kaŞgar notlari... · 2017. 9. 28. · sıkıútıkça, yeni esir edilmi vahi bir hayvanın olduğu...

67
KAŞGAR NOTLARI ALİ RIZA ARICAN 6 10 Haziran 2017 Changzhou (Çanco), ÇİN

Upload: others

Post on 08-Feb-2021

0 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

  • KAŞGAR NOTLARI

    ALİ RIZA ARICAN

    6 – 10 Haziran 2017

    Changzhou (Çanco), ÇİN

  • © 2017 Ali Rıza Arıcan. Tüm hakları saklıdır. Bu ekitap, Ali Rıza Arıcan (yazar) tarafından publitory.com’da yaratılmış ve yazarın kendisi tarafından Creative Commons Attribution-NonCommercial-NoDerivs CC BY-NC-ND lisansıyla (http://creativecommons.org/licenses/by-nc-nd/4.0/legalcode) yayınlanmıştır. Bu ekitap dosyası, yazara atıftabulunmak, içeriği herhangi bir değişikliğe uğratmamak ve ticari amaçla kullanmamak kaydıyla paylaşılabilir. Bu kitabın UUIDsi b19aed16-a3e1-11e7-94cd-3bc890544e3e

  • 1. Sincian’da Zaman

    “Muhterem hanımlar ve efendiler” diye söze giriş yapan uçak içi anonsuyla başladı Kaşgar maceram. “Boldu”yu, “makûl”u, “yahşi”yi, “hoş”u ve “çüşhanmadım”ı çalışmıştım ama aşina olduğum bunca kelimenin bir anda karşıma çıkacağını beklemiyordum açıkçası. Yabancı yüzlerin arasından gelen tanıdık seslerin, birbiri ardına sıralanma olasılıksızlığının istatistiksel anlamlılığı artırdı hevesimi. Daha çok çalışmalıydım Kaşgar’ın dilini, oraya varana kadar birkaç cümle kurabilecek kadar kavramalıydım. Sınava hazırlanan bir öğrenci gibi kelime tekrar ettim yol boyunca, kendi kendime konuştum, cümleleri günümüz Türkçesinin harfleriyle yazdım, kelimeleri değiştirip yeni cümleler ürettim. Ve yolculuk çabucak geçti, Şanghay’daki ufak tefek aksaklıklara –Sabahın köründe Hongqiao’dan kalkacak uçak için Pudong’un dibinde ucuz bir otelde kalmak gibi dalgınlığıma ve heyecanıma verilebilecek türden…- rağmen.

    https://sessizkuyu.blogspot.ae/2017/06/kasgar-notlar-1-sincianda-zaman.html

  • Urumçi’ye inişin tersine Kaşgar’a iniş sarsıntısızdı. Dağlardan daha uzak burası, rüzgârı da bu yüzden daha az sanırım. Havaalanı oldukça küçük, alt yüz bin nüfuslu bir yerleşim merkezine fazla bile olabilir. Çanco tren istasyonu kadar ya vary ya yok! Çok vakit kaybetmeden dışarı çıkıyorum. Taksiler taksimetreyi açmayı reddedince çıkış kapısının karşısında bekleyen minibüse atladım. Kapının karşısındaki ikili koltuğa kuruldum. Zaten her yer çanta dolu, kıpırdamak neredeyse imkânsız. Gideceğim yeri harita üzerinde gösterdim şoföre. “Boldu” dedi büyük bir ciddiyetle, sesi ağzından çıkan sigara dumanı gibi bulutluydu, bir o kadar da tahriş olmuş boğazının izlerini taşıyordu. Araba daha dolmamıştı ki kontağı çevirdi ve gaza bastı.

    Havaalanından çıkınca yol kenarları boyunca omuz omuza vermiş uzun kavak ağaçlarını görünce hayret etmedim desem yalan olur. En son bir buçuk yıl önce, Türkiye’deki köyümde görmüştüm kavakları. Bana çocukluğumun ıssız öğleden sonralarını anımsatırlar hep, herkesin –bana hain bir kumpas kurmuşlar gibi- gizli bir köşeye çekilip sokakları yaprakların hışırtısına bıraktığı yaz ikindilerini… Kavak ağaçlarının seyrekleştiği yerlerde tarlaları görebiliyordum. Hasat vakti gelmiş buğdayı, adam boyunu geçmiş mısırları, uzaktan bakınca göze çok da ihtişamlı görünmeyen üzüm bağlarını, çok çok ilerideki dağları ve onların çıplak tepelerini beyaz bir külah gibi kapatan karları seçebildim tek tek. Biçerdöverler işbaşındaydı buğday tarlalarında, köylüler e-bisikletle gidip geliyorlardı ana yolun kenarındaki dar ve tozlu patikada. Kavakların verdiği heyecan henüz bitmemişti ki resmi üniformalı, omuzlarında otomatik silahlarıyla bekleyen, çelik yelek giymiş polisler belirmeye başladılar yol boyunca. Her iki yüz – üç yüz metrede konuşlanmış polis kontrol noktaları ürküttü beni biraz. Şehre yaklaştıkça artıyordu barikatların, dikenli tellerin ve metal tarayıcıların sıklığı. Polis kontrol noktalarının olmadığı yerlerde de yürüyen, sırt sırta vermiş bir duruşla bekleyen, yoldan geçenlere kimlik soran polisler vardı. İkili, üçlü, nadiren de dörtlü halde hareket eden siyah üniformalı, kırmızı kolçaklı iri yarı polislerin standardize edilmiş giyim kuşamına inat ellerinde taşıdıkları sopaların farklı renklerde ve boyutlarda olması ister istemez çekti dikkatimi. Kimisi yeşil, kimisi kırmızı, kimisi beysbol sopası gibi tombul, kimisi oklava gibi uzun… Memurun tercihine mi bıraktılar acaba

  • sopanın uzunluğunu ve kalınlığını? Polisler her yerdeydi evet, öyle ki herhangi bir sokağın herhangi bir yerinde dursam ve olduğum yerde 360 derece dönsem, en az iki polisi yürürken ya da beni izliyorken görebilirdim. Sadece var olmayı değil, aynı zamanda varlıklarının hissedilmesini de istiyorlardı. Ne kadar uğraştıysam da, "benim güvenliğim için buradalar" düşüncesine sahip çıkmaya çalıştıysam da, alışamadım varlıklarına bir türlü, onların yakınlarda bir yerde olduklarını bildiğim zamanlarda içimde acı bir huzursuzluk hissettim. Gerekçesini zamanla ortaya çıkaracak haklı bir huzursuzluktu bu, estetik kaygılardan uzak net bir rahatsızlık.

    Şehre girince insanların ve arabaların sayısı gibi tozun yoğunluğu da arttı. Açık alanda kendisini belli etmeyen toz, binaların arasına sıkıştıkça, yeni esir edilmiş vahşi bir hayvanın olduğu yerde tepinmesi gibi dolanıp durmaya başlamıştı. Kalacağım konukevine varıp, çantamı yatağın üzerine atar atmaz kendimi sokaklara saldım. Bir an önce görmek, bir an önce deneyimlemek istiyordum Çin’in en batısında yaşayan ve aradan geçen yüzyıllara rağmen beş bin kilometre uzakta konaklamış akrabalarıyla aynı dili, aynı dini ve benzer bir kültürü paylaşan bu insanların yaşamlarını. Gaokao tatilim beş gün ama iki gün uçak yolculuklarıyla geçeceği için –gece uçuşu yok maalesef-toplamda üç tam günüm var. Bu üç günü iyi değerlendirmeli, bir yandan keyfini çıkarırken bir yandan da mümkün olduğunca çok şey öğrenmeliydim. Vakit geç olmuştu ama hava kararmamıştı henüz. Ne İdkah Camisi’nin ışıkları yakılmıştı, ne de caminin altındaki kitapçılar kepenklerini indirmişlerdi. İftar vaktini yaşlarına yakışan bir sabırla bekleyen ihtiyar amcalar, bir yandan gümüş renkli gözleriyle yoldan geçenleri izlerken bir yandan da aralarında mırıldanmaya devam ediyorlardı.

    Bir süre cami etrafında oyalandım, içeriye girmeye çalıştım ama ziyaret saati olmadığı için metal tarayıcıya bile yanaştırmadılar. “Türkiye’denim” dedim, dinlemediler. Kitapçılara girip çıktım, Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu’sunu bu kitapçıların birisinde gördüm. Kitabın adı aynı Türkçe’deki gibi, yazılışı doğal olarak Uygur (Arapça-Farsça karışımı) alfabesiyle. Kitapçıyla konuştuk biraz. “Muallim” olduğumu söyledim ona, el sıkıştık, biraz oturdum gösterdiği

  • iskemleye. Sonra çıktım, meydanda amaçsızca gezindim. Hediyelik eşya satan dükkânlarda hemen hemen hep aynı şeyler satılıyordu. Renkli takkeler, incik boncuk, Avrupai şapkalar, süs eşyaları ve yeşim benzeri taşlardan tasarlanmış takılar, oyuncaklar, ahşap araç gereçler... Deve heykelleri önünde fotoğraf çekilen yerel halktan gençler, Türkçe pop müziği –adını bilmediğim ama tanıdık gelen bir sesti- eşliğinde arabalı dönme dolaba binen çocuklar, heyecanlı gözlerle bu çocukların neşesini izleyen ebeveynler, beyaz güvercinlere yem atan çocuklar, büfelerin önlerine konmuş parasolların altında soğuk meşrubatlarını içen gençler... Bir iki fotoğraf çektikten ve çocuklarla şakalaştıktan sonra meydanın öteki köşesine geçtim. Burada da sadece turistik eşyalar ve giyecekler satılıyordu. Alışverişten haz alan bir insan olmadığım için ve alışveriş hakkımı son günün akşamına sakladığım için hiçbir şey almadan ayrıldım İdkah Meydanından. Önce caddeye çıktım ve ilginç bir şeyler bulurum niyetiyle –aklımda Halk Parkı’nın arkasında kalan Mao heykeli vardı nedense- yokuş aşağıya indim. “İçinde kaybolamıyorsan o şehri sevememişsin demektir.” gibisinden beylik bir laf peydahlandı dilimde. Güldüm geçtim ve izlemeye koyuldum önümde akan canlı resimleri:

    Topuz yapılmış saçlarının üzerine parıltılı tokalar takmış kadınlar gördüm ilkin, tokaların ve saçın geri kalanını tül gibi ince, benekli bir başörtüsüyle örtmüşlerdi. Saçları yanlardan taştığı gibi tülün altından da görünüyordu. Dinsel bir vecibeden çok yöresel bir gelenek izlenimi veriyordu ilk bakışta. Ellerini nereye koyacağını bilmediğinden olsa gerek belinin arkasından birbirine kavuşturan kahverengi ceketli, gri pantolonlu, kalın bıyıklı, siyah kasketli amcalar gördüm. “Köstekli saatleri de var mıdır acaba?” sorusu geçti aklımdan birkaç kere, gidip soramadım tabii ki. Başparmağıyla işaret parmağı arasına sıkıştırdığı sigarasını diğer üç parmağının arkasında saklayan ve yorgun gözleriyle sokakları süzen orta yaşlı erkekler gördüm. Kısacık kesilmiş saçlarıyla kızdan çok oğlana benzeyen ilkokul öğrencilerinin hoplaya zıplaya eve gidişlerini, kıvırcık hale getirilip kabartılmış saçlarıyla emekliliğine az kalmış memur gibi yürüyen kadınların kaldırımı yararak ilerleyişlerini, sevdiceğinin omzuna yaralı bir uğur böceğine dokunuyormuş gibi dokunan ergen erkeklerin yüzlerine yayılan telaşla karışık mutluluğu gördüm. Kaşları burunlarının

  • üzerinde birleşen genç kızlar, altın dişleri ağızlarından birazdan fırlayacakmış gibi duran tombul kadınlar; ince bıyıklı, zayıf ve yürüyüşleriyle “bugün de çok yoruldum” diyen delikanlılar, beton bir masada kâğıt oynayarak başka bir Çin’i buraya getirmeye çalışan orta yaşlı adamlar, kırmızı yanaklı neşeli çocuklar, nefti gözleriyle insana nerede olduğunu sorgulatan seyyar satıcılar ve buldukları gölgelere yaralı ve yenik bir asker gibi sığınmış gençler gördüm. Yaşıtı erkeklerle konuşurken çekindiğinden ya da çekindiğini belli etmek istemediğinden, bedeninin ağırlığını sağ ayağının üzerine verip belinin arkasından dolandırdığı sol elinin başparmağıyla sağ kolunun dirseğine dokunan ergen kızlar gördüm. İçi koyun eti ve soğanla doldurulmuş ekmekleri pişirip, piramit yapar gibi tezgâhın üzerine dizen ve eseriyle haklı bir şekilde övünen fırıncı amcalar gördüm.

    Fırsatını bulduğumdan mı yoksa karnım aç –bir hayli de yol yorgunu- olduğumdan mı bilmiyorum, bu fırıncı amcaya iftar vaktini sordum. Amacım iftarı da görüp, odama çekilmekti. “Sekizi yirmi geçe” dedi kolumdaki saati işaret ederek. Saatime baktım, havaya baktım… Saat sekizi on geçiyordu ama güneşin batması pek de yakın görünmüyordu. Yine de bekledim, bekledim, bekledim. Ne güneş battı ne de bir hareketlilik oldu turuncuya dönmüş ışığın yansımalarıyla beraber bir ucunu tuttuğu uzun ve dar sokaklarda. Mecburen saat dokuza doğru biraz ekmek, meyve (erik) ve sebze (domates, salatalık ve biber) alıp odama çekildim. Karnımı doyurduktan sonra da telefonda bir şeyler okurken sızdım. Ertesi sabah öğrenebildim Kaşgar hakkında bilgi veren hiçbir sitenin bahsetmediği Sincian zamanını; buranın insanlarının yerel saat ve Pekin saati diye iki ayrı zamanı yaşadıklarını ve günlük hayatta Pekin’den iki saat geride olan yerel saati kullandıklarını.

  • 2. Kervansaray

    Kaldığım yere otel denilemez. En iyi olasılıkla yurt, konukevi ya da pansiyon denir. Şimdilik konukevi diyelim, yazının sonunda gerekçeli bir kararla değiştiririz bu adı. Zaten İngilizce adı “Kasghar Old Town Youth Hostel”. Merkeze çok yakın olduğu için ve tabii ki ucuz olduğu için seçmiştim burayı. Havaalanında bindiğim minibüs beni bir sokağın başında bırakıp “Aradığın cadde burası.” deyince inmiş ve kalacağım konukevini aramaya başlamıştım. Karşımda Anadolu’nun herhangi bir yerinde karşılaşacağım türden küçük bir kasaba ya da o kasabanın meydanının arkasında kalmış, iç içe geçmiş labirentvari sokaklardan birisi vardı. Sağlı sollu dizilmiş dükkânlar, kaldırımlardan taşan tezgâhlarda yaş ve kuru türlü yemişler satan yaşlı amcalar, metal kalaylıyan eli yüzü kararmış işçiler, bir gözüyle sokakta oynayan çocuğunu gözetlerken diğer gözüyle sebze ayıklayan anneler, şişe geçirdikleri koyun etlerini mangalda pişiren yeni yetme çıraklar, berber dükkânının önüne attıkları sandalyelere birazdan kalkacakmış gibi oturmuş ve oturduklarıyla kalmış genç delikanlılar... Evet, Anadolu’nun küçük bir kasabasına benziyordu. Tek kusuru

    https://sessizkuyu.blogspot.ae/2017/06/kasgar-notlar-2-kervansaray.html

  • abartı noktasına getirilmiş kemerli pencereleri ve yeni oldukları her hallerinden belli olan süslü evleriydi. Buranın adı “Old town” ama aslında “New old town” adı verilmeli. Çünkü orjinal değil, 2000’li yılların başlarında eskisi yıkılıp, yenisi yapılmış. Turistler gelsin, eski Kaşgar’ın nasıl göründüğünü sokaklarında yürüyerek deneyimlesin, yerli halkın yaşam tarzını fotoğraflasın niyetiyle eskisi yıkılıp yenisi yapılmış. Çin usulü “yenilenip kendi haline bırakılmış” bir sokaklar, kaldırımlar ve insanlar kümesi olarak niteleyebiliriz. Şehrin orjinalinden (old old town) az bir şey kalmış, buraya biraz uzak. O kısmı daha sonra göreceğim. Şimdilik bu yapay / yeni görüntüden bahsedeyim. Öncelikle iyi para harcandığı belli, özenle döşenmiş yerlere kaldırım taşları, özenle tasarlanmış her bir pencere, kapı ve ev, eminim insanlar da özenle seçilmiştir ya da davranışları özenle belirlenmiştir. Vakti zamanında burada yaşayan insanların evlerinin bu derece süslü ve şatafatlı olduklarını hiç sanmıyorum. Yıllar önce izlediğim Holywood yapımı Bin Bir Gece Masalları filmindeki stüdyo sahnelerini andırıyor sokak. Ya da Ömer Hayyam filmindeki tertemiz, pırıl pırıl caddeleri, o caddelerdeki tertemiz elbiseli seyyar satıcıları, elbiseleri kostüm dolabından yeni çıkmış dilencileri... Neyse ki erkekler abartı bir sarıkla, kadınlar renkli pelerinle ya da başlarına geçirdikleri tiara benzeri taçlarla gezinmiyorlar ortalıkta. Yapay olan sadece evler ve sokaklar, kalanının aslını cebren ve hileyle yitirmemiş bir halk olduğunu söyleyebiliriz. Turistler gelsin, eski Kaşgar’ı görsün diye yapmışlar bu sokakları ama benim pek halim yok etrafımdaki renklere odaklanmaya. Bir an önce sırtımdaki ağır çantadan kurtulmalıyım, bir an önce kalacağım yeri bulup rahatlamalıyım. Sokak dar, kaldırımlar ise yürümeye izin vermeyecek derecede kalabalık. Bu yüzden kaldırımdan değil de yolun kenarından, sağımdan ve solumdan sessizce geçen e-bisikletlere dikkat ederek yürüyorum uzun süre. Çömlekçilerin önünde kavun satan adamın “Gel beş kuay” diye bağırdığını duyduğumda kendi kendime gülüyorum. Ya bu adam gerçekten de “Gel beş kuay” demiyordu ya da benzeri bir şey diyordu da benim Türkçe duymaya koşullanmış zihnim artık her algıladığını arzuladığı ifadelere çevirme konusunda

  • boyut atlamıştı. Adama yanaşıp, “Kağun kaç paha?” diyesim vardı ama son anda vaz geçtim. Almayacaktım ne de olsa, ne gerek vardı? Yürümeye devam ettim. Kime sorsam başka bir yön, başka bir yol ağzı, başka bir köşenin dönemecini gösteriyordu. Kavşaklarda sokakların adları yazıyordu ama bir kere sokağa girdim mi evlerin numarasını göremiyordum. On – on beş dakika kadar kafası kesik tavuk gibi dolandıktan sonra köşe başlarını tutmuş polislere sormaya karar verdim. Neyse ki çok haşin bakmıyorlardı polisler. Çoğu elindeki telefonla oynuyordu ya da halktan insanlarla şakalaşıyorlardı. Kimisi de –eğer yanlış algılamadıysam- tanıdıkları kızlara kur yapmakla meşguldü. Yan yana duran üç polise yaklaştım. Adresi gösterdim, polis önce yüzüme, sonra da kafamdaki siyah beysbol kepine ve onun üzerindeki güneş gözlüğüne baktı. Gülümsedi. “Yolunu kaybetmiş tüm şapşal turistler de beni buluyor.” gülümsemesiydi bu. Önünde durduğu karakolun kapısına doğru seslendi. Açık olan kapıdan çıkan bir başka polis benim yanıma geldi, adrese baktı. O sırada kısa boylu, hafif tombul bir kadın polis de belirdi yanımızda. Kısık yeşil gözlerini dikmiş bir bana bir de kâğıttaki adrese bakıyordu. Kadının gözlerindeki yeşil pırıltıyı görünce biraz afalladım. “Buralarda yeşil gözlü insanlar da mı var?” diye içimden geçirirken az önce karakoldan çıkan polis “Benimle gel” işareti yapıp yürümeye başladı. Sadece yeşili değil, tüm renkleri geride bırakıp peşine takıldım bu polisin. O önde ben arkada yol boyunca yürüdük. O durunca ben de durdum. Önüne demir barikatlar ve dikenli teller konmuş bir okulun karşısında, bir binanın gölgeliğinde dikildik kısa bir süre. Bana kahverengi bir kapıyı gösterdi. “İşte aradığın yer burası!” diyen gözlerle tekrar gülümsedi. Meğer aradığım konukevinin önünden defalarca geçmişim son on beş dakikada. Kapıya baktım, ne bir ad var üzerinde ne de bir işaret. Sadece bir A4 kâğıdına yazılmış iki üç satırlık İngilizce ve Çince bir uyarı vardı. “Lütfen kapıya vurun ve bekleyin. Kapı içeriden açılacak.” gibi bir şeyler yazmışlar. Polis kapıya vurdu, “bızzzt” sesini duyduk ve kapı açıldı. Ben herhalde yardımsever polis bey buradan geri dönecek diye düşünüyordum ki adam benden önce içeriye girdi. Metal tarayıcının içinden geçerken alarmın çıkardığı sinir bozucu sese ne o dikkat etti ne de ben. Resepsiyon karanlık ve dardı, bir de

  • üzerinde ağır derecede yemek kokuyordu. Duvarlarda turistlerin bıraktığı notlar, burada daha önce kalmış olanların bıraktıkları kitaplar (Sofi’nin Dünyası vardı mesela. Bir de Murakami’den “After the Dark” çarptı gözüme.), buzdolabının ve mutfağın kullanılma kuralları, taksi paylaşarak bir yerlere birlikte gitmek isteyenlerin ilanları, ve tabii sağ köşedeki geniş masada öylece bırakılmış yemek artıkları... Ben meraklı gözlerle etrafı gözlemliyordum ki polis bey masanın öteki tarafındaki genç çocuğa Çince bir şeyler söyledi, resepsiyoncu genç de ona teşekkür etti. Polis ayrılırken ben de teşekkür ettim kendisine. İşi gücü bıraktı, beni kalacağım yere kadar getirdi. O olmasa sittin sene bulamazdım ben burayı. Ne kapıda mekânın adı yazıyor ne de doğru dürüst bir numaralandırma yapılmış binalarda. Gözlüklerinin arkasından kuşkulu gözlerle beni izleyen genç resepsiyoncu bana “hoş geldiniz!” demişti ama ben kararlıydım, çemkirir gibi hafiften söylendim. “Neden dışarıya bir levha falan koymuyorsunuz? Nasıl bulacağım ben bu adresi? Kimse de bilmiyor!” Genç çocuk bana baktı, benim sesimi yükseltmemden etkilenmemiş gibi görünüyordu. “Polisler bu yüzden varlar. Yabancı konuklarımızın hemen hepsini polisler getirir. Onlar da alıştılar.” dedi. Gülsem mi ağlasam mı bilemedim! Meğer yasakmış kapıya konukevinin adını içeren bir yazı asmak. Güvenlik gerekçesiyle mi yoksa Eski Kaşgar’ın estetik yapısına halel getirmemek için mi sormadım. Pasaportumu verdim, biraz bekledikten sonra anahtarımı aldım ve odama geçtim. Ben tek kişilik oda seçmiştim ama konukevindeki odaların çoğu iki, dört ya da altı kişilik. Yazının başında “yurt” kelimesini kullanmamın nedeni buydu. İnsanlar buraya genelde arkadaşlarıyla geliyorlar. Gruplar halinde. Yalnız gelenler de isterlerse bu odalarda kalıp, yeni arkadaşlar edinebiliyorlar. Çok arkadaş canlısı birisi olmadığım için ya da yabancıların yanında pek rahat davranamadığım için tekli odayı seçtim. Çok pahalı değildi zaten. Hem tek kişilik oda diyorum ama öyle ahım şahım lüks bir oda değil. Bir yatak var, bir estireç, bir de sehpa. Hepsi bu. Elbise dolabı yerine duvarda iki tane çivi ve çivilere takılmış askılıklar var. Tuvalet bile yok. Banyo ve lavabo ihtiyaçlarımı dışarıdaki ortak tuvaletlerden gidermek zorundayım. Bunun yanında konukevinin ortak yaşam alanı denilebilecek çok geniş bir avlusu var. Zaten sihir de burada, benim ve pek çok genç turistin burayı seçmesinin nedeni. Avlunun köşesinde, temiz bırakmak koşuluyla

  • herkesin kullandığı bir mutfak var. Duvar kenarlarına ve bisiklet / motosiklet park edilmiş yerin karşısında kalan kısma konulmuş masalar da yemek yemek, günün yorgunluğunu atmak ve sohbet etmek için. Bir de patileri beyaz, kalanı siyah cana yakın bir kedi var. Adını Kara koydum, sabahları kahvaltı yaparken yoğurda batırıp önüne koyduğum ekmek parçasını küçük diliyle yalamasını izlemek burada yaşadığım küçük zevklerden birisi olacaktı. Hatta ikinci günün sonunda Kara bana o kadar alışmıştı ki karnını doyurduktan sonra kucağıma atlayıp mışıl mışıl uykuya bile dalmıştı. Benim buraya otel ya da konukevi demekten çekinmemin nedeni de bu avlu. İlerleyen günlerde burada tanıştığım yerli ve yabancı turistler buranın –ya da bu civarda benzerleri bulunabilecek olan diğerlerinin- sıradan bir yer olmadığı konusunda ikna etti beni. Öncelikle buraya kalmaya gelen ziyaretçileri iki gruba ayırmak lazım: turistler ve gezginler. Paul Bowles’un meşhur romanında (The Sheltering Sky) ana karakterlerden Port’a yaptırttığı bir ayrımdır bu. Turistler dönüş bileti cebinde olanlardır, gezginler ise dönüş bileti olmayanlar. Gerçi, bizim durumumuzda herkes turist konumunda ama farkı nitelikte değil de nicelikte (harcanan zaman ve yaşanılan deneyim) ararsak resmi biraz daha net görebiliriz. Turistler, benim gibi, birkaç gün geçirmek için Çin’in uzak bir şehrinden uçakla gelmiş ve gezmeyi tamamladıktan sonra yine uçakla geldiği şehre dönecek olan, zamanı kısıtlı ziyaeretçiler. Gezginler ise, her ne kadar yola uçakla başlamış ve yolu yine uçakla bitirecek olsalar da zamanları bol olduğu için aradaki zamanı maceraperestlikle, fiziksel ve manevi birikimlerini zorluyarak geçiren ziyaretçiler. Örneğin yaşları ellinin üzerinde olan bir çift vardı. Yeni Zelandalılar. Uçakla Almaata’ya inmişler ve Almaata’dan Kaşgar’a bisiklet sürerek gelmişler. Hedef Xian üzerinden Şanghay. Şanghay’dan da evlerine gideceklermiş. Benim yaşlarımda bir İngiliz ise Tahran’dan çıkmış yola. Bisikletle buraya kadar gelmiş. Hedefi Bangkok. Daha önce de Londra’dan Türkiye üzerinden Tahran’a gitmişmiş. Bu örnekler bir değil, iki değil. Konukevinin yarısını bu tür bisiklet delisi insanlar oluşturuyor. Büyük motosikletlerle (en az 500 cc) çiftler halinde Çin turu yapan Çinlilerle de tanıştım ama onların ki fiziksel bir zorluk içermediği için çok da ilgimi çekmedi. Ben asıl bisikletle bu kadar

  • uzun yolu kat edenlere hayran kalmıştım. Sıcak demeden, yağmur demeden, kum fırtınası demeden binlerce kilometreyi nasıl gider bir insan? Hem de tek başına? Nasıl korkmaz, nasıl yorulmaz, nasıl bıkıp geri dönmek istemez ya da vaz geçip vardığı ilk şehirden uçağa binmez? Tamam ben de severim bisiklet sürmeyi ama günlerce değil. Konuşmalarımız sırasında bu gezginlerin günde en fazla 100 km yol aldıklarını öğrendim. Havanın sıcak olduğu günlerde, sabahın köründe yola çıkıp öğlene kadar gidebildikleri yere kadar gidiyorlarmış. Hava iyice ısınıp pedallar ağırlaşınca buldukları bir ağaç gölgesine sığınıp dinleniyorlar, akşam üzeri biraz daha yol alıp günlük yolculuğu tamamlıyorlarmış. Sadece hayran kalmadım, özendim hatta kıskandım bu insanları. Fiziksel ya da zihinsel anlamda böyle bir yolculuğa çıkmama engel olan bir şey yok. Başta zorlanırım ama kısa sürede alışırım pedallara. Beni en çok kaygılandıran şey herhalde vize işlemleri olurdu. Bir İngiliz ya da Avustralya pasaportumuz yok ki sınırdan sınıra hoplaya zıplaya geçelim. Eskiden bile daha itibarlıydı TC pasaportu. Ne Tayland’a ne de Singapur’a girerken tek kelime sorarlardı. Şimdi her yerde sorgu sual, nerede kalacaksın, neden geldin, ne zaman geri döneceksin... Yine de bu ülkeler Türkleri alıyorlar. Çin ve Vietnam gibi ülkeler kapıları neredeyse tamamen kapatmış durumdalar Türkiye pasaportuyla gelen turistlere. Bir yığın formalite var vize işlemleri için, bir o kadar da para harcamak gerekiyor. Avrupa ülkeleri zaten ezelden beri sorunlu. AB bölgesine gireceğin ve çıkacağın tarihe göre veriyor vizeyi. Bisikletle yolculuğa çıkan bir insan için böyle bir uygulamanın pek de anlamlı olmayacağını izah etmeye gerek yok sanırım. Biraz konudan saptım ama olsun, içimi döktüm. Artık bölümün başlığının neden “Kervansaray” olduğunu anlamışsınızdır. Kaşgar zaten konumu itibarıyla yüzyıllardır İpek Yolu’nu kullanan tüccarlar için bir dinlenme ve uğrak yeri olmuştur. Bizans’tan, Osmanlı’dan, Mezopotamya topraklarından, hatta Avrupa’dan yola çıkan kervanlar Kaşgar’a uğramadan Çin’in içlerine gitmezmiş. Yolculuğun aksi yönü için de geçerli aynı şey. Şimdilerde İpek Yolu yeniden diriltilmeye çalışılıyor. Bu yeniden doğum çabasının Kaşgar’a bir yararı olur mu bilmiyorum ama zaten görünüşte –en azından mikro düzeyde ve eğlence / kültürel amaçlı- Kaşgar, kervansaray kenti olma özelliğini

  • pek yitirmemiş gibi. Eskiden develer gelir, eşiklerinden geçemedikleri kapıların ağzında dinlenirlermiş. Şimdi bisikletler eşikleri aşıp, avlunun güneş vuran kısmında dinleniyorlar, tamir ediliyorlar, yağlanıyolar. Kaşgar, simgesel olsa da, bir kervansaray kenti olma özelliğini maceraperest gezginlerin zihinlerinde korumaya devam ediyor.

  • 3. İd Kah Camisi

    Nedir Müslümanların kabirler konusunda gösterdiği bu aşırı hassasiyetin nedeni? Yıllar önce sevgili Ulaş’la Hindistan’ı gezerken de aklıma gelmişti bu soru. İmparatorluklara liderlik yapmış olanları az çok anlayabiliyorum. Siyasi gerekçeleri vardır, tarihsel bir kimlik oluşturma çabasıdır ya da bir çeşit güç gösterisidir. Peki ya diğerleri? Batıda bilime, dine ya da sanata katkıda bulunmuş insanların mezarları herhangi bir kilisenin arka bahçesinde, belki diğerlerine nazaran biraz daha özenli ama asla aşırıya kaçmayan, alelalede bir görünüme sahiptirler. Bir Newton’ın, Euler’in, Goethe’nin, Balzac’ın ya da Tolstoy’un mezarlarının saraylar ve o sarayları çevreleyen dev bahçeler içinde korunduğunu hiç sanmıyorum. Bu insanların yapıtlarını okurlar, ya da yapıtlarının yorumlarını okurlar insanlar, bu yorumlardan yola çıkarak medeniyetlerini inşa ederler. Oysa iş Müslümanlara gelince, ölümü ve ölüyü yüceltmeyi abartmakta sınır tanımadıklarını gözlemliyoruz. Hindistan için şöyle demiştim vakti zamanında: Bu ülkede huzuru bulmak için ölmek gerekiyor. Manevi huzuru değil, maddi huzuru. Tac Mahal’i örnek vereyim. Agra,

    https://sessizkuyu.blogspot.ae/2017/06/kasgar-notlar-3-id-kah-camisi.html

  • hayatınızda görüp göreceğiniz en kirli şehirlerden birisidir. Gerçekten de sefalet ve kirlilik sıvı hale gelmiş sokaklardan akıyor Agra’nın sokaklarında. İnsanların hayatlarından memnun olmadıklarını anlamak için sosyopsikolojik araştırmalar yapmaya gerek yok, kaldırımlarda yürümek yeterli. Bir de Tac Mahal’e girin bu manzaralardan sonra. Bahçesinde ceylanlar koşuşturuyor, sincaplar ağaçların tepesinde daldan dala atlıyorlar, kuşlar gökyüzüne çiçekli taçlar örmekle meşguller gün boyu. Vıcık vıcık bir istiridye içinde güzelliğini yüzyıllardır koruyabilmiş bir inci tanesidir Tac Mahal! Yani saray kendisini böyle hissettirir. Zannedersiniz ki cennet bahçesine girdiniz, bundan sonrası yok; acılar, zorluklar, felaketler geride kaldı. Oysa altı üstü bir mezardır burası. Her şey tertemiz, yerli yerinde, en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş. Zaten kocaman bir arazinin ortasında yer alır Tac Mahal. Agra kentiyle Tac Mahal arasındaki farkı görmek isterseniz google’da “Tac Mahal” yazıp çıkan fotoğraflara bakın. Sonra da “Agra şehri” yazın ve fotoğraflara bakın. Ne demek istediğimi anlayacaksınız. Ölülere saygıda kusur etmeyelim, tamam da hayatta olanlar sefalet içinde yaşıyorken geçmişte yaşamış bir kraliçeye bu derece teveccüh bana başka bir sorunun, çok daha derinlerde yer alan çarpık bir anlayışın habercisi gibi geliyorlar. Maalesef konumuz ne Hindistan ne de İslam’da ölüm / ölüm sonrası kavramı. Bu yüzden lafı daha fazla dolandırmadan kaldığım yerden devam edeyim ben.

    Kaldığım kervansaraydaki diğer konuklarla sabah kahvaltısı sırasında kısa sohbetler yapma fırsatım oluyor. Kaşgar’da nereleri gezeceklerini soruyorum tanıştığım birkaç turiste. Hani belki “birileri benim gideceğim yerlere gidecek olur da birlikte gideriz” gibisinden artçı bir niyetim var. Hemen herkes biliyor Apak Hoca’yı, ya gitmişler ya da yakında gidecekler. Yusuf Has Hacip’i ve Kaşgarlı Mahmut’u soruyorum; başka bir dünyadan söz ediyormuşum gibi ablak ablak yüzüme bakıyorlar. Singapurlu bir genç “Haaa, duymuştum.” diyor Kaşgarlı Mahmut için ama gerisini getiremiyor. Zaten gitmeye niyeti yokmuş. Yanında oturan çengel küpeli gözlüklü kız, dersine iyi çalışmamış mahçup bir öğrenci gibi telefonuna başvuruyor hemen. “Bu sayfada ikisinden de hiç bahsedilmemiş.” diyor, şaşkınlığını bana da bulaştırarak. Nasıl olmaz? Tripadvisor’da, Lonely Planet’ta ve hatta Wikipedia’da bile bahsediliyor bu türbelerden. Nereye bakıyor

  • bu kız? Kahvaltıdan sonra ben de inceliyorum onun sözünü ettiği web sayfasını. Gerçekten de China Travel Guide’da hiçbir bilgi yok bu iki Uygur Türk âlimi hakkında. Kaşgar’daki gezmelik yerler listesinde Apak Hoca’nın Türbesi var, İd Kah Camisi var, Karakul (Kara Göl) var, Eski Kaşgar var, Budist tapınaklar var ama Kaşgar’ı, Türkçe’ye ya da Türkçe’nin en çok konuşulduğu ülke olan Türkiye’ye bağlayan en önemli iki tarihi dimağın adları yok. “Acaba” diyorum içimden “sayfayı hazırlayanlar Çin devletinden bir baskı mı gördü ya da bir çeşit otosansüre mi başvurdular bu listeyi hazırlarken?” Web sayfasının tepesindeki telefon numaraları ABD, Avustralya ve İngiltere kaynaklı ama şirketin kayıtlı olduğu şehir Xian. Fotoğraflara bakılırsa bu web sayfası yurt dışından Çin’e irili ufaklı turlar getiriyor, yabancıları gezdiriyor. Sadece Kaşgar değil tabii ki, Çin’in her yerinde hizmet veriyorlar. Peki, neden yok Kaşgar’ın iki önemli çekim merkezi bu sayfada. Aklıma gelen ilk yanıt şu: Ya Çin devletine doğrudan bağlılar ya da en iyi ihtimalle Çin devletinin izin verdiği sınırların dışına çıkmamaları için ciddi gerekçeleri var. Gerçi, Çin’de çalışan her şirketin belli bir takım sansür politikalarını içselleştirmeden burada tutunabilecekleri bana pek mümkün görünmüyor. Bu tutum Çin’e has değil. Dünyanın hemen her ülkesinde düzeyi çeşitlilik gösterse de sansür ya da otosansür uygulanmakta. Her halükârda yakaladığım nokta ilginç. Demek ki Kutadgu Bilig gibi bir siyasetnameyi, 11. yüzyılda, o zamanın Türkçesiyle kaleme almış bir filozof şairin bugünkü Çin topraklarında yaşamış olduğu bilgisi ya da bu bilginin yayılması pek de memnun etmiyor Çinli yetkilileri. Aynı şey Divan-ı Lügat-ıt Türk’ün yazarı Kaşgarlı Mahmut için de geçerli. O da yaklaşık olarak aynı zamanda yaşamış ve Türkçe’nin bilinen ilk sözlüğünü yazmış. Çin devleti bu isimlerin ister istemez Türkiye’yle ilişkilendirileceğinin farkında olmalı. Büyük bir olasılıkla da yerli ve yabancı turistlerin gözünde bu bağı görünmez kılma çabası içerisinde. Halkın tepkisini çekeceği için bu türbeleri yıkamıyor da! Hatta tam tersine, düzenliyor, bakımını yapıyor, güvenliğini sağlıyor. Aynı zamanda, yeğenini Pekin’deki imparatora cariye olarak göndermiş olan Apak Hoca’nın sayfa da olması da bu görüşü destekliyor. Çünkü Apak Hoca, Çinli yönetimle iyi ilişkiler kurmuş, onların hükümranlığını kabul etmiş ve yeğeninin Pekin’e göndererek büyük bir olasılıkla Kaşgar’daki konumunu güçlendirmiştir. Bir çeşit “Birlikte yaşama, Çin’in gücünü kabul etme ve parayı / gücü özgürlüğe tercih etme”

  • göstergesi Apak Hoca onlar için. Sincian topraklarının ezelden beridir Çin’e ait olduğunun apaçık bir kanıtı.

    Yalnız, tüm bu düşündüklerimin basit bir hipotezden ibaret olduğunu belirteyim. Bu hipotezi doğrulamak ya da yanlışlamak için ne vaktim var ne de yetkinliğim. Örneklem büyüklüğüm yeterli değil bir kere. Aslında Çince yayın yapan gezi sayfalarına bakmam gerekir, sonuçları kıyaslamam ve gerekirse istatistiksel analizler uygulamam gerekir… İşin zorluğu, tatil modundaki bedenimin üşengeçliği ebni öteki uca savuruyor hemencecik. Evet, evet, belki de basit bir ihmal ya da cehalettir bu noksanlığın nedeni. Yani web sayfasını hazırlayan kişinin aklına gelmemiştir bu yerler ya da sayfa hazırlanırken hata oluşmuştur. Hem sözünü ettiğim bu iki yer biz Türkiyeliler için çok önemliler ama elin Amerikalısı ya da İngilizi için bir şey ifade etmeyebilir. Yani talep azlığından dolayı, ekonomik getirinin kayda değer bir düzeye ulaşamaması sonucunda listeye girmemiş de olabilirler.

    Bu düşüncelerle hazırlanıyorum. Kaldığım yerde benimle birlikte gezecek birisini bulamayacağımı anlamam çok uzun sürmüyor zaten. Resepsiyondaki çocuk bile şaşırıyor benim Kaşgarlı Mahmut’un türbesini ziyaret etmek istememe. Ona da buralara neden gitmek istediğimi izah etmeye çalışmıyorum tekrar. Atıyorum kendimi dışarıya. Demir kapıyı arkamdan kapattığımda saat sabah 10’a yaklaşıyor. Benim saatim 10’a yaklaşıyor ama buranın insanı için saat sabahın sekizi. Kol saatlerine yansımayan, duvarlarda kendisini belli etmeyen ama insanların içlerine işlemiş bir akrep ve yelkovan çiftiyle akıyor burada hayat. Çocuklar sırtlarında çantaları, elele tutuşmuşlar sokakları arşınlıyorlar. İvedi adımlarla dış kapısının üstü dikenli tellerle süslenmiş, kalın demir bir barikatın arkasında küçülüp kalmış okullarına gidiyorlar. Okulun köşesinde bekleyen polisler yoldan geçen gençlerin kimliklerini kontrol ediyor. Kimliklerini geri almak için bacaklarını çapraz yapıp bekleyenlerin yüzlerindeki bıkkınlık, “neden ben?” sorusunun alınlarından çenelerine doğru bir damar halinde akan sızıntıları, sıradanlaşmasına alışılamamış bir hayatın tortuları, tatsız bir anı gibi kazınıyor zihnime. Dün gece kahve ve Albeni aldığım bakkalın sahibi kapının ağzına koyduğu sandalyeye kurulmuş,

  • su şişelerinin ve karton kutuların arasından caddeyi izliyor. Karakol önünde bekleşen polislerin yanından, onlarla göz göze gelmemeye özen göstererek –neden?- geçiyorum. Kutadgu Bilig’den alıntılanıp üç ayrı dilde (Uygurca, Çince ve İngilizce) duvara işlenmiş, birlikte huzur içinde yaşamayı salık veren bir cümleyi hızlıca okuyup devam ediyorum yola. Amacım İd Kah Camisi’nin yakınındaki turist merkezine gidip, beni istediğim yerlere götürecek bir tur ayarlamak.

    Meydana varınca turistler için danışmanlık hizmeti veren bir işletme bulmam çok zor olmuyor. Kadriye adında genç bir kız bakıyor dükkâna. “Biraz bekle patron gelecek.” diyor. Masaların birisine oturup bekliyorum, bir yandan da bir şeyler karalıyorum defterime. Kadriye dayanamayıp oturuyor karşıma. Bir sürü soru soruyor İstanbul, Türkiye ve benim hakkımda. Sıkılmadan yanıtlıyorum hepsini. Bana çay getiriyor, kendisine de koyuyor. Tadını pek alamasam da içiyorum sarı çayı. Bu sırada patronu İskender geliyor. O da masaya oturuyor. Gitmek istediğim üç yeri söyleyince bana bir fiyat çıkarıyor. Sonra ben Kaşgar’da geçireceğim diğer iki günü de ekliyorum listeye. Hepsi için tek bir fiyat talep ediyorum. Biraz da indirim istiyorum tabii ki. İskender birkaç yeri arıyor, fiyatta anlaşıyoruz. İlk gün beni istediğim üç türbeye götürecek. İkinci gün Deva Gölü’ne ve Taklamakan Çölü’ne. Üçüncü gün ise Kara Göl’e. Hepsine 80 dolar gibi bir şey ödüyorum ve ödemeyi telefonumdaki wechat’le yapıyorum. İnanması zor olsa da hâlâ Çin’deyim ve Çin’in sunduğu teknolojik imkânlar hayatımı kolaylaştırmaya devam ediyor.

    İskender canayakın birisi. İngilizcesi de çok iyi. Sorunsuz anlaşıyoruz. Matematik öğretmeni olduğumu öğrenince “hisap ustası” adını takıyor bana. Beni alıp bir gün içinde üç ayrı türbeye götürecek olan taksi şoförü saat 12’de geleceği için yaklaşık bir saatlik vaktim var. “İd Kah Camisi’ne gitsem alırlar mı içeriye?” diye soruyorum İskender’e. Makinenin filtresine koyduğu kahveyi preslerken yüzüme bakmadan yanıt veriyor, “Şimdi turist zamanı. Git bence. Şoför erken gelirse bekletirim ben. Merak etme!”

    İd Kah Camisi’ne turist girişi 45 Yuan ama pasaportumdan Türkiyeli olduğumu anlayınca görevli polis parayı geri veriyor. Metal

  • tarayıcıdan geçiyorum. Bir de üst araması yapıyorlar. Kollarımı iki yana açıyorum, bip bip bip bip. Geçebilirsiniz! Dört beş tane polis var girişte. Onları arkada bırakınca karşıma kavak ağaçlarının yapraklarıyla gölgelenmiş, uzun ince bir yürüme yolu çıkıyor. Ağaçların arkasında, büyük olasılıkla cuma günleri dolan iki meydan var, her iki meydanın ortasında da yandan merdivenli birer minber çarpıyor gözüme. Neden iki tane minber var diyorum kendi kendime ama yanıtı bulamayacağım için soru da çabucak kayboluyor zihnimden. Yolun başında caminin tarihi hakkında bilgi var. İçeride Çinli ve batılı pek çok turist, namaz saati olmadığı için rahat gezebiliyorlar her yeri. Yaprakların arasından sızıp zemine ulaşan ışık, bol yıldızlı bir gökyüzünü andırıyor. Işık parçalarına basarak, bastığım her yerde tozlu ayakkabılarımın ışıldamasına şahit olarak ilerliyorum camiye doğru. Üstü kapalı olan kısım çok da geniş değil. Girişte iki genç rehber var. İkisinin de İngilizcesi çok iyi. Adı Yasin olan yanımda yürüyor, caminin tarihini (15. Yüzyılda yapılmış ve defalarca tadilattan geçmiş) ve Kaşgar insanı için merkezi önemini anlatıyor. Ben Türkiye’denim deyince sohbetimiz koyulaşıyor, Kaşgar’da İngilizce Tercümanlık okuduğunu, bitirince Urumçi’ye gideceğini, şimdilik bu yarı-zamanlı işi yaparak deneyim kazanmaya çalıştığını söylüyor. Duvardaki İran halısını gösteriyor parmağıyla işaret ederek, halının camiye geliş tarihini ve hikâyesini anlatıyor. Sonra da birlikte çıkıyoruz camiden.

    Yasin’e ve arkadaşına “hoş” dedikten sonra caminin bahçesinde biraz daha dolanıyorum. Kavak yapraklarının sonsuzluktan gelip sonsuzluğa giden hışırtısı, ortama kattığı eşsiz melankolik hava, arada ağaçların gövdelerinin danslarına karışan kuş sesleri, Çinli turistlerin bir alçalıp bir artan konuşmaları, annelerinden uzaklaştıkça daha çok şeye çarparak koşuşturan çocuklar, elindeki kalın hortumla beton zemini yıkayan sakallı bir amca… Kendimi İstanbul’daki herhangi bir tarihi camiye gelmişim gibi hissediyorum bir anlığına. Süleymaniye’nin avlusundayım ve birazdan çıkıp Haliç’e doğru yokuş aşağı ineceğim. Ya da Beyazıt’tayım. Dışarıda güvercinler de hazır. Bir tramvayı eksik İstanbul’dan; rayları ezerek dönen demir tekerlekler ve çıkan uğultuyu bastıran çıngırak sesleri, alçaktan uçan martıların buldukları çatı oluklarında pineklemeleri, cami önlerinde abdest alan ve sahneden hiç eksilmeyen sakallı, şalvarlı, fesli

  • amcalar... Ayaklarım beni İskender’in dükkânına götürürken bölünerek çoğalıyor zihnimdeki İstanbul fotoğrafları. “Bir buçuk yıl oldu en son gitmemden beri” diyorum içimden. Taksi şoförünün gelip beni Apak Hoca’nın türbesine götüreceği âna kadar meydanda; fotoğraf çekilen turistlerin, güvercinlerin ve bu güvercinleri kovalayan yürümeyi yeni öğrenmiş çocukların arasında sessizce dolanıyorum.

  • Kaşgar Notları 4: Üç Türbenin İlki

    Şoförün adı Ahmet. İkide bir telefonu çalan yirmili yaşlarda, kısa düz saçlı, hafif tombul bir genç. İngilizce tek kelime bile bilmediği için Uygurcayla olan yakınlığımın hiç de sandığım kadar iç açıcı olmadığını kanıtlıyor bana. Çarşıda ya da sokaklarda belli bir takım kelimelerden oluşan diyaloglarım arabanın içinde bana pek bir yarar sağlamıyor. Daha da ilginci, o âna kadar içimde kıpraşan “Ben bu insanların dilini az çok anlıyorum.” iyimserliğinin yerini, daha gerçekçi bir tanı alıyor. Hayır, ben onların dilini konuştuğum için değil, onlar hem kendi dillerine hem de Türkiye Türkçesi’ne aşina oldukları için anlayabiliyorlar beni. Arabanın radyosunda –önce teyp sanmıştım ama araya giren reklamları fark edince radyo olduğunu anladım- arada Türkçe şarkılar çalıyor. “Esmerim”i söylüyor yanık sesli bir türkücü. Ahmet, Türkçe parçalar çıkınca sesi yükseltiyor. Kaşgar sokaklarında dolanırken kulaklarımda “Esmer bugün ağlamış / Ciğerimi dağlamış…” sözleri yankılanıyor. Daha sonra Tarkan’ın meşhur “Şıkıdım”ı çalıyor. Bir ara da kimin söylediğini bilmediğim “Sevgilim, senin için haram bu sevda…” gibisinden klişe sözler geliyor

    https://sessizkuyu.blogspot.ae/2017/06/kasgar-notlar-4-uc-turbenin-ilki.html

  • kulaklarıma. Uygurluların Türkiye Türkçesine aşina olmalarının tek nedeni müzik değil. İki gün sonra gideceğim eski Kaşgar’da, girdiğim bir çömlekçi dükkânındaki satıcı kız benim İstanbul’dan geldiğimi öğrenince hemen “Sultan Süleyman”, “Hürrem Sultan” gibi adları sıralayacak büyük bir heyecanla açtığı kocaman gözlerini üzerime dikere. Demek ki izliyorlar Türkiye’de yayımlanan dizileri. Televizyondan izlemeseler bile internetten takip ediyorlardır. Biz Türkiyeliler, Uygur Türkleri’ne pek uzak olsak da onlar bize yakınlar. Bu yakınlığın bugünlerde pop kültüre indirgenmiş olması ise biraz da Türkiye’nin kültür elçilerinin görevlerini iyi yapamıyor oluşlarının neticesidir bana göre.

    Apak 1 Hoca’nın türbesine varmamız çok uzun sürmüyor. Şehir merkezinin beş kilometre kadar kuzeydoğusunda, sessiz sakin bir köşede türbe. Ahmet arabayı büyük bir ağacın gölgesine parkediyor ve kontağı kapatır kapatmaz koltuğunu yatırıp uyku pozisyonuna geçiyor. Yarım saatte gezer çıkarım diyorum ve içeriye geçiyorum. Bilet 30 RMB. Mavi çinilerle süslenmiş, yüksek ve kemerli bir kapıdan girmeden önce metal tarayıcının içinden geçiyorum. Kemerli kapının iki yanında simgesel denilebilecek kadar küçük minareler eklenmiş. Bahçe serin ve sessiz. Yine kavak ağaçları var sağlı sollu. Arkalarda başka ağaçlar, elmaya benziyorlar ama meyveleri olmadığı için çıkaramıyorum. Bazılarında gördüğüm meyveler, erik olmadıklarına emin olduktan sonra, bana Çin hurması da denilen hünnapları (jujube) hatırlatıyor. Burası; içinde caminin, türbenin ve bahçelerin olduğu geniş bir külliyeye benziyor daha çok. Kavaklı yolun sonunda adının Cuma olduğunu öğrendiğim bir cami karşılıyor beni. Girişteki bilgiye göre 1873 yılında inşa edilmiş olan bu cami cuma günleri dolup taşıyormuş. Yerdeki halılar da, kolonlar da kırmızı. Klasik İslami mimari kadar Çin (ya da ondan etkilenmiş olan Uygur) mimarisinin özelliklerini de taşıyor bu yapı. Caminin içine girmiyorum. Geldiğim yoldan geriye dönüp, türbenin olduğu kısma geçiyorum. Türbe geniş bir gül bahçesinin içinde, çölde karşıma çıkan yemyeşil bir vaha gibi kıpır kıpır gözleriyle gülümsüyor bana. Çinilerin2 hemen hepsi yeşil,

    1 Uygurca’da p harfi, tıpkı Osmanlıca’da olduğu gibi Farsça’dan ödünç alınmış. İşin tuhafı, Apak’ın Farsça

    yazılımında p harfi değil de f harfi var. Yani İranlılar Apak Hoca değil de Afak Hoca diyorlar. “Hoca”

    zaten Farsça bir kelime. 2 Çini kelimesi bize Farsça’dan geçmiştir. “Çin’e ait, Çin’le ilgili” anlamına gelir.

  • arada mavi olanlar da var ama mavi rengi soluk kaçtığı için kolay kolay seçilmiyor. Yeşil çiniler el büyüklüğünde ve desensiz. Mavi olanlar İznik çinilerini anımsatan geometrik ve tekrar eden şekillerle süslenmişler. Öğlen vaktinin kızgın güneşinin altında kırık ayna parçaları gibi göz kırpıp ışıldıyorlar bakanlara. Kare şeklindeki büyük yapının köşelerinde birer minare var. Görünen o ki bu kubbeli yapı 1640 yılında inşa edilen yapının ta kendisi ve çinileri de orijinal. Kubbeli yapının içine giriyorum, sadece Apak Hoca’nın ve yeğeni Güzel Kokulu Cariye’nin türbeleri değil, devrin büyüklerinin ve sonradan vefat etmiş önemli isimlerin türbeleri de var. Örneğin bazı isimlerin sonundaki “Paşa” unvanı dikkatimi çekiyor. Demek orduda görev almış bazı yüksek rütbeli askerlerin mezarları da buraya konmuş. Ben içerideyken Çinli turistler giriyorlar içeriye. Maalesef bağıra bağıra konuşuyorlar. Mezarların yanındayken sessiz olunması konusunda uyaran bir tabela var ama kimse takmıyor. Çocuklar koşuşturuyor, yüksek kubbenin altında ayaklardan çıkan sert sesler yankılanarak çoğalıyor duvarların arasında. Rahatsızlık duysam da sesimi çıkarmıyorum. İçerinin mimarisine ve mezarlara odaklanıyorum bir süre. Aklıma ara ara dönemin imparatoruna gönderilen, güzelliği dillere destan olmuş İparhan geliyor. Onun mezarı kubbeli yapının içinde değil, dışarıda. Nedenini merak ediyorum ama soracak kimse olmadığı için kalıyor. Apak Hoca ve Pekin’deki Yasak Kent’e imparatorun cariyesi olarak gönderilen yeğeni (Wikipedia torunu diyor!) hakkında daha fazla bilgi internetten ve başka kaynaklardan edinilebilir. Ben hikâyeyi ilk defa Emre Demir’in “Göğün Altında Bir Dünya: Çin’de Beş Yıl, On Kent” adlı kitabında okumuştum. Dileyenler kitaba başvurabilir. Hikâyenin Çinli versiyonuyla Uygur versiyonu arasında ciddi farklar var. Ayrıca, ne kadarının gerçek ne kadarının kurgu olduğunu bilmek de olanaksız. Hemen hemen tüm tarihi hikâyelerde olduğu gibi.

    Türbeden çıkıp etrafındaki gül bahçesini dolanıyorum. Fotoğraf çekiyorum bol bol. Çin sınırları içinde gördüğüm kubbeli ve eski olan ilk tarihi yapı bu. Bizim Çanco’daki Uygur camisinin de kubbesi var ama o cami hem çok yeni hem de mimari anlamda çok bir şey ifade etmiyor. Duvar kenarına yazılmış tarihi bilgileri okuyorum ve türbenin bahçesinden çıkıyorum. Ağaçların gölgelerinde ağır adımlarla yürüyüp dışarıya, Ahmet’i aramaya gidiyorum. Beni görünce

    https://en.wikipedia.org/wiki/Fragrant_Concubinehttp://sessizkuyu.blogspot.com/2017/03/gogun-altinda-bir-dunya.html

  • söndürüyor sigarasını, tek kelime etmeden çalıştırıyor arabayı. Bir sonraki hedefimiz Yusuf Has Hacip’in türbesi. O da şehrin merkezine pek uzak değil. Kaşgar’ın sokaklarında, belki de hayatımda ilk ve son defa arabayla gezinirken, sessizce izliyorum insanları. Ahmet konuşmama konusundaki inadını bozuyor bir ara, “Gözal mı?” diyor. Sorusunu anlamakta zorlanıyorum ilkin ama çabucak düşüyor jetonum. “Evet, çok güzeldi.” diyorum.

  • Kaşgar Notları 5: Yusuf Has Hacip

    “Kaşgar deyince akla Kaşgarlı Mahmut gelir ama bizim için önemli bir başka ad olan Yusuf Has Hacip’in ölüm yeri de burasıdır. Kutadgu Bilig’in yazarı olan Yusuf Has Hacip, Balasagun’da doğmuş ve Mutluluk Getiren Bilgi anlamına gelen siyasetnamesini 1070 yılında yazmıştır. Kitap dönemin Karahanlı hükümdarı Tavgaç Buğra Karahan’a sunulmak üzere yazılmıştır. Mesnevi formatında aruz vezniyle kaleme alınan 88 bölümlük bu eser, metne sonradan eklendiği açıkça bilinen 77 beyit dışında toplam 6645 beyitten oluşur. Eserde temel olarak dört insan tipi idealize edilmiştir. Kraliyeti, adaleti ve yasaları temsil eden Kün-Toğdı (Gün-doğdu). Vezirliğin, saadet ve huzurun şaşmaz öncüsü Ay-Toldı (Ay-doldu). Aklın ve bilginin yılmaz savaşçısı Ögdülmiş. Zahitliğin, kanaat ve sabrın timsali Odgurmuş. Kutadgu Bilig, Karahanlı Türkçesiyle yazılmıştır.”

    Telefonumdan bu bilgileri okuyarak gidiyorum Yusuf Has Hacip’in türbesine. Ne yola bakabiliyorum bu sırada ne de insanlara. Ben şehrin dışına çıkıp, kilometrelerce yol gideceğiz sanarken çabucak varıyoruz türbeye. Ahmet arabayı kapının hizasından az aşağıya

    https://sessizkuyu.blogspot.ae/2017/08/kasgar-notlar-5-yusuf-has-hacip.htmlhttps://tr.wikipedia.org/wiki/Kutadgu_Bilighttps://tr.wikipedia.org/wiki/Kutadgu_Bilighttps://www.edebiyatogretmeni.org/kutadgu-bilig-yusuf-has-hacip/https://www.turkedebiyati.org/yusuf_has_hacip.html

  • kaydırıyor ve beni burada bekleyeceğini belirtiyor. “Yarım saatten çok kalmam” deyip iniyorum arabadan. Şehrin ortasından geçen geniş bir caddenin kenarında bulunan türbe; sessiz sakin, biraz da kendinden beklendiği üzere vakur bir şekilde karşılıyor beni. Kaldırımdan bakınca hiç de “Burada önemli bir âlimin türbesi varmış.” demezsiniz aslında. Bir çeşit kenz-i mahfuz! Dikkatli bakınca ilerideki mavi kubbenin tepesi görünüyor ama dikkatli bakmak için de burada bir türbe olduğunu bilmek gerekir. Kaldırımda yürüyen bir insan “şu yüksek duvarların arkasında ne varmış, bir bakayım!” diyerek yürümez ki!

    Güvenlik önlemleri Apak Hoca’nın türbesindeki önlemlere nazaran daha sıkı burada. Zaten giriş kapısını kilitli buluyorum varınca. Bekçi kulübesindeki görevli beni görünce –camlar siyah olduğu için ben onu göremiyorum- çıkıyor ve açıyor kapıyı. İçeri girince önce metal tarayıcıdan geçiyorum. Bilet için de 30 Yuan ödüyorum. Ardından pasaportumu alıp fotokopisini çekiyorlar. Bir müze ziyareti için aşırı bulduğum bu önlemlerin mutlaka haklı bir gerekçesi vardır. Türkiye’den geldiğimi öğrenince yine aynı samimi muameleye maruz kalıyorum. “İstanbul”, “Sultan Süleyman”, “Atatürk” gibi kelimeler havada uçuşuyor kısa bir süre. Pasaportumu ve biletimi geri aldıktan sonra bana gösterilen, iki tarafında meyve bahçeleri olan, geniş yürüme yoluna giriyorum.

    Üstü üzüm bağlarıyla örülmüş bu kısa yol hem serin hem de çok güzel. Işık hüzmeleri sık yaprakların arasından buldukları boşluklardan sızıp beton zeminde benekli desenler oluşturmuş. Yanlardan sarkan yeşil üzüm salkımlarına bakarak ilerliyorum. Karşımda türbenin asıl kapısı var, masmavi çinileriyle ve bu çinilere vuran ışığın milyonlarca parçaya bölünüp etrafa yayılmasıyla beni kendisine çağırıyor. Güneş kızgın bir tava gibi yükselmişken tepemde, çok iyi geliyor bu doğal gölgelik. Üzümler daha olmamış ama salkımların, en büyük avuçları bile doldurup taşıracak kadar iri olmaları Kaşgar toprağının meyve yetiştirmek için ne derece verimli olduğunu gözler önüne seren bir kanıt niteliğinde. Kemerli giriş kapısı mavi çinilerle süslenmiş ama işlevselliği olan tahta kapı yeşile boyanmış. Çinili kısım kemerli ve yüksek. Üst iki köşesinde de birer

  • minik minare var. Alt kısıma, yani benim kapıdan girmeden önce ayak bastığım yere ise sağlı sollu iki ibrik konmuş. Duvarlardaki çinileri bir süre daha inceleyip yeşil kapıdan türbenin bahçesine giriyorum. Bu arada, nedense o âna kadar aklıma hiç gelmemiş bir şey beliriyor zihnimde: Bu türbede benden başka turist yok. Ne Çinli ne de başka bir milletten kimsecikler! Koca alanda tek başımayım. Oysa Apak Hoca’nın türbesinde onlarca turist vardı. Acaba bu durum benim üçüncü notta sözünü ettiğim hipotezi doğrulayan bir gözlem mi? Tamam, burası Apak Hoca’nın türbesi kadar geniş ve güzel olmayabilir ama yine de önemli bir yer. Hiçkimsenin olmaması, tanıtımının yapılmadığına ya da burası hakkındaki bilgilerin turist rehberlerinden kasıtlı olarak çıkarıldığına dair kuşkularımı arttırıyor. Bu sorular aklımdan hızlıca geçiyor ben küçük adımlarla Yusuf Has Hacip’in sandukasının olduğu bölgeye doğru yürürken.

    İçeri geçince geride bıraktığım kapının aslında kare şeklinde bir tabanının olduğunu, üstünde küçük bir kümbeti olduğunu –önden bakınca bu kümbetin sadece tepesindeki alem görünüyor- ve mini minare sayısının dört olduğunu fark ediyorum. Karşımda ise dev bir yapı var. Tamamı mavi çinilerle süslenmiş, birbirine yaslanmış dikdörtgen şeklinde duvarlardan ve arkasında yer alan kemerli, kubbeli kısımlardan meydana gelen bu yapı Yusuf Has Hacip’in sandukasını barındırıyor. Sığınabileceğim bir gölge bulamadığım için birkaç fotoğraf çekip vakit kaybetmeden içeriye giriyorum.

    Girişte Yusuf Has Hacip’in beyaz bir büstü var. Serin, aydınlık ve alabildiğine sessiz içerisi. Geniş pencerelere rağmen, duvarlar kalın olduğundan olsa gerek, içersi pek ısınmamış. Ayakkabılarım kauçuk tabanının altında ezilen ince kum tanelerinin çıkardığı hışırtı da kesiliyor dört duvar arasına girince. Arada bir kubbenin alt bölgelerine yuva yapmış kuşların kanat çırpışlarını duyuyorum. Onlar da biliyorlar demek ki bu sıcakta nerede yaşayacaklarını. Bir de uzaklardan –bambaşka bir hayatı anımsatırcasına- gelen korna sesleri var.

    Yüzyıllar önce ölmüş bir yazarın / âlimin huzurunda insan düşünmeden edemiyor tabii ki! Her şey geçici; bedenlerimiz, arzularımız, hazlarımız ve acılarımız. Kala kala geriye yaptığımız

  • güzel işler, insana kendisini anlatan sanat eserleri kalıyor. Hani Bâki diyor ya kendi adını da güzel bir göndermeyle kullandığı o meşhur dizesinde: “Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal / Bâki kalan şu kubbede hoş bir sadâ imiş.” Hoş, kimin sesi kaç yüz yıl kalır bilemeyiz. Örneğin Homeros, kaç bin yıl daha okunur? Peki ya Tolstoy ilham kaynağı olur mu beş yüz yıl sonra yaşayacak olan elektroniği içselleştirmiş nesillere? Beş bin yıl sonra? Elli bin yıl sonra? Hiç sanmıyorum. İnsan sonsuza kadar yaşamak için değil de kendisini mutlu etmek için üretiyor en çok. Sait Faik diyor ya hani, “Yazmasaydım delirecektim.” İşte öyle bir şey. Geriye bir şey bırakmak, yaratma eylemi için gerekçe değildir, bilakis sonucun ta kendisidir. Bazen bu sonuç gerçekleşmeyebilir bile. Unutulur gider tüm çalışmalar, hevesler, ortaya konulan emekler. Yeryüzünde şimdiye kadar yaşamış yüz binlerce yazar / şair / mimar / sanatçı takımından kaçının adı hatırlanıyor bugün? Kaçının yapmış olduğu işler biliniyor? Ezici bir çoğunluğu tarihin zalim rüzgârıyla yer değiştiren kum tepelerinin altında kalmış durumda. Kalanlar da, yani bıraktıkları mirasla bizi tatmin edenler de biraz şansın biraz da tarihsel dönemin örtüşmesiyle üste çıkabiliyorlar. Onlar da bize yetiyor zaten, daha fazlasını pek aramıyoruz, soruşturmuyoruz. Birkaç tutkulu araştırmacı, kimi zaman inat edip gün yüzüne çıkarıyor eskilerde yaşamış kalemleri. Ancak o zaman, o da büyük bir kuşkuyla, bin bir nazla ve belkiyle...

    Bu düşünceler kafamdan hızla geçiyor Yusuf Has Hacip’in başucunda etrafa bakınırken. Mezar turkuaz rengi çinilerle süslenmiş bir yükseltinin üzerinde. Mor bir örtüyle kaplanmış. Duvarlarda Kutadgu Bilig’den dizeler var. Okuyup anlamaya çalışıyorum ama işin çok da kolay olmadığını kavramam uzun sürmüyor. Kelimeler her ne kadar günümüz Türkçe’sini çağrıştırsa da okuduklarımdan sözlük yardımı olmaksızın bir anlam çıkarmam neredeyse imkânsız. Daha sonra tekrar bakarım diyerek dizelerin fotoğrafını çekiyorum. Çıkarken, büstün olduğu yerde TDK’nın yayımladığı bir Kutadgu Bilig nüshası olduğunu görüyorum. Demek ilgileniyorlar burasıyla, en azından bir kere gelip bu nüshayı hediye etmişler.

    Türbeden çıkınca, ana yapının arkasında dolanıyorum biraz. Yine kimsecikler yok etrafta. Tek başıma kemerli beyaz koridorlarda, çinili

  • duvarlar boyunca, yürüyorum. Sıcaktan iyice bunalınca gölgelere sığınarak geri dönüyorum. Az önce geçtiğim, üstü üzüm bağıyla kaplı yolun sağ yanındaki bahçeye dalıyorum bu sefer. Biraz tedirginim birileri görecek diye ama görseler bile ses edeceklerini sanmıyorum. Hem bahçenin içinde sayılmam, yola sarkan dalları inceliyorum. Can eriğine benzer bir erik türü var ağaçlarda. Koparıp bir tanesinin tadına bakıyorum. Çok ekşi olmadığını anlayınca bir tane daha atıyorum ağzıma. Ahir ömrümde yüz yıllar önce yaşamış bir şairin türbesinden iki tane meyve yemişim, çok mu? Vicdanımı “Zaten bu erikler benim atalarıma ait” gibisinden saçma bir bahaneyle susturup üzüm bağlarının altına geri dönüyorum. Sonrasında da çok vakit kaybetmeden güvenlikli kapıdan çıkıp Ahmet’i buluyorum. Sıradaki yer Kaşgarlı Mahmut’un Türbesi.

  • Kaşgar Notları 6: Kaşgarlı Mahmut

    Kaşgarlı Mahmut’un türbesi diğer iki türbe gibi kentin içinde değil. En az bir saatlik bir yol gideceğiz. Ben sıcaktan bunalmış bir halde, erimiş dondurma gibi yapışıyorum arabanın arka koltuğuna. İyice dağılmışım zaten. Pasaport, defter, kalem, Kaşgar hakkında internetten aldığım çıktılar, haritalar, biletler… Biraz toparlanıyorum araba kentin dışına doğru yol alırken. Defterime birkaç not alıp her yanımızı çevreleyen geniş ovaya ve çok ama çok uzaklardaki puslu dağlara çeviriyorum gözlerimi. Tepelerde hâlâ kar var. Kaşgar’ın bereketinin kaynağı eriyen bu karların oluşturduğu dereler olsa gerek. Bu kentte kavundan kiraza, erikten şeftaliye, hatta karpuzdan armuta

    https://sessizkuyu.blogspot.ae/2017/08/kasgar-notlar-6-kasgarl-mahmut.htmlhttp://www.tdk.gov.tr/?option=com_dlt&kategori1=mahmut

  • her türlü meyve yetişiyor. Yüzyıllar önce bu topraklara gelmiş bir gezgin de Kaşgar’da yetişen meyvelerin ne kadar tatlı olduğunu ve bu meyveleri tatmadan buradan ayrılmanın çok büyük bir talihsizlik olacağını yazmış seyahatnamesine. Demek ki o zamanlar da varmış bu bolluk ve bereket.

    Yol geniş ve bakımlı, iki-üç kilometrede bir gözüme çarpan polis arabaları ve çelik yelek giyip omuzlarına makineli tüfek asmış siyah üniformalı polisler artık şaşırtmıyor beni. Tek arzum kontrol noktalarından vakit kaybetmeden ve çok fazla resmi tacize uğramadan geçebilmek. Neyse ki durmamızı isteyen polis memuru arka koltukta bir turist olduğunu görünce çok üstelemiyor. Pasaportuma şöyle bir bakıyor, nereli olduğuma dikkat etmiyor büyük bir olasılıkla. Ne vizeyi inceliyor ne de pasaportun kapağındaki ay yıldızı. “Geç” diyor, bileğine konan bir sineği kovar gibi yaparak. Derin bir nefes veriyorum –demek ki o derin nefesi içimde tutmuşum uzun süre- ama bir yandan da çaktırmak istemiyorum Ahmet’e. Benim neden tedirgin olduğumu bilmese daha iyi. Nasıl anlatacağım adama Çin’deki sınır memurlarının haklı denilebilecek gerekçelerle TC vatandaşlarına kuşkuyla yaklaştıklarını ve bu gerekçeler ne kadar haklı olurlarsa olsun benim alınan bu tedbirlerden ciddi anlamda huzursuz olduğumu! Hoş, yanlış bir şey yapmış değilim, yapacak da değilim ama Çin burası ve Kaşgar gibi bir sınır bölgesinde yalnız başına gezen TC pasaportlu bir turisti gördüler mi nasıl davranırlar kestirmek mümkün değil. Havaalanında bile bir buçuk saat bekletip başıma tüfekli asker diktiklerine göre –öğretmen olduğumu bildikleri ve yanımda eşim olduğu halde- burada kim bilir ne yaparlar! Caydırmak ya da cezalandırmak gibi bir amaçları yok ama zorluk çıkarmaları bile can sıkıcı! Elin Amerikalısı elini kolunu sallaya sallaya sınırları geçsin, biz Türkler saatlerce bekletilelim hiçbir gerekçe gösterilmeden. İnsanın onurunu inciten bir yan var ve yetkililer de büyük bir olasılıkla bunu bildikleri için aynı uygulamalara devam ediyorlar. “Bıksınlar, başkalarına anlatsınlar ve bir daha gelmesinler.” diye belki de.

    Yol kısalıyor polis kontrolünden sonra. Bir yanından dere akan, iki yanı da uzun kavak ağaçlarıyla süslenmiş, ortaokuldaki resim

  • dersinde perspektif konusunu işlerken yaptığımız çalışmaları anımsatan bir yola sapıyoruz. Bu yolun sonunda, Kaşgarlı Mahmut’un mezarının olduğu Opal köyüne varacağız. Hedefe yaklaştıkça gideceğim yer hakkındaki bilgilerimi tazeleme isteğim artıyor. Kimdir Kaşgarlı Mahmut? Yazmış olduğu Dîvânu Lugâti’t-Türk neden bizim için bu derece önemlidir? TDK’nın sayfasından aldığım metni okuyorum, ara ara gözlerimi kaçırıp yol kenarında üçtekere bağlanmış eşeği yürüten ya da traktör süren köylülere bakarak.

    Bulunuşuyla birlikte Türk dili tarihinin yeniden yazılmasını sağlayan ve Türkçenin karanlıktaki pek çok konusunu aydınlatan Dîvânu Lugâti’t-Türk’ü bizlere kazandıran, Türklük biliminin (Türkoloji) kurucusu, Türk sözlükçülüğünün atası Kâşgarlı3 Mahmud’un hayatı hakkında ne yazık ki ayrıntılı bilgi bulunmamaktadır….. Eser üzerinde çalışanlarca Abul olarak okunan adın Opal olduğu daha sonra ortaya çıkarılmıştır. Opal köyünü “Bizim ilde bir köy adı” sözleriyle anarak Kâşgar’a olan mensubiyetini ifade eden Kâşgarlı Mahmud, buna karşın Opal’ı doğduğu yer olarak belirtmemiştir. Ancak, Dîvânu Lugâti’t-Türk’te “Bizim ilde bir köy adı”, “Bizim ilde bir yer adı” diye tanımladığı Adıg ve Kası’nın Opal yakınlarındaki yerleşim birimlerinden olması, Kâşgarlı Mahmud’un bu bölgeyle olan ilgisini açık bir biçimde ortaya koymaktadır. Farklı görüşler bulunmakla birlikte 1008 yılında doğduğu kabul edilmektedir.

    Soylu bir ailenin çocuğuymuş ve iyi bir eğitim almış. Ülkede siyasi çalkantılar yaşanınca batıya göç etmek zorunda kalmış. Yıllarca (10-20 yıl) Orta Asya’daki Türk topluluklarıyla birlikte yaşamış. Onların dillerini, kültürlerini ve sözlü edebiyatlarını incelemiş. Daha sonra dönemin bilim merkezi olan Bağdat’a geçip, meşhur eseri Dîvânu Lugâti’t-Türk’ü yazmış. Bu eserinde 8.000 civarında Türkçe kelimenin anlamını, farklı lehçelerdeki söyleniş şekillerini, kullanım alanlarını örnekleriyle birlikte (Örneğin “Alp Er Tunga öldü mü?” dizesiyle başlayan şiir kendisinden yüzyıllar önce yazılmış / söylenmiş olsa da biz bu şiiri ilk defa bu kitapta görmüşüzdür.) sunmuş ve 1074 yılında zamanın Abbasi halifesine takdim etmiş. Maalesef, günümüzde bu

    3 Bu arada şunu yeni fark ettim: “Kaşgar” değil, “Kâşgar”mış doğru yazılışı. Baştan beri şapka

    kullanmadığım için metin içi tutarlılığı koruma adına düzeltme yapmayacağım.

    http://www.tdk.gov.tr/?option=com_dlt&kategori1=mahmuthttp://www.tdk.gov.tr/?option=com_dlt&view=dlt&kategori1=divanhttp://www.tdk.gov.tr/?option=com_dlt&view=dlt&kategori1=divan

  • değerli eserin aslı elimizde yok. Kaşgarlı Mahmut’un eseri bitirmesinden yaklaşık iki yüz yıl sonra (1266’da), Muhammed bin Ebi Bekr adlı Şam’da yaşayan bir kâtip tarafından yazılmış bir kopyesi mevcut ve İstanbul’daki Millet Kütüphanesi’nde muhafaza ediliyor. Bu kopyenin bulunmasının da ilginç bir hikâyesi var ama vaktim yetmiyor hepsini okumaya.

    Okumalarım bitmeden türbeye vardığımız için biraz hayıflanıyorum aslında. Hava iyice ısınmış, ısırgan otu gibi yakıyor dokunduğu yeri. Ahmet arabayı türbenin içinde olduğu büyük bahçenin girişinin az yukarısındaki park yerine bırakıyor. Hiçbir şey söylemeden kapısını açıp, koltuğunu yatırıyor. Konuşmadan da anlaşabiliyoruz demek ki. İnip girişe yürüyorum. Ensem, kollarım, hatta bacaklarım bile –kim dedi sana uzun pantolon giy diye ama türbe ziyaretine de şortla gidilmez ki!- cayır cayır yanıyor. Güvenlikten geçip –pasaport kontrolü yok burada- içeriye giriyorum. İlk gördüğüm şey Kaşgarlı Mahmut’un dev bir heykeli. İnce ve uzun bir şekilde tasvir edilmiş. Bizde genelde tarihe mâl olmuş önemli kişiler geniş omuzlu ve cüsseli olarak tasvir edilir. Bu öyle değil, elinde bir kitap tutuyor. Heykelin altındaki taş sütunda da hayatı hakkında kısa bir bilgi verilmiş. Heykelin arkasından yokuş yukarı çıkan merdivenler var ama bir de yol var sola ve sağa ilerleyen. Haritaya bakıp sola sapıyorum. Planım büyük bir daire çizip, sağdaki merdivenlerden inerek turumu bitirmek.

    Sol yol da merdivenlere çıkıyormuş meğer. Türbe de bu merdivenlerin sonundaymış. Ağır ağır çıkıyorum merdivenleri –eteklerimde güneş rengi bir yığın yaprak yok maalesef!-. Tıpkı Yusuf Has Hacip’in türbesinde olduğu gibi burada da yalnızım. Kimsecikler yok benden başka. Merdivenlerin soluklanma yerinde birkaç Uygurlu kadın ve çocukla karşılaşıyorum ama bunlar yerel halktan insanlar. Buraya gezmeye mi yoksa çalışmaya mı gelmiş olduklarını çıkaramıyorum bir türlü. Kadınlardan birisinin yanında kırmızı bir kova var. Diğeri de uzun bir süpürge tutuyor elinde. Belki de köyden gelen gönüllülerdir. Nihayetinde burası ermiş birisinin (Hazret-i Mollam Şemseddin) türbesi olarak biliniyor bu civarda. Biraz daha merdiven çıkınca kocaman gövdeli bir kavak ağacına rastlıyorum. Bu ağacın

    http://www.tdk.gov.tr/?option=com_dlt&view=dlt&kategori1=hikayesi

  • hikâyesi de Uygurca’daki kavak anlamına gelen “ahtirik” kelimesinin kökeni de buradaki duvara yazılmış hikâyede anlatılmış.

    Kaşgarlı Mahmut ölümünden on yıl kadar önce dönüyor köyüne. Burada bir medrese açıyor ve talebe yetiştiriyor. Öldüğü yerde, kendisinin diktiği rivayet edilen yaşlı bir kavak ağacı var. Ağaç o kadar yaşlı ki artık boy atamadığı için midir nedir, çınar ağacı gibi kalınlaşmış. Yapraklarına dallarına mavi-beyaz-siyah çaputlar bağlanmış. Bazı renkleri eksik bu gökkuşağının altında serinliyorum bir süre, yaprakların rüzgârla dansını izliyorum.

    Hikâyeye göre Kaşgarlı Mahmut köyüne dönmeden yıllar önce hocasına sormuş. “Üstadım, ben nereye gömüleceğim?”. Üstadı da demiş ki “Elindeki sopayı toprağa sok, nerede yeşerip dal budak salarsa oraya gömüleceksin.” demiş. Kaşgarlı Mahmut yıllar sonra köyüne dönmüş ve bir gün abdest almaya hazırlanırken elindeki sopayı toprağa saplamış. Namazdan çıkıp medreseye dönmeye hazırlanırken bir de görmüş ki az önce toprağa sapladığı sopa yeşermiş, tomurcuklanmış. Şaşkınlığını gizlemek ihtiyacı hissetmeden “Ayi Ayi Dierek” (Oh oh ne güzel!) diye haykırmış. Hocasının kerametinin yıllar sonra gerçekleşmiş olmasına sevinmiş. “Demek benim mezarım burada olacak.” demiş etrafındakilere. Birkaç yıl sonra vefat ettiğinde de ağacın dallarından birisinin gösterdiği yüksek bir tepeye gömülmüş. Bu arada toprağa sapladığı daldan yeşeren ağaca medresedeki talebeler “Aye Aye Dierek” adını vermişler. Zamanla bu kelime, Uygurca’da bugün “Kavak Ağacı” anlamında kullanılan “Ahtirik”e evrilmiş.

    Bu bilgilerin hemen yanında bir de Dîvânu Lugâti’t-Türk’ün en başında yer alan bir harita var. O devrin Türk dünyasını betimleyen harita aynı zamanda bir Türk’ün çizdiği ilk dünya haritası olma özelliğini de taşıyormuş. Bu haritanın merkezi olarak o zamanın Türk hükümdarlarının oturduğu şehir olan Balangur seçilmiş. Diğer şehirler Balangur’a göre konumlandırılmışlar. Bu ve benzeri pek çok bilgiyi hızlıca okuduktan sonra ağacın ilerisindeki doksan yedi basamaklı merdivene yöneliyorum. Basamakların sayısı Kaşgarlı Mahmut’un yaşadığı yıl sayısına gönderme yapmaktaymış.

  • Merdivenin sonunda nihayet türbeyi görüyorum. İçerisi serin, hafif nemli ve sessiz. Görevli kadın köşedeki masasına başını koymuş uyuyor. Benim içeriye girdiğimi fark edince şöyle bir başını kaldırıyor, demir gibi ağırlaşmış gözlerini açmaya çalışıyor. Ağzını açmasa da anlıyorum dediklerini “Bu sıcakta gezilir mi be adam, kıvrıl bir gölgeliğe uyu.” diyor. Ben de içimde “Haklısın bacım ama bizim de görevimiz turistlik. Düştük bir kere kara bir sevdanın peşine.” Baktı olmayacak, o geri dönüyor tatlı uykusuna, ben de gezime. Kadıncağızı uyandırmamaya daha bir dikkat ederek hafif hafif yürümeye gayret ediyorum türbenin içinde. Toplam üç oda var. Birinde sanduka var ama mezar bu sandukada değil, türbenin arkasındaki dağın eteklerine kurulmuş olan mezarlıkta. Türbedar Yasin Kari’ye –yüzyıllardır onun ailesi bakıyormuş bu türbenin işlerine- göre yaklaşık 20 metre uzaktaymış gerçek mezar. Sandukanın olduğu odanın yanındaki odada Dîvânu Lugâti’t-Türk’ün farklı basımları var. TDK’nın basmış olduğu birkaç nüsha da burada görülebiliyor. Üçüncü oda ise ufak bir mescit işlevini görüyor.

    Türbeden çıkıp etrafında dolanıyorum. Arkadaki mezarlık ilgimi çekiyor. Burası aynı zamanda medresenin mezarlığı. Güneşte biraz daha pişip dayanamayacak hale gelince soldan devam ediyorum yoluma. Ahşaptan yapılma bir yola giriyorum. Dağın eteği boyunca ilerliyor bu yol. Böylece türbenin de içinde bulunduğu geniş külliyeyi yukarıdan –ağaçların arasından görebildiğim kadarıyla- izleme imkânım oluyor. Hacet yeri, halvet yeri, çilehane ve tilavethane denilen yerlerin arkasından geçip –zaten ziyarete kapalılar- yokuş aşağıya iniyorum. Ahşap patikanın sonunda, ne amaca hizmet ettiğini anlayamadığım bir mağara buluyorum. Mağaranın ağzındaki kayalara ejderha işlemişler. İçeriye girmek ise yasak. Etrafta bilgilendirici bir yazı da göremediğim için geri dönüyorum. Bulduğum ilk merdivenden dik bir şekilde giriş kapısına iniyorum. Dışarı çıkınca Ahmet’i bulmadan önce köşedeki bakkaldan su, yoğurtlu içecekler ve üzümlü / vişneli kek alıyorum. Bakkalı işleten yaşlı amcayla iyi anlaşıyoruz nasıl oluyorsa. O da uyukluyor gerçi ama yine de türbedeki kadına göre daha dinç. Gülerek ayrılıyorum yanından. Arabaya binince aldıklarımın bir kısmını Ahmet’le paylaşıyorum. Oruç tutmamasına rağmen –dondurma yediğine göre- yemiyor verdiklerimi, kapının gözüne koyuyor. Ben yiyorum hemen. Sonrasında da ağır mı ağır bir

  • uykunun kollarına bırakıyorum kendimi. Öyle ki akşam üzeri Kaşgar’ın merkezine geri döndüğümüzde Ahmet beni zor uyandırıyor.

  • Kaşgar Notları 7: Taklamakan Çölü: Zaman, Mekân ve Bellek

    Herkesin, her ne kadar saklamak niyetiyle şekilden şekle girse de, akılla ya da akılsallıkla açıklanamayan korkuları ve endişeleri vardır. Ben her şeyin yolunda gittiği bir günden sonra kötü bir deneyimin kapıda beklediğine dair irrasyonel bir kaygı duyarım. Önüne geçemem ya, içimi kemirir bu duygu, evhamlı bir insan olduğumu kabul etsem de değiştiremem kendime karşı takındığım bu gaddar tutumumu. Üstüste beş defa tura geldikten sonra bir sonraki denemede yazı geleceğinden emin olmak gibi bir şey yaşadığım. Oysa yazı gelme olasılığı ne artmıştır ne de azalmıştır. Bağımsızdır geçmişten! Bozuk paranın senin hafakanlarından haberi yoktur. Hatta beş defa üstüste tura gelirken senin bu duruma sevinmemene ya da şaşırmamana bile karışmaz para. Senin bu aşırı şanslılığa kayıtsız kalma durumun tahlil edilmesi gereken ilk sorundur ama işine gelmez bunu akla getirmek. O sırada evrenin en tarafsız nesnesi olan ve tüm bu tarafsızlığıyla seni çileden çıkarmaya devam eden bozuk paraya yüklersin tüm sorumluluğu. Ahh insan, nasıl da çileden çıkarıyor doğayı her saniye, yeniden ve yineden!

    https://sessizkuyu.blogspot.ae/2017/08/kasgar-notlar-7-taklamakan-colunde.html

  • Kaşgar’daki ilk günüm o kadar planlara uygun ve o kadar güzel geçmişti ki ikinci günde bir arıza çıkacağından, beş turadan sonra gelecek olan yazıdan emin olmam kadar emindim. Bu kadar zaman kendisini tuttuğuna göre artık zamanıydı bazı şeylerin. Sabah saat dokuzda gelmesi gereken minibüs onda geldi. “İşte” dedim, “Bu ilk işaret.” Tam bir saat bekledim yol kenarında. Çocuklarını arabayla okula getiren (Kaşgar saatiyle yedi civarı) babaların gurur dolu bakışlarını izledim, çocuğu kaldırıma çıkıp polis kontrol noktasındaki araçlar için konmuş demir çubuğun altından bir kedi kolaylığıyla geçene kadar bir yere kımıldamayan tedirgin anneleri gözlemledim, beni sırtımda ufak bir çantayla yol kenarında beklerken görüp de taksi aradığımı zanneden şoförlere elimle “Hayır, taksi beklemiyorum.” işareti yaptım, güneş yükseldikçe yerimi değiştirdim, gittikçe incelen bir trafik işareti gölgesinde ben de incelip büzüldüm ve nihayetinde gelen minibüse bindim. İskender’e göre gecikmenin nedeni gaokao sınavı dolayısıyla kapatılan yollarmış. Minibüste benden başka kimse yoktu en başta. Önce yaşlı iki adamı aldık büyük bir otelden, sonra da genç bir çifti. Şehrin içinde bir saati de bu şekilde harcadıktan sonra saat on iki gibi Taklamakan Çölü ve Deva Gölü’ne (Devakul) doğru hareket ettik. Minibüste benden başka herkes Çince konuşuyordu ve benden başka kimse İngilizce konuşmuyordu. İşin kötüsü Uygurca konuşan da yok! Bildiğim üç beş Çince kelimeyle genç çiftin Urumqi’den geldiğini, yaşlı amcaların da Guangzhou’lu olduğunu öğrendim. Dilim daha ayrıntılı bilgiler almaya yetmeyeceği için yanıma aldığım kitaba çevirdim başımı. Yol uzun sürecekti, en az iki buçuk saat. Hazırlıklı gelmek zorundaydım.

    Geniş ve bakımlı yollarda ilerledik bir saate yakın. Hava ısınmış, minibüsün kliması iyice yetersiz kalmaya başlamıştı. Bir de ben enayi gibi cam kenarına oturmuştum, yüzümü korusam dizim, dizimi çeksem kolum maruz kalıyordu güneşin ışığına. Yine de memnundum halimden. Kitap iyiydi, araba sessizdi –yaşlı amcalar uyukluyordu, genç muhabbet kuşları da kulaklık paylaşarak müzik dinliyorlardı- ve en önemlisi gidiyorduk. Ta ki polis kontrol noktasına varana kadar. Burada tüm yolcuları indirdiler, kimliklerimizi (benim pasaportumu) aldılar ve bizi içinde gelişmiş metal tarayıcıların –metal bir odaya giriyorsun ve üç boyutlu olarak tüm vücudun taranıyor- olduğu bir binaya soktular. Neyse, hep birlikte indik, yürüyerek binaya

  • girdik, tarayıcılardan geçtik. Beş dakikalık bir resmi prosedür sonuçta, geçip gideceğiz ve bir saat sonra çölün kırmızı kumlarına kavuşacağız. Meğer şansımın yaver gittiği son noktaya varmışım da haberim yokmuş. Sabahki gecikme fırtına öncesi yaklaşan kara bulutlarmış. Beşinci tura da gelmiş yani, artık yazı zamanı! Onlar kimliklerini alıp gittiler ama ben pasaportumu alamadım.

    Yanındaki polis memurlarının çekingen tavırlarına bakılınca üst rütbeli olduğu anlaşılan bir polis amiri –Başka yerde görsem Niğdeli ya da Gaziantepli diyebileceğim düzeyde Türkiye Türklerine benziyordu- benim pasaportumu eline almış, sallayarak minibüsün şoförünü azarlıyordu. Ne olduğunu anlamak için cama yanaştım. Çince konuşarak öğretmen olduğumu, Çanco’da yaşadığımı, pasaportumda da çalışma ve oturma izinlerimin yazılı olduğunu söyledim. Sonra pasaportu polis amirinin elinden alıp –bu ne cesaret!- vizeyi gösterdim. Polis bir bana bir pasaporta bir de şoföre bakıyordu. İkna mı olmuyordu yoksa başka bir şey mi vardı anlamam zordu. Aralarında konuşmaya devam ettiler. Ben bir kenara çekilip bekledim. Yarım saat geçti, şoför sağa sola telefon ediyordu. Bizi durduran polis amiri de ortalıktan kayboldu. Bir ara geri geldi, elinde telefon odanın içinde sinirli adımlar attı. Yok, sorun her neyse çözülmüyordu. Ben bir kere daha şansımı deneyeyim diye cebimdeki sigorta kartımı –okulun adı geçiyor üzerinde-, ATM kartımı ve Çanco’da yaşamayan bir insanın asla taşımayacağı lokanta indirim kartlarını gösterdim. Polis benim kartları görünce, “Bu dangalak hiçbir şeyi anlamıyor” gibisinden bir tavırla, aç bir dilenciyi görmezden gelen ehl-i keyf bir lokanta müşterisi gibi savuşturdu beni. Sanırım sorunu çözecekse şoför çözecekti. O da ikide bir elindeki belgelerin ve benim pasaportumun fotoğrafını çekip wechat’le birilerine gönderiyordu. Bu sırada dışarıda güneşin altında park edilmiş olan minibüste bekleyen diğer dört yolcudan ikisi –genç çift- beklemekten sıkılmış olacaklar ki geldi durum hakkında bilgi almaya. Beş dakika ortalıkta dolandıktan sonra hiçbir şey öğrenemeden gittiler. Ben de artık sinirlenmeye başlamıştım. Bir yandan da içimde kabaran mahcubiyet var, elimde olmadan suçluluk hissediyorum diğer yolculara karşı. Benim yüzümden bekliyorlar, tatilleri heba oluyor. Elimdeki telefonu polise uzatıp “İstersen okul müdürümü ara. Onunla konuş. Kendisi Çinlidir.” gibi bir şeyler söyledim. Polis amiri telefona dokunmadı bile. Dört

  • parmağını birleştirip, avucunun içine doğru kıvırdı ve elinin tersi bana bakacak şekilde açıp kapadı birkaç defa. Ne yapsam yaranamıyordum bu amire. Oysa Behzat Ç’nin bütün bölümlerini izleyerek polis amirleri hakkında az çok bilgi sahibi olduğumu düşünürdüm. Yenik bir kumandan ya da karnına tekme yemiş bir köpek; neye benzetirseniz benzetin, çekildim köşeme ve beklemeye başladım. Ağzımı da açmadım. Bir saat daha bekledik ve nihayetinde ne olduysa oldu, sorun çözüldü. Tam iki saatimi klimalı, apaydınlık bir odada gereksiz yere geçirmiştim. Oysa benim şu anda çölde, ince kum tanelerinin üzerine oturup rüzgârla dans eden tepeleri gözetlemem gerekiyordu. Polis amiri sinsi sinsi gülüyordu bana pasaportumu teslim ederken. “Bir daha gelme buralara, iki saat değil iki gün bekletirim seni.” diyen bakışlardı bunlar.

    Acele adımlarla çıktım dışarıya –karar değiştirir de beni daha çok tutar diye kaygılanarak belki de- , şoför de en az benim kadar rahatlamıştı herhalde. Arabaya bindik, en az üç defa özür diledim diğer yolculardan. He ne kadar bir kusur işlememiş olsam da yüzüm yerdeydi. “Grengjai” 4 ın tavanını yapmıştım. Uçağa biner binmez bebeği ağlamaya başlayan ve inene kadar susmayan bir anne gibiydim işte! Oturdum koltuğuma ve yolu izlemeye devam ettim. Kafam davul gibi şişmişti, ne gördüklerimden bir zevk alabiliyordum artık ne de anlamlandırabiliyordum etrafımdakileri. Havası söndüğü için odanın bir köşesinde unutulan bir balon gibiydim. Sittin sene geçse kimse görmeyecekti beni, görmesindi de zaten! Uyumak istedim ama sinirden uyuyamadım da! Öylece, tıpkı gördüğü her şeyi yemeye ya da yok etmeye programlanmış bir zombi gibi; nefretle baktım kavak ağaçlarına, ağaçların arkasında görünen renkli duvar resimlerine, resimlerde tasvir edilen Çin devletine minnettar köylü ailelere, yol kenarında yürüyen çocuklu kadınlara ve at arabalarına, yüksek duvarların arkasından sadece çatıları görünen köylere, o köylerde sessiz sakin yaşayan insanlara…

    Ne kadar zaman yol adık bilemiyorum. Vardığımızda dışarısı fırın gibi ısınmıştı. Biz de fırına sürülme kıvamına gelmiş, ince dilinmiş

    4 Grengjai: Tayca’da mahcup olmak anlamına gelen sevdiğim bir kelime. Birinden yardım istemeye ya da

    birinden bir şey talep etmeye çekiniyorsanız “grengjai” olursunuz.

  • patatesler gibiydik. Bilet alıp milli park alanına girdik. Girişte şoför herkese güneşten korunmaları için şapka almalarını önerdi. Baktım, Moğolistan’dan aldığım ve henüz kaybetmediğim siyah kepim dört bir yanımı yakan bu güneşten beni korumakta yetersiz kalıyor. 20 Yuan verip kovboyların giydiklerine benzeyen geniş bir şapka5 aldım. Geniş olduğu için hem alnımı hem de ensemi aynı anda gölgeliyordu. Herkes hazır olduktan sonra az ileride bizi bekleyen at arabasına bindik. Başka bir seçenek olsaydı belki binmezdim ama burada ne mesafeyi biliyorum ne de tam olarak hangi yöne gideceğimi. Mecburen bindim. Ayrıca hayvan gayet besiliydi. Bizim Büyükada’daki zavallı cılız hayvanlara benzemiyordu. İndiğimiz yerde de çayır bir gölgelikte bekletiliyorlardı.

    At arabası yolculuğu beş dakikadan az sürdü. Yol dümdüzdü, en ufak bir yokuş olmadığı gibi en yumuşağından bir kıvrım bile yoktu. Vardığımız yer Deva Gölü6 denilen yerdi ama beni pek ilgilendirmiyor burası. Çin’in her yeri göl dolu zaten, her eyaleti, her eyalatindeki her şehri, her şehrindeki her parkı… Hem zaten ufacık bir yer, doğal mı yapay mı onu bile anlayamadım! Ben gölü değil, çölü görmeye gelmiştim. Çölle ilgili ya da kısmen de olsa çölde geçen filmleri ve romanları 7 büyük bir iştahla, bazen defalarca deviren birisi olarak önemli bir misyon bu benim için. Arabadan iner inmez de oradaki diğer at arabası sürücülerine çöl resmini gösterip “Taklamakan” dedim. Bana göl kenarında park etmiş olan, dev tekerlekli jipleri gösterdiler. Bu sırada beraber geldiğimiz genç çift bizden ayrıldı. İki kişilik bisikletlerden birisine binip gölün etrafında turlamaya gittiler. Ben ve iki yaşlı amca bizi çöle götürecek olan jiplere yanaştık. Tekerlekler sadece yüksek değiller, aynı zamanda oldukça kalınlar. Sanırım çöldeki kumu tutmaları ve kaymamaları için kalın olmaları gerekiyor, yoksa devrilir gider araç.

    Araçların yanındaki görevli biraz İngilizce konuşuyordu. Jipler güvenlikliymiş, oturunca emniyet kemerimi bağlamamız gerekiyormuş.

    5 Maalesef bu şapka Şanghay’daki havaalanında, aceleyle girip çıktığım tuvalette unutulacak.

    6 Devakul: Deva Farsça’da çare demek. Türkçe’ye de girmiş zaten. Kul: Günümüzde

    kullandığımız göl kelimesinin. Nedense “k” sesi hep “g”ye dönüşmüş modern Türkçe’de. Köz Göz değişimi de böyle. Güzel kelimesi Köz-Al, yani “göz alan, göz alıcı” kelimesinden türemiştir. 7 The Sheltering Sky, The Woman in the Dunes, Ömer Muhtar

  • Ayrıca yolculuk sırasında elimizde bir şey tutmamız –telefon, fotoğraf makinesi, kamera vb- kesinlikle yasakmış. Üç km kadar çölün içerisine girince araba duracakmış, o zaman doya doya fotoğraf çekebilirmişiz. Paraları ödeyip jipe bindik. Emniyet kemeri basit bir şey sanıyordum. Önce karnımızı tutan bir şerit geçirdi görevli adam, sonra da her iki omuzumu da çaprazlamasına kavrayan iki tane daha şerit. “Bu biraz abartı olmadı mı?” diye söyleniyorum içimden. “Savaşa mı gidiyoruz? Altı üstü üç km, gerek var mı bu kadar önleme?” İçimden konuşturdum adamı “Birazdan görürsün sen, aptal laowai!”

    Kontağın ilk çevrilişinde çalışmadı araba. İkincide de çalışmadı. “Lan dedim, çölün ortasında da kalmayalım böyle.” Üçüncüde çalıştı ama benim tedirginliğim geçmedi. Araba hareket etti yavaşça. Tozlu bir yolda azıcık ilerledikten sonra köhne bir kapıdan geçip çöle girdik. Kocaman çöle bir kapıdan girmek de ayrı bir tuhaflık. Zaten her yer açık arazi, sırf yol olduğu belli olsun diye ve arabalar izinsiz girmesin diye kapı yapmışlar. Çöle girer girmez de yolculuğun ayarları değişti. Bundan sonrasının hissettirdikleri bağlamında şimdiye kadar bindiğim rollercoaster’lardan farkı yoktu. Fiziksel anlamda gözlemlenen farkları ise yolun olmaması ve raylar üzerinde ilerlemiyor oluşumuz. Araba bir sola yatıyor, bir sağa. Tepeleri çıkıyor, ardından tepe aşağıya derin bir çukura giriyor, sonrasında çukurun iç çeperinde döne döne tekrar yukarı çıkıyordu. Biz yolcular olduğumuz yerde hopluyor, zıplıyor, sağa sola yatıyorduk. Ben sol elimle kapının üzerindeki tutacağa, sağ elimde önümüze konmuş demir boruya tutunmuştum. Şehir içi otobüslerde bile bu kadar tutunacak yer yoktur herhalde. Demek geçmişte düşenler olmuş, o yüzden tedbirleri abartıyorlar. Sanırım tüm yolculuk beş dakika falan sürdü ama midemi altüst etmeye yetti. Az daha gitsek herhalde olduğum yere boşaltacaktım midemdekileri. Yüksek bir tepenin zirvesine varınca durdu araba. Emniyet kemerlerimizi binbir zorlukla çözüp indik. Ve işte, önümüzde uçsuz bucaksız kum tepeleri, bambaşka bir hayatı müjdeler gibi bize bakıyordu.

    Çölün bana anımsattığı iki temel öğe vardır. Birincisi mekânsızlık ve beraberinde getirdiği zamansızlık, ikincisi ise belleksizlik. Mekânsızlık

  • kavramını, çölün ortasındayken her yönün aynı olması anlamında kullanıyorum. Yıllar önce yazdığım bir şiirde (şiirimside) “Çöl de bir tür labirent sayılmalıdır.” demiştim. Bu sözde hem Borges’in anlattığı Babil kralıyla Arap emiri arasında geçen hikâyeye gönderme vardı hem de Kafka’nın “Bu kadar geniş meydanlar yaparlar da neden ortasından geçen bir yol yapmazlar.” lafına. Modern insan kendisine verilmiş yollara alışık; ya yol yapılmış, döşenmiş, kendisi için hazırlanmış olacak ve ona sadece yola düzülmek kalacak ya da kendisinden önce en az birisi gitmiş olacak ki yolun bir yere çıktığından emin olsun. Oysa çöl tüm ayak izlerini birkaç saat içinde kapatan huyuyla, sürekli değişen coğrafyasıyla ve insanı kendisine düşman eden sıcağıyla yoldan en mahrum yerdir, hatta yolun tam tersidir, yol-bol-un mekânı olan uygarlığa inat, yol-suz-dur. Dolayısıyla mekân kavramı çöl için gelişmemiştir. Onu yolcu geliştirecektir. Tüm yönlerin birbiriyle aynı anlama gelmesi de bu yüzden önemli bir ayrıntı. Birini diğerine te