istanbul tarihi
TRANSCRIPT
(Resimlerin ve konunun istediğiniz sürede değişebilmesi için sayfalara otomatik geçiş koyulmamıştır. TIKLAYINIZ.)
Dizayn: FUNDA KALAYCIOĞLU
M.Ö.3000 hatta son buluntulara göre daha da önceki çağlardan beri kesintisiz bir uygarlık merkezi olarak kalmayı başaran dünyadaki ender
yerleşim yerlerinden biri olan İstanbul, geçmişten günümüze bir dünya başkentidir.
Şehir çağlar boyunca farklı kültürlere ev sahipliği yapmış, çeşitli din, dil ve ırktan insanların bir arada yaşadığı olağanüstü yapısını korumuş
ve tarihsel süreçte eşsiz bir mozaik halini almıştır.
İstanbul’un en eski tarihi mekanı olan Yarımburgaz Mağaraları, Küçükçekmece Gölü’ne
1,5 km. uzaklıktadır.Balkanlardan Ortadoğu’ya kadarki coğrafyada bulunan en eski iki yerleşim yerinden biri olan mağarada yapılan kazılarda insan kültürüne ait ilk izlere rastlanmış olup bu izlerin her ne kadar inanılmaz gibi görünse de 400.000 yıl öncelere
uzandığı anlaşılmıştır.
Taş aletlerin sayısı insanların mağarada yeterince zaman
geçirdiğini göstermekteler. Ancak arkeologlar, bulunan hayvan
fosillerindeki alet izlerinin azlığı nedeniyle o dönemde bitkisel beslenmenin tercih edildiğini
düşünüyorlar.
Bulunan kap kaçak türü buluntuların incelenmesiyle mağara ve civarının,
süregelen yüzyıllar boyunca farklı kültürlere yaşam yeri sağladığı anlaşılmıştır.
Taş endüstrisine ait ele geçen örneklerin sayıca fazlalığı yanında, hiç kesintisiz devam eden kültür tabakaları da bu yerin insanlarca kullanım süresinin göreli uzunluğuna işaret eden kanıtlar olarak değerlendirilmektedir.
Burada, değişik dönemlerde İstanbul Üniversitesi tarafından gerçekleştirilen kazılar
neticesinde üç temel kültür evresi ortaya çıkartılmıştır.
Bunlar alt tabakalardan yukarıya doğru, Paleolitik Çağ(M.Ö.5000 den öncesi Taş
Çağı), Kalkolitik Çağ(M.Ö 5000-3000 arası Bakır-Taş Çağı) ve Bizans
dönemleridir. Yandaki resmi görülen üst mağaranın Bizanslı keşişler tarafından kilise ve
manastır olarak kullanıldığı anlaşılmıştır.
Yenikapı’daki Marmaray inşaatı sırasında ve yüzyıllarca İstanbul’un sebze gereksinimini
karşılaması nedeniyle ‘Langa Bostanları’ olarak anılan yerde 2004 Kasım’ında
arkeolojik kazılar başlatılmıştır. Bu kazılarda rıhtımı, mendireği, 32 adet gemi
batığı ve çok sayıda günlük kullanım eşyasıyla, Bizans İmparatorluğu’nun en büyük
limanlarından olan ve M.S. 379-395 yılları arasında inşa edilen Theodosius Limanı ve
bunun yanı sıra Konstantinapolis’in ilk surları gibi buluntular gün yüzüne çıkarılmıştır.
Bayrampaşa Lykos Deresi’nin getirdiği alüvyonlar zaman içinde limanı kullanılmaz hale getirmiştir.
Üzeri tamamen çamur tabakasıyla kaplı olan Limandan çıkarılan buluntular incelendiğinde,
bataklık ortamında bakteri yaşamadığı için deri, iskelet, ahşap gibi organik maddelerin bozulmadan korunduğu görülmüştür.
Özellikle sayıları 32yi bulan gemi kalıntıları arkeolojik açıdan eşsiz değerdedir.
Kazılar sırasında bu gemilerle birlikte, tahıl ve sıvı yağ taşımada
kullanılan anforalar, çanak, çömlek, seramik eşyalar, gümüş
ve altın paralar gün yüzüne çıkarılmıştır. Bol miktarda ahşap taraklar, deri sandalet tabanları, İznik seramikleri, gümüş ve altın sikkeler ve ibrikler bulunmuştur.
Yapılan kazılarda Konstantin surları da gün ışığına çıkarılmıştır.
‘Yüzada’ olarak adlandırılan bölge, 4. yüzyıldan itibaren kullanılan limanın bitiş noktasında
bulunan mendireğin ve bu mendireğin üzerinden geçen Konstantin ve Theodosius Surları’nın bir
arada bulunduğu bir düğüm noktası olarak tanımlanabilir.
‘Yüzada’ çeşitli dönemlere ait mimari yapıların en yoğun gözlemlendiği alan olarak dikkat
çekmektedir. Alanda Geç Roma devri duvar kalıntılarına, Bizans'a tarihlenen ve çok sayıda kandilin bulunduğu tonozlu bir galeriye ve Geç
Bizans devrinden tonozlu mezar yapılarına ulaşılmıştır.
Fakat İstanbul’un tarihini değiştiren asıl buluntu, kazı alanında meydana gelen bir kaza sonucunda rastlantısal olarak
gün ışığına çıkarılmıştır.Bir evin tabanında bulunan mezardaki bir
iskelet, M.Ö. 6500'lere tarihlenmektedir ve bu bilgilerle, İstanbul’un Bizanslılar
tarafından kurulduğu şeklinde biline gelen tarihi tamamen değişmiş olmaktadır.
Neolitik dönemde ahşap ızgara üzerine yatırılmış bu iskeletin, Anadolu ve Avrupa’da bilinen başka bir örneği bulunmamaktadır.
Başı batıya, ayakları doğuya getirilerek gömülen iskeletin ayakucunda, içinde çocuk iskeleti bulunan bir de çömlek
mezar bulunmuştur.İskeletin yatırılmış olduğu ağaçlar yapıları
korunmuş bir şekilde gün ışığına çıkarılmıştır. Tarih öncesi dönemden ölü
gömme adetleri ile ilgili günümüze ulaşan en iyi örnek olan buluntu, İstanbul’un en
iyi korunmuş en eski insanıdır.
Aynı zamanda, Tarihi Yarımada’da bugüne kadar tespit edilmiş Neolitik döneme (MÖ 5800 ile 6300)
ait ilk yerleşim yeri yine bu bölgede ortaya çıkarılmıştır.
Deniz seviyesinin yaklaşık 6 metre altında, mimari kalıntıların yanı sıra, çanak çömlek, kemik, ahşap, çakmaktaşı aletler ve gömü
hediyeleriyle birlikte bulunan mezarların açığa çıkarıldığı bu yerleşim, hem İstanbul’un hem de
tarih öncesi Avrupa kültürlerinin kökenini, gelişimini göstermesi açısından son derece
önemli bir buluntu yeri haline gelmiştir.
Ayrıca döneme ait buluntular arasında yer alan ahşap oyma aletin Anadolu ve Avrupa’da örneği
bulunmamaktadır. Beraberinde bulunan kano kürekleri ise binlerce yıl önceki kültüre ilişkin çok değerli bir
buluntudur.Kazılar sırasında bulunan tatlı su tabakası, o
yıllarda Marmara ve Karadeniz’in (Hazar’la birleşik) bir göl olduğunu göstermektedir. Bu kalıntılar Marmara’nın göl olduğu, İstanbul ve Çanakkale boğazlarının henüz açılmadığı tarihlere işaret etmekte, muhtemelen o tarihlerde İstanbul sakinlerinin bir göl kenarında yaşamakta
olduklarını göstermektedir.
Küçükçekmece'deki Bathonea antik kenti, Amerikan Arkeoloji Enstitüsünün
yayınında, 2009'un dünyadaki en önemli keşifleri sıralamasında ilk 15
içinde yer almaktadır. Antik kaynaklarda söz edildiği halde yeri bugüne kadar tespit edilememiş 2700 yıllık "Bathonea" antik kentinin
deniz feneri de sualtında bulunmuştur.
Denize uzanan 60 metrelik mendirek ve antik fener, 2,5 km. uzunluğunda, 1.5 metre
yüksekliğindeki surlarla çevrili Bathonea'nın önemli bir liman kenti olduğunu ortaya
koymaktadır. 10 bin metre kareden fazla bir alanı kaplayan
Bathonea Limanının Theodosius Limanından 30 kat daha büyük olduğu hesaplanmıştır.
Roma imparatorluğunun bu büyük limanının MÖ 7. yüzyılda kurulan Byzantion ile çağdaş
olabileceği sanılmaktadır.
Klasik dönem kalıntıları farklı dönemlere ait iki adet ayrı liman ve
kilometrelerce uzanan sahil duvarlarını içermektedir. Büyük olan liman, uzun dalgakıranı ve feneriyle M.Ö. 4. veya 7.yüzyıla tarihlenmeye çalışılırken, daha sonraya tarihlenen kalıntılar arasında Helenistik çanak-çömlek parçaları da bulunmaktadır.
Buluntular karada da devam etmekte, ızgara sistemli, teraslar halinde göle doğru uzanan bir
kente ait izler, yukarıdaki bir tapınağa ait olduğu düşünülen sütunlarla buluşmaktadır. Milattan önce 2. yüzyıla ait Korint sütun başlığı ise bu döneme ait önemli bir binanın varlığına işaret
etmektedir.Kalıntıların bitiminde rastlanan Roma dönemine
tarihlenen yol ise oldukça belirgin ve iyi durumda görülmekte ve antik Fenere kadar uzanan bu yol, antik limanın kuzeyindeki kenti boydan boya kat
etmektedir. Arkeologlar yolun, Roma imparatorluk yollarından 'Via Egnetia', yani
imparatorluğun önemli arterlerinden biri olduğuna inanmaktalar.
Limanın arkasında bir sarnıcın izleri görülmekte, Roma yolunun kıyısında eski bir Osmanlı hamam yıkıntısı bulunmakta ve Yarımadanın içlerine doğru 3 kilometrelik kıyı boyunca yeşil alanlarda tarihi kalıntıların olduğu düşünülmektedir. Hala tarla olarak kullanılan alanın altında, tarih öncesi neolitik döneme ait bulgular ve bir
mezarlık (nekropol) alanı bulunmaktadır.Hem ilk tarımın yapıldığı Neolitik çağ kalıntıları hem de Roma İmparatorluğu'nun en
büyük liman kentlerinden birinin kalıntıları ile Bathonea, İstanbul’un tarihi yarımadasına eşdeğer bir tarihi öneme sahip olan ikinci yarımadasıdır.
Sadece Türkiye'nin değil, belki de dünyanın en eski yerleşim alanlarından olan Fikirtepe Höyüğü'nde, zamanımızdan yaklaşık 9.000
yıl önceye tarihlenen yapı katları ile çok sayıda keramikler gün yüzüne çıkarılmıştır.
Kazılarda olasılıkla sapantaşı; vurgu taşı olarak kullandıkları küresel biçimli taşların yanı sıra tokmaklar, havan elleri, havanlar, öğütme taşları gibi taş aletler, cam, çekiç olarak kullanılan taşlar, inci taneleri, firuze
taşı, tunçtan yapılmış ok ucu, balık iğnesi ve diğer çeşit iğneler bulunmuştur.
Bu yerleşme yerinde koyun, keçi, sığır ve domuz gibi hayvanların evcilleştirilmiş olduğu kesinleşmiştir. Yunus ve 13 cins
balığa ait hayvan kemikleri teşhis edilmiştir. Kefal, levrek, istavrit, izmarit, mercan, turna
balığı, tatlı su levreği kemikleri bulunmuştur.
Fikirtepe'lilerin aynı zamanda iyi bir avcı toplum olduğunu gösteren yabani
hayvanlara ait kemikler de saptanmıştır. Geyik, yaban domuzu ve yaban sığırı belli
başlı yakalanan hayvanlardandır.Fikirtepe’de yeni Pazar yeri projesi
Erkmen Senan
Kadıköy’ün Kuşdili Caddesi, Kurbağalıdere, Söğütlüçeşme, Yoğurtçu Parkı, Altıyol, Hasanpaşa, Yeldeğirmeni, Rıhtım Caddesi gibi bir çok yerinde
kazı çalışmaları yapılmıştır.Söz konusu bölgede Neolitik Dönem’den Roma Dönemi’ne kadar çok geniş bir zaman aralığına yayıldığı anlaşılan çok sayıda kültür varlığına
rastlanılmıştır.
Erkmen Senan
Kalkhedon Kentinin, Anadolu kıyılarına yönelik Helen göçleri sırasında, M.Ö.685 yılında, Yunanistan'daki Megara kentinden gelen göçmenler tarafından bugünkü Moda Burnu ile Yoğurtçu
Parkı arasında kalan yerde kurulduğu bilinmektedir.
Ünlü Yunan tarih ve coğrafyacısı Strabon, kentten " Denizden biraz içerilerde, içinde küçük timsahların yaşadığı bir pınar vardı " diye söz
etmiştir.İçinde timsahlarin bulundugu pınarın,
Koşuyolu’ndan inip, HaydarpaşaÇayırından geçerek Haydarpaşa
limanına dökülen derenin kaynağı olduğu söylenir.
M.S.I yy.’da ortaya çıktığı düşünülen bir efsaneye göre Byzas, Yunanistan'daki Megara'dan, yeni bir yurt aramak
için yola çıkan göçmenlerin başkanıdır. Delphoi kahininin kendilerine yeni yurtlarının " körler
ülkesinde" edinmelerini öğütlemesi üzerine, göçmenler 17 yıl önce kurulan Khalkedon'un ahalisini, bu güzel
yerin üstünlüklerini göremediklerinden dolayı kör farz ederek, gerçek şehrin ilk çekirdeğinin temelini burada
atmışlardır.
Herodotos da benzer bir hikayeyi anlatır ve ilk Khalkedon'luları kör farz eden kişiyi Pers kralı Darius’un
generali Megabyzos olarak gösterir.
Fotoğraf . Haydarpaşa Panoramik
Yazılı kaynaklarda, Kalkhedon kentinin biri Haydarpaşa koyuna açılan, diğeri ise olasılıkla Kurbağalıdere girişinde
bulunan iki limanından söz edilmektedir.
Ayrıca arkeologlar, Kurbağalıdere girişinde yer alan liman boyunca uzanan bir caddenin Kalkhedon’u İzmit’e bağladığını belirtmekteler.
Söğütlüçeşme Caddesi ve Gazhane'de bronz çağına ait eserler, Moda Burnu'nda ise, topraktan yapılmış kandiller, üzerinde boyalı nakışları olan vazolar, öküz heykeli, sakallı erkek başı ve Khalkedon kitabesini ihtiva eden tunç bir levha bulunmuştur. Kadıköy'de bulunan eserlerin benzerleri
Troia'da Hisarlık Bölgesinde de görüldüğünden, Khalkeidon ile Troia
arasında ticari ilişkiler olduğu düşünülmektedir.
Fotoğraf : Kuşdili Panoramik
Fotoğraf : Bozdoğan Sukemeri
Bizans döneminde daha da gelişen Khalkedon 451'de Piskoposluk merkezi
olmuş ve burada Khalkedon Konsili toplanmıştır.
Antik Khalkedon'dan günümüze ulaşabilen herhangi bir eser
bulunmamaktadır. İstanbul'a Bizans Döneminde su taşıyan Bozdoğan
Kemeri'nin, MS IV.yy’da Khalkedon surlarının taşları ile yapıldığı
bilinmektedir.
Tarihi kaynaklara göre Pendik M.Ö. 5000'lerden beri yerleşim alanıdır. İstanbul Boğazı ile Sakarya nehri arasındaki bölgenin jeopolitik ve
jeostratejik özelliği sebebiyle çok sık el değiştirmesi yüzünden, söz konusu
bölgede bulunan Pendik de çok farklı milletler tarafından ele geçirilmiştir.
MÖ. 1200'lerde bu bölgede Makedonyalılar'ın olduğu ve MÖ. 8.
yy.da Roma Imparatorluğu'nun, daha sonra da Bizanslıların egemenliği ele
geçirdiği biliniyor. Pendik Höyüğünün Fikirtepe yerleşme yeriyle birlikte Kuzey Batı Anadolu’nun en eski
Neolitik Çağ yerleşim yeri olduğu düşünülmektedir.
Pendik’in 1 kilometre doğusunda yer alan höyükten çeşitli zamanlarda yapılan kazılarda
geometrik desenli kadeh, küp, testi, iğne, olta, kemikten yapılmış eşyalar, kaşık, ıspatula, cilalı balta, Anadolu ve Balkan
özelliklerini taşıyan bir kadın heykelciği, az sayıda hayvan heykelciği parçaları, saplı
damgalı mühür atma taşları ve balıkçılıkta kullanıldığı anlaşılan taş ağırlıklar
bulunmuştur.
1986 yılındaki kurtarma kazılarında kulübe tipi yapıların yanı sıra kahverengi ve siyah renkli çanak-çömlekler
bulunmuştur. Burada ortaya çıkarılan Höyükte insanların tarım yaptıkları, balıkçılık ve avcılıkla geçindiklerini gösteren
bulgular ele geçmiştir. Höyüğün güneydoğu kısmındaki küçük koyun; Pendik
Neolitik Çağ balıkçı-avcı köylülerinin kayıklarını; dalgalardan korumak için çektikleri koy olduğu; hatta bu koyun o
dönemde daha içeri girdiği iddia edilebilir. Ayrıca Friglerin Anadolu'daki Frig devletini kurmadan önce
bir süre İstanbul Boğazı ile Sakarya Nehri arasındaki bölgeye yerleştikleri, daha sonra Friglerin bir kolu olan Bebriklerin buraya yerleşerek Bebrikya ismini verdikleri
bilinmektedir.Kurfalı eteklerinde ve Çınardere yakınında,
eski adı “Çopani” olan Kubbeli Sarnıç, 4.80x4.70 metre ebatlarında olup kubbesi
6 adet kolon üzerinde durmaktadır.
Kalıntıları pek çok araştırmacının dikkatini çeken, tuğladan yapılmış
silindirik su sarnıcının ise toprak içinde yer alan almakta olup, bahçe sulama işlerinde kullanıldığı düşünülmektedir.
Pendik’in bir kilometre doğusundaki tarih öncesi bir yerleşim yeri olan Temenye Burnu ve Temenye
Koyu’nda yapılan kazılarda ise, 1 ile 5 metre çapında taban düzlemleri olan, oval veya yuvarlak biçimli
kulübeler olduğu ortaya çıkmıştır. Bulgular, Temenye’nin Pendik’ten daha eski bir
tarihi olduğunu işaret etmekteler. Bizans döneminde “Kasilaos” diye adlandırılan
Temenye’de, Hz. Yahya Kilisesi olarak da bilinen Saint Jean Babtist Kilisesi, Ayios İoanis Prodromos Ayazması ve kilisenin arkasında Yunan ve Rum dönemlerine ait
mezarlıklar bulunmaktadır.
Kınalı Höyüğündeki kazılarda Geç kalkolitik Çağa inen buluntularla karşılaşılmıştır. Burada ele geçen keramiklerin Troia I. dönemi ile
çok yakın benzerlikleri bulunmaktadır. Bu benzerlikten ötürü Silivri yöresinin MÖ.3000 yılında Troia ile bir bağlantısı
olduğu düşünülmektedir. Büyük olasılıkla her iki bölge arasında bir kültür alış verişi bulunmaktadır.
Yörenin bundan sonraki dönemi kısmen karanlık olmakla birlikte, ilk yerleşimin MÖ.1200 yıllarında Thraklar tarafından yapıldığı kabul edilmektedir.
MÖ.750-550 yılları arasında Yunanistan’da başlayan kolonizasyon hareketi Ege, Marmara Denizi ve Boğazları geçtikten sonra Karadeniz kıyılarına kadar
yayılmıştır. Silivri’nin bulunduğu yerdeki Selymbria kenti de Dorlar tarafından kurulmuştur. Bu kolonizasyon sırasında İzmit’te Astakos, Kadıköy’de Khalkedon
ve Silivri’de de Slymbria kurulmuştur.
Bu konuda yapılan çalışmalar 1000 yıl önceki büyük depremde batan en az bir ada olduğunu göstermiştir. Bazı yerbilimcileri ise bu adanın su altında kalmasının
depremle değil, kutuplarda buzulların erimesiyle Çanakkale Boğazı’ndan gelen deniz suyunun, o yıllarda bugünkünden 120 metre daha düşük seviyede bir göl
olan Marmara’da su seviyesini yükseltmesi sonucu olduğunu söylemekteler.
Su altında yapılan çalışmalarla, Vordonisi Manastırı gibi tarihi kalıntılar ortaya çıkarılmıştır.
Eski kitaplarda Prens adalarından ‘10 tane’ olarak söz edilmekle birlikte
gerçekte sayının 9 olması tarihçileri hep kuşkuya düşürmüştür.
Büyük ve küçük Vordonisi(Vordonos) olmak üzere, iki küçük batık adanın
söz konusu olduğu ise başka bir iddiadır.
‘Byzantion’ şehri, M.Ö.685 yılında Megaralıların Khalkedon(Kadiköy)’a yerleşmelerinin hemen
ardından, M.Ö.667 de Megaralı Byzas tarafından, tarihi yarımadanın doğusunda Sarayburnu
civarında kurulmuştur.
M.Ö. 196'da Byzantion Roma İmparatoru Septimius Severus tarafından
Roma Bağımsızlık Bildirgesi'yle Roma İmparatorluğu'na dahil edilerek resmen
Roma İmparatorluğu'nun hakimiyeti altına girmiştir
Byzantion İmparator Vespasian döneminde hızlı bir Latinleştirme
politikasına tabi tutulmuş, adı Latince ‘Byzantium’ olmuş ve Roma
İmparatorluğu'na tam bağlı önemli bir vilayet haline gelmiştir.
Konstantin, şehri kurma emri alıyor /Philadelphia Museum of Art
330 yılında şehir ‘Byzantion’ adıyla, I. Konstantin tarafından
Roma İmparatorluğu'nun başkenti ilan edilmiştir.
Kentin ismi imparatorun ölümünden sonra onun anısına Byzantium'dan ‘Konstantinopolis'e
çevrilecektir. Roma'nın istilası ve yıkılmasıyla onun yerine geçen
Konstantinopolis şehri, 395'de Doğu Roma İmparatorluğu'nun başkenti olmuştur.
Konstantinopolis, Batı Roma İmparatorluğu'nun yıkılmasından
sonra zamanla adı Bizans İmparatorluğu'na dönüşen devletin
395'de başkenti olmuştur. Konstantinopolis erken ortaçağda
da yine dünyanın en parlak ve zengin şehridir.
1204 -1261 yılları arasında Latinlerin işgaline uğrayan Konstantinopolis
bu kez de Latin İmparatorluğu'nun başkenti haline gelmiştir.
Resim : Konstantinopolis’in zaptı 1204 /Jacopo Tintoretto
Latin egemenliğinden sonra Konstantinopolis tekrar ve
1453'e kadar Bizans İmparatorluğu'nun başkenti
olmuştur.
Milyon Taşı, Bizans İmparatorluğu'nda Konstantinopolis şehrine ulaşan tüm Antik Roma yollarının başlangıç noktası ve
dünya üzerindeki diğer şehirlerin bu şehre olan uzaklığının hesaplanmasında kullanılan ‘Sıfır Noktası’dır.
İtalya'da Roma şehrinde bulunan bir diğer anıt olan ‘Milliarium Aureum’ ile aynı işlevi görmektedir. Bizans'ın
yeniden inşaası ve başkent kimliğini kazanması esnasında yapılan birçok görkemli anıt gibi İmparator I. Konstantin tarafından 4. yüzyılda yerleştirildiği düşünülmektedir.
Kalıntılar Aya Sofya camii karşısında Sultanahmet Meydanı'nın kuzeybatı köşesinde Yerebatan Sarnıcı'nın
girişinin yakınında, tramvay yolunun yanında bulmaktadır.
Fatih Sultan Mehmet’in 1453 yılında şehri alarak Orta Çağı kapatıp Yeni Çağı açmasının ardından ‘Konstantiniyye’ adını alan şehir, bu dönemde büyük bir cihan
imparatorluğunun başkenti olmuştur, Üç kıtada yayılan toprakları 400 yıldan uzun süre hakimiyetinde bulundurmayı
başarmıştır.
Fotoğraf : www.uncp.edu
İstanbul, 1923 yılında kurulan Atatürk Türkiye’sinde de binlerce yıllık geçmişine dayalı bir kültür başkenti olma özelliğini korumaktadır.
FUNDA KALAYCIOĞLU