Ölümlülük, Ölümsüzlük ve yapay...
TRANSCRIPT
2007
Ölümlülük, Ölümsüzlük ve Yapay Zekâ Elif Acar
Ölümlülük, Ölümsüzlük ve Yapay Zekâ Elif Acar
Ölümlülük, Ölümsüzlük ve Yapay Zekâ
Editör: Cem Uçan
Sürüm: Nisan 2007
Kapak Resmi: AARON, Sibernetik Sanatçı (Yapay Zekâ)
[http://www.kurzweilcyberart.com/aaron/history.html]
© 2007 altkitap
Yapıtın tüm yayın hakları saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar
dışında yayıncının izni olmaksızın hiçbir yolla çoğaltılamaz.
www.altkitap.com
Elif Acar
1982 İstanbul, Kadıköy doğumlu. Kabataş Erkek Lisesi’nden mezun olduktan sonra Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde Sosyoloji okudu. Okul hayatı boyunca makinelere ve yazılımlara ilgi duydu. Parkyeri A.Ş. ile birlikte “Ericsson Crea-World”de teknoloji üzerine çalıştı. 2000’li yıllarda Sistemsensin şirketi için yazılar yazdı, Basatap müzik dergisinin oluşumu ve gelişimine katkıda bulundu. 8bit ve “micro music” konusunda uzmanlaştı. Kişisel bir çalışma olarak yaklaşık iki senedir Yapay Zeka üzerine okuyor ve sosyo-kültürel teknoloji araştırmaları yapıyor. En iyi arkadaşı, bilgisayarı.
“Tarihte üç büyük olay vardır. Bunlardan ilki, evrenin oluşumudur. İkincisi yaşamın
başlangıcıdır. Bu ikisiyle aynı derecede önemli olan üçüncüsüyse, yapay zekânın ortaya
çıkışıdır.”
Edward Fredkin
1
Önsöz
Bu kitap, ölümlü insanoğlunun hayatta kalma stratejileri bağlamında geliştirdiği teknolojik
yapılanmaları ortaya koymak ve bunların sonucunda gerçekleşen ve gerçekleşebilecek olan
sosyolojik olayları "ölüm" ve “ölümsüzlük” kavramı bağlamında açıklamayı ve ortaya koymayı
hedeflemektedir.
Ölüm kavramının özellikle seçilmesinin nedeni, ilk olarak ölümün ve doğumun canlı her
varlığın evrensel olarak taşıdığı bir gerçek olmasıdır. Diğer bir nedeni de yine bilinç
düzeyinde algı ve anlamlandırma yeteneğine sahip insan ırkının, algı düzeyinde
anlamlandıramadığı bir kavram olmasıdır. Husserl, "ölümün mutlak bir hiçlik olduğunu, ancak
algının yokluğunu algılayabildiğimiz zaman hiçin ne olduğunu anlayabildiğimizi "i söylerken
tam da bu noktaya işaret etmiştir. İnsanların ölüm bilgisine sahip olmaları, tarih boyunca bu
sonlu varoluşlarını algılamalarına, dolayısıyla anksiyeteler yaşamalarına ve bu anksiyetelere
çözüm yolları bulma aşamasına taşımıştır. İlk insandan bu yana, insanın en büyük amacı
hayatta kalma adına verilen savaşı kazanmaya çalışmaktır. İlk sosyalizasyon hareketi olan
toplu halde yaşama geçiş de yine insanların hayatta kalmak için yaşadıkları bir süreçtir. İlkel
insanın alet kullanmaya başlayarak öldürmeyi ölmemek için keşfetmesi de insanoğlunun
gelişim çizgisinin ölümle ne kadar bağlantılı bir süreç olduğunu gösterir.
Bu bağlamda ‘Heidegger’ci bir bakışla, kültürün oluşumu da hayatta kalmak için uydurulmuş
bir oyun olarak görülebilir. “Ölüm geldiğinde, bizim metabolik faaliyetlerimizi durdurmaktan
çok, kültürel faaliyetlerimize de son verecek ve her şeyin yarım kalmasına neden olacaktır.”2
Yaşamı anlamlı kılmak için yapılan kültürel faaliyetler, aslında tam da yaşamı anlamsız kılan
ölüm bilgisine ket vurmak amaçlı ortaya çıkmıştır. Sanat eserlerinin ortaya çıkışı, tarihlerin
yazılışı, koleksiyonculuk gibi kültürel eylemlerin hepsi aslında birer ölüme karşı koyuş, hayata
dair ölümsüz eserler bırakmak adına ortaya çıkmıştır.
Medya ile birlikte ölüm, birebir gözlemleyebildiğimiz, yakınımızda her an olup biten gündelik
bir olguya dönüşmüştür. Savaşlar, soykırımlar, patlamalar, kazalar artık her an her saniye
evimizden gözlemleyebildiğimiz kadar yakınımıza gelmiştir. Ölüm, bir haberden, başka bir
habere geçerek unutulan, gittikçe bilinçdışına itilen nevrotik bir hastalığa dönüşmeye
başlamıştır. Medyanın bu gücü ile, ölümsüzleşmek veya yaşarken öldürülmek mümkün
kılınmış, tarih yapma görevi krallardan medya patronlarına devredilmiştir. Modern öncesi
toplumlarda evcilleştirilen ölüm, modernizm ile birlikte ‘ölümü öldürme’ eylemine dönüşmeye
başlamıştır.
Psikanalitik düzlemden bakıldığında ölüm, yani "inorganik madde haline dönüş"ii, bebek
öznenin anne karnından çıktıktan sonra tekrar anne karnına dönmek istemesi yani, ölmeyi
arzulaması olarak görülebilir. Ölümle karşılaşmak, ölümlü olmanın bilincine varmak, kişilerin
2
dünyevi eylemlerden zevk alabilme yetisini, ölüm ve yaşam arasında bir anksiyete
dönüştürebilir. Birisi için var olmak, ölümsüzlüğün yalnızlığı gibi psikolojik süreçler de
insanoğlunun hayatta kalma stratejileri için önemli kavramlardır.
Bilimsel açıdan ölüm kavramına baktığımızda ise teknik gelişmelerin ölümsüzlüğe açılan
yolları belirginleştirdiğini görebiliriz. İnsanın, yaratıcı kabiliyeti ile kendinden bir kopya yaratma
arzusu, bir çok bilimkurgu hikâyesine konu olmakla beraber, günümüzde bilişim ve gen
teknolojilerinin işbirliği ile mümkün kılınmaya başlamıştır. Yapay zekâ, bu teknolojik
gelişmelerin başlangıç noktası olarak ele alınacağından, öncelikli bir tarihsel giriş Yapay Zekâ
bölümünde verilecektir.
Yapay zekânın anlamlandırma ve kendi kendine problem çözme yetilerinden yoksun bir
yapıya sahip olması nedeniyle yaşanan bilimsel krizler, gen teknolojileri ve nörobiyologların
desteğiyle ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır. İnsanların sahip olduğu bilgilerin, bilinç
üzerinde açık ve örtük bilgi olarak ikiye ayrılması sorunsalı yapay zekânın kilit noktalarından
biridir. Bütün yaşamın amacı olarak görülen ölüm duygusunu yapay zekâya aktarmak henüz
gerçekleştirilememiştir fakat nöronların kopyalanarak yapay zekâ oluşturabilecek bir düzleme
yerleştirilme çalışmaları, gen aktarımının mümkün olduğu yapay zekâlı simülasyon oyunları
bütün bunların çok da uzak olmadığını kanıtlıyor. Bu noktada sosyoloji bilimini ilgilendiren
konu ise, insanın tüm bu ölümsüzlük çabalarının toplumsal olarak geleceğini öngörmek ya da
bugünkü teknolojinin vardığı noktada ölümsüz makine karşısında ölümlü insanın konumunu
belirleyebilmektir.
Ölüm kavramının seçilmesinin nedeni, kültürel, bilimsel, toplumsal gelişmelerin temelinde
insanoğlunun tek bir evrensel gerçeğe sahip olmasıdır. Bu kitabın
amacı, ölümlü insanın, anksiyetelerini, önceliklerini, egolarını, korkularını ve ölümsüzlük
umutlarını açıklamaktır. Bir anlamda yaşamın belirsiz dokusunu ve sebeplerini ölüm kavramı
üzerinden kurmak bu kitabın ana konusudur.
Elif Acar
3
İçindekiler
ÖLÜMÜN BİLGİSİ |İnanılamayan Bilgi |Hayat, Ölüm, Anlam VAROLUŞÇULUK VE ÖLÜM |Ölüm Anksiyetesi ve Psikopatolojik Gelişimi |Kalıcılığın Fabrikası Olarak Kültür |Kültürün Ölümsüzlük Vaadi |Tarih Yazımı ve Ölümsüzlük ÖLÜMLÜLÜK VE MODERNİTE |Modern Bir Hastalık Olarak Ölüm |Evrensel Hastalık, Ölüm |Prova Edilen Ölüm ÖLÜMSÜZLÜK VE ANLAM |Hayatta Kalma Oyunu Olarak Yaratıcılık |Sanat üretimi ve ölümsüzlük POSTMODERNİTE VE ÖLÜMSÜZLÜK |Ölümsüz akıl : Yapay Zekâ
Makinelerin Doğumu Turing Makineleri Turing Testi Yapay Zekâ’nın tarihsel gelişimi Mekanik çeviri Bilgisayar Satrancı Bir program ne zaman özgündür? Bilgisayar müziğini kim besteler?
|Nörobiyoloji açısından ölümsüzlük
İnsanın makine kopyası yapılabilir mi? İnsan zihni ve nörolojik yapısı Bilgisayar Nöronları Yapay zekanın bilinç sorunu Makineler ve duygular
YAPAY ZEKA UYGULAMALARI |Sinema ve korkulan makine senaryoları |Yapay zekanın askeri alandaki uygulamaları |Bilgisayar oyunlarında yapay zeka ZAMAN ALGI VE YAPAY ZEKA
4
ÖLÜMÜN BİLGİSİ
İnanılamayan Bilgi
“Ölüm yaşamdan daha belirgindir
Ölüm yaşamdan daha keskindir
Yaşam belirsizdir; oysa ölüm,
Belirgin ve keskindir.
Hep bir süreç olan yaşam, ölüm anında,
sonunu değil, sonucunu bulur: Ölüm
yaşamın sonucudur – kişinin nasıl bir
yaşam yaşadığı, öldüğü ölümden bellidir.
Ölümü bilen, onun bilincinde olan bir yaşam,
yaşam sürecinin her anında ölümü yaşama katarak,
yaşamı bilinçli kılar – ölümü yaşamdan koparmadan
ölümü, her an, yaşam kılar.” 5
Ölüm varlığın mutlak ötekisidir. Husserl, ölüm algılanamaz der ve algının niyete bağlı
olduğunu söyler. Ona göre ölüm diye bir şey algı düzleminde yoktur ve ölüm mutlak hiçtir.
Ancak algının yokluğunu algılayabildiğimiz zaman hiçin ne olduğunu anlamamız mümkündür.
Bizim bildiğimiz ve algılayabildiğimiz hiç, ancak ve ancak tasarlanmış bir hiç olabilir. [Bauman,
1992, sf.11]
Bauman, insanların yalnızca bilmekle kalmayıp, aynı zamanda bildiklerini de bilen ve
bildiklerini bilmemeleri olanaksız olan, tek canlı türü olduğunu söyler. Dolayısıyla,
ölümlülüklerinin bilgisini bilmemeleri olanaksızdır. [Bauman, 1992, sf.13] Ama aynı zamanda
bildikleri ölümün ne olduğunu da deneyimlemeleri olanaksız olduğundan algılayamazlar. İşte
bu çelişkiler içerisinde insan için aslında ölüm, anlam yaratan itici güçtür. Ölümün hayatın
anlamını oluşturduğu üzerine ‘hayat, ölüm, anlam’ bölümünde tartışılacaktır.
Bauman, bilgiyi koklama ile benzeştirir. Yani, kokular da bilgiler gibi yok edilemez; yalnızca
daha güçlü kokularla bastırılarak duyulmaması sağlanır. Bu noktada Bauman, kültürün
5
bastırıcı niteliğinden söz eder. Bu konu, kültür bölümünde ayrıntılarıyla yer almaktadır.
[Bauman, 1992, sf.11]
Ölüm fikri insanı korur mu yoksa korkutur mu? Hayatımız boyunca taşıdığımız en büyük
anksiyetemiz ölüm anksiyetesi midir? Bu bilginin farkında olup da, nasıl oluyor da hâlâ kalımlı
olmaya çalışıyoruz? Yoksa, ölüm bilgisine zaten hiç inanmak istemedik mi ya da inanmıyor
muyuz?
Aslında bir anlamda ölümlü olduğumuza hiçbir zaman inanmak istemediğimiz doğru. Çünkü
inanmaya başladığımız noktada ‘Heidegger’ci bir karanlığa sürükleniyoruz. Yaşamın anlamsız
olduğu üzerinde oldukça duran Heidegger gibi, kalımlı olmaya çalışmanın boş bir çaba
olduğuna kapılıyoruz. Zaten en başından beri, yani Lacancı bir gözle bakarsak, insan bebeği
dünyaya geldiği andan itibaren ölümü düşler, yani anne karnındaki haline dönmek ister. Anne
karnında her türlü gereksinimi karşılanan bebek, aslında yaşıyor olduğuna dair herhangi bir
nitelik de taşımıyor diyebiliriz. Çünkü yaşayan, aslında annenin bir parçasıdır; ayrı bir varlık
değildir. Dünyaya geldikten sonra da, sürekli anne karnına dönmek isteyen bebek yaşam dışı
bir şeyi arzulamaktadır. Bu da bir anlamda “ölüm”dür denebilir. Anne karnına dönemeyen
çocuk, “Babanın Adı” ile kültürle, daha sonra da yaşamın getirdiği diğer bir çok kural ile
karşılaşır. Psikanalizin esaslarına göre, zaten çocuk en başından ölümü istemektedir. Bunu
elde edemeyeceğini “Oidipus Kompleksi”, yani kültürün ensest yasağı ile öğrenen çocuk ilk
bastırma deneyimini yaşar.
Hayat ve ölüm birbirine bağlıdır ve özellikle varoluşçu düşünceyi savunanlar bunun üzerinde
fazlasıyla durmuşlardır. Seneca, “Vazgeçmeye hazır ve istekli olanlar dışında hiç kimse
hayatın gerçek tadını alamaz”6 der. Bu demek oluyor ki, her an ölüm bilgisinin bilincinde
olanlar ve ölümün varlığına inananlar gerçekten hayatın da anlamını keşfetmişlerdir. Fakat
insan bu bilgiyi her an üzerinde taşıyacak kadar güçlü olmakta zorlanır. Çünkü, ölüm aklın en
büyük yenilgisidir. Freud, “kendi ölümümüzü hayal edemeyiz,” der. Çünkü düşüncenin
kavrayamadığı tek şey kendi var olamayışıdır.
Bu tıpkı sonsuzluk düşüncesi gibidir. Evren ya da Tanrı’nın sonsuz varlığı hakkında
düşünmeye başladığımızda nasıl oluyor da aklımız yetersiz kalıyorsa, ölüm için de aynı
durum söz konusudur. Çünkü ölüm, algılanamaz olandır ve bir anlamda aklın en büyük
düşmanıdır. Bu yüzden modernizme, yani akıl çağına adım atıldığında, halk önünde yapılan
idam törenleri kapalı kapılar ardına gizlenmiştir. Mezarlıklar şehir dışına atılmıştır ve cenaze
törenleri eski niteliğini korumamaktadır. Çünkü ölüm fikri ne kadar uzakta olursa, akıl da
kendini o derece güçlü hisseder. Bu anlamda aydınlanma, ölüm bilgisi ile insan zihni
arasındaki mücadeleyi gidermenin tek yolu olur. O da, ya ölümü akla uydurmak ve onu
olağan bir şey kılmak, yani duyarsızlaşmak; ya da onu uzağa atmak- ki modernizm bu ikisini
de yapmıştır.
6
Bauman, ölümün gözler önüne serdiği açmazın korkutucu olduğunu söyler. Ona göre, insan
yıldızların ve galaksilerin, hatta maddenin olmadığı bir varoluş düşünebilmesine karşın,
düşüncenin olmadığı bir varoluş düşünemez. Dolayısıyla ölüm, uygunsuz açıklığı içinde bir
ölüm, bilinci durmaya zorlayacak bir ölüm, nihai saçmalıktır. Zihnin var olmadığını düşünmek
olanaksızdır. Böyle bir varolmayış, ancak reddetme yoluyla düşünülebilir. Ölümü düşünmek
ise ölümü baştan reddetmek demektir. [Bauman, 1992, sf.28]
Ölüm, aklın yenilgisidir. İşte bu anlamda ölüm, aslında utanılacak bir durumdur; aklın
aşağılanmasıdır. Ölüm, akla duyulan güveni ve aklın söz verdiği güvenirliği çökertir. Aklın
yalanını yüksek sesle açığa vurur. Akıl, kendisini bu utançtan kurtaramaz ve yapabileceği tek
şey bu utancını gizlemektir; gizler de. Ölüm büyük bir sorundur. Fakat sorunlar çözümleriyle
tanımlanır, oysa burada durum farklıdır. Bir çözümün olmadığını keşfetmek en büyük dehşet
kaynağıdır. İnançsızlığın toplumsal onayı, bakmamak ve nedenlerini sormaktan kaçınmak
anlamına gelir. [Bauman, 1992, sf.19-31]
Hiç ölmeyecekmişiz gibi yaşarız der Bauman. Her ne koşulda olursa olsun, bu mükemmel bir
başarıdır. İradenin aklın karşısındaki zaferidir. Bu zorlu inançsızlık için hiçbir çaba
gösterilmediğini gördükçe, bunun yalnızca bireysel kaynaklarla elde edilebileceğinden şüphe
duyarız. İşin içinde daha büyük güçler karışmış olmalıdır. İnançsızlık, daha önceden izin
görmüş, onaylanmış, yasallaşmış olmalıdır. Bauman’a göre inançsızlık incelenmediği ve çok
yakından dikkatli bakılmadığı sürece, koruma görevini oldukça iyi bir biçimde yerine getirir.
[Bauman, 1992, sf.31]
Sonuç olarak Bauman, bu noktada her şeyin saçmalık olduğuna kadar uzanan bir düşünce
sunar bize. Ona göre her şeye karşın, bildiğimizi bilmemizi ve dolayısıyla ölümün
saçmalığının farkında olmamızı, toplum içinde yaşamamıza ve dili olan hayvanlar olmamıza
borçluyuz. 7
7
Hayat, Ölüm ve Anlam
Elias Canetti, “Ölmeleri gerekmediğini bilseler, bunun kaç insan için yaşarken bir önemi olur?”
diye sormuştur. Soru etkileyicidir; çünkü açık olduğu sanılan bir yanıtı elde etmek için
sorulmuştur. Hepimizin ölmesi zorunludur ve bunu biliriz. İnsana özgü açmazın en uğursuz,
aynı zamanda en yaratıcı paradoksu burada temellidir: Ölmek zorunda olma gerçeği, önsel
olarak, bütün hayatta kalma çabalarını nihai bir başarısızlığa mahkum eder. Ayrıca ölmenin
zorunlu olduğunu bilmek, en görkemli insan projelerini bile küçük ve önemsiz, içi doldurulmuş
ve saçma bir hale dönüştürebilir. Eğer anlam, niyetin ürünüyse, eğer eylem amaç odaklı
olduğu sürece anlamlıysa; o zaman yaşamın anlamı nedir? 8
Bu soru ve bu soruyu sormaya yönelik ısrarlı gereksinim ve amansız dürtü, insan durumunun
laneti ve sonsuz ıstırabının kaynağıdır. Ama aynı zamanda yaşamın şaşkınlık uyandıran
şansıdır. Doldurulması gereken bir boşluk vardır; doldurulmasını sağlayacak malzemenin
çeşitliliğini hiçbir biçimde sınırlandırmayan bir boşluk. Amaçlar ve anlamlar verilmiş değildir;
bu nedenle amaç seçilebilir, anlam yoktan yaratılabilir. 9
Freud, “Bütün yaşamların amacı ölümdür,” der. 10 Varoluş belirsizdir ve Freud’a göre bu
belirsizlik toplumdan önce gelir. Toplum işe başlamadan önce belirsizlik egemendir.
İnsanlarda, öğrenme yetisi ve gereksiniminin yaşamın doğal araçlarının hemen hemen
bütünüyle yerini aldığı bu eşsiz türde, Freud iki temel içgüdü bulmuştur: yaşam ve ölüm
içgüdüsü. Freud’a göre bütün içgüdüler geçmişe eğilimlidirler ve dengeye ulaşmaya çalışırlar.
Yani sonuç olarak Freud’un öne sürdüğü, bütün yaşamımız bir “inorganik madde haline
dönme” çabasıdır. Bu iki içgüdü doğanın gereksinimlerini karşılamalı ve doyumlamalıdır.
Hayat ve anlam üzerine en çok Heidegger yazmış ve çoğunlukla hayatın anlamsız olduğunu
ileri sürmüştür. Bütün hayatın sürmesini sağlamak, durmasını engellemek, kültürün bizim
sorumluluğumuza verdiği görevdir.
Ölüm, geldiğinde işimizi bitirmeden her şeyi yarıda keser. Heidegger bunun yanı sıra varoluşu
da ölüm bağlamında ikiye ayırır: varolmayı unutma durumu ya da varolmayı düşünme
durumu.
Bir kişi varolmayı unutma durumunda yaşıyorsa, madde dünyasında yaşayıp kendisini
sıradan hayat oyalamalarına kaptırmıştır. Kişi, kendini sıradan dünyaya, işlerin gidiş şekliyle
ilgili kaygılara teslim etmiştir. Diğer durumda, yani varolmayı düşünme durumunda, insan
işlerin gidişine değil daha çok oluşuna hayrandır. Genellikle “ontolojik tarz” olarak adlandırılan
bu varoluş biçiminde, insan varolmayı düşünür. Heidegger, insanın genellikle birinci tarzda
yaşadığını söyler ve buna “otantik olamamak” der. Ona göre, insan varolmayı unutma
durumundan, daha aydınlık, kaygılı varolmayı düşünme durumuna sadece düşünerek ve
çabalayarak geçemez. İnsanı otantik varoluş tarzına geçiren bazı sarsıcı deneyimlerin
8
olduğunu söyler. Bu kaçınılmaz deneyimlerden en etkilisi de; ölümdür. Kısacası Heidegger’in
düşüncesine göre ölüm, hayatımızı otantik bir tarzda yaşamamızı bizim için olası kılan bir
durumdur. 11
Bauman da, yaşamı sürdürmekle bu denli meşgul oluşumuzun nedeninin ölmek zorunda
olduğumuzu bilmemizden kaynaklandığını söyler. Hatta Bauman’a göre, ölüm yoksa bırakın
hayatın anlamını, kültür, tarih ve insanlık yoktur. Simmel de, ölüm bilgisinin, yaşamı ve
yaşamın içeriğini birbirinden ayıran en önemli güç olduğunu söyler. Yaşamın içeriğini
nesneleştirmeye olanak tanıyan, yaşamdan daha güçlü, - gerçekte yaşamın ölümlü olduğu
ölçüde ölümsüz- olan aynı güçtür. Bu güç yaşamın kendisine doğaçtan bir lezzet –
geçiciliğinin saçmalığını ortadan kaldıran bir anlam- katabilir. Geçici bir yaşamın doğaçtan bir
değere gereksinimi vardır. [Bauman, 1992, 45-48]
Sonuç olarak, ölüm yaşamı anlamlandırmaktaki en önemli itici güçlerden biridir. Çünkü,
ölümlülük sayesinde yaşam daha değerli, sonuna kadar sürdürülmeye çabaladığımız bir şey
haline gelir. Özellikle de ölüm bilgisine sahip olmamız, gerek ondan kaçarak ve onu
bastırarak, anksiyeteler yaşamamıza neden olmuş ve hatta çoğu zaman yaşamı saçma kılmış
olsa da, sosyal insan gruplarının, tarihin ve insanlığın oluşumunda önemli bir rol oynamıştır.
Oruç Aruoba da, ölüm ve yaşam hakkında felsefi çıkarımlarda bulunmuş önemli bir
düşünürdür. O da ölüm ve yaşamın birbirine karşıt iki gerçeklik olmadığını, bu iki kavramın
birbirini anlamlandırdığını savunmuştur:
“İnsan, yaşamın anlamını ölümde bulur ancak. Yaşam ancak ölümün var
olabilmesiyle –ve bilinçlendirilebilmesiyle- anlamlıdır. Ölümsüz yaşam, anlamsızdır. Nasıl ki
ölümü hesaba katmayan yaşamlar yaşayan insanların yaşamları anlamsızdır – aynı şekilde,
ölüme bilinçle giden yaşamlar yaşayabilen kimi insanlar, yaşamlarının son anlarıyla, ortaya
yoğun anlam birimleri koyabilirler.
Ölüm, çünkü, yaşamın ‘sona erişi’ değildir. Şu koşulla: Yaşam, başından başlayarak,
yaşam olarak, ölümden anlam çekebilmişse; ölüm, bir son olarak –anlamsızlığını birlikte
getirerek- gelince, biten yaşamın anlamını çekip almak şöyle dursun, ona, yeni, yoğun bir
anlam yükler. Ölümle sona eren, yaşamın kendisidir; anlamı değil: Öyle yaşamlar vardır –
olmuştur ve yeniden olabilir – ki, asıl anlamlarını ölümden sonra yaşarlar – ve yaşatırlar.
Kimi yaşamların anlamı, ölümle, ölümden sonra, başlar ve büyüyerek sona erer. Kimi
yaşamlar – çoğunlukla insanların yaşamları – ise, ölümle gerçekten de sona erer; çünkü,
zaten, başından başlayarak ve boydan boya, anlamsız olmuşlardır.
9
İnsanların çoğunluğu, yaşamlarını anlamsız yaşıyorsa, pek ender bir azınlığı,
ölümlerini yaşayarak, yaşamlarını da anlamlı yaşıyor. Mesele de, yalnızca ölüm anında
anlamlı olabilmek değil. Bütün bir yaşam boyu, ölümü de yaşama katan yaşam biçimleri, bunu
yapabilmekle, sürekli bir anlam içeriği edinirler.”
Yani yine Aruoba’nın son sözleriyle:
“Ölüm olmasaydı, yaşam da anlamsız olurdu.
Ölümün var olan bir şey olması, yaşamı da anlamlı kılar; onun da anlamını var eder.
Ölüm yaşamı var eder...
Ölüm varsa, yaşam da vardır. Ölüm var olmadıkça, yaşam da yoktur.
Yaşam, var olma ve var etme gücünü ölümden alır.
Ölüm yaşamın gücüdür ya da, yaşamın güçlülüğü...”12
10
VAROLUŞÇULUK VE ÖLÜM
Ölüm Anksiyetesi ve Psikopatolojik Gelişimi
Ölüm, insanın bildiği ve bildiği için de başa çıkmak için sürekli savunma mekanizmaları
geliştirdiği en büyük hayal kırıklıklarından biridir. Yalom da ölüm anksiyetelerini ve onunla
başa çıkmak için yaratılmış savunma mekanizmalarını incelemiştir.
Ölümle başa çıkmanın öncelikli yöntemlerinden biri “kültür” kavramının oluşturulmasıdır.
Heidegger’in metinlerinde sürekli dile getirdiği ve “yaşamın saçmalığının” unutulmasının
önemli silahlarından biri olarak görülür kültür. Kültür kavramı ve ölüm karşısındaki anlamı
“kalıcılığın fabrikası olarak kültür” bölümünde daha ayrıntılı bir şekilde anlatılacaktır. Bu
bölüm, daha çok bireysel olarak ölümle başa çıkma yöntemlerini ve oluşturulan savunma
mekanizmalarını konu alır.
Yalom, “Bütün bireyler ölüm anksiyetesiyle karşılaşırlar” der. Ölüm anksiyetesiyle karşılaşan
bireylerin çoğu, uyuma yönelik başa çıkma tarzları – bastırma, yer değiştirme, kişisel güce
inanma, ölümün etkisini azaltan toplumsal olarak onaylanan dinsel inançların kabulü gibi inkâr
temelli stratejilerinden ya da sembolik ölümsüzlüğü başarmayı hedefleyen çok çeşitli
stratejiler yoluyla ölümün üstesinden gelmeye yönelik kişisel çabalardan oluşan tarzlar-
geliştirir. 13
Yalom’a göre olağandışı stres ya da mevcut savunma mekanizmalarının yetersizliği nedeniyle
hastalık adı verilen bölgeye giren birey, ölümle baş etmekteki evrensel tarzların yetersizliğini
görerek aşırı savunma şekilleri göstermeye yönelir. Çoğu kez korkuyla başa çıkmanın
beceriksiz şekilleri olan bu savunma manevraları, mevcut klinik tabloyu oluşturur. [Yalom,
1999, 180-185]
Psikopatoloji, yapısı gereği etkin olmayan bir savunma şeklidir.2 Bir çok varoluşçu kuramcı,
ölüm anksiyetesi üzerine düşünmüştür. Mesela Kierkegaard, hemen yanda bekleyen korku,
harap olma ve yok olmanın algılanmasından kaçmak için insanın kendisini sınırladığını ve
küçülttüğünü söylemiştir. [Kierkegaard, 1973, sf.70]
Yalom’a göre, başlangıçta çocuğun ölümün farkında oluşuyla baş etme tarzı inkâra dayanır.
Bu inkâr sisteminin iki önemli siperi, insanın ya kişisel dokunulmazlığı olduğuna ya da nihai
koruyucu tarafından sonsuza kadar korunacağına dair inancıdır.
11
Bu iki inanç da çok güçlüdür. Çünkü iki kaynaktan destek alırlar: erken hayat şartlarından ve
ölümsüzlük sistemlerini ve kişisel, gözleyen bir Tanrı’nın varlığını içeren kültürel olarak kabul
edilmiş mitlerden. [Yalom, 1999, sf. 180-188]
Yalom, hastalarında incelediği kadarıyla ölüme karşı iki temel savunma yöntemi bulur; ilk
olarak kendi özel oluşuna ve kişisel dokunulmazlığına derinden inanmak; ikincisi ise nihai
kurtarıcının varlığına inanmaktır. Bu iki tarz aslında birbirine taban tabana zıttır ve hiçbir
şekilde kişiye özel olmamalarına rağmen, yararlı bir diyalektik oluştururlar. [Yalom, 1999, sf.
192]
Ölümle başa çıkma yöntemlerinden bir diğeri de, inkâr etme yöntemidir ki, bu çağlar boyunca
tercih edilen yegâne metottur. Karşılaşana kadar insan, ölümlü olduğuna inanmaz ve hatta
insan ölünceye kadar öleceğini inkâr ederek yaşar ki, hayat yaşamaya dair bir anlama sahip
olsun. Tolstoy, özel olduğumuza dair inancımızı Ivan Ilyich’in ağzından çok başarılı bir şekilde
anlatır:
“Caius bir insandır, insanlar ölümlüdür, o halde Caius da ölümlüdür,” Caius’a
uygulandığında hep doğru gibi görünüyordu, ama kendisine uygulandığında kesinlikle hep
doğru gibi görünmüyordu. Caius’un ölümlü olması tamamen doğruydu, ama o Caius değildi,
genel bir insan değildi o, diğerlerinden oldukça, oldukça ayrı bir yaratık. O bir zamanlar küçük
Vanya olmuştu, annesi, babası, Mitya ve Voldoya ile, oyuncakları, arabacısı ve dadısı ve
daha sonra da Katenka’yla çocukluğun, delikanlılığın ve gençliğin bütün o neşeleri, üzüntüleri
ve keyiflerini yaşamıştı. Caius, Vanya’nın çok sevdiği çizgili deri topun kokusu hakkında ne
bilirdi ki? Caius annesinin elini öyle öpmüş müydü hiç, elbisesinin ipeği onun için de böyle
hışırdamış mıydı? Okuldaki pasta kötü olunca o da kendisi gibi isyan çıkarmış mıydı? Caius
öyle aşık olmuş muydu? Caius kendisi gibi oturumlara başkanlık etmiş miydi? Caius gerçekte
ölümlüydü ve onun ölmesi doğruydu; ama benim, bütün o düşüncelerim ve duygularımla
küçük Vanya’nın, Ivan Ilyich’in ölümü, tamamen farklı bir konu. Ben ölemem. Bu korkunç
olurdu.” 14
İşte Ivan Ilyich de inkâr etme yoluna başvurmuş ve kendisinin özel olduğunu düşünmüştür.
Ölüm anksiyetesiyle başa çıkmanın en kolay ve belki de en sağlam yoludur inkâr etme. Bu
inkâr aslında öyle bir şeydir ki, bilinç düzeyinde gerçekleşmez. Çünkü kimse bilinçli olarak
ölümü inkâr etmez ama tüm hayatın anlamının ardında, aslında bilinç dışında ölümün inkâr
edilmesi vardır. Ivan Ilyich gibi, ölümü başkalarının yaşadığına, bizim hiç yaşamayacağımıza
inanırız.
Yalom’a göre inkâr, hayat tehdidiyle bağlantılı olan anksiyeteyle başa çıkma çabasıdır. Fakat
aynı zamanda kişinin kendi dokunulmazlığına olan derin inancın da bir işlevidir. İnsanın hayatı
boyunca varsayıma dayanan dünyasının yeniden yapılanması için, birçok psikolojik
12
çalışmanın yapılması gerektiğini savunur Yalom. Çünkü savuma bir kez çöktü mü, insan
öleceği gerçeğini bir kez kavradı mı, garip bir şekilde aldatıldığını hissedebilir. [Yalom, 1999,
sf. 196]
Tolstoy’un da hikâyesinde değindiği üzere insanların kendilerinin özel olduğuna inanması,
daha çok “uyum”a yönelik bir davranıştır. Bizim doğadan çıkmamıza ve eşlik eden sıkıntı
durumuna katlanmamıza izin verir. Yalom için birey, yalıtım içindedir. Küçüklüğümüzün ve dış
dünyanın dehşetinin, anne babalarımızın yetersizliklerinin, yaratılmışlığımızın, bizi doğaya
bağlayan bedensel işlevimizin farkında olmak ve hepsinden önemlisi ölümün farkında olmak.
Doğanın yasalarından bağışık olma inancımız, bir çok davranışımızın altında yatan nedendir.
Kişisel yok olma tehdidinin etkisi altında kalmaksızın tehlikeyle karşılaşma cesaretimizi arttırır.
Yalom için, insanın güce ulaşması ölüm korkusunu da hafifletir. 15 Çünkü insanın özel
olduğuna dair inancı güçlenir. İlerlemek, başarılı olmak, maddi zenginliğe kavuşmak, geride
ölmez eserler bırakmak, ölümle ilgili soruları gizler ve onunla baş etme yolları haline gelirler.
Bu konu ile ilgili ayrıntılar bir sonraki bölümde incelenecektir.
13
Kalıcılığın Fabrikası Olarak Kültür
Ölüm endişesi insana özgü evrensel bir özelliktir; aslında özellikle de insan varoluşunun
tamamlayıcı bir özelliğidir. Ama ölüm endişesi neyle ilgili bir endişedir? Ölümümüzün bizi
neden yoksun bırakacağından korkarız?
Hayata en büyük anlamını veren olgunun ölüm olduğunu, ölüm bilgisinin insan beynini ve
algısını ne oranda etkilediği ilk bölümde anlatıldı. Bu bölümde ölümle başa çıkma yollarından
biri olarak görülen “kültür ve ölümsüzlük vaadi” üzerine tartışılacak.
Bauman’a göre yalnızca insana özgü başka bir nitelik olan kültür, başlangıcından bu yana bir
tür bastırma aracıdır. Bauman, kültürün sadece ölümün bir sonucu olduğunu söylemez. Ona
göre kültür, aşkınlık ile ilgilidir; “İşlerlik kazandırılacak kültürün yaratıcı imgeleminden önce
saptanmış ve bulunmuş olanın ötesine geçmekle ilgilidir; kültür yaşamın kendi başına şiddetli
ölçüde özlediği kalıcılığın ve kalımlılığın peşindedir.”16 Bu noktada “kalıcılık” kavramı, kültürün
yegâne amacı olmasa da, önemli bir noktasıdır ve bu kitapta de kültürün kalıcılık üzerinden
ölümlülük ile bağlantısı önem kazanmaktadır.
“Ölüm (daha doğrusu ölümlülüğün farkındalığı) kültürel yaratıcılığın başlıca koşuludur.
Kalıcılığı göreve, yüce bir göreve dönüştürür ve öylece kültürü; yani kalıcılığın o devasa ve
durmak bilmeyen fabrikasını oluşturur.” [Bauman, 1992, 50]
14
Kültürün Ölümsüzlük Vaadi
Sadece kültür değil, medeniyetin oluşumu için de ölüm kavramının önemli bir rolü olduğunu
görürüz. İnsanların hayvanlardan farklı olarak hayatlarını sürdürmesi, toplum haline gelmeleri
ve bir arada yaşayarak medeniyet oluşturmaları tamamıyla kültürel süreçlerin bir sonucudur.
Bu kitapta, kültürün, medeniyetin ve hatta toplumun oluşmasının en önemli nedenlerinden
birinin insanının varoluş aşamasında ölüm bilgisine sahip olması olduğu savunulmaktadır.
Yani, insanların ölümden biraz daha uzaklaşmak için bir arada yaşadıkları, hayvanları birlikte
avladıkları ve işbirliği yaparak onları öldürmek isteyen doğa karşısında savunmaya geçtiği
düşünülmektedir.
Bauman, Heidegger’in düşüncelerini incelerken, insanın hayatı boyunca yaptığı bir çok
etkinliğin ölüm bilgisini bir kenara atmak, onu bastırmak, ona meydan okumak amaçlı olduğu
sonucuna varır. Bauman, “zamanımızın çoğunu alan şeylerin (başka bir deyişle, hayvansal
gereksinimlerimizi karşıladıktan sonra zaman kalırsa yaptığımız şeylerin), yaşamda en önemli
ve değerli şeyler olduğunu düşünmemiz üzerine bize öğretilenlerin, metabolizmamız yavaş
yavaş durma noktasına ilerlerken, bir sonraki gün hiç durması gerekmez,” der. Ona göre, tüm
bu etkinliklerin sürmesini sağlamak; durmasını, ‘bizimle birlikte mezara girmesini’ engellemek,
kültürün bizim sorumluluğumuza verdiği görevdir. Kültürün aşırıya kaçması her gün bizim
bireysel yetersizliklerimiz olarak geri döner. Ölüm geldiğinde, işimizi bitirmeden, görevimizi
tamamlayamadan acımasızca bizi yarıda kesecektir. Şimdiden, henüz sağken ve ölüm uzak
ve soyut bir olasılık olarak kalıyorken, ölüm hakkında bu denli endişe duymamızın nedeni
budur.17
Bauman, soyağaçlarının yaratılmasının bile ölüme kültür aracılığıyla meydan okuma
olduğunu söyler. “Sonunda rakiplere karşı güvenli olduğunu ya da artık daha fazla
büyümesine gerek olmadığını hiçbir zaman söyleyemeyeceğimiz işler kurarız. Para kazanırız
ve ne kadar para kazanırsak, o ölçüde daha çok para kazanmaya zorlanırız. Duygularımızı ve
çabalarımızı, şimdi ve gelecekte yazgısını izlemeyi dilediğimiz ve hiç bitmeyen başarı
zincirleri olması umuduyla yardım etmeyi istediğimiz kurumlara ve gruplara adarız.
Koleksiyonculuk yaparız, bunu yaparken koleksiyonumuzun hiçbir zaman eksiksiz
olmayacağını ve bitmeyeceğini, eksikliğinin, getirdiği en heyecan verici tatmin duygusu
olduğunu gayet iyi biliriz.” 18
Bilgi elde etmeye, tüketmeye, yeni bilgi eklemeye karşı bir tutku geliştiririz; ama her yeni keşif
yalnızca daha öğrenilecek ne çok şey olduğunu gösterir. Sıkı sıkıya sarıldığımız görev ne
olursa olsun, aynı can sıkıcı niteliğe sahip gibidir: Biyolojik yaşamlarımızın çok uzağında bir
yere yapışıp kalır. Durumu biraz daha kötüye götürürsek, yaşamımıza “tam bir hoşnutluk”
katan görevlerin bu rahatsız edici özelliği iyileştirilemez.
15
Sonuçta, tam olarak bu özelliklerinden dolayı söz konusu görevler, yaşamdan zevk almamıza,
yaşamı yine de son derece eğlenceli kılmak için sınırlarımızı zorlamamıza olanak tanır ve
yaşamımıza bir anlam katma yetkinliğine sahiptir. Şu ya da bu nedenle, kültürün sundukları,
niteliğinin birazını ya da tümünü kaybeder ya da bu niteliği kaybetmese bile geçerli önerilen
olmaktan çıkarsa, yaşam anlamını yitirir ve ölüm, en baştan kendisinin neden olduğu acı ve
mutsuzluğu giderek tek çare haline gelir. Kültür insanı cezbedemez ve kandıramaz duruma
geldiğinde, Durkheim’ın “ümitsizlikten doğan intiharı” söz konusu olur. 19
Bauman kültürün iki görevi olduğunu söyler. Bunlardan ilki hayatta kalma ile ilgilidir- ölüm
anını geriye çekme, yaşam süresini uzatma, yaşam beklentisini ve böylece yaşamın
hoşnutluğu kapasitesini artırma; ölümü bir ilgi konusu, önemli bir olay haline getirme- ölüm
olgusunu dünyevi, sıradan, doğal düzeyinden yukarı çıkarma; ölümü doğrudan ya da dolaylı
yoldan zorlaştırma. Kültürün diğer etkinliği ise bu bölümün ana başlığını açıklamaktadır.
Kültürün bu ölümsüzlük etkinliği, ölümden daha uzun süre hayatta kalmak, ölüm anına son
söz hakkını vermemek, böylece ölümün uğursuz ve korkutucu önemini bir ölçüde azaltmaktır.
“O öldü ama eseri yaşıyor.” “Onu sonsuza dek hatırlayacağız.” Ayrı gibi gözükse de iki etkinlik
birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Görünüşe göre, hayatta kalışla ilgili herhangi bir güvensizlik
durumu söz konusu değilse, ölümsüzlük hayal bile edilemez. Ama, öte yandan, “yaşamın
genişleme” olasılığını doğuran şey, belirli insan davranışları ve becerileri karşısındaki yaşamı
aşan ve ölümsüz değerin kültür tarafından onaylanan görevidir. 20
Bauman, araştırmalarında biraz daha ileriye giderek ölümlülük yoksa, tarih, insanlık ve kültür
de yoktur sonucuna şöyle varır: “Ölümlülük acısı insanları Tanrı’ya benzetir. Yaşamı
sürdürmekle bu denli meşgul olmamızın nedeni ölmek zorunda olduğumuzu bilmemizdir.
Geçmişi korumamızın ve geleceği yaratmamızın nedeni ölümlülüğün farkında olmamızdır.
Ölümlülük en başından itibaren bizimdir; ama ölümsüzlük bizim kendimizin oluşturması
gereken bir şeydir. Ölümsüzlük yalnızca ölümün yokluğu değildir; ölüme karşı koymak ve onu
yadsımaktır. Yalnızca ölüm, karşı koyulması gereken o amansız gerçeklik var olduğu için
anlamlıdır. Ölümlülük olmadan ölümsüzlük de olmaz. Ölümlülük yoksa, tarih, kültür - insanlık-
da yoktur. Olanağı ölümlülük yaratmıştır: Bunun dışındaki her şey ölümlü olduklarının farkında
olan insanlar tarafından yaratılmıştır. Şansı ölümlülük tanımıştır; insana özgü yaşam biçimi,
bu şansın var olmasının ve kullanılmış olmasının sonucudur.” 21
Sonuç olarak Bauman, kültürün varoluşunu insanların ölümlü olmalarına bağlamaktadır. Bu
anlamda Bauman, kültürün tanımını şöyle yapar: “Kültür, insanların farkında oldukları şeyi
unutturmaya yönelik incelikli, karşı-anımsatıcı teknik bir aygıttır. Yiyip bitirici unutma
gereksinimi olmasaydı, kültür gereksiz olurdu; aşılması gereken hiçbir şey olmasaydı, aşma
da olmazdı.” 22
16
Hanna Arendt de ölümlülük üzerine akıl yormuş ve Bauman gibi kültürün kökeninde
ölümlülüğün büyük bir payı olduğu sonucunda varmıştır. Arendt, kültür ve ölümlülük-
ölümsüzlük ilişkilerini mitoloji ve eski Yunan filozofları üzerinden açıklar. Arendt’e göre
ölümlülerin görevi ve gizil büyüklükleri, var olmalarını hak ettirecek, bu sonsuzluk içinde hiç
olmazsa bir ölçüde kendilerini evlerinde duyumsayacakları bir şeyler ortaya koyabilme
yeteneklerinde yatar. Ölümlülerin, kendileri dışında her şeyin ölümsüz olduğunu düşündüğü
bir kozmosta Arendt’in “insanların ürettikleri” diye bahsettiği aslında kültürün bir diğer
tanımına da denk düşer. Eğer insanın yapıp ettiği ve ürettiği her şey kültürün bir parçasıysa,
Arendt’e göre de ölümsüzlüğe uzanan yol da yalnızca kültürden geçer.23
“Ölümsüz edimlerde bulunma kapasiteleri ve arkalarında silinmez izler bırakma
yetenekleri ile insanlar, bireysel olarak ölümlü olmalarına rağmen kendilerini ölümsüz kılabilir,
ilahi bir doğadan olduklarını gösterebilir, kanıtlayabilirlerdi. İnsan ile hayvan arasındaki ayrım,
bir tür olarak insanın kendi içinden kurulur; yalnızca en iyi olan, sürekli olarak en iyi ol-
mak/duğunu kanıtlayan ve ‘ölümsüz bir anı, fani işlere yeğleyendir gerçek anlamda insan;
doğanın onlara vereceği zevklerle yetinenler hayvanlar gibi yaşar ve ölürler.” 24
Sonuç olarak ölümlülüğün; insanlığın, kültürün, medeniyetin ve hatta toplumun oluşmasında
temel bir görevi olduğu düşüncesi ortaya çıkar. Bu noktada, yapay zekânın ölüm algısının
henüz var olmaması, ölümün kodlanamaması, onun insanlık gibi kültürel bir yapı içerisine
giremeyeceği düşüncesini de destekler ve onu insansı zekâ olmanın dışında bir amaca taşır.
Peki tüm bunların ışığında kültür ölümsüzlük vaadini nasıl sunmaktadır? Her şeyden önce
felsefede ölümsüzlüğün tanımını yapmak yerinde olacaktır:
17
Ölümsüzlük:
“Yaşamın hiç sona ermeyen sürekli varoluşu, ölümden sonra söz konusu olan kişisel hayat.”
Hayatın ölümden sonra da devam etmesi durumu, ölümden sonra da var olacağımıza
duyulan inanç olarak ölümsüzlük, ölümün biz insanlar için son durak olmadığı, fakat yeni bir
seyahatin başlangıcı olduğu görüşünü; ruhun ya da insan kişiliğinin, ölümden sonra belli bir
biçimde var olduğunu, var olmaya devam ettiğini öne süren öğretiyi tanımlar .
Beden ve ruh gibi iki öğeden meydana gelen insan varlığının özsel bileşeninin ruh olduğunu,
ölüm geldiğinde, ölenin yalnızca beden olduğunu öne süren bir inanç ya da anlayış çerçevesi
içinde ifadesini bulan ölümsüzlük, ikiye ayrılır. Bunlardan birincisi ruhun, beden öldükten
sonra var olmaya devam etmesinden oluşan “zamansal ölümsüzlük”tür. Buna karşın ikincisi,
ruhun, bedenin ölümünden sonra, zaman dışı bir varlık statüsü kazanıp, daha yüksek bir
düzeyde var olmasından oluşan “ebediyete göçüş”tür.
Ölümsüzlüğü temellendirmek için metafizik, ahlaki ve bilimsel ya da ampirik kanıtlar
getirilmiştir. Metafizik kanıtlar, ölümsüzlüğü ruhun kendi yapısından, yani onun basitliğinden
ve bedenden bağımsızlığından ileri geldiğini dile getirir. Aynı çerçeve içinde, ruhun ezeli ebedi
doğrulara ilişkin bilgisinin, onun ölümsüzlüğü için bir kanıt oluşturduğuna işaret edilmiştir.
Birtakım filozoflar ise, ruhun bedenden bağımsız, kendinden-kaim bir töz olduğunu, onun
özünü yaratıcıdan aldığını ve ruhun basit, yüce, yetkin ve ölümsüz olduğunu dile
getirmişlerdir.
Ruhun ölümsüzlüğü için getirilen ahlaki kanıtlar ise, dünyada iyi ve kötü insanların
bulunduğunu; dürüst davranmak, adil olmak için her türlü zorluğu, sıkıntıyı göze alan ahlaklı
insanlar yanında, değer bilincinden yoksun kötü insanların da varolduğunu; ölümle her şeyin
mutlak bir sona ulaşması durumunda, adaletli ile adaletsiz arasında hiçbir fark kalmayacağını;
bundan dolayı, ölümsüzlüğün iyi ve ahlaklı bir yaşamın ödülü olarak söz konusu olduğunu
ifade eder.
Ölümsüzlükle ilgili ampirik ya da bilimsel kanıtlar ise, telepati, ruh çağırma, içe doğma, gözle
görünür bir kaynak olmamasına rağmen sesler duyma, gelecekten haber verme ve
parapsikoloji ile ilgili verilerden hareket eder. Bununla birlikte, son zamanlarda hem bedenli bir
ölümsüzlük öğretisine, hem de bireysel ruhun ölümsüzlüğü öğretisine karşı çıkılmış ve
ölümsüzlüğün yalnızca Tanrı’ya özgü olduğu öne sürülmüştür. 25
Ölümsüzlük denilince çoğu zaman aklımıza ya dini açıdan öteki dünya inancına bağlı bir
ebedi yaşam düşüncesi ya da film dünyasının yarattığı ölümsüz karakterler gelir aklımıza.
18
Fakat bizim asıl ilgilendiğimiz, varoluşçuluk düşüncesi altında bir ölümsüzlük düşüncesidir.
İnsanların ölümsüzlük fikrini nasıl algıladıkları, ölümsüzlüğün ölüm karşısında bir zafer olup
olmadığı, ölümsüzlük uğruna gelişen teknoloji bu kitabın ilgilendiği noktalardır. Bu bölümde
ise kültürün ölüm karşısında bir ölümsüzlük vaadi sunup sunmadığı önem kazanmaktadır.
Arendt, Yunan mitolojisinde “ölümsüzlük” düşüncesini şöyle açıklar: Ölümsüzlük, zaman
içinde kaim olmaktır; bu yeryüzü üzerinde ve bu dünya içinde, Yunanlılar’ın anlayışına göre
doğaya ve Olimpos’un tanrılarına tanınmış, fani olmayan hayattır. Sürekli yinelenerek gelen
doğa yaşamı ile tanrıların yaşlanmayan ve bitmeyen hayatlarının oluşturduğu bu fonun
önünde duran fani (ölümlü) insanlar, ölümsüz ama ebedi olmayan evrenin yegâne ölümlüleri,
tanrıların ölümsüz hayatlarıyla, ama ebedi bir tanrının hükmünden yoksun, yüz yüze geldiler.
Yunanlılar’ın ölümsüzlüğe duyduğu ilgi, ölümlü insanların bireysel hayatlarını tamamen
kuşatmış olan ölümsüz bir doğa ve ölümsüz tanrılarla ilgili deneyimlerinden ileri gelmekteydi.
Her şeyin ölümsüz olduğu bir kozmosa kakılmış, gömülmüş olan ölümlülük hali, insani
varoluşun ayırıcı özelliği olmuştur. İnsanlar ölümlüdürler, varlıktaki yegâne ölümlü şeydirler;
çünkü hayvanlardan farklı olarak mevcudiyetleri, ölümsüzlükleri sadece döllenme yoluyla
garantilenmiş bir türün fertleri olmalarına dayanmaz. İnsanların ölümlülüğü, doğumdan ölüme
anlaşılır bir hayat hikâyesi olan bireysel bir yaşamın, biyolojik hayatın bir neticesi olmasında
yatar. Bu bireysel yaşamı diğer bütün şeylerden ayıran, tam söylersek biyolojik yaşamın
dairesel hareketini içinden kesen doğrusal bir hareket çizgisidir. 26
İnsan, ölümlü olması ve bu bilginin farkında olan bir canlı olması nedeniyle, ölüme karşı
koymak için “kültür”ü alet eder. Kültür kalımlıdır ve toplumlar var olduğu sürece hep var
olacaktır. İnsan da, kendi ölümünü kültür içerisinde ebedi bir yaşama ulaşarak yenmeye
çalışır; yani kültür sayesinde ölümsüzlüğe kavuşmayı hedefler ve bir anlamda başarır da.
Bauman, kalımlı şeylerin tüketilmeye uygun olmadığını söyler. Ona göre bunların gösteri ya
da salt temsili, simgesel eğlence dışında bir amaçla kullanılmaları, yok olmaları olarak
algılanır ve başka nesnelerin yok edilmesindekinin tersine suç kabul edilir. Kalımlı maddeler
sonsuza dek dayanır. Dolayısıyla bunlar aslında, şeylerin ölümsüz olabileceği ölçüde
ölümsüzdür; ölümsüzlüğü temsil eder. 27
19
Tarih Yazımı ve Ölümsüzlük
Ölümle başa çıkma yollarından biri olarak kültür kavramını öne çıkardıktan sonra, bir sonraki
aşama elbette ki “insanın yapıp ettikleri”nin kaydını tutanlar, tarih yazanlar ve yazdıranlar
üzerine olacaktır. Ölümsüzlüğe uzanan en önemli yol, tarih içerisinde bir yere sahip olmakla
başlar. Ölümsüz olmak için kahramanlıklar yapılır veya sanat eserleri yaratılır. Ölümsüzlük
için Sokrates zehir içer, ölümsüzlük için imparatorluklar yıkılır yerlerine yenileri doğar. Bir
anlamda tarih ölümsüzlerin hikâyelerini anlatır. Fakat kimler yazar tarihi ya da kimler yapar?
Bauman, “Ölümsüz olan nedir ve kimdir, ne yapmalıdır?” sorusunun yanıtını şöyle verir:
“Ölümsüzlük çabası için bir araç olarak önem kazanması amacıyla eski çağdan kalma
yapıtların öncelikle kutsallaştırılması gerekir. Prensleri, komutanları, başbakanları ölümsüz
olduklarına inandırmak için, tarih öncelikle hanedanlıklara, savaşlara ve yasalara göre
yazılmak zorundadır. Gelecekteki ölümsüzlük bugünün kayıtlarından çıkıp gelişecektir.
Geleceğin ölümsüzleri önce bugünün arşivlerini ele geçirmelidir.”28
Bugün toplum, nitelikleri kalımlı ya da kalımsız olarak onaylamaktadır. Bauman, insanın
ölümden sonraki varlığını henüz hayattayken bilme gereksinimi duyduğunu belirtir. Bu
gereksinim için çağdaşlarının verdiği güvenceye sahip olmak ister. Güvenceler ancak iki
temel türden birinin otoritesiyle desteklendiği zaman bu özellikleri taşır. Bu toplum tarafından
geleceği gören ya da genellikle tarihin nasıl işlediğini bilen uzmanlar olarak adlandırılan
kaynakların verdiği söz de olabilir.
Bauman tarihi “ölümden sonra yaşamın gerçekleştiği yer” 29 olarak tanımlar. Her savaş
komutanı ya da başbakan tarih yazar. Bugün bir çok başbakanda olduğunun tersine, bir
başbakan örneğin hükümetin en uzun süre hizmet veren başı olur ya da özellikle büyük
bolluğun ya da korkunç ekonomik çöküntünün olduğu dönemlerde başkanlık yaparsa, tarihe
daha etkileyici biçimde geçmeyi umabilir. Farklı bir biçimde, ama aynı kurallara göre tarih,
futbolcular, tenis oyuncuları, pop şarkıcıları, katiller, ressamlar, şarap üreticileri, mucitler, film
yıldızları, bilim adamları tarafından da yazılır. 30
Bu, tarih yazımı için öncelikle etkinliğin kendisine kalımlı bir anlam ve tarihte bir yer verilmesi
gerekir. Bundan sonra ölümsüzlüğü güçlendirmek için etkinliğin belirli bir mükemmelliğe
ulaşması zorunludur. Böylece olimpiyatlar ya da rekor kırma kurumları ölümsüzler unvanını
bağışlayan kurumlar olurlar.
Sadece kişiler değil, düşünceler de ölümsüzleşir. Marx, yönetici sınıfın fikirlerinin, yönetici
fikirler olduğunu söyler. “Yöneticilerin yaşam öyküleri tarih olur. Tarihe, yapabilirlerse, istatistik
bağlamda giren sıradan ölümlülerin yaşamlarının tersine onlar, dikkatlice kaydedilmeye,
20
hakkında çalışılmaya, yazılmaya ve düşünülmeye, yorumlanmaya, yeniden yorumlanmaya
değer görüleceklerdir.” 31 Bu noktada, tarih içerisinde ölümsüz olarak var olmanın da bir
hiyerarşisi söz konusudur. “Bir zaman kullanılıp tüketildikten sonra gözden kaybolan ve belki
de sonsuza dek belirsizliğin biçimsizliğine ayrışan birçok kalımsız nesneden
kurtulacaklardır.”32
Şövalyeler, kişisel kahramanlıkları için birbirleriyle yarışırlar. Ama Bauman’a göre gelecek
kuşakların ölümsüz belleğinde yer edinme şansı onların elinde değildir. Onların bireysel
eylemleriyle ölümsüzlükleri arasındaki bağa tek başına değil, toplu olarak ulaşılabilir. Hatta,
tarih savaşçı sınıfın fikirlerini egemen fikirler olarak kabul ettiği sürece, söz konusu bağ
kopmayacaktır.33
Pascal, yalnızca yaşam savaşı vermeyen, günlük ekmeğini kazanmak için ter dökmeyen,
çocuklarını yetiştirmek için uğraşmayan insanların ölüm ve ölümsüzlük üzerine uzun uzun
düşünmeye eğilimli olduklarını gözlemlemiştir. Dolayısıyla, geleceğin ölümsüzleri, boş zamanı
olan sınıfın üyeleridir. Ölümsüzlük umudu dünyevi ayrıcalığın ardından gelir ve bu ayrıcalığa
bağlıdır. Ayrıcalık sürdürülmezse, ölümsüzlük umudu da korunamaz. 34
Bauman, sanat eserlerine ölümsüzlüğü veren zanaatkârlar ve tarihi yazanlar arasında şöyle
bir bağ kurar: Yazıcı da ölümlü yaşamlara ölümsüzlük dağıtır, olayları ve eylemleri unutulmaz
ve anımsanan geleneklerin kalıcı özellikleriyle donatır.
Tarih içerisine insan bedeniyle girilemez; bu imkânsızdır. Düşünürler ölümsüz değildir ama
düşüncelerini ölümsüz kılabilirler. Dolayısıyla düşünceleri ölümsüz yapan metindir ve
kalımsızı kalımlıya dönüştüren de metin yazarlarıdır.
Tabii ki tarih yazımı da zaman içerisinde bir çok değişikliğe uğramıştır. Önceden ölümsüzlük
sadece yöneticilerin elindeyken bugün yöneticiler meydan okumayla karşı karşıyadır.
Ölümsüzlüklerini doğrulatmak için kanıt göstermek zorundadırlar. Tarih yazımı modeli çağlar
boyunca değişime uğramıştır. Bauman’a göre modern çağı dolduran ulusal ayrıcalık elde
etme mücadelesi, ayrıcalığa sahip tarih anlatma hakkını da elde etme mücadelesidir. 35 Yani
tarih yazmak için mücadeleler, savaşlar, kahramanlıklar yapılır ve egemenlik kimin elindeyse
tarihi o yazar.Tarihi anlatma hakkını elde etmek için savaşılan isteğin şiddeti, grubun
geçmişteki varoluşunun uzunluğu ve ağırlığının, grubun gelecekte hayatta kalmasını garanti
etmek, başka bir deyişle her zaman ölümsüzlük konusunda grubun ayrıcalığını korumak
üzere kullanılan kaynaklar arasında oynadığı çok önemli rolden türemiştir. 36
İşte oluşturulan bu model sürekli olarak farklı çağlarda ama benzer şekillerde yinelenip durur.
Hatta Bauman, artık bir yeri ele geçirenlerin ele geçirdikleri grupların kimliğini yok etme ve
kendi baskıcı hükümdarlıklarını zorla uygulayarak onu daha kalıcı kılma girişimlerinin, kural
21
gereği, en ivedi ve inatla ardından koşulan bir önlem olarak alt edilen grupların tarihsel
anlatılarını yasak koymayı da kapsadığı bir dönemin varlığından söz eder. Böylece yenilen
gruplar ayartma ya da tehdit yoluyla tarihlerini unutmaya, unutmasalar bile ondan utanmaya
ve böylece ulu orta söz etmekten kaçınmaya zorlanırlar. 37
Kısacası güç dengesindeki her değişiklikte tarih anlatımı yeniden başlatır ve sürdürür. Ama
tarihin güçlüler tarafından yazıldığı anlayışı 21.yy’da da varlığını sürdürmektedir.
22
ÖLÜMLÜLÜK VE MODERNİTE
Modern Bir Korku Olarak Ölümlülük
Ölüm kavramı modernizmden önce ve sonra değişimlere uğramıştır. Toplumun ve dolayısıyla
insanların ölüme bakışları modernizme adım atılmasıyla değişmiştir. Önceleri, doğal bir süreç,
hayatın vardığı son nokta olarak kabul edilen ölüm, şimdi, kaybedenlerin tutulduğu bir
hastalık, bir kara büyü olmuştur. Ölen insan, yazgısı böyle olduğu için değil, ölmemek için
gereken özeni göstermediği için ölmüştür.
Modernizm öncesi ölüm, “evcil” olarak nitelendirilir. Fakat burada kullanılan evcil kavramı, iyi
huylu, yakın, içtenlikle kucak açılan, tanıdık hiçbir kin beslemeden kabul edilen değildir. Ölüm
her zaman korkutucudur. Ölümlü yazgıya karşı açılan büyük modern savaştan hemen önce,
ölümün dehşeti daha önce bilinmeyen boyutlara ulaşmıştır. 38
On beşinci yüzyılda ölüme bakış çok farklı bir durumdadır. Doğa karşısında henüz büyük bir
başarı elde edememiş olmamız, ölüme karşı açtığımız savaşta da kaybetmemize neden
olmuştur ya da belki de ortada aslında bir savaş olması da saçmadır. Bauman, karşı koyulan
ölüm ve katlanılan ölüm başlığını atarken de, bu noktaya işaret eder. Ölüm her zaman karşı
koymaya çalıştığımız ama katlandığımız bir kavramdır. Hatta kimi düşünürler yıllar boyunca
var olmanın da saçma bir düşünce olduğunu öne sürmüşlerdir.
İnsanoğlunun modernitenin sağladığı rahatlıklar karşısında ödediği en acı dolu bedellerden
biri, var olmanın saçmalığının keşfedilmesidir. Var olmanın tekdüzeliği sona ermediği sürece,
saçmalığın algılanması da olanaksızdır. Tekdüzelik, varoluşu sorunsuz, dolayısıyla görünmez
kılmıştır; yaşamın kalıplaşmış düzeninin alışılmış bir biçimde yinelenip durması, var olmanın
tanımlanması ve saptanması gerektiğini düşünmeye pek ender olanak bırakır.39
On beşinci yüzyıl sanatı ve edebiyatı, daha önceki yayılmış korkuları bir araya toplayıp,
bunları ölümlü; ölümlülüğü ise, acımasız ve akılla yönetilmeyen doğaya karşı meydan
okumanın ilk hedeflerinden biri olmaya uygun bir tiksinti biçimine dönüştürmüştür. Hepsi o
zamanlar ortaya çıkarılan özellikle üç tema, hiç kimsenin denetlemediği ölümden –azgın,
mantıksız, rasgele uğrayan ölümden- yakasını kurtaramayan insan varoluşunun saçmalığını
gözler önüne sermiştir. Bunlar dünyevi ünün geçiciliği, insan güzelliğinin sığlığı ve kısa
ömürlülüğü; insanların yaptığı ya da yapabileceği her şeyden bütünüyle ilgisiz, ölüm
darbelerinin rastlantısallığını iletmek amacını taşıyan o korkunç görsel imgedir. 40
Ölümün evcil olduğu düşüncesine akıl çağına kadar karşı çıkılmamış, yazgı karşısında
insanın yapabileceği bir şey olmadığına inanılmıştır. Dolayısıyla insanoğlu uzunca bir dönem
ölümün gölgesinde yaşamak zorunda kalmıştır. Fakat modernizm ile birlikte insanın ve aklın
23
ön plana çıkmasıyla, akıl da karşısında yenildiği ölüm kavramını yok etmek için elinden geleni
yapmaya adar kendisini.
İnsanın modernizme kadar aklına gelmeyen tek şey, ölümlülüğün sınırlarının geri
çekilebileceği, ölümün seyrine yön verilebileceği ve yazgının daha önce olduğundan daha az
kör ve zalim olmasının sağlanabileceğidir. 41 İşte akıl, ölüm karşısında çözüm üretmeye
başlamış ve onun erken gelmesini engellemeyi başarmıştır. Modernizm öncesinde sık sık ve
zamansız gelen ölüm, her gün sıkça gözlemlenebiliyordu. Bu nedenle ölüm hayata çok uzak
değildi. Fakat şimdi, her ölümün bir nedeni var ve ölümler olabildiğince gizlenen, sık
rastlanmaya bir şey haline gelmiştir. “Bu nedenle herkesin, en küçük yaştan başlayarak
ölümün varlığına alışmak için pek çok olasılığı vardı. Ölüm birinin çevresinde bilmem kaçıncı
kez yinelendiğinde, şaşırmak ya da aşırı derecede heyecanlanmak için hiçbir neden yoktu.
Ölümün sıklığı ve rahatsız edici görünürlüğü, kuşkusuz şaşırtıcı ölçüde evcilleştirilmiş niteliğini
açıklamada büyük bir yardım sağlar. Ama bu yorumda yeterince güçlü vurgulanmayan şey;
ölümün, ölmenin ve hayatta kalışın, modern öncesi yaşamın geri kalanında olduğu gibi,
uygulama değil varoluş açısından algılanabileceğidir.”[Bauman, 1992,130]
Ölüm modernizm öncesi evcildi, çünkü kimsenin ölüme meydan okuma niyeti yoktu. Ayrıca,
ölüm yaşamın bir ötekisi değil, herkesin bildiği bariz bir sonucuydu aslında.
On sekizinci yüzyıla gelindiğinde, felsefi düzeyde bireycilik oluşmaya başladı. Simmel,
bireyciliğin, insan kimliğinin sonsuz değişebilirliğini sınırlayan bütün kısıtlamaların yapay
olarak üretilmiş eşitsizlikler olduğunu ve bunların tarihsel rastlantısallıkları, adaletsizliği ve
kişiye yükledikleriyle birlikte yasaklandığı anda, kusursuzluğa ulaşmış insanın çıkacağını
varsayar. 42 Bütün bu bireycilik anlayışı ardında “özgür insan” ve “özgürlük” kavramlarını da
getirdi. Özgür insan, 18.yy’da efendisi ya da adresi olmayan kişiydi. Bütün sabitlikler, bütün
kesinlikler zarara ve yıkıma neden oluyordu.
Özgürlük içerisinde, birey olan özgür insanlar, her noktada rastlanılan insanlar değillerdi.
Özgürlük, sözde sürekli beklenen ve istenilen şeydir ama buna ulaşabilen bireyler sadece
belirli bir kitleden ibaretti. Büyük bir kitle ise, anlam verilmediği sürece anlamsız, amaç
verilmediği sürece amaçsız bir hale dönüşmüştü.
Bauman’a göre, modernizmin eşiğindeki seçkin, kendi kendini oluşturma, uzaklaştırma ve
ayırma süreciyle karşılaşır; bu aynı zamanda seçkinin potansiyel hareket ve sorumluluk alanı
olarak kitlelerin oluşum sürecidir. Sorumluluk, kitleleri insanlığa doğru itmek içindir. 43
Sorumluluk varoluşsal açıdan önemli bir kavramdır. Doğulu ve Batılı filozoflar insanın
gerçekliğin yapısından sorumlu olma problemi üzerine düşünmüşlerdir. Yalom, insanın
kendisini ve dünyayı oluşturmasının (sorumlu olması) ve sorumluluğunun farkında olmasının
24
oldukça ürkütücü bir kavrayış olduğunu söyler. Sartre ve Heidegger, bireysel var olma
açısından önemli düşünceler ortaya atmışlardır. Sartre’ın görüş açısındaki, “birey tek başına
yaratıcıdır” cümlesi sersemletici bir his ortaya çıkarır. Hatta böyle bir durumda insanın
altındaki zeminin açıldığını ve zeminsizlik anksiyetesi yaşadığı bile söylenebilir. 44
Bauman ise sorumluluğu başka bir anlamda kullanır. Ona göre sorumluluk, kitleleri insanlığa
itme eylemini, dolayısıyla hangi stratejinin amaca daha uygun bulunduğuna ya da
varsaydığına bağlı olarak, ikna etme ya da zorlama, aydınlanma ya da bağlanma biçimini
alabilir. Bu sorumluluk duygusu ve bu ortak hareket etme dürtüsü, kitleleri gözle görülür
ölçüde keskin bir biçimde ayrı olsa da, aynı anda sürekli var olan iki canlı örneğiyle tanımlar:
Yığın ve Halk
Sonuç olarak modernleşme ile birlikte modern seçkinler, geriye dönüp baktıklarında dehşetle
merkezini yitirmiş, dağınık, kaotik, mantıksız, denetlenmediği için tehlikeli, dolayısıyla sürekli
karmaşaya gebe bir durum olarak gördükleri şeyden bilinçli ve istekli olarak kopmuşlardı.
Toplumsal düzenin bütünleşme ve üretim süreçleri artık bir uzmanlaşma alanına dönüşmüştü.
Kendilerinden önce gelen ayrılma süreçleri gibi, aynı anda seçkinleri, işin başındaki grup;
toplumun geri kalanını ise seçkinlerin hareketinin doğal bir nesnesi olarak oluşturmuşlardı.
Egemenlik yapısını, gereksinimden fazla üretimin geçmişteki tekrar tekrar dağıtımının çok
ötesine uzanan, kişilerin ruhlarını ve bedenlerini biçimlendiren, günlük işlerinin ve bir yaşamlık
dünyalarının içine derinlemesine işleyen yeni, çok daha genişletilmiş biçimde yeniden
üretmişlerdi. 45
Arendt de modern çağda ölümle bağlantılı olarak değişen kavramları açıklamıştır. Ona göre
modern çağda kamusal alan yitirilmiştir ve bunun olmasının belki de en iyi kanıtı ölümsüzlüğe
duyulan sahici ilginin neredeyse tümüyle ortadan kalkmış olmasıdır. Ebediyete duyulan
metafizik ilginin de yitirilmiş olması, bu son kaybın bir ölçüde gölgede kalmasına neden
olmuştur.
Arendt, bugün ölümsüzlük arayışının kişisel bir soysuzlaşma olan kibirle birlikte anıldığını
söyler. Modern koşullarda dünyevi ölümsüzlüğe samimi bir arzu duymak, gerçekten de pek
mümkün değildir ve Arendt, bunu kibir ile bağdaştırır. Ayrıca Arendt, Platon’un siyaset
yazılarından da örnekler verir. Aristo, “insani konular ele alınırken, insan olduğu gibi
görülmemeli, ölümlü şeylerdeki ölümlü olana bakılmamalıdır, tersine onları ölümsüzlük
açısından taşıdıkları potansiyeline göre düşünmek gerekir” sözlerini yeri geldikçe tekrarlar.
Çünkü Romalılar için Res Publica, Yunanlılar için de polis, her şeyden evvel bireysel yaşamın
faniliğine karşı bir teminat, bu faniliğe karşı korunak, ölümlülerin ölümsüzlüklerine olmasa da
göreli kalımlılıklarına ayrılmış bir mekân olma özeliğine sahiptir.46
25
Modernizme doğru uzanan bu tarihsel gelişimde 17. yüzyıldaki uygarlaşma süreci de
önemlidir. Öncelikle keskin bir kültürel eşzamanlığın bozulma süreci, seçkinlerin geri kalan
insanlardan kendilerini ayırmalarına ilişkin bir dürtüydü. Etkin uçta bu, kendini oluşturma,
eğitme ve geliştirme göreviyle artan bir meşguliyete neden olmuştur. Diğer uçta (alıcı uç) ise,
kitleleri biyolojik olarak tanımlama, iyileştirme, suçlulaştırma ve giderek artan bir biçimde
denetleme eğilimi yaratmıştır. 47 Tüm bu süreçlerin sonucu olarak ikiye ayrılmış bir toplum
yapısı ortaya çıktı; “batıl inançla savaşan akıl” ve “seçkinci yığına karşı halk.”
Adorno, aydınlanmaya oldukça karanlık gözle bakan düşünürlerden biridir. Aydınlanma süreci
ölümün modern dünyada algılanmasını çok fazla değiştirmiş ve etkilemiştir. Adorno,
aydınlanmanın totaliter olduğunu söyler. Ona göre, “Yaratıcı Tanrı da sistemli tin de doğanın
yöneticileri olarak aynıdır. İnsanın Tanrı’ya benzerliği varoluşa, lordun ve sahibin onayına ve
buyruğuna dayanır.” 48 Adorno, aydınlanmacı seçkinin yücelttiği bireyleri Hegel’e özgü bir
ruha bastırıp sıktırmıştır (????DİKKAT). Durkheim’ın aksine, sonunda ortaya çıkan
düşüncenin bir örnekliliği, toplumsal dayanışmanın bir ifadesi değil, toplumun ve egemenliğin
anlaşılmaz birliğinin kanıtıdır. Bireye göre egemenlik evrensel olandır: gerçeklikteki neden. 49
Tüm bu uygarlaşma ve aydınlanma süreci sonucunda ortaya çıkan özgürlüğü kullananlar
sadece uygar seçkinler olmuştur. Yoksul ve alt sınıf için geçmişe oranla değişen çok fazla bir
şey olmadı. Bunlara geçmişe olduğu gibi, ne yapmaları gerektiği anlatılıyordu, daha önce de
olduğu gibi kimlikleri sorgulanmıyordu. Onlar için değişen tek şey vardı, o da artık özgür
olduklarının bildirilmesiydi.
Bauman, bu sınıfa yaşamın anlamının da hazırdan verildiğini ifade eder.
“Değişimin beklenmedik sonucu, yapmaya teşvik edildikleri şeyin yaşamlarının anlamı ile ilgili
olması gerektiğiydi. Ne taşıdığı bütün acılarla ve gerektirdiği bütün fedakârlıklarla yaşam, ne
de yaşamın kaçınılmaz sonu artık belirgindi: Kişinin vicdan hesaplaşması yapmadan ya da
kendini adamadan acısını çektiği yazgı. Yaşamın ve yaşam içindeki her şeyin anlamının
verilmesi zorunluydu. Yaşamın anlamı sorusu son derece sorulabilir bir soru olsa da, bu
anlamın oluşturulmasının yolları kitleler için kuramsal olarak sınırların ötesindeydi ve
uygulamada ulaşılması olanaksızdı. Seçkinler yaşamı anlamlı kılmaya uygun bütün kabul
edilmiş araçları açıkça benimsemişlerdi; kalıcı değerlerin otoritesiyle onaylanmış, sınırsız ve
sonsuz bir şeyle ilgili, dolayısıyla kalımsız bedensel varoluşun kısa ömrünü aşan araçları.
Seçkinler, bireysel ölümsüzlüğe uzanan resmi olarak sıralanmış bütün yolları kendi
kullanımlarına ayırmışlardı. Dünyevi yaşamlarında çoktan kişilikten yoksun bırakılmış kitleler,
aynı biçimde, ölümsüzlük üretimi araçlarından men edilmişlerdi.”50
Birçok düşünür tarafından modernite çoğunlukla sorunlu bir dönem olarak görülmüştür. İçinde
çelişkileri vardır ve aklın ön plana çıktığı aydınlanma ile beraber sınıfsal yapılar da ortaya
26
çıkmıştır. Derrida da modernitenin getirdikleri kadar götürdüklerinin de fazlalığını gözler önüne
sermeye çalışmıştır. Derrida’ya göre modernite çelişkilidir. Çünkü birleşmeye çalışırken böler,
evrenselliğe ulaşmaya çalışırken bireyselliği öne çıkartır. 51 İşte bu nedenle modernite
çelişkilidir ve tabii ki, ölmenin de anlamı bu çelişkilerden nasibini almıştır. Ölüm yabani bir hal
almıştır ama aynı zamanda da her an görebildiğimiz, yakınımızda yaşanan, dünyanın bir
ucundaki katliamdan haberi olan bireyler haline gelmişizdir. Bir anlamda yabanileşen ölüm,
aslında yakınımızda yaşattığımız basit ve korkulmaması gereken bir olguya
dönüştürülmüştür. Ölüm de bu anlamda modern çelişkilerden biri olmuştur.
Bauman da, moderniteyle beraber bencil grupların ve halk denilen toplumsal bölünmenin
ortaya çıktığını belirtir. Bu durumda kitleler, yani ayrıcalıksız, ezilen, eğitimsiz bireyler en
güçlü milliyetçilik ve yabancı düşmanlığı siperine sarılırlar. Bauman’ın özelikle “bencil” diye
nitelendirdiği grubun gücü, kitlelerin bireysel gücünün yoksunluğuna karşı tek avuntudur. Bu
güç sayesinde onlar da kendine inanan (entelektüeller ve zenginler gibi) bireyler haline
geleceklerdir. İşte bu nedenle grubun sürekliliği, kitlelerin tek ölümsüzlük şansıdır. Böylelikle
ölümsüzlük için, grubun hayatta kalmasına yardım etmek için ellerinden geleni yaparlar. Bu,
ölümsüzlüğün kitlelerin kendilerine ait bir mala dönüştüğü tek yoldur.
Ölümden her zaman korkulmuş ve karşısında endişe duyulmuştur. Fakat ölüm korkusu da
geleneksel ve modern diye ikiye ayılmıştır. Artık geleneksel ölüm endişesi yerini, yaşamın boş
ve anlamsız olduğu yolundaki kesin biçimde modern endişeye bırakmıştır. Yalnızlık, artık
ölümün ufkunda pusuya yatmış korkunç bir yazgı değildir. Ölüm anlık bir olasılıktır ve
yaşamın her anına sinmiştir. Grubun hayatta kalmasını kolaylaştırır. Savaşlar, savaşlara eşlik
eden toplu kıyım ve toplu intihar, dingin yaşamın boşluğuna karşı çok daha anlamlı bir
alternatif olarak görülebilir. Kısacası, Bauman’a göre “bencil grubun ölümsüzlüğü için ödenen
gerçek bedel ölümdür ve o da yaşamın kendisinden daha kolaydır.” (Bauman: 1991, sf.165-
170)
27
Evrensel Hastalık Ölüm
Ölümün evcillikten yabaniliğe doğru değişime uğradığı bir önceki bölümde anlatıldı. Ölümün
artık bir yazgı değil de, kurtulunması gereken bir hastalık haline geldiği modern çağda, ölüme
“evrensel hastalık” yakıştırmasını yapmak pek de yanlış olmaz. Zaten yaşamın
başlangıcından beri canlıların, evrensel ve ortak özelliklerinden biri olan ölüm, insan ırkı için
artık bir yazgı değildir. Çünkü insanlık, artık gelişmiş ve yazgısına bile hükmedecek kadar
ilerlemiştir. Bu nedenle de ölüm evrensel bir yazgı değil, aklın tutulduğu karşı konulamaz bir
hastalıktır.
Aydınlanma, dünya zihni için büyük bir dönüşüm noktası oluşturmuştu. Artık bütün cahiller
aydınlanacak, bütün vahşiler de uygarlaştırılacaktır. Hatta artık aydınlanmanın büyük düzeni
oluşacak ve bu düzene uymayanlar cezalandırılarak, düzene hizmet etmesi sağlanacaktır.
Bauman, aydınlanma ile beraber artık beklenmedik hiçbir şeyin kalmayacağını, önceden
bilinmeyenin modernizmde yerinin olmadığını söyler. [Bauman, 1992, 177] Bu bağlamda
Michel Vovelle, şu soruyu sorar: “Acaba insan, on sekizinci yüzyılda ölümün ilk kez bütün
insanlık serüveninin en büyük skandalı olarak görülmesi karşısında hayrete düşer
mi?”[Vovelle,1983,384]
Aydınlanmaya dek ölüm evcildi ve bütün hastalıklar, felaketler, seller insanın yazgısına
özgüydü ve yazgıyı değiştirmek insanın işi değildi. Peki ya bu yazgı değiştirilebilir miydi?
Dünya daha güvenli ve daha ulaşılabilir bir yere dönüştürülebilir miydi? İşte tüm bunlar olursa,
evcil olan vahşi olana dönüşürdü. Çünkü artık tüm olanlar bir meydan okumaya dönüşür ve
ölümün olduğu şey olmasına hakkı olmaz. Dünyevi varoluşumuzun bütün sorunları karşısında
ölüm, modernite ve aydınlandığı iddia edilen zihinlere göre en büyük talihsizlik olarak kendini
göstermiş ve büyük bir skandala dönüşmüştür.
Bauman, ölümün, modernitenin temsil ettiği her şeyin ve bunların ötesinde bölünmez akıl
egemenliği sözünün kesin bir yadsıması olduğunu söyler. Ona göre ölüm, evcillikten çıktığı
anda, suçlu bir gize dönüşmüştür. Ölümün üstesinden gelinmemiş ve büyük olasılıkla
gelinmeyecek olması yolundaki üzücü gerçeğin, kalın koruyucu bir sessizlik örtüsü altına
gizlenmesi gerekiyordu. [Bauman, 1992, 176-178] Geofferey Gorer’in ünlü deyimiyle; “Ölüm
artık insan deneyiminin içkin olarak utanç verici ve tiksindirici olduğu kabul edilen, bu nedenle
hiçbir zaman açık açık tartışılmayan ya da gönderme yapılamayan, deneyimlenmesinin
gizliliğe, suçluluk ve değersizlik duyguları oluşturmaya eğilimli olduğu bir yönüne
dönüşmüştür.”52
Ölümden artık söz edilmez. İnsan aydınlanmadan sonra ölüm hakkında konuşmamaya
çalışmıştır. Robert Fulton, ölüme karşı tepkimizin bulaşıcı hastalığa verdiğimiz tepkiye
28
dönüştüğünü söyler. Ona göre ölüm, gitgide kişisel bir ihmalin ya da buna bağlı bir kazanın
sonucu gibi görünmektedir. Bir çok bulaşıcı hastalıkta olduğu gibi can çekişmekte olan
insanlar dostları tarafından soyutlanırlar. [Fulton, 1965, 110]
Ölüm ve hayat algısı artık çok değişmiştir. Bundaki en önemli değişim de cenaze törenlerinin
artık gizliden gizliye yapılması, halka açık cenaze törenlerinin yok olmasıdır. Vovelle bu
konuyla ilgili şöyle der:
“Barok gösterişin [halka açık cenaze törenlerinin] düşüşe geçmesi ve idamların yarattığı
tiksintiye bağlı olarak yadsınmasına ilişkin nihai çözüm, ölüleri yaşayanların dünyasından
uzaklaştırmakta bulmuştur... Bütün otoriteler, 18. yüzyılın sonuna doğru büyük şehirlerde,
mezarlıkların şehrin merkezine olabildiğince uzak bir yerde kurulması için bir araya
gelmişlerdir. Ölülerin kilise bahçesine gömülmesini yasaklayan 1776 Kraliyet Fermanı
yalnızca kendiliğinden evrimi onaylamıştır.”[Vovelle, 1974, 200]
Cenaze artık en düşük düzeyde tutulmuş ve mezarlık duvarları içine gizlenmiştir. Ayrıca artık
ölmek üzere olan kişi, evinde oturup ölümünü beklemez. Ölme hastalığına yakalanan kişi,
tedavi için hastaneye gönderilir. Yani göz önünden uzaklaştırılır. Philip Aries bu durumla ilgili
ölümün yakışıksız, kirli ve kirlilik yaratan bir şeye dönüştüğünü söyler. Böylesine utanç ve
tiksindirici bir acıyla yıkılan insanların da bu durumda gözden uzakta olması gerekir. Çünkü
ölüm, çirkin ve tiksinti vericidir. Bu nedenle de gizli olmalıdır. [Aries, 1977, 563]
Mezarlıkların şehir dışına konulması, kalın duvarları, cenaze törenlerinin artık yarı gizli bir
biçimde yapılması, yas tutanların kendini belirli bir süre toplumdan soyutlaması ve ölmek
üzere olan kişinin evinden hastane odalarına yardım çağrısı için taşınması, tüm bunlar, bir
sessizlik komplosudur. Ruth Menahem bu konuda önemli bir noktaya işaret eder. Ona göre
ölüm artık dışarıdan gelen bir şeymiş gibi görünür. Çünkü artık kişi ölmez, bir şey tarafından
öldürülür ve biz de “onu öldüren neydi?” sorusunu sormaktan kendimizi alamayız. [ Thibault,
1975, 34]
Ölüm artık neredeyse kişisel bir suç haline gelmeye başlamıştır. Aslında yaşamın sona
ermesinden kimse suçlu tutulamaz. Çünkü böyle bir durumda öldürme eyleminin ardında
herhangi bir suçlu bulunamaz. Fakat artık ölüm doğal bir süreç olarak görülmez. Aries,
ölümün yenilgi ve kaybedilen bir iş olduğunu söyler. Ölüm, bir kaza, güçsüzlük ya da kusur
göstergesi olara kabul edilir. [Aries, 1977, 580] Ölüm eninde sonunda gelecektir, bu durum
asla yadsınamaz ama ölüm düşüncesi gündemden çıkartılabilir ya da başka bir gerçek onun
yerini alabilir.
Bauman, her bir ölümün nedeni olduğunu söyler. Bu nedenleri bulmak için cesetler kesilir,
araştırılır, testten geçirilir. Sonunda da illa ki bir neden bulunur. Ölüm, kan pıhtılaşması,
29
böbrek yetmezliği, kan kaybı, kalbin durması, akciğer iflası gibi nedenlerden dolayı gelmiştir.
Ama hiçbir zaman bu durumda insanın ölümlü olduğu için ölmüş olduğu düşüncesi gündeme
gelmez. Çünkü artık insanlar sadece kişisel nedenlerden ötürü ölürler. Ölümün bir çok nedeni
vardır ve belirli bir süre tanınırsa bu nedenler sırayla önünüze sıralanabilir. Ölmemek için bu
nedenlerden kaçmak elimizdedir. Sigarayı bırakıp sağlıklı beslenerek ölümün yirmi
nedeninden uzaklaşabilirsiniz ama onu inkâr edemezsiniz, fakat ölümle mücadele ettiğinizi
düşünürsünüz. Hatta bütün bu sağlık işleri ile uğraşırken, yaptıklarımızın eninde sonunda
boşuna olduğunu, aldığımız önlemleri ne kadar kusursuz gerçekleştirirsek gerçekleştirelim
bütün bu yaptıklarımızın yararsızlığından en ufak bir şey azaltmayacağı konusunda uzun
uzun düşünmeye vaktimiz kalmaz. 53
Bu, aslında modernizmle beraber bize öğretilen düşünce biçimidir. Çünkü televizyonlarda,
filmlerde, etrafımızda, yaşamın her alanında sürekli, ölümün doğal bir süreç olmadığı, ölümün
bir hastalık sonucu ortaya çıktığı düşüncesi verilir. Hatta ölüm artık o kadar alışıldık bir şey
olur ki, 1971 yılında on dört yaşına gelmiş sıradan bir çocuk televizyonda o güne kadar
18.000 ölüm olayı seyretmiş olur. 54 Bu yüzden ölüm, görmeye alıştığımız bir reklam filmi
haline gelir ve duyarsızlaşırız. Bir anlamda ölümün varlığını unutmak işimize gelir. Bu yüzden
modern düşüncede ölümle gizliden gizliye savaş veririz ama aslında neyle savaştığımızı bile
bilmeyiz.
Lindsay Prior, ölümün hastalık haline gelmesiyle ilgili şöyle der:
“Ölüm, temelde doğal bir şeyden çok bir hastalık ve bir sapma olarak ele alınır ve
hekimin hem ölümü doğrulaması hem de nedenini belirlemesi beklenir... Bütün bunlar,
insanların pek çok neden sonucu ölmelerine rağmen, her zaman bir tek ve apar topar bir
ölüm nedeni bulup çıkarmanın mümkün olduğu inancını gösterir... Ölüm, müdahaleye uygun
ciddi olmayan bir hastalık varsayılır.” [Prior, 1989, 26-33]
Doktorlar, kişiyle ölüm arasında dururlar ama ölümlülükle savaşmazlar. Ölümün herhangi bir
örneğiyle savaşırlar ya da ölümcül hastalıklarla savaşırlar. Aslında ölüm artık bir cellattan çok
hapishane gardiyanına dönüşmüştür. Çünkü ölüm, korkunçtur ama tedavi edilebilir bir şeydir.
Ölüm artık yaşamın sonucu değil, başlangıçtan beri var olan bir şeydir ve kişiyi sürekli
gözetim altında tutar. Ölümle savaşmak belki anlamsızdır ama ölümün nedenleriyle
savaşmak yaşamın anlamı olabilir. 55
Artık yaşam ölümle savaşmaya adanmıştır ya da ölümün nedenleriyle. Sağlıklı olmak, dikkatli
olmak, bizi ölüme yaklaştırabilecek herhangi bir neden karşısında her an tetikte olmak için o
kadar zaman harcarız ki, bir anda bu eylem yaşamın anlamı haline gelir. Bauman,
ölümlülüğün tedavisi olmayan bir korku yarattığını söyler. Tedavi edilebilir bir hastalık ise
sürekli bir endişe yaratır. Hastalık alt edilebilir, dolayısıyla endişe insanı donup bırakmaz,
30
harekete geçirir. İnsanın artık boş durup beklemesine gerek yoktur; ölümle ilgili bir şeyler
yapabilir. Daha doğrusu ölümle ilgili değil ama ölümün herhangi bir nedeniyle uğraşarak
hayıtını geçirebilir. 56 İlginçtir ki en yaşlı insanların ölüm nedenleri bile doğal olarak
gösterilmez. Bu durum bir yandan tıbbın da desteklediği bir reklam kampanyasıdır. Çünkü
ölüm, artık doğal gelen bir şey değildir ve ne kadar uzun yaşarsanız yaşayın, tüm ölüm
nedenlerinden ne kadar kaçarsanız kaçın, bir tane neden sizi ölüme götürebilir ve bu neden
ilginçtir ki doğal bir neden değildir. Gözden kaçmış, sizin farkında olmadan ölüme karşı
verdiğiniz mücadelede ihmal ettiğiniz bir nedendir.
Ölüm anlık bir durumdur ama bütün yaşam boyunca insanın etrafında dolanır durur. Çünkü
ona karşı sürekli tetikte olmamız gerekir. Bauman, “ölüm yaşamın sonunda yer alıyorsa,
sağlığın korunması bütün yaşama yayılır,” der. Ona göre, sağlık kavramının yerini
ölümsüzlüğün almasının bedeli bütün yaşamın ölümün gölgesinde sürdürülmesi sonucunu
ortaya çıkarmıştır. Ölümü ertelemek için insanın yaşamını onunla savaşmaya adaması
gerekir. Ölüm artık bireyseldir ve her ölüm de yalnızdır. Böyle bir ölüm düşüncesinin olduğu
dünyada, yaşam da bireysel, içine kapalı, ayrı, paylaşılmayan ve yalnızdır. Ölümün nedeni
eğer yaptığımız bir şeyse onu engellemek de kişisel bir sorundur. Toplu olarak kabul edilen ya
da zorlanan hayatta kalma stratejisini ne kadar tutarlı bir biçimde yayarsak, o kadar da yalnız
kalırız. [Bauman, 1992, 185-189]
31
Prova Edilen Ölüm
Ölümlülük, modernite sonrasında çok farklı bir hale bürünmüştür. Artık ölümlü hale gelen
ölümsüzlüğün kendisi olmuştur. Çünkü ölüm bir kerelik bir edim, onarılmaz sonuçları olan tek
ve eşsiz bir olay olmaktan çıkmıştır. Şeyler ancak bir süre için gözden kaybolur; bu süre uzun
olabilir ama asla sonsuz değildir. Ölüm bu anlamda sadece askıya alma sürecidir. Bir şeyden
üç gün boyunca söz edilmediği zaman, o şey yok gibidir. Çünkü artık başka bir şeyden söz
edilmektedir, dolayısıyla var olan o şeydir. [Bauman, 1992, 230-240]
Bauman, ölümlülüğün modernizm sonrasında saklandığı yerden çıkarılıp, her gün yaşanmak
üzere hayatın her alanına atıldığını söyler. Böylece ölüm, korkunç dehşetinden uzaklaşır.
Günlük yaşam, artık ölümün sürekli bir provasıdır. Bu nedenle prova edilen şey, insanların
elde edilebileceği şeylerin ve örebileceği bağların kısa ömürlülüğü ve gelip geçiciliğidir.
Mesela son derece kullanışlı bir fotoğraf makinesi, yeni fotoğraf makinelerinin yaptığı şeyleri
yapamadığı için tatmin edici olmaktan çıkar. Artık postmodern zamanda, hiçbir şey yaşlılıktan,
yorgunluktan ya da onarılmayacak ölçüde dağılmışlıktan ölmez. Yani doğal nedenler sonucu
ölmez. Ölüm kaçınılmaz olduğu için ölürler. Bunun yanında hiçbir şey de yaşam boyu sürmez.
Hatta yaşamdaki hiçbir şeye yaşam boyu sürecekmiş gözüyle bakılmaz. Bu anlamda hiçbir
şey benimsenmez. Yetenekler, meslekler, evler ve eşler gelip geçer; ama uzun süre kalması
durumunda rahatsız da ederler. Hiçbir şey bütünüyle vazgeçilmez değildir. Dolayısıyla
herhangi bir şeyin yokluğu korkunç bir trajedi olmaz. Çünkü çoğunlukla bir şeylerin
kaybolması, onların doğal ölümünden önce olur.
Kısa ömürlülük post modernitenin ana söylemidir. Seyrettiğimiz diziden televizyonu
kapattığımızda geriye bir şey kalmaz. Haberler sürekli olarak değişir ve hızlı bir şekilde verilir.
Ölüm bir haberden bir sonraki habere göre değişir. Artık ölümleri, savaşları ve felaketleri
haberden habere duyarız. Ölüm, aile yemeklerinde televizyondan izlediğimiz basit ve gündelik
bir olgudur.
Ölüm o kadar yakındır ki, kullandığımız teknoloji, bir sonraki modeline göre veya aldığımız
kıyafetler modanın gidişatına göre yok olur. Ölüm tüketilendir. Oruç Aruoba da postmodern
düşüncenin durumunu, “yaşadıklarımız, öldürdüklerimizdir”57 sözleriyle açıklar.. Artık daha
çok yaşayabilmek için daha çok öldürmemiz gerekir. Yaşamımızın anlamlı ve mutlu geçmesi,
işlediğimiz cinayetle orantılıdır.
Postmodern toplumda hiçbir şey uzun süre ilgi odağı olmaz. Bunun en çok farkında varanlar
da reklamcılardır. Yani aslında sürekli öldürmeye teşvik eden ve sürekli de öldürmeyi ve
kalımlılığı kodlayanlarıdır onlar. “Tüketicinin dikkatini çekmek için yarışan olağanüstü çok
32
sayıda reklam olduğunu düşünün, bir reklamın dikkat çekme becerisi genellikle onun ne kadar
etkili olacağının belirleyicisidir. Bir reklam tüketicinin o anda düşüncelerini değiştirebilmelidir
ki, mesaj yerine gitsin”. [Engel, Blackwell, Minard, 1986, 196-202]
Hayatta kalma stratejisi artık bir döngü oluşturmuştur. Çünkü, kalımsızlığın ve kısa
ömürlülüğün günlük uygulamaya yeniden zorla sokulması, yüceltilmesi ve törenlerle
kutlanması söz konusudur. Şimdi yıkılan ölümlülük değil de ölümsüzlüktür. Fakat bu yıkım
öyle büyük olur ki, kalıcılığın gelip geçici olaylar dizisinden başka bir şey olmadığı,
ölümsüzlüğün ölümlü varlıkların birinin gidip birinin gelmesinden başka bir şey olmadığı açığa
çıkarılır. Yine bu yıkımla beraber ölümsüzlük, tek sırrı olan ölümlülüğü de açığa vurur.
Ölümlülüğün yıkılmasına gerek yoktur. Yaşanması gerekir. Artık sonunda her şey gerçekten
insanın elindedir. [Bauman, 1992, 250]
33
ÖLÜMSÜZLÜK VE ANLAM
Hayatta Kalma Oyunu Olarak Yaratıcılık
Hayatta kalmak, var olmak, adını tarihe yazdırmak, ünlü olmanın tek bir anahtarı vardır:
yaratıcılık. İnsan, diğer canlılardan farklı olarak - dini inançlara göre Tanrı vergisi bir kabiliyet
olarak, bilime göre ise beyninin sınırlarının geniş olmasından dolayı - yaratma kabiliyetine
sahiptir. Bu nedenle de doğanın yaratıcılığının üzerine çıkmaya çalışır ve doğa karşısında
kendi yaratıcılığını kullanır. Hatta yaratıcılığı ile doğayı anlamaya çalışır, onu taklit eder.
Modern dünya öyle bir noktaya geldi ki, insan yaratıcılığının sınırlarını teknolojinin de
gelişmesiyle fazlasıyla zorlamaya başladı. Bunu artık eskisi gibi hayatta kalmak için mi
yapıyor sorusunun cevabını bulmak da, o kadar kolay değil. Çünkü ilk zamanlara
döndüğümüzde, insanın kendine barınak inşa etmesi, iki taş ve bir sopayla av silahı
oluşturmasını, hayatta kalmak için yaptığını söyleyebiliriz. Ama şimdi bütün teknolojik
yeniliklerin hayatı kolaylaştırmak amacını taşıdığı söylense de, makineler üzerinde başlayan
deneysel çalışmaların, insan kopyalamaya kadar uzandığı günümüzde, ölümü öldürmek
amacının gizliden gizliye yaşatıldığını kabul etmek gerekir.
Sanayi devriminden beri makinelerle olan maceramız, bugün onlardan bir insan yapma
hayaline kadar uzandı. Yaratıcılığımız hiçbir zaman sınır tanımıyor ama bir yandan da,
toplumbilimci olarak bu yaratıcı gücün gelecekte başımıza ne gibi sorunlar getirebileceğini
araştırmak ve sorgulamak gerekir.
Hayatta kalmaya çalışmak, insan var olduğu günden beri onun yegâne amacı. Hayatı yok
eden ve hayatta kalma amacını sıfırlayan tek şey ise, insanın en büyük yenilgisi olan ölüm.
Ölüm karşısında yenilen ve her geçen gün onu alt etmek için çareler arayan insanoğlu, bu
çareleri de yaratıcı gücü sayesinde bulmayı başarmıştır. Önceleri ölümün yazgısını kabul
eden, geleneksel ölüm endişesi taşıyan bireylerin, modernizmle beraber farklı bir korku
aşamasına geçtiğini önceki bölümde söylemiştik. Modern bir korku olarak ölüm, artık eskisi
gibi kabul edilen bir yazgı niteliğinde değil, gizliden gizliye karşı konulmaya çalışılan ve hatta
alışılmış bir olgu haline gelmiştir. Ama yine de ilk bölümde anlatıldığı gibi, ölümün insanın
biricik anksiyetesi olması engellenememiştir.
Öncelikle yaratıcılığın açık bir tanımını yapmak yerinde olacaktır. Fakat bundan da önce
yaratıcılığın evrimini tanımlamak gerekir. Henri Bergson, Darwin’in doğal ayıklanma kuramına
dayanmayan, yaratıcı bir evrim anlayışından söz eder. Bergson, Darwin’in mekanik modeli
yerine, teolojik bir evrim anlayışı geçirmiş ve bütün evrim sürecine yayılmış olan yaratıcı
hamle ya da yaşam atılımının varlığından söz etmiştir. Bergson’a göre, yaşam ve evrim en iyi
34
biçimde bir yaratıcı hamle yoluyla açıklanabilir. Yaratıcı hamle, tüm varlıklarda başlıca içsel
öğedir, o, yaratıcı gelişmesinde sürekli yeni türler, yeni cinsler meydana getirir. Yaratıcı
hamle, buna göre yaratmadan yaratmaya bir sıçramadır.58
Bergson’un bu inancı daha çok teolojik temellidir. Ama yine de yaratıcılık sonucu bir evrim
süreci yaşandığını, en azından tarihin evriminin insanın yaratıcı eylemleri sonucunda
gerçekleştiğini ortaya atmaktadır.
Yaratıcılık nedir?
“Kişilerde, bazen de kişilerden meydana gelen öbeklerde rastladığımız, özgünlüğüyle,
uygunluk, geçerlilik ve yararlılığıyla seçkinleşen, yeni bir şeyi; şeyleri yeni bir biçimde görme
tarzının, bağlantılar kurup, risk almanın, çelişki ve karşıtlıkları aşma ve senteze
kavuşturmanın, tanışık olunmayanda daha önceden tanışık olunan yol ya da modeller
bulmanın bir sonucu olarak; mantıksal düşüncenin dışında metaforik ya da analojik düşünme
gücüyle, geleneksel ya da sıradan olana karşı çıkışla, yetersiz bir basitliği reddederek daha
kompleks ve tatminkâr bir düzen ya da sentez arayışıyla, varlığa getirme yeteneği.” [Cevizci,
1999, s.919]
Bu tanımın yansıra Rollo May de yaratıcılık üzerine yazdığı kitapta şu tanımlamayı kullanır;
“Yaratıcılığı tanımlarken, bir yandan sahte biçimleriyle – yani, yüzeysel bir estetizm
olan yaratıcılıkla- arasındaki ayrımı ortaya çıkarmamız gerekir. Diğer yandan da yaratıcılığın
otantik biçimini – yani, yeni bir şeye varlık kazandırma sürecini. Can alıcı ayrım, yapmacıklı
sanat ile as sanat arasındaki ayrım.[...] Yaratıcılık, sanatçının olduğu kadar bilim adamının,
estetin olduğu kadar düşünürün emeğinde görülmeli; ve yaratıcılığın erimi, ola ki modern
teknolojinin kaptanlarında ya da annenin çocuğuyla normal ilişkilerinde ortaya çıksın, çizilip
sınırlandırılmamalı. Yaratıcılık Webster’ın yerinde belirtişiyle, yapma, varlığı ortaya çıkarma
sürecidir.”
[May, 1987, 63]
Görüldüğü üzere Rollo May, yaratıcılığın ayrımı üzerinde oldukça durmuştur. May, sahte ve
has yaratıcılık ayrımının yapılmasının çok önemli olduğunu söyler. Fakat bizi burada
ilgilendiren daha çok yaratıcılığın doğası olduğu için bu konuya girmeyeceğiz.
May, yaratıcılıkta “karşılaşma” diye bir unsurdan söz eder. Karşılaşmanın yoğunluğu, yaratıcı
edimde May’a göre çok önemli bir unsurdur. Ona göre has yaratıcılık, yoğun bir farkındalık,
bir bilinç artışı ile nitelenir. Otonom sinir sisteminin parasempatik bölümünün işlevinin
engellenmesi ve sempatik sinir sisteminin etkinleşmesiyle, yaratıcılık esnasında bir takım
nörolojik değişimler yaşanır. May’a göre bilim adamının ya da sanatçının hissettikleri kaygı
veya korku değil, coşkudur. Farkındalığın bu yoğunlaşması, bilinçli veya istençli bir amaçla
35
bağlantılı olmak zorunda değildir. Dalgınken, rüyalarda ya da bilinçdışı düzeylerde bu
yoğunlaşma yaşanabilir. [May, 1987,sf.67]
36
Sanat Üretimi ve Ölümsüzlük
Sanat ve sanat eserleri de ölümsüzlüğe uzanan yollardan biridir. Tarih içerisinde yer almak
için bir sanatçı olmak ya da tarihte sonsuza dek sizinle beraber yaşayacak bir sanat eseri
yaratmak, ölümsüzlük iksirini de beraberinde getirir.
Arendt, bu anlamda kalımlılık ve sanat eseri üzerine yorum yapar. Ona göre, sahip oldukları
bariz kalımlılık özelliği nedeniyle sanat eserleri bütün ele gelir şeyler arasında en dünyevi
olanlardır; yaşayanların, sanat eserlerine içkin hedefleri –bir iskemleden beklenen amacın,
üzerine oturulmasıyla gerçekleşmesi anlamında- gerçekleştirmesine ve olsa olsa tahrip
edebilecek doğal süreçlerin aşındırıcı etkilerine de hemen hiç maruz kalmaz. Dolayısıyla
süresellikleri, bütün şeylerin varolmak için gereksindiklerinden daha yüksek derecededir;
kalımlılıklarını çağlar boyunca sürdürebilirler.
Bu kalımlılık, ölümlülerce kullanıldığı ve miras bırakıldığı için, tam da asla mutlak olamayacak
insan eseri istikrarının timsali halini alır. Şeyler dünyasına ait katıksız süresellik başka hiçbir
yerde böylesi bir saflık ve açıklıkla mevcut değildir. (??? ANLAŞILMAYAN CÜMLE). Sanki
dünyevi istikrar, sanatın kalımlılığında şeffaf bir hal almıştır. Öyle ki, bir ölümsüzlük sezisi,
ruhun ya da bir şeyin sezisi, ışıkta ve görülmede, seste ve duyulmada, konuşmada ve
okumada kendini ele gelir bir şekilde sunar olmuştur. 59
Bauman’da sanat üzerinden ölümsüzlüğü yazarken nesne ve şey ayrımını yapar. Ona göre,
nesneleştirildikten sonra biçimler, aşılması gereken kalımsız, sabit ve değişmez gerçekliğin
bir başka parçası olarak ölümsüzlük müşterisiyle karşılaşırlar; böylece ölümsüzlük, işi
başaran kişiyle uyum sağlar. Hatta Bauman sanatçının nevrotik bir yapısı olduğunu, yaratıcı
gücün de bu nevrotik doğasından ortaya çıktığını söyler. Eğer, yaratıcı bireylerin her zaman
aynı ölümsüzleştirme eğilimiyle harekete geçtiği gerçeği göz önüne alındığında, sanata
duyulan bireysel isteğin, kişisel bir ölümsüzlük dürtüsü olarak anlaşılması gerekiyorsa, o
zaman, bir norm olarak, sanatçının bağlanma ile kaçma arasında gidip gelen, umutsuzca
çatışma yüklü davranışını tahmin ediyor olmamız gerekir. [Bauman, 1992, 95}
Bu kitapta anlatılmak istenen yapay zekâ olduğu için, sanattan çok bilimin tarih içerisinde
kendine bir yer ayırmasına odaklanmak daha önceliklidir. Fakat bilimin de ortaya çıkışını,
sanatın yaratıcılıkla olan bağı anlamında değerlendirebiliriz. Gökyüzüne bakıp meraklanan
zihinlerin, bugün de makinelere bakarak heyecanlanması ve tarih boyunca azılı düşmanları
olan ölümü öldürmenin yöntemini bilimde aramaları şaşırtıcı değildir. Bilimkurgunun
yaratıcılığından devralınan yapay zekâ ve daha niceleri, yaratıcı zekânın yegâne eserleridir.
Dolayısıyla yazarlar ya da bilim adamlarını da “yaratıcılık” kümesi altında toplayıp, bu kümeyi
oluşturanlara da “sanatçı” ismini vermek pek yanlış olmaz.
37
POSTMODERNİTE VE ÖLÜMSÜZLÜK
Ölümsüz Akıl : Yapay Zekâ
Akıllı makinelerin ve yapay zekânın kökleri, eski Yunan mitolojisine kadar uzanır. İnsan
yapımı akıllı varlıkları konu alan ilk edebiyat eserleri ve belli bir zekâ derecesine sahip ilk
mekanik araçların yapımı da, bu döneme rastlar. Ancak, İkinci Dünya Savaşı'nın ardından
ortaya çıkan ilk modern bilgisayarlar, zor problemlerin çözümlerini gerçekleştirebilecek
programları yaratmayı mümkün kıldı ve yapay zekâ alanındaki asıl önemli gelişmeler de
bundan sonra yaşandı. 1956 yılında "yapay zekâ" teriminin ilk kez kullanılmasından sonra
yaşanan gelişmeler, bir araya gelerek yapay zekânın modern tarihini oluşturdu.
Makinelerin Doğumu 1956 // Yapay zekâ konusunda düzenlenmiş ilk konferans olan Dartmouth Konferansı'nda,
John McCarthy “yapay zekâ” terimini türetti. Ailen Newell, J.C. Shaw ve Herbert Simon'un
yazdığı, “Mantık Kuramcısı” (The Logic Theorist) isimli ilk yapay zekâ programının sunumu
yapıldı.
1957 // Nevvell, Shavv ve Simon, “Genel Problem Çözücü” (The General Problem Solver)
isimli programı yazdılar.
1952 – 62 // IBM'den Arthur Samuel, satranç oynayabilen ilk programı yazdı.
1958 // MIT'den John McCarthy, LISP dilini yarattı.
1961 // James Slagle, LISP dilini kullanarak üniversite birinci sınıf düzeyindeki matematik
problemlerini çözebilen bir program olan “Saint” (Aziz)'i yazdı.
1962 // İlk endüstriyel robot şirketi Unimation kuruldu.
1963 // MIT'den Thomas Evans, IQ testlerinde sorulanlara benzer soruları çözebilen
“Analogy” (Benzeşim) isimli programı yazdı.
Ivan Sutherland, bilgisayarlarda etkileşimli grafik kullanımını başlattı.
Edvvard A. Feigenbaum ve Julian Feldmnan, yapay zekâ konusundaki makalelerin ilki olan
Bilgisayarlar ve Düşünce'yi yayımladı.
1964 // Danny Bobrovv'un MIT'de yaptığı araştırmanın sonuçları, bilgisayarların, doğal dili
basit matematik problemlerini çözmeye yetecek derecede anlayabildiğini gösterdi.
Bert Raphael, bilginin mantıksal şekilde gösteriminin soru-cevap sistemlerine uygulandığında
başarılı olduğunu gösterdi.
1965 // Joseph Weizenbaum, İngilizce olarak herhangi bir konuyla ilgili sohbet edebilen,
etkileşimli program ELİZA'yı yarattı. Bu programın psikoterapist görevi yapan versiyonu,
oldukça popüler bir oyuncak haline geldi.
1966 // Donald Michie ve ekibi, “Machine Intelligence” (Makine Zekâsı) konulu atölye serisinin
ilkini gerçekleştirdi.
1967 // Organik kimyasal bileşiklerin kütle spektrumunu yorumlayabilen bir program
yazıldı. Bu, bilimsel mantığa uygun olarak yazılmış ilk başarılı programdı.
38
1968 // Marvin Minsky ve Seymour Pappert, sinir ağlarının sınırları konusunda bir makale
yayımladı.
1969 // Yapay zekâ konusundaki ilk uluslararası konferans düzenlendi.
1970 // Jaime Carbonell, bilgiyi anlambilimsel ağlar şeklinde sunan “Scholar” (Bilgin) isimli
etkileşimli bilgisayar destekli öğretim programını geliştirdi. 1971 // MIT'den Terry Winograd'ın geliştirdiği robot kol, İngilizce söylenen komutları yerine
getirebildi.
1975 // Meta-Dendral isimli öğrenme yeteneğine sahip programın bulduğu kütle spektrumu
sonuçları, bir bilgisayar tarafından bulunan sonuçların bilimsel dergilerde yayımlanmasının ilk
örneği oldu.
1978 // Herb Simon, yapay zekâ alanındaki önemli adımlardan biri olan “sınırlı rasyonalite”
teorisiyle ekonomi alanındaki Nobel Ödülü'nü kazandı.
Mark Stefik ve Peter Friedland'ın yazdığı Mol-gen isimli program, bilginin nesne tabanlı
gösteriminin genetik klonlama deneylerinde kullanılabileceğini gösterdi.
1979 // Uzman sistemler geliştirilmeye başlandı. Pittsburgh Üniversitesi'nden Jack Myers ve
Harry Pople, Myers'in klinik deneyimlerinden yola çıkarak bilgi tabanlı ilk iyileştirici program
olan “Internist” (Stajer)'i geliştirdi.
1980 // Uzman sistemler, ticari alanda kullanılmaya başladı.
“Amerika Yapay Zekâ Derneği”, ilk ulusal yapay zekâ konferansını gerçekleştirdi.
1984 // Yapay sinir ağları yaklaşımı ortaya çıktı.
1985 // Haroid Cohen, bilgisayarda çizim yapmayı sağlayan “Aaron” isimli programı geliştirdi.
1987 // Marvin Minsky, zihnin teorik tanımlamasını yapan “Toplumun Zihni” isimli kitabı
yayımladı.
1997 // “The Deep Blue” isimli satranç programı, oldukça geniş bir kitlenin izlediği maçta
Dünya satranç şampiyonu Garry Kasparov'u yendi.
1998 // İnternet'in yaygınlaşmasıyla birlikte, yapay zekâ tabanlı birçok program geniş kitlelere
ulaştı.
2000 // Sevimli oyuncaklar olarak adlandırılan etkileşimli robot oyuncaklar, piyasaya sürüldü.60
39
Turing Makineleri
Alan Turing, 1950 yılında, Yapay Zekâ üstüne en öngörülü makalelerden birini yazdı. Başlığı
"Computing Machinery and Intelligence" olan makale Mind dergisinde yayınlandı.
Alan Mathison Turing,1912 yılında Londra'da doğdu. Son derece meraklı ve esprili bir
çocuktu. Matematik alanındaki üstün yeteneği onu Cambridge'e götürdü. Burada esas olarak
makine ve matematiksel mantıkla ilgilendi. Bu çalışmalarının sonunda, içinde Turing
makineleri kuramını geliştirdiği ve durma probleminin çözülemezliğini kanıtladığı
“hesaplanabilir sayılar” üstüne olan ünlü makalesini yazdı; bu makale 1937 yılında
yayımlandı. 1940'larda, ilgi alanı hesap makinelerinden gerçek bilgisayarların inşasına kaydı.
Bilgisayarların Britanya'daki gelişiminin ana figürlerinden biri olmasının yanı sıra ilk saldırılar
esnasında Yapay Zekâ'nın sağlam bir savunucusuydu. En iyi arkadaşlarından biri (daha
sonra bilgisayarla müzik besteleme üstüne çalışmış) David Champernowne'du. Hem
Champernowne hem de Turing tam bir satranç tutkunuydular ve birlikte "evin çevresin
dolaşma" satrancını icat ettiler. (Hamlenizden sonra, evin çevresini dolaşırsınız - eğer
rakibiniz hamlesini yapmadan önce dönerseniz, bir hamle daha yapma hakkı kazanırsınız.)
Daha ciddi olarak ise, Turing ve Champernowne, "Turochamp" denilen ilk satranç oynama
programını icat ettiler. Turing genç yaşta, 41 yaşında - görünürde kimyasal maddelerin neden
olduğu bir kaza sonucu öldü. Kimileri intihar ettiğini söyler. Annesi Sara Turing biyografisini
yazdı.
Oyunları, satrancı, çocukları ve bisiklete binmeyi severdi; iyi bir uzun mesafe koşucusuydu.
Cambridge'deki öğrenciliği sırasında ikinci el bir keman satın almış ve kendi kendine
çalmasını öğrenmişti. Müziğe fazla yatkın olmasa da bunu çalmaktan büyük bir keyif alıyordu.
Biraz eksantrikti, en tuhaf yönlere doğru büyük bir enerjiyle atılmaktan çekinmezdi. Alan
Turing, bilgisayar bilimi alanındaki gerçek öncülerden biriydi.61
40
Turing Testi
Turing'in makalesi şu tümceyle başlar; “Makineler düşünebilir mi?” Turing “taklit oyunu” adını
verdiği bir test yaratır. Turing Testi aşağıdaki gibidir;
Üç kişiyle oynanır: bir erkek (A), bir kadın (B), ve her iki cinsiyetten de olabilecek bir
sorgulayıcı (C). Sorgulayıcı diğer ikisinden ayrı bir odada bulunur. Sorgulayıcının oyundaki
hedefi öteki ikisinden hangisinin kadın hangisinin erkek olduğunu belirlemektir. Onları X ve Y
olarak bilir ve oyunun sonunda ya "X, A'dır ve Y, B'dir" ya da "X, B'dir ve Y, A'dır" der.
Sorgulayıcı, A ve B'ye şöyle sorular sorabilir:
C: X bana saçının uzunluğunu söyleyebilir mi, lütfen? Şimdi X'in gerçekten A olduğunu varsayın, öyleyse, A'nın yanıt vermesi gerekir. A'nın
oyundaki hedefi, C’nin kimlikleri yanlış belirlemesine neden olmaya çalışmaktır. Öyleyse
yanıtı şöyle olabilir:
"Saçlarım kısa kesimli ve en uzun tel yaklaşık yirmi üç santim."
Ses tonlarının sorgulayıcıya yardım etmemesi için yanıtlar yazılı ya da daha iyisi daktiloyla
yazılmış olarak verilmelidir. İdeal düzenleme odalar arasında iletişimin uzyazarla
sağlanmasıdır. Bir seçenek de sorulanın ve yanıtlanın bir aracı tarafından yinelenmesi olabilir.
Üçüncü oyuncunun (B) oyundaki hedefi sorgulayıcıya yardım etmektir. Onun için en iyi strateji
doğru yanıtlar vermek olabilir. Yanıtlanana, "Onu dinleme, aslında kadın olan benim!" gibi
şeyler ekleyebilir, ama erkek de aynı şeyleri söyleyince bu bir işe yaramayacaktır. Şimdi şu
soruyu soruyoruz; “Bu oyunda A'nın yerini bir makine aldığında ne olacaktır?”
Sorgulayıcı, oyun böyle oynandığında, oyun bir kadın bir erkek arasında oynandığı zamanki
sıklıkta mı yanlış karar verecektir? Bu sorular "Makineler Düşünebilir mi?" sorumuzun yerini
alır.
Turing bu çalışması ve sorgulamasıyla yapay zekâ teknolojileri için büyük bir adım atmıştır.
Bir insan ile bir makine arasındaki büyük farkların üzerinde durur. Turing’in makinelerle ilgili
olan bu makalesi sonuna kadar düşünce çizgisini koruyarak devam eder. Bu nedenle de bu
makale aradan 30 yıl geçmesine rağmen önemini koruyabilmiştir.
“Oyun, makine aleyhindeki şartların çok fazla olduğu temelinden hareketle
eleştirilebilir. Eğer insan makineymiş gibi davranmaya çalışsaydı, doğrusu bu çok zavallı bir
gösteri olurdu. Aritmetikteki yavaşlığı ve yetersizliğiyle anında kendini ele verirdi. Makineler,
düşünme olarak betimlenebilecek ama insanların düşünmesinden çok farklı olan bir şey
yapamazlar mı? Bu itiraz çok güçlüdür, ama en azından, eğer tatmin edici bir şekilde taklit
41
oyunu oynayacak bir makine inşa edilebilirse, bu itirazı sorun etmemize gerek kalmayacağını
söyleyebiliriz.” 62
“Taklit oyunu” oynarken bir makine için en iyi stratejinin bir insanın davranışını taklit etmekten
başka bir şey olabileceği ileri sürülebilir. Bu mümkündür, fakat bunun sonuca çok büyük etkisi
olur mu? Hofstader, olmayacağını söyler.
Test sunulup tartışıldıktan sonra Turing şu yorumu yapar;
“İlk baştaki, "Makineler düşünebilir mi?" sorusunun tartışmaya değmeyecek kadar
anlamsız olduğuna inanıyorum. Bununla birlikte, inanıyorum ki, yüzyılın sonunda, sözcüklerin
kullanımı ve genel eğitimli görüşleri, çelişkili olduğu sanısına kapılmadan düşünen
makinelerden söz etmeyi mümkün kılacak denli değişmiş olacak.” 63
Turing bir çok itirazı önceden görür. Bu yüzden ortaya çıkabilecek her bir itirazı çözümleyerek
sunar. İşte bu itirazlardan bir kaçı;
Teolojik İtiraz: Düşünme, insanın ölümsüz ruhunun bir işlevidir. Tanrı her erkeğe ve kadına
ölümsüz bir ruh bahşetmişken, başka hiçbir hayvana veya makinelere ruh vermemiştir.
Demek ki hiçbir hayvan veya makine düşünemez.
"Başını Kuma Gömme" İtirazı: Makinelerin düşünmesinin sonuçları çok korkunç olurdu.
Böyle bir şey yapamadıklarını umalım ve buna inanalım.
Bilinçten Uslamlama: "Bir makine, simgelerin rasgele bir araya gelişleriyle değil de,
hissedilen duygu ve düşüncelerle bir sone yazmadan veya bir konçerto bestelemeden
makinelerin beyinlere eşit olduğunu kabul edemeyiz - yani, yalnız yazana dek değil, yazmış
olduğunu da bilene dek. Hiçbir düzenek (yalnızca yapay bir sinyal değil, özel bir aygıt da)
basanlarından haz duyamaz, valfları eridiğinde kederlenemez, övgüyle teşvik edilemez,
hatalarıyla sefil olmaz, cinsellikle büyülenmez, istediğini elde edemediğinde öfkelenmez veya
yıkılmaz." 64
Sinir Sistemindeki Süreklilikten Uslamlama: Sinir sistemi kesinlikle ayrık halli bir makine
değildir. Bir nörona çarpan bir sinir “inpulse”ının büyüklüğüyle ilgili bilgideki küçük bir hata,
çıkış “inpulse”ının büyüklüğünde çok büyük bir fark yaratabilir. Böyle olmasından çıkılarak
sinir sisteminin ayrık halli bir makineyle taklit edilemeyeceği uslamlanabilir.
Davranışın Biçimsel Kurallara Uymamasından Uslamlama: Eğer insanlar yaşamlarını
düzenledikleri belirli bir davranış kuralları kümesine sahip olsalardı makinelerden farkları
kalmazdı. Ama böylesi kurallar yoktur; demek ki, insanlar makine olamazlar.
42
Duyu-Ötesi Algılamadan Uslamlama: Taklit oyununu, sorgulanan olarak iyi bir telepatik
alıcı olan bir adam ve sayısal bir bilgisayar kullanarak oynayalım. Sorgulayıcı şöyle sorular
sorabilir: Sağ elimdeki kâğıt dört çeşit kozdan hangisine aittir? Adam telepatiyle veya gözle
görülmeyen şeyleri görme yeteneğiyle 400 karttan 130'unda doğru yanıt verir. Makine
yalnızca rasgele tahminde bulunur, ve 104 doğru yanıt verir. Böylece sorgulayıcı onların
kimliklerini doğru olarak saptar.
Sohbet yeteneğine sahip pek çok program vardır. En ünlülerinden ikisi Joseph
Weizenbaum'un yarattığı "Doktor" ve Kenneth Colby'nin yarattığı "Parry"dir. Birincisi
"yönlendirici olmayan terapi" yöntemini kullanan bir psikiyatrı simüle ederken ikincisi bir
parnoyağı simüle etmektedir.
Bir bilgisayar ağı üzerinde bulunan iki program arasındaki diyalog, Douglas Hofstadter’in
“Gödel, Escher, Bach” kitabından eğlenceli bir karşılaşma ortaya çıkarmıştır:
Parry: Güdülerini anlayamıyorum.
Doktor: Benim güdülerimi neden anlamıyorsun?
Parry: Anlayamaz mıyım?
Doktor: Şimdi bunu ne demeye söylüyorsun?
Parry: Durum böyle olduğu için.
Doktor: Böyle olmadığını varsay.
Parry: Ee?
Doktor: Sizi tam olarak anladığımdan emin değilim.
Parry: Durmadan aynı sorulan soruyorsun.
Doktor: Bu benzerlik size ne düşündürüyor?
Parry: Seni anlamıyorum.
Doktor: Ne demek istediğimi anlamayı ister miydiniz?
Parry: Duygularıma biraz ilgi göstermenin zamanı geldi galiba.
Doktor: Ya, demek duygularına ilgi gösterdim? 65
Bu programlar, elbette insanlarla konuşmak üzere yapılmıştı, bu nedenle, burada oldukça
kötü bir şekilde birbirleriyle kapışır halde gösterilmişlerdir. Çoğunlukla, yapay zekâ
programları (oldukça yüzeysel olarak çözümledikleri) girdinin doğasına ilişkin makul
tahminlerde bulunur ve geniş bir repertuardan özenle seçilmiş yanıtları sertçe söylerler. Yanıt
yalnızca kısmen kaydedilmiştir. Örneğin boşlukları doldurulacak bir kalıp şeklinde. İnsan
partnerlerinin söylediklerine, gerçekten altında yatandan daha fazla anlam yükleyecekleri
varsayılmıştır.
“ELIZA (Doktor'un yapılmış olduğu program) onunla konuşan birçok insanın zihninden
geçenleri anlıyormuş yanılsamasını yaratmakta son derece başarılı olmuştu. Bu insanlar
43
çoğunlukla makineyle özel konuşmalarına izin verilmesini istiyorlar, ve görüşmenin sonunda,
yaptığım açıklamalara karşın, makinenin kendilerini gerçekten anladığında ısrar ediyorlardı.” [Josph Weizenbaum, Computer Power and Human Reason]
Weizenbaum, bu söylediklerini şöyle açıklar:
“Çoğu insan bilgisayarları en küçük ölçüde bile anlamamaktadır. Onun için çok büyük
kuşkuculuk (hani, sahne sihirbazını izlerken duyduğumuz türden) yetenekleri yoksa,
bilgisayarın entelektüel becerilerini açıklamak için, ellerinin altında olan tek analojiye, yani
kendi düşünme kapasitelerine dair modellerine başvuruyorlar. O zaman da, tabii ki, hedefi
ıskalamalarına şaşmamak gerek; bu durumda, örneğin, bir insanın ELIZA'yı taklit etmesi
tahayyül edilemez bile, ancak bu insan için ELIZA'nın dil becerisi, onun kendi sınırıdır.”[A.g.y.]
Hofstadter, bu tür bir programın, insanların kolayca aldatılabilir olmasından yararlanarak,
kurnazca düzenlenmiş kuru sıkı atışlara ve blöflere dayandığını söyler. Ona göre, bu tuhaf
ELiZA-etkisinin ışığında, insanların böyle basit hilelere kolayca kanabileceklerini göz önüne
alan bazı kişiler Turing testinde bazı değişiklikler yapılmasının gerekli olduğunu öne sürdüler.
Sorgulayıcının Nobel Ödülü kazanmış bir bilimci olması gerektiği önerilmiştir. Turing testini
baş aşağı çevirip sorgulayıcının bir başka bilgisayar olmasında ısrar etmek belki daha uygun
olabilir. Ya da belki iki sorgulayıcı -bir insan ve bir bilgisayar- ve bir sorgulanan olabilir ve iki
sorgulayıcı, sorgulananın bir insan mı yoksa bir bilgisayar mı olduğunu bulmaya çalışabilir.
Hofstadter, Turing testinin orijinal halini daha usa yakın görür. Yine ona göre, Weizenbaum'un
ELIZA tarafından kandırıldıklarını iddia ettiği insanlara gelince onlar, kendilerine yazan kişinin
insan olup olmadığını belirlemeye çalışmak için bütün zihinsel yeteneklerini kullanma veya bu
konuda kuşkucu olmaya yönlendirilmemişlerdi. Sonuç olarak, Hofstadter, Turing'in bu
konudaki içgörüsünün sağlam olduğuna ve Turing testinin, özünde hiçbir değişikliğe
uğramadan kalacağına inanır.[A.g.y.]
44
Gödel Escher Bach kitabına göre AI (YAPAY ZEKÂ) Tarihçesi:
Douglas Hofstadter, Pascal ve Leibniz’den bu yana insanların entelektüel faaliyetlerde
bulunabilecek makinelerin hayalini kurduğundan söz eder ve bugün bile bu düşünce
geçerliliğini korumaktadır. Boole ve Morgan’ın düşüncenin yasalarını kurmaları, Charles
Babbage’ın ise hesaplama makinelerini tasarlaması, yazılım ve donanım konusunda AI’nin ön
habercisi oldular. İlk elektronik bilgisayarla düşünce ve mekanik aygıtların bir aradalığı her ne
kadar başlangıçta korku ve hayranlık karışımı bir duygu ortaya çıkarsa da, bugün artık
gündelik hayatın bir parçası olmuşlardır.
Hofstadter, yapay zekânın özetini ve gelişimini kendisine özgü bir tablo ile anlatır. Tablo,
kullanılan yöntemlerle ve daha özel yoğunlaşma alanlarına göre ayrıntılandırılmıştır: [D.
Hofstadter, G.E.B., sf.656]
Mekanik Çeviri doğrudan (sözlüğe bakarak sözcükleri düzenleme)
dolaylı (aracı bir iç dille)
Oyun Oynama
satranç
kaba güçle ileri-bakmayla
buluşsal olarak budanmış ileri-bakmayla
ileri-bakmasız dama
go
dama
kalah
briç (deklarasyon; oynama)
poker
üç taş oyunu çeşitlemeleri vb.
Matematiğin çeşitli kısımlarında teorem ispatlama Simgesel mantık
"çözümlemeyle" teorem-ispatlama temel geometri
Temel geometri
Matematiksel ifadelerin simgesel manipülasyonu simgesel tümlevleme
cebirsel basitleştirme
sonsuz dizileri toplama
45
Görme Yazılı metin:
küçük bir sınıftan çekilmiş elle yazılmış bireysel karakterleri tanıma
(ör. sayıtlar)
değişik fontlarda metinleri okuma
el yazısıyla yazılmış pasajları okuma
Çince veya Japonca yazılmış karakterleri okuma
Çince veya Japonca el yazısı karakterlerini okuma
Resimsel:
fotoğraflardaki önceden belirlenmiş nesneleri saptama
bir sahneyi ayrı nesnelere ayrıştırma
bir sahnedeki ayrı nesneleri belirleme
insanlarca taslak halinde resmedilmiş nesneleri tanıma
insan yüzlerini tanıma
Duyma sınırlı bir sözcük dağarcığından çekilmiş söylenen sözcükleri anlama (ör. on rakamın
adları)
sabit alanlardaki sürekli sözleri anlama fonemler arasındaki sınırları bulgulama
fonemleri belirleme
morfemler arasındaki sınırları bulgulama morfemleri belirleme bütün sözcükleri ve
tümceleri bir araya getirme
Doğal dilleri anlama özel alanlardaki soruları yanıtlama
karmaşık tümcelerin sözdizimsel çözümlemesini yapma
uzun metin parçalarını kısa olarak yeniden ifade etme
pasajları anlamak için gerçek dünyaya ilişkin bilgi kullanma belirsiz göndermeleri
çözme
Doğal dil üretme soyut şiir (ör. haiku)
rasgele tümceler, paragraflar ya da daha uzun metin parçaları
bilginin içsel temsilinden çıktı üretme
Özgün düşünceler veya sanat yapıtları yaratma şiir yazma (haiku)
öykü yazma
bilgisayarla sanat
müzik besteleme
atonal
tonal
46
Analojik düşünme geometrik şekiller ("zekâ testleri")
matematiğin bir alanında, bağlantılı bir alandaki ispatlara dayanarak ispatlar inşa
etme
Öğrenme parametreleri ayarlama
kavram oluşturma [A.g.y.]
47
Mekanik Çeviri
“Mekanik çevirideki umulmadık tuzaklar, yetkinleştirilmesi zor olsa da temel olarak
gerçekleştirilmesinin kolay olması gereken basit ve doğrudan bir iş olduğunu düşünenlerce
büyük bir şaşkınlıkla karşılandı. Ortaya çıkan, çevirinin yalnızca sözlüğe bakmak ve
sözcükleri yeniden düzenlemekten çok daha karmaşık bir işlem olduğudur. Burada zorluğun
nedeni deyimlere ilişkin bilginin eksikliği değildir. Çevirinin, tartışılan dünyanın zihinsel bir
modeline sahip olmayı ve bu model içinde simgelerin yönlendirilmesini gerektirmesi
olgusudur. Pasajı okurken bir dünya modelini kullanmayan bir program er geç belirsizlikler ve
çoklu anlamlar batağına saplanacaktır, insanlar bile -dünyaya dair bir anlayışla donanmış
oldukları için bilgisayarlara göre çok büyük avantajlara sahip insanlar bile-, bilmedikleri bir
dilin sözlüğü ve bir metin parçası verildiğinde, metni kendi dillerine çevirmeyi neredeyse
olanaksız bir iş olarak görürler. O halde Yapay Zekâ'nın ilk problemi insanları hemen Yapay
Zekâ'nın kalbinde yer alan meselelere götürmüştür.” [A.g.y.]
48
Bilgisayar Satrancı
Yapay Zekâ ve satranç her zaman birlikte anılmıştır. Bilgisayarın satranç oynaması onun
oldukça eski zamanlarına kadar gider. Fakat bilgisayar satrancı ilk zamanlarda çok fazla
zorluklarla doluydu. İlk bilgisayar satrancı çalışmalarında, insanların bir satranç durumunu
zihinlerinde tasarımlama tarzının yalnızca satrancın kurallarının bilgisiyle birlikte hangi taşın
hangi karede olduğunu bilmekten çok daha karmaşık olduğu ortaya çıktı. Bu, birçok bağlantılı
taşın düzenlenişinin yanı sıra, üst düzey istifler yapılmasını sağlayan buluşsal bilgi ya da
pratik kurallar gerektirir. Buluşsal kurallar resmi kurallar kadar kesin olmasa da, tahtanın
üstünde olup bitenlere dair kestirme iç görüler sağlar ve bu resmi kurallarca sağlanamayan bir
bilgidir. Bu durum başlangıçtan itibaren açığa çıkmıştır. İnsanın satranç becerisi içinde
satranç dünyasının sezgisel, istiflenmiş anlaşılışının ne kadar büyük bir rol oynadığı yeterince
değerlendirilememiştir.Oyunda ileriye bakma ve olası her hamleyi çözümlemede bir
bilgisayarın göz kamaştırıcı hızı ve doğruluğuyla birlikte, bazı temel buluşsallara sahip bir
programın birinci sınıf insan oyuncuları rahatlıkla yenebileceği öngörüldü.
İnsanlar günümüzde satranç problemini çeşitli açılardan ele alıyorlar. En son
değerlendirmelerden biri, ileri bakmanın saçma olduğu hipotezidir. Bunun yerine sadece
tahtada o anda olup bitenlere bakılmalı ve buluşsal kullanılarak bir plan yapılmalı ve sonra bu
tikel planı geliştirecek bir hamlede bulunulmalıdır. Elbette, satranç planlarının formülasyonuna
ilişkin kurallar zorunlu olarak, bir anlamda, ileriye bakmanın "düzlenmiş" versiyonları olan
buluşsallar içerecektir. Yani birçok oyunun ileriye bakma deneyimi, görünürde ileriye bakmayı
içermeyen bir başka biçim içine "sıkıştırılacak”tır. Bir anlamda bu bir sözcük oyunudur. Ama
eğer "düzenlenmiş" bilgi kimi zaman yanlış yola sürüklese bile fiili ileri bakmadan daha etkili
yanıtlar veriyorsa, o halde çok şey kazanılmış olacaktır. Bilginin bu türden çok daha yüksek
kullanıma haiz formlar halinde damıtılması tam da zekânın en iyi yaptığı şeylerden biridir;
dolayısıyla ileri bakmasız satranç, araştırma için verimli bir kulvardır. Özellikle ilginç olabilecek
bir yaklaşım, ileriye bakmadan elde edilen bilgiyi kendi kendine "düzlenmiş" kurallara çeviren
bir program tasarlamak olabilir ama bu devasa bir iştir.
49
Bir Program Ne Zaman Özgündür?
Hofstadter, bir programın hangi durumlarda özgün olduğunu araştırmıştır. Ona göre bir
programın, programlayıcısını geçmesi tamamen Yapay Zekâ’daki özgünlük sorusuyla
bağıntılıdır. Bir Yapay Zekâ programı, programcısının hiç düşünmediği bir oyun stratejisi veya
düşünce ortaya atarsa, bu ilginç bir deneyim ortaya çıkarabilir. Bu durumun bazı örnekleri
vardır. Bunların en ünlülerinden biri, E. Gelernter tarafından yazılmış, temel Euclidci
geometrideki teoremlerin ispatlarını bulma programıyla ilgiliydi. Bir gün program, geometrinin
temel teoremlerinden birinin son derece yaratıcı bir ispatıyla ortaya çıktı.
Bu teorem, bir ikiz kenar üçgenin taban açılarının eşit olduğunu söyler. Standart ispatı, üçgeni
iki simetrik parçaya bölen bir yükseklik çizgisini gerektirir. Bunun yerine, üçgen ve onun ayna
görüntüsü iki farklı üçgen olarak ele alınmıştır. Sonra, onların eş üçgenler oldukları
ispatlanarak, bu eşleşmede iki taban açısının birbiriyle eşit olduğuna işaret edilmiştir. İşte bu
durum şaşırtıcıdır çünkü, program kendiliğinden bir teoremi ispatlama yeteneğini göstermiştir.
Bu değerli ispat, programın yaratıcısını ve başka birçok kişiyi sevindirmiştir; bazıları onun
performansında dehanın kıvılcımlarını görmüşlerdir. Fakat bu başarı kimin başarısıdır? Bu
soru çok önemlidir. Bu Yapay Zekâ için zeki bir davranış mıdır? Yoksa ispat, insanın
(Gelernter) çok derinlerinde gizlenmiş duruyordu da bilgisayar yalnızca onu yüzeye mi
çıkardı? Yani, programın yaptığı şeyi niçin yaptığını anlamak ne kadar kolaydır? Keşif,
programdaki basit bir mekanizmaya ya da mekanizmaların basit bileşimine atfedilebilir mi?
Yoksa, açıklandığını duyduğunda bile, kişinin bu durum karşısında duyduğu hayranlıkla
karışık korku duygusunun azalmadığı karmaşık bir etkileşim mi vardı? Hofstadter, bu önemli
soruları sorarak işe başlar.
Ona göre eğer performans, program içinde kolayca izlenebilen belli işlemlere yüklenebilirse, o
zaman, bir anlamın yalnızca programlayıcının zihni içindeki, çok derinde olmasa da özünde
saklı olan fikirleri açığa çıkardığını söylemek usa uygun gibi görünmektedir. Tersine olarak,
eğer programın izlenmesi, bu tikel keşfin neden dışarı çekildiği konusunda aydınlanmanıza
yardım etmiyorsa, o zaman belki de programın "zihnini” programlayıcınınkinden ayırmaya
başlamak gerekmektedir. Programı icat etmenin övgüsü insanın hanesine yazılır ama,
program tarafından üretilen fikirlerin insanın kafasının içinde olduğu onuru değil. Böyle
durumlarda, insana "meta-yazar" (sonucun yazarının yazarı), programa ise (yalnızca düz)
yazar denilebilir.66
50
Bilgisayar Müziğini Kim Besteler?
Hofstadter, yazar ve meta yazar diye ayrımlarda sıkça bulunur. İşte bu ayrımın en çok
bilgisayarın müzik bestelemesi durumunda ortaya çıktığını söyler. Çünkü besteleme ediminde
programın sahip olarak göründüğü çeşitli özerklik düzeyleri vardır.
Bilgisayara müzik yaptırmak Bell Laboratuarları’nda Max Mathews’un olduğu bir parçada
örneklenmiştir: "When Johnny Comes Marching Home" ve "The British Grenadiers"
marşlarının partisyonlarıyla beslenen bilgisayara yeni bir partisyon , "Johnny" ile başlayan,
ama yavaş yavaş "Grenadiers"e karışan yeni bir partisyon yapması komutu verilmiştir.
Parçanın yarısına doğru, "Johnny" bütünüyle yok olur ve kendi başına "Grenadiers" duyulur.
Sonra işlem tersine çevrilir ve parça başladığı gibi "Johnny" ile biter. Mathews bizzat kendi
sözleriyle bu deneyimini şöyle anlatır:
“... mide bulandırıcı bir müzikal deneyimdir, ama ilgisiz de kalınamaz, özellikle de ritmik
dönüşlere. "The Grenadiers" Fa majör anahtarında 2/4 temposunda yazılmıştır. "Johnny" Mi
minör anahtarında 6/8 temposunda yazılmıştır. 2/4'den 6/8 temposuna geçiş açıkça ayırt
edilebilir, yine de bunu bir insan müzisyenin çalması oldukça zordur.”] M. Mathews ve L.Hoser, A Graphical
Language for Computer Sounds]
Sonuç olarak bilgisayar beste yapıyor mu? Bu soruya yanıt bulmak Hofstadter’a göre oldukça
zordur. “Algoritmalar deterministik, basit, ve anlaşılırdır. Ne karmaşık ne de anlaşılması zor
hesaplamalar söz konusudur, hiçbir "öğrenme" programı kullanılmaz, rasgele süreçler yoktur,
makine kusursuz olarak mekanik ve düz bir biçimde çalışır. Yine de, ortaya çıkan sonuç,
parçanın bütün yapısı tamamıyla ve kesinlikle belirtilmiş olsa bile, ince ayrıntıda besteci
tarafından planlanmayan sesler ardışımıdır. Bu yüzden besteci fikirlerinin gerçekleşmesinin
ayrıntılarında sıkça, sevinçle şaşkınlığa düşer. İşte bilgisayar ancak bu ölçüde beste
yapmaktadır. Bu sürece algoritmik besteleme diyoruz, ama hemen algoritmaların şeffaf,
kuşku götürmez biçimde yalın olduğunu söylemek gerekir.” [A.g.y.]
51
NÖROBİYOLOJİ AÇISINDAN ÖLÜMSÜZLÜK
İnsanın Makine Kopyası Yapılabilir mi?
Bu soru özellikle makinelerin hayatımıza girmesiyle sıkılıkla sorulmaya başlanmış, öncelikle
de felsefenin sorgulama alanına girmiş bir sorudur. Ama elbette ki, insanı kopya edebilmek
için öncelikle insanı çok iyi bilmek gerekir. Dolayısıyla insan gibi bir makine yapabilmekteki
problemin ana merkezi insanı tanımaktır. Soruyu böyle oluşturarak baktığımızda, insanın
hareket etme, hesap yapabilme gibi bazı özelliklerinin makine kopyasını yapmanın çok kolay
olduğunu görüyoruz. İnsanın sahip olduğu bu tür becerileri, bir makine, insandan daha hızlı ve
hatasız bile yapabilir. Ancak tüm özellikleriyle insana benzeyen bir kopyanın hâlâ
yapılamamış olmasının nedeni, ilkece bir yapılamazlık özelliği olabileceği gibi, insanla ilgili şu
anki bilgimizin eksikliğinden kaynaklanıyor da olabilir.
Felsefe tarihini incelediğimizde, Kant ve onun ardından gelen düşünürler, insanın doğadaki
varlıklardan ontolojik olarak farklı olduklarını öne sürmüşlerdir. Primatlarla akraba olsa bile,
evrim süreci içinde çok büyük bir sıçrama olmuş ve insan denen varlık bir yanıyla doğadan
kopmuştur. Bu yanı nedeniyle de, artık doğadan yararlanarak insanın benzerini yapmak
olanaklı değildir.
İnsanı sadece genlerine ve beyin merkezlerine indirgeyerek açıklamak düşünürler için
olanaklı değildir. Dolayısıyla bu açıdan baktığımızda maddi bir takım parçaları bir araya
getirerek insanı kurgulamak doğru olmaz. İnsanın parçalarını bilsek ve bu parçaları bir araya
getirsek bile tam olarak bir insan oluşacağını iddia edemeyiz. Çünkü insan parçaların
toplamından daha fazladır. Bu düşünceyi mantıksal ya da matematiksel olarak ispat edemeyiz
ama zaten bu sorun da mantıksal bir sorundan çok ontolojik bir sorundur.
İnsan, malzemesini fiziksel evrenden alır ama yaşadığı evren tarihsel bir evrendir. Dolayısıyla,
maddi olan varlığı bir biçimde düzenleyerek oluşturacağımız şey asla bu tarihsel varlık
alanına çıkmayacaktır. Felsefede ise, insanın fiziksel ve düşünsel iki dünyasının yanı sıra bir
de aşkın dünya varsayılır. İnsanın maddi ve düşünsel tarafı bilgiye dayandığı için, benzetim
kurulabilir. Ancak bilgi konusu yapılamayan üçüncü tarafın benzetimi de kurulamayacağından,
yarattığınız şey insan değil, ancak "insana benzer" bir şey olacaktır.
İnsanın simüle edilmesi konusunda karşımıza çıkan birçok problem vardır ama, bu kitabın
ana konusu ölüm bilgisinin algılanmasıyla ilgili olduğu için özellikle bu sorun ele alınmıştır.
Makine bağlantısı ile düşündüğümüzde ise, insanın simüle edilmesindeki en büyük sorun
karşımıza “bilgi seviyesi” olarak çıkmaktadır ya da bilginin genel geçerliliğinin yanı sıra
Bauman’ın da belirttiği üzere sağduyu bilgilerinin de söz konusu olmasıdır. Yani bireysel bir
bilgi işleme formülünün zihnimizde çalıştığı su götürmez bir gerçektir. İnsan bilgisinin tümü
52
açık bir bilgiyse (explicit knowledge), yani bildiğimiz her şey açık seçik formüle edilebilir ve
akış şeması çıkarılabilirse, bunun kopyası da yapılabilir. Ama öyle olmadığını ve insanın
daima bildiğini sandığından ve farkında olduğundan fazlasını bildiğini söyleyenler de var. Bu
bilgiye örtük bilgi (tacit knowledge) denir. Örtük bilgi, kodlanmaz bilgi olduğundan, herhangi
bir makine diline dökülmesi oldukça güçtür. Çünkü örtük bilgiyi ne denli açık kılarsak kılalım,
tıpkı iki gerçek sayı arasında sonsuz gerçek sayının olması gibi, insan beyninde asla açık
kılınmamış bazı bilgiler kalacaktır. Bir makine, içinde ne varsa onu verebileceğinden, örtük
bilginin tümü açık bilgiye çevrilmeden yapay zekânın gerçekleştirilebilmesi ilkece olanaksız
gibi görünüyor. Eğer bilgi dediğimiz şeyin daha iyi anlaşılmasıyla birlikte örtük bilginin, beyin
fizyolojisi, kimyası ve yapısıyla ilgili özellikleri açıklanabilirse, insanın benzerinin
yapılabileceğine dair bir umut doğabilir.
İnsan bugünkü noktasına 3,5 milyon yıllık bir evrimin sonucunda ulaşmıştır. Bu da yapay zekâ
için ayrı bir sorundur. Daha önceki bölümlerde de anlattığımız gibi ölüm bilgisi, her çağda
farklı bir şekle bürünür ve toplumsal alana bu şekilde yansır. Ölüm, kavranması imkânsız bir
bilgi olduğundan, yapay zekânın ölüm diye bir şeyi kavraması sadece tasarımsal olarak
mümkün kılınır ama yapay zekâ, ölüm karşısında bir anksiyete, bir kaygı yaşayabilir mi? İşte
buna yanıt vermek oldukça zordur, çünkü henüz yapay zekâ bir takım duyguları kavrama
yeteneğinden yoksundur. Özellikle günümüzde sadece duyular üzerinden çalışmalar yapılmış
olunsa bile, bu çalışmalar tamamen öğrenme ve algılama üzerine yoğunlaşmıştır. Ama
yukarıda da söylediğimiz gibi öğretilen bilgiler aslında açık bilgilerdir. Ölüm gibi, örtük bir
bilgiyi kodlamamız, hem ontolojinin hem de teknolojinin merak ettiği imkânsız bir yoldur.
Evrim sorununu ele aldığımızda ise, yapay zekânın evrim sürecini hızlı bir şekilde yaşadığınız
söyleyebiliriz. Ama öyle bir şey var ki, yapay zekâ sadece evrimi taklit eder. Yani
kendiliğinden bir evrim yaşayamaz, yaşamamıştır da.
Mikro elektroniğin bugünkü kadar gelişmediği dönemlerde, insanın mekanik kopyasının
yapılmasının mümkün olduğu, ancak bunun için inşa edilmesi teknolojik açıdan imkânsız
büyüklükte bir makine gerektiği söyleniyordu. Bugün ulaştığımız noktadaysa, bu anlamdaki
teknolojik zorluk aşılmış durumda. Bu nedenle, insan bilgisinin ne kadar olduğu açıklanabildiği
sürece, o ölçüde bilgiyi taşıyabilen, kullanabilen, geliştirebilen ve yanıtlayabilen makinelerin
yapılmasına ilişkin ilkece hiçbir itirazın olmaması gerekir.
Tüm bunların dışında günümüzde tartışılan bir soru da, ilk başta sorduğumuz sorunun tam
tersidir aslında. İnsan, makine olacak mı? Bilim ve Teknik’in görüşüne göre, insan zaten
makine haline gelmiş durumda. Bireyselliğiyle birlikte kendine özgü davranış ve farklılıklarını
yitirmiş birçok insan, önceden kestirilebilir davranışlarda bulunuyor. Bu durumda, bu
insanların benzerini yapmak da gitgide kolaylaşıyor. Dolayısıyla günün birinde insanı simüle
etmeye gerek kalmayacak, çünkü insanlar robotlaşacak ve böylece insanla makine arasında
53
fark kalmayacak diye de düşünülebilir. Zaten teknolojideki gelişmeler de bu yönde hızla
ilerliyor ve insanlara entegre edilebilecek yapay organlar inşa ediliyor. İşin bilimkurgu
tarafında ise, insana takılabilecek bellekler, her insana verilecek bir IP adresi ve dolayısıyla
makineler gibi kurulan bir ağ bağlantısı gibi fikirler var. Şimdi bu konular üzerine sadece
araştırmalar yapılsa bile, bu durumun ortaya çıkmaması için hiçbir engel yok gibi. Ama bizi
ilgilendiren işin ahlaki boyutu. Çünkü makine-insan karışımı ve elbette ki insandan daha
yetenekli sistemlerin ortaya çıkması tüm toplumsal sistemleri etkileyecektir ve dolayısıyla,
sınıf çatışmalarını da çok farklı bir aşamaya getirecektir.67
54
İnsan Zihni ve Nörolojik Yapısı
İnsan beyni, bilgisayarlarla karşılaştırılmayacak kadar üstün ve karmaşık bir sistem olarak
görülmektedir. Uzun zamandır beynin işleyiş sistemi üzerine çalışmalar yapılmakta ama bu
konuda derinlere doğru ilerledikçe sonuçlar daha da karmaşıklaşmaktadır. Öyle ilginçtir ki,
beyin kendi kendisini tam anlamıyla algılamaktan bile yoksundur. Bizim yerimize düşünen
beyin aslında karar verme yeteneğine sahip olmayan basit hücrelerden oluşmaktadır.
Hücreler, dişideki yumurta hücresinin, erkekten gelen sperm hücresiyle birleşmesi sonucu
meydana gelir. Sonra da tekrar tekrar bölünerek milyonlarca hücreyi oluşturur.
Vücudumuzdaki hücrelerin ortak özellikleri vardır, fakat her hücre farklı bir dokuyu
oluşturmaktadır. Beyin ve sinir sistemlerini oluşturan hücrelere “nöron” adı verilir. Nöronları
diğer hücrelerden ayıran özellik, akson ve dendritlerinin hücre gövdesinden uzamasıdır. Her
nöronun sahip olduğu akson ve dendritlerin uzunlukları birbirinden farklıdır ve hepsi sahip
oldukları uzunluklara göre bir görev üstlenmişlerdir. Vücuttaki milyarlarca akson ve dendrit,
görevlerini gerçekleştirmek için sadece kendilerine gerekli olacak uzunluğa kadar gelişir ve
ardından büyümeleri durur. Vücuttaki tüm nöronların sahip olduğu bu uzantılar sayesinde tüm
bilgiler gereken yerlere iletilir. Nöronların bu şekilde olması, vücudun her kösesine yayılarak
sinir sistemimizi oluşturmalarını ve vücudumuzdaki haberleşmeyi çok hızlı bir şekilde
gerçekleştirmelerini sağlar. Böylece beyin vücuttaki her noktadan eksiksiz bilgi alır.
İletişimdeki en önemli elemanlar elbette ki, nöronlardaki akson dendritlerdir. Dendritler gelen
mesajı hücre gövdesine iletirken, aksonlar hücre gövdesinde değerlendirilen bu mesajı başka
bir nörona iletirler. Bir nöronun birden çok dendrite sahip olması onun vücudunun değişik
yerlerindeki nöronlarla birebir iletişim halinde olmasını sağlar. İnsan bedenindeki 100 milyar
nöron göz önüne alındığında ve bunların her birinin birden fazla dendrite sahip olduğu
düşünüldüğünde, sinir sisteminin, ne kadar karmaşık olduğu daha iyi anlaşılacaktır.
Beyin ve sinir sisteminde fiziksel katmana bakıldığında, işlemci, sinyal iletim ortamı ve yol
verici olarak, sinir sisteminin temel öğesi olan nöron, ya da sinir hücresi görülmektedir.
Dendritler sinaptik sinyalleri girdi olarak almakta, hücre gövdesi bu sinyalleri -bilindiği
kadarıyla- analog bir yöntemle işlemekte ve üretilen denetim sinyali ya da sinyalleri aksonlar
aracılığı ile denetlenecek hedef hücrelere iletilmektedir.
Ortalama bir beyinde milyarlarca sinir hücresi vardır. Bu sayı arttıkça beynin işlevi de artar.
Nöron sayısı kadar nöronların uzantıları aracılığıyla kurdukları iletişim de çok önemlidir. Bilgi
alışverişinin yapıldığı bu ilişki noktaları nöron başına 1.000 ile 10.000 arasında değişir.
Sinapslar, etkiye akım var / akım yok şeklinde tepki gösterir. Demek ki, bir nöron 103 hatta 104
tepki verebilir. 1010 nöron olduğuna göre, sinir sisteminde tepki sayısı ya da bilgisayar
deyimiyle söylersek bit sayısı, 10 trilyon ile 100 trilyon arasında değişecektir. Bu bit sayısı 500
sayfalık, bir milyon kitabı dolduracak büyüklüktedir. (Yaklaşık 116.416 GB.) ( 2004 :
www.yapay-zeka.org)
55
Bilgisayar Nöronları
Sinir sisteminde sinyallerin iletilmesinin en önemli özelliği, sinyallerin ‘ya hep ya hiç’ esasına
dayanmasıdır. Yani Penrose’a göre bir sinyalin şiddeti değişmez, yani ya vardır ya yoktur. Bu
özellik, sinir sisteminin eylemine bir dijital bilgisayarı andıran nitelik kazandırır. Aslında,
birbiriyle içten bağlı bir dizi nöronun gerçekleştirdiği işlemle, akım ileten tellere ve mantık
geçitlerine sahip bir dijital bilgisayarın gerçekleştirdiği işlemler arasında pek çok benzerlik
vardır. [Penrose, 1989,sf.111]
Penrose’a göre nöron sisteminin eyleminin bir bilgisayar üzerinde benzerinin tekrarlanması
ilke olarak, zor değildir. Penrose bu noktada şu önemli soruyu sorar: “Beynin ayrıntılı bağlantı
sistemi ne olursa olsun, bir bilgisayarın çalışma sistemi kullanılarak beynin işleyişi her
aşamada gösterilir mi?” 68
İlk olarak bilim adamlarının yapmaya çalıştığı da budur zaten: Beynin işleyişini tamamen
bilgisayar teknolojisi kullanarak göstermek. Penrose, bu işleyişi anlatmak için mantık
geçitlerini ve bilgisayardaki ‘1 ve 0’ kodlamalarını anlatır. Sonuç olarak Penrose’un vardığı
nokta yine benzer bir soru olur; “Nöron bağlantılarına dayanarak ilke olarak, bir bilgisayar
yapabilir miyiz?”[A.g.y] Penrose, basit nöron ateşlemesi kavramları kullanarak bunun
olanaklılığından söz eder.
Penrose’un tüm bu sorgulamalarıyla vardığı nokta, bilgisayarların nöron sistemlerini, nöron
sistemlerinin de bilgisayarı taklit ederek bir Turing makinesi gibi davranabileceğidir. Fakat
tamamen bu sonuca varmadan önce Penrose, günümüz bilgisayarlarının çalışması ile beynin
çalışma prensipleri arasındaki farkları söyler.
Öncelikle bir nöron akımı Penrose’a göre ya hep ya hiç olayı olarak tanımlanır. Aksonda
ilerleyen tek pulslu nöron akımı için bu durum geçerli olabilir, ama aslında bir nöron pulsları
aktarmak için akımı ateşlediği zaman, bu tür pulsları seri halinde peş peşe iletmektedir. Fakat
yavaş tempoda bu işlem gerçekleşir. Ateşleme işleminde artan, peş peşe gelen ise pulsların
frekansıdır. Beynin çalışması, elektronik bilgisayar akımları için gerekli kesin zamanlamaya
sahip değildir. Saniyede yaklaşık 1000 metre azami hızla hareket eden nöronların hareketi,
en hızlı elektronik devrelerinkinden, 10-16 çarpanı kadar yavaştır. Sonuç olarak, elektronik bir
bilgisayarın çok kesin tel donanımının aksine, beyin donanımında önemli ölçüde bir rasgele
bağlantı sistemi görülebilmektedir.
Diğer bir fark ise, nöronların sinapsis sayısının eşsiz fazlalığıdır. Örneğin, purkinje hücreleri
olarak bilinen beyincik nöronları, yaklaşık 80.000 uyarımlı sinaptik uçlara sahiptir. Yine,
56
beyindeki toplam nöron sayısı, en büyük bilgisayardaki transistor sayısının bile çok
üzerindedir.
Bir diğeri, beyin hücrelerinin, beyinciğin sahip olduğu yaklaşık otuz milyar gibi son derece
fazla sayıda küçük tanecikli hücreler nedeniyle artmasıdır. Penrose, nöron sayısının fazla
oluşuyla bilinçli deneyimlerin yaşandığına inanır. Dolayısıyla günümüz bilgisayarlarının bunu
yaşayamadığını söyler. [Penrose, 1989,111-114]
Penrose, beynin işlevlerini incelemiş ve ona uygun mekanik yapı kurulabilir mi sorusu üzerine
çalışmıştır. Günümüzde de bu çok önemli bir teknolojik atılımdır ve bir çok bilim adamı,
beynin işlevlerini çözerek onu yapay nöron ağları ile bir makine üzerinde oluşturmaya çalışır.
Nano teknoloji, bunu en çok destekleyen alanlardan biridir.
Penrose’a dönersek, bilgisayar ve beyin karşılaştırmasında, Penrose’un “beyin akışkanlığı”
adında bir formdan bahsettiğini görürüz. Penrose’a göre, beynin çalışması ile bilgisayarın
çalışması arasındaki en büyük farklardan biri beyin akışkanlığı olgusudur. Beyin, bir dizi nöron
ağından oluşan durağan bir yapıya sahip değildir. Nöronlararası bağlantı, bilgisayar modelinin
aksine durmadan değişir. İletişim çoğu kez, sinaptik düğümlerle temasın sağlandığı dendritler
üzerinde minik çıkıntılar oluşturan ve dendritik omurgalar denilen yerlerde sağlanır. Temasın
anlamı dokunmak değil, milimetrenin kırk binde biri kadar açıklıkta dar bir boşluk açmaktır.
Belirli koşullarda dendritik omurgalar küçülür ve teması keser veya aynı dendritik omurgalar
büyüyerek yeni bir temas sağlar. Beyindeki nöron bağlantılarının, sonuçta, bir bilgisayar
olduğunu varsayarsak, der Penrose, bu sürekli değişen bir bilgisayardır. [Penrose, 1989,
sf.116]
Penrose ayrıca, uzun dönemli anıların beyinde nasıl yerleştikleri ile ilgili başlıca kuramlardan
birinin, bu sinaptik bağlar olduğu doğruysa, beynin akışkanlığının, beynin çalışmasının temel
bir işlevi olacağını da belirtir. [Penrose, 1989, sf.117]
Şimdi Penrose’un paralel bilgisayarlar ve bilinç üzerinden kuramlarına değineceğiz. Öncelikle,
paralel bağlantılı bilgisayarların geliştirilmesi, pek çok kişi için insan beyninin yeteneklerine
sahip bir makine inşa etmenin anahtarı olarak düşünülür. Penrose’ye göre seri bağlantılı
karşıtı olarak paralel bağlantılı bilgisayarlarda, birbirinden bağımsız gerçekleştirilen çok
sayıda hesap yapılmaktadır ve büyük ölçüde özerk olan bu işlemlerin sonuçları, genel sonuca
katkıda bulunmak üzere zaman zaman birleştirilir. Böyle bir düşünce, beynin sinirsel
şebekeleri düşünülerek ortaya çıkmıştır; çünkü beynin de çeşitli kısımları ayrı ayrı bağımsız
hesap işlemi yapabilir görünmektedir. (Görme gölgesi- görme işlemleri)
Burada önemli olan iki nokta söz konusudur. İlki, paralel bir bilgisayarla seri bir bilgisayar
arasında ilke olarak fark bulunmadığı durumudur. Her ikisi de aslında birer Turing makinesidir.
57
Farklarını ancak, hesapların bir bütün olarak yetkinliğinde veya hızında görmek mümkündür.
Bazen öyle hesaplar ortaya çıkar ki, paralel bilgisayarlar daha uygun sonuçlar verir. Diğer bir
durumda ise, paralel klasik bilgisayar işlemi, bizim bilinçli düşünme sistemimize ulaştıracak
anahtarı elinde tutamaz. Çünkü bilinçli düşüncenin en önemli özelliği tek olmasıdır. Ayrı ayrı
süregelen olayların bilincimizde bir arada ve aynı anda süregelmeleri olası mıdır, sorusunu
sorar Penrose ve birkaçını belki aynı anda süregelmesini sağlayabiliriz, yanıtını verir. Ama
ona göre aynı anda, bilinçli olarak ve bağımsız olarak gerçekten düşünmeye kalkışırsak,
konular arasında sürekli ve hızla gidip gelmemiz gerekir. Ama birçok şeyin hayal meyal
farkında olan, ancak herhangi bir zamanda sadece belirli bir şeye dikkatini tümüyle veren tek
bir bilinçtir.
Penrose’a göre bilincin tek olması durumu, paralel bir bilgisayarın tasarımından çok farklıdır.
Öte yandan paralel bilgisayar, bir yapay beyin olarak, beynin bilinçsiz eylemine daha uygun
olabilir. Yürümek, bir düğmeyi iliklemek, soluk alıp vermek gibi çeşitli bağımsız hareketler,
aynı anda az çok özerk şekilde bir arada yürütülebilir.
Bilincin tek olması durumunu Penrose, kuantum teorisiyle bağdaştırır. Kuantum kuramına
göre, kuantum düzeyindeki farklı seçenekler, çizgisel birleştirmelerde bir arada var olabilirler.
Dolayısıyla, bir kuantum durumu, hepsi aynı anda oluşan bir dizi etkinlikten oluşabilir.
Kuantum paralelliğinin tam olarak anlatmak istediği de budur; bir çok hesap işlemini aynı anda
gerçekleştirmek için kuantum paralelliğinden yararlanılmasına olanak sağlayan kuramsal
kuantum bilgisayarları olabilir. Bilinçli bir ussal durum, kuantum durumuna benziyorsa,
düşüncenin tek olma durumu veya evrenselliği, basit bir paralel bilgisayardan çok daha uygun
olacaktır.
Penrose, kuantum bilgisayarlarını anlatmak için Deutsch’un kuantum bilgisayar kavramını
kullanır. Penrose’un ana amacı, kuantum paralelliğinden yararlanmaktır. Buna göre tamamen
farklı iki şeyin, kuantum çizgisel birleştiriminde aynı anda oluştuğunu varsaymak gerekir.
Dolayısıyla, bir kuantum bilgisayarı, birleştirimli iki farklı şeyin yerine, iki farklı bilgisayar işlemi
gerçekleştirebilecektir. Kuantum bilgisayarını asıl olarak iki farklı paralel bilgisayar
bağlantısının yapacağı işlemden ayıran şey, çok büyük sayılarla, belki sonsuz sayılarla,
paralel işlem yapabilmesidir. Sonuç olarak bir kuantum bilgisayarının yapısı, mantık geçidinin
bir kuantum versiyonunu içerir.
Son olarak kuantum bilgisayarları ile ilgili Penrose şöyle bir soru ile karşımıza çıkar: “Bir
kuantum bilgisayarının işlemi ile tek kuantuma duyarlı önemli sayıda nöronlar içeren bir
beynin işlemleri arasında nasıl bir etkileşim olabilir?” Bu noktada önemli bir sorun ortaya
çıkabilir. Çünkü kuantum etkileri gürültüde çabucak kaybolurlar ve beyin kuantum tutarlılığını
uzun süre koruyamayacak kadar sıcak bir nesnedir. [Penrose, 1989, sf. 116-123]
58
Penrose, bu düşünceleriyle nöron ağlarından bir makine oluşturmanın pek ümit vaat
etmediğini söylese de, bir makine olmaktan kaçınamayacağımızı da belirtir. Özellikle yakın
zamanda yapılan teknolojik atılımlarla, insanların artık birer makineye dönüştürülmeye
çalışıldığını görebiliriz. İşlemcilerin ya da önemli makine parçalarının insanlara entegre
edilmesi üzerine son dönemde bir çok teknolojik atılım gerçekleşmiş ve özellikle önemli
yazılım şirketlerinden Microsoft, bu teknik gelişmenin sonuna kadar arkasında yer aldığını da
belirtmiştir. Yani artık makineler ile nöron ağlarını kurmaya çalışmak yerine, hazır nöron
ağlarına makine parçaları ekleme düşüncesi, ne kadar bilimkurgu gibi gözükse de,
günümüzde üzerinde çalışılan teknolojilerdir. Bu durumun sosyolojik açıdan, toplumsal
sınıfları yıkacağı su götürmez bir gerçektir ve ortaya çıkacak olan toplumsal yapının yıkılıp
tekrar kurgulanma aşamasında incelikli çalışmalar yapılmalıdır.
Olayları sosyolojik olarak değerlendirdiğimizde, Penrose’un “makine olmaktan kaçınamayız”
sözcükleri daha da rahatsız edici bir hal almaya başlıyor. Sanayi devrimi nasıl ki sosyal
sınıfları kökünden değiştirdiyse, artık enformasyon çağının getirisiyle beraber, işlemcilere
sahip olanlar ve olmayanlar, bilgiyi daha çabuk işleyenler ve işleyemeyenler diye sınıfların
oluşması da kaçınılmazdır. Önemli olan, teknolojiyi hiyerarşi sınıflandırması amacıyla
kullanmaktan kaçınmak ve teknik gelişmelerin amaçlarını kesin çizgileriyle belirleyebilmektir.
59
Yapay Zekâ’nın Bilinç Sorunları
Yapay zekânın ya da bilgisayar denetimli bir makinenin, insana özgü davranışları
gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceği konusu çok tartışılmıştır. Bu tartışmalardan biri de bu
kitabın ana konusu, ölüm kavramını algılama yetisinden yoksun olacağından dolayı yapay
zekânın insana benzeyen bir sistem olamayacağı tartışmasıdır. Fakat ölüm kavramından
önce yapay zekâ, anlam çıkartma, genelleme, akıl yürütme ve geçmiş deneyimlerden
öğrenme gibi yetilere henüz sahip değildir.
Yapay kelimesi, yaşayan bir organizmayı değil, bilgisayar tarafından bir işlem
gerçekleştirmeyi ifade etmek için kullanılır. Zekâ ise, bilgi ve akıl yürütme yetenekleri göz
önüne alındığında, makineler için kullanılması mümkün olan bir kavramdır.
Yapay zekâ üzerinde çalışmalar yapılırken en önemli kavramlardan biri bilinçtir. Bilinci tam
olarak kodlandığımızda, yapay zekâya da bilinç kodlamanın mümkün olabileceği üzerine
görüşler vardır. Fakat bilinç konusunda yapay zekânın karşılaşabileceği iki büyük sorun
vardır:
İlki bilinçdışı diye bir kavramın varlığıdır. Freud’dan bu yana söylenegelen ve birçok bilim
adamı tarafından kabul gören bilinçdışı, henüz insanın da algılayamadığı bir düzeyde yer alır.
Tanımlamasını yapmak tasarımsal anlamda mümkün olsa da, gerçeklemesini yapmak
bilimsel anlamda tam anlamıyla mümkün değildir. Bu anlamda bilinçdışının teorik bir kavram
olduğu düşünülebilir.
Diğer bir problem ise, insanın henüz bilinç düzeyinde algılayamadığı kavramları
simgeleştirmenin imkânsızlığıdır. Bilimkurgu sinemasında ve edebiyatında, makinelerin
insanla savaşında her zaman aşk duygusu ön planda tutula gelmiştir. Bunun sebebi
makinelerin aşkı hissedemeyeceği üzerine yaygın bir düşüncenin olmasıdır. Elbette ki
makineler aşkı hissedemezler, ama sadece aşkı değil bir çok duygusal süreci algılamaktan
yoksundurlar. Çünkü onların ne duygusal süreçleri, ne de bu duygusal süreçleri biyolojik
olarak destekleyen enzimleri vardır; dolayısıyla duygusal iletişim kurma yetileri yoktur.
Fakat aşık olmayan bir insanın var olabileceğini biliyoruz. Hatta bir çok duygusal süreci
yaşayamayan kimi organizmaların da varlığını inkâr edemeyiz. Üstelik bir makineye kimi
enzimlerin simgeleştirilmesi ile duygusal iletişim anlatılabilir pekâlâ. Fakat ölmeyen herhangi
bir canlı tasarlamak mümkün değildir. İşte bu noktada, insanın bile algılamaktan yoksun
olduğu ve önceki bölümlerde anlatıldığı üzere “ölüm” kavramı insan hayatı için önemli bir
nitelik taşımaktadır. Herhangi bir şeyi anlamlandırma düzeyinden önce, hayatı ve varlığı
60
anlamlandırmak için önemli bir gerçeklik olan ölüm, yapay zekâ teknolojileri göz önünde
bulundurulduğunda simgeleştirilmesi neredeyse imkânsız bir kavramdır.
Hepimiz ölümün ne olduğunu biliriz ama onu deneyimleyemediğimiz için sadece bu bilgi
çerçevesinde açıklama yapabiliriz. Ölümün nasıl bir şey olduğu ve neden olduğu üzerine
herhangi bir fikir yürütemeyiz. Ama yıllar boyunca gerek filozoflar gerekse varoluşçu
düşünürler bu konu üzerine kafa yormuşlardır.
“Yapay zekâ ölümlü müdür?”, sorusu şimdi kulağa komik geliyor olabilir. Ama nasıl akıl ölüm
karşısında yenilgiye düşüyorsa, yapay zekâ da ölüm karşısında “yapay”lığı ile yeniliyor.
Makinelerin fişini çekebilirsiniz, onları bozabilirsiniz ama bunun ne anlama geldiğini onlara
anlatma şansınız olmayacaktır. Çünkü onlar zaten sonuz yaşamı tatma şansı olan
ölümsüzlerdir.
İşte ölümsüzlüğün en büyük temsilcilerinden biri olan makineler, belki de bizim de
ölümsüzlüğümüzün garantisi olacaklardır. Bu yüzden yapay organlar ve yapay zekâ yaratırız,
bu yüzden makinelerle hayatımızı kolaylaştırırız ve bu yüzden klonlarız.
Henüz bilgisayarlar insan zekâsının çok gerisinde ama günümüzde bu alanda bir çok
yenilikler yapılmıştır. Bunların arasında karar verme, doğal din anlama ve örüntü tanıma
alanları sayılabilir. Bu alanda yapılan son çalışma ise, program yazabilen yapay Zekâ
programlarının hazırlanması üzerinedir.
Dil konusunda da uyum sağlama yeteneğine sahip programlar üzerine de çalışmalar
yapılmaktadır. Artık bilgisayarlar İngilizce, Fransızca gibi doğal dillerde verilen konutları
anlayabilmektedirler.
61
Makineler ve Duygular
“Yapay zekâ ölümü kavrayabilir mi?” sorusu, ontolojik bir sorudur ve bu kitabın ana
konusudur.
Asıl sorun, yapay zekânın “ölüm” gibi, insanın “bilinç” düzeyinde algılayamadığı bir kavramı
anlayamayacağıdır. Bir çok bilimkurgu filmi, ki bunlardan en son örnek olarak Matrix filmi,
insan ile makine arasındaki en önemli farkın “duygulanım” olduğunu iddia etmiştir. Fakat
duygular acaba ne kadar önemlidir ya da duyguları yani beynimizin limbik yapısını yapay zekâ
çalışmaları için önemsiz kılmak mümkün müdür?
Duygulanım, insanı insan yapan en önemli özellik olarak görülür. Fakat insanı makinelerden
ayıran tek şey aslında yalnızca limbik yapısı değildir. Tüm canlıları makinelerden farklı kılan
ve hayatları süresince örgütlenme yapılarını değiştiren şey, ölüm duygusu ve ölümdür.
Ölümlülük ve yapay zekâ üzerine çok fazla eser verilmemiştir. Fakat yapay zekâ ve duygular
konusunda hem senaryolar hem de kitaplar hazırlanmış ve bu konu uzun zaman bilimkurgu
dünyası için önemli bir yer teşkil etmiştir. Bertrand Russell, işte o efsanevi soruyu 1990’lı
yıllarda sorar: “Makineler mi duyguları yok edecek, yoksa duygular mı makineleri yok
edecek?” 69 Bu soru 90’lı yıllardaki yoğun teknoloji patlaması karşısında önemli bir gündemi
oluşturmuştu. “The Terminator” gibi dönemine fazlasıyla damgasını vurmuş ve teknoloji
paranoyasının işlendiği filmde, robotların dünyayı ele geçirmesi ana temaydı ve bir çok
insanın kafasında makinelerin dünyayı ele geçirmesi kaygısını tetikledi. Bu mümkün olabilir
miydi? Yoksa biz insanlar, yarattığımız şeyin hakimiyetine girmeyecek kadar büyük bir
iktidarın sahibi miydik? Ya da en önemlisi, bizi yaratan doğaya hakimiyetimiz gibi, bizim
yarattıklarımız da bizi hakimiyeti altına almayı başarabilecek midir? Tüm bu sorular aslında
bilimkurgu soruları olarak görülse de, sanayi devrimi sonrasında ve şimdi de enformasyon
çağı diye nitelendirdiğimiz yoğun teknoloji döneminde, makinelerin hayatımız içinde çok
önemli bir yeri olduğunu kabul etmek gerekir. Bu bir ele geçirme metodu mudur bilinmez ama
onlar olmadan yaşayamadığımız ve tarihin devinimini de makinelerin ele geçirdiği
yadsınamaz gerçek. Bu kitabın ana etki noktası, Japon teknolojisinin insanlar üzerindeki etkisi
olmuştu. Bir haber programında, Japon oyuncak firmasının ürettiği basit yapay zekâ sahibi bir
oyuncak hakkında “hayat arkadaşım” terimini kullanan Japonlar, zihnimde ölüm ve teknoloji
bağlantısını tetiklemiştir. Bir yapay zekâ, nasıl oluyordu da bir insanın hayat arkadaşı haline
gelebiliyordu?
Bu sorunun yanıtını bulmak için, ölüm kavramını tarihsel ve etimolojik olarak incelenmesi
gerekti. Çünkü ölmeyen bir nesneye bağlanmak, ölen bir canlıya bağlanmaktan daha
62
seçilebilirdi. İşte bu nedenle, insanların makinelerine aşık olacağı bir çağın yolda olduğu
olasılığı ortaya çıktı.
Russell, 19.yy’da makinelerle ilk karşılaşan toplumların büyüsünden söz eder. Ona göre,
makinelere tapılır, çünkü güzeldirler; değer verilir, çünkü güç sağlarlar; onlardan nefret edilir,
çünkü çok çirkindirler; onlardan tiksinilir, çünkü kölelik getirirler. Russell, makineler karşısında
insanın duygularının çelişkili bir nitelik taşıdığını söyler. Russell, makineleri Bin Bir Gece
Masalları’ndaki cine benzetir. Yani sahibi için iyi ve yararlı, düşmanı için kötü ve tehlikeli bir
yaratıktır makineler. [Russell, 1995, sf.85-88]
Russell, öncelikle insanları gereksinimlerine göre ayırır: İnsanların öncelikle fiziksel
gereksinimleri olduğunu, daha sonra duygusal gereksinimlerine yöneldiğini söyler. Bugünün
sanayi toplumlarında fiziksel gereksinimleri karşılanmamış bir çok aile vardır. Russell’a göre
bu ailelerin mutluluğa ulaşmalarındaki yol gelirlerinin artışıdır. Fakat Russell’ınasıl üzerinde
durduğu nokta, yaşamlarını sürdürmek için gerekenden fazlasına sahip olanlardır. Russell,
öncelikle gelir artışı konusu üzerine yoğunlaşır. Çünkü ona göre, herkes gelirini artırmak ister.
İlk başta bu istek maddi gözükebilir ama Russell’a göre, sosyal sınıfımızın değişmesini
istediğimiz için gelirimizi artırmak isteriz. İşte bu noktada makinelerin mutluluğu getirdiğini ve
hayat şartlarını değiştirdiğini söyleyebiliriz. Russell’a göre makineler bizi doğal davranma
rahatlığından ve çeşitlilikten yoksun bırakır. Makinelerin kendilerine özgü işleyişleri ve
kendilerine özgü vazgeçilmez istekleri vardır. Büyük bir fabrikası olan bir kimse onu sürekli
çalıştırmak durumundadır. Duygular açısından makinenin yarattığı en büyük sıkıntı onun
düzenliliğidir. Ve doğaldır ki makineler açısından da, duygulardaki en büyük kusur tersine
düzensiz olmalarıdır. [Russell, 1995, sf.90-91]
Russell, makinelerin yaşam tarzımızı değiştirdiğini söyler. Bunun sonucunda uyum bozukluğu
da yaşanmıştır. Russell, bu noktada psikanalize başvurur. Ona göre, insanların hareketlerinde
yöneldikleri amaçlar, bilinçli olarak seçtikleri amaçlar değildir. Bu bütünüyle irrasyonel birtakım
fikirleri de beraberinde getirir ve insanlara neden öyle yaptıklarının farkında olmaksızın, bir
amaç peşinden gitme olanağı verir. [Russell, 1995,sf.90-94]
Russell, makinelerle olan ilişkimizde bilinç dışı durumların da varlığına değinmiştir. Yani bir
süre sonra makinelerle olan ilişkimiz bilinçli bir ilişki olmaktan çıkar. Bu tıpkı elektrikler
kesildiğinde gelen huzursuzluk gibidir. Ya da bilgisayarı bozulan bir çocuğun yapacak başka
bir şey bulamadığı için yaşadığı sıkıntıdır. Yani artık diyebiliriz ki gerek Russell’in gelir düzeyi
üzerinden ele aldığı gibi, gerekse makinelere olan bilinç dışı bağımlılığımız gibi makineler
henüz duyguları hissedemezlerse de, bizim duygularımızı yönlendirirler.
63
YAPAY ZEKA UYGULAMALARI
Sinema ve Korkulan Makine Senaryoları
Sinema izleyicileri yapay zekâ ile ilk kez 1900’lü yıllarda karşılaşmışlardır. 20. yüzyılın ikinci
yarısında bir anda popüler olan bilimkurgu filmleri ve filmlerdeki robotlar, kendilerinden sonra
da bu türde birçok örnek yapılacağının habercisi oldular. 1907 yapımı “The Mechanical Statue
and the Ingenious Servant”, 1909 yapımı “The Rubber Man” ve 1910 yapımı “Dr. Smith's
Automaton” bu alanın ilk örnekleriydi.
Bu filmlerin konuları birbirlerine oldukça benzer. İnsanlar kendilerine hizmet etmeleri amacıyla
makineler yaratır ama bir gün bu makineler kontrolden çıkarak insanlığa saldırarak bir savaş
başlatırlar.
1950’li yıllara gelindiğinde Hollywood, teknolojiye daha iyimser bir gözle bakmaya başlamıştır.
Amerikalı izleyiciler atom savaşları ve radyasyonun etkileri nedeniyle teknolojik ilerlemelerden
korkuyor olsalar da, komünist istila korkusu, tıp ve endüstrideki savaş sonrası gelişmeler,
uzay çalışmalarındaki yarışın başlaması gibi faktörler nedeniyle ülkelerinin teknoloji ustalığını
artırma yolundaki çabalarının destekçisiydiler. Çünkü teknolojideki ilerleme global anlamda
artan güç, zenginlik, sağlık, güvenlik ve boş zaman anlamına geliyordu ve bu nedenle
Hollywood'un da son teknoloji ürünü yapay zekâ örneklerini konu etmesinde bir sakınca
yoktu. Ne de olsa teknoloji öylesine güçlü ve kudretliydi ki, yarattığı her sorunun çözümünü
yine kendisi bulabilirdi. Bunun en iyi örneği, 1957 yapımı “The Invisible Boy” isimli filmdi.
Dünyayı ele geçirmeye, tüm insan ırkını köle etmeye ve evrendeki tüm organik yaşamı sona
erdirmeye karar vermiş bir süper bilgisayarın hikâyesinin anlatıldığı bu filmde, iyi kalpli
bilgisayar Robby, cani atasının planlarını engelleyerek insanlığı kurtarıyordu. Ancak bu
dönemde yapay zekâ karşıtı filmler de yapıldı. Mesela 1954 yapımı “Gog” isimli filmde Gog ve
Magog'la birlikte bir uzay araştırması merkezinin kontrolünü ele geçiren süper bilgisayar
NOVAC, bu tehdidin en iyi örneklerindendi. Bu dönemin filmleri genellikle yapay zekâ
konusunda bilgilerin yanlış kişilerce ele geçirilmesini işlemiştir.
1960’lı yıllarda filmlerdeki teknolojik sürece yaklaşım oldukça kötümserleşmeye başlar.
Teknolojideki ilerlemelerin sonucunda, beyazperdedeki yapay zekâ örneklerinin oluşturdukları
tehditler daha kapsamlı ve zor kontrol altına alınır hale gelir. Öyle ki bazı robotların saldığı
tehditler, tüm insanlığı ve gezegeni tehlikeye atabilecek boyutlara ulaşır. Çünkü soğuk
savaşın kızışmasıyla birlikte, global anlamda bir nükleer tehdidin teknolojik bir problem olduğu
ve daha da kötüsü teknolojinin kendisinin, kendisine çözüm olamayacağı anlaşılır.
64
1969 yapımı “Colossus” adlı filmin merkezinde de bu fikir yatar: ABD'nin tüm nükleer
cephanesini kontrol etmek amacıyla tasarlanmış bir süper bilgisayar tüm dünyanın yönetimini
ele geçirmeye karar verir ve insanlar onun emirlerine her karşı çıktığında nükleer savaş
başlıklarını patlatmaya başlar. Bu dönemde filmlerde yapay zekânın yok edicilik tarafının yanı
sıra, bundan çok daha büyük bir tehlike de konu edilir: Yapaylarıyla birlikte yaşayan doğal
zekâlar, insani özelliklerini kaybetmiş ve robotlardan daha yapay hale gelmişlerdir. Bunun en
çarpıcı örneğine “2001: A Space Odyssey” isimli filmde rastlanır. Bu filmdeki HAL-9000 isimli
bilgisayarın davranışları, insanlardan oluşan duygusuz ve robot benzeri keşif ekibiyle
karşılaştırıldığında çok daha insancıldır. HAL'ın sistem dışı bırakıldığı sırada korktuğunu ve
acı çektiğini söylemesiyse, insan astronotlardan hiçbirinin ölümünde hissedilemeyen acıklı bir
durumdur.
1970'lere gelindiğinde 1960'lardaki teknoloji korkusunun güçlenerek iyice zirveye ulaştığı
görülür. Ancak bu dönemin filmlerindeki teknoloji tehdidi, devletler arasındaki soğuk savaşlar
ve uzay savaşlarından çıkıp, yerini bilgisayarların günlük hayattaki tehlikelerine bırakır.
Bilgisayarlaşma kültürüne ve yapay zekâ çalışmalarına duyulan histerik düzeydeki korku,
beyaz perdeye de yansır. Neyse ki 1977 yılında “Star Wars” imdada yetişir ve 1950'li yılların
filmlerindeki teknoloji taraftarlığını geri getirir.
1980'li yıllarda, sinemanın gelişmiş teknolojiye yaklaşımı oldukça şizofrendir. Teknolojik
gelişmelere duyulan hazımsızlık ve kötümserlik, 1982 yapımı “Bladerunner” ve 1984 yapımı
“The Terminator” adlı filmlerde kendini gösterir. Bu filmlerde teknoloji ürünü yapay zekâ
örneklerinin birincil amacı, insanlığı yok etmektir. Diğer yandansa yine bu dönemdeki bazı
filmlerde, robotlar birer komedi unsuru olarak kullanılır. Bunda, 1970'li yılların filmlerindeki
tehdit ve korku dolu senaryoların artık gerçeğe dönüşmüş ve bilgisayarların günlük hayatın bir
parçası haline gelmiş olmasının payı vardır. Bu sayede daha tanıdık ve daha az korkulur hale
gelen bilgisayarlar, artık gizli devlet araştırmaları ya da yeraltındaki laboratuarlarda kullanılan,
insan ırkını yok etmeye yönelik üstün araçlar olmaktan çıkmış ve sosyal hayatın basit ve
vazgeçilmez bir parçası haline gelmiştir.
1990'larda yapay zekânın beyaz perdedeki yansımalarında İnternet'in yaygınlaşmasının ve
telekomünikasyon yöntemlerindeki ilerlemelerin ciddi etkilerine rastlanır. “Terminator 2” gibi
filmler yapay zekâ örneklerince ele geçirilmiş gelecek tehditlerini salmayı sürdürse de, filmler
daha çok bilgi yoğunluklu toplumu konu eder hale gelmiştir. Bu dönemde akıllı makinelerin
insan zekâsını yeniden yaratması konusu gündeme gelir ve sanal gerçeklik kavramı keşfedilir.
“Lawnmower Man”, “The Net”, ve “Ghost in the Shell” gibi filmlerde bilgi ağları ve bilgisayar
ortamında oluşturulmuş dünyalar, siyasi casuslarla ve seri cinayetler işleyen katillerle doludur.
İşin en tehlikeli yanıysa, artık tek bir düğmeye basarak bir insanın tüm kimliğini yok etmenin
olanaklı oluşudur.
65
Sinemada yapay zekâ konusunun kullanımının önemli bir örneği de, Steven Spielberg'in
yönettiği “Artificial Intelligence” isimli filmdir. Bu filmde izleyiciler ilk kez yalnızca sevmeye
programlanmış bir robot çocukla karşılaşır. İnsanların, robotların neden olduğu sorunlarla
mücadele ettiği örneklerden farklı olarak, bu filmde sorun yaşayan kişi yapay zekâ örneği
David ismindeki çocuk robottur. Ne insanlardan, ne de robotlardan kabul göremeyen David'in
yaşadıkları, yapay zekâ üzerinde çalışan insanların yarattıkları şey konusunda çok dikkatli
davranmaları gerektiğini bir kez daha gözler önüne serer. Filmde "orga" olarak adlandırılan
doğal zekâlı organik insanların, "meka" denilen yapay zekâ örneklerine karşı takındıkları
tavırlarsa, geçmişte yapılan ırk ayrımcılığından aslında pek de farklı değildir ve bu sahneler,
yapay zekâ tam anlamıyla gerçekleştiğinde yaşanabilecek olası toplumsal sorunlara dikkat
çeker. 70
66
Yapay Zekânın Askeri Alandaki Uygulamaları
TÜBİTAK MAM Bilişim Teknolojileri Merkezi Yapay Zekâ Araştırma Grubu ve Bilim Teknik
ekibinin röportajı:
BTD: Yapay zekânın askeri alandaki temel uygulamaları nelerdir?
MAM: Günümüzde askeri alanlarda sentetik ortamlarda eğitim, tatbikat ve satın almadan,
yeni askeri sistemlerin geliştirilmesine (otomatik hedef tanıma, insansız askeri araçlar vb.)
kadar hemen her alanda yapay zekânın örneklerini görmek mümkün. Askeri araştırmalar, zeki
benzetim sistemleri, askeri imalat, bakım-onarım, harekat planlaması, lojistik, eğitim,
performans değerlendirme, istihbarat toplama ve işleme, istihbarat analizi ve durum tespiti,
sensör kaynaklarının dağıtımı, kuvvet dağıtımı, kuvvet komuta ve kontrolü, güzergâh
planlaması, muharebe taktikleri, otonom / yarı-otonom araçlar, aviyonik, elektronik harp, ve
komuta kontrol istihbarat karşı-koyma, haberleşme, ağ kontrolü, ve enformasyon yönetimi ve
ulaşımı konularındaki yapay zekâ çalışmaları, hızla ilerlemekte. Bu konuda TÜBİTAK
Marmara Araştırma Merkezi’nde de bazı çalışmalar gerçekleştirilmekte ve Avrupa ülkeleriyle
uluslararası ortak projeler yürütülmekte.
BTD: Bu uygulamalar ne gibi somut yararlar sağlıyor?
MAM: Yapay zekânın 1970'Ii yılların sonuna doğru özellikle ABD'de endüstriyel alandaki
başarılı uygulamaları, kısa zamanda askeri çevrelerin yoğun şekilde dikkatini üzerinde
topladı. Gelişmiş ülkelerin savunma bakanlıkları ile kara, deniz ve hava kuvvetleri bu yeni
teknolojiden faydalanmanın yollarını araştırmaya başladılar. Bu çalışmalarla, askeri
sistemlerin (özellikle silahların) performansları artmakta. Askeri personel için daha gerçekçi
savaş ortamlarının sanal dünyada oluşturulması söz konusu olmakta ve gerçek hayatta
yapılması çok zor veya mümkün olmayan eğitim ve tatbikatları gerçekleştirmeleri mümkün
olmakta. Yeni alınacak askeri sistemlere yatırımlar yapmadan önce, bunların performans
değerlendirmeleri yapılabilmekte ve şartnameler daha uygun hazırlanabilmekte. Düşman
kuvvetlerinin davranışları modellenerek, gerekli yeni taktik ve doktrinler belirlenebilmekte ve
denemeler yapılabilmekte. Dahası bu işlemlerin tekrarlanması, fazla mali bir yük getirmeksizin
de mümkün. Sınırlar, kara ve denizden otomatik olarak kontrol altında tutulabiliyor. Hedefler
takip ediliyor ve elde edilen bilgiler daha sağlıklı analiz ediliyor. Yeni silahların oluşturulması
ve insansız yer ve hava araçlarıyla, insan kaybı olmadan savaşlara girmek ve başarılar elde
etmek mümkün oluyor. Bugün, Afganistan'da ABD'nin yaptığı da bu.
BTD: Harp oyunları nedir ve yapay zekâ bunlarda nasıl uygulanır?
MAM: Harp oyunları, askeri öğrencilerin askerlik yeteneklerini artırmaları için bilgisayarlar
yardımıyla savaş senaryolarının oluşturulması ve öğrencilerin farklı taktik ve doktrinleri bunlar
üzerinde denemelerine fırsat veren bilgisayar sistemleridir. Bu alanda da bilgisayar tarafından
67
oluşturulan kuvvetlerin eğitim ve analiz amaçlı kullanılması, ABD'de 1990'ların başlarından
beri oldukça hızlı bir gelişme gösteriyor ve diğer dünya ülkeleri bunları izliyor. Bilgisayar
kuvvetleri programıyla komuta-kontrol yeteneği öğrencilere verilmeye başlandı. Günümüzde
bilgisayarların ve yapay zekâ teknolojisinin gelişmesiyle, önceleri bazı strateji oyunlarına
dayanan savaş oyunları, sonunda yerini simülatör sistemleri ve rakip kuvvetlerin eklenmesiyle
gelişmiş Yarı Otomatik Sistemlere bıraktı. Gelecek nesil bilgisayar kuvvetleri üzerine
çalışmalar da başlatılmış bulunuyor. Bu çalışmalara benzetim teknolojisindeki gelişmeler
eklenerek, artık düşman kuvvetleriyle savaş ortamında modellenerek daha gerçekçi savaş
oyunlarını oynamak mümkün olmakta. Bu sistemlerde amaç, görev seçimi ve görev
planlaması yapılabiliyor ve birden fazla kullanıcı görev alabiliyor.
BTD: TÜBİTAK-MAM'daki yapay zekâ çalışma grubunun yürüttüğü çalışmalar hakkında
kısaca bilgi verir misiniz?
MAM: TÜBİTAK-MAM bünyesinde, Bilişim Teknolojileri Araştırma Enstitüsü'nde 1997 yılına
kadar bir yapay zekâ bölümü bulunmaktaydı. Bu yıl gerçekleştirilen yeniden yapılanmayla,
Bilişim Teknolojileri Araştırma Enstitüsü kurularak bu grup aynı enstitü içerisinde yer alan
Yazılım Sistemleri Grubu içerisine dahil edildi. O tarihten bu yana, çalışmalarını burada
sürdürmekte. TÜBİTAK-MAM olarak bu grup tarafından gerçekleştirilen projeler Batı Avrupa
Silahlanma Grubu (WEAG) içerisinde yer alan ve organize edilen Avrupa Uzun Dönem
Savunma Araştırma programlan olan EUC-LID ve EUROFINDER programları kapsamında
yürütüldü. Bu araştırma programları Avrupa Öncelikli Araştırma Alanları (CEPA) adı verilen
çeşitli öncelikli araştırma alanlarından oluşuyor. Gerçekleştirilen projeler, CEPA ll'in kapsamı
olan modelleme ve simülasyon alanında gerçekleştirilmiş bulunuyor. Şu ana kadar
tamamlanan 3 projenin yanı sıra, 2 projenin yürütülmesine de halen devam edilmekte. CEPA
15 kapsamı olan füze yönlendirme ve kontrol teknolojilerinde, yapay zekâ uygulamalarıyla
ilgili bir proje hazırlık çalışması da halen sürdürülmekte. Bahsedilen projeler uluslararası
araştırma projeleri olarak açılmakta ve Milli Savunma Bakanlığı ARGE ve Teknoloji Dairesi
Başkanlığı tarafından desteklenmekte. Projelerde elde edilen bilgi birikiminin gerekli yerlere
iletilerek milli projeler açılmasına ve uygulamaya dönüştürülmesi çalışmalarına destek
verilmektedir.
BTD: Yapay zekâ çalışmalarının geleceğini nasıl görüyorsunuz?
MAM: Yapay zekâ bilimine olan ilgi sürekli artarken, bir noktaya dikkatleri çekmekte fayda
var. İnsan davranışlarının modellenmesi konusundaki başarılı çalışmalar, insana benzer
robotların yapılması çalışmalarını cesaretlendirmekle birlikte, bu çalışmalarda filmlerde
gösterildiği gibi başarıların elde edilmesi şu an için oldukça uzak görülmekte. İnsan,
bilgisayarlaştırılması mümkün olmayan birtakım yetilere sahip. Toplumumuzdaysa insana
benzer robotların üretileceği ve topluma hakimiyet kuracakları gibi bir anlayışın yayılması,
yeni araştırıcıların dikkatlerini sonuçsuz çalışmalara çekebilmekte. Akıl (intellect) ve zekâ
(intelligence) sözcükleri, bizim dilimizde karıştırılmakta. Zekâ aklın bir fakültesi, yani mekanik
68
atölyesi olarak düşünülürse, bunun bilgisayar modelinin kurulması mümkün. Yapay zekâ
bilimcilerinin yaptığı da bu açıdan bilimi ilerletmek. Akıl ise, sadece insanda olan bir yeti.
İnsanı diğer yaratıklardan ayıran bir özellik. Bunun bilgisayarlaştırılması, insanın yeniden
yaratılmasına denk bir eylem olacaktır. Bunun gerçekleştirilmesini düşünmek olası değil. 71
69
Bilgisayar Oyunlarında Yapay Zekâ
Son yıllarda üretilen bilgisayar oyunlarının kalitesinin gerek görsel, gerekse teknik açıdan çok
hızlı bir artış gösterdiği inkâr edilemez. Gün geçtikçe hızlanan ve güçlenen bilgisayar
donanımları, üzerlerinde oynanacak oyunlardaki gelişimi de beraberinde getirdi. İki boyutlu
basit görünümdeki grafikler, yerlerini artık üç boyutlu gerçek gibi görünen mekânlara bıraktı.
Oyundaki bir karakterin yürürken yaptığı hareketler, neredeyse bizimkiyle aynı. Oyunun bir
savaş sahnesinde işittiğiniz ses efektleriyse, bombanın tam arkanızda patladığını
düşünmenizi sağlayacak kadar etkili. Ancak grafik, animasyon ve ses özelliklerindeki bu
gelişmelere rağmen, tüm bilgisayar oyunlarının temel işleyiş mantığının birbirinin kopyası
olduğunu düşünenler çoğunlukta. Oyun endüstrisindeki kişilere göre bu tekdüzelikten
kurtulmanın anahtarıysa, yapay zekâ.
Yapılan araştırmaların tümü, insanların bilgisayarda oyun oynarken asıl istediklerinin
gerçekten kendileri gibi düşünen bir şeyle etkileşim deneyimi yaşamak olduğunu gösteriyor.
Bir omzun arkasından karşıdaki kişilere ateş etmekle artık yetinemez hale gelen oyun
tüketicileri, oyundaki karakterlerle konuşmak, ilişkiye girmek ve oyunu bu karakterlerle bir
arada düşünerek ilerletmek istiyorlar. Bunun yolu da oyunlarda yapay zekâ örnekleri
kullanmaktan geçiyor. Böyle bir şeyin gerçekleşmesi çok da kolay olmadığından, ancak uzak
bir gelecekte hayata geçebilecek gibi görünüyor. Yine de oyun üreticileri, kişisel bir
bilgisayarda mümkün olabilecek en iyi ve en yüksek derecede etkileşimli "yaşam illüzyonu"nu
yaratmak için şimdiden kolları sıvadılar. İstenene ulaşmak için ileri derecede gelişmiş,
gerçekçi etkileşimli ara yüz kullanımının, kişilikleri zengin, yapay zekâlı karakterlerle
birleştirilmesi gerekiyor.
Bugünkü bilgisayar oyunlarının çoğunda karakterler, kullanıcı tarafından yönetilen kuklalardan
öteye gidemiyor. Bilgisayarın yönettiği, genellikle yalnızca tek bir konuda özelleşmiş yetenek
sergileyen karakterler, insan zekâsına meydan okumadan oldukça uzak. Hamle tabanlı klasik
oyunların çoğunda, karakterlerin genellikle oldukça sınırlı sayıda pozisyon olasılığı var. Ancak
bunun ötesine geçen örnekler de yok değil. 1980'lerin ortasında geliştirilen "Little Computer
People" adlı program, kullanıcıların küçük bir bilgisayar evinde yaşayan animatif bir karakterin
yaşamını izlemesini sağlıyordu. Donanım ve yazılım teknolojisindeki gelişmeler, bundan on yıl
sonra dünyanın ilk sanal kedi ve köpeklerinin ortaya çıkmasını sağladı. Sanal ev
hayvanlarının daha sonraki tarihlerde çıkan versiyonlarıysa, ileri derecede yapay zekâ
özellikleri barındırıyordu. "Creatures" isimli programsa, yapay yaşamın ve genetik
algoritmaların eğlence alanında kullanıldığı ilk uygulamaydı. Bu programda, davranışları sinir
ağları, biyokimya modellemeleri ve yapay çaprazlama ve mutasyon modellerince kontrol
edilen fantezi ürünü memeliler, kullanıcılarca eğitilip besleniyordu. Özellikle son yıllarda
bilgisayarda oyun oynayan herkesin evine giren Sims örneğindeyse, yine genetik algoritmalar
70
kullanılarak bilgisayarda gerçek hayatın bir kopyası oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu oyunda
kullanıcı tarafından seçilen farklı karakterler, belli bir derecede öğrenebilme ve deneyim
kazanma yeteneklerine sahiptir.
Oyun endüstrisi çalışanları, oyunlardaki yapay zekâ uygulamalarını bu saydıklarımızdan
öteye götürmek için çalışmayı sürdürüyor. Ancak, bir bilgisayar oyununda düzeyi doğru
ayarlanmamış bir yapay zekâ uygulaması kullanmanın getireceği dezavantajlar da var.
Bilgisayarın yönettiği karakter kullanıcıya karşı çok hızlı reaksiyon verecek şekilde
ayarlanırsa, oyun kullanıcı için sıkıcı olabilir. Bunun sonucunda oynanabilirlik seviyesi düşen
oyun, başarısız hale gelir. Günümüzde yapay sinir ağları ve genetik algoritmalar alanındaki
gelişmelerin, birkaç oyun dışındakilerce tercih edilmemesinin altında yatan nedenlerden biri
de budur. Geliştirilen oyunların sıkıcı hale gelerek başarısız olmaması için önerilebilecek en
temel çözüm, oyundaki yapay zekâ seviyesini kullanıcının kendisinin belirlemesi olabilir.
Barındırdığı risklere rağmen, oyun endüstrisi yapay zekâ uygulamalarına birçok açıdan uygun
bir alan. Oyun pazarının büyüklüğünün, üretim için harcanan paraların astronomik oluşunun
ve evinde bilgisayar bulunan herkesin en azından bir tane oyun programına sahip olmasının
bunda payı büyük. Sürekli gelişen bir alan olan oyun endüstrisi, yapay zekâ örnekleriyle
zenginleştiğinde kuşkusuz daha eğlenceli hale gelecek.
Sims son zamanlarda yapay zekâ teknolojisini en çok kullanan oyun olarak gösterilebilir. EA
Games’in en çok takip edilen oyunların biri olan Sims, bir çok eklenti paketi ile oyun
takipçilerine yeni olanaklar sundu. Ama şimdi EA Games elindeki son yapay zekâ teknolojisini
de kullanarak, Sims 2’yi piyasaya sürmeye hazırlanıyor. Gündelik hayatın tamamıyla aynısı
olması planlanan oyunda, artık karakterler hem insanların yaşadığı psikolojik ve sosyolojik
aşamalardan geçecekler hem de kitapta bahsettiğimiz ana konu olan ölümü yaşayabilecekler.
Hatta bu karakterler, bir yakınlarının ölmesi sonucunda büyük depresyonlar bile yaşayacaklar.
Bu, yapay zekâ teknolojisinde aslında büyük bir gelişme. Ama yine de, Sims 2’de genetik
algoritmaları kullanılmasına rağmen, sadece tasarımsal karakterler yaratmaktan öteye
gidemiyor.
Günümüzde artık hemen hemen her oyunda kullanıcıya bir yapay zekâ imkânı sunuluyor.
FPS (First Person Shooter) oyunlarından RTS (Real Time Strategy) oyunlarına kadar, her
karakterin minimum da olsa bir yapay zekâ programından söz etmek mümkün.
Bilgisayar oyunlarının yanı sıra, özellikle teknolojinin artık had safhada tüketildiği Japonya’da
oyuncak endüstrisi de yapay zekâ üzerine çok fazla ürün sunuyor. Son zamanlarda
oyuncaklara entegre edilen yapay zekâ programları sayesinde, insanlar kendilerine yeni
arkadaşlar ediniyorlar. Bu durum o kadar trajik bir noktaya geldi ki, artık insanlar
oyuncaklarıyla arkadaşlık kurma ve onları hayat arkadaşları olarak benimseme eğilimindeler.
71
Ne de olsa, en başta da belirttiğimiz gibi ölümlü olmayan bir canlıya bağlanmak, ölümlü bir
canlıya bağlanmaktan her zaman daha çekici oluyor.
72
ZAMAN, ALGI VE YAPAY ZEKA
Ölüm, zaman kavramı ile oldukça bağlantılı bir kavramdır. Çünkü ölüm, zamanın
hesaplanmasının, tarihin oluşumun ardındaki önemli bir olaydır. Ölüm nedeniyle, zaman
sonsuz değil sonlu bir nitelik kazanır. Dolayısıyla, ölüm gelmeden önce insan zamanını
kendince “iyi” bir şekilde değerlendirmek ister. Nasıl ki ölüm toplumların yapısını kökünden
etkiliyorsa, bilincine varmakta zorlandığımız ve çoğunlukla “soyut” olarak nitelendirdiğimiz
zaman kavramı da ölümün varlığını hatırlatır ve toplumların yapısını etkiler. Zaman içerisinde
kaybolmamak için tarihi yaratırız, zaman içerisinde yitmemek ve geriye bir şeyler bırakabilmek
için üreriz.
Norbert Elias zaman üzerine yazmış ve zaman kavramının toplumsal yapıyı ne derece
etkilediği üzerine tartışmıştır. Elias, öncelikle toplum doğa ilişkisini irdelemiştir. Ona göre,
insan toplumlarının, dünyanın insan dışı “doğal” alanının çemberi içinde gitgide genişlemesi,
toplum ile doğanın ayrı ayrı bölgelerde yer aldığı izlenimini veren bir dile ve konuşma tarzına
yaramıştır. Bunun sonucunda doğa bilimleri ile sosyal bilimlerin gittikçe birbirinden ayrılan
yolları ile bu izlenim daha da güçlenmiştir. 72
Elias, zamanın fiziksel ve sosyal olarak ayrı ayrı incelenmesinin bu kavramın yapısı gereği
anlaşılamayacağını söyler. Ona göre, "zaman" sözcüğünün bu isim halini, fiil biçimine çevirip
zaman belirleme sorununu çözmeye çalışırsak, sosyal olayların zaman belirleme faaliyeti ile
fiziksel olayların zamanı belirleme faaliyetini birbirinden ayrı ele alamayacağımızı görürüz.
[Elias, 1988, sf.66]
Elias’a göre insanların zamanı ölçtüğü aletleri geliştirmesiyle sosyal düzlemdeki zaman
belirleme girişimleri artmıştır. Güneşin ve ayın hareketleri gibi, insan dışı doğal araçları
kullanarak zaman belirleme alışkanlığı gerilemeye yüz tutmuştur. Doğal hareketler ile sosyal
zaman belirleme faaliyetlerinin iki ayrı düzlemi arasındaki bağlantı doğrudanlığını kaybetmeye
doğru evrilmiş, ama hiçbir zaman tümden kopmamıştır.
Çok uzun bir süre, insanlar toplumsal ihtiyaçlarından dolayı gök cisimlerinin zamanını
belirlemeye çalışmışlardır. Sosyal alandaki zaman belirleme yönündeki gelişmeler sosyal
gelişmelerden etkilenmiştir. Aynı zamanda doğaya da her zaman bağımlı kalmıştır. [Elias,
1988, sf. 69]
Elias, zamanı çok gelişmiş bir sentez düzeyinin ürünü bir kavram olarak görür. “İnsanların
toplumsal pratiğinin alanına döndüğümüzde ise -hani önemli bir randevuya geç kaldığımızda
hemen fark edebileceğimiz gibi- mecbur kılıcı gücü olan bir düzenleme ve ayarlama
mekanizması olarak karşımıza çıkar zaman.”73
73
Elias, zamanın insanlar üzerinde büyük bir baskı oluşturduğunu söyler. Çok üst düzeydeki bir
sentezleme düzleminin kavramı olarak görünen bir şeyin, insanlar üzerinde böylesine güçlü
bir baskı yapması, onları böylesine zorlaması nasıl mümkün olmaktadır?
Elias, aslında zaman sosyolojisi yapmıştır. Günümüzde de bu konu üzerine fazla araştırma
yapılmamıştır. Bunun nedeni Elias’ın görüşüne göre, zaman sorunlarının geleneksel
felsefenin alışkanlıklarına göre tartışılmasıdır.
Sosyal hayat öylesine gelişmiştir ki, artık saatleri birbirini tamamlayan kesintisiz yıllık takvimler
gibi nispeten bütünlük gösteren matrisleri, çağları gösteren zaman göstergelerini bulmamızı
mümkün kılmıştır. Bu gelişmeyle beraber, zamanın yaşanılması bütün olarak algılanabilmiştir.
Bu gelişmenin yaşanmadığı yerde bu türden bir duygu olmaz. [Elias, 1988,sf.97]
Bu noktada yapay zekânın hem “toplumsal” hem “bireysel” bir durum olan ölümü anlamasının
yanı sıra, zaman kavramını algılaması bile oldukça zordur. Çünkü insanlar uzun bir evrimin
sonucunda bir takım nitelikler kazanmıştır. Fakat yapay zekânın bu evrimi yaşaması, teknoloji
devrimleriyle hızlandırılmaya çalışılmıştır. Ama, ortaya çıkan zekâ, tamamıyla insanın keşfi
olan zaman ve yine insanın kaçınılmaz gerçeği olan ölüm kavramlarını algılamaya yatkın
değildir. Algılaması sağlansa bile bunun insansı bir zekâ olması ve organize sistemler
kurması mümkün değildir. Yapay zekâ, aslında insansı bir taklit becerisine sahip olmasıyla
değil, başka bir ırk olmasıyla öne çıkabilir. Ölmeyen ve anksiyeteleri olmayan, duygulanımsız
bir ırk.
Elias, zamanın gelişim modelini görebilmemiz için öncelikle insan-doğa ilişkisini incelemenin
yerinde olduğunu söyler. Ona göre, insanlar, doğanın içinde kendilerine açtıkları alanın henüz
çok dar ve sınırlı olduğu gelişme basamaklarından geçmiştir. Sosyal alanları oluşturan insan
toplulukları ile insanın dışındaki doğa arasındaki iktidar ve hâkimiyet dengesi eski toplumlarda
doğa lehine değişir. Ayrıca sosyal olayların dönemlerini, tarihlerini belirleme girişimleri de
insanın dışında kalan periyodik doğal olayların ve süreçlerin gözlemlenmesinden elde edilen
sonuçlara bağımlıdır. Doğanın göbeğindeki sosyal adacıkların kapladığı alanlar genişleyip,
bunlar doğa karşısında kentleşme, ticaretin gelişmesi ve üretimin mekanikleştirilmesi
süreçleriyle birlikte nispi özerkliklerini artırdıkça, bu sefer de, bizzat insan yapısı olan zaman
ölçücü ve düzenleyici aygıtlara duyulan ihtiyaç ve bağımlılık da tırmanmaya başlamış, buna
paralel olarak da ayın periyodik hareketleri, mevsimlerin değişmesi ya da med-cezir dönemleri
gibi, doğal zaman ölçütlerine duyulan ihtiyaç ve bağımlılık da azalmıştır.74
Elias, insanların artık kendi yarattıkları sembollerin kol gezdiği bir dünyada, bu sembollere
büyük ölçüde yaslanan bir hayat yaşadığını söyler. Böylece bir zamanlar insanların doğada
74
kendilerine açtıkları bağımsızlık alanlarının özerkliği yavaş yavaş yok olmaya yüz tutmuştur.
[Elias, 1988, 70]
Elias, insanların nesneleştirme eğilimiyle düşündüklerini söyler. Bu yüzden de zaman sorunu
üzerine düşünürken, zaman sözcüğünün biçimi kafamızı karıştırır. Sonunda Einstein,
zamanın bir nesne olmayıp sadece bir ilişki biçimini temsil ettiğini ispatlamıştır. Fakat Einstein
bu müdahalesini ne yazık ki çok fazla derinleştirmemiştir. [Elias, 1988, 65-70]
Sonuç olarak zaman insanlar tarafından nesne gibi algılanıyor. Ayrıca onu sadece
düşünürken değil, dilimlere ayırarak da nesneleştirme eğilimindeyiz. Kısacası varmak, halen
zamanın varolup olmadığı, bizim yarattığımız bir şey olup olmadığı üzerine tam olarak belirli
bir algı yaratamamış durumdayız. Zaman sürekli akan bir şey olarak tanımlanıyor. Zaman
bireysel olduğunda ölümle son buluyor, toplumsal olduğunda bir toplumun tarihten
silinmesiyle son buluyor ve evrensel olduğunda da sonsuza kadar gidiyor.
75
KAYNAKÇA
1. Zygmunt Bauman , Ölümlülük, Ölümsüzlük ve Diğer Hayat Stratejileri”, 2000, Ayrıntı
2. Douglas Hofstader , “Gödel Escher Bach”, 2001,Kabalcı
3. Irvin Yalom, “ Varouşçu Psikoterapi”, 1999, Kabalcı
4. Roger Penrose , Kralın Yeni Usu 2, 1999, Tübitak
5. Bilim Teknik Dergisi , “Yapay Zekâ”. Aralık 2001
6. S.Murat Tura, “ Freud’tan Lacan’a Psikanaliz”, Metis
7. N.Elias, “Zaman Üzerine”, Ayrıntı
8. Zizek, “ İdeolojinin Yüce Nesnesi”, Metis
9. Oruç Aruoba, de ki işte, 1990, Metis
10. Abdullah Doğan, Yapay Zekâ, 2002, Kariyer
11. Bertrand Russell, Sorgulayan Denemeler, 1995, Tübitak
12. Rollo May, Yaratma Cesareti, 1987, Metis
13. Hanna Arendt, İnsanlık Durumu, 1994, İletişim
14. Slavoj Zizek, Kırılgan Temas, 2001, Metis
15. Slavoj Zizek, İdolojinin Yüce Nesnesi, 2002, Metis
16. Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, 1999, Paradigma
17. M.Heidegger, Being and Time, 1962
18. S.Freud, Beyond the Pleasure Principle, 1991
19. Montaigne, Denemeler
20. L.Tolstoy, Ivan Ilych
21. G.Simmel, Freedom and Individual
22. T.Adorno ve M.Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği,
23. J.Derrida, L'Autre Cap, 1991
24. Geoffrey Gorer, Ölümün Pornografisi, 1955
25. John Hick, Death and Eternal Life, 1976
26. M.Mathews ve L.Hoser, A Graphical Language for Computer Sounds
27. Albert Einstein, " Yaşam, Ölüm, Savaş, Barış, Bilim, Din, Tanrı ve Diğer Şeyler
Üzerine...", Sarmal Yayınları 2000
28. Paul Hühnerfeld, " Heidegger Bir Filozof, Bir Alman", Gündoğan Yayınları 1994
76
DİPNOTLAR
1. Z. Bauman, Ölümlülük,Ölümsüzlük ve Diğer Hayat Stratejileri, 1992, s.11 2. M.Heidegger, Being and Time, 1962, sf.210 3. S.Freud, Beyond the Pleasure Principle, 1991, sf.310 3. Oruç Aruoba, “de ki işte”,1990, sf. 17 4. Montaigne, Denemeler, sf.61 5. Z.Bauman, Ölümlülük, Ölümsüzlük ve Diğer Hayat Stratejileri, sf.31 6. Z.Bauman, Ölümlülük, Ölümsüzlük ve Diğer Hayat Stratejileri, sf.17 7. A.g.y. 8. S.Freud, Beyond the Pleasure Principle, 1991, sf.310 9. M.Heidegger, Being and Time, 1962, sf.210 10. O.Aruoba, de ki işte, 1990, sf.29-31 11. I.Yalom, Varoluşçu Psikoterapi, 1999, sf.185 12. L.Tolstoy, Ivan Ilych, sf.131-132 13. I.Yalom, Varoluşçu Psikoterapi, 1999, sf.195-200 14. Z.Bauman, Ölümlülük, Ölümsüzlük ve Diğer Hayat Stratejileri, sf.13 15. Z.Bauman, Ölümlülük, Ölümsüzlük ve Diğer Hayat Stratejileri, sf.14 16. Z.Bauman, Ölümlülük, Ölümsüzlük ve Diğer Hayat Stratejileri, sf.15 17. Z.Bauman, Ölümlülük, Ölümsüzlük ve Diğer Hayat Stratejileri, sf.16 18. Z.Bauman, Ölümlülük, Ölümsüzlük ve Diğer Hayat Stratejileri, sf.17 19. Z.Bauman, Ölümlülük, Ölümsüzlük ve Diğer Hayat Stratejileri, sf.47-48 20. H.Arendt, İnsanlık Durumu, sf.52 21. A.g.y., sf.53 22. A.g.y., sf.54 23. A.Cevizci, Felsefe Sözlüğü, sf.657 24. H.Arendt, İnsanlık Durumu, sf.50-51 25. Z.Bauman, Ölümlülük, Ölümsüzlük ve Diğer Hayat Stratejileri, sf.79 26. Z.Bauman, Ölümlülük, Ölümsüzlük ve Diğer Hayat Stratejileri, sf.80-81 27. Z.Bauman, Ölümlülük, Ölümsüzlük ve Diğer Hayat Stratejileri, sf.81 28. A.g.y 29. A.g.y. 30. A.g.y. 31. A.g.y. sf.91 32. A.g.y. 33. A.g.y. sf.161 34. A.g.y. sf.162 35. A.g.y. 36. Z.Bauman, Ölümlülük, ölümsüzlük ve diğer hayat stratejileri, sf.127 37. Z.Bauman, Ölümlülük, ölümsüzlük ve diğer hayat stratejileri, sf.126 38. Z.Bauman, Ölümlülük, ölümsüzlük ve diğer hayat stratejileri, sf.127-128 39. Z.Bauman, Ölümlülük, ölümsüzlük ve diğer hayat stratejileri, sf.129 40. G.Simmel, Freedom and Individual, sf.219 41. Z.Bauman, Ölümlülük, ölümsüzlük ve diğer hayat stratejileri, sf.133 42. I.Yalom, Varolşçu psikoterapi, sf.352 43. Z.Bauman, Ölümlülük, ölümsüzlük ve diğer hayat stratejileri, sf.133 44. H.Arendt, İnsanlık Durumu, sf.99-100 45. Z.Bauman, Ölümlülük, ölümsüzlük ve diğer hayat stratejileri, sf.135 46. A.g.y. 47. T.Adorno ve M.Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği,sf.22 48. Z.Bauman, Ölümlülük, ölümsüzlük ve diğer hayat stratejileri, sf.136 49. Z.Bauman, Ölümlülük, ölümsüzlük ve diğer hayat stratejileri, sf.137-138 50. J.Derrida, L'Autre Cap, sf.49, 1991 51. Geoffrey Gorer, Ölümün Pornografisi, 1955, 171 52. Z.Bauman, Ölümlülük, ölümsüzlük ve diğer hayat stratejileri, sf.180-185 53. John Hick, Death and Eternal Life, 1976, sf.86 54. Z.Bauman, Ölümlülük, ölümsüzlük ve diğer hayat stratejileri, sf.185 55. O.Aruoba, de ki işte, 1990,sf.23 56. Ahmet Cevizci, Felsefe sözlüğü, 1999, sf.918-919 57. H.Arendt, İnsanlık Durumu, sf.246-247 58. Bilim Teknik, Yapay Zeka, 2000, sf.48 59. D.R.Hofstadter, Gödel, Escher, Bach, 1979, sf.648 60. A.g.y. sf. 650 61. A.g.y. sf. 650
77
62. Ag.y. 63. Vinton Cerf, Bilgisayar Gücü ve İnsan Aklı, 1995, sf.63 64. D.R.Hofstadter, Gödel, Escher, Bach, 1979, sf.661-662 65. Bilim Teknik, Prof. Ahmet İnam, Yapay Zeka, 2001, 46 66. Roger Penrose, Kralın Yeni Usu 2, 1989, sf.111-112 67. Bertrand Russell, Sorgulayan Denemeler, 1995, sf. 85 68. Bilim Teknik, Yapay Zeka, 2000, sf.50 69. Bilim Teknik, Yapay Zeka, 2000, sf.44 70. Norbert Elias, Zaman Üzerine, 1988, sf.68 71.A.g.y. sf.69 72. A.g.y. sf. 65-70
78
www.altkitap.com
2007