmış ve insan ve toplumuyla ilgili olarak sorgulama ve

sorulara bilimsel yanıt arama geleneğini geliştirip yaygın hale getirememiştir. Bu genel toplumsal

karakterin, araştırma alışkanlığının ve geleneğinin sosyal bilimlerde gereği gibi gelişmesini sağlayacak

teşviki ve desteği verebilmesi de zordur.

Uluslararası Egemenlik ve Mücadele Koşulları

Dünyada iletişim araştırmalarının en yoğun ilgi alanlarından biri de uluslararası yapılar ve ilişkilerdir.

Uluslararası ilişkilerde örgütsel yapılar transfer edilirken; aynı zamanda, düşünsel ve profesyonel iş yapış biçimleri, profesyonel ideolojiler, profesyonel anlayışlar ve duyarlılıklar da transfer edilir. Bu transferin

bir kısmı aynen korunurken bir kısmı da egemenliği destekleyen melez bir yapıya dönüştürülür. Bunun

iletişim araştırmalarındaki yansıması, araştırma yöntemlerinden araştırma amaçları ve konularına kadar

araştırma ile ilgili her şey üzerinde görülür. Her durumda, bu bağlamdaki araştırmalar, uluslararası

iletişim örgütleri, örgüt yapıları, iletişim sistemleri, iletişim teknolojileri, tekelleşme, araç transferi,

medya ürün ticareti, profesyonel pratikler ve ideolojiler gibi konular üzerinde dururlar. Bu tür

araştırmalar günümüzde Türkiye’de de bulunmaktadır.

Uluslararası egemenlik ilişkileri Türkiye gibi ülkelerde hem iletişimin örgütlenme biçimlerini ve

iletişim eğitiminin kitle iletişimi türü içine sıkıştırılmasını getirmiştir hem de kuram, yöntem ve araştırma

alanlarındaki yönelimleri de belirlemiştir: Amerikan sosyal-psikolojisi, psikolojisi, sosyolojisi, siyaset

bilimi, dil/gösterge bilimi önde olmak üzere, Batı’nın ana akım kuramlarının ve araştırmalarının en

egemen olanları Türkiye’de öne çıkarılmıştır. Batıdaki iletişim araştırmalarında Plato, Aristo ve Cicero

gibi filozoflara dayanan tartışma ve retorik yan, (çok az da olsa) Marx’ın Alman İdeolojisi ve

Grundrisse’de ele aldığı düşünsel ve materyal yan, Pavlov ve Freud ile zenginleşen psikolojik yan, dil

bilimcilerle işlenen dilsel yan, Chicago Okuluyla oluşturulan ve özellikle Cooley ile işlenen sosyolojik

yan ile iletişimin tutucu anlatılarından liberal ve eleştirel anlatılarına kadar çeşitlenen biçimleri dikkati

çeker. Türkiye tüm bu yanları dışarıdan öğrenmiş ve transfer etmiştir; transfere de yoğun bir şekilde

devam etmektedir.

Uluslararası egemenlik ve mücadele koşulları aynı zamanda uluslararası kontrol mekanizmalarını

kurmak ve geliştirmek isteyen güçlerin Türkiye gibi ülkelerde araştırma yapmaları ve araştırma

yaptırmalarını da beraberinde getirmiştir. Bu araştırmaların önemli bir kısmı da iletişim alanındadır.

İletişimle ilgili bu tür araştırmalar özellikle 1950’lerde modernleşme ve kalkınma adı altında kapitalist

sistemin dünya görüşünün ve ürünlerinin dünyaya yayılmasını amaçlayan Amerikalılar tarafından

yapılmasıyla başlanmış ve çeşitli fonlar ve desteklerle yerel kurumları ve araştırmacıları da katarak halen

devam etmektedir.

Araştırma Tasarım ve Yöntem Bilgisi

Araştırma yöntemleriyle ilgili gelişmelerin dünyadaki çıkış yeri Batı ve özellikle ABD’dir. Yöntem ile

ilgili gelişmeler araştırma tasarımında ve uygulamasında oluşturulacak gelişmelerle siyasal ve ekonomik

çıkarları en etkili bir şekilde gerçekleştirme amaçlıdır. Bu doğrultuda yöntem konusunda ölçme ve

değerlendirme ile ilgili gelişmeler iletişim alanında Lazarsfeld ve arkadaşlarının, siyaset bilimcilerinin ve

sosyal psikologların çalışmalarıyla olmuştur. Batı’da geliştirilen tasarım ve yöntem bilgisini sosyal bilim

araştırmalarında kullanmanın ilk örnekleri Türkiye’de 1940’larda ortaya çıkmış, fakat kullanımın nicel

Page 200: Iletisim kuramlari

196

artışı ve doğru kullanım ile ilgili gelişim çok yavaş olmuştur (Kıray, 1970). Son zamanlarda Batı’dan

transfer türü çalışmaların sayısı artsa da araştırma tasarım ve yöntem bilgisi henüz belirli bir seviyeye

gelememiştir. Araştırmalardaki tasarım ve yöntem sorunları bu çalışmaların güvenilirlik ve geçerliliğini

sorunlu kılmaktadır.

Türkiye’deki nicel araştırmalarda sorunlar çoğunlukla (a) araştırmanın içeriğini yansıtmayan

başlığında başlamakta, (b) giriş olmayan bir girişle ve yöntem olmayan bir yöntemle devam etmekte, (c)

araştırma bulgu ve istatistiksel analizin yanlış ve geçersiz sunumuyla tümüyle geçersiz hale gelmektedir.

Benzer sorunlar niteliksel tasarımlarda da yaygın bir şekilde görülmektedir: İçeriği yansıtmayan araştırma

başlıkları, başlıklarda çekici ama yanlış kavramların kullanılması, araştırmanın ana metninin keyfi ve

gereksiz bilgilerle doldurulması, keyfi ve alakasız alt-başlıkların kullanılması, kuramsal çelişkilerle dolu

tutarsız nedensellik bağlarına dayanan açıklamaların sunulması, sistemli bir analiz yerine “önemli

birilerinin” söylediklerinin ardı ardına sıralanması bu sorunların önde gelenleri arasındadır (Kıray, 1970;

Erdoğan, 2001, 2008 ve 2012b).

Yöntem bilgisi yöntembilimle ve bilgi kuramıyla ilişkilidir: Seçilen yöntem ve yöntemin kullanım

biçimi; (a) belirsizlikleri ortadan kaldırma yerine artırabilir, (b) konuyu belli çıkarlar çerçevesine uygun

bir şekilde analiz edebilir ve irdeleyebilir, (c) açıklamak istediğini gereği gibi açıklayabilir. Ne yazık ki

iletişim araştırmalarındaki yaygın yönelim, kullanmayı yeterince ve doğru bilmeme yanında, araştırma

tasarımlarının ve yöntemin daha çok öznel çıkarlar çerçevesinde kullanılması yönündedir. Bunun en

belirgin göstergeleri iletişimde televizyon, halkla ilişkiler, pazarlama ve reklamcılık endüstrilerine hizmet

merkezli araştırma tasarımı bolluğudur.

Alternatifler ve Kontrolü Alternatif, işlevsel olduğu zaman kullanılır ve işlevsel olmadığı zaman ya ortadan kalkar ya direnir ya da

işlevsel olmadığı, fakat varlığını sürdürdüğü için dışlama, dışarıda bırakma, kötüleme, yanlışlama, önünü

tıkama gibi çeşitli mekanizmalar yoluyla “kontrol” edilmeye çalışılır.

İletişim alanında alternatif araştırmalar egemen olan ve yaygın olarak dolaşıma sokulan

araştırmalardan farklı kuramsal yaklaşım, konu, sorun, ilgi ve açıklamalarla gelen araştırmalardır. Bu

araştırmalar egemen olanların konularını ele alabilir; fakat aynı konuyu inceleyerek farklı sonuçlar çıkarır

ve farklı çözüm önerileriyle gelir. Egemen araştırmalarla aynı, benzer ya da çok farklı yöntemler

kullanabilir. Kullandığı kuramsal çerçeveler farklı olabilir.

Alternatif araştırma anlayışları insan, toplum, ilişkiler, değişim, sürdürme ve gelişme gibi birçok

önemli konular üzerinde sistemli ve tutarlı düşünmeyle başlar. Dolayısıyla tarihi çok eskidir. Bu

anlayışlar dünyayı düşünceden/akıldan geçerek anlamaya çalışan idealist ve akıl taşıyan insanın kendini

ve toplumunu nasıl ürettiğinden geçerek anlamaya çalışan tarihsel materyalist felsefelere dayanır.

Günümüzde alternatif araştırma ve açıklama olarak sunulan yaklaşımların başında post-yapısalcı, post-

modern ve post-Marksist denenler gelir. Bu anlayışlarla birlikte araştırmalarda ve açıklamalarda dilin,

düşüncenin, ideolojinin ve kültürün belirleyiciliği vurgulanmaya başlanmıştır; dilin, düşüncenin ve

kültürün üretim tarzı ve ilişkileriyle olan bağı önce ihmal edilmiş ve ardından da reddedilmiştir.

Araştırmaların bazıları eleştirmeden geçerek veya eleştiriyor duygusunu vererek egemen güç

yapılarını ve ilişkilerini destekleyen karakter taşır ya da egemen yapının içindeki güç ve çıkar

çekişmelerinin ifadeleridir. Bu tür “alternatif” araştırmalar “kontrollü alternatif” olarak nitelenirler.

Çünkü egemen yapıya meşrulaştırılmış ve yaygın dolaşıma sokulmuş “işlevsel alternatif” olarak dururlar.

Bu kontrollü alternatifler sadece ele aldıkları konular ve yönelimleriyle egemen yapıları eleştirerek

desteklemezler, aynı zamanda gerçek/anlamlı alternatiflerin yerini alırlar, gerçek alternatif çalışmaların

marjinalleştirilmesine yardım ederler. Eleştirel yaklaşım demek bir şeyi kötüleyen, eksiklerini bulan,

aşağılayan, değersizleştiren” demek değildir; anlamlı bir şekilde soruşturan ve irdeleyen demektir. Bir

şeyi eleştirmek (criticism) bireyi eleştirel okula ait yapmaz, çünkü eleştirel yaklaşım çok hassas, ciddi ve

önemli konuları ele alan, sistemli bir analiz yapan veya bilginin geçerliliğini inceleyen demektir.

İletişim alanında, dünyada olduğu gibi Türkiye’de de alternatif çalışmalarda en yaygın olan ideolojik

analizdir. Onun yerini, ideolojik analizi de içeren “kültürel incelemeler” denen ve oldukça çeşitli kültür

Page 201: Iletisim kuramlari

197

bağlamındaki konular üzerinde duran araştırma yaklaşımı almıştır. Dil bilimi ve göstergebilim alanında

kültürel incelemeler, göstergebilimsel ve söylem analizleri yapılmaya başlanmıştır.

Türkiye’de de çağdaş psikolojik savaşın kontrollü alternatifler olarak dolaşıma soktuğu ve yaydığı medya ve (toplumsal) cinsiyet, etnik kimlikler, kültürel kimlikler, çoklu kültürellik, küresel kültür, mikro-

seviyeye indirgenen yorumsamacılık, post-yapısalcılık ve diğer “post” ekiyle gelen yaklaşımların işlediği

konular üniversitelerden medyadaki günlük üretime kadar yaygınlaşmıştır. “Gündelik hayatta bireyin

kendisini ifadesini” incelemeler artmıştır.

Öte yandan neredeyse günlük hayatın diğer yönleri; örneğin diplomalı olup iş bulamama, işsizlik,

asgari ücret politikası, sigortasız çalışma, iş güvenliği eksikliği, çalışma saatlerinin fazlalığı, fazla mesai

ücreti alamama, kredi kartı mağduriyeti, açlık ve sefalet gibi şeyler “gündelik hayatın ifadeleri” dışında

bırakılmıştır. Medya endüstrileri ve bu endüstrilerin metinleri nasıl ürettiği ve dolaşıma soktuğu da ilgi

dışına itilmiştir. Kalıcılığı, düşünmeyi ve nedensellik bağları kurmayı gerektiren tarih, ekonomi, siyasal

ekonomi, kuram gibi “eskinin kalıntıları” değersizleştirilmeye ve akademik bilişten silinmeye

başlanmıştır. Bu yönelimde küresel pazar kendi ekonomik ve siyasal pazarına uygun bilişi ve kültürü

yaratmayı sadece egemen yaklaşımlarla değil aynı zamanda yaygınlaştırılan “kontrollü alternatif”

yaklaşımlarla yapmaktadır.

Kontrollü alternatifler yoluyla yaratmada, yukarıda belirtilen türdeki konulara ilgiyle birlikte, “yerel

ve anlık zevkler”, “hızlı ve kaliteli tüketim” ve “melez kimlikler” ile “bireyin kendini ve dünyasını inşası”

gibi anlatılar popülerleştirilmekte ve yaygın dolaşıma sokulmaktadır. Öğrenciler, tez yazanlar ve

araştırma yapanlar da bu popülerleştirilen yaklaşım, anlayış, konular ve açıklamalar üzerinde

durmaktadır.

Türkiyede iletişim araştırmalarının dışa bağımlı durumunun temel göstergelerinden önde gelen üçü hangileridir?

ARAŞTIRMA TÜRLERİ, ALANLARI, KONULAR VE YÖNELİMLER Batıda olduğu gibi Türkiye’de de temel olarak iki araştırma türü ve bu türler içinde farklı alt-türler

kullanılmaktadır: (1) Niteliksel araştırmalar ve (2) niceliksel araştırmalar. Araştırmaların iletişim içinde

eğildiği alanlar kendi-kendine ve bireylerarası iletişimden başlayarak uluslararası iletişime kadar

çeşitlenir. Araştırmaların ele aldığı konular ve yönelimler ise her alan içinde farklılıklar ve benzerlikler

gösterir ve oldukça zengin çeşitliliğe sahiptir.

Temel Araştırma Türleri İçindeki Çalışmalar Niteliksel Çalışmaların Gelişmesi Niteliksel çalışma, seçilen bir konuda veya sorunda gerekli olan verileri, enformasyonu ve bilgileri

toplayan, bu toplananı mantıksal nedensellik süreçlerinden geçirerek analiz eden ve sonuçlar çıkaran

araştırma biçimidir. Sosyal bilimler tarihinin en başından beri var olan en köklü araştırma türüdür.

Batıdaki ve Türkiye’deki niteliksel iletişim araştırmalarında Amerikan yapısal işlevselci sosyolojisinin ve

sosyal-psikolojisinin türleri egemen olmuştur.

İletişim araştırmalarının siyasal alanda propaganda ve kamuyu biçimlendirme işi yönünde başlaması

ve gelişmesi Türkiye dışında, özellikle kapitalist sistemin kitlelerin demokrasi taleplerini boğmak

gereksinimiyle gelişmiştir. Faşizm, Nazizm ve Komünizm gibi kitleleri harekete geçiren akımlarla gelen

durumla yaygınlaşmıştır.

Niteliksel olan bu ilk yapıtların iletişimi de ele alan ilk kapsamlı örneklerini 20. yüzyılın başlarında

Chicago Üniversitesi'nin önemli üç entelektüeli; John Dewey, George H. Mead, R. E. Park ve Michigan

Üniversitesi’nden Charles Cooley iletişimde liberal-demokratik çalışmanın kurucuları olarak ortaya

koymuşlardır. Bu aydınlar iletişimin demokrasinin reformuna hizmet edeceğini umut etmişlerdir; ancak

Page 202: Iletisim kuramlari

198

bu aydınların makro-seviyedeki niteliksel iletişim araştırmaları ve bu araştırmaların kuramsal

yaklaşımları 1930’larda bir kenara itilmiştir.

İkinci örnekleri ise 1910’larda ve 1920’lerde kamuoyu ve propagandayla ilgili çalışmalarda görülür.

Kamuoyunu biçimlendirerek yönetme işinin önderlerinden olan Walter Lippmann 1914’de “Drift and

Mastery” başlıklı yazdığı kitapta, İtalyan faşist entelektüeli Pareto ve benzerlerinden farklı olmayan bir

görüş ortaya sürmüştür: Lippmann’a göre gerçeği halka açıklama ve reformlar kimsenin otoriteye saygı

göstermediği bir toplumun yükselmesine neden olmuştur. Lippmann, bu duruma çözüm olarak ilericilerin

işinin bu kaos içindeki dünya üzerinde kontrol kurmak ve “daha az bilgilendirilmiş halka” ve “daha çok

sosyal kontrolü kurmaya” odaklanma olduğunu belirtmiştir. 1922’de yazdığı “Kamuoyu” (Public

Opinion) kitabında şöyle demektedir: “Alelade halk yaşadıkları toplumu ve toplumun nereye gittiğini

kavrayacak mental kapasiteye sahip değildir. Halkın dünya kavramı gerçekler temeline dayanmaz, onun

yerine ‘kafalarındaki resimler’ tarafından yönlendirilerek oluşmuştur”. Lippmann’a göre eğer halka

gerçeği/doğruyu sunarsan, işleri karıştırırsın. Çünkü onu tartışmak isteyeceklerdir. Halk tartışmaya

başladığında ise problemle karşılaşırsın.

Lippmann halkın mantıktan tümüyle yoksunluğunu belirtmemiş; fakat halkın mantığının liderliğin

yolunun önüne köstek olarak çıkacağını ifade etmiştir. Lippmann demokrasiyi uygulamak arzusunda da

değildir; demokrasi hayalini yaratmak istemiştir. İşte bu demokrasi hayalini yaratma isteği ve gerekçesi,

kapitalizmin gerçekler hakkında imajlar (illüzyonlar) yaratma yoluyla dünyada başarılı bir şekilde

yürüttüğü biliş ve davranış yönetimini çabalarının özünü oluşturur ve meşrulaştırır. Bu tür “kitleler

üzerinde kontrolü gerçekleştirmeye ilgi” sosyal bilimlerin öncelikle sosyoloji, psikoloji, siyasal bilimler

ve gazetecilik başta olmak üzere hemen hepsinden gelmiştir. Yeni iletişim teknolojileri (film, radyo ve

gazeteler) insanları etkileme aracı olarak kullanılmaya ve bu kullanımın etkilemedeki başarısı ele alınıp

incelenmeye başlanmıştır. Buna ABD’nin dünya egemenliği serüveniyle giriştiği yoğun soğuk savaş propagandası eklenmiştir. Aynı zamanda, siyasal kampanya iletişimi de hızla önem kazanmıştır. Tüm

bunlar, iletişimle ilgili araştırmaların sayıca artmasını ve konu olarak çeşitlenmesini beraberinde

getirmiştir.

Osmanlı İmparatorluğu ve yeni kurulan Türkiye Cumhuriyetinde ise bu gelişmeler yaşanmamıştır. Türkiye bu gelişmelerden uzak kalmıştır; çünkü ABD’de bunu ortaya çıkaran kontrol etme gereksinimi

ve koşulları Türkiye’de oluşmamıştır.

Türkiye’deki iletişim araştırmalarının başlangıcı olarak sunulan araştırmalar da Türkiye’nin kendi

yapısal dinamikleri içinde gelişmemiştir. Türkiye'deki modernleşmeyi basındaki gelişmeyle

ilişkilendirerek imceleyen Ahmet Emin Yalman’ın araştırması, ABD'nin Colombia Üniversitesi Siyasal

Bilgiler Fakültesinde yaptığı “The Development of Modern Turkey as Measured by Its Press, (1914)”

başlıklı tez bir Türk’ün iletişim alanında Türkiye ile ilgili yaptığı ilk çalışma olarak bilinir.

İkinci Dünya Savaşından sonra, Soğuk Savaş ile dünya egemenliği serüvenine başlayan ABD dışişleri politika yapıcıları, üçüncü dünya ülkelerini iknada psikolojinin anahtar olduğunu savunmuşlardır. Bu inanç, Amerikan istihbarat örgütü CIA’da da kitle iknasının “beyin kontrolü araştırmasının” önemli parçası olarak görülmesini sağlamıştır. Kitle iletişimi alanında Savunma Bakanlığı ve CIA destekli milyarlarca dolar harcanan psikolojik savaş araştırmaları geliştirilmiştir (Simpson, 1994; Summers, 2008). Federal devletin parası (ordu, CIA, Devlet Bakanlığı ve bunların Rockefeller, Rand, Carnegie ve Ford Foundation gibi kuruluşlarla yakın işbirliğiyle), üniversitelerde açılmış araştırma merkezlerine yağdırılmıştır. Örneğin Lazarsfeld’in Columbia Üniversitesi’ndeki araştırma bürosu, Cantril’in Princeton’daki Institute for International Social Research ve Ithiel de Sola Pool’un MİT Üniversitesi’ndeki Center for International Studies gelirlerinin büyük kısmı bu şekilde elde edilmiştir. Bu tür merkezler ABD yönetiminin psikolojik savaş programlarına eklemlenmiş fiili (de facto) kuruluşlar olarak kurulmuş, kapanmış ve yenileri kurulmuştur ve bu tür faaliyetler sadece Amerika içinde değil tüm dünyada yapılmaktadır.

Bu iletişim ve araştırma merkezleri ve komiteleri belirledikleri propaganda ve psikolojik savaş ve istihbarat alanlarında öğrenciler ve özellikle sosyal bilimciler yetiştirmişlerdir (Glander, 2000; Hardt, 1992). 1950’lerden beri ülkelere yapılan müdahaleler, ülkelerde insanların (özellikle gençlerin) katledilmesi, bu araştırmalarda sunulan açıklamalara bağlı olarak gelen politika uygulamaları nedeniyle orkestra edilmiştir.

Page 203: Iletisim kuramlari

199

Bu akademisyenler sorunu çözmek için propaganda kampanyaları, kontrgerilla operasyonları

(gerillalara karşı operasyonlar) ve askeri cuntaları önermişlerdir. Bunların yanında elbette 1960 ve

1970’lerde, “düşük yoğunluktaki dış savaş” (low-intensity warfare abroad) olarak isimlendirilen

faaliyetler de “medyanın kalkınmadaki rolü,” “yeniliklerin yayılması” ve “modernleşme” gibi çerçevele

içinde sunan Rogers, Frey, Pye, Apter, Almond, Lipset ve Lerner gibiler hem ülke içinde hem de diğer

ülkelerde yaptıkları çalışmalar ve konuşmalarla yürütmüşlerdir (Erdoğan, 2000). Project Camelot ve Iron

Mountain Debate gibi ABD kontrgerilla projeleri ve operasyonları, psikolojik savaş projeleriyle ve bu

projeleri şekillendiren kalkınma teorisi ile büyümüş ve gelişmiş, akademik konferanslar, kitaplar ve

makalelerle yayılmıştır. Örneğin Siebert ve diğerlerinin “Basının Dört Kuramı” (1954) ve Lerner'in

“Geleneksel Toplumun Geçişi” (1958) yapıtı tüm dünyada yaygın dolaşıma sokulmuştur. Bu çalışmaları

Pye ve grubunun İletişim ve Siyasal Gelişme (1963) kitabı izlemiştir. Buna Schramm, “Kitle İletişimi ve

Ulusal Kalkınma” yaklaşımıyla katılmıştır (1964). O yıllarda, UNESCO yayınları ABD'nin propaganda

etkinliklerinin aracı olarak çalışmaya başlanmıştır. Rostow'un kalkınma modeli adapte edilmeye

çalışılmıştır. 1965'lerde kırsal alanlardaki modernleşmede Rogers'ın Yeniliklerin Yayılması (1962)

araştırmalarıyla teknolojilerin ve ideolojilerinin yayılması meşrulaştırılmıştır. Bu kitaplar ve görüşler

iletişim fakültelerinde de yoğun bir şekilde okutulmuştur.

Bu yayılma, Cumhuriyetin kuruluşundan beri yavaş yavaş ivme kazanan sosyal bilimleri Batı’dan

transfer etme ağırlıklı süregelen yönelim ile Türkiye’de yoğunluk kazanmaya başlamıştır. Sadece

akademik yönelim değil, eğitim de bu yayılmanın parçası olmuştur. Türkiye’de ilk kurulan iletişim

okulunda 1965’de derslere başladığında ilk öğretilenler Schramm, Lerner, Rogers, Osgood ve Huntington

gibi Amerika’nın soğuk savaşçıları ve Amerikan sosyal-psikologlarına aittir. ABD egemenliğindeki bu

dünya koşulunda, Türkiye’de 1960 sonları ve 1970 başlarında iletişim temeline dayanan nitel çalışmalar

çıkmaya başlamıştır. Bu başlangıçlar, Oya Tokgöz‘ün haber ajansları ve radyo ve televizyon sistemleri ile

ilgili çalışmaları, Nermin Abadan Unat’ın “Batı Avrupa ve Türkiye'de basın yayın öğretimi” (1972)

çalışması ve Ünsal Oskay’ın Frankfurt Okulu çevirileri ve iletişimle ilgili nitel çalışmaları ile olmuştur.

Tarih çalışmaları anlamında, Türkiye’de radyo yayıncılığını ele alan Uygur Kocabaşoğlu’nun (1978)

çalışması ve Korkmaz Alemdar’ın (1981) Türkiye’deki iletişimin sosyolojik ve tarihsel kökenlerini

inceleyen çalışması önemli kilometre taşlarıdır. Sinemada çok geç başlayan akademik araştırmalar

Türkiye’nin Hollywood’u Yeşilçam’ın yeşermesi, gelişmesi, kaybolması ve 1990’ın ortalarından itibaren

Yeşilçamsız sinemanın yeniden canlanmaya başlamasına paralel zikzaklı bir seyir izlemiştir (Abisel, 1982

ve 2006; Kayalı, 2005; Erdoğan ve Solmaz, 2005; Öztürk, 2012).

İlk çalışmaların bazıları, özgün olanlar yanında, çevirilerden, derleme bilgilerden oluşan kitaplardan

oluşmuştur. Günümüzde Türkiye’de farklı kuramsal yapılara bağlı olarak gelen birçok çeviri, derleme,

özgün çalışma, tez ve makaleler bulunmaktadır. Niteliksel çalışmaların çokluğu, aynı zamanda, post-

yapısalcı, post-modernist, post-pozitivist ve post-Marksist gibi niteliksel yöntemi kullanarak çalışma

yapmayı gerektiren yaklaşımların günümüzde popüler olması nedeniyledir.

Niceliksel Çalışmalar

Niceliksel araştırma, verileri istatistik süreçlerden geçiren tasarıma dayanan araştırma türüdür. Bu tür

tasarım Avrupa’da 1900 başlarında “Vienna Circle” denen grubun mantıksal pozitivizm (mantıksal

ampirizm) anlayışıyla oluşmuş ve gelişmiştir. Ampirik araştırma yönelimi birbiriyle rekabet halinde olan

iki grubun yoğun araştırmalar yapmasıyla yaygınlaşmıştır: Birinci grubu psikolojik ve sosyal psikolojik

seviyede deneysel araştırmalar yapanlar oluşturmuştur. Bu tür araştırmayı teşvik için Rockefeller

Foundation 1929’da Yale Üniversitesinde bir iletişim programı kurmuştur. Programın amacı kamu

kampanyalarındaki, reklamlardaki ve propagandadaki ikna iletişimi üzerinde çalışmak ve bunun düşünce

ve davranışlar üzerindeki etkilerini incelemektir. Tutum değişimi, iletişim ve eğitim (ve propaganda)

araçlarıyla sunulanları öğrenme ile ilgili sosyal davranış araştırmaları böylece destek bulmaya başlamış ve İkinci Dünya Savaşı sırasındaki propaganda çalışmalarıyla hızlanmıştır. Bu tür araştırmalar ne o

zamanlar Türkiye’de vardı ne de şimdi yapılmaktadır.

İkinci grubu ise 1930’larda Paul Lazarsfeld’in New York’ta Columbia University’de kurduğu

“Bureau of Applied Social Research” isimli araştırma merkeziyle ivme kazanmıştır. Bu gelenek kısa

Page 204: Iletisim kuramlari

200

zamanda endüstrilerin çıkarlarına uygun yönetimsel karar verme ve pazarlama bilgileri sağlayan ve pazar

için dağılım ve yönelim (trend) istatistikleri sunan bir yapıya dönüşmüştür. Ekonomik ve siyasal güçlerin

desteklemesiyle kısa zamanda araştırmalarda egemenlik kurmuştur. Lazarsfeld ve arkadaşlarının

çalışmaları iletişimde iletişimin klasikleri olarak bilinir.

Gerçi Türkiye’de o zamanlar akademik denebilecek sistemli bir çalışma gelişmemişti; fakat “Son

Posta” gazetesinde 1936 sonbaharında “Büyük sineme anketimiz” diye sunulan bir “dizi yazı” “doktor ve

sinema” başlığı altında doktorlara açık uçlu sorulardan oluşan anket uygulamıştır. Fakat uygulama bir

analiz sunmamaktadır; onun yerine soruları ve sorulara doktorların yanıtlarını vermektedir.

İkinci Dünya Savaşı sonrası, bu iki yönelim Türkiye dahil dünyaya yayılmıştır. Uluslararası

yayılmada, Schramm, Amerikan federal devlet kurumlarıyla verimli ilişkisine devam etmiştir; Pool

Amerikan Savunma Bakanlığı'nın ateşli sözcülüğünü yapmıştır. Lerner ve benzerleri entelektüel

akademik araştırmaları ve girişimleriyle bunlara katkıda bulunmuştur. İletişim, ABD dış politikasının

gerçekleştirilmesi ve güçlendirilmesinde rol oynayan güdümlü akademik bir alan olmuştur.

Kısa dalga radyo yayınlarıyla 1950'lerde “Uluslararası Radyo Savaşı” başlamıştır. Radyo ile Soğuk

Savaş propagandası uluslararası iletişim kavramını ortaya çıkarmıştır. Okullarda uluslararası iletişim

dersleri verilmeye başlanmıştır. Aynı zamanda hem nitel hem de nicel çalışmalardan oluşan kültürlerarası

iletişim araştırmaları, kültürel ilişki ve kültürel temas yaklaşımlarıyla devreye sokulmuştur.

Schramm, Lazarsfeld ve Klapper önderliğinde radyo propagandası, uluslararası izleyici ve etki

araştırmaları yürütülmüştür (Mattelart, 1994). Bunlardan en sürekli olanlarından biri de Radio Free

Europe ve Voice of America tarafından desteklen izleyici araştırmaları olmuştur ve bu araştırmalar hala

yapılmaktadır. Bu araştırmaların önde gelen amacı araştırma bulgularına dayanarak etkili propaganda

politikaları çizmektir. Araştırmalar kitle iletişimiyle ikna, biliş ve yönlendirmenin egemenliğine girdiği

için alan araştırmaları (survey research) en egemen araştırma türü olmuştur.

Alan araştırmaları nüfus kontrolü, modernleşme ve kalkınma çerçeveleri içinde ABD dışına Asya ve Afrika’ya taşınmıştır: Soğuk Savaş ve ideolojik egemenlik amaçlarıyla bilgi toplama ve değerlendirmede kullanılmaya başlanmıştır. Elbette bu tür amaç ve girişim ne o zaman ne de günümüzde, Türkiye’nin siyasal ve ekonomik güçlerinin önem verdiği bir şey oluştur. Genel anlamda Türkiye, Batı’da inşa edilen geleneklerin taşıyıcısı olmuştur. Gerçi BYYO 1965’de kurulduğunda, kitle iletişim alanında Lazarsfeld geleneği çerçevesinde iletişim araştırması, Nermin Abadan’ın 1961’deki “Cumhuriyet ve Ulus Gazeteleri Hakkında Muhteva Tahlili” başlıklı içerik analizi ve 1964’deki “Türkiye’nin Üç Büyük Şehrinde Radyo ile İlgili Halkoyu Yoklaması” yapıtı dışında görülmemiştir. Gelişme, 1990’lara kadar yavaş olmuştur: Nermin Abadan-Unat’ı 1960 sonları ve 1970’lerde Aysel Aziz (2006) ve Oya Tokgöz (2000 ve 2003) radyo ve televizyon izleme, reklamlar, kadın ve siyasal katılım gibi konuları içeren deneyselimsi ampirik temel dağılım araştırmalarıyla izlemiştir. Bu tür araştırma yönelimi 1990’lardan itibaren Türkiye’de hızla hem tezlerde (Tokgöz, 2003) hem de diğer çalışmalarda (Aziz, 2006; Türkoğlu, 2009) egemen olmaya başlamıştır. İletişim eğitiminin endüstriye endeksli olma yönelimindeki yaygınlaşan ilgisiyle, bu tür araştırmalar çok daha yaygınlaşacaktır.

Niceliksel araştırmalar dünyaya 1970’lerde “Kullanımlar ve Doyumlar” araştırmalarıyla yayılmıştır. McLuhan’ın niteliksel teknolojik determinist (belirleyicilik) çalışmaları ve 1980’lerde de “Gündem Belirleme” araştırmaları eklenmiş ve ardından 1990larda “gündem birleştirme/kaynaştırma” araştırmalarıyla geliştirilmiştir. 1990’larda izleyici bireyin “bağımsızlığını” ve “inşa-yıkan ve kendine göre yeniden-inşa yapan egemenliğini” ilan eden post-yapısalcı, kültürelci ve post-modern anlatılar yaygınlaşmıştır.

Post-modern durumu yaşadığı söylenen insan, artık her şeyin farkında olan ve kendi değişkenliği,

tutarsızlığı ve çoğulculuğunda “işine gelen her türlü etkiyi kendisi kendi için çıkartan özne” olarak

sunulup incelenmeye başlanmıştır. Böylece, aktif izleyici tezine dayanan etki araştırmalarıyla medya

endüstrilerini sorumluluktan kurtarma ve hizmet işine post-modern araştırmalar da katılmışlardır.

Baudrillard, Deleuze, Derrida, Foucault, Guattari, Lacan, Lyotard ve Virilio gibi önderleri izleyenlerin bir

kısmı (örneğin Poster, 1990 ve 1995; Bogart, 1996; Kellner, 1995; Turkle, 1995) post-modern iletişim

teorisi üzerinde durmuşlar ve bu bağlamda iletişim araştırmalarının yaygınlaştırılmasına katkıda

bulunmuşlardır.

Page 205: Iletisim kuramlari

201

Lasswell’in Formülüne ve İletişim Türüne Göre Araştırmalar

Araştırmaların ilgisel yönelimi Lasswel’in formülüne veya iletişimin türüne göre değişiklikler gösterir (Şekil 5).

Şekil 8.5: Lasswell’in formülüne ve iletişimin türüne göre araştırmalar

Genel Alanlar, Konular ve Yönelimler

Nitel tasarımlar dahil iletişimde laboratuar, klinik ve alan araştırmaları çoğunlukla Lasswell’in formülündeki dört temel öğe (unsur) üzerinde dururlar ve her öğedeki araştırmalar konuyu/sorunu etki bağlamında ele alırlar: İleten (kim), iletilen (ileti, mesaj), kanal/araç ve izleyici.

Lasswell’in formülüne göre araştırmalar

İleti gönderenle ilgili araştırmalar: Bu tür araştırmaların ampirik olanları (deneysel ve deneyselimsi olanları) en etkin etkiyi sağlama ile ilgili olarak kaynağın (gönderenin, şirketin, kurumun, konuşmacının) inanılırlığı, imajı, saygınlığı ve güvenirliği üzerine odaklanırlar. Ampirik olmayan araştırmalar ise göndericinin (radyonun, basının, televizyonun, reklamın, halkla ilişkilerin ve konuşmacının) örgütsel oluşumu ve gelişmesi, toplumsal rolü, şiddet ve etik gibi konular üzerinde dururlar.

İletiyle ilgili araştırmalar: Bu araştırmaların önemli bir kısmı iletinin taşıdığı içeriğin "etkisi" (olumlu ya da olumsuz yöndeki teşvikleri) üzerinde durur. Başarılı mesaj hazırlama için içerikte korku dozu, güvenilir bilgi ve güvenilir kaynak gibi öğelerin etkilerini incelerler. Etkili mesaj hazırlama ve sunum biçiminin, yanlı veya yansız sunumun, savunan ve karşıt görüşün nasıl yapılırsa etkili olacağı, anti-propagandaya karşı direncin nasıl kurulacağı, olumlu ve olumsuz imajların nasıl inşa edileceği ve enformasyonun ve etkinin akış biçiminin karakteri gibi konular üzerinde dururlar.

Kanal/araç ile ilgili araştırmalar: Bu tür araştırmalarda çoğunlukla araçların işlevleri üzerinde durulur; araçların birbiriyle karşılaştırılması yapılır; araçların topluma, demokrasiye, özgürlüğe, iletişime ve insan hayatına demokrasi, seçim özgürlüğü, enformasyon zenginliği, enformasyon toplumu ve bilgi toplumu gibi getirdiği şahane değişimler sunulur.

İzleyiciyle ilgili araştırmalar: Bu araştırmalar izleyiciyi bilerek izleyici üzerinde bilişsel ve davranışsal kontrol mekanizmaları kurma amacını taşır. Bu amaçla izleyicinin akla gelebilecek tüm karakteri ve özellikleri incelenir. İzleyicinin aktifliği ve pasifliği, katılması, üçüncü şahısların ve toplumsal baskıların izleyicideki etkileri, grup üyeliği, aitlik duygusu, kimlik algısı, medya, program ve içerik tercihleri, izleme biçimleri ve mesajlara (örneğin kampanyalara, reklamlara) karşı tutumları, görüşleri ve algıları gibi konular üzerine eğilinir.

İletişim türüne göre araştırmalar

Bireyin kendisiyle (içsel) iletişimi doğumundan başlayarak egemenlik ve mücadele yapıları içinde biçimlenir ve bu biçimlenmeyle bu yapılara sosyalleşir. Bu bağlamdaki incelemeler, psikoloji ve sosyal-psikoloji temeline dayanan ve öncelikle kişinin kendini nasıl algıladığı (self perception) ve BEN’in (kişiliğin) nasıl oluştuğu ve geliştiği üzerinde dururlar. Bunu yaparken iletişimde, bireyin “anlam vermesi” gibi iletişim sürecinin kişinin algısına, düşüncesine, karar vermesine, tutumlarına ve inançlarına ait yanları üzerinde odaklanırlar. Psikolojik ve sosyal-psikolojik araştırmaların da geç başladığı

Page 206: Iletisim kuramlari

202

Türkiye’de (Kağıtçıbaşı, 1970), iletişim fakültelerinde gerekli seviyede ilginin, bilginin ve araştırmanın

olduğu asla söylenemez. Ayrıca bu tür araştırmayı yapmak hem ciddi psikoloji ve sosyal psikoloji bilgisi

hem de araştırma tasarımı ve yöntem bilgisi gerektirir.

Bireyler arası iletişimle insanlar çeşitli ilişkiler kurar, yürütür, geliştirir ve bitirir; sorun çözer,

görevler yerine getirir, kendi gereksinimlerini ve diğer insanların gereksinimleri karşılar. Böylece insanlar

kendi ve diğerlerinin fiziksel, psikolojik ve sosyal varlıklarının ve kurduğu yapıların yeniden-üretimini

gerçekleştirirler. Her ilişki koşulunda “iletişimde bulunan insan” vardır ve insanın iletişiminde bireyler

arasılık en egemen olandır. Bireyler arası iletişim araştırmaları ilişki kurma, kendini açma, bağlanma ve

muhafaza etme, ilişki geliştirme, yakınlaşma ve belirsizlik azaltma, güven, hayal kırıklığı, kötüye gidiş, çatışma, kaçınma ve çözüm gibi konular üzerine eğilen geniş bir yelpazeye sahiptir. Türkiye’de ise bu

alan da bireyin kendisiyle iletişiminde olduğu gibi reçete biçiminde çözümler sunan bazı popüler kitaplar

ve kişisel gelişim kitapları hariç, çok kısır kalmıştır. Bireyin kendi kendisiyle iletişimi ve bireyler arası

iletişim bağlamlarında var olan araştırmaların büyük çoğunluğu, iletişim fakülteleri dışında psikoloji,

sosyal-psikoloji ve tıp alanlarında sürdürülmektedir.

İnsanlar gününü bir veya birden fazla çeşitli yoğunlukta örgütlenmiş gruplar içinde geçirir: Grup iletişimi alanındaki araştırmalar grup performansı, beyin fırtınası, grup içi ve gruplar arası çatışma ve

çatışma çözümü, liderlik ve grup bağlılığına eğilirler. Grup rollerini, rol türlerini ve rollerle ilgili sorunları

araştırırlar. Grubun oluşması ve gelişmesi, karar süreçleri, etkili iletişimi etkileyen içsel ve dışsal faktörler

üzerinde dururlar. Grupta teknolojiyle aracılanmış iletişim ve bunun etkilerine bakarlar. Türkiye’de grup

iletişimi bağlamında da iletişim araştırmalarına rastlamak çok zordur.

Örgütler, en geniş anlamıyla insanların belli örgütlü zaman ve örgütlü yerde birlikte olduğu, belli

üretim tarzı ve ilişkileriyle üretim yapmak için oluşturulmuş amaçlı yapılardır. İletişim Yıllıkları’na

bakıldığında, örgüt iletişimiyle ilgili bölümdeki makalelerde yönetici ve çalışan iletişimi (dikey iletişim),

iletişim şebekeleri, çatışma, motivasyon, etki, iletişime engeller, örgütteki birimler arası iletişim sorunları

ve çözümleri, örgütün dış çevresiyle iletişimi ve dış çevrede engel olan ve teşvik eden yapılar, iletişim

atmosferi, iletişim çökmesi, vücut dili ve empati gibi konuların işlendiği görülür. Yeni araştırmalar aynı

zamanda işyerinde koordinasyonu, iş akışı yönetimi, insan mühendisliği ve bilgisayarla aracılanmış iletişim sistemleri üzerine eğilmektedir. Bu tür ticari ve siyasi örgütlü yapıların çıkarını gerçekleştirme ve

sorunlarını belirleme ve çözme ile ilgili çalışmalar Türkiye’de de oldukça çoktur. Fakat, örneğin en temel

örgütsel yapılardan biri olan aile ile ilgili iletişim konularını ele alan araştırmalara ender rastlanır.

Yönetimsel karakteri ve siyasal ve endüstriyel yapılar için önemi nedeniyle, kitle iletişimi dünyada

araştırmaya en çok konu olan alandır. Siyasal iletişim araştırması alanının parlamento ve seçim

süreçlerine indirgendiği gibi kitle iletişimi alanı da “etki” konusuna (reklamın, halkla ilişkilerin,

propagandanın, biliş ve davranış yönetiminin başarısı konusuna) indirgenmiştir. Dolayısıyla “etki”

dışında kalan; örneğin medya sahiplerinin tercihleri ve tutumları veya editörlerin ve dizi yapımcıların

“yaptıklarını neden öyle yaptıkları” gibi konular/sorunlar, araştırmacıların ilgi ve gündemi dışındadır.

Uluslararası iletişim de kitle iletişimi içine sıkıştırılmıştır. Diplomatik iletişim, turizmle olan iletişim

ve uluslararasında şirketler arası iletişim gibi konularda, özellikle Türkiye’de anlamlı araştırma bulmak

zordur. Bu tür araştırmalar, en iyi şekliyle kültür ve kültürlerarası iletişim içine sıkıştırılmıştır ve en kötü

şekliyle de ekonomik veya siyasal aktörlerin vücut diline indirgenerek iletişim alanı entelektüel bağlamda

en düşük seviyeye çekilmiştir.

Çalışma Alanları, Konuları ve Yönelimlere Göre Araştırmalar Anlamlı bir bilimsel girişimde araştırma konusunu belirleyen temel faktörlerin başında toplumsal

anlamlılık, toplumsal önem, toplumsal fayda, o alanda veya konuda yanıt verilmesi gereken bir

belirsizliğin olması gelir (Kongar, 1970; Erdoğan, 2012). Ne yazık ki günümüze gelindiğinde, bu

önceliklerin yerini bireysel ekonomik, siyasal, kültürel ve psikolojik çıkar ve güç elde etme temeline

dayanan “özel çıkarlara hizmet” almıştır. Bu değişim de kaçınılmaz olarak araştırmalarda ele alınan

konuların ve yönelimlerin neler olacağını beraberinde getirmiştir. Her durumda konusal ve yönelimsel

bağlamlarda araştırmalar oldukça çok çeşitlilik gösterir (Şekil 6).

Page 207: Iletisim kuramlari

203

Şekil 8.6: Önde gelen çalışma alanları, konuları ve yönelimi

Retorikle İkna Çalı maları

İletişimle doğrudan ilgilenen ilk niteliksel yapıtlar “retorik”; özellikle siyasal ikna alanında olmuştur.

Ekonomik, siyasal ve onların ortağı olan teolojik güçler tarafından kitlelerin yönetiminde eski

imparatorluklardan beri kullanılan retorik ile ilgili çalışmalar, feodaliteden ve aydınlanma çağından

geçerek 21. yüzyıla kadar gelmiştir. Belagat (iyi konuşma, sözle ikna etme, retorik) ve siyasal söylev,

Birinci Dünya Savaşı sonrası yükselen Nazizmin ve Faşizmin başarısından, kitlelerin kontrolü

gereksiniminden ve sistemi ve ürünlerini satış çabasından kaynaklanan propaganda, kamuoyu,

reklamcılık ve halkla ilişkiler önem kazanmış ve gelişmiştir.

Retorik ve etkili iletişimle uğraşanlar, 1960’ların sistem karşıtı gösterilerle dolu atmosferinde iyi hazırlanmış konuşmaların ve mantıklı mesaj kurgularının başkaldıran insanların üzerinde hiçbir etkisi olmadığını görmüşlerdir. İletişimde, retorikle ilgili olarak “Zenci Gücü Retoriği”, “Çatışma Retoriği” ve benzeri çalışmalar başlamıştır. Günümüzde bu tür çalışmalar retorik dergileri ve araştırmalarıyla devam etmektedir.

Türkiye’de iletişim fakültelerinde “retorik” konusunda araştırma geleneği yok denecek kadar azdır. Olanlar da ya ikna konusunu işleyen ve bir iletişimsel eylemi münazara ilmi (ilm-i münazara) sanan teolojik açıklama ya da günümüzde moda olan “söylem” temeline dayanır. İletişimde retorik alanından yetişmemiş bazıları “konuşma ve ikna” ile ilgili “etkili iletişim ve ikna için öneriler” gibi bilimsel değeri olmayan “bir şeyler” yazmaktadır. Bunların çoğu derleme, toplama ve kopyalayıp yapıştırma biçimindedir. Eleştirel retorik Türkiye’deki iletişim alanında yoktur. Orta çağın teolojik düşüncesinin yine o çağın teolojik yorumsamacılığı (hermeneutics) ile birleştirilerek günümüze uzatılmıştır ve bunun Türkiye’deki örneklerine rastlayabiliriz.

Kültürü Ele Alan Ara tırmalar

Kültür ve kültürün yayılması ile ilgili araştırmaların tarihi, iletişim araştırmalarından çok önceye gider; oldukça eskidir. Bu bağlamdaki yaklaşımlar ve araştırmalar kültürel alışveriş ve kültürel karşılıklı-bağımlılık anlayışından kültürel egemenlik ve kültür emperyalizmi anlayışına kadar çeşitlilik gösterir (Erdoğan ve Alemdar, 2012b).

Bazı araştırmacılar basit ampirizmi hümanist gelenek ile birleştirerek, özellikle 1950’lerin sonlarından

itibaren, İngiltere’de E. T. Hall ile başlatılan “kültürlerarası iletişim” araştırmasının gelişmesine öncülük

ettiler. Bu öncülük günümüzde “kültürlerin birbirini anlamasını, barış içinde ve karşılıklı anlayış ve

empati kurarak yaşamasını işleyen ‘süpermarket kültürünün’ de iletişimdeki ilk başlangıçları olmuştur.

Bu başlangıç akademik alanda günümüzde kültürde kırılan kalıplarla, kültürlerarası diyalogla, çok

kültürlülükle ve kültürel kimliklerle ilgili araştırmalara doğru gelişmiştir (Selçuk, 2005; Bilgili ve Uslu,

2011; Soydaş, 2010). Bu başlangıcın bir kanadı da Amerikan siyasetçilerine ve iş adamlarına dünyayı

nasıl yönetmesi gerektiğini ve yapılanı yanlışları sunarak anlatan, en popüler kitaplardan biri olan “Çirkin

Amerikalı” (Lederer ve Burdick, 1958) ile yaygınlaştırılan “kültürleri anlayarak yönetme” merkezli

Page 208: Iletisim kuramlari

204

incelemeler olmuştur. Bu incelemeler “yöneticilere faydalı öneriler sunan” ve özellikle “kurum ve şirket

kültürünü” ele alan biçimde gelişip yaygınlaşmıştır.

İletişimde kültür ile ilgi, çoğunlukla alt kültür/kimlik ve üst-kültür/kimlik, kültürler/kimlikler arası

ilişki, kültürler arası alışveriş, örgüt kültürü, kültürel uçurum, kuşaklar arası kültür uyuşmazlığı, kültür

bozulması ve kültürü koruma gibi temalar üzerinde durur. Günümüzde kültürler arası iletişim özellikle

uluslararası firmaların diğer ülkelerde kurdukları iş yerlerinde kontrolü ve verimliliği artırmak için

önemle üzerinde durduğu bir konudur. Dolayısıyla bu alanda araştırmalar giderek artmaktadır. Kültürün

açıklaması ve hatta kültür eleştirisi çoğu kez bireyin (tercihleri) eleştirisine dönüşmektedir. Son

zamanlarda, kültür “bireysel zevk, damak tadı, haz, gündelik deneyim” olarak ele alınmaktadır. Bu tür ele

alışlar iletişim (ve pazarlama) araştırmacıları için zorunludur, çünkü amaçlanan “insan varlığının siyasal

ve ekonomik ticarileştirilmesidir” ve bu ticarileştirmeyle, siyasal güçler “oy alır” ve ekonomik güçler de

“tüketici” kazanır. Türkiye’de iletişim bağlamında kültürel yapı, ilişki ve ürün üzerine düşünme elbette

var olmuştur; fakat bilimsel araştırma olarak iletişim alanında başlaması ve gelişmesi 1970’lere rastlar.

Örneğin daha 1930’larda İsmail Hakkı Baltacıoğlu sinemayı kültürel bir ürün olarak ele almakta,

“emperyalist filmler” olarak nitelediği filmlerin halkımıza “büyü, sır ve militarism” aşıladığını açıklamakta ve radyo ile sinemanın gücü ve tehlikesini bilmemiz gerektiğini belirtmektedir.

Teknolojik Belirleyicilik Çalışmaları

Teknolojik araçları “insanlara ve toplumlara bir şeyler yapan özne” olarak ele alan ve araçların doğası

hakkında şahane mitler yaratan yaklaşımlara “teknolojik belirleyicilik / determinizm” denir. İletişim

teknolojisinin belirleyiciliği görüşü 19. yüzyılda yeni iletişim teknolojilerinin, özellikle trenin

kullanımının yaygınlaşmasıyla ön plana çıkmıştır. Sömürgelerdeki talanı ve denetimi perçinlemek için

döşenen raylar gelişmenin, uygarlığın yayılmasının sembolü olarak sunulmuştur (Mattelart, 1994). 1950

ve 60'larda bu belirleyicilik modernleşme kuramlarına eklemlenmiştir. Bu bağlamda siyasal ve ekonomik

alanda kapitalist sistemi, materyal ve kültürel ürünlerini ve ideolojisini pazarlamak/satmak için

“modernleşme, kalkınma, gelişme” teorileri kurgulanmış ve bu teoriler çerçevesinde “az gelişmiş, gelişmemiş, gelişmekte olan” ülkelerin durumları analiz edilmiş, gelişme potansiyelleri saptanmış ve

gelişmeleri için “yeniliklerin yayılmasını” benimseyen modern insanın yaratılması, modern yapıların

Batı’dan transfer edilmesi, Batı’nın teknolojik ürünlerinin yaygın kullanılması önerilmiştir. Bunları

ölçmek ve değişimi sağlamak için incelemeler yapılmış ve programlar uygulanmıştır. Modernleşme ve

kalkınma teorileriyle gelen araştırmalar, modernleşmeyi “modern teknolojik ürünlere” sahiplikle ve

modern insanı da “bu ürünleri tüketmeyle/kullanmayla” tanımladılar. Bu tür etkiyle gelen ve iletişim

araçlarının önemi üzerinde duran ilk çalışma Nermin Abadan Unat tarafından 1960’da “Kitle Haberleşme Vasıtaları” başlığı altında yapılmıştır.

Teknolojinin insanı ve toplumu değiştirdiği anlayışı, 1970’lerde Mc Luhan ile “araç mesajdır”

düşüncesiyle zenginleştirilmiştir. Asıl özne ve yüklenen içerik bir kenara itilmeye başlanmış ve aracın

belirleyiciliği üzerine odaklanılmıştır. Televizyonun önce küresel köy yarattığı, ardından küresel kent

oluşturduğu ve 1990 sonlarında ise “enformasyon toplumu” getirdiği müjdelenmiştir. Çoğunluğun

demokrasisi propagandası yerine “katılımcı demokrasi” propagandasının getirilmesiyle ve İnternetin

yaygınlaşmasıyla birlikte, internetin “bilgi toplumunu” getirdiği yaygın dolaşıma sokulmuş ve bunu

destekleyen çoğu geçersiz şahane kavramlar ve mitler bilişlere işlenmeye başlanmıştır.

Modernleşmenin göstergeleri olarak sunulan radyo ve televizyon sahipliğinin nicel yoğunluğu ve bir

ülkedeki sinema koltuk sayısı ile insanın ve ülkenin modern olacağına inanmak oldukça güçtür.

Günümüzde bu tür göstergelerin yerini internete sahiplik ve kullanımı ile “bilgi toplumunun” yaratıldığı düşüncesi almıştır. Bu yeni yönelimle birlikte internetin bilgi toplumu getireceği varsayımını test etme

yerine, internete erişim ve internet kullanımıyla ilgili nitel ve nicel çalışmalar yaygınlaşmıştır. Aslında bu

çalışmaların önce kullanımın ve internetteki popüler içeriklerin doğasını inceleyerek, bilgi toplumu

varsayımının geçerliliğini test etmesi gerekir ki yaptıklarının bilimsel geçerliliği olsun.

Teknolojik araç ve yapı transferi aynı zamanda örgütsel iş yapış biçimlerini, iş ve dünya görüşünü ve

ideolojik/kültürel varsayımları da beraberinde getirir. Profesyonellik teknolojik araç ve ürün transferine

paralel olarak ithal edilmiş bir ideolojidir. Kültürel bağımlılığın en önemli parçalarından biridir. Bu

Page 209: Iletisim kuramlari

205

ideoloji yerel iş anlayışı üzerine oturtulur ve bu karışımdan melez bir yapı doğar. Bu melez yapı hem

transfer edilenin hem de yerel olanın en bayağılaşmış ve etikten en yoksun biçimlerini ifade eder.

Örgütlerdeki profesyonellik özellikle işletme ve iletişim alanlarındaki egemen kuramlar ve araştırmaları

yapan benzer profesyoneller tarafından beslenir.

Aktif İzleyici ve Alımlama Araştırmaları 1960’larda ilan edilen “izleyicinin aktif olduğu”; dolayısıyla “kendi zehrini ve balını kendinin seçtiği” ve

“medyanın insanlara bir şey yapamadığı” görüşü üzerine kurulan “aktif izleyici” anlayışı ve araştırmaları

gelişmiş ve 1970’de egemenlik kazanmıştır. Ardından bu egemen anlayış tüm dünyaya yayılmıştır. 1990’lara gelindiğinde bu anlayış, “alımlama araştırması” denen anlayışla desteklenmeye başlanmıştır.

Alımlama incelemeleri, metinsel yorumlama teorilerinin kitle iletişimi izleyicilerinin gündelik

faaliyetlerine uygulanmasıdır. Temel ilgi, izleyicilerin kitle iletişiminden çıkardıkları “anlam”

üzerindedir. Metinlerin alımlanması ile ilgili incelemelerin anlamlı olabilmesi için “alımlama” ile

“ideolojik pozisyonun” ya da “sınıfsal aitliğin” ilişkilendirilmesi gerekir. Bunun yerine, bu ilişkilendirme

reddedilir ve cinsiyet, ırk, cinsel tercihler, etnik ve diğer kimlikler üzerinde durulur. Alımlama ile ilgili

önemli araştırmacılar arasında Radway (1988), Ang (1996), Allor (1988), Fiske (1989), Grossberg (1993)

ve Jenkins (1992) vardır.

Alımlamacı açıklamalarda, izleyici bireyin bağımsızlığı/özgürlüğü, post-modern ve post-yapısalcı

“inşa yıkma” (alınan mesajı parçalarına ayırıp yeniden kendine göre inşa etme) anlayışıyla ilan edilmiş; gerçeğin sürekli değiştiğini, çoğul karaktere sahip olduğu ve bireyin “anlam yıkma ve anlam inşasına”

göre sayısız çeşitliliğe sahip olduğu öne sürülmüştür. Aynı zamanda öz ile ilgilenmenin yerini “bireyin

nasıl hissettiği”, “haz” ve “gündelik hayatta bireyin kendini nasıl ifade ettiği” almıştır.

Liberal-Çoğulcu Araştırmalar

İletişim sorununu ve konusunu bireysel seviyeye indirgeyen liberal-çoğulcu anlayış ve bu anlayışa bağlı

olan iletişim araştırmaları 1980’lerde görünür olmuş ve hızla destek bulup gelişmiştir. Bu görüşle birlikte

1980’lerde hızla artan bir şekilde anayol (ana akım) kitle iletişim kuramları toplumu serbest rekabetteki

gruplar ve karşılıklı çıkarlar karışımı olarak görmeye devam etmişlerdir. Medya örgütlerinin devletten,

siyasal partilerden ve örgütlü baskı gruplarından özerklik kazanmış örgütsel sistemler olarak sunulması

artmıştır. Medyanın kontrolü, medya profesyonellerine önemli ölçüde özgürlük veren özerk yönetici elitin

elinde olduğu düşüncesi güçlenmiştir. “Aktif izleyici” kavramı yerini “televizyon önünde çoğulcu

çözümleme yapan özgür ve bağımsız izleyici” teziyle gelen ve aktif izleyicili tezini yineleyen liberal-

çoğulcu görüş almıştır: Öz aynı kalırken öz hakkındaki imaj, yeni söylemlerle post-modern duruma

uyarlanmıştır. Medya kuruluşlarıyla izleyiciler arasında simetrik bir ilişki olduğu varsayılmıştır: “İzleyiciler medyayı kendi arzu ve tutumlarına göre manipüle edebilirler; çünkü izleyiciler “toplumun

çoğulcu değerlerine” sahiptirler; bu değerler onların “uyma, katılma veya reddetmesini” mümkün

kılarlar”.

Bu tür açıklamalar, özellikle 1990’dan beri Fiske ve Grossberg gibi liberal-çoğulcu kültürel

incelemecilerin ve onları Türkiye gibi ülkelerde izleyenlerin egemenliği altına girmiştir. Günümüzde bu

aydınların ilgilendiği (ve post-yapısalcıların da üzerinde durduğu) aynı konular işlenmeye devam

etmektedir. Örneğin medyada temsil ve bu temsile karşı, örneğin televizyon önünde yapılan

çözümlemeler yoluyla “direniş”, evde ve medyada kadına karşı şiddet, kadının medyada dengesiz temsili,

alt-kimlikler ve bu kimliklerin temsili, medya ve özellikle internete erişim ve böylece katılımcı

demokrasinin gerçekleşmesi, enformasyon toplumu ve bilgi toplumu, dijital uçurum ve bu uçurumun

kapatılması araştırma ve tartışmaları bu araştırma konularından önde gelenleridir.

Liberal-Demokrat Çalışmalar Chicago Okulunun oluşturduğu Liberal demokrat anlatı ve çalışmalar Amerika’da 1930’larda

marjinalleştirilmiş ve 1960’lara kadar gözden uzak kalmıştır. Bu sırada sembolsel etkileşim bireysel

seviyede açıklanmaya başlanmış ve ampirik araştırmanın etkisi gelmiştir. Bu tür değişimdeki liberal-

Page 210: Iletisim kuramlari

206

demokrat gelenek 1960’ların sonunda Gerbner’in Yetiştirme (Ekme) Kuramına dayanan araştırmalarda

temsilini bulmuştur. Günümüzde, Gerbner’in kültürün ekilmesiyle, medyanın etkisinin “eklenerek biriken

ve yoğunlaşan bir karakter” taşıdığıyla ve medyada temsilin ideolojik olduğuyla ilgili “eleştirel yanlar”

atılmış; medyada şiddet, sansür, nesnellik, medyanın yanlılığı ve etik anlayışına dayalı yanlar

vurgulanmaya başlanmıştır. Gerbner geleneğini bu şekilde sürdürme Türkiye’de de son zamanlarda

oluşmuş ve gelişmiştir.

Gerbner’in ampirik araştırmayla desteklenen bu yaklaşımı yanında, Chicago Okulunun niteliksel

tasarım kullanan liberal-demokrat eleştirel geleneği 20. yüzyılın ikinci yarısında devam ettirilmiştir. İletişim konusunu ve sorununu daha çok yapısal seviyede ele alan liberal-demokrat geleneğin niteliksel

araştırma yapan bu tür yöneliminde, özellikle medya sahiplik/mülkiyet, tekelleşme, kontrol ve ideoloji

üzerinde durulur. Bu bağlamda Erik Barnouw’un “The Sponsor” (1978/ 2003) ve “Conglomerates and

the Media” (1998) eserleri, Gaye Tuchman’ın “The Tv Establishment” (1974), Ben Bagdikian’ın “Medya

Monopoly” (1983) ve yenilenmiş baskısı “The New media Monopoly” (2004) eserleri, Compaine’in

(1979/2000) “Who Owns the Media?” eseri, E. J. Epstein’in “The Big Picture: Money and Power in

Hollywood” (2006) eseri örnek gösterilebilir.

Ayrıca, Chicago Okulu’nun Cooley ve Dewey ve liberal demokratik geleneği 1970’lerde James Carey

ile yeniden canlanmıştır. Carey’e göre Walter Lippman, Chicago Okulunu yerinden eden niceliksel ve

bireyci “etkiler geleneğinin” büyükbabasıdır. Carey hem davranışçı okulun iletişimdeki egemenliğine

karşı mücadele vermiş hem de iletişim alanındaki kültürel incelemeci ve siyasal-ekonomistler arasındaki

derinleşen çatışmada arabulucu rol oynamaya çalışmıştır. Çalışmalarında davranışçı okulun ve egemen

Amerikan medya sosyolojisinin eleştirisini sunmuş, kültürel incelemelerin Amerika’daki biçimini

eleştirmiş, medyanın siyasal ekonomi bağlamında açıklanmasının değerini ve önemini vurgulamıştır. Carey’e göre sosyal bilimin görevi bazı-akılların (bireylerin) bağımsız gerçeği anlaması olmamalı, onun

yerine, insanların kolektif olarak yaptığı anlamları sembollerden geçerek yeniden-inşa (anlama) olmalıdır.

Carey, post-yapısalcılığın ve benzeri yorumsamacı yaklaşımların bireyi ve bireysel anlamlandırmayı

merkeze koymasını doğru bulmamaktadır. Carey, Chicago Okulunun sembolsel etkileşimcileri gibi

toplumun kalıcılığını süregiden sembolsel etkileşime bağlar. Günümüzde bu araştırma geleneği de

iletişim alanında, Türkiye’de genellikle liberal-çoğulcu karakter taşıyan Bianet kitapları gibi sınırlı

çevreler dışında pek görünmese de, dünyada önemli yer kaplamaya devam etmektedir.

Karl Marx ve İletişimde İnsanı Merkeze Alan Çalışmalar

İletişim alanında en anlamlı alternatiflerden önde geleni Marx’ın yaklaşımına dayanan araştırmalardır.

Marksist araştırma bir şeyi kötüleyen veya yeren temele değil, maddi ve düşünsel üretim tarzı ve ilişkileri

temeline dayanır.

Marx’ın ilk iletişimle ilgili yazıları ve analizi 1840’lardaki gazete makalelerinde “sansür, basın

özgürlüğü, ifade ve iletişim özgürlüğü” gibi liberal-demokrat açıklamalarla başlar ve 1848 ulaşıldığında

Marksist olarak nitelenen biçime dönüşür. Marx sonraki araştırmalarında özellikle Kapital ve

Grundrisse’de insan ve toplumla ilgili açıklamalarında iletişim önemli bir faktör olarak işlemiştir (Erdoğan, 2007b ve 2012). Bu analizlerinde Marx iletişim konusunu; malların üretimi ve dağıtımını ve

bunlar için gerekli teknolojiyi ve iletişim araçlarını üretim, dağıtım, tüketim, devlet, sınıfların oluşması ve

toplumların değişmesi ile ilişkileri ve bağları içinde ele almıştır. Diğer bir deyimle Marx, iletişimi insanın

kendini ve toplumunu üretmesindeki sosyal faaliyetler (sosyal üretim faaliyetleri) içinde ele almış ve

insanın nasıl olduğunu insanın kendini nasıl ürettiğinde ve insandaki değişimi üretim biçimindeki

değişimle açıklamıştır.

Marx’a göre kendi varlıklarının sosyal üretiminde, insanlar kaçınılmaz olarak kendi iradeleri dışında

ilişkilere girerler. Bu ilişkiler insanların yaşamlarını üretim ilişkileridir. Bu üretim ilişkileri, üretimin

materyal güçlerinin belli bir tarihsel gelişme safhasına uygundur. Kendini ve sosyali üreten insan, bu

üretim biçimlerini ve ilişkilerini ancak iletişimle başlatabilir ve yürütebilir. Üretimi de sadece materyal

hayatın üretimi (ekonomik üretim) değil, aynı zamanda emeğin, fikirlerin, duyguların, bireyin kendisinin,

geleneklerin, adetlerin vb. üretimi olarak ele alır. Bu üretimin de insanlar arası ilişkiden/iletişimden

geçerek geliştiğini belirtir: “Her bireyin üretimi bütün diğer bireylerin üretimine bağlıdır; ve bireyin

Page 211: Iletisim kuramlari

207

ürününün kendi hayatının gereksinimlerine dönüştürmesi, benzer şekilde, tüm diğerlerinin tüketimine

bağlıdır (Haye, 1980)”.

Bireylerin karşılıklı ve her yönlü bağımlılığı bireylerin sosyal bağını şekillendirir. Bu sosyal bağ

değişim değerinde ifade edilir. Değişim değeriyle her bireyin kendi faaliyeti (ilişkisi, iletişimi) ya da

ürünü kendisi için bir faaliyet ve ürün olur. Birey genel bir ürün üretmelidir. Bu genel ürün parayla ifade

edilen değişim değeridir. Her bireyin diğer bireylerin faaliyetleri üzerinde veya sosyal zenginlik üzerinde

uyguladığı güç, kendinde değişim değerinin (paranın) sahibi olarak var olur. Birey sosyal gücünü ve

topluma bağını cebinde taşır. Her birey bir “şey” şeklinde sosyal güce sahip olur. Bireysel ürünleri veya

faaliyetleri değişim değerine, paraya, dönüştürme zorunluluğu ve böylece bu nesnel şekilde kendi sosyal

güçlerine sahip olmaları ve sosyal güçlerini göstermeleri iki şeyi kanıtlar: Artık bireyler sadece toplum

içinde toplum için üretirler. Üretim doğrudan bir şekilde sosyal değildir; birlikten doğan bir şey değildir.

Bireyler sosyal üretim altında toplanmıştır. Sosyal üretim onların dışında onların kaderi olarak var

olmaktadır. İnsanlar arasında üretim ve tüketimdeki genel bağ ve karşılıklı bağımlılık tüketiciler ve

üreticilerin birbirine ilgisizliği ve bağımsızlığı ile birlikte artar. Bu çelişki krizlere götürür. Bu

yabancılaşmanın gelişmesiyle birlikte, bunun üstesinden gelmek için çabalar da gelir: Bireylerin diğer

bireylerin faaliyetleri hakkında enformasyon elde ettiği ve kendi faaliyetlerini ona göre ayarlamaya

çalıştığı kurumlar çıkar. Aynı zamanda iletişim araçları/yolları da gelişir (Haye, 1980).

Marx iletişimi, gelişmesini ve anlamını üretim, üretim araçları, üretim güçleri, iletişim araçlarına

sahiplik, araçların gelişmesi ve bu gelişmenin toplum değişimindeki sonuçları, iletişim araçları ve dünya

pazarının kontrolü, dolaşımda zaman ve maliyet konusunda iletişim araçlarının işlevleri, değer ve

yabancılaşmada iletişim araçlarının yeri, dağıtım, bölüşüm, alışveriş ve tüketim ilişkilerinin karakteri

içinde ve bu karaktere getirdiği sonuçlar bağlamında ele alıp irdelemektedir.

Marx’ın yaklaşımını kullanarak araştırma yapanlar da bu çerçevede araştırmalarını tasarlarlar. Bunları

yaparken; örneğin kitle iletişiminin örgütlenme biçimleri, bu biçimlenmelerin ulus içi ve uluslararası

ekonomik ve siyasal yapılarla olan bağlarını, tarihsel gelişimini, belli bir zaman ve yerdeki durumunu,

kitle iletişimi teknolojileriyle aracılanmış iletişimin üretimi ve üretim ilişkilerini, ilişkilerdeki karşılıklı

bağları açıklamaya çalışırlar; sahiplik, pazar ilişkileri, tekelleşme, pazar kontrolü, kitle iletişimi

örgütlerinde iş koşulları, çalışma politikaları ve pratikleri, toplu sözleşme gibi konulara eğilirler. İletişim

ürünlerinin üretimi ve dağıtımındaki yapısal durum ve ilişkiler, üretim biçiminin ve teknolojisinin yapısı,

iletişim profesyonelleri ve emekçilerinin iletişim örgütleri içindeki yeri, iletişimde mülkiyet ilişkileri,

mülkiyet ilişkilerinin ürünün yapısını belirlemesini ele alırlar. Bu yaklaşım ve incelemeler, aynı zamanda,

uluslararası iletişimde kurumsal ve teknolojik yapıların transferi, ürün transferi ve bu yapılarla birlikte

gelen profesyonel pratiklerin transferi üzerine eğilirler. Böylece sistemin nasıl oluştuğu, çalıştığı, geliştiği

ve sonuçlarını incelerler.

Bu yaklaşımın iletişimde düşünsel üretimi incelemelerinde en önde gelen konular arasında ideolojinin

açıklanması, maddi üretim ile düşünsel (ideolojik) üretim ilişkisi, profesyonel ideolojiler ve bunların

transferi, kültür emperyalizmi, ürünlerin ideolojik içerikleri ve bilinç yönetimi, profesyonel ideolojiler ve

medya pratikleri, yabancılaşma ve fetişleştirme (bir mala kendinde olmayan değerler yükleme) vardır.

Bu tür araştırmalar üç ana grup içine yerleştirilebilir:

1. İletişimin siyasal ekonomisini ulusal seviyede ele alan ve kapitalist iletişim sistemini ve faaliyetlerini inceleyenler;

2. Uluslararası ekonomik düzene ve iletişimde emperyalizm konusuna eğilen yaklaşımlar (yeni-sömürgeciliğin veya emperyalizmin genel iletişim yapısını inceleyenler)

3. Üretim tarzı ve ilişkileriyle bağlar kurarak yapılan ideoloji ve kültürel incelemeler.

Türkiye’de bu bağlamlarda oldukça çok “çeviriler” bulunmaktadır; fakat Marksist yaklaşım

çerçevesinde kitle iletişimini veya herhangi bir iletişim türünü gereğince ve doğru araştırıp açıklayan

ürünler azdır.

Page 212: Iletisim kuramlari

208

Marksist Kültürel İncelemelerden Anti-Marx Kültürelci İncelemelere

1900’lerin başlarında Almanya’da Frankfurt’ta yaşayan liberal-sol sermayenin kendileri için faydalı bir

araştırma yönelimi arayışı, Frankfurt Okulu ve Marx’ın yaklaşımından önemli ölçüde etkilenmiş olan

kuram ve araştırma geleneğinin oluşturmasını getirmiştir. Adorno, Horkheimer, Mills, Benjamin,

Marcuse ve Fromm gibi Frankfurt Okulu aydınları birbirinden önemli farklılıklar gösteren yaklaşımlarla

toplum ve toplum değişimi, medya, kültür endüstrisi, ve biliş ve davranış yönetimi analizleri yaptılar.

Türkiye’de Frankfurt Okulu geleneğine tercümeleriyle ve yapıtlarıyla, iletişim alanında öncülük eden

Ünsal Oskay olmuştur.

Frankfurt Okulu geleneğiyle gelişen eleştirel okula (Critical School), 1960’larda “kültürel

incelemeler” yönelimi eklenmiştir. 1950 sonlarında Hoggart ve Williams’ın Arnold-Elliot-Leavis

üçlüsünün düşüncelerine dayanan kültür anlayışına alternatif arayışlarında giderek Marx’ı keşfetmesiyle

gelişen ve “kültürel incelemeler” adı verilen gelenek gelişmiştir. Bu yönelim Marksist etkiyle başlamış ve

ardından Marksizmden uzaklaşan birkaç kola ayrılmıştır: 1970’lerde yapısalcı ve göstergebilimci

Fransızlar ve bunları İngiltere’ye taşıyan Stuart Hall’ın da katkılarıyla dönüşüme uğratılmış; kültürel

incelemelerde post-yapısalcılığın egemenliği getirilmiş; sonunda Marksist üretim tarzı ve ilişkilerine

eğilmeyi reddeden ve Marksizm’den uzaklaşıp küresel pazarın kontrollü alternatif olarak “eleştirel

sözcülüğünü” yapan kültürelci çalışmalara dönüştürülmüştür.

Bu farklılaşmada Richard Johnson (1983) gibi kişilerin tarihsel, siyasal ve kurumsal analizle ele aldığı ve üretim ve dağıtımın önemini vurgulayan Marksist kültürel incelemelerin yaklaşım tarzı, diğer yapısalcı

anlatılar ve Barthescilerin (1977) meşhur “yazarın ölümü” ve “okuyucunun doğumu” sözüyle özetlenen

(aktif alımlama teziyle) iddiasıyla konu dışına itilmiştir. Onun yerine metinsel analiz ve alımlama üzerine

odaklanılmış ve Screen dergisindeki örnekleriyle, mücadele ve sınıf konusu terk edilerek yerine dil, ırk,

cinsiyet ve alt-kültürler getirilmiştir. Siyasal olan ve siyasal olanı savunan (ideolojik/kültür analizini

örgütlü güç yapısına bağlayan) hızla “kapı dışarı” edilmiştir. Foucaultçular İngiltere ve Avrupa’da

Amerikan liberal çoğulcu biçime benzeyen, fakat “metin” veya “semiyotik anlam” üzerindeki

çoğulculuğu vurgulayan açıklamalar getirmişlerdir. Böylece, kapitalist pazar sisteminin egemen maddi

üretim ve ilişki gerçeğini masallaştıran ideolojik yeni eleştirel çerçeveler kurulmuştur. Bu çerçevelerle

kapitalist sistem “post-modern durumu” yaşatan, tarihin son bulduğu ve tüketimin metindeki

diskorslarıyla (söylemleriyle) her gün yeniden tarihsiz bir tarihin üretildiği küresel süper sistem olarak

sunulmaktadır. Bu sunuş, eskisinden farklı olarak, kapitalist sistemin övgüsüyle değil; “sonsuz türde

anlam vermeler” içinde yüzdüğünü iddia edilen bireyin anlamlandırmadaki tercihsel özgürlüğü ve

çoğulcu alımlama iddialarıyla ve izleyiciyi/tüketiciyi “belirleyici aktör/özne” konuma yerleştirmeyle

yapılmıştır. Bunu yaparken çalışmalarda kapitalizmin getirdiği koşullar eleştirilse bile kapitalizm

izleyiciye sunduğu çeşitlilik ve çoklukla sağladığı zengin metinsel olanaklardan (tüketim olanaklarından)

dolayı kutlanmış ve yeniden-meşrulaştırılmıştır. Bu durum kültürel incelemeciler ile siyasal ekonomistler

arasında ciddi tartışmaların çıkmasını beraberinde getirmiştir (Erdoğan, 2007c ve Erdoğan ve Alemdar,

2010).

İletişim alanında kültürel incelemeler temel olarak üç sorunsaldan biri ya da birden fazlası üzerinde

durur:

1. Medya kültürünün siyasal ekonomisi (Bu yönelimi çoğunluk terk etmiştir)

2. Kültürel metin olarak medya metinleri (Metinsel analiz)

3. Metinlerin izleyicilerce alınması ve kullanılması (Alımlama).

Türkiye’de günümüzde kültürel çalışmalarla ilgili bölümler kurulması, yüksek lisans programları

açılması, kültürle ilgili Türkiye koşullarından zengin denecek sayıda dergilerin olması, iletişim

dergilerinde kültürel çalışmalara önemli yer verilmesi, kültürel çalışmaları yoğun bir şekilde teşvik edici

niteliktedir. Fakat Tutal Chevron’un incelemesinde de belirttiği gibi (2005), Türkiye’de sosyal bilimlerde

yaşanan “Avrupa ve Amerika menşeli kuramlara sadakat sorunuyla, popüler kültür incelemelerinde de

karşılaşırız”.

Page 213: Iletisim kuramlari

209

Yapısalcı, Post-Yapısalcı ve Baudrillardçı Analizler

Althusser 1990’larda kaba Marksist fonksiyonalizmin (işlevselciliğin) savunucusu olarak nitelenmeye

başlanmıştır. Post-Althussercilerin çoğu ekonomik belirleyiciliği, hatta zayıf ve indirgemeci olmayan

biçimlerini bile reddettiler. Baudrillard’ı izleyenler “tahtından indirilen ekonominin yerini öznelliğin

aldığını” belirterek buna katıldılar. 1970’de Marx ile başlayıp 1980’lerde simülasyonlar ve hiper-

gerçeklerden oluşan post-modern toplum anlayışı ile noktalanan Baudrillardçı çalışmalarda “farklı dilde

okunan dua gibi büyüleyici” kavramlarla dolu sefil bir medya açıklaması sunulur (Kellner, 1993; Sokal

ve Bricmont, 1999). Araştırmalarını “kitlelerin ne geçmiş ne de gelecek için yazacak bir tarihi vardır”,

“simülasyon, başlangıçsız ve gerçeksiz bir gerçeğin modellerle üretimidir” ve “hiper gerçek” gibi çarpıcı

sözler, güzel edebiyat üzerine inşa eden ama açıklamak istediğini genellikle belirsizliği artıran anlatılarla

sunan Buadrillardçı araştırmacılar, daha en baştan geçerliliği şüpheli bir araştırma inşasına başlarlar.

Bazılarına göre Baudrillard “postmodern bir şakadır” ve karmaşıklığı ise “gösterişli anlamsız sözdür”.

http://theoryandacademy.blogspot.com/2007/10/guest-lecture-kenru fo-on-baudrillard.html

1980'lerde yaygın olarak dolaşıma sokulan çalışmalarda kalkınma ve modern ulus devlet kurma fikri

kötülenmeye ve değersizleştirilmeye başlanmıştır. Post-modernist çalışmalarda modernizm

geçersizleştirilmiş; post-pozitivizmle pozitivizm geçersiz ilan edilmiş; post-endüstriyalizm ile endüstri

toplumunun bittiği müjdelenmiştir. Kalkınma ve modernizm yerine küreselleşme ve karşılıklı bağımlılık

anlayışına dayanan çalışmalar popüler yapılmıştır.

Türkiyede niceliksel araştırmanın öncüleri olarak kimleri ve hangi eserleri verebiliriz?

TÜRKİYE’DE GÜNÜMÜZDEKİ DURUM Türkiye’de 1990lardan beri iletişim araştırmalarının sayısı giderek artmıştır. Bu artış, daha önce

gruplandırarak açıkladığımız oluşturucu, destekleyici ve teşvik edici koşullardaki değişimlerle gelmiştir: Yüksek lisans ve doktora öğrencilerinin artması, yeni iletişim fakülteleri kurulması ve kurulmaya devam

etmesi, iletişim dergilerinin sayısının artması, akademik kadro almak için araştırma ve bildiri yayınlama

gibi araştırmaya yönlendiren kuralların sıkılaştırılması, Avrupa birliği, UNESCO ve UNICEF gibi

bölgesel ve uluslar arası yapıların araştırma ve geliştirme projeleri için fon ayırması ve buna Türkiye’nin

de katılması, ülke içinde Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK), Türkiye Sosyal

Ekonomik Siyasal Araştırma Vakfı (TÜSES), Türkiye Üçüncü Sektör Vakfı (TÜSEV), Sosyal

Araştırmalar Vakfı (SAV), Siyaset Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı (SETA), İletişimliler Vakfı

(İLEV) gibi birçok vakıfların ve Gazeteciler Cemiyeti gibi cemiyetlerin iletişim araştırmalarına destek

vermesi, TRT ve RTÜK gibi kuruluşların araştırmalar yaptırması, iletişim araştırması derneklerinin ve

üniversitelerde araştırma merkezlerinin kurulması, ve TELEKOM, TURKCELL ve diğer büyük kuruluş ve şirketlerinin araştırma gereği duyması gibi önde gelen nedenler araştırmaların çeşitlenmesini ve sayıca

artmasını sağlamıştır. Fakat iletişim dergilerinin “iletişim çalışmaları alanında bilgi ve düşünce üretilen

bilimsel etkileşim forumları” olmamaları (Sarı, 2005) yanında, genel olarak nicellik değil nitellik ölçü

olarak alındığında, iletişim araştırmalarının durumu, A. İnal’ın (2005) da “bu durum gittikçe kötüye

gidecek” diyen saptamasıyla ve en azından M. C. Öztürk’ün sosyal sorunluluğa ilgi azlığı açıklamasıyla

özetlenebilecek bir takım olumsuzluklara sahiptir. Kısaca, bilimsel bilgi üretimi ve bu üretimin gelişmesi

bağlamında umut verici bir gelişme olmaktadır, fakat bu gelişmenin toplum ve insanlık için çok daha

anlamlı olabilmesi için araştırmalarla ilgili çözülmesi gereken önemli sorunlar bulunmaktadır.

Öte yandan dünyada 2007’nin başı ile 2011’in ortalarına kadar Social Science Citation Index

kapsamındaki iletişimle ilgili 77 dergide 10.104 makale yer almıştır. Makalelerin sadece yüzde 20 kadarı

akademik karakter taşımaktadır ve çoğu endüstriyel ve kurumsal çıkarlara hizmet için tasarlanmıştır. Araştırmaların çoğunda (özellikle ampirik araştırmalarda) araştırmayı geçersiz yapacak ciddi tasarım

Page 214: Iletisim kuramlari

210

sorunları vardır (Erdoğan, 2012b). Bu durumun Türkiye’de de farklı olacağı beklenemez. 2000 yılından

beri Türkiye’de iletişim alanında 800’ün üzerinde kitap basılmıştır ve 2000’e yakın makale

yayınlanmıştır. Ancak kitapların çoğunluğu “süpermarket kitapları” seviyesindedir; bir kısmı değerli ve

değersiz derlemelerden oluşmaktadır. Geri kalan azınlık ise özgün çalışmalardır. Özgün çalışmalar,

makaleler, tezler ve bildiriler arasında ele aldığı konuyla ve sistemli ve tutarlı analizle iletişim alanındaki

bilgi birikimine katkıda bulunanların sayısı azdır. Eserlerin çoğunluğu ciddi ele aldıkları konular veya

sorunlar, tasarım hataları ve yöntemi doğru kullanamama gibi nedenlerle akademik değerlerini

yitirmektedir. Bu durumun farkına varılması ve kabullenilmesi ya da yapılanların konusal, amaçsal,

sonuçsal ve yöntembilimsel bağlamlarda soruşturulması (özellikle araştırma yapanların kendilerini

soruşturması) gerekir ki anlamlı bir gelişme olabilsin.

Yöntembilimsel durum: Günümüzde Türkiye’de iletişim yapıtları kullanılan yöntem bağlamında

özellikle iki yönde ilerlemektedir:

Birincisi kitle iletişiminde pozitivist-deneyci yaklaşımla gelen deneyselimsi araştırmalar (gerçek

deneysel olmayan, gözleme dayanan alan araştırmaları) çerçevesinde yapılanlardır. Bu araştırmaların

büyük çoğunluğu iletişimde etki konusunun bir yanını ele almakta ve “üretilmiş iletişimi kullanan”

(izleyici, alıcı, okuyucu, dinleyici, interneti kullanıcı, kampanyanın hedef kitlesi, oy veren, tüketici)

üzerinde durmaktadır. Bu araştırmalarda genellikle ciddi yöntem sorunları bulunmaktadır. Bu bulgu

benzer sonuçlarla gelen önceki araştırmaların bulgularını desteklemektedir. Tasarımda kuram ve

yöntemle ilgili benzer sorunlara Türkiye’deki tezlerde ve makalelerde de yaygın olarak karşılaşırız

(Erdoğan, 2001). Dolayısıyla, ampirik tasarımla yapılan araştırmaların geçerli ve sosyal bağlamda faydalı

olabilmesinin birinci koşulunun sağlanması (doğru tasarımın yapılması ve istatistiksel analizlerin doğru

yapılması) gerekmektedir.

İkincisi tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de en eski ve köklü araştırma geleneğiyle yapılan

niteliksel araştırmalardır. İletişim alanında bu bağlamda da sayısı giderek artan kitaplar, tezler ve

makaleler bulunmaktadır. Bu eserleri kabaca ikiye ayırabiliriz: (a) Avrupa kökenli klasik nitel

değerlendirmeyi geçerli nedensellik bağları kurarak yapan eserler ve (b) geçerli nedensellik bağlarından

çeşitli ölçüde yoksun, sistemli ve tutarlı analizden çeşitli ölçüde uzak, var olan bilgileri ardı ardına

sıralayan ve derleyip toplayan yapıtlar. Her iki türdeki yapıtlara rastlamak giderek artmaktadır; fakat

ikinci türün artışı çok daha fazla olmaktadır. Bu durumu post-yapısalcı, post-modernist, yorumsamacı,

post-Marksist, post-oryantalist, göstergebilimsel analiz, söylem analizi gibi isimlerle gelen kötü-taklitçilik

ve eleştirdiği için eleştirel sanılan kültürel incelemeler ve geçersiz öznel değerlendirmeler durumu daha

da kötüleştirmektedir. Dolayısıyla nitel araştırma tasarımları yapanların da eksikliklerini ve yanlışlıklarını

belirtenleri dışlama ve yaptıkları yanlışları yeniden-üretmeye devam etme yerine kendilerini ve

kendilerini soruşturanları soruşturmaları ve böylece gelişme olasılıkları yaratmaları gerekir.

Nicel kapsam ve artışın anlamları: Türkiye’de iletişimle ilgili araştırmalar, özellikle artan

üniversiteler, dergiler, akademisyen olmak isteyenler, akademisyenler ve araştırmayı finansal olarak

teşvik eden yapılanmalar ile birlikte, nicel bağlamlarda giderek artmaktadır. Bu artış yeni iletişim

fakültelerine toplumsal gereksinim olması ve artan gereksinimlerden (örneğin medya endüstrisinde

iletişim mezunlarına talebin patlamasından) dolayı bu fakültelerin kurulması ve sayısının 50’leri geçen bir

“enflasyon” seviyesine ulaşması, akademik alanda bilgi üretimine susamış bir yapının olması ve

akademisyenlerin ilgilerinin akademik araştırma üzerine yoğunlaşması gibi nitel dönüşümlerden çok az

kaynaklanmaktadır. Bunun yerine sayısal artışın ve ilgi farklılaşmasının nedenlerinden önde gelenleri

şöyle sıralanabilir:

a. Türkiye’de var olan egemen kültürel yapı (süregelen iş yapış biçimi ve anlayışı) üzerine çökertilen ve küresel pazara entegre olma zorlamaları ve çabalarıyla oluşturulan zorlama koşulları: Küresel pazarın planlı olarak getirdiği ve kaçınılmaz olarak oluşturduğu koşullar altında sadece üniversiteler değil, aynı zamanda devlet kurumları ve özel sektör, kendileri için işlevsel olan ve amaçlarına ulaşmayı kolaylaştıran yönetimsel bilgi elde etme amacıyla kullanılan araştırmalar yapma/yaptırma zorunda kalmışlardır. Bu zorunluluk yönetim kadrolarına “araştırma yapma gereği ve faydası” düşüncesini de kaçınılmaz olarak işlemektedir.

Page 215: Iletisim kuramlari

211

b. Türkiye’de var olan egemen kültürel yapı (süregelen iş yapış biçimi ve anlayışı) üzerine çökertilen ve küresel pazara entegre olma zorlamaları ve çabalarıyla oluşturulan zorlama koşulları: Küresel pazarın planlı olarak getirdiği ve kaçınılmaz olarak oluşturduğu koşullar altında sadece üniversiteler değil, aynı zamanda devlet kurumları ve özel sektör, kendileri için işlevsel olan ve amaçlarına ulaşmayı kolaylaştıran yönetimsel bilgi elde etme amacıyla kullanılan araştırmalar yapma/yaptırma zorunda kalmışlardır. Bu zorunluluk yönetim kadrolarına “araştırma yapma gereği ve faydası” düşüncesini de kaçınılmaz olarak işlemektedir.

c. Devlet kurumlarının araştırma yoluyla ulusal bütçeden ayrılan ve/veya uluslararası kuruluşlardan alınan fonları harcama gereği

d. Çeşitli kuruluşların araştırma projelerine destek vermesi ve böylece akademisyenlere maaşları ötesinde para kazanma olasılığının çıkması

e. Yardımcı doçent, doçent ve profesör olmak için gerekli koşullar arasında makale, kitap ve bildiri gibi eserlerin olması.

Okul, dergi ve akademisyen sayısının artması gibi nicel artış nedenleriyle birlikte, yukarıda belirtilen

ve benzeri nedenlerle araştırmalarda ciddi nicel artış olmaktadır. Dikkat edilirse, bu nedenler arasında en

önde olması gereken neden çok daha gerilerden gelmektedir: “İnsan ve toplumuyla ilgili belirsizlikleri veya sorunları azaltarak ya da ortadan kaldırarak insanlığın ve toplumların daha iyiye doğru gelişmesini sağlamak”.

Araştırma yapmada temel amaç: Araştırmaların hemen hepsinde “amaç” olarak “araştırmada ne

yapıldığı” sunulmaktadır, dolayısıyla asıl amaç ya gizlenmekte ya da bilinmemektedir. Araştırmalarda

amaçlar giderek bilimsel bilgiye katkı ve sosyal fayda temelinden uzaklaşmaktadır. Amaç kadro alma,

kadroda yükselme, öznel çıkar ve baskı çevresi kurma, şirketler, kurumlar ve çeşitli kuruluşlardan

araştırma projesi alarak para kazanma gibi bilimi ve araştırmayı amaç değil de araç olarak kullanma

yönüne doğru kaymaktadır. İletişim alanında yazılan tezler ve akademik kadroda yükselme amacıyla

yapılan araştırmaların doğası da yukarıdaki egemen gidişe bağlı olarak, çoğunlukla yönetimsel inceleme

karakterini taşımaktadır; ama bu tür araştırmalar endüstriyel yönetimsel karar vermeye doğrudan

yardımcı bir karaktere sahip değildir. Yönetimsel karar vermeye doğrudan yardımcı olacağı amacını

belirten araştırmaların ne kadarının bu amacı gerçekleştirdiği de şüphelidir.

Erdoğan’ın örnek araştırmasına (2008) göre, bu tür araştırmalardan faydalanması gerekenler

faydalanmamaktadır; faydalanmak istese bile faydalanabileceği geçerli ve anlamlı analiz, sonuç ve

öneriden yoksunlukla karşılaşacaktır; dolayısıyla, şirketlerin ve devlet kurumlarının bazılarının gizli

olarak yaptırdığı veya açık olarak yaptırdığı ama bilgileri paylaşmadığı araştırmalar dışındaki yönetimsel

araştırmaların muhtemelen büyük çoğunluğu kaynak israfı ve kaynakların birilerine aktarılmasından

öteye en küçük bir yönetimsel karar vermeye yardımcı karaktere sahip değildir.

Ele alınan konular ve sorunlar: İletişim araştırmalarının Türkiye’nin gündeminde olması gereken

önemli sorunlarla ilgilenmesi, başlarda sayılı akademisyenler dışında, nicel azlık nedeniyle de azdır.

Şimdi nicel bağlamda hızlanan artış olmaktadır, fakat bu nicel çokluk içinde önemli konular çok az yer

almaktadır. Çünkü değişen akademik atmosfer, güç ilişkilerinin yapısı ve yukarıda belirtilen çeşitli nedenler araştırmalarda çoğu ilginin belli yönlere kaymasını sağlamaktadır. Bilimsel girişimin geleceği

için kuşku duyulması gereken bu durumu, özellikle ele alan konuların ve sorunların yüzeyselliği,

sudanlığı, ilgileri ve bilişleri yanlış yönlendiriciliği daha da kötüleştirmektedir. Bu tür ilgilere, ürünlere ve

konulara örnekler oldukça çoktur: Konuşmak ve anlaşılmak, bedenin dili, vücudun konuşması, etkili ikna

stratejileri, kültürde dirilme, kültürel farklılıklarla birlikte yaşama, iletişim odaklı reklam ve pazarlama,

empati kurma becerisi ve sanatı, iletişim becerileri ve beceri geliştirme, doğru iletişim el kitabı, iletişim

yönetiminde mükemmelliğin yolları, holistik iletişim ve faydaları, sağlıklı iletişim kurmanın yolları,

iletişim becerisini kazanma, kolay iletişim kurma yolları, kaliteli iletişimin sihirli anahtarları, kişilerarası

iletişimde dinleme ve etkileme becerisi, NLP teknikleriyle aile içi iletişimi sorunlarını çözme, iletişimin

sırlarıyla etkileme ve başarma, iletişimin taosuyla Nirvanaya ulaşma, insan ilişkilerinde 4x4’lük iletişim

kurma, etkili reklam yapma, başarılı kampanya hazırlama, iletişimsizliği çözme, mekanın dilini anlama,

mekanın cinsiyeti, iş yerinde verimliliği artırma yolları, şirket yönetiminde simetrik iletişim, halkla

ilişkilerin simetrik ilişki olması, demokratikleşme getiren internet mucizesi, yaşamın anlamının artık haz

Page 216: Iletisim kuramlari

212

olduğu, nasıl hissedildiğinin neden’in yerini alması, faydasız düşünceyle değil tüketerek var olma,

iletişimde göndericinin ölümü (gönderen, örneğin medya şirketidir) ve alıcının (alıcı, örneğin medya

izleyicisidir) hükümranlığı (egemenliği).

Günümüzde, iletişim araştırmalarında konusal ilgi bağlamında da olumlu gelişmeler olmaktadır, fakat

ele alınan konuların ve sorunların önemli bir kısmı ciddi veya eleştirel makro sosyolojik, ekonomik,

kültürel, ideolojik veya anlamlı siyasal karakterden büyük ölçüde yoksundur ve bu yoksunluk artarak

devam etmektedir. Tezler, bildiriler ve makalelerdeki yaygın yönelim paketlenmiş iletişimin (programın,

haberin, kampanyanın, mesajın) rolü ve etkisi üzerine odaklanmakta ve bu bağlamda izleyicinin konumu,

özellikleri ve tercihleri, mecra pazar payı, tüketim davranışları, talep belirleme, segmentasyon, program

değerlendirme, bireylerin/izleyicilerin memnuniyeti, imaj ve markalaşma, konsept testleri ve çeşitli iletişim ölçümleri ile ilgili konular işlenmektedir.

Araştırmayı destekleyen örgütsel yapılar: Günümüzde yerel, bölgesel ve uluslararası kurumlar,

şirketler, çeşitli kuruluşlar ve üniversiteler artan bir şekilde araştırma için fonlar ayırmakta ve araştırma

girişimlerini desteklemektedir. Türkiye’de yabancı ve özel şirketlerin ve çeşitli kuruluşların ortak

araştırma faaliyetleri artmaktadır, çünkü firmalar ve kuruluşlar siyasal, ekonomik ve kültürel kontrolü

gerçekleştirmek için demografik karakterleri, tutumları, sevileri, tercihleri ve yönelimleri bilmek

zorundadırlar. Bu gelişme doğal olarak araştırmacılara ve öğrencilere gereksinimi de artırmaktadır. Bu

olumlu bir gelişmedir. Fakat araştırma gereksinimlerinin önemli bir kısmı, bilimsel amaç taşımamaktadır

ya da toplumsal gelişmeye faydalı olacak doğaya sahip değildir; onun yerine bilimi araç olarak kullanarak

öznel maddi çıkar gerçekleştirme amacını taşımaktadır.

Araştırmada ilgi ve yönelimler: Günümüzde post-pozitivist ve post-modern yaklaşımların çoğulcu-

luk iddialarına uygun olarak, çeşitli kimlikler üzerine eğilen niteliksel kültürel incelemeler, kadın

incelemeleri, feminist incelemeler ve söylem üzerine kurulu araştırmalar yaygınlaşmıştır. Mesaj ve

yorumlarını sunan kültürel ve kültürler arası etnografik incelemeler artmıştır. İletişim davranışlarını

inceleyen ve bilişsel (cognitive) psikolojiye dayanan yaklaşımlar yenilenerek devam etmektedir. İletişim

alanına işletme okullarının el atmasıyla, iletişim incelemeleri karar verme, reklam, halkla ilişkiler

süreçlerinden geçerek pazarlamanın, pazarda pay kazanmanın, örgüt içi ve örgütler arasında etkili

olmanın yollarını araştıran ve bu bağlamlarda sorunlara çözüm arayan bir işlevsellik kazanmaktadır.

2010’ların Türkiye’sinde iletişim ve kuram konusuna ilgi, iletişimde post-modern, post-yapısalcı,

post-sömürgeci (post-colonialist) ve popüler/moda kitap çevirileriyle “Batıyı transfer ve kopyalama”

biçiminde devam etmektedir. Eleştirel gelenekle ilgili çeviriler yapılmakta, fakat özgün yapıtlar, görece

olarak giderek artmasına rağmen, hala marjinal kalmaktadır.

İletişimde araştırma, aynı zamanda, derleme kitaplar biçiminde olan yapıtlarda da sunulmaktadır. Son

zamanlarda “derleme kitap basma salgını” dikkati çekmektedir. Değerli derleme çalışma “tanıdık

birilerinden yazılar alıp bastırmakla” oluşturulmaz. Akademik “editörlük” sürecinden geçirmeksizin; yani

yazıları o alanda otorite/uzman olan kimselere göndermeksizin yapılan “derleme” kitabın akademik

değeri (içinde bir veya iki değerli parça olsa bile), şüphelidir: Sosyal bilim araştırması kimin ne dediğini

toplayıp, birkaç başlık ve alt başlıklarla arka arkaya sıralayarak yapılan “dedikodu derlemesi” değildir.

Araştırma, birikmiş bilgi ve deneyimleri temel alarak yapılan sistemli ve tutarlı bir tasarımla başlar.

Benzer şekilde bir eserin basılmasında kullanılan ölçütün “satış potansiyeli” olduğu bir kitap yayınlama

ortamında, basılan özgün yapıtların da bilimsel/akademik değeri şüphelidir; dolayısıyla tanımış ya da

herhangi bir yayınevinde basılmış olması, akademik/bilimsel değer ölçüsü olamaz.

Günümüzde iletişim araştırmaları Batı'nın entelektüel egemenliği altında devam etmektedir. Dayanak

noktası Batı olunca, Batı'da en son çıkan ve gelişen yaklaşımlar ve yönelimler önemli hale gelmekte ve

getirilmektedir. Bunların neden, hangi amaçla, nasıl geliştirildiği irdelemeden sadece yapıları, süreçleri ve

görünür sonuçları aktarma ve taklitle kullanma Türkiye'deki akademik geleneğin kurtulması gereken

önemli özelliklerinden biri olarak ortaya çıkmaktadır. Bu sorun, sadece Türkiye’nin sorunu değildir ve

Gunaratne’nin araştırmasında belirttiği gibi (2010) diğer ülkelerin de sorunudur.

İletişim araştırmaları konusunda tüm bu olumsuzluklara rağmen farklı birikimlere sahip araştırıcılar

alana gösterdikleri ilgi ümit vericidir. Bu ilgiyle bazılarının küreselleşen dünya ve Türkiye koşullarında

Page 217: Iletisim kuramlari

213

özgün ve bağımsız çalışma yapma gereğini hissetmeleri, iletişim araştırmalarının gelişmesine katkıda bulunacak önemli bir etken gibi görünmektedir. Kitabın kaynakçasında bu tür çalışanları bulabilirsiniz.

Türkiyedeki iletişim araştırmalarının durumuyla ilgili olumsuz ve

olumlu gelişmelerin başında gelenlerden birkaç tanesini belirtiniz.

Page 218: Iletisim kuramlari

214

Özet

İnsan hem gereksinimler, seçenekler, olanaklar

ve olasılıklar, faaliyetler, ilişkiler hem de

düşünceler üzerinde düşünen ve faaliyette

bulunan bir araştırmacıdır. Fakat her insan

bilimsel araştırmaya dayanan bilgi üretemez,

çünkü bu tür bilgi üretimi; var olan bilgi

birikimini bilmeyi, irdelemeyi, sistemli ve tutarlı

araştırma tasarımı yapmayı, uygulamayı, analiz

etmeyi ve sonuçlar çıkarmayı, tüm bunları

yapabilmek için gerekli olanaklara sahipliği ve

belli güce ve ilişkilere sahipliği gerektirir.

İletişim araştırmaları, iletişim ile ilgili

gereksinimleri ve belirsizlikleri mümkün olduğu

kadar ortadan kaldırarak karşılama, bilme ve

karar verme ile ilgilidir. Gereksinim

yoksunluğunda ya da gereksinimlerin karşılanma-

sının desteklenmediği, güç ve baskılarla bastırıl-

dığı yerlerde iletişim araştırmalarının da çıkıp

gelişmesi olasılıkları yoktur ya da gelişme

olasılıkları engellenir. Bunun aksine, gereksinimi

karşılama düşüncesinin, ilgisinin ve çabasının

desteklendiği yerlerde iletişim araştırmaları da

doğar, büyür ve gelişir.

Türkiye’de iletişim araştırmalarının oluşması,

gelişmesi ve karakteri özellikle sosyoloji, siyaset

bilimi ve sosyal-psikoloji alanları içinden geçerek

olmuştur. Plato, Aristo ve Cicero gibi filozoflara

dayanan tartışma ve retorik yan, Marx’ın Alman

İdeolojisi ve Grundrisse’de ele aldığı düşünsel ve

materyal yan, Pavlov ve Freud ile zenginleşen

psikolojik yan, dil bilimcilerle işlenen dilsel yan,

Chicago okuluyla oluşturulan ve özellikle Cooley

ile işlenen sosyolojik yan ile iletişimin tutucu

anlatılarından liberal ve eleştirel anlatılarına

kadar çeşitlenen araştırma biçimlerini görürüz.

Gerçi, iletişimin her türü ve öğesi üzerinde duran

araştırmalar, dünyanın hemen her yerinde olduğu

gibi Türkiye’de de çoğunlukla etki ile ilgili

konuları ele almakta ve bireylerin (örneğin

izleyicilerin) psikolojik, bilişsel, düşünsel,

duygusal ve davranışsal karakterlerini ve

yönelimlerini incelemektedirler.

Kendi gelişmesini kendisi üretmediği gibi,

Batıdaki oluşum ve gelişmeleri, ülkenin içsel

koşularının doğası nedeniyle, çok geç takip eden

Türkiye’de iletişim araştırmaları alanında her

bakımdan önemli yetersizlikler ve sorunlar

vardır: Türkiye çağdaş iletişim teknolojilerinin

üretim ve araştırma sürecinin dışında kalmıştır; her zaman dış pazarların ürettiği iletişim

araçlarının ve ürünlerin kullanıcısı olmuş, örgüt

yapılarının ve profesyonel pratiklerini transfer ve

taklit etmiştir. Cumhuriyet Türkiye’sinde tarih,

sosyoloji, siyaset bilimi, hukuk, felsefe, dilbilim,

antropoloji, sosyal psikoloji, sanat ve arkeoloji

çalışmalarının iletişim alanındaki bilgi birikimine

katkısı Batı’dakilerle karşılaştırıldığında, yok

denecek kadar azdır. İletişim alanı tüm bu

alanların içinde ve kesişme noktasında yer aldığı için bu katkı azlığı iletişim alanının zayıf

kalmasına, gerektiği biçimde gelişmemesine de

neden olmuştur.

Gecikmeye, yavaş ve çarpık gelişmeye etki eden

faktörlerden önde gelenleri arasında (a) tarihsel

olarak oluşmuş koşullar, (b) bu koşullarda ulus

içi ve uluslar arası güç ve çıkar ilişkileri yapısı,

(c) Türkiye’deki örgütlenme biçiminin, (d) örgüt

kültürünün, (e) yönetim anlayışının ve (f) iletişim

alanında profesyonelleşmenin doğası, (g) bilmeye

ve bilgiye ilginin azlığı, (h) dışarıyı (kötü) taklit,

(i) araştırma tasarımı ve yöntem bilgisinden

yoksunluk, (j) dışarıdan gelen popülerleri

kopyalarken, motive edici alternatif görüşlere

ilgisizlik veya düşmanlık, (k) egemen akademik

atmosfer ve güç ilişkilerinin geliştirici olma

yerine engelleyici ve yanlış yöne yönlendirici

olması gibi faktörler vardır.

İletişim araştırmaları konusunda tüm bu

olumsuzluklara rağmen, giderek artan farklı ve

anlamlı birikimlere sahip araştırmacıların alana

gösterdikleri artan ilgi ümit vericidir. Bu ilgiyle

bazılarının küreselleşen dünya ve Türkiye

koşullarında özgün ve bağımsız çalışma yapma

gereğini hissetmeleri, iletişim araştırmalarının

gelişmesine katkıda bulunacak önemli bir etken

gibi görünmektedir.

Page 219: Iletisim kuramlari

215

Kendimizi Sınayalım 1. Aşağıda Türkiye’de iletişim araştırmalarının oluşmasında ciddi gecikmelerin olmasına neden olarak sunulanların hangisi yanlıştır?

a. Şirketlerin bilgiye gereksinim duymaması

b. Bilgi üretimi örgütlenmeleri yoksunluğu

c. Ekonomik gelişmemişlik

d. Kurumsallaşmada geri kalmışlık

e. Tüketiciye özgür tercih sunma

2. Aşağıdakilerden hangisi iletişim araştırma larının durumunun göstergesi değildir?

a. Teknolojik araç üretimi

b. Akademik ilgi

c. Yöntem bilgisi

d. İzleyici ilgisizliği

e. Ulusal ve uluslararası koşullar

3. Lasswell’in formülünden hareket eden araştır-ma grupları aşağıdekilerden hangisini içermez?

a. Gönderenle ilgili araştırmalar

b. Mesajla/iletiyle ilgili araştırmalar

c. Geribesleme ile ilgili araştırmalar

d. Araçla ilgili araştırmalar

e. Alıcıyla/izleyiciyle ilgili araştırmalar

4. İletişim araştırmalarının oluşumunda rol alma-yan alan aşağıdakilerden hangisidir?

a. Sosyoloji

b. İnternet

c. Psikoloji

d. Siyaset bilimi

e. Retorik

5. İletişim araştırmalarıyla ilgili olarak aşağıda-kilerden hangisi yanlıştır?

a. Başlangıç deneysel araştırmalarla olmuştur

b. En çok “etki” üzerinde durulmaktadır

c. Daha çok izleyiciler incelenir

d. Alımlama izleyicinin aktifliğe dayanır

e. Çoğulculuk araştırmada bireye odaklanır

6. Türkiye’de iletişim araştırmasının gecikmesine neden aşağıdakilerden hangisi değildir?

a. Okur yazarlık koşulu

b. İletişim eğitiminin geç başlaması

c. Teknolojik üretimin doğası

d. Siyasal iktidarın karakteri

e. Bilimsel bilmeye ilginin azlığı

7. Türkiye’deki iletişim araştırmalarının yaygın özelliklerini aşağıdakilerden hangisi içermez?

a. Yöntemlerin batı merkezli olması

b. Özgün kuramlara dayanması

c. Kitle iletişimine odaklanması

d. Tasarım sorunları

e. Yöntem bilgisinin eksikliği

8. Aşağıdakilerin hangisi Türkiyede alternatif görüşlerle gelen araştırmaların özelliği değildir?

a. Yavaş gelişmesi

b. Marjinal seviyede olması

c. Genellikle kontrollü alternatif olması

d. Hepsinin Marxist olması

e. Yöntem sorunlarının olması

9. Aşağıdakilerden hangisi araştırmalarda yeni yönelim olarak nitelenmez?

a. Post-yapısalcı incelemeler

b. Post-modern incelemeler

c. Ampirik alan araştırmaları

d. Kültürel incelemeler

e. İnternet ve bilgi toplumu konusu

10. Aşağıdakilerden hangisi Türkiye’de iletişim araştırmalarının günümüzdeki durumunu yansıtmaz?

a. Pozitivist ampirik araştırmaların yaygınlığı.

b. Post-yapısalcı taklitçilik

c. Post-modern taklitçilik

d. Derleme kitap azlığı

e. Tezlerde tasarım ve yöntem sorunları

Page 220: Iletisim kuramlari

216

Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı 1. e Yanıtınız yanlış ise “İletişim Araştırmasına Giden Bilgi Üretimi” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

2. d Yanıtınız yanlış ise “Türkiye’de İletişim Araştırmaları: Gelişmesi ve Doğası” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

3. c Yanıtınız yanlış ise “Çalışma Alanları, Konuları ve Yönelimleri” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

4. b Yanıtınız yanlış ise “İletişim Araştırmaları: Gelişmesi ve Doğası” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

5. a Yanıtınız yanlış ise “Araştırma Tasarım ve Yöntem Bilgisi” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

6. a Yanıtınız yanlış ise “Türkiye’de İletişim Araştırmaları: Gelişmesi ve Doğası” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

7. b Yanıtınız yanlış ise “Türkiye’de İletişim Araştırmaları: Gelişmesi ve Doğası” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

8. d Yanıtınız yanlış ise “Alternatifler ve Kontrolü” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

9. c Yanıtınız yanlış ise “Araştırma Türleri, Alanları, Konular ve Yönelimler.” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

10. d Yanıtınız yanlış ise “Türkiye’de Günümüz- deki Durum” başlıklı konuyu yeniden gözden geçiriniz.

Sıra Sizde Yanıt Anahtarı Sıra Sizde 1 Gerekli eğitim, ekonomik ve siyasal yapılarının

ve bilgi birikiminin olmaması. Sıra Sizde 2

Teknolojik bilgi ve araç üretimi; uluslararası

yapıda Türkiye’nin konumu; örgütsel yapılar.

Sıra Sizde 3 Nermin Abadan’ın 1961’deki “Cumhuriyet ve

Ulus Gazeteleri Hakkında Muhteva Tahlili” ve

1964’deki “Türkiye’nin Üç Büyük Şehrinde

Radyo ile İlgili Halkoyu Yoklaması” yapıtı; 1960

sonları ve 1970’lerde Aysel Aziz ve Oya

Tokgöz’ün radyo ve televizyon izleme,

reklamlar, kadın ve siyasal katılım gibi konuları

içeren çalışmaları.

Sıra Sizde 4 Bilgi, ilgi, örgütlenme ve yönetim ile gelen

olumsuz etkiler. Örgütlenme ve ilginin artması.

Yararlanılan Kaynaklar Abadan, N. (1960). “Kütle Haberleşme Vasıtaları”, SBF Dergisi 15(1), 132-156.

Abadan, N. (1964). “Türkiye’nin Üç Büyük Şehrinde Radyo ile İlgili Halkoyu Yoklaması”, SBF Dergisi 19 (3-4), 71-102.

Abisel, N. (1982). “1928-1983 Dönemi Türkiye’sinde Sinema Üzerine Düşünceler”, Yıllık 1981. Ankara: A.Ü. BYYO Yayınları.

Abisel, N. (2006). Türk Sineması Üzerine Yazılar. 2. Baskı. Ankara:Phonix.

Adaklı, G. (2006). Türkiye’de Medya Endüstrisi, Neoliberalizm Çağında Mülkiyet ve Kontrol İlişkileri. Ankara: Ütopya.

Alemdar, K. (2001) İletişim ve Tarih. Ankara: Ümit.

Alemdar, K. (1981). Türkiye’de Çağdaş Haberleşmenin Tarihsel Kökenleri. Ankara: AİTİA.

Alemdar, K. ve Erdoğan, İ. (1998). “İletişim”, Cumhuriyet Döneminde Türkiye'de Bilim: Sosyal Bilimler II. Ankara: TÜBA, 1-10.

Page 221: Iletisim kuramlari

217

Aziz, A. (2006). Dünyada ve Türkiye’de İletişim Araştırmaları, Kültür ve İletişim, 9(1), 9-31.

Baltacıoğlu. İ. H. (1937). Kiliseci, Büyücü ve Emperyalist Filmler. Yeni Adam, 1937, S. 198, G. 2.

Başaran, F. (2000). İletişim ve Emperyalizm: Türkiye'de Telekomünikasyonun Ekonomi-Politikaları, Ankara: Utopya.

Bilgili, C. ve Uslu, Z. K. (2011). Kültürlerarası İletişim, Çokkültürlülük. İstanbul: Beta.

Bogard, W. (1996). The Simulation of Surveillance. Hypercontrol in Telematic Societies. Cambridge, England: Cambridge University Press.

Childe, V. G. (1967/1974). What Happened in History. NY: Pelican Books.

Dağdaş, E. ve Özer, Ö. (2011). Popüler Kültürün Hakimiyeti. İstanbul: Litera Türk.

Drahos, P. ve Braithwaite, J. (2003). Information Feudalism: Who Owns the Knowledge Economy? London: Eartscan.

Dursun, Ç. (2004). “Türkiye’de Haber ve Habercilik Çalışmalarının Genel Bir Değerlendirilmesi (1980-2003)”, Haber Hakikat ve İktidar İlişkisi. Der: Çiler Dursun. Ankara: Elips.

Erdoğan, İ. (1995). Uluslararası İletişim. İstanbul: Kaynak.

Erdoğan, İ. (1997). İletişim, Egemenlik ve Mücadeleye Giriş. Ankara: İmge.

Erdoğan, İ. (2000) Kapitalizm, Kalkınma, Postmodernizm ve İletişim. Ankara: Erk.

Erdoğan, İ. (2001). “Sosyal Bilimlerde Pozitivist-Ampirik Akademik Araştırmaların Tasarım ve Yöntem Sorunları”, Anatolia: Turizm Araştırmaları Dergisi 12, 17-34.

Erdoğan, İ. (2001a). “Popüler Kültürde Gasp ve Popülerin Gayrimeşruluğu”. Doğu Batı 15(2), 65-106.

Erdoğan, İ. (2005/2011). İletişimi Anlamak. Ankara: Erk.

Erdoğan, İ. (2007). “Temel Bilgiler: Eleştirel Yaklaşımlarda İletişim Anlayışı”, İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi 24, 153-198.

Erdoğan, İ. (2007a). “Temel Bilgiler: Eleştirel Yaklaşımlarda İletişim Anlayışı”, İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi, 25, 153-198.

Erdoğan, İ. (2007b). “Karl Marx, İnsan, toplum ve iletişim”, İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi 25, 199-228.

Erdoğan, İ. (2007c). “Siyasal Ekonomi ve Kültürel İncelemeler Çatışması”, İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi 25, 267-280.

Erdoğan, İ. (2008). Ampirik Araştırmada Sorunlar: TRT ve RTÜK Kamuoyu Araştırmaları üzerine bir inceleme. Ankara: G.Ü.İ.F.

Erdoğan, İ. (2012). Pozitivist Metodoloji ve Ötesi: Bilimsel Araştırma Tasarımı, İstatistiksel Yöntemler, Analiz ve Yorum. Ankara: Erk.

Erdoğan, İ. (2012b). “Missing Marx: The Place of Marx in Current Communication Research and the Place of Communication in Marx’s Work”, TripleC 10(2), 349-391.

Erdoğan, İ. ve P. B. Solmaz (2005). Sinema ve Müzik. Ankara: Erk.

Erdoğan, İ. ve Alemdar, K. (2010). Öteki Kuram. Ankara: Erk.

Erdoğan, İ. ve Alemdar, K. (2012b). Kültür ve İletişim. Ankara: Erk.

Frey, F. (1963). “Political Development, power, and communication in Turkey”, Communication and Political Development. Ed: L. Pye. NJ: Princeton University Press.

Geray, H. (2003). İletişim ve Teknoloji: Uluslar arası Birikim Düzeninde Yeni Medya Politikaları. Ankara: Utopya.

Girgin, A. (2007) Uluslararası İletişim. İstanbul: Der.

Gunaratne, S. A. (2010) “De-Westernizing communication/social science research: opportunities and limitations”, Media Culture Society 32, 473-500.

Hardt, H. (1997). “Beyond Cultural Studies - Recovering the 'Political' in Critical Communications Studies”, Journal of Communication Inquiry 21(2), 70-79.

Haye, Yves de la (1980). Marx and Engels on The Means of Communication. Paris: International general.

Page 222: Iletisim kuramlari

218

Kağıtçıbaşı, Ç. (1970). “Türkiye’de Sosyal-Psikolojik Araştırmaların Genel Görünümü, Gruplanması ve Bazı Problem Sahaları”, Türkiye’de Sosyal Araştırmaların Gelişmesi. Hacettepe Nüfus Etütleri Enstitüsü ve Türk Sosyal bilimler Derneği Seminerinde sunulan bildiriler, 23-25Şubat 1970. Ankara: Hacettepe Üniversitesi Yayınları D-11.

Kamhawi, R. and D. Weaver (2003). “Mass Communication Research Trends From 1980 to 1999”, Journalism & Mass Communication Quarterly 80 (1), 7-27, 7.

Kayalı, K. (2005). Türk Sineması Çalışmalarının Ulaştığı Düzey Konusunda Genel Bir Değerlendirme Denemesi. Türkiye'de İletişim Araştırmaları Sempozyumu, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi, 20-21 Ekim 2005.

Kellner, D. (1995) Media Culture. Cultural studies, identity and politics between the modern and the postmodern. London; New York: Routledge.

Kıray, M. (1970). “Sosyal Değişme ve Sosyal Bilimler”, Türkiye’de Sosyal Araştırmaların Gelişmesi. Hacettepe Nüfus Etütleri Enstitüsü ve Türk Sosyal bilimler Derneği Seminerinde sunulan bildiriler, 23-25 Şubat 1970. Ankara: Hacettepe Üniversitesi Yayınları D-11.

Kongar, E. (1970). “Araştırılacak Konu ve Sorunlarda Öncelikler. İçinde: Türkiye’de Sosyal Araştırmaların Gelişmesi”, Hacettepe Nüfus Etütleri Enstitüsü ve Türk Sosyal bilimler Derneği Seminerinde sunulan bildiriler, 23-25 Şubat 1970. Ankara: Hacettepe Üniversitesi Yayınları D-11.

McNeely, I. ve Wolverton, L. (2008). Reinven ting Knowledge: from Alexandrea to İnternet. New York: W.W.Norton &Company

Mosco, V. (1996). The Political Economy of Communication: Rethinking & Renewal. Thousand Oaks, CA: Sage.

Oskay, Ü. (1982) Müzik ve Yabancılaşma. Ankara: Dost.

Oskay, Ü. (1968). “Azgelişmiş Ülkelerde Deği şim ve Haberleşme”, Ankara üniversitesi Siya sal Bilgiler Fakültesi Dergisi, 238 (2), 239-284.

Özbek, M. (2010). Popüler Kültür ve Orhan Gencebay Arabeski. 9. Baskı. İstanbul: İletişim Yayınları.

Özer, Ö. (2011). Haber Söylem İdeoloji. İstan bul: Litera Türk.

Özer, Ö. (2012). Haberi Eleştirmek. İstanbul: Litera Türk.

Öztürk, S. (2008). Türkiye’de İletişim Düşüncesinin Kökenleri. Ankara: G. Ü. İletişim Fakültesi 40. Yıl Kitaplığı No:15.

Öztürk, S. R (2012). “Türkiye'de Sinema”, 1920'den Günümüze Türkiye'de Toplumsal Yapı ve Değişim. Der: F. Alpkaya ve B. Duru. Ankara: Phoenix.

Payaslıoğlu, A. T. (1970). “Türkiye’de Sosyal Araştırma Sorunları ve Çözüm yolları üzerinde bazı Düşünceler”, Türkiye’de Sosyal Araştırmaların Gelişmesi. Hacettepe Nüfus Etütleri Enstitüsü ve Türk Sosyal bilimler Derneği Seminerinde sunulan bildiriler, 23-25 Şubat 1970. Ankara: Hacettepe Üniversitesi Yayınları D-11.

Poster, M. (1990) The Mode of Information. Poststructuralism and Social Context. Chicago: The University of Chicago Press.

Sarı, E. (2005). İletişim Çalışmaları Alanında Dergicilik: İletişim Fakültelerinde Çıkan Dergiler Üzerine Bir Değerlendirme. Türkiye'de İletişim Araştırmaları Sempozyumu, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi, 20-21 Ekim 2005.

Selçuk, A. (2005). Dil-Kültür Bağlamında Kültürlerarası İletişim. Konya: Çizgi Kitapevi.

Shaw, D. L., Hamm, B. J. ve Knott, D. L. (2000). “Technological Change, Agenda Challenge and Social Melding: Mass Media Studies and the Four Ages of Place, Class, Mass and Space”, Journalism Studies 1 (1), 57–79.

Siebert, F. et al. (1956). Four theories of the Press. Urbana, ILL: University of Illinois Press.

Simpson, C. (1994). Science of Coercion: Communication Research and Psychological Warfare 1945-1960. New York: Oxford.

Soydaş, A. U. (2010). Kültürlerarası İletişim. İstanbul: Parşömen Yayınları.

Sungur, S. (2007). “Marksist Düşünce Sisteminde Kitle Kültürü ve Televizyonda Yayınlanan Çizgi Filmlerin İdeolojik İşlevlerine Bir Bakış”, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi, 2007,(30),125-140.

Tokgöz, O. (2006). “Türkiye’de İletişim Araştırmalarında İletişim Eğitiminin Rolü ve Önemi”, Küresel İletişim Dergisi 1, 1-12.

Page 223: Iletisim kuramlari

219

Tokgöz, O. (2000). “Türkiye’de İletişim Araştırmaları Nereden Nereye?”, Kültür ve İletişim, 3(2),12-30.

Tokgöz, O. (1972). “Haber Toplayan ve Satan Kuruluşlar: Haber Ajansları”, Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, (17)2, 143-157.

Tutal, N. (2006) Küreselleşme İletişim Kültürlerarasılık. İstanbul: Kırmızı.

Tutal Chevron, N. (2005). Popüler Kültür Araştırmaları : Batı’nın Kavramları Yerelin Olguları. Türkiye'de İletişim Araştırmaları Sempozyumu, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi, 20-21 Ekim 2005.

Türkoğlu, N. (2009). “Medya ve İletişim Çalışmalarının İçerisi-Dışarısı”, Methodos: Kuram ve Yöntem Kenarından. Der: D. Hattatoğlu ve G. Ertuğrul. İstanbul: Anahtar.

Turkle, S. (1995). Life on the Screen. Identity in the Age of the Internet. New York: Touchstone.

Uluç, G. (2003). Küreselleşen Medya: İktidar ve Mücadele Alanı. Ankara: Anahtar.

Uslu, Z. K. (2009). Bilinç Endüstrisinin İktidar ve Siyaset Pratikleri. İstanbul: Beta.

Üşür, İ. (1997). Ma'lumat Toplumu Ya Da Buharlaşan Herşey Katılaşıyor. Türk-İş Yıllığı, 293-320.

Uzun, R. (2007). “İstihdam sorunu bağlamında Türkiye’de iletişim eğitimi ve öğrenci yerleştirme”, İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi 25, 117-134.

Williams, R. (1977). Marxism and Literature. Oxford: Oxford University Press.

İnternet Kaynakları Cunningham, C. (1998). “Cultural Studies and the Politics of Knowledge Production”, http://lectures.eserver.org/1003

İnal, A. (2005). http://ilef.ankara.edu.tr/goru num/2005/12/iletisim-arastirmalari-etkin-platform-arayisinda/

Malott, C. (2009). “The Evolution of Knowledge Production in Capitalist Society”, http://radical notes.com/content/view/89/39/

Tezcek, Ö. (2007). “1980 sonrasında Türkiye’de bilgi üretiminin kurumsal değişimi: tepav örneği”, http://www.kongrekaraburun.org/gecmis_kongreler/2007/ozetler/C1_2.pdf