kamu emekçileri bülteni 2015 mart-nisan

16
Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz! İki aylık bülten * Sayı 49 * Mart - Nisan 2015 KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ NÖBET EYLEMİ VE GÖSTERDİKLERİ EĞİTİMDE GERİCİLEŞTİRME POLİTİKALARINA TAM GAZ DEVAM! SERMAYENİN ÜNİVERSİTELERDEKİ TAHAKKÜMÜNÜ KIRALIM! DEĞERLER EĞİTİMİ HANGİ LAİKLİK? YASAKLANAN METAL GREVİ ve YÜKSELEN TOPLUMSAL MÜCADELE! 5 6 8 10 12

Upload: sosyalist-kamu-emekcileri

Post on 08-Apr-2016

223 views

Category:

Documents


1 download

DESCRIPTION

Sosyalist Kamu Emekçileri

TRANSCRIPT

Page 1: Kamu Emekçileri Bülteni 2015 Mart-Nisan

Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz! İki aylık bülten * Sayı 49 * Mart - Nisan 2015

KAMUEMEKÇİLERİ BÜLTENİ

NÖBET EYLEMİ VE GÖSTERDİKLERİ

EĞİTİMDE GERİCİLEŞTİRME POLİTİKALARINA TAM GAZ DEVAM!

SERMAYENİN ÜNİVERSİTELERDEKİ

TAHAKKÜMÜNÜ KIRALIM!

DEĞERLER EĞİTİMİ

HANGİ LAİKLİK?

YASAKLANAN METAL GREVİ ve

YÜKSELEN TOPLUMSAL MÜCADELE!

5

6

8

10

12

Page 2: Kamu Emekçileri Bülteni 2015 Mart-Nisan

2 KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ

Geride bıraktığımız iki aylık dönem, sınıf hareketinin ve toplumsal çalkantıların 2015 yılında yeni boyutlar kazanacağına ilişkin beklentilerimizi doğrular nitelikte gelişmelere sahne oldu. Bu dönemde hemen tüm ileri kesimlerin gözünü diktiği olgu ise MESS ile Birleşik Me-tal-İş arasında sürdürülen grup toplu sözleşmelerinin uyuşmazlıkla sonuçlanması sonrasında, metal işçilerinin grev silahını kuşanmaları oldu.

Metal işçilerinin gösterdiği grev iradesi, önce AKP’nin yasağı ile ardından ise önceleri “biz bitti demeden grev bitmez” diye böbürlenen Birleşik Metal-İş bürokratları-nın yasağa teslim olmasıyla bastırılabildi. Ejot, Paksan ve Demisaş fabrikalarında işçiler, grev yasağı karşısında fiili işgallere ve grevi sahiplenmeye yönelirken, sendika bürokratları, bu dirençli tutumu desteklemek ve yaymak yerine, izledikleri çizgi ile denebilir ki AKP’nin grev ya-

sağının pratikteki uygulayıcıları oldular. Daha grev baş-lamadan birçok metal patronunun MESS’ten ayrılıp ayrı ayrı sözleşmeler imzalaması grevin gücünün ve sermaye cephesinin grevden duyduğu korkunun göstergesi ol-muştu. MESS patronlarının imdadına Şişecam grevinde olduğu gibi AKP iktidarı yetişti ve olur olmaz ileri sürülen “milli güvenlik” gerekçesiyle metal grevi 60 gün sürey-le ertelendi; daha doğrusu yasaklandı. Yasağa rağmen metal işçilerinin grevi fiilen sürdürmesi ve böylece grev yasağını aşması için yeterli atmosfer vardı. Hem metal işçilerinin mücadele isteği ve hem de toplumsal koşullar bunu olanaklı kılıyordu. Dahası böyle bir tutum ihanet sözleşmesine imza atan Türk Metal çetesini sarsıcı bir rol de oynayabilirdi. Fakat Şişecam’da olduğu gibi, sendikal bürokrasi yine devreye girdi, hamasi nutuklar eşliğinde işçileri işbaşı yapmaya yöneltti ve tepki gösterenlere ise

YASAKLANAN METAL GREVİ ve YÜKSELEN TOPLUMSAL MÜCADELE

Page 3: Kamu Emekçileri Bülteni 2015 Mart-Nisan

3MART - NİSAN 2015

“örgütsel disiplin”i hatırlattı. Böylece sınıf hareketinin ve toplumsal mücadelenin dinamiklerinin geliştiği bir dö-nemde, toplumsal düzlemde deprem etkisi yaratabile-cek bir çıkış olanağı heba edilmiş oldu. Birçok mücadele deneyiminin ortaya koyduğu gibi metal grevleri de sen-dikalara çöreklenmiş ve icazetçi bürokrat takımının, işçi sınıfı mücadelesinin önündeki en başat engel olduğunu gösterdi. Bu iki aylık dönemde kendiliğinden patlayan işçi eylemlerinde olduğu gibi, grev sürecinin gösterdiği bir başka olgu ise sendikal bürokrasi engelinin ancak öncü işçilerin ortak bir mücadele hattında buluşması ve taban örgütlülükleri sayesinde aşılabileceği gerçeğinin pratikte bir kez daha kanıtlanması oldu. Neredeyse patlayan her işçi eyleminde, işçilerin tepkisinin sermayenin yanı sıra sendika bürokratlarına yönelmesi de, sendikal bürokrasi engelinin aşılması ihtiyacının işçilerin bilincinde yer etti-ğini göstermektedir.

Birleşik Metal-İş bürokratlarının işçileri grev yasağına boyun eğdirmesi karşısında reformist solun büyük bir bö-lümü ise utanç verici bir tutum sergiledi. Birçok direnişte sendika bürokratlarının savunuculuğunu yapmak, bu bü-rokratlar öldüğünde ise arkalarından methiyeler düzmek kendilerine nasip olan bu “solcular”, metal grevlerinin yasaklanması sonrasında ise sendika bürokratlarının grev yasağının uygulayıcılığını yapmalarına toz kondurmadan, AKP’yi ve grev yasağını teşhir etmekle yetindiler. İhanete “ihanet” diyemeyen reformist solun bu tutumunun ge-risinde ise bir yandan sendika bürokratlarıyla kurdukları ilişkiler, öte yandan ise taşıdıkları parlamenter zihniyet yatmaktadır. Burada aslolan ikincisidir ve sendikal bü-rokrasiyle “iyi geçinme” tutumunu belirleyen de, sınıf-lar mücadelesine reformist bir zihniyetten bakmalarıdır. Bu reformcu kafa kimi zaman suskun kalmak biçiminde, kimi zaman TEKEL işçilerinin 1 Mayıs’ta Türk-İş bürokrat-larına gösterdiği tepki karşısında sendika bürokratlarının arkasına dizilmek biçiminde, Greif işgalinde tutumsuz kalmak ya da Greif işçileri karşısında sendika bürokrat-larına arka çıkan imzalar toplamak biçiminde, Haziran direnişinde ise “alanı boşaltma” tutumunda kendisini göstermektedir. Metal grevleri başlamadan önce, grevi “coşkuyla” bekleyen ve metal grevinin buzkıran rolü oy-nayabileceğine dair “dâhiyane” tespitlerde bulunan re-formist sol yapıların, grevin yasaklanması sonrasında fiili işgal ve grevlere çağrı yapmamaları ve faturayı AKP’ye kesip iç rahatlatmaları, ortalama bir reformistin ortala-ma bir davranışı olarak çıkmaktadır karşımıza. Reformist solun çeşitli bölüklerinin işçi direnişlerinde gösterdikleri tutumları ele almanın yeri burası değil. Sadece şu kadarı-nı söyleyelim ki, bunun kısa bir dökümü bile reformizmin utanç tablosunun oldukça kabarık olduğunu göstermeye yetecektir.

Metal grevlerinde süreç tamamlanmış değil. Birleşik Metal-İş ile MESS arasında grup toplu sözleşmesi henüz imzalanmış değil. Sendika bürokratları “MESS ile masa-ya oturmayacağız” iddiasında bulunsalar da, grevin er-

telendiği 60 günlük süre içerisinde işçilerin ümitlerinin daha da kırılacağı anı bekliyor olmalılar. Çünkü bu süre içerisinde iki ihtimal var: ya işçiler sendika bürokratla-rının teslimiyetçi tutumu ve sürecin uzamasından duy-dukları bıkkınlık nedeniyle kırılacaklar ve MESS ile Türk Metal arasında imzalanan ihanet sözleşmesine razı ge-lecekler ve böylece sendika bürokratlarının elini rahatla-tacaklar, ya da sürecin uzamasından duyulan rahatsızlık sendika bürokratlarına duydukları tepki ile birleşerek fiili mücadelelere yönelecekler. Önümüzdeki günler duru-mun nereye evrileceğini gün ışığına çıkaracaktır.

İŞÇİ DİRENİŞLERİ VE TOPLUMSAL MÜCADELELER YAYGINLAŞIYOR

Her ne kadar metal grevi yasaklansa da, hem grevi yasaklanan işçiler ve hem de işçi sınıfının çeşitli bölükleri içerisinde mücadele eğilimi güçleniyor. Kayseri’de Boy-daş fabrikalarında çalışan ve “satılmış sendika” sloganları ile sendikal bürokrasiye de tepkilerini dile getiren Ağaç-İş sendikasına üye binlerce ağaç işçisinin 36 saatlik fiili gre-vi, Bilecik’te sendikasız seramik işçilerinin direnişi, Çer-kezköy’de Arslan Tekstil’de çalışan işçilerin ödenmeyen ücretleri nedeniyle 2,5 milyon liralık ürüne el koymaları, taşeron karayolu işçilerinin ve maden işçilerinin Ankara eylemleri vb. işçi sınıfında mücadele eğiliminin yaygın-laştığının göstergeleridirler.

Page 4: Kamu Emekçileri Bülteni 2015 Mart-Nisan

4 KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ

Burada dikkate değer olan yalnızca eylemsel yaygın-lık değil, gerçekleşen eylemlerin militan niteliğidir. İşçiler çok kez fabrikalarını işgal etmekte ve üretimi durdur-makta, yer yer ürün ve makinelere el koymaktadırlar. 2015’in ilk aylarında sınıf mücadelesinde yaşanan bu ge-lişmelere, toplumsal mücadelelerde yaşanan gelişmeleri de eklediğimizde, önümüzdeki dönemin yeni toplumsal kalkışmalara gebe olduğu ortaya çıkmaktadır. Daha-sı sınıf mücadelesindeki bu gelişmeler yalnızca Türkiye coğrafyasında değil, Avrupa ülkelerini de kapsayacak bi-çimde dünya ölçeğinde yaşanmaktadır. Tüm bunlar, ka-pitalizmin içinde debelendiği yapısal sorunların ağırlığı altında, dünya coğrafyasının önemli bir bölümünde pa-ralel gelişmelerin yaşanabileceği bir dönemin kapılarının açıldığına işaret ediyor.

Dinsel gericileşmeye karşı “laik, bilimsel, anadilinde eğitim” talebi ve Alevilerin “eşit yurttaşlık” talepleri ek-seninde 8 Şubat’ta yapılan mitingi, 13 Şubat’ta iş bırak-ma ve boykot eylemleri takip etti. Özgecan Aslan’ın teca-vüz edilerek katledilmesi sonrasında ise kadın cinayetleri karşısında toplum ölçeğinde yaygınlaşan bir tepki açığa çıktı. Geçerken belirtmek gerekir ki, Özgecan’ın tecavüz edilip vahşice katledilmesine karşı gösterilen toplum-sal duyarlılık, kadın sorununda feminist bakış açısının da sınırlarını göstermiştir. Denebilir ki, kadın sorununu temelde “cinsler arası” bir sorun olarak gören ve erkek emekçiyi mücadelenin bir parçası olarak görmeyen femi-nist yaklaşımlar, emekçilerin ve gençliğin kadın ve erkek-lerinin yaygın ve kitlesel eylemler içerisinde ortaklaşma-ları ile fiilen aşıldı. Böylece feminizmin darlığı toplumsal pratikle görülmüş oldu.

Sınıf mücadelesinin dinamikleri ve toplumsal müca-deleler alanında yaşanan gelişmelere ise sermaye düze-ninin ve AKP iktidarının toplumsal başkaldırıların önünü almak üzere sürdürdüğü hazırlıklar eşlik ediyor. Gün-demdeki İç Güvenlik Yasası, bir yandan Kürt sorununda yaşadığı çıkmazı “şiddet” politikaları ile aşma amacını, öte yandan da toplumsal muhalefetin bastırılması ama-cını güdüyor. Sermaye düzeninin hazırlıkları, sınıflar mü-cadelesinde, Kürt sorununda ve toplumsal sorunlarda

sosyal patlamalardan duydukları korkunun her geçen gün büyüdüğünü gösteriyor.

SON SÖZ YERİNEYazımızı bitirmeden kamu emekçileri hareketi açısın-

dan, önemli bir dönemin eşiğinde olduğumuzu belirtme-liyiz. Kamu emekçilerinde biriken tepkinin açığa çıkabi-leceği bir döneme girmiş bulunuyoruz. Toplu sözleşme dönemi biriken tepkinin su yüzüne çıkacağı bir dönem olarak yaşanabilir. Ne var ki, KESK halen bir mücadele programına sahip değil. BES Merkez Temsilciler Kurulu, grev hakkı için kampanya ve fiili grevler örgütlenmesi, toplu sözleşmeler dönemini de kucaklayan bir müca-dele programının oluşturulması için bölge toplantıları ve program kurultayları yapılması yönünde KESK’e çağrı yapmasına karşın, bu çağrının KESK’te yanıt bulup bula-mayacağı henüz belirgin değil. Şubat ortalarında yapılan KESK Genel Meclisi gündeminde “toplu sözleşme döne-mini de kapsayan mücadele programının tartışılması” başlığı da yer almasına karşın, Genel Meclis kararları ha-len açıklanmış değil.

Bir önceki sayımızda “Mücadele ve kazanımlarla anı-lacak bir yıl için görev başına!” başlıklı yazımızda döne-me ilişkin ortaya koyduğumuz hedefler, BES MTK karar-larına yansımakla birlikte, bu hattın KESK bütünlüğüne yaygınlaştırılması ve pratik bir tutuma dönüştürülmesi, karar almaktan daha fazlasını gerektirmektedir. Ne var ki, genel seçimlere ve sandığa odaklanan hakim siyasal yaklaşım, bunu alabildiğine zorlaştırmakta, hakim re-formist çizgi gözünü sandığa çevirdikçe fiili mücadele olanakları darbelenmektedir. Bunun önüne geçmek ve kamu emekçileri hareketinin baharını yaratmak ise hare-ketin öncü kadrolarına düşmektedir. Bunun için yönümü-zü sendikalarda öncü kamu emekçilerini bir araya getir-meye yöneltmeli, bu öncü inisiyatifler aracılığıyla taban örgütlenmelerini yaratmalı, KESK ve bağlı sendikalara, grev eksenli bir mücadele programının oluşturulması ve hayata geçirilmesi için basınç oluşturmalıyız.

Sosyalist Kamu Emekçileri

Page 5: Kamu Emekçileri Bülteni 2015 Mart-Nisan

5MART - NİSAN 2015

08.12.2014 tarihinde Eğitim Sen, Milli Eğitim Bakanlı-ğı’na okullarda tutulan nöbet hizmetine dair taleplerinin yazılı olduğu bir dilekçe göndermiştir. MEB dilekçeyle ile ilgili hiçbir çalışma başlatmadığı gibi bir açıklama dahi yapmamış adeta görmezden gelmiştir. Yazılı dilekçe ile talepleri karşılanmayan Eğitim Sen; “Nöbet hizmetinin fazla mesai olarak kabul edilmesi ve ücretlendirilmesi ve her türlü ek ödemenin temel ücrete yansıtılması” tale-biyle 9 Şubat’tan itibaren tüm okullarda talepler kabul edilinceye kadar süresiz nöbet tutmama kararı aldı.

Eğitim Sen’in almış olduğu bu karar tıpkı “özgür kılık-kıyafet” eyleminde olduğu gibi eğitim emekçileri tara-fından sahiplenilmiş, okullarda heyecan yaratmıştır. Bu sahiplenmenin gerisinde yatan en büyük neden Eğitim- Sen’in okullardaki örgütlülüğü değil, nöbet hizmetinin öğretmen için angarya olmasıdır. Eğitim- Sen, emekçi-lerdeki- angaryaya karşı kendiliğinden var olan- öfkeyi okullarda hazırlıksız olsa da birleştirebilmiştir. Fiili olarak başlatılan bu eylem, okullarda karşılık bulmuş, nöbetle ilgili talepler, sadece Eğitim Sen’li öğretmenlerin değil tüm eğitim emekçilerinin ortak bir talebine dönüşmüş-tür. Eğitim Sen nöbet eylemiyle, eğitim emekçilerinin sendikal mücadeledeki temsilcisi olduğunu bir kez daha göstermiştir. Çünkü birincisi; Eğitim-Bir-Sen’in “okulun güvenliğini ve çocuklarımızın sağlığını riske atmadan fili eylem yerine tüm Türkiye’de imza kampanyası” baş-latması eğitim emekçilerinde bir karşılık bulmamıştır. İkincisi; Eğitim-İş, 05.01-12.06 2015 tarihlerinde nöbet eylemi başlatmış, ancak bu karar kendi üyeleri dâhil eğitim emekçileri tarafından sahiplenilmemiş ve alınan karar fiili olarak boşa düşmüştür. Üçüncüsü; daha önce MEB’e bağlı tüm okul ve kurumlarda her ayın ilk haftasın-da “Nöbet Tutmama” yönünde eylem kararı almış olan Türk-Eğitim Sen, eylemini “süresiz nöbet tutmama” eyle-mine dönüştürmek zorunda kalmıştır.

Eğitim Sen doğru bir zamanda doğru bir karar almış-tır. Ancak bir kaç noktayı vurgulamak gerekmektedir.

1. Angarya çalıştırılmaya karşı taleplerini isterken meşruluğunu; haklılığından almak yerine her zaman yaptığı gibi İLO’ya, anayasanın bazı maddelerine ve 657 sayılı yasaya dayandırmaktadır. Elbette bunu söylerken

bunların kullanılmamasından bahsetmiyoruz. Talepleri-nin haklı ve meşru olduğunu temele oturtmalı bunları ise kendisine dayanak yapmalı diyoruz. Bu eylemle bir kez daha Eğitim Sen’in meşru mücadele yerine icazet-çi-yasalcı bir mücadele anlayışını kendisine rehber aldı-ğını görmekteyiz.

2. Eylem kararı, eğitim emekçilerinin gündeminde olmasına rağmen işyerlerinde, şubelerde vb. platform-larda tartışılmadan her zaman ki gibi üstten bir kararla alınmış ve böylece emekçilerin sürecin bir parçası ve öz-nesi olmasının önüne geçilmiştir. Bu eylemle bir kez daha Eğitim Sen’in, söz, yetki, karar mekanizmalarını işletmek yerine üstten bürokratik işleyişi kendisine rehber aldığını görmekteyiz.

3. Eylem öncesi hazırlık yapılmadığı gibi eylem sonra-sında yaşanılacak sorunlara karşı da tok bir yanıt ve plan ortada yoktur. Planlı programlı çalışma yerine kendiliğin-denlik bu eylemde de hâkim olmuştur.

Eğitim emekçileri alınan eylem kararını tüm okullarda büyük bir sahiplenmeyle karşıladığına göre; Eğitim Sen’in de emekçilerin bu eylemden dolayı yaşayacağı tüm sıkın-tılarda onları sahiplenmesi, yalnız bırakmaması, onlara hukuki desteğin yanı sıra eylemli süreçler örgütleyerek güven vermesi gerekmektedir.

Tüm bunların yanı sıra eğitim emekçilerinin; kendi sorunlarına sahip çıktığını ve emekçilerin taleplerinin sendikal mücadele ile buluştuğunda; iradesini ortaya koyduğunu örgütlü bir güce dönüştüğünü görmekteyiz. Hem “özgür kılık-kıyafet “eylemi hem de “nöbet” eylemi emekçilere, doğru talepler etrafında birleşmiş emekçi-lerin, fiili-meşru bir mücadeleyle hak talep edeceğini ve kazanacağını göstermektedir.

Eğitim Sen, nöbet eylemini kendinden menkul bir eylem olarak görmemeli, bu eylemle buluştuğu eğitim emekçilerini, toplu sözleşme sürecine hazırlamalıdır. Toplu sözleşme sürecine bu eylemden aldığı güçle plan-lı-programlı bir hazırlık yapmalıdır. Taban iradesini açığa çıkaracak mekanizmaları yaratmalı, bölge toplantıları, program kurultayları ve çalıştaylar düzenleyerek müca-dele hattını şimdiden örmelidir.

SOSYALİST KAMU EMEKÇİLERİ

NÖBET EYLEMİ VE GÖSTERDİKLERİ

Page 6: Kamu Emekçileri Bülteni 2015 Mart-Nisan

6 KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ

Gelinen noktada eğitim tamamen parçalanmıştır. Eği-tim kurumları AKP iktidarına taban oluşturmaya yönelik ideolojik kurumlara dönüşmüştür. Bu kurumlar bireyle-rin tek tipleştirildiği, dindar ve dindar olmayan şeklinde toplumsal kutuplaşmanın AKP’nin ihtiyaçları doğrultu-sunda yeniden üretildiği mekanizmalara dönüştürül-müştür. Saldırıların bir yönünü gericileşme oluştururken, diğer yönünü, özelleştirme ve onunla kapmaz bir şekilde bağlı olan güvensizleştirme oluşturmaktadır. Dini eğitim dayatması, müfredatın topyekûn dinselleştirilmesi, bi-limlerin adeta dinin basit bir eklentisi haline getirilmesi ve farklı inançların hiçleştirilmesi kabul edilebilir değildir.

8 ŞUBAT: EYLEM ÖNCESİ BİR DİZİ BELİRSİZLİK ORTAYA ÇIKMIŞTI

8 Şubat’ta Eğitim Sen ve Alevi derneklerinin çağrı-sıyla gerçekleştirilen “Eğitimde gericileşmeye karşı laik, bilimsel, anadilinde eğitim ve demokratik yaşam için dayanışma ve birlik mitingi”ne on binlerce kişi katıldı.

Eylem öncesi bir dizi belirsizlik ortaya çıkmıştı. Bun-lardan ilki eylemin nerede yapılacağı sorunuydu. Baş-langıçta, mitingin hükümetin göstermiş olduğu Maltepe Meydanı’nda yapılması yönünde karar alınmıştı. Alınan

bu karar doğrultusunda afişler hazırlanıp bildiriler da-ğıtılmıştı. Bu kararda Eğitim-Sen’inde içinde bulunduğu pek çok kurumun imzası bulunmaktaydı. Taban basıncı ve ilerici eğitim emekçilerinin tepkileri bu kararın de-ğişmesini sağladı. Eğitimciler Forumu da daha karar ilk alındığında, bu kararın kabul edilemez olduğunu ortaya koymuş ve miting alanı olarak Kadıköy Meydanı’nı işaret etmişti. Eğitim Sen’in, mitingin destekleyicisi olma kara-rından vazgeçip kendini eylemin çağrıcısı ve örgütleyicisi olarak ilan etmesinde de aynı taban basıncı kendini gös-termiştir.

İkinci belirsizlik miting sonrası gerçekleştirilecek olan boykotun ne zaman başlayacağı ve kaç gün süreceği so-runuydu. Alevi dernekleri bu boykotun, önce bir hafta, sonra üç gün (9-10-11 Şubat) ve sonra da bir gün (13 Şu-bat) süreceği yönünde karar ilan etti. Alevi dernekleri ilk aldığı kararın oldukça gerisine düşerken Eğitim Sen, 13 Şubat’ta bir günlük iş bırakma kararı alarak bu boykota katılmış ve ileri bir adım atmış oldu. Miting kararında-ki tüm belirsizliklere, düzenli bir çalışmanın yürütülme-mesine ve bir ön hazırlığın olmamasına rağmen mitinge olan yoğun katılım dikkat çekicidir. Mitingin nerede ya-pılacağının bile mitingden kısa bir süre önce belirlendiği dikkat alındığında bu mitingin kendiliğinden bir tepkinin

EĞİTİMDE GERİCİLEŞTİRME POLİTİKALARINA TAM GAZ DEVAM!Uzun soluklu bir mücadele anlayışına ihtiyaç vardır ve bu ciddi bir taban örgütlenmesine gidilmeksizin olanaksızdır.

Page 7: Kamu Emekçileri Bülteni 2015 Mart-Nisan

7MART - NİSAN 2015

ürünü olduğu ortaya çıkmaktadır.Miting alanında ilk dikkat çeken şey polisin ve arama

noktasının olmamasıydı. Güvenliği tamamen emekçile-rin sağladığı ve farklı kesimlerin katıldığı mitingde, hiç-bir olayın yaşanmaması, polisin gereksizliğini tescillemiş oldu. Yağmur ve soğuğa rağmen kitlenin çoğunluğunun alanda uzun süre kalması da mitinge katılanların talep-lerde ısrarcı olduğunu göstermekteydi. CHP ve HDP mil-letvekili ve parti temsilcilerinin yoğun katılımı ise bu par-tilerin yaklaşan seçimlere bir yatırımı olarak okunabilir.

13 ŞUBAT: TÜM ÜLKEDE BOYKOT VARDI

13 Şubat hükümetin eğitimdeki gerici uygulamalarına karşı güçlü bir cevap niteliği taşımaktadır. Ülke genelinde yapılan yürüyüş ve eylemlere başta Eğitim-Sen’liler ol-mak üzere on binlerce kişi katılmıştır. Alevi dernekleri ve Eğitim Sen’in çağrısıyla gerçekleşen boykota öğrenciler ve diğer demokratik devrimci kurumlar da destek verdi.

8 ŞUBAT VE 13 ŞUBAT: KENDİLİĞİNDENLİK

Ne 8 Şubat eylemi ne de 13 Şubat boykotu, planlı, mer-kezi ve programlı bir çalışmanın ürünüdür. Bu eylemlerin görece güçlü geçmesi ise tamamen biriken tepkinin bir yansımasıdır. Tabiri caizse, kurumlar çağrılarını yapmış-lar ve “Bakalım ne olacak?” şeklinde beklemeye koyul-muşlardır. Bununla birlikte bu yeni bir durum değildir, apar topar alınan eylem kararları ve şube toplantılarıy-la geçiştirilen hazırlık süreçleri, uzun zamandır, bir tarz haline dönüşmüştür. Taban ise, eylem kararları alınıp, afişler işyerlerine asıldıktan sonra, ancak eylemden ha-berdar olmaktadırlar; üstelik bu durum tabanda büyük ölçüde kanıksanmıştır. Bütün bunların sonucunda eylem “durumu kurtaracak” bir sayıya ulaşsa bile, örgütsüzlük eylem bittiğinde su yüzüne çıkar ki; 8 Şubat eylemi ve 13 Şubat boykotunun ardından yaşanan tam da budur.

Aslında uzun soluklu bir mücadele anlayışına ihtiyaç vardır ve bu ciddi bir taban örgütlenmesine gidilmek-sizin olanaksızdır. Bununla birlikte Eğitim Sen’in mev-cut zayıflıklarını üreten sendikal anlayışlar sendikaya hâkim olduğu sürece, böyle bir mücadele anlayışının ve pratiğinin ortaya konması güçtür. Genelde KESK’in özelde de Eğitim Sen’in plansız-programsız hareket tar-zının sonuçları tüm çıplaklığıyla ortadadır. Bu sonuçlar, en tepedeki yöneticilerden tabandaki sıradan üyeye ka-dar tüm kesimler tarafından dillendirilen bir dizi zayıflı-ğı, örgütsüzlüğü, dağınıklığı, apolitikleşmeyi, bireyciliği, ataleti vb. içermektedir. Herkesin aynı eleştirileri yapıp çözümün ortaya konmadığı yerde irade sorunu var de-mektir. İrade göstermek ise en başta örgütlü, bilinçli, diri unsurlara düşmektedir.

Sosyalist Kamu Emekçileri

Page 8: Kamu Emekçileri Bülteni 2015 Mart-Nisan

8 KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ

Üniversitelerdeki dönüşüm, Bologna Kriterleri ile yeni bir aşamaya girmişti. Bu kriterlerle akademinin ta-hakküm altına alınması ve böylece üniversitelerde ikti-darın istediği yönde bir değişim amaçlanıyordu. Akade-misyenlerin niteliğini ve görev tanımlarını, iş güvencesini belirleyen uluslararası bir tür yönerge bütünlüğü olan Bologna Kriterleri ile akademisyenlerden bir taraftan yüksek düzeyde akademik çalışma beklenirken, diğer ta-raftan onlara güvencesizlik dayatılmaktaydı.

Ancak bu uygulamanın Avrupa’nın birçok ülkesinde çökmesiyle beraber, ülkemizdeki üniversitelerde de uy-gulama alanı bulamadı. Sermayenin üniversiteler üzerin-deki baskısı, YÖK eliyle devam ediyor. YÖK, “yükseköğ-retimde dönüşüm yasası” ile bir taraftan üniversitelerde güvencesiz ve esnek çalışmanın önünü açarken di-ğer taraftan mütevelli heyetleri aracılığıyla üniversite yönetimini sermayeye emanet etmektedir. Bu amaçla mevcut yönetimi değiştirerek, “demokratikleşmeye” gidiyoruz görüntüsü altında kendi tipolojisi olan Yekta Saraç’ı başkanlığa getirmiştir. SARAÇ başkanlığa geldiği ilk günlerde, YÖK›ün “sorun üreten değil, sorun çözen” bir kurum haline geleceğini, üniversitelerin de “aykırı fi-kirlerin barınabildiği” birer limana çevrileceğini belirtti. YÖK’ün bazı yetkilerinin üniversitelere devredilmesi ge-rektiğini vurgulayan SARAÇ, aslında yukarıda bahsettiği-miz Bologna Kriterleri menşeili yönergelerle üniversite-lerin sermayeye teslim edilmesinden bahsediyordu.

Sermayenin akademiyi yeniden şekillendirmesinin bir diğer aracı olan Öğretim Elemanı Yetiştirme Program-

ları (ÖYP) ile üniversitelere akademisyen ihraç etmenin yasal kılıfı sağlanmıştır. ÖYP ile sermaye; akademiye ilk defa atanan bir Araştırma Görevlisine zorunlu çalışma ile burs adı altında senetler imzalatılıp, daha işe girerken iş güvencesini ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır. AKP, Anadolu’da birden türetilen üniversiteleri, bir profesö-rün bile bulunmadığı bölümler ve çeşitli doktora prog-ramları açarak, kendi kadrolarının yuvalandığı alanlara çevirmiştir.

Teknoparklar (Teknokent) aracılığıyla üniversiteler, sermayenin istediği ürünleri üreten kurumlar haline ge-tirilirken, meslek liseleri de bu sürecin bir alt birimine çevrilmektedir. Fabrikasyon üretim yapma zorunluluğu olan bu birimler, lise öğrencilerini staj adı altında sömü-rü cehenneminin içine sokmayı amaçlamaktadır. Ayrıca akademisyenler, bilim üretmek yerine sermayenin ihti-yacına uygun olan, araştırma ve geliştirme projelerine (Ar-Ge) yönlendirilmektedir. Ar-Ge projelerine katılma-yan ve bu talebe uygun bir alanda çalışmayı reddeden akademisyenlerin ya işlerine son verilmekte ya da alan dışı bölümler ve kampüslere gönderilmektedir. Bu dö-nüşüm karşısında tamamen örgütsüz olan akademisyen-ler, kendi aralarında yeni proje yarışlarına katılmakta, bilim yerine daha çok tüketim araçlarının pratik kulla-nımına yönelik çalışmalar yapmakta ve büyük sermaye gruplarının sponsorluklarını üstlendikleri ticari nitelikli çalışmalar yürüterek, gerek bilimsel çalışmanın, gerekse de ders içeriklerinin dönüşmesine katkı sunmaktadırlar.

Üniversitelerdeki dönüşümü dinci-gerici politikalarla

SERMAYENİNÜNİVERSİTELERDEKİ

TAHAKKÜMÜNÜ KIRALIM!

Page 9: Kamu Emekçileri Bülteni 2015 Mart-Nisan

9MART - NİSAN 2015

Eğitimciler Forumu 5. buluşmasını 21 Şubat’ta Eğitim Sen İstanbul 6 No’lu Şube’de gerçekleştirdi.

“İşleyiş ve İlkeler” gündemiyle toplanan forumda, ka-tılım önceki toplantılara göre az olmasına rağmen top-lantıda canlı tartışmalar yaşandı.

Toplantıda, forumun bundan sonra nasıl işleyeceği ve hangi ilkelerin gözetileceği belirlendi. Forumun daha kapsayıcı olması ve alanın bir dizi ortak sorunu içermesi açısından “Eğitimciler Forumu” yerine “Kamu Emekçile-ri Forumu” olarak yola devam etmesi kararlaştırıldı. Bir sonraki forumun 28 Mart’ta Eğitim Sen İstanbul 2 No’lu Şube’de (Kadıköy) yapılmasına karar verildi.

Kamu Emekçileri Forumu’nun işleyiş ve ilkelere dair almış olduğu kararlar:

İŞLEYİŞ: 1- Forum en geniş bileşeniyle ayda bir toplanır. 2- İki toplantı arası iletişim ve organizasyon ihtiyacını

forum koordinasyonu yürütür ve alınan kararların uygu-lanmasını sağlar. Koordinasyon, olağanüstü durumlarda, forum bileşenlerini toplantıya çağırır.

3- Forum, çalışma alanlarında; çalışma grupları, inisi-yatifler, birimler vb. taban örgütlülüklerinin oluşması için çaba harcar.

4- Her çalışma biriminden bir kişi koordinasyona se-çilir ve bu kişi çalışma birimi tarafından geri çekilebilir.

5- Forum bütün kamu emekçilerinin (güvenceli-gü-

vencesiz, sendikalı-sendikasız, özel ya da kamuda çalı-şan) katılımına açıktır.

İLKELER: 1- Forum kendi mücadelesini sınıf mücadelesinin bir

parçası olarak görür. Mücadele gündemlerini bu temele bağlı kalarak belirler. Forum devrimci sınıf sendikacılığını ve sınıf mücadelesini esas alır. Siyasal, toplumsal, kültü-rel ve ekonomik sorunlar karşısında kamu emekçilerinin sınıfsal bir perspektif içinde taraf olması için çaba harcar.

2- Forum, fiili meşru mücadele anlayışıyla hareket eder.

3- Forum, bilimsel laik, demokratik, anadilinde, para-sız eğitimi koşulsuz olarak savunur.

4- Forum, eğitim emekçileri forumu adıyla ve eğitim alanına dönük bir çalışma yürütmekle birlikte, bu çaba ve örgütlenmenin tüm kamu emekçilerinin bir ihtiyacı ol-duğunu düşünür. Bu nedenle eğitimciler ile diğer kamu emekçilerinin birliğini esas alır ve kendisini Kamu Emek-çileri Forumu olarak adlandırır.

5- Bürokrasiye karşı tabanın söz, yetki, karar hakkını savunur. Bu doğrultuda taban iradesini açığa çıkarmayı esas alır.

6- Kamu emekçilerinin sendika, dernek, platform vb. zeminlerde örgütlenmesini destekler ve buna güç katma-yı esas alır.

besleyen siyasi iktidar, itaatkâr ve tek tip insan yetiştir-meye dönük olarak, sosyal alanların olmadığı yerlere, mescit ve dua evleri kurmakta ve ders içeriklerine mü-dahale etmektedir. Bunların yanı sıra “değerler eğitimi” adı altında fetva geleneğini Kredi Yurtlar Kurumu’na (KYK) bağlı kurumlarda ve öğrenci yurtlarında devam ettirmektedir. Toplumsal tarihin hafızasını oluşturan üniversitelerimizdeki bu pervasız ve gerici uygulamalara karşı, bilimin ve özgürlüğün sesini yükseltmeli ve ortak mücadele zeminlerini geliştirmeliyiz.

Eğitim-Sen’in üniversite örgütlenmesine dönük yeni dönemde geliştirmiş olduğu Yükseköğretim Bürosu (YÖB) ve Üniversite Temsilciler Kurulu (ÜTK) gibi organ-ları aracılığıyla programlı bir süreç işletmelidir. İlk ve orta öğretimde yaşanan gericileşmeye karşı gösterilen tep-kiyle üniversitelerdeki dönüşümlere karşı duyulan tepki birleştirilmeleridir. YÖB ve ÜTK gibi merkezi organlar ye-rellerde güçlendirilmeli, “Özgür Bilim, Özgür Üniversite” şiarı fiili-meşru mücadele ile yükseltilmelidir.

Sosyalist Kamu Emekçileri

Kamu Emekçileri Forumu işleyiş ve ilkelerini belirledi

Page 10: Kamu Emekçileri Bülteni 2015 Mart-Nisan

10 KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ

Eğitim, kişide öğrenme yaşantıları yoluyla istendik davranış değişikleri oluşturma süreci olarak tanımlanır. Sanayi devrimi sonrası ortaya çıkan modern devletler, toplum ve bireylerin zihni üzerinde bir tahakküm aracı olarak eğitimin ve okulların önemini kavradığından beri insanlara, iktidarların beklentilerine uygun karakter ve anlayış kazandırmak amacıyla bilinçli bir girişim olarak varlığını sürdüre gelmiştir. Tanımda belirtilen istendik kavramı, hâkim toplumsal sınıfın istek ve arzularının kar-şılığıdır. Her dönemde, hâkim toplumsal sınıf kendi çıkar ve beklentilerini toplumun çıkar ve beklentileriymiş gibi öne sürmüş ve kendi iktidarını yeniden üretecek sadık yurttaşlar yetiştirmek çabasında olmuştur. Siyasi iktidar, ideolojik bir aygıt olması itibariyle ikna aracı olarak dini referanslarla donattığı değerler eğitimi ile istendik insan profilini yaratmaya çalışmaktadır.

Eğitim sistemi, neresinden tutulursa tutulsun, tu-tanın elinde kalan; var olan sorunları çözmek gibi bir amacı olmayan aksine sorun üstüne sorun ekleyen bir kurumdur. Bu yazıda eğitimin piyasalaşma, bilimsellik-ten uzaklaşma, parasız bir kamu hizmeti olarak kamu yararını gözetmeme, eğitim emekçilerine yönelik piyasa koşulları doğrultusunda performans sisteminin ve gü-

vencesiz çalışmanın dayatılması, ücretli öğretmenlik gibi sorunların varlığı saklı tutulmuştur. Eğitim-Sen’li emek-çilerin bir araya geldiği Eğitimciler Forumunda, ağırlıklı olarak eğitimin, var olan eşitsizlik temelli toplumsal ya-pının devamının sağlamasına ve siyasi iktidarın kendini yeniden üretmesine dönük güncel uygulamaların sakın-calarına dair pedagojik ve psikolojik değerlendirmeleri içermektedir.

2-6aralık 2014 tarihinde yapılan 19.milli eğitim şura-sında; okul öncesi dönemde değerler eğitimine yer ve-rilmesi, ilkokul 1,2 ve 3. sınıflara da Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin konulması, değerler eğitimine öğretim programlarında etkin bir şekilde sarmallık anlayışla yer verilmesi gibi kararlar alınmıştır. Siyasi iktidarın politik hedeflerine uygun düşen kararlar psikolojik pedagojik açından büyük sakıncalar barındırmaktadır.

Piaget’ye göre birey, doğduğu andan itibaren yetişkin olana kadar birbirini takip eden gelişim evrelerinden geç-mektedir. Bu sebeple Piaget’nin gelişim evrelerinde, okul öncesi ve ilkokul dönemine denk gelen İşlem öncesi(2-7 yaş) ve Somut işlemler(7-11yaş) dönemini incelememiz gerekir.

İşlem öncesi dönemde çocuk, din ve ahlak gibi soyut

DEĞERLER EĞİTİMİ

Eğitim-Sen’e çağrımız ve ondan beklentimiz, inanç özgürlüğünü temele alan bir manifesto yayınlamalı, değerler eğitimini reddediyoruz tutumunu almalı ve bunu kamuoyuna deklare etmelidir.

Page 11: Kamu Emekçileri Bülteni 2015 Mart-Nisan

11MART - NİSAN 2015

tanımlamaları anlamlandıramaz. Ama ondan bu dinsel formları ve algıları anlaması beklenir. Bu nedenle de üstünde düşünemediği için kendini yetersiz hisseder ve olumsuz benlik algısına sebep olur. Yetişkinlerden olum-lu dönüt alamadıkları her davranışlarının bedelini ağır bir şekilde ödeyeceklerini zannettikleri için yoğun bir korku içine gireler. Örneğin: Cehennemde yanmak, Allah tara-fından taşa dönüştürülmek vb.

Somut işlemler döneminde ise, çocuk sınıflama ve basit soyutlamaları anlayabilmektedir. Ama bu soyutla-maların karşılığının somut olması gerekir. Yaşamın içinde somut karşılığı olmayan (Cehennemde yanmak vb. Gibi) bir kavramı öğretmeye kalktığınızda anlamlandıramadı-ğını ezberleyerek öğrenmiş gibi yapacaktır.

Kolhbergin, Ahlak Gelişim Kuramında gelenek öncesi döneme, Piaget de ise dışsal kurallara bağlılık dönemine denk gelen bu yaş aralığında, kurallar başkaları tarafın-dan konur, soyut ve nedenlerini anlamadığı bu kurallar, çocukta farklı korkular yaratarak yetersizlik ve çaresizlik hissine neden olur. Bu düzeydeki çocuk, kültür içinde kabul edilen iyi ve kötü ölçütlere göre davranır. Çocuklar, sadece otoriteye uyar ve cezalandırılmaktan kaçınır. Oto-riteye körü körüne bağımlılık söz konusudur. Bu andan itibaren çocuğun davranışlarına içselleşmiş bir otorite kılavuzluk eder ve bununla baş edemeyen çocuk onay ve kabul görmek için biat kültürünün parçası haline dönü-şür.

Gelişim ve öğrenme psikolojisi, ahlak gelişim kuram-ları çocuklara din eğitimini vermek için, soyut düşünme döneminin beklenmesi gerekliliğini bilimsel olarak orta-ya koyduğu halde siyasi iktidar geleceğini garantilemek

adına uyguladığı kararlarla çocukların benlik gelişimini zedeleyerek, itaatkâr yurttaşlar yetiştirmek çabasında olmuştur.

İktidar başka birçok konuda olduğu gibi üzerinde dur-duğumuz bu konuda da kendi bildiğini okumaktadır. Şu günlerde henüz başlangıç aşamasındaymış gibi görünen ‘değerler eğitimi’ uygulaması eğer güçlü bir karşıtlık ve müdahaleye konu edilmezse kuşkusuz ki daha da yaygın-laştırılacaktır. Objektif olarak seçim yapma yeterliliğine sahip olmayan çocuk bireylere din eğitim ve öğretimi dayatılmaktadır. Ebeveynler bütünüyle sürecin dışında tutularak dayatmanın kapsamına alınmaktadır. Üstelik bütün bunlar ülkede farklı inanç ve mezheplere sahip milyonlarca insanın varlığı biliniyorken, varlıkları sözde kabul ediliyor görünmesine rağmen onlar yok sayılarak ve Sünni İslam potasında toplanarak yapılmaktadır. Bu uygulamayla birlikte var olan eğitimin ezelden beri tar-tışmalı olan bilimsel içeriği daha da zedelenmekte, farklı inançlara saygı yerine asimilasyon esas alınmakta ve bu uygulama bütün olarak anti-demokratik bir muhteva ta-şımaktadır.

Eğitim Emekçileri Forumu olarak; ilkokulda zorunlu olarak, okul öncesi dönemde de değerler eğitimi görü-nümlü din eğitiminin verilmesine karşı Eğitim-Sen’e çağ-rımız ve ondan beklentimiz, inanç özgürlüğünü temele alan bir manifesto yayınlamalı, değerler eğitimini redde-diyoruz tutumunu almalı ve bunu kamuoyuna deklare etmelidir. Bilimsel, laik, anadilinde, demokratik ve pa-rasız eğitim talebini daha fazla sahiplenmeli ve bu talep için planlı-programlı bir mücadele hattı örmelidir.

Eğitim Emekçileri Forumu

Page 12: Kamu Emekçileri Bülteni 2015 Mart-Nisan

12 KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ

Laikliğin geçerli olduğu ortalama bir ülkede, dev-let, herhangi bir inanç grubuyla organik bir bağa sahip olamaz. Din işleri, inanç gruplarının tamamen kendi öz kaynaklarıyla gerçekleştirdikleri bir faaliyet halinde yü-rür. Böylece devlet, inanç özgürlüğünü belli oranlarda teminat altına almıştır. Ancak bu durumun gerçekleş-mesi bir dizi tarihsel, iktisadi, sosyal, siyasal ve kültürel güçlüklerle kuşatılmıştır. Türkiye, devletin dinle kurduğu ilişki bakımından en sorunlu ülkelerden biridir. Devletin dini eğitim vermesi, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığı, egemenlerin kullandığı politik dil, bu sorunlu tutumun en önde gelen örnekleridir.

Okullarda zorunlu din derslerinin verilmesi her şey-den önce inanç özgürlüğünün ihlalidir. Devlet zorunlu din dersiyle çoğunluk dinini tüm topluma dayatmakta, hem de diğer inançları hiçleştirerek bunu gerçekleştir-mektedir. Bu durum eleştirildiğinde, “Din Kültürü ve Ah-lak Bilgisi kitaplarına sayfalar dolusu Alevilikle ilgili bil-giler kondu.”, “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi kitaplarında Budizm’den bile bahsediliyor” gibi olayı yüzeyden kav-rayan, bu kitap ve müfredatların çoğulcu olduğunu ima eden, çarpıtmaya dayalı açıklamalar karşımıza çıkmakta-dır.

Din Kültürü ve Ahlak bilgisi müfredatı, içerik olarak ve uygulamada çocuk ve gençlerin, ailesinin mensup olduğu inanca bakılmaksızın, devlet tarafından şekillen-dirilmiş olan “Sünni” inancını benimsemesine yönelik hazırlanmıştır. Bu kitap ve müfredatın içine “Alevilik”, ”Budizm” gibi konuların serpiştirilmiş olması bu gerçeği değiştirmez. Bu durum bir eklemlemeden, durumu kur-tarmadan ve bu dayatmaya bir meşruiyet aramadan iba-rettir. Müfredatın zemini bellidir. Bu durum, amacı papaz yetiştirmek olan bir papaz okulunda, İslam’dan da bah-sedilmesine ve sırf bu yüzden İslam’ın da öğretildiğinin öne sürülmesine benzer. Üstelik sorun, temelde, “Sün-

nilik” inancını içerip içermediği, “Alevilik”, ”Budizm” gibi konulara yer verilip verilmediği ya da ne kadar yer ve-rildiği meselesi değildir. Sonuçta sorun, inanç eğitiminin hangi inançlar arasında nasıl parsellendiği değil bu eğiti-min devlet tarafından verilmesidir. Üstelik bu dini eğitim, program ve içeriği ne olursa olsun, çok farklı inanç çev-relerinden gelen ve farklı kaynaklardan beslenmiş olan öğretmenler tarafından verilmektedir. Bu durum, belli ölçülerde, inancın “göreli” ve “kişisel” doğasını ortaya koymaktadır. Devlet okullarında verilen dini eğitim hem bu dini eğitimi verecek olan öğretmeni zor durumda bı-rakır; hem de o eğitimi alacak olan öğrenci ve velilerle öğretmen arasında bir dizi tartışma ve sorunların doğ-masına yol açar. Bu kargaşalık, din derslerinde, öğretme-nin, ister istemez, kendi inanç değer yargılarını ve bakış açısını ortaya koymasıyla daha da içinden çıkılmaz hale gelir. Sonuçta okullar, inanç bakımından, cemaatler ya da dini gruplar gibi homojen değil heterojen yapılardır. Üstelik her inanç grubunun, doğal olarak, dini eğitimden beklentisi birbirinden farklıdır.

Zorunlu din dersinin meşru olmadığı ortadadır fakat bu dersin seçmeli olması da zorunluluğun üstü örtük bir şekilde devam etmesi anlamına gelmektedir. Bu uygula-mayla, bu dersi alan öğrenci ve velilerinin “rızası alınmış” yanılsaması yaratılmaktadır. Zorunlu din dersinde devlet ve hukuk zoruyla gerçekleşen uygulama, seçmeli din dersinde iktisadi, sosyal ve siyasal zorla sokaktan doğru gerçekleşmektedir. Sonuçta din dersini seçmeyen veli ve öğrenciler “dinsiz” damgası yeme ve “Sen müslüman değil misin?” yargılamasıyla karşı karşıya kalma kaygısı taşımaktadır. İnanç özgürlüğünün olmadığı bu ülkede, bu tip kaygılar gayet haklı gerekçelere dayanmaktadır ve bu kaygıların güncel olduğu kadar tarihsel bir temeli de vardır.

Devletin dini eğitim vermesi birkaç açıdan uygun

HANGİ LAİKLİK?

Sorun; bilimsel eğitimin okullarda; dini eğitimin ise okul dışında, inanç gruplarının kendilerine ait olan ve bu gruplarca finanse edilecek olan eğitim kurumlarında verilmesiyle çözülebilir.

Page 13: Kamu Emekçileri Bülteni 2015 Mart-Nisan

13MART - NİSAN 2015

değildir. Bir kere toplum farklı inanç kesimlerinden oluşmaktadır ve devletin bu inançlar karşısında eşit mesafede olduğu, inanç farkı gözetmediği kesinlikle söy-lenemez. Türkiye’de devlet, bırakın azınlıkta kalan inanç-lar üzerinde ekonomik, sosyal ve siyasi baskı kurulmasını engellemeye çalışmayı ve bırakın farklı inançlar arasında bir hoşgörü ortamının oluşmasını sağlamayı, bu baskıyı ve hoşgörüsüzlüğü bizzat örgütlemektedir. Bu anlayışa sahip bir devletin, dini eğitim vermesi, bu eşitsizliğin eği-tim aracılığıyla pekiştirilmesi, çoğunluk inancının dışında kalan kişilerin daha çocukken ayrımcılığa ve asimilasyona maruz bırakılması demektir.

İnançların kendi içinde pek çok konuda anlaşmazlıkları söz konusudur ve bu anlaşmazlıklar bütün tarih boyunca süregelmiştir. Ekonomik-sosyal süreçlerce koşullanan bu farklılaşmalar, çok büyük boyutlara ve hatta tarafların birbirinden ayrı bir din görünümü kazanmasına kadar varabilir. Devletin verdiği dini eğitimde bu anlaşmazlıklardan bahsedilmez, devlet, sanki bütün inanç grupları hemfikirmiş gibi davranır. Eğitimde tartışmaya şiddetle karşı olan devlet, çözümü “kesin doğruların(!)” öğretilmesinde yani dayatılmasında bulmuştur. Bu durum, din eğitimi için de geçerlidir.

Dini eğitim veren, din üzerinde tahakküm kuran, dini kendi kaynaklarıyla besleyen devlet ve dinle popülist bir ilişki içinde olan siyaset, dini sonuna kadar istismar eder, onu çıkar gruplarının hizmetine sunar ve dine aktardı-ğı kaynağın, verdiği desteğin karşılığını ister. Durum bu olunca, maden işçileri için göstermelik, ufak-tefek bazı düzenlemeler içeren bir yasa meclisten geçtiğinde, “iş güvenliği tedbirlerinde aşırılık ‘yüce Allah’a güveni sar-san bir davranış haline dönüşür” fetvasını çıkarmak zor olmaz.

Devletin din adamı yetiştirme adına açmış olduğu İmam Hatip Okulları ve din işlerini yürütmek üzere kur-duğu Diyanet İşleri Başkanlığı, devletin dini şekillendir-me ve maaşlı din adamları aracılığıyla kontrolü altında tutma isteğinin ürünleridir. Dini kontrol altına alan, şekil-lendiren devlet, dini araçlaştırarak toplumu ve özellikle de emekçileri kontrol altında tutmaya çalışır. Devletin dinle kurduğu bu ilişkideki asıl amaç da zaten budur. Bu-gün neredeyse tüm milli eğitimde bir imam hatipleşme söz konusudur. Milli eğitim, Diyanet İşleri Başkanlığı’yla yarış halindedir. Yeni sömürü koşulları, neoliberal yıkım, gittikçe büyüyen servet-sefalet kutuplaşması, işsizlik, kölece çalışma ve yaşam koşulları inanç istismarının en üst seviyelere taşınmasını zorunlu hale getirmektedir. İktisadi sömürü inanç sömürüsüyle örtülmektedir. İnanç ve ibadet ihtiyacını devlet kaynaklarıyla karşılayan bir inanç grubu, inanç değerlerinin devlet ve siyaset eliyle üstelikte en inceltilmiş yöntemlerle sonuna kadar istismar edilmesini kabul etmiş demektir. Bu noktada Alevilerin bazı kesimlerinin, zaman zaman öne sürdüğü, “İmam hatiplerde Alevi kürsüleri kurulsun”, “devlet bize de kaynak ayırsın” vb. talepleri doğru değildir. Eğer

Aleviler bağımsızlığını korumak ve devletin oyuncağı haline gelmek istemiyorlarsa, kendi kurumsal yapılarını kendi öz güçleriyle oluşturup sürdürmelidirler. Alevilerin talepleri, devletin, dinden tamamen elini çekmesi, dine kaynak aktarmaması ve inançlar karşısında eşit mesafede kalması çerçevesinde olabilir. Aleviler gerçek bir inanç özgürlüğü talebini yükseltmelidirler.

Gerek 19. Milli Eğitim Şurası’nda alınan kararlar ve gerekse hükümetin eğitime dönük dinselleştirme poli-tikaları açıkça inanç özgürlüğü ihlalidir. Şura’da, ana sı-nıflarından itibaren “değerler eğitimi” adı altında din eğitiminin verilmeye başlanması, zorunlu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin ilkokul 1. sınıftan itibaren başlatı-lacak olması kabul edilebilir değildir.1980 askeri faşist darbesinin ürünü olan zorunlu din kültürü dersi ise bu ihlalin en azından otuz yıldır sürdüğünü göstermektedir. Burada bir taraftan devlet eliyle bir inancın şekillendiril-mesi diğer taraftan da şekillendirilen bu inanç aracılığıyla toplumun şekillendirilmesi söz konusudur.

Bu temelde sorun; bilimsel eğitimin okullarda; dini eğitimin ise okul dışında, inanç gruplarının kendilerine ait olan ve bu gruplarca finanse edilecek olan eğitim kurumlarında verilmesiyle çözülebilir. İnanç grupları, yüzyıllardır yaptıkları gibi, kendi din adamlarını kendi öz kaynaklarıyla yetiştirmelidir. Bunun Türkiye’deki pratik karşılığı, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kapatılması ve dev-let eliyle dini eğitim verilmesinden vazgeçilmesidir.

Page 14: Kamu Emekçileri Bülteni 2015 Mart-Nisan

14 KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ

Eylül ayı seminer dönemindeyiz. Tatil yeni bitmiş, ar-kadaşlarla özlem gideriyoruz. Koskoca iki ay geçmiş, ne-ler olmamış ki... Konuşulacak birikmiş çok fazla konumuz var. Ama bir toplantı havasında değil, karışık, bir ondan bir bundan sohbet ediyoruz. Konu elbette IŞİD ve Suri-ye’deki iç savaşa geliyor. Gelmesi de mecbur. IŞİD Orta-doğu’da kafa kesiyor, kadınlara tecavüz ediyor, onları sa-tıyor, Kürtler, Türkmenler, Ezidiler, Süryaniler, Kızılbaşlar, kısacası ondan olmayan herkes katliam tehdidi altında veya katlediliyor. Bütün arkadaşlar lanet okuyor. Dindar olanlar onların gerçek Müslüman olmadıklarını kanıtla-maya çalışıyor. Herkes IŞİD’in ilkel ve vahşi bir çete oldu-ğunda hemfikir.

Konuşmalara katılmayan ve uzunca bir süre konuş-maları dinleyen bir kadın arkadaş merakla ve neler oldu-ğundan bihaber şekilde “Arkadaşlar Suriye’de ne olmuş? IŞİD de neyin nesi?” diye soruyor. Bir arkadaşımız telaşla ve biraz da küçümseyerek “Bilmiyor musun, Suriye’de üç yıldır süren bir savaş var” diye cevap veriyor. Olaydan bihaber kadın arkadaş, biraz utangaçça “Çocuk küçük onunla uğraşıyorum, televizyon falan izleyemiyorum” diyor.

Aylar geçiyor, ülkedeki tüm sıradışılığa rağmen öğret-menler odası çok sıradan günlerini yaşıyor. Özgecan cu-martesi günü bir cani tarafından katledildi. Hem de çok vahşi bir biçimde. Pazartesi günü her zaman olduğu gibi okula gidiyorum, ama bu sefer siyah giyinerek. Öğret-menler odasına girdiğimde kadın arkadaşların hepsinin siyahlar içinde olduğunu görüyorum. Duruma biraz şaşı-rıyor ama çok mutlu oluyorum. Montumu çıkarıp asıyor, beyaz önlüğümü alıyorum. Tam giyecekken bir kadın ar-kadaş “O beyaz önlüğü bugün giyme, çünkü bugün Özge-can için siyah giyinmeliyiz” diye beni uyarıyor. Arkadan başka bir kadın arkadaşın sesi geliyor ve bu ses beni çok şaşırtıyor. O sesin sahibi, Suriye’deki savaştan bihaber ar-kadaş “Evet bugün insanım diyen herkes siyah giymeli” diyor. Öğretmenler odasındaki sıradanlık parçalanıp ül-kenin yaşadığı sıradışılıkla buluşuyor.

Birkaç gün sonra başka bir cani, işyerinin camına bir kartopu isabet etti diye Nuh Köklü’yü sokak ortasında katlediyor. Ancak Özgecan için siyah giyenlerden çıt çık-mıyor. Özgecan için gösterilen bu duyarlılığı, yaşanan di-ğer sorunlarda nasıl ortaya çıkarırız, bu da bizim sorum-luluğumuz.

ÖĞRETMENLER ODASI

Page 15: Kamu Emekçileri Bülteni 2015 Mart-Nisan

15MART - NİSAN 2015

ÖZGECAN’IN KATİLLERİNİ TANIYORUZ!

Özgecan’ı katledenler, Hindistan’da, Bosna’da tecavüz edenlerle aynıdır.

Özgecan’ın katillerinin arkasında, hergün onlarca tecavüzcü katili aklayanlar var!

Özgecan’ın katillerinin arkasında, kadınların giyimine, arkadaşlıklarına, kaç çocuk doğuracağına karar verenler var!

Özgecan’ın katillerinin arkasında toplumu gelenek göreneklerle, dinsel gericilikle kuşatan, kadını aşağılayan, cinsel kimliğine ve bedenine hükmedenler var!

Özgecan’ın katillerinin arkasında, kadınları

fabrikada-atölyede azgınca sömüren, onu çifte sömürüye ve ikinci sınıf insan muamelesine maruz bırakan, savaşlarda yıkım, ölüm ve tecavüzle karşı karşıya bırakan, tüm insanlığı yozlaştıran sistem var!

Bu sistemden, sistemin hukukundan, adaletinden Özgecanlar’ın katillerini, tecavüzcüleri yargılanması beklenemez. Çünkü tecavüz ve kadın cinayetleri bu sistemin “fıtratında” var.

Kahrolsun kadını sömüren, aşağılayan, onu ikinci sınıf insan konumuna koyan, cinsel kimliğinden kaynaklı şiddete, tacize, tecavüze maruz bırakan kapitalist sistem!

Page 16: Kamu Emekçileri Bülteni 2015 Mart-Nisan

16 KAMU EMEKÇİLERİ BÜLTENİ

Kamu Emekçileri Bülteni Sayı: 49 * Fiyatı: 25 Kr * Mart 2015 * Sahibi ve S. Yazı İşleri Md.: Tayfun Altıntaş * Yayın Türü: Yerel süreli, siyasi, ayda bir, Türkçe * EKSEN Basım Yayın Ltd. Şti. * Meşrutiyet Mah. Kodaman Sk. No: 11/15 Şişli/İstanbul * Tel/Fax: 0 (212) 621 74 52 * Baskı: Özdemir Mat Davutpaşa Cad Güven Sanayi sit C Blok No: 242 Topkapı İstanbul * 577 54 92

e-mail: [email protected]: www.facebook.com/ske.kamu

Yayınlarımızı takip etmek için:http://issuu.com/sosyalistkamuemekcileri

Demirci Kawa’dan bugüne Ortadoğu halklarınındirenişini selamlıyoruz...

YAŞASIN NEWROZ! NEWROZ PİROZ BE!