İÇİndekİlerbaharesintisi.com/wp-content/uploads/2019/02/basyazilar-2.pdf · 2 İÇİndekİler...

133
1

Upload: others

Post on 01-Feb-2020

15 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

1

2

İÇİNDEKİLER

TAKDİM YERİNE ............................................................................................... 4

GİRİŞ OKUMALARI ............................................................................................ 7

İnsanın kendini keşfi ve kullukta derinlik ............................................................................ 8

Metafizik âlemin üveykleri ve beklenen diriliş .................................................................. 14

Benim Yüzümden!.. ........................................................................................................... 18

Muhâsebe .......................................................................................................................... 24

Muhasebe ve istiğfar ......................................................................................................... 27

Musibetler Karşısında Nefis Muhasebesi .......................................................................... 32

Tevbe, İnâbe ve Evbe ......................................................................................................... 37

Havf ve Haşyet ................................................................................................................... 41

Huşu, Haşyet ve Kalb İnceliği ............................................................................................. 45

Temkin ............................................................................................................................... 49

Sığ Görünen Deryalar ........................................................................................................ 54

MÂİDE-İ SEMÂVİYE ............................................................................................................ 61

LEMA 4. NÜKTE 7. İŞARET 2. Nokta ................................................................................... 67

HALE................................................................................................................................... 68

3

KENDİMİZLE YÜZLEŞME VEYA MUHASEBE ..................................................... 70

Kendi kendimizle yüzleşme veya muhasebe-1 .................................................................. 71

GEL Kİ NEVBAHAR OLSUN ................................................................................................. 73

Kendi kendimizle yüzleşme veya muhasebe-2 .................................................................. 74

Hayat Serâbı ...................................................................................................................... 76

İstikamet âbideleri ............................................................................................................. 77

Allah Erleri ......................................................................................................................... 81

Kendiyle yüzleşmede Peygamber ufku (1) ........................................................................ 83

GÖNÜLLER TAHTIN (KIRIK MIZRAP)................................................................................... 86

Kendiyle yüzleşmede Peygamber ufku (2) ........................................................................ 87

MUNACAT (KIRIK MIZRAP) ................................................................................................ 90

Kendiyle yüzleşmede Peygamber ufku (3) ........................................................................ 91

ALTIN TENLER (KIRIK MIZRAP) ........................................................................................... 94

Kendiyle Yüzleşmede Peygamber Ufku (4)........................................................................ 95

DAVA ADAMI (KIRIK MIZRAP) ............................................................................................ 98

Kendiyle Yüzleşmede Peygamber Ufku (5)........................................................................ 99

DERTLİ SİNELER (KIRIK MIZRAP) ...................................................................................... 102

Nefisle Yüzleşmede Hâlede İlk Halka (1) ......................................................................... 103

Kenetlensin Eller .............................................................................................................. 106

Nefisle Yüzleşmede Hâlede İlk Halka (2) ......................................................................... 107

Senin bakışın .................................................................................................................... 110

Nefisle Yüzleşmede Hâlede İlk Halka (3) ......................................................................... 111

Yaslı Dudaklarda Tebessüm ............................................................................................. 113

Nefisle Yüzleşmede Hâlede İlk Halka (4) ......................................................................... 114

LÜTFEN GEL ..................................................................................................................... 117

Kendileriyle Yüzleşmede Hâle İle Hallenenler ................................................................. 118

Tak boynuma kemendini ................................................................................................. 121

Kendileriyle Yüzleşmede Hâle İle Hallenenler-2 .............................................................. 122

Bir arz-ı hâl ....................................................................................................................... 124

Kendileriyle Yüzleşmede Hâle İle Hallenenler-3 .............................................................. 127

Hepsi Sen’dendi ............................................................................................................... 129

Kendileriyle Yüzleşmede Hâle İle Hallenenler-4 .............................................................. 131

4

TAKDİM YERİNE

Meş'um bir süreç yaşanıyor. Hizmet hareketi yaşanan süreçte adalet-i mahzanın temsilcisi

olmuştur. Haklı olmak tek başına insanı sahili selamete ulaştırmayabilir. Haklı olduktan

sonra, o haklılığın süreç boyunca devam edebilmesi kılı kırk yararak hareket etmeyi

gerektiriyor.

Hocaefendi'nin 2017 kasımında "Kendi kendimizle yüzleşme veya muhasebe" Çağlayan

başyazısıyla başlayan ve hala devam eden yazı dizisi bizlere çok önemli tembihleri içeriyor.

Tarafgirliğin bizi kör edip, yanlış taraflara sürüklememesi, Allah muhafaza ahireti

kaybetmeme adına bir yol, bir usül gösteriyor.

Başkalarının mesavileriyle uğraşmama, kendine yönelmeyi, yaptıklarımızı bir kere daha bir

muhasebe duygusuyla otokontrole tabi tutmayı ve bu vesileyle arınma kurnalarına yönelmeyi

salıklıyor. Bunu yapma adına da; Kur'an, Sünnet ve Selef-i Salihinin cadde-i kübrasından bir

güzergâh çizerek bizi o yola davet ediyor.

Hocaefendi, "Kendi kendimizle yüzleşme veya muhasebe-1" yazısında; "İnsan kendini yakın

takibe alamaz ve nefsini, iyiliklere açık, kötülüklere de meyyal yanlarıyla doğru okuyamazsa,

sürçmelerden sıyrılamayacağı gibi, hayatını istikamet içinde sürdürmesi de çok zor hatta

imkansızdır. Bu konuda önemli hususların başında, heva-i nefsin dizginlenmesi gelmektedir."

buyurarak nefis ve hevaya tabi olunmamasının en önemli nokta olduğuna işaret eder.

İmam Şafii hazretlerinin "Sen kendini hakla meşgul etmezsen, bâtıl şeyler ruhunu sarar ve

seni hep meşgul eder" ifadesine dikkat çekerek, hak adına, hizmet adına bir vazifenin

bulunmasının hayatiyetine işaret eder.

İkinci yazıda ise; "İnsanın kendiyle yüzleşmesi ve hayatını hep "Hasibu enfusekum kable en

tuhasibu" -Hesaba çekilmeden önce, kendinizi hesaba çekin- çizgisinde sürdürmesi nefis ve

hevâya karşı kararlı duruşa ve mutlak sonsuzluğun O'na(c.c.) ait olduğu iz'anıyla kendini

sıfırlamasına bağlıdır." diyerek muhasebedeki sürekliliğe, acz ve fakr duyguları içinde

benlikten sıyrılıp, kendini sıfırlamaya dikkat çeker.

" 'Ben' diyene bütün verâların kapıları kapanır; yukarıdan aşağıya şefkat tokatları inip

kalkmaya başlar.. ve Sonsuz karşısında kendini sıfırlamaya gitmeyen böyle tali'sizler cebri

sıfırlanmaya tabi tutulurlar." buyurarak, benlikten sıyrılamayan ve bu sıfırlanmayı

yapamayanları bekleyen tehlikeye dikkat çeker.

İnsanı değerli kılan veya başaşağı götüren hususlarla ilgili; "O vicdanında hiçliğini duyup

hissettiği ölçüde marifet, muhabbet ve zevk-i ruhani ufkuna açılmış olur ve Hakk'ın mücella

bir aynası haline gelir. Aksine enaniyetle köpürüp, gurur ve kibirle gümleyedurunca da iç içe

küsûflar yaşar ve şeytanın mel'abesi haline gelir." buyurur.

5

Yolumuzun erkanları olan; acz, fakr, şevk, şükür, tefekkür ve şefkat düsturlarına çağrıda

bulunur ve "bu yolda sık sık kendini analizlere tabi tutar.. kirli ve nurlu yanlarıyla kendini

doğru okur. İsten-pastan arınma ameliyeleriyle oturur-kalkar.. üzerine yoğunlaştığı bu tür

hamle ve aksiyonlarla başkalarının isini-pasını görmez, görse de onlarla meşgul olmaz."

buyurarak bizleri bir muhasebeye, iç döküp sızlanmaya ve arınmaya davet eder.

"İstikamet abideleri" ni tarif ederken, onların hadiselere bütüncül nazarla bakmalarını en öne

koyar ve bu sayede "doğru görür, doğru düşünür ve her hamlelerini hak mülahazasına

bağlarlar." der. İstikamette iç-dış bütünlüğünün çok önemli olduğunu, dışta ahseni takvime

mazhar olmanın hakkını verirken içte en küçük bir mülahaza kirlenmesine sebebiyet vermeme

adına, arınma adına Hakk'a teveccüh kurnalarına koşulmasını ve bir gergef gibi iç-dış

yolculuğunun örülmesini ifade eder.

İstikamet abidelerinin mutlak kemalini temsil eden Efendimiz(sav)'in engin ruh haleti

içerisinde, temkin tavrı, arkasındakilere rehberlik mülahazasıyla, mehafet ve mehâbet

düşünceleri itibariyle her zaman tir tir titreyen gönlünden dökülen dualardan örneklerle

kendimizle yüzleşme kapısını aralar.

Sonraki yazılarda insanlık semasının güneşleri olan peygamberlerin, istiğfar, inabe, evbeye

koşmalarını Kur'an penceresinden göstererek, kendimize gelme, kendimizle yüzleşme adına

Kur'an-i bir ufka bakışlarımızı yönlendiririr.

Güneşlerden sonra yıldızlara ve hususiyle Kamer-i Münir'in(sav) etrafındaki halkaya

nazarlarımızı çekerek, "Bu Bekr u Omer u Hazreti Osman u Ali" efendilerimizin, kıyas kabul

etmeyen, enginlikleriyle gök ehlini imrendirecek bir konumda bulunmalarına karşın her

zaman kendilerini bir mücrim gibi yerden yere vurmalarını Kulubuddaria'dan dua örnekleriyle

bize gösterir. Kendimize gelme ve kendimizle yüzleşme adına Peygamber yoluna

himmetlerimizi sevk eder.

Selef-i Salihinin Caddeyi Kübrasını "Hâle ile hallenenler" diye tarif eder. Bu yolun yolcularının

gözleri ve gönülleri Hâle'de olan Hak kapısının sadık bendeleri olduğunu ifade eder. Derinden

derin iman ve irfanları, maddi-manevi donanımlarının tamlığı, bütün benlikleriyle dünya ve

mafihadan sıyrılmaları, nefis ve hevânın kirli dürtülerini ayaklarının altına almalarına rağmen

tir tir gönülleri ile günahlarla kirlenmiş mücrimler gibi inleyip dururlar diyerek selef-i salihinin

cadde-i kübrasında yürümenin işaret taşlarını belirler. Bu ufkun kahramanlarının kendileriyle

yüzleşmeleri nazarlarımıza sunularak kendimize gelme adına ihtiyaç duyduğumuz hususun bu

izleri takip etmek olduğunu ihsas ettirir.

Bütün bu yazılarla murad nedir? Belki topyekün cemaat olarak nefsi emmareden sıyrılıp,

insaniyetin ilk basamağı olan nefsi levvame ufkuna çıkıp bir seyri süluku ruhaniyeye yelken

açmamızdır murad. Belki bu hususta tamamlamış olduğu seyr-i süluku ruhanisinin

merdivenlerinin basamaklarında bizlere rehber olacak bazı işaretleri gösterip, o seyrin

gölgesinde yol aldırmaktır murad. Belki de iç döküp halini şerh etmeden önce Kur'an, Sünnet

ve Selef-i Salihinin caddeyi kübrasında takip ettiği izlere işarettir murad. O nokta bize açık

olmadığından Allahu alem kaydını koyarak geçelim.

6

Seyr-i süluku ruhani adına devam eden bu yolculuğun Zeynel Abidin durağında, bu yazılara

bütüncül bir nazarla bakma ve okuma adına istifadeli olacağı kanaati bizde oluştu. Bu amaca

matuf devam eden serinin bugüne kadar ki yazılarının bir kitapçık formatında

hazırlanmasının hayırlı bir hizmet olacağına kanaat getirdik. Böyle bir kanaatin neticesinde

bu çalışma yapıldı. Yazıların daha engince duyulup hissedilmesi adına giriş bölümünde yine

Hocamızın eserlerinden derlediğimiz bir kavram haritasını çıkardık. Bu kavramların ihsas

ettiği manaların anlaşılmasından sonra bu yazıların okunmasının daha faydalı olacağına

kanaat getirdik. Bu yapılanlarla isabet ettiysek bu Rabbimizin fazlıdır, hata ettiysek Kerim

olan Rabbimiz kusurlarımızı bağışlasın. Hocamızın bu yazılarla muradı ve bizi sevk etmek

istediği ufuk neyse Rabbim onu idrake müyesser eylesin ve o ufka ulaşan talihlilerden eylesin.

Amin..

7

GİRİŞ OKUMALARI

8

İnsanın kendini keşfi ve kullukta

derinlik Tarih: 26 Ekim 2015

Soru: İnsanın Allah’la irtibat ve kullukta derinleşmesinin kendini bilmesi ve keşfetmesiyle mümkün olacağı ifade ediliyor. İzah eder

misiniz?

Cevap: Arapça’da ت ترك ل العادات “Âdetler terkedilmez.”şeklinde bir söz vardır. Bundan العادات ترك

ن هل كات م الم “Âdetlerin terki helâkete götüren sebeplerdendir.”disiplini çıkarılmıştır. Bu açıdan eğer bir mü’min illâ bir şeyi âdet hâline getirecekse, Allah’la (celle celâluhu) münasebeti adına ortaya koyması gereken ibâdet ü taatleri asla terk edemeyeceği âdetler hâline getirmelidir. Şayet insan, ibadet ü taati ve Allah’la sıkı münasebetiyle böyle bir keyfiyeti elde eder de onu vicdanının iç derinliği hâline getirebilirse, bir kısım Hak dostlarının “Bir ân huzur gaybûbeti yaşarsam ölürüm.” mülâhazasına ulaşabilir. Bunun için de onun, her an Allah’ı (celle celâluhu) görüyor veya O’nun tarafından görülüyor olma mülâhazasıyla hareket etmesi; his, şuur ve iradesiyle sürekli O’nun hoşnutluğunun peşinde olması, gazabına götürebilecek davranışlardan olabildiğince uzak durması; mahiyetindeki sevme ve saygı duyma hislerini O’na tevcih etmesi çok önemlidir.

Böyle bir kıvam, inanan herkes için bir hedeftir, daha doğrusu bir hedef olmalıdır ama o hedefe ulaşmak için insan konum ve duruşunu sürekli gözden geçirmeli ve samimiyetle kendine şu soruları sormalıdır: “Acaba böyle bir ufku yakalama adına gerekli olan kıvamı sergileyebiliyor muyum? Bulunduğum konumu yeterli görmeyip, ‘Bir fasıl daha, bir fasıl daha!’ deyip terakki semalarında sürekli ötelere kanat çırpabiliyor muyum?”

9

Hakikat mesleği ve tevazu

Hakikat yolcusunun kalb ve ruh ufkunda seyahat ederken ulaştığı mertebeyi hiçbir zaman yeterli görmeyip sürekli daha yukarıları hedeflemesi çok önemlidir. Fakat bu sözümüzle onun, bir kısım harikulâde şeyler sergileyerek kendini ifade etmesini değil, Yüce Allah’ı (celle celâluhu) bilip tanıması ve O’nun huzurunda kendisini bir hiç olarak görmesi adına derinleşmesini kastediyoruz. Sözün gelişi insan, kendi gücüyle sadece küre-i arzın değil bütün dünyaların hareket yönünü değiştirse bile, onun Cenâb-ı Hakk’ın büyüklüğü ve icraatı karşısında bunun bir “hiç” olduğunu görmesi ve her şeyi O’ndan bilmesi gerekir. Bu açıdan hakikat mesleğini benimseyenler, suda batmadan yürüme, havada kanatsız uçma, tayy-i mekân yaparak bulunduğu yerde otururken bir anda Kâbe’yi tavaf etme gibi harikulâdeliklere kat’iyen talip olmamalıdır. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın, bazı veli kullarına verdiği bu türlü mazhariyetlere talip olma, hakikat mesleğinin ruhuna zıttır. Hakikat mesleğinde esas olan tevazudur, mahviyettir, nefsini yerden yere vurup kendini hep sıfır görmektir. Bu arada şunu ifade edeyim ki, bu tür mânevî makam ve payelere talip olmayan hakikat kahramanları, elbette ki kaymakamlık, valilik, vekillik, bakanlık ve benzeri dünyevî makam ve payelere de hiç talip olmazlar.

Bu ifadelerle idareye ait o makamların hafife alındığı, küçük görüldüğü anlaşılmamalıdır. Fakat talip olunan yüksek değerlerin büyüklüğü karşısında bu türlü şeylere meyletmek, talip olunan o hakikatlere bir saygısızlık olur. Yürünen bu yolda eğer “Allah rızası” denmişse, ondan daha büyüğünün olmadığı; “O’nun cemâli” hedeflenmişse, ondan daha müstesnasının bulunmadığı; Firdevs’e talip olunmuşsa, ondan daha önemli bir yerin söz konusu bile olamayacağı bilinmelidir. İnsan bir kere bu yüce gayeleri hedeflemişse, artık onlardan dönüp başka şeylere teveccühte bulunmak, onlara karşı saygısızlık olur. Evet bir hakikat eri, Resûl-i Kibriyâ’nın (aleyhi ekmeletüttehâyâ) bir kapı kulu ve âzât kabul etmez boynu tasmalı bir bendesi olmaya talip olmuşsa, Hazreti Mevlânâ’nın ifadeleriyle:

Kul oldum, kul oldum, kul oldum! Ben Sana hizmette iki büklüm oldum. Kullar âzât olunca şâd olur; Ben Sana kul olduğumdan dolayı şâd oldum.

diyerek âdeta avazı çıktığı kadar İslâm’a teslimiyetini ifade mânâsında Hazreti Muhammed Mustafa’ya (sallallâhu aleyhi ve sellem) bende olduğunu haykırmışsa, bunu başka hiçbir şeyle değiştirmez, değiştirmemelidir.

“Ben” diyene kapılar sürmelidir

Ama insan, kendini işin içinden çıkartamamışsa benliğine takılır kalır. Benliğine takıldığı ölçüde de o, şeytana yakın, Allah’a (celle celâluhu) uzaktır. “Ben” diyene, hiçbir zaman Allah’a giden yolda kapılar açılmaz. Her açmak istediğinde o, kapıları sürekli kapalı ve sürgülü bulur, o kapının önünde beyhude bir şekilde bekler durur. Çünkü bir yerde iki tane “ben” olmaz. Esasen “ben” demekte kibir emaresi vardır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), kapısının tokmağına dokunan sahabîye, “Kim o?” diye sorar, “Ben!” deyince, kapıyı açar.. açar ancak “Ben, ben!”diyerek de o söze karşı rahatsızlığını ortaya koyar. (Buhârî, isti’zân 17; Müslim, âdâb 38, 39) Çünkü ihtimal bu “ben” deyişte bir nevi kibir vardır; âdeta o “benim kendimi tanıtmaya ihtiyacım yok” demiş olmaktadır.

Evet sürekli “ben” deme, âdeta bir davul sesi çıkarma demektir. Malûm olduğu üzere davul, içi bomboş olduğu için ses çıkarır. Sürekli “ben” diyen kişi de kendisini bomboş, hakir bir varlık seviyesine indirmektedir. Zira içi dolu olanlar, dışarıya bir davul gibi ses vermezler. Mevlânâ Hazretleri, bu mânâda boş kimseleri, içinde bir-iki tane oyuncak türünden inci-mercan bulunan, sağa-sola döndürüldüğünde tıkır tıkır ses çıkaran kutulara; dolu insanları da içleri cevherlerle dolu olduğu için dışarıya ses ve sır vermeyen cevher kutularına benzetir.

10

Tevâzu, mahviyet ve hacâletin alâmeti sessizliktir. Bu duygularla hareket ederek ülkesi, milleti ve topyekûn insanlık adına sürekli plan ve proje üretmeye çalışanlar, aksiyon öncelikli insanlardır ve onların icraatları, tıpkı yıldırımların gök gürültüsünden önce hedeflerine ulaştığı gibi, seslerinin önünde yürür. Diğer yandan gösteriş ve âlâyiş, içi boş ama gürültülüdür. Dolayısıyla hayatlarını gösteriş ve âlâyiş üzerine tesis edenler, sadece boş gürültü çıkarmış olurlar. Hâlbuki esas olan, sözlerin aksiyon öncelikli olmasıdır. Nitekim Hazreti İbrahim (aleyhisselâm), دق ل سان ل ي واجعل ف ي ص ين ر خ Gelecek nesiller içinde iyi nam bırakmayı, hayırla anılmayı nasip eyle bana!” (Şuarâ“ الsûresi, 26/84) şeklinde dua ederek gelecek nesillere uzanan kalıcı hizmetler yapmayı Cenâb-ı Hak’tan istemiştir. Bu, aksiyon öncelikli bir sözdür. Onun için insan, bildiği ve yapabildiği kadar tarlaya tohumu atıp gerisini Allah’a bırakmalıdır. Ancak böyle engin bir mülahazayla hizmet etme de Allah’ı (celle celâluhu) biliyor ve tanıyor olmakla mümkündür ki O’nu (celle celâluhu) bilip tanıma ise insanın kendini, kendi konumunda bilmesine bağlıdır.

Kendini bilmeyen Rabb’ini de bilemez

Hadis diye rivayet edilen ربه عرف فقد نفسه عرف من “Nefsini bilen, Rabb’ini de bilir.” (el-Münâvî, Feyzu’l-kadîr 1/225, 4/399, 5/50; el-Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 2/343) sözünde ifade edildiği gibi, fizyolojik yapısıyla, vicdanıyla ve onun dört rüknü olan irade, latîfe-i rabbâniye/kalb, zihin ve hissiyle birlikte kendini tahlil ve analiz eden insan, Rabb’ini daha iyi bilir. Bu sözün mefhum-u muhalifi alınacak olursa, “Kendini bilmeyen, Rabb’ini de bilemez.” demektir. O hâlde insanın, Rabb’ini bilmesi için kendisinin ne olduğunu bilmesi lâzımdır. Hazreti Pîr’in ifadesiyle insan, öyle mükemmel bir “fabrika”dır ki (Bkz.: Sözler s.165 (On Üçüncü Söz, İkinci Makam)) onun her parçası bir diğeriyle ciddî tenasüp içindedir. Aynı zamanda bu varlık, kâinatla da çok ciddî bir tenasüp içindedir. Mesela, insanın ağzı ve onunla yiyeceği şeyler arasında bir münasebet olduğu kadar, gözleri ve onlarla göreceği şeyler arasında da bir münasebet vardır. Hem öyle bir münasebet ki, onunla değişik tecellî dalga boyundaki varlıkları görüp seçebilir.

İnsanın âzâları arasındaki bu tenasüp, onun içinde bulunduğu kâinattaki diğer varlıklar arasında da söz konusudur. Fizikçi ve astrofizikçilerin ifadelerine göre, en uzak sistemlerin bile, yeryüzünde çok küçük görülen insanla bir alâkası ve münasebeti vardır. Ancak bu münasebeti sezip anlayabilmek için işe öncelikle yakın daireden başlamak gerekir. Mesela insan, yiyeceği maddelerle ağzının, göreceği nesnelerle gözünün münasebetleri açısından kendini tahlil ettiği zaman mutlaka Yüce Yaratan’ın varlık ve birliğini gösteren delillere ulaşacaktır. Onun için kudsî hadis diye rivayet edilen ve tasavvuf kitaplarında da yer alan bir mübarek sözde Cenâb-ı Hak, “Ey insanoğlu, nefsini bilen Beni bilir; Beni bilen Beni arar; Beni arayan mutlaka Beni bulur ve Beni bulan bütün arzularına ve dahasına nail olur; nail olur ve Benden başkasını Bana tercih etmez. Ey insanoğlu, mütevazi ol ki, Beni bilesin.. açlığa alış ki, Beni göresin.. ibadetinde hâlis ol ki Bana eresin. Ey insanoğlu, Ben Rabb’im; nefsini bilen Beni de bilir.. nefsini terk eden Beni bulur… Beni bilmek için nefsini terk et; Benim mârifetimle mamur olmayan bir kalb kördür!” buyurmuştur.

Anatomik yapıdan ruhun derinliklerine

Alexis Carrel, daha 1935 yılında yazmış olduğu “İnsan Bu Meçhul” adlı eserinde, insan vücudundaki mükemmelliğe ve mutlaka onun bir Yaratıcısı olduğuna dikkat çekmiş, böylece önemli bir çalışmaya imza atmıştı. Her ne kadar kitabın yazarı, Türkiye’de bazılarının karalamasına maruz kalsa da söz konusu eser, insanımız tarafından okunmuş ve ondan istifade edilmiştir. İnsanlar, -hususiyle doktorlarımız- o kitabı okurken ondaki insan anatomisi üzerine yapılan tahlillere baktığında, o tahlillerin her faslında “Lâ ilâhe illâllah-Allah’tan başka ilâh yoktur.” diyeceklerdir. Zira O’nun (celle celâluhu) kudret eli olmadan insan vücudundaki o harikulâde tenasübü izah etmek mümkün değildir.

İnsan, bu şekilde kendi anatomisi ve fizyolojisi başta olmak üzere onların eşya ile irtibatlarını yani dış âlemini tanıdıktan sonra, iç âlemi de diyebileceğimiz nefsini, vicdan mekanizmasını ve içine doğanları bilmeye yönelmelidir. Zaman zaman “içe doğma” şeklinde de ifade edilen “hiss-i kable’l-vukû”ların yaşanması; mesela, insanın sabah vakti aklına gelen birisiyle ikindi vakti karşılaşması;

11

rüyada âlem-i misal ve âlem-i berzaha ait levhaların insanın müşâhedesine sunulması ve sabah olduğunda rüyada gördüğü bazı şeylerin aynıyla, bazılarının da “tevil-i ehâdis”e vâkıf olanların tevil ettiği şekliyle zuhur etmesi gibi olaylar, onun iç âleminde yaşadığı olaylardır. Bunları sebepler çerçevesinde izah etmek de mümkün değildir. İnsan, bütün bunlardan hareketle kendi iç âleminde yolculuğunu sürdürdüğünde hem kendini icmâlî olarak bilecek, hem de Yüce Yaratıcı’nın varlığına ulaşacak ve Rabb’ini daha iyi tanıyacaktır.

Gerçek hürriyet

Kudsî hadis diye rivayet edilen yukarıdaki sözde, “Beni bilen, Beni arar.” buyruluyor. Bu da bir önceki fasla bağlanabilir. İnsan, Yüce Yaratıcı’yı tanıdıkça, “Acaba O, benden ne istiyor? O’nun yakınlığına nasıl erebilirim, sinemi O’nun iştiyakıyla nasıl doldurabilirim? Zira sinemi O’nun iştiyakıyla doldurmak benim vazifem, O’nun da hakkıdır. Bu sinede sadece O tecelli etmeli, O’ndan gayrı her şeyi (mâsiva) çıkarıp atmalı!” diyecek ve arayışını derinleştirecektir. Fuzûlî, bu hakikati şöyle seslendirir:

Hikmet-i dünya ve mâfîhâyı bilen ârif değil; Ârif odur, bilmeye dünya ve mâfîhâ nedir?

Evet insanın, bu şiirde işaret edildiği gibi, dünya ve içindekileri sinesinden söküp atması, sadece O’nun mülahazasıyla dolup taşması ve zihnini sürekli O’nunla meşgul etmesi lâzımdır. İnsan, bunları yerine getirdiği takdirde Cenâb-ı Hakk’ı bulmuş olacak; O da kulunun bu samimi gayretlerini karşılıksız bırakmayacak ve kudsî hadis diye rivayet edilen sözün devamında buyurulduğu gibi, onun bütün arzularını, hatta daha da fazlasını lütfedecektir. Alvarlı Efe Hazretleri bu hakikati ne güzel ifade eder:

Sen Mevlâ’yı seven de Mevlâ seni sevmez mi? Rızasına iven de Hak rızasın vermez mi?

“Ben, ganimet için Müslüman olmadım Yâ Resûlallah!”

İşte bu mertebeye eren mü’min, değişik arzu ve isteklerin vesayetine girmekten kurtularak hakikî hürriyete kavuşur. Zira merhum Seyyid Kutub’un ifadesiyle “Hakikî hürriyet, Allah’a kul olmaktan geçer.”Evet Allah’a (celle celâluhu) kul olanlar, başkalarına kulluktan kurtulurlar. O’na hakkıyla kul olmayanlar ise başları secdeye gitse bile makama, mansıba, korkuya, yuvaya, rahata, zevk u sefaya, bohemliğe, alkışa, takdire, çoluğu çocuğu adına da yalıya, villaya kulluk gibi onlarca kulluk çeşidi sergileyeceklerdir ki, herhalde cahiliye dönemi müşriklerinin bile bu kadar çok putu olmamıştır!

Evet başka şeylere kul-köle olmaktan sıyrılmanın yolu, Allah’a hakikî mânâsıyla kul olmaktan geçer. Bu konuda sahabe efendilerimizin hayatları ne güzel, ne çarpıcı misallerle doludur. Mesela askerî ve siyasî bir dâhi olan Hazreti Amr İbnü’l-Âs (radıyallâhu anh) çok geç Müslüman olmasına rağmen, bu mevzuda dinin ruhunu öylesine güzel kavramıştır ki, o anlayışa hayran olmamak mümkün değildir.

Bildiğiniz gibi Amr İbnü’l-Âs Hazretleri, Hudeybiye Sulhü sonrasında Müslüman olmak için Medine’ye gidip Efendimiz’in yüce huzuruna çıkar. Mahcubiyetinden dolayı âdeta tir tir titremektedir. Çünkü o güne kadar İnsanlığın İftihar Tablosu’na (aleyhi ekmelüttehâyâ) çok kötülük yapmıştır. Fakat Rahmet Peygamberi (sallallâhu aleyhi ve sellem) yapılan hiçbir kötülüğü deftere yazmamış, onları çoktan unutmuştu. Musafaha yaparken Amr İbnü’l-Âs kendisinden geçmiş, âdeta bir cezbe hâliyle Allah Resûlü’nün mübarek elini sıktıkça sıkmış, bunun üzerine de Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Ne demek istiyorsun yâ Amr?” diye sormuştu. Hazreti Amr, “Kusurumu bağışla yâ Resûlallah!” diye mukabelede bulununca, Allah Resûlü ona, “Bilmiyor

12

musun yâ Amr, ‘Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah’ geçmiş bütün günahları siler, süpürür ve temizler…” fermanında bulunmuştu. (Bkz.: Müslim, îmân 192; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/204) Amr İbnü’l-Âs Müslüman olduktan kısa bir süre sonra Fahr-i Kâinat Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) onu çağırmış, kendisini bir seriyye ile harbe göndereceğini ve neticesinde de ganimet elde edeceğini bildirmişti de o, “Yâ Resûlallah! Ben, ganimet için Müslüman olmadım…” demişti. (Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/197, 202; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 4/467)

Aynı şekilde Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm), kaynaklarda ismi zikredilmeyen bir sahabî efendimize ganimetten hissesini vermek istediğinde, o zat: “Yâ Resûlallah! Ben bunu kabul edemem. Ben -boğazını göstererek- şuradan bir ok yiyeyim de şehit olayım diye Müslüman oldum.” demiş, ganimeti elinin tersiyle itmişti. Neticede o, arzu ettiği gibi boğazına isabet eden bir okla şehit olup ötelere yürümüştü. (Nesâî, cenâiz 61; Abdurrezzak, el-Musannef 5/276; Hâkim, el-Müstedrek 3/688)

Yine Mekke’nin fethine kadar Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem]) karşısında yer almış olan Ebû Süfyan’ın (radıyallâhu anh) gözüne Yermûk Savaşı’nda bir ok isabet etmişti. Ebû Süfyan, çıkan gözünü avucuna aldıktan sonra diğer gözüyle ona anlamlı anlamlı bakmış, “Neye yararsın ki, yetmiş sene kendi sahibini görmedin!” diyerek yere atmıştı. (Bkz.: İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-ğâbe 6/158)

Bütün bu misaller,

“Her mürşide el verme ki yolunu sarpa uğratır Mürşidi kâmil olanın, gayet yolu âsân imiş.” (Niyazî-i Mısrî)

sözleriyle ifade edildiği üzere, insanı yetiştiren muallimin tesirini ortaya koyduğu gibi, aynı zamanda bir hamlede amudî (dikey) yükselme adına da misal teşkil etmektedir.

İşte günümüzün inanan gönülleri de, kendilerine ashâb-ı kiramı örnek alıp hiçbir dünyeviliğe tâlip olmamalı; hele hele devletin herhangi bir kademesinde görev yapıyorsa, makamının kredisini kullanarak kendisine, çoluk çocuğuna, yakınlarına çıkar sağlamamalı; araba, uçak, yat, gemi.. vb. şeyler peylememelidir. Meşhur bir atasözünde denildiği gibi o sadece “Allah bes, bâki heves!” deyip Hak rızası istikametinde yürümeli, sadece O’nun rızasına tâlip olmalı; hedeflediği rızâ-i ilâhîyi, cemâlullâhı, iştiyak-ı likâullâhı ve maiyyet-i nebeviyeyi hiçbir şeye değişmemelidir. Hatta bunlardan vazgeçmesi karşılığında ona cennetler teklif edilse bile, “Allah Allah! Bunlar bende nasıl bir eğrilik gördüler ki bana rızâ-i ilâhînin, iştiyak-ı ilâhînin, ru’yet-i ilâhiyenin berisinde bir şeyler teklif ediyorlar.” diyebilme yiğitliğini göstermelidir. Yüreğini öylesine bu duygularla “lebrîz” etmeli, doldurup taşırmalı ki başka şeyleri içine almasın. Zira bunların yanında gökte uçma, suda batmadan yürüme, insanların içini okuma, çehrelerine bakarak başlarına gelecek şeyleri onlara söyleme gibi şeyler, çer-çöp denecek kadar basit kalır.

Hâsılı, kendini iman ve Kur’ân hakikatlerini i’lâya ve ruhunun âbidesini ikâme etmeye adamış insanlar, izah edilen hususlara çok dikkat etmek mecburiyetindedirler. Evet onlar, dünya ve mâfîhâ adına her şeyi ellerinin tersiyle itmeli ve رت كما فاستق م أ م “Sana nasıl emredilmişse öyle dosdoğru hareket et.”(Hûd sûresi, 11/112) âyeti hükmünce, kendi tarz-ı telâkkilerine göre doğru bildikleri şeylere göre değil, doğruluk denilince nezd-i ulûhiyette neye karşılık geliyorsa işte o şekilde doğru olmaya çalışmalıdırlar.

13

14

Metafizik âlemin üveykleri ve beklenen

diriliş Tarih: 19 Nisan 2015

Soru: İnsanın maneviyata ve metafizik âlemlere açılabilmesi hangi hususlara bağlıdır?

Cevap: Bazı insanlar, maddiyatı her şey gördüklerinden dolayı manaya ve metafiziğe karşı

kapalı bir hayat yaşarlar. Bu kişilerin maneviyata kapalı kalmasında fıtratlarının belli bir tesiri olsa da, asıl üzerinde durulması gereken husus onların bu konuda ciddi bir azm u ceht ortaya koymamaları, iradelerinin hakkını vermemeleridir. Esasında inanıyorum dese de, maddiyata gömülmüş, aklı gözüne inmiş insanlar, düşünceleri ve kanaatleri itibarıyla kendi elleriyle kendilerini ciddi bir darlığa mahkûm etmiş olurlar. Mesela onlar, değişik asırlarda yalan söylemeleri ihtimalinin olmadığı güvenilir insanlar tarafından nakledilen binlerce diyebileceğimiz keramet türü hadiselere inanmazlar. Hatta bazıları, rivayetlerin sağlamlığından dolayı kabul etmeye mecbur kalsalar da mucizeleri bile kabul etmek istemez, onları kendilerince değişik tevillerle maddi sebeplerle izah etmeye çalışırlar. Düşünce dünyalarını maddiyatla sınırlandırmış bu kişiler zamanla eşya ve hadiselerin metafizik yönünü anlama istidat ve kabiliyetlerini de köreltmiş olurlar. Bunun neticesinde eşya ve hadiselerin arka yüzünü göremez, şer gibi görünen hadiselerin ihtiva ettiği hikmetleri kavrayamaz ve te’vil-i ehadise vâkıf olamadıklarından dolayı da hadiselerin cereyanındaki değişik manaları anlayamazlar.

Hadiselerin arka yüzü ve hikmetin dili

Hâlbuki hadiseler, meydana geliş keyfiyetleri itibarıyla tıpkı birer âyât-u beyyinât (apaçık ayetler) gibi insanlar için farklı farklı manalar ihtiva eder. Fakat bunu görebilmek için insanın, evvela

15

hadiselere latife-i rabbaniyesiyle bakması ve terkipçi bir kabiliyete sahip olması gerekir. Başka bir ifadeyle insan, şer’î emirleri olduğu gibi tekvinî emirleri de bir kitap gibi okumalı, bütüncül bir nazarla hadiseler arasındaki irtibatı yakalamaya gayret etmeli, sebep-sonuç münasebetlerini görmeye çalışmalıdır. Recaizade M. Ekrem’in ifadesiyle,

Bir kitabullah-ı âzamdır serâser kâinat, Hangi harfi yoklasan mânâsı hep Allah çıkar.

Bazı hadiseler rastlantıya verilecek olsa ve bunların meydana gelme ihtimalinin yüzde bir olduğu söylense bile, bu tür hadiselerin alâkalı olduğu daha başka hadiseler de işin içine dâhil edildiğinde ihtimal hesapları binde bire, milyonda bire ve milyarda bire doğru düşmeye başlayacaktır. Şayet insan, hayatını süzerek yaşasa, zihnine gelen, gözüne takılan, ihsas ve ihtisaslarına çarpan hadiseleri bütüncül bir nazarla değerlendirmeye tabi tutsa bu hadiselerden ve bunlar arasındaki bağlantılardan çok derin manalar çıkarabilecektir. Aynı şekilde insan, kâinatta zerre kadar tesadüfe tesadüf edilmediğini her bir hadiseyle bir kez daha ayne’l-yakîn müşahede edecektir. Fakat bazı felsefecilerin yaptığı gibi hadiseleri münferit mütalaaya alacak olursa, o zaman da kâinattaki her bir harfin altında yatan Allah’a iman mefhum ve mazmununu göremeyecektir.

Bu açıdan maneviyata açılması için insanın, iradesinin hakkını vermesi, hadiseleri iyi süzmesi ve daha baştan hiçbir şeyin manasız olmadığına inanması gerekir. Öyle ki insan elinden düşen ve kırılan bir bardağın bile “te’vil-i ehadis” açısından mutlaka bir manasının olduğunu bilmeli ve o bardağın kırılmasının ifade ettiği mana ve mesajı anlamak için üzerinde düşünmelidir. Fakat yanlış anlaşılmasın bu bakış açısı, hadiseler karşısında tefe’ül ve teşe’ümlere girerek biriyle şımarma diğeriyle de ümitsizliğe kapılma demek değildir. Bilakis her bir hadisenin kendi diliyle anlatmak istediği bir mananın olduğunu kavrama demektir.

Metafizik âlemlere açılmanın sırlı anahtarı: Dua

Varlığın metafizik buudunu görebilmek için ikinci olarak insanın, ibadet ü taat yoluyla nazarî olan bilgilerini derinleştirmeye çalışması gerekir. Hiç şüphesiz en önemli ibadetlerin başında dua gelir. Çünkü o, Allah’a karşı halis bir ubudiyetin ad ve unvanıdır. Dua, sebepler üstü bir ibadet olduğu için, insanı sebepler üstü ufka ulaştırmada en önemli merdivendir.

Peki, insanın duada Allah’tan isteyeceği en önemli ve en büyük talebi ne olmalıdır?

Mesela biz, sabah akşam dualarımızda, رنا الله م ن اج لنا النار م البرار مع الجنة وادخ diyor ve Cehennem’den azat olma, Cennet’e kavuşma arzumuzu dile getiriyoruz. Cehennem’den uzak kalma ve Cennet’e girme hakikaten bir insan için çok önemli hadiselerdir. Fakat işin doğrusu insanın, bunlardan daha öte, istemesi gereken bir talebi olmadır: O da, Allah’ı doğru bilmeyi ve hiçbir zaman O’ndan gafil olmamayı taleptir.

Evet, insanın derin bir konsantrasyon ve şuurla dualarında elde etmek istediği en yüksek gaye bu olmalıdır. Öyle ki insan ellerini kaldırdığında her defasında öncelikle O’nun marifet ve rızasını istemeli ve bu isteğinde öyle ısrarcı olmalıdır ki, O’ndan gelen letaifin, ellerinin içinde karıncalanma meydana getirdiğini duymalı ve âdeta bir şeylerin yağdığını hissetmelidir. Tepeden tırnağa böyle bir gerilimi yakaladığında insan gönlünü yırtarcasına, şakaklarını zonklatırcasına, “Allah’ım, imanımı, marifetimi, muhabbetimi artır. İştiyakınla beni mest et. İçimi aşkınla doldur. Beni yolunun delisi eyle.” demelidir.

Siz hele geceleri bir kalkın ve samimi bir kalble bin defa Allah’tan bunları isteyin. Bakın o zaman Allah (celle celâluhû) nasıl fizik perdelerini yırtıyor, size yeni metafizik ufuklar açıyor ve siz de Allah’ın izni ve inayetiyle ruh ötesi âlemlere muttali oluyorsunuz. Unutmamak gerekir ki, kim bir şeyin arkasına düşer ve bu mevzuda ciddiyet gösterirse, arzuladığı şey kendisine lütfedilir. Ellerini arkasına bağlayıp müstağni bir tavırla “Veriyor musun, vermiyor musun!” diyen bir dilenciye kimse iltifat etmez ve bir şey vermez. Aynen öyle de insanın duasının kabul edilmesi; Allah’a tam bir teveccühle yönelmesine, başını O’nun eşiğine koymasına, ısrarla kapının tokmağına dokunmasına ve dualarına icabet edileceğine inanmasına bağlıdır.

16

Fakat dua, mü’min için bu kadar önemli olmasına rağmen üzülerek ifade etmek gerekir ki, günümüzde millet-i İslâmiyede en az alâka gören ibadet duadır. Maalesef o, çoktan şekil ve formatlara feda edilmiş durumdadır. Hatta camilerdeki dualar bile, ülfet ve gaflet ağında şekle kurban edilmiştir.

Bu ifadelerimizden, camileri ağzına kadar dolduran insanların yaptıkları ibadetlerin, ettikleri duaların kabul edilmediği mânâsı çıkarılmamalıdır. Hâşâ ve kellâ! Allah (celle celâluhû) en küçük ameli bile bir mü’minin lehinde değerlendirir ve zerre miktar dahi olsa onu mükâfatlandırır. Fakat unutmamak gerekir ki, bir insan değer verdiği şeyin kıymetiyle doğru orantılı olarak bir değer ifade eder. Siz dünyalık bir mala, bir köşke, bir villaya değer veriyorsanız, kendi değerinizi ona bağlamış olursunuz. Cennet’e değer veriyorsanız, Cennet kadar bir değeriniz olur. Fakat siz kulluğunuzu ve isteklerinizi, Allah’ın aşk u iştiyakına bağlamışsanız, O, namütenahi olduğu için, siz de namütenahi bir enginliğe ulaşırsınız.

Şayet siz, tesbih, tahmid ve tekbirlerinizle O’nu yüceltiyor, “Allah’ım kâinatın zerreleri adedince Sana hamd ü senalar olsun.” diyerek bunu içinizde duyabiliyor ve O’nu her anışınızda ürperiyorsanız, Allah nezdinde de yeriniz odur. Zira hadis-i şerifin ifadesiyle, nezdinizde Allah’ın yeri ne ise, Allah nezdindeki yeriniz de odur. Bu açıdan, sizin O’na ne kadar kıymet atfettiğiniz, O’nu ne kadar düşündüğünüz, O’nunla ne kadar oturup kalktığınız, O’nu ne kadar hecelediğiniz ve O’nunla ne kadar alâkadar olduğunuz çok önemlidir.

Metafiziğe kapalı değil, kendini metafiziğe kapatan insan vardır

Bir insan, bu ölçüde bir cehd ü gayret göstermeden de Allah ona ekstradan değişik mazhariyetlerde bulunabilir. Bu ayrı bir meseledir. Fakat objektif ve esas olan ölçü, insanın iradesinin hakkını vermesidir. Zira Cenâb-ı Hak; ل نسان ليس وأن سعى ما إ ل ل “İnsan için ancak sa’y u gayreti vardır.” (Necm sûresi, 53/39) buyurmuştur. Mefhum-u muhalifiyle ifade edecek olursak âyetin manası “insana çalışmasının, iradesinin hakkını vermesinin ve Allah yolunda koşmasının karşılığından başka bir şey yoktur” demektir.

Bu açıdan, “Ben, metafizik mülâhazalara açılamıyorum. Misal âlemini bilmiyorum. Hadiseleri bütüncül bir nazarla göremiyor, onlar arasında bir irtibat kuramıyor ve bir senteze ulaşamıyorum.” diyen bir insan öncelikle, bu konuda yapılması gerekli olan şeyleri yapıp yapmadığına bakmalıdır. Acaba böyle bir insan, farzları edadaki dikkatinin yanında peşi peşine hiç aksatmadan kırk gün teheccüd namazına kalkmış ve ardından alnını yere koyarak istenilmesi gereken hususları O’ndan istemiş midir? Bunu yapmayan bir insanın, maneviyata verdiği değer de o kadar demektir. Dolayısıyla bu şahsın maneviyat ufku da ona göre olacaktır. Öyleyse bazı kimselerin maneviyata kapalı oldukları doğru olsa bile, onları bu kapalılığa Allah mahkûm etmemiştir. Bilakis onlar kendi kendilerini maneviyata kapamışlardır. Daha doğrusu, metafizik âlemlere açılma adına yapılması gerekenleri yapmadıklarından, bu mevzuda iradelerinin hakkını vermediklerinden ötürü maneviyata kapalı kalmışlardır.

Soruda yer almasa da, son olarak, konuyla alakalı bir hususu ifade etmek istiyorum: Başlamış olan ve şu an itibarıyla bütün yeryüzüne ümit vaad eden bu diriliş bezminin devam etmesi ve oturtulacağı zemine oturtulması, maddi ve şer’î ilimlerle beraber maneviyata ve metafiziğe açık yetkin insanların eliyle gerçekleşecektir. Evet, fizik ve metafiziğin birleşik noktasında, bu âlemlerin gereklerini de yerine getirebilecek donanımda irade insanları yetiştirebildiğiniz takdirde, Allah dostu olan ve O’nu her şeye tercih eden o maneviyat kahramanlarının eliyle insanlık yeni bir bahara uyanacak, dünyanın çehresi bir kez daha gülecek ve yeryüzü bir baştan bir başa yeni bir dirilişe şahitlik edecektir.

17

18

Benim Yüzümden!.. 15 Haziran 2008

Mü'minlerin, ister ferdî isterse de içtimaî musibetleri kendi günahlarının neticesi bilmeleri mevzuunda her zaman hatırda

tutmaları gereken ölçüler nelerdir?

İman sayesinde, canlı-cansız bütün eşya renk, şekil, desen, mahiyet değiştirip başkalaşmış gibi güler insanın yüzüne.. ve ruh olur, mana olur akar mü'minin gönlüne. Taş-toprak, ağaç-yaprak, gül-çiçek, kuş-böcek.. her şey ama her şey gönül ufkundan ruhlara sürekli bir şeyler fısıldar. Dahası, bütün tekvinî emirler, satır satır, paragraf paragraf önemli birer mesaja dönüşür; his ve şuurlara harfsiz-kelimesiz en tesirli hutbeleri dinletir.

Musibetlerin Asıl Sebebi

Aslında, tekvinî emirler, bazen dar bazen de daha geniş dairede insanların ruh dünyalarına ve Cenâb-ı Hak'la münasebetlerine göre cereyan etmektedir. Ne var ki, sellerin, depremlerin, çeşit çeşit âfetlerin ve hatta ekosistemin bütünüyle bozulmasının temel kaynağına inilemeyince, bunlar birer tabiî hadise gibi kabul edilmekte ve dolayısıyla, bu hadiseler vesilesiyle verilmek istenen mesaj doğru okunamamaktadır.

Halbuki, kainat ağacının şuurlu ve iradeli meyvesi insandır. Bir yönüyle, insan tabiatın bağrında yaratılmış, gelişmiş ve hâl-i hazırdaki kıvama ermiştir; diğer yönüyle de, kainat ağacındaki genel durum insan meyvesine göre şekillenmiştir. Bu itibarla, bir bakıma insan sebep olur, tekvinî emirler ve kainat ise sonuç; bir bakıma da kainat sebep olur, insan ise sonuç. Tekvinî emirler ile insan arasında bu şekilde bir içli dışlı olma meselesi söz konusudur. Onun için -mesela- yer

19

sarsılması ile insanlardaki sarsıntı arasında ciddi bir irtibat vardır. Ne ki, bu ancak iman gözüyle görülebilir.

Tekvinî emirlerde olduğu gibi, ferdî ya da içtimaî hayatta da, arzu edilen bazı şeylerin gerçekleşmemesi veya istenmeyen bir kısım hadiselerin vuku bulması haddizatında insanların ruh dünyaları ile yakından alâkalıdır. Hemen her musibet, bir yönüyle insanın kendisinde başlar, onun boşluklarında beslenip boy atar; zamanla büyümesini tamamlar ve gün yüzüne çıkar. Dolayısıyla, musibetin gerçek sebebi insandır ve bu anlaşılacağı âna kadar sebep-sonuç açısından doğru yorumlar ortaya koymak mümkün olmayacaktır.

Bu açıdan, gerçek sebebi arama ve bulma yolunda atılması gereken ilk adım insanın kendisini sorgulamasıdır. "Bu musibet, benim yüzümden meydana geldi; buna benim tutarsızlığım ve Allah'la münasebetteki kopukluğum sebebiyet verdi!.." diyerek musibeti iradenin hakkını veremeyişe bağlamak ve hemen istiğfara sarılmak mü'mince bir tavırdır. Evet, insan, nefsini problemlerin asıl kaynağı görmelidir ki bu, aynı zamanda zımnî nedamet, tevbe ve istiğfar sayılır.

Nitekim, Kur'an-ı Kerim'de, "Başınıza gelen her musîbet, işlediğiniz günahlar (ihmal ve kusurlarınız) sebebiyledir, kaldı ki Allah günahlarınızın çoğunu da affeder." (Şura, 42/30) denilmektedir. Bu itibarla, mü'minlere gelen sıkıntılar, onlar için keffarettir. Fakat, günahların neticesi olmayan musîbetler de yok değildir; mesela, Allah'ın dinine hizmet yolunda çalışan bir kimsenin çektiği sıkıntılar, onun Allah katındaki derecesinin yükselmesine vesiledir. Dolayısıyla, diğer insanlar söz konusu olduğunda, musibetlerin onların günahlarından kaynaklandığını düşünmek su-i zan sayılır; hüsn-ü zanna memur olan mü'minlere yakışan, musibetler sayesinde başkalarının Allah'a kurbet mazhariyetine erdiklerine inanmalarıdır. Ne var ki, kendileri hakkındaki mülahazaları hep "Kuraklık ve kıtlık var; benim yüzümden!.. İşler yolunda gitmiyor; benim yüzümden!.. Falan mesele fiyaskoyla neticelendi; benim yüzümden!.." şeklinde olmalıdır.

Günahlarım Yüzünden Ümmet-i Muhammed'i Mahvetme!..

Bilindiği üzere; Hazreti Ömer Efendimiz döneminde büyük bir kıtlık oluyor. Öyle ki, insanların açlıktan ölmemeleri için yeme içme mevzuunda bir gıda nizamnamesi vaz' ediliyor ve herkese belli ölçüde yiyecek içecek veriliyor. Hazreti Ömer (radıyallahu anh) "Medine'nin en fakir insanı ne yiyip içiyor ve nasıl geçiniyorsa, benim hayat standardım da öyle olmalı!." diyor; insanların ekseriyetinin zeytinyağına ekmek banarak beslenmeye çalıştığını öğrenince, kendisi de hep öyle yapıyor. Aslında, her zaman sade yaşayan Büyük Halife, o umumi nizamnameye uyma mevzuunda daha da hassas davranıyor. Kıtlık devam ettiği sürece et ve balık gibi lezzetli bir yemeği asla ağzına koymadığı gibi, umumî musibeti de kendinden biliyor ve "Allahım! Benim günahlarım yüzünden ümmet-i Muhammed'i açlıkla helak etme!.." diye dua ediyor.

Hazreti Ömer'in yanından hiç ayrılmayan Hazreti Eslem der ki: Eğer kıtlık bir müddet daha uzayacak olsaydı, Mü'minlerin Emiri üzüntüsünden ölecekti!.. Onu çok defa, secdeye kapanmış olarak görürdüm; sürekli gizli-açık, sesli-sessiz münacaatta bulunur ve ağlardı. Bazen bütün bütün hıçkırığa boğulur; "Allahım! Öyle zannediyorum ki, yağmursuzluk ve kıtlık benim günahlarım sebebiyledir. Ne olur, benim yüzümden Ümmet-i Muhammed'i mahvetme." diyerek adeta inler ve hüzünle tir tir titrerdi.

İşte bu hal, bir basiret ifadesidir; Allah'tan kopmamış olmanın emaresidir. Kopuklardır ki, onlar olup biten olumsuz hadiselerde hep atf-ı cürme sarılır, suçu başka sebeplerde arar ve başkalarını suçlarlar. Hiçbir zaman, "Bu problem benim kusurumdan kaynaklandı!.." demez ve hâdiselere bu perspektiften bakmazlar. Dolayısıyla da, istiğfar etme ihtiyacı duymaz, hatalarını telafi etme heyecanı yaşamaz ve Allah'a tazarruda bulunmazlar. Meseleyi kendilerine bağlamadıkları için asıl suçluyu asla bulamaz, başkalarında günah arama vebalinden de hiç kurtulamazlar.

Bugün kaç insan vardır ki, tekvinî emirlerdeki değişikliklerden dolayı bile kendisini sorumlu tutsun; seccadesine koşup, "Ne olur Allahım, benim yüzümden ümmet-i Muhammed'i mahvetme" diye inlesin?!. Kaç insan vardır ki, inayet-i Rabbaniyenin ve rahmet-i ilahiyenin kesilmesine sebebiyet verenlerden olduğuna inanıp istiğfar gözyaşları döksün?!. Evet, memleketin başına gelen belaları kendi günahlarından bilen ve İslâm'ın devasa meselelerinin çözülemeyişinde kendi hissesini

20

düşünüp müteessir olan kaç tane insan mevcut ise, işte o kadar hakiki mü'min var demektir şu yeryüzünde!..

Rivayetlere göre; belaların yağmur gibi yağdığı bir dönemde, Hak dostlarından Sâlim bin Kasım, büyük âlim Muhammed bin Mukatil'i ziyaret ediyor. Ona "Ortalığı şiddetli bir felaket fırtınası kasıp kavuruyor; zelzeleler birbirini takip ediyor, fakr u zaruret insanların iflahını kesiyor. Sen imamımızsın; Ne olur, Allah aşkına bize dua et!" diyor. O mütevazı insan, ancak şu mukabelede bulunuyor; "Ne kadar arzu ederdim, sizin helâkınızın sebebi ben olmayayım!.. Korkarım ki, o fırtına benim yüzümden esiyor; şu zelzele benden dolayı durmuyor; ilahî rahmetin gelip size ulaşmasına benim günahlarım mani oluyor!.."

Ertesi sabah, Sâlim bin Kasım, bir kere daha Muhammed bin Mukatil'in kapısına koşuyor. Şu kadar var ki, bu defa etrafına tebessümler saçıyor, sevinç içinde gelip heyecanla söze başlıyor ve şöyle diyor: Bu gece rüyamda Fahr-i Kainat (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz'i gördüm; buyurdular ki, "Allah Teâlâ insanların içine müthiş bir bela ve musibet salmıştı. Fakat, kendisini hor ve hakir görerek mahviyetle el açıp dua eden Muhammed bin Mukâtil hürmetine, Cenâb-ı Hak felaketi memleketinizden def' u ref' etti!" Görüyor musunuz kendini mesul tutmanın Hak katında ne büyük bir istiğfar ve tazarru yerine geçtiğini?!. Bir taraftan, kulun kendisine bakışını düşünün, diğer yandan da onun Allah nezdindeki kıymet ve değerine bakın!.. Anlıyor musunuz musibetlerin sebebini nefiste aramanın ve hacâletle kıvranıp tevbeye koşmanın insanı ne ölçüde yücelttiğini?!.

Mesuliyet Dairesini İyi Belirlemeli!..

Bazıları, "Ne günahımız var ki, musibetleri kendimizden bilelim?" şeklinde düşünebilirler. Aslında, "Ne günahım var ki?" mülahazasının kendisi çok büyük bir günahtır; böyle düşünen bir kimse en büyük haltı işlemiş demektir. Çok günahkâr bir insan, nedametle iki büklüm olup yarlığanma dilediği zaman bağışlanma yoluna girmiş olacağı gibi, "Ne günahım var ki?" diyen bir kimse de işte bu sözle felaket çukuruna yuvarlanmış sayılır. Zira, günahının farkında olanın tevbe ve istiğfarla arınma ihtimali her zaman vardır; kendisini ak kaşık sananın ise, önemsemediği küçük günahlardan oluşan koca koca veballerin altında kalıp ezilmesi kaçınılmazdır. Evet, "Benim ne günahım var?" sözü günahın ne olduğunu bilememenin ifadesidir. Halbuki, insan Allah'ın bahşettiği nimetler ölçüsünde O'nunla münasebete geçmemişse, dünya sultanlığının üstünde tutacak kadar müslümanlığın kadr ü kıymetini bilmiyorsa ve önüne serilen hizmet imkanlarını değerlendirmek suretiyle rıza ve rıdvana ulaşma gayretinde değilse, o, ilahî ihsanlara karşı gözlerini kapatmış bir zavallıdır; gırtlağına kadar nankörlük içine gömülmüş böyle biri için başka günah aramak manasızdır.

Bazı kimseler de, günahlarını kabul ederler; fakat, "Ben kimim ki, benden dolayı semada değişiklikler olsun, kuraklık başgöstersin ya da yağmur yağsın?!." derler. Kendilerine hiçbir değer atfetmedikleri için bela ve musibetlerde kendi paylarının da olabileceğini asla düşünmezler. Bu mülahaza, bir yönüyle tevazu ve mahviyetin sesi-soluğu olarak değerlendirilebilir; fakat, bu aynı zamanda mesuliyetten kaçma yolunda şeytanî bir fikir de olabilir. Aynı şekilde, büyük küçük her musibet için "Benim yüzümden!" diyen bir insanın, kainatta cereyan eden pek çok hadiseyi kendisiyle irtibatlı görmesi neticesinde, sorumluluk duygusu altındaki mahfi bir kanaldan varıp gurura dayanması da muhtemeldir. "Ben öyle bir mücrimim ki, halk benim yüzünden musibete duçar oldu!" sözü başlangıç itibarıyla günahların hacâletini ifade etse de, şayet ölçü korunamazsa ve Şeytan'ın aldatıcılığına mağlup olunursa, "Ben öyle mühim bir adamım ki, arz ü semada bir kısım hadiseler bana göre şekilleniyor!" iddiasına dönüşebilir. Dolayısıyla, bu mevzuda da orta yolu bulmak ve dengeyi korumak lazımdır.

Evet, insanın umumî musibetlerde kendi payının da olabileceğini hiç düşünmemesi büyük bir gaflettir; bu, Cenâb-ı Hakk'ın insana verdiği değeri idrak edememekten de kaynaklanıyor olabilir. Diğer taraftan, "Bütün bu işler hep benimle alâkalı dönüyor; dolayısıyla, bazı şeylerin ters gitmesi benim yüzümden!.." derken de insanın içine gizli bir gurur akabilir. "Allah Teâlâ benim halime nazar ediyor, şayet ben iyi haldeysem bu hadiseleri doğru yürütüyor, fakat kötü durumdaysam hadiselerin ahengini bozuyor." düşüncesinde, kendisini o koskocaman dairelerin reisi görme gibi zımnî bir gurur tehlikesi mevzubahistir.

21

Bu açıdan, her mü'min, ümmet-i Muhammed'in bir uzvu olması yönüyle, kendisini her musibetten belli ölçüde mesul tutmalıdır. Bununla beraber mesuliyet noktasında her zaman şu ölçüye bağlı kalmalıdır: Eğer Din-i mübin-i İslam ile alâkalı çeşitli dairelerde bir dahlim bulunsaydı ve söz sahibi olsaydım, çok rahatlıkla "Bugün İslam coğrafyasında görülen olumsuzluklar ve ümmet-i Muhammed'le ilgili bütün terslikler benim yüzümden cereyan ediyor." diyebilirdim. Fakat, ben o dairelerin hepsinde hâkim bir unsur değilim; dolayısıyla, ben öncelikle şöyle-böyle alâkadâr bulunduğum daireyle ilgili bir kısım olumsuzluklardan sorumluyum; kendi dairemde meydana gelen her menfi hadiseye "Benim yüzümden" diye bakmalıyım; umumî musibetlere ise, "Benim de payım var!" düşüncesiyle yaklaşmalıyım.

Nitekim, Hazreti Sâdık u Masdûk (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz'in "Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden mesulsünüz. İmam (idareci) çobandır ve güttüğünden mesuldür. Erkek ailesinin çobanıdır, elinin altındakilerden mesuldür. Kadın, evinin çobanıdır, yeddiklerinden mesuldür. Hizmetçi de, efendisinin malından mülkünden sorumludur." mealindeki hadis-i şerifi de bu ölçüyü nazara vermektedir.

Bu açıdan bakılınca, Hazreti Ömer Efendimiz, Allah Rasûlü'nün halifesi ve bütün mü'minlerin emiridir; bu itibarla da, onun kendisini topyekün ümmetten sorumlu tutması tabiîdir. Devletin başındaki insan bütün halkın mesuliyetini uhdesine almıştır; herhangi bir kurumun ya da birimin idarecisi ise, bilhassa kendi dairesinden sorumludur. Herkes şahsî kusurlarının, özellikle kendi vazife ve sorumluluk dairesinde bir kısım menfi hadiselere sebebiyet verebileceğine inanmalı, bundan korkmalı ve temkinli yaşamalıdır.

Ezcümle; Malazgirt ovasında, müslüman erler arasında heyecanın doruk noktaya ulaştığı bir anda, "İşte kefenim!" diyerek giydiği bembeyaz bir elbise içinde askerlerinin karşısına çıkan Sultan Alparslan'ın onların önünde secdeye kapanması ve adeta gözyaşlarına boğularak "Allahım! Ordumu muzaffer eyle; benim günahlarım yüzünden yiğitlerimi mağlup etme!" diye yalvarması da mesuliyet dairesinin genişliğine göre tavır almanın güzel bir misalidir.

İçtimâî Tevbe

Evet, insanın kendi haddini, konumunu, sorumluluklarını ve hangi dairelerin kendisiyle doğrudan alâkalı olduğunu belirlemesi, o dairelerdeki terslikleri şahsî hatalarına bağlayarak içinde Cenâb-ı Hakk'a sığınma duygusunu tetiklemesi ve kusurlarını giderme maksadıyla uykuda olan heyecanlarını tahrik etmesi zımnî bir istiğfar ve bir tevbedir. Böyle bir istiğfar, söze dökülenler kadar nâmahrem yüzü görmediğinden daha hâlisanedir; bu türlü bir tevbe âlemin şahitlik ettiklerinden daha samimidir. Çünkü, her musibet karşısında önce nefsini sorgulayan bir insan, içten içe bir ocak gibi yanar durur; fakat, başkalarına hissettirmez gönlündeki ateşi.. mülahazalarına emanet eder nedametlerini. Yalnızlık anlarında, başka kimselere duyurmadan, diliyle de seslendirir istiğfarlarını; binlerce kere "estağfirullah" çeker düşündükçe günahlarını. "Allahım benim isyanlarıma bir kere yarlığanma dilenmek yetmez, milyonlarca kez istiğfar ediyorum!" der, Mevlâ-yı Müteâl ile münasebetleri açısından kopukluk yaşadığı korkusuyla, sonsuzluğa işaret eden sayılar arar dile getirmek için pişmanlıklarını.

Şu kadar var ki, şayet toplum çapında bir halâs isteniyorsa, o toplumu meydana getiren bütün fertler hep beraber tevbe etmeli ve kendi günahlarından arınmanın yollarını aramalıdırlar. Zira, ferdî bir suçun nedameti ferdî, ailevî bir masiyetin istiğfarı ailevî ve millî bir günahın tevbesi de millî olmalıdır; toplumun salâhı için topyekün şahısların isyan kirlerinden temizlenmeleri lazımdır.

Rivayetlere göre; Hazreti Musa (aleyhisselam), kavmiyle beraber yağmur duasına çıkar. Birkaç gün dua edildiği halde hâlâ rahmet damlaları inmeyince, Hazreti Musa, "Rabbim! Kuraklığın sona ermesi için niyaz etmemizi emir buyurdun; fakat, ellerimizi açıp dua dua yalvardığımız halde yağmur göndermedin!" deyip ilahî hikmetten sual eder. Cenâb-ı Allah, "İçinizde tevbe etmemiş bir günahkâr var!" der. Musa Aleyhisselam, rahmet-i ilahiyenin imdada yetişmesine engel teşkil eden mücrimin kim olduğunu sorunca, Allah Teâlâ "Ben Settâr'ım, kullarımın günahlarını örterim; kusurlarını fâş edip onları mahcup düşürmekten berîyim. Hepiniz tevbe edin ki, o kimse de günahlarından arınsın ve böylece dualarınıza cevap verilsin." buyurur.

22

Hâsılı, maruz kaldığımız belâların işlediğimiz günahlar sebebiyle geldiğini düşünmeliyiz; musibetlerin def ü ref'i için en kısa zamanda hatalarımızdan, kusurlarımızdan, günahlarımızdan, isyan kokan fiillerimizden ve küçük-büyük bütün haddi aşmışlıklarımızdan dolayı istiğfar etmeliyiz. Ayrıca, gönülden bir nedamet ve kestirmeden bir sıçrayış ferdî günahlar için yeterli olsa bile, toplumun tamamına ait cürümler için daha özlü irkilmeye, daha derinden silkinmeye ve içtimaî tevbeye ihtiyaç olduğunu da hatırdan çıkarmamalıyız. Evet, ülkemizin refah ve huzura kavuşmasının, bu milletin mukadderatıyla maddî-mânevî alâkalı görülen bütün ruhların ve bilhassa kendini bu millete adamış hasbî gönüllerin bir kere daha dize gelerek tevbe etmelerine bağlı bulunduğunu unutmamalıyız.

23

24

Muhâsebe

Tarih: 29 Şubat 1992

Hesap görme, hesaplaşma, kendi kendini sorgulama diyebileceğimiz muhâsebe; mü'minin, her

gün, her saat, iyi-kötü, yanlış-doğru, günah-sevap yaptığı şeyleri gözden geçirip, hayırları,

güzellikleri şükürle karşılaması; inhirafları, günahları istiğfarla gidermeye çalışması; yanlışlıkları,

kötülükleri de tevbe ve nedâmetle düzeltmeye gayret göstermesi adına çok önemli bir cehd ve

insanın kendini isbat etmesi mevzuunda da ciddi bir teşebbüs sayılır.

"Fütûhât-ı Mekkiyye" sahibinin de belirttiği gibi, selef-i sâlihîn, her günkü iş ve davranışlarını ya

kaydeder veya hâfızalarına alır; sonra da bunlar arasında, kalbî endişe ve vicdânî ızdırâba

sebebiyet verecek bir kısım nâhoş hususları, ileride ruhlarında meydana gelmesi muhtemel gurur

fırtınalarına ve ucub girdaplarına karşı dikkatlice kullanır.. ve aynı zamanda günah saydıkları

şeylerde istiğfâra sığınır, hata ve inhiraf virüslerine karşı tevbe karantinasına dehâlet eder,

nihayet temsil ettiği güzelliklerden dolayı da yüz yere kor ve şükranla iki büklüm olurlardı.

İnsanın, kendi kendini ledünnî yanlarıyla, iç derinlikleriyle, mânâ ve rûh enginlikleriyle keşfedip

tanıması, tanıyıp yorumlaması diye de ifade edebileceğimiz muhâsebe, gerçek insânî değerlerin

ortaya çıkarılması, bu değerlere esas teşkil eden duyguların geliştirilmesi ve korunması yolunda

bir ruh cehdi ve düşünce sancısıdır. Ancak böyle bir cehd ve düşünce sayesindedir ki insan,

dünü, bugünü ve yarınıyla alâkalı hayrı-şerri, güzeli-çirkini, yararlıyı-zararlıyı birbirinden tefrik edip

gönül istikametini koruyabilir.

Evet, onun, hâl'i değerlendirip geleceğe hazırlanabilmesi; geçmişte işlediği yanlışları telâfî edip

Allah nezdinde aklanabilmesi; dünü, bugünü ve yarını itibarıyla kendi kendini sorgulayıp gerçek

değerini bulabilmesi; daha önemlisi de Allah'la münasebetleri açısından iç dünyasında sürekli

yenilenebilmesi ancak ve ancak sıkı bir nefis muhâsebesiyle mümkün görülmektedir. Zîrâ insanın

hem zaman üstü muhtevâsı, hem de zamanla mukayyet duyguları, onun kalbî ve rûhî hayatıyla

ve kendi ledünniyâtının şuurunda bulunmasıyla çok irtibatlıdır.

Müslüman ne kalbî ve rûhî hayatı, ne de umumî davranışları itibarıyla kat'iyen muhâsebeden

müstağni kalamaz. O, bir yandan dün ihmal ettiği, hattâ yıkılmasına göz yumduğu geçmişini,

ötelerden gelip vicdanının derinliklerinde yankılanan: للا إ لى وت وب وا "Tevbe edip Allah'a

dönün!.."[1] ve وأن يب وا إ لى رب ك م"Rabbinize inâbede bulunun!.."[2] ümit edalı, rahmet şîveli ilâhî

nefehâtıyla onarıp ihyâ etmeye çalışırken; diğer yandan da: ين أيها يا قدمت ما نفس ولتنظ ر للا اتق وا آمن وا الذ

Ey iman edenler, Allah'tan korkun, O'na karşı saygılı olun! Ve herkes yarın için ne hazırlamış"ل غد

ona bir baksın!.."[3] yıldırımlar gibi ürpertici, rahmet gibi inşirah verici uyarılarıyla teyakkuza geçer;

kendine çeki-düzen verir, elinden geldiğince bütün fenalıklara karşı kapanır.. içinde bulunduğu

ânı, tıpkı bir döllenme mevsimi, bir bahar faslı gibi değerlendirir ve imanın verdiği şuurla, basîretle

o ânın her lâhzasına ayrı bir derinlik kazandırır. Zaman zaman cismâniyete toslayıp sarsılsa

da; ين إ ن ن طائ ف مسه م إ ذا اتقوا الذ وا الشيطان م ون ه م فإ ذا تذكر ر م بص "Sineleri her zaman Allah'a karşı

saygıyla çarpan müttakiler, şeytandan bir tayf, bir vesvese dokunduğu zaman hemen Allah'ı

anarlar ve derken gözleri açılıverir."[4] ilâhî beyânına göre her zaman tetiktedir.

Muhâsebe, mü'minin iç dünyasında bir kandil, vicdanında da bir hayırhah ve nasihatçı gibidir. Her

fert onunla hayrı-şerri, güzeli-çirkini, Allah'ın sevdiğini-sevmediğini birbirinden tefrik eder ve hayır

soluklu o nasihatçının rehberliğinde en aşılmaz gibi görünen engelleri aşar ve hiçbir şeye

takılmadan gidip hedefine ulaşır.

Muhâsebe; iman, kulluk, tevfik, kurbiyet ve ebedî saadete mazhariyet gibi mevzularda, tamamen,

ilâhî inayet, ilâhî rahmet yörüngelidir.. ve yeis gibi mutlak emniyetin de en amansız hasmıdır. Evet

25

o, her zaman huzur ve itminâna açık olmasının yanında, korku, endişe ve ürperti eksenlidir.

Muhâsebeye açık gönüllerin buğulu yamaçlarında her zaman; كت م أعلم ما تعلم ون لو ولبكيت م قل يلا لضح

ا Bildiğimi bilseydiniz az güler, çok ağlardınız."[5] iniltileri yankılanır.. ve onun, huzur ve" كث يرا

mehâbetin iç içe yaşandığı ikliminde, mes'ûliyet ve sorumlulukla iki büklüm olmuş en yüce

kametlerin;

دت أن ي ك نت شجرةا ت عضد Keşke kesilip biçilen bir ağaç olsaydım."[6] inkisârları uğuldar; uğuldar da" لود

onlar; م ضاقت بت ب ما ألرض ا عليه م وضاقت رح أنف س ه م عليه "Yer bütün genişliğine rağmen onlar için daraldı

ha daraldı.. ve vicdanları da bu daralma altında kaldı."[7] tesbitinin her an kendileri için vâki ve

vârid olduğunu hissederler. Onların beyinlerinin her guddesinde; ك م ف ي ما ت بد وا وإ ن بك م ت خف وه أو أنف س ب ه ي حاس

Siz içinizi dökseniz de gizleseniz de, Allah onunla sizi hesaba çekecektir."[8] tınlamakta.. ve" للا

dillerinde: ي يا ليتن ي لم تل دن ي .Âh! Keşke, anam beni doğurmasaydı."[9]çığlıkları nümâyândır" أ م

Bu ölçüde kendi kendini sorgulamanın zor olduğu söylenebilir; ama bu seviyede nefsini

muhâsebeye tâbi tutmayanın da zamanı değerlendirmesi; bugünü dünden, yarını da bugünden

farklı yaşaması mümkün değildir. Böylesi zamanzedelerin uhrevîlik performansı göstermeleri ise

bütün bütün imkân hâricidir.

Nefsin sürekli sorgulanması ve ona itâb, imanın kemâlindendir. Hayatını "insan-ı kâmil" ufkuna

göre plânlamış her rûh, yaşadığı hayatın şuurundadır ve ömrünün her dakikasını nefsiyle

mücâdelede geçirir. Kalbine uğrayan her hâtıraya, kafasından geçen her düşünceye parola sorar

ve vize tatbik eder. Şeytana, âsâba, hassâsiyete açık her işinde nefsânîliğini yakın takibe alır; çok

defa onun en güzel, en mâkul davranışlarından dolayı bile kendi kendini sorgular; akşam-sabah

elindeki tığını, nefsini levm atkıları arasında dolaştırır ve bu rûh hâleti içinde hayat dantelasını

örmeye çalışır. Her akşam eksik ve yanlışlarını bir kere daha kontrol eder, her sabah bütün

günahlara kapalı ve yepyeni bir azimle hayata açılır.

O, böyle bir sadâkat ve vefâ, böyle bir tevâzu ve mahviyetle iki büklüm olup başıyla ayaklarını

aynı noktada birleştirdiği sürece, ona gök kapıları ardına kadar açılır ve kendisine: "Gel ey sâdık

ki, mahremsin, bura mahrem makamıdır; seni ehl-i vefâ gördük..." denir ve her gün ayrı bir

semâvî seyahatle şereflendirilir. Zaten, Cenâb-ı Hak da: م ول امة ب النفس أ قس اللو "Hayır hayır, kasem

ederim sürekli kendini kınayan o nefse!"[10] diyerek bu saflardan saf rûh adına kasem etmiyor

mu..?

د الشف نا من الكرب العظيم وصل وسلم على سيدنا محم احمين نج أجمعين وعلى أصحابه الكرام البررة يع يوم الدين اللهم يا أرحم الر

Sızıntı, Mart 1992, Cilt 14, Sayı 158

[1] Nûr sûresi, 24/31

[2] Zümer sûresi, 39/54

[3] Haşir sûresi, 59/18

[4] A'râf sûresi, 7/201

[5] Buhârî, küsûf 2; Müslim, küsûf 1; Tirmizî, zühd 9; İbn Mâce, zühd 19

[6] Bir önceki hadisi naklettikten sonra Hz. Ebû Zerr'in (r.a.) söylediği bu söz için bkz. Tirmizî, zühd 9;

Ahmed b. Hanbel, Müsned 5/173

[7] Tevbe sûresi, 9/118

[8] Bakara sûresi, 2/284

[9] Hz. Ömer, Ebû Meysere Amr b. Şurahbîl gibi bazı İslam büyüklerine isnat edilen bu söz için bkz. İbn

Sa'd, et-Tabakatü'l-kübrâ 3/360; İbn Ebî Şeybe, el-Musannef 7/98, 152; Beyhakî, Şuabü'l-îmân 1/486

[10] Kıyâmet sûresi, 75/2

26

27

Muhasebe ve istiğfar Tarih: 05 Kasım 2012

Değişik bela ve musibetlere maruz kalındığında, imtihan sürecinin mümine yakışır bir şekilde atlatılabilmesi adına hangi ölçülere

dikkat edilmelidir?

Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her fenalık ise nefsindendir. (Nisâ sûresi, 4/79)

fermanına inanan bir insan, karşısına çıkan her bela ve musibeti öncelikle kendi işlediği hata ve günahlara vermelidir. Mesela, yürürken elindeki bardak veya tabak yere düşse, bunu kendinden bilmeli, o andaki tahayyül, tasavvur veya taakkul dünyasındaki bir inhirafa vermeli ve şöyle demelidir: “Acaba ben huzur-u kibriyaya yakışmayan ne gibi bir halt karıştırdım ki böyle bir sıkıntıya maruz kaldım?” Çünkü kâinattaki hiçbir hadisede rastlantı yoktur. Dikkatli bir nazarla hayat süzüldüğünde görülecektir ki, esasında çok küçük musibetler bile birer ikazdır ve her hadisenin bir sinyal yanı vardır. İnsan o ikazı anlayabilir, Allah'a teveccüh eder ve o belaya kefaret olabilecek bir hayır ortaya koyarsa, bunlar, Allah'ın inayetiyle daha büyük kaza ve belaların def edilmesine vesile olur. Evet, o türlü musibetler hem birer sinyaldir, hem de aynı zamanda birer kefarettir. Mesela, kırılan bir bardak, bir bela ve musibet zincirini kırmış ve günahları da temizlemiş olabilir. Nitekim bir hadis-i şerifte,

Müslüman'ın başına gelen hiçbir yorgunluk, hastalık, keder, üzüntü, eziyet, gam ve hatta ayağına batan diken yoktur ki Allah onunla günahlarından bir kısmını bağışlamasın. (Buhari, Merdâ 1; Müslim, Birr 49)

buyrulmaktadır.

Başlarına gelen bela ve musibetlerin gerçek sebeplerini göremeyenler, Allah’ı

insanlara şikâyet etme manasına gelecek sözler sarf etmeye başlarlar.

Hakiki suçluyu bulma yolunda

Vakıa biz, meydana gelen hadiselerin arkasındaki sebepleri her zaman açık ve net bir şekilde göremeyiz. Fakat inanan bir gönül, kapalı bir kutu halinde ansızın önüne çıkan hadiselerde bile, öncelikle kendi hata ve kusurlarını araştırmalıdır. Zira suçu kendinde arayan bir insan, hakiki suçluyu bulma adına çok önemli bir adım atmış olur. Yoksa suçluyu hep dışta arayanlar, ömür boyu bu aramalarını sürdürseler dahi yine de hakiki suçluyu bulamaz, başkalarını tecrim etmekle ömürlerini tüketirler.

Konuyla alakalı bir ifadesinde Hazreti Pîr şöyle diyor: “Bana zulüm ve işkence yaptıklarının hakiki sebebini şimdi anladım. Ben kemal-i teessürle söylüyorum ki, benim suçum, hizmet-i Kur'aniyemi maddî ve mânevî terakkiyatıma, kemalâtıma alet yapmakmış.” Kemal insanının sarf ettiği bu sözler, onun muhasebe derinliğini göstermektedir. Bununla birlikte onun bu sözlerinden anlıyoruz ki, iman ve Kur’an’a yapılan hizmet, varidat ve mevhibelere mazhar olma, velilik mertebesine erme gibi maksatlara alet yapılmamalı; hatta cennete girme, cehennemden uzak kalma gibi ulvî gayelere dahi vasıta kılınmamalıdır. Şayet bunlar gaye-i hayal haline getirilirse, yapılan iş

28

dinamitlenmiş olur. Bizim evvelen ve bizzat talebimiz ihlâs ve rıza-i ilahi olmalıdır. Ne cennet sevdası ne de cehennem korkusu hakiki ubudiyetin önüne geçmemelidir. İhlâslı yapılan amellerin karşılığını zaten Allah fazlasıyla verecektir. Allah nezdindeki nimetler sayılamayacak kadar çok, bizim ibadet u taatimiz ise sınırlıdır. Cihan hükümdarı olsanız ve trilyonlarınız bulunsa bile, verirken yine de korkarsınız. Çünkü verdiğiniz ölçüde elinizdeki eksilecektir. Fakat Allah’ın niam-ı sübhaniyesi o kadar çoktur ki, nimetlerin bir istatistiğini çıkarmaya çalışsanız katiyen bu işin altından kalkamazsınız. Bu açıdan sizin istedikleriniz, O’nun lütfedeceklerinin yanında çok küçük kalacaktır.

Şikâyetin her türlüsünden sakınmalı

Başlarına gelen bela ve musibetlerin gerçek sebeplerini göremeyenler, Allah’ı insanlara şikâyet etme manasına gelecek sözler sarf etmeye başlarlar. İnsanın, ihkak-ı hak mülahazasıyla, kendisini haksızlığa uğratanları, yetkili mercilere veya kamuoyuna şikâyet etme hakkından bahsedilebilir. Başka bir ifadeyle, kendisine zulmedildiğini düşünen bir insan, o zulmü yapanları Hakk’ın ve halkın re’yine şikâyet ederek, Hakk’ın hükmünü vermesini ve halkın da diyeceğini demesini bekleyebilir. Fakat bir insanın, hiçbir şekilde, hiçbir zaman Allah’ı başkasına şikâyet etmeye hakkı olamaz. Değil sarih beyan, insanın başına gelen bela ve musibetlerden dolayı oflayıp puflaması dahi Allah’ı şikâyet sayılır. Dolayısıyla şikâyet manasına gelecek sarih/zımnî her türlü söz ve tavırdan uzak durmak gerekir.

Maruz kalınan bela ve musibetleri insanın kendinden bilmesi ise, ciddi bir muhasebe duygusuna; bu ise gönülde oturaklaşmış sağlam bir iman-ı billah ve ahiret inancına bağlıdır. Hazreti Ömer’e nispet edilen bir sözde

ب وا ت حاسب وا أن قبل أنف سك م حاس Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz.

buyrulmaktadır ki, bu da, nefis muhasebesinin öte dünyadaki hesaba çekilme inancıyla doğrudan doğruya irtibatlı olduğunu göstermektedir. Zaten büyük zatların evrad ve ezkarına bakıldığında, mahkeme-i kübrada hesap verme endişesinden kaynaklanan ciddi bir nefis muhasebesiyle hayatlarını geçirdikleri görülür. Mesela Hazreti Şah-ı Geylânî’nin sadece tek bir virdi içinde kendini yerden yere vurup nefsiyle hesaplaşmasını belki biz bir ömür boyu yapmamışızdır. Ebu’l-Hasan eş-Şazilî Hazretleri, “Sen şusun, sen busun” diyerek ciddi şekilde kendisini levmettikten sonra “Sen’in kapına benim gibi daha niceleri geldi ve boş dönmediler” ifadeleriyle reca kapısını da kapatmayarak Allah’tan af ve mağfiret diler.

Hasan Basrî Hazretleri’nin Kulûbü’d-dâria’da yer alan üsbûiyesi de bu konuda örnek alınması gereken önemli bir virddir. Haftanın her günü için hususi bir vird ayıran bu abide şahsiyet, orada kusurlarını sayıp dökmede adeta biri bin yapar. Sahabî memesinden süt emmiş, tabiînin serdar-ı ekberlerinden birisi olan, Basra’da değişik batıl mezheplere karşı göğsünü gererek “Burası çıkmaz sokak” diyen, denilebilir ki, rüya ve hayallerine bile günah girmemiş olan ve Ebu Hanife’nin kendisinden çok istifade ettiği bu kahraman-ı zîşan, günah ve kusurlarını öyle büyüterek ifade eder ki, bu ifadelerine bakınca siz onu dünyada günah işleyen insanların en kötüsü zannedersiniz. Adeta batmış, iflas etmiş bir insanın ses ve soluğuyla Cenab-ı Hakk’a teveccüh eder, sanki sürekli günah işleyen biriymiş gibi, her gün bir kez daha nefsiyle hesaplaşmaya durur.

İstiğfarı netice veren muhasebe duygusu

Muhasebe şuuruyla hata ve kusurlarının farkında olan bir insan netice itibarıyla tevbe ve istiğfara yönelir. Cenâb-ı Hak, Furkân Sûresi’nde, birçok mesavii sayıp, bunları irtikâp edenlerin azaba müstahak olacağını beyan buyurduktan sonra, bu tür kötülükleri işlemiş olsalar dahi, yeniden Allah’a teveccüh eden tevbe kahramanlarının mazhar olacağı muameleyi şu âyetle müjdeler:

29

ل وآمن تاب من إ ل ا عملا وعم ل فأ ولئ ك صال حا م الل ي بد ا الل وكان حسنات سي ئات ه ا غف ورا يما رح Günahlardan vazgeçip Hakk’a yönelen, gönülden iman eden, sonra da

salih amel işleyenler bundan müstesnadır. Allah onların seyyiâtını hasenâta tebdil eder. Çünkü Allah gafûrdur, rahîmdir. (Furkân Sûresi,

25/70)

Bu âyet-i kerimeye göre günah ve hatalarla ruhen deformasyona uğrayan bir insan, hemen tevbe ve istiğfar eder, ciddî bir arınma gayreti gösterir, imanını yeniler ve salih amele yönelirse, Allah Teâlâ onun seyyiâtını hasenâta çevirecektir. Evet, Cenab-ı Hak, insanın eliyle, ayağıyla, gözüyle, kulağıyla, yüz işmizazları ve mimikleriyle vs. ne kadar işlediği günah varsa onları silecek ve onların yerine hasene yazacaktır. Bu âyet-i kerimeye Hazreti Pir farklı bir şekilde yaklaşarak, insandaki sonsuz şer kabiliyetlerinin hayır kabiliyetlerine tebdil edileceğini ifade etmiştir. Demek ki, tevbe, inabe ve evbe ile Allah’a teveccüh etme, insan tabiatındaki masiyete açık yanların iyilik ve güzellik istikametinde tebeddüle uğramasını netice vermektedir.

İstiğfar: Yeniden dirilişin âb-ı hayatı

Allah Resûlü (aleyhissalâtü vesselâm) istiğfarın ehemmiyetini,

ه أن أحب من ر يفت ه ت س ن ف يها فلي كث ر صح ست غفار م ال Kim amel defteriyle mutlu olmak isterse, oraya çok istiğfar yazdırsın.

(Kenzü’l-ummâl, 1/475, hadis no: 2065)

ifadeleriyle açıklamıştır. Kendisi de o ufkun en zirvede kahraman-ı zîşânı olan Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi efdaluttahiyyât ve ekmelütteslîmât), günde yüz defa istiğfar ettiğini beyan buyurmuştur. Bu durumu, O’nun marifet ufku itibarıyla sürekli terakkisine verebileceğiniz gibi, rehberliğine de bağlayabilirsiniz. Zira bir toplumun, bir heyetin önünde bulunan insan, iyi veya kötü, bütün tavır ve davranışlarıyla arkasındakilere örnek teşkil eder. Mesela, bir kurumun başında bulunan bir idareci, kurduğu menfaat çarkıyla sürekli kendi menfaatlerini takip edip durduğunda, arkasındaki insanları da haramiliğe sürükler. Aynen öyle de, sürekli hayır ve hasenat peşinde koşan bir rehber, arkasındaki insanların hayra yönlendirilmesinde çok önemli bir müşevvik olur. İşte bu açıdan bakıldığında denilebilir ki, kendisine tâbi olanları meleklerin pervaz ettiği ufuklara yükselten Allah Resûlü (aleyhissalâtü vesselâm) günde yüz defa istiğfar ediyordu.

Esasında, hangi seviyede olursa olsun, sorgulayıcı bir nazarla sergüzeşt-i hayatına bakan bir insan, orada “estağfirullah” diyeceği pek çok hata ve kusur bulabilir. Mesela bir yerden bir yere giderken gözüne bir haram ilişmiş olabilir. Kendisine, birisinin güzel sıfatlarından bahsedildiğinde bundan rahatsızlık duyarak, ona bir laf çarpmış olabilir. Başka bir zaman gıybet bataklığına düşmüştür de belki farkında bile değildir. İşte insan bu gibi günahların her birinin tek başına insanı batırabileceğini düşünmeli ve derhal istiğfara yönelmelidir. Hazreti Pir, “Hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem'a, bir işarette, bir öpmekte batma. Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma.” diyerek, küçük gibi algılanan günahların bile insanı batırabileceğine dikkatleri çekmiştir.

İnsanlar dünya işlerini bile ciddi bir hesaba bağlı götürüyorlar. Mesela, yeni bir iş kuracakları zaman ciddi araştırmalar yapıyor, ona göre yatırımda bulunuyorlar. Daha sonra yaptıkları işin aylık hesabını tutarak girdi ve çıktılarını kontrol ediyor ve böylece işlerinin rantabl gidip gitmediğinin takibini yapıyorlar. Şimdi, gelip geçici olan dünya işleri bile bu kadar hesap kitap istiyorsa, ebedî hayatın çok daha ciddi bir hesaba bağlı götürülmesi gerekmez mi?

Burada konuyla alakalı bir hususu daha hatırlatmakta fayda mülahaza ediyorum. Hazreti Pîr “Dua ve tevekkül meyelan-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi, istiğfar ve tevbe dahi meyelan-ı şerri keser, tecavüzatını kırar.” der. Yani tevbe ve istiğfar insandaki olumsuzluğa açık olan eğilimlerin önüne geçeceği, ondaki hata ve günahların başına bir balyoz gibi inip onların iflahını keseceği gibi, dua da insandaki hayır eğilimlerini güçlendirecektir. Bu açıdan bir taraftan tevbe ve istiğfar ile, diğer yandan da dua kanadıyla hareket eden bir insan, Allah’ın izni ve inayetiyle, amudî olarak

30

evc-i kemalat-ı insaniyeye çıkarak kendisini İnsanlığın İftihar Tablosu’nun ayaklarının dibinde bulabilir. Fakat şunu da ifade edelim ki, keşke insan kalbî ve ruhî hayatın restorasyonuyla uğraşacağına daha baştan bunların tahribatını engelleyecek setler teşkil etse! Çünkü tahrip olan bir şeyin sonradan restorasyonu çok zordur. Daha önce de arz etmişimdir. Edirne’ye gittiğimde Selimiye Camii’nin restorasyon çalışmaları başlamıştı. Edirne’de kaldığım altı yedi senelik süre içerisinde Sarı Selim’in altı senede yaptırdığı bu camiin restorasyonu bitirilememişti. Çünkü bozulan bir şeyi hüviyet-i asliyesine irca etmek, onu yeniden inşa etmekten çok daha zordur. Evet, günahlarla deformasyona uğrayan bir insanın tekrar formunu yakalayabilmesi zannedildiği kadar kolay değildir. O halde insan daha başta tahribata karşı kapalı bir hayat yaşamaya çalışmalı ve günahlara karşı sürekli teyakkuz halinde bulunmalıdır.

31

32

Musibetler Karşısında Nefis Muhasebesi Tarih: 26 Nisan 2009

Bediüzzaman Hazretleri bir mektubunda, "Benim suçum, hizmet-i

Kur'âniyemi maddî ve mânevî terakkiyatıma, kemâlâtıma alet yapmakmış."

diyerek âdeta kendini levmediyor. Üstad'ın bu söz ve yaklaşımını nasıl

anlamalıyız?

Öncelikle temel bir kaideye dikkatlerinizi çekerek sözüme başlamak istiyorum. Büyük zatların söz,

fiil ve davranışlarını, onların kendi ruh ufku ve seviyeleri açısından ele alıp değerlendirmemiz

gerekir. Aksi takdirde o büyük zatlar hakkında yanlış kanaat ve sonuçlara varabiliriz. İşte soruda

tevcih edilen hususa bu zaviyeden baktığımızda Bediüzzaman Hazretleri'nin bu ve buna benzer

söz ve yaklaşımlarının, her şeyden önce, kendi muhasebe ufku ve iç hesaplaşmasının bir sonucu

olduğunu görürüz.

Muhasebe Dinamiği

Hiç şüphesiz bir mü'minin muhasebe duygu ve düşüncesine sahip olması, kendisiyle yüzleşip

hesaplaşması Kur'ân ve Sünnet açısından çok önemli bir düşünce tarzı ve bir telakkidir.

Bediüzzaman Hazretleri de dinde çok önemli yer ve konumu olan bu dinamikleri kullanarak maruz

kaldığı çeşit çeşit bela ve musibetler karşısında dimdik ayakta durmuş ve ömrünün sonuna kadar

imana ve Kur'ân'a hizmet mücadelesini devam ettirmiştir. Sizin de bildiğiniz gibi o, kendi

ülkesinde sürgünlere maruz bırakılmış.. hapishanelerde tecritte tutulmuş.. mahkeme mahkeme

dolaştırılmış.. vatandaşlık haklarından mahrum edilmiş.. din, düşünce ve vicdan hürriyeti

engellenmiş.. esaret zindanlarında zehirlenmiş.. en yakınlarıyla bile konuşmasına müsaade

edilmemiş.. divan-ı harplerde bir cani gibi muamele görmüş.. hâsılı, "Eğer dinim beni intihardan

menetmeseydi, bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti."diyecek kadar türlü türlü eza ve

cefalara maruz kalmış birisidir. Evet, yaşadığı hayat şahittir ki, o, dünya zevki namına bir şey

tatmamış, duymamış, yaşamamış, tam aksine bin bir çile ve ızdırap içinde bir ömür geçirmiştir.

Hiç şüphesiz bütün bu muameleler ona kasıtlı olarak, haksız yere ve zalimane yapılmıştır. İşte

bunca gâile ve musibet karşısında bile o, "Neden bütün bunlar benim başıma geldi?", "Bu

zalimler neden bana zulmedip duruyorlar?", "Niçin bu musibetler bir türlü yakamı bırakmıyor?"

demek yerine, derin bir muhasebe ve iç hesaplaşması içine girerek "Demek benim suçum,

hizmet-i Kur'âniyemi maddî ve mânevî terakkiyatıma, kemâlâtıma alet yapmakmış." diyerek

kendine yöneliyor ve tam bir tevekkül, teslim ve tefviz içinde bir tavır ve duruş sergiliyor. Bu

duruşta başkalarını suçlama, onlarla kavga etme ve –hafizanallah– kaderi tenkit etme gibi

musibetleri ikileştiren kayıplar yoktur. Aksine gelecek adına sağlam ve güvenilir adımlar

atabilmenin teminatı vardır.

Kader Mutlaka Adalet Eder

Bediüzzaman Hazretleri'nin bu yaklaşımını kavrayan insanlar, zannediyorum hayatlarını istikamet

çizgisinde sürdürebilme ve rantabl olarak değerlendirebilme adına bulacakları en önemli

disiplinlerden birini bulmuş sayılırlar. Yine böyleleri karşılaştıkları sıkıntı ve musibetler karşısında

suçlayıp sorgulayacakları hedefi tutturmuş ve böylece değişik düşünce kaymalarına düşerek

kazanma kuşağında kayıplar yaşamaktan kurtulmuş olurlar. Az önce de zikredildiği gibi, bunlar ne

çevresindekilere atf-ı cürümlerde bulunur ne kadere taş atar ve ne de "Ne günahım var ki, bütün

bunlar benim yahut yakınlarımın başına geldi?" diyerek yakışıksız sayılabilecek sözlerle düşünce

33

inhirafları yaşarlar. Aksine dış yüzü itibarıyla kayıp gibi görünen hâdiselerde kazanç üstüne

kazanç elde ederler.

Öte yandan, tenkidini tevcih edeceği mecrayı bulamayan tali'sizler ise başlarına gelen

musibetlerden dolayı ya başkalarını suçlar ya da sünnetullah dediğimiz ve herkes için geçerli olan

ilâhî kanunlara karşı açık yahut gizli itirazda bulunarak kaderi tenkit etme gibi tehlikeli bir vadiye

sürüklenmiş olurlar. Evet, insan böyle bir mülâhazayı, bir kelam-ı nefsî, bir iç konuşmayla dahi

kalbinden geçirmiş olsa yine tehlikeli bir vadiye doğru adım atmış sayılır. Çünkü asla

unutulmaması gerekir ki, insanlar zulmetseler de kader mutlaka adalet eder. O sebeple kaderi

tenkit etmeye hiç kimsenin hakkı yoktur. Üstad Hazretleri de , "İnsanların ayn-ı zulümleri

içerisinde kader-i ilâhi tecellî eder." diyerek bu konuya işaret etmiştir.

Meselenin ayrı bir veçhesi de şudur: İnsanın, başına gelen gâileleri kendinden, kendi nefsinden

bilmesi onun imanının kemalinden kaynaklanır. Nitekim Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı Kerim'de, "Sana

gelen her iyilik Allah'tandır. Başına gelen her fenalık ise nefsindendir." (Nisa Sûresi, 4/79),

"Başınıza ne musibet geldi ise, o, ellerinizin kazancı iledir; kaldı ki Allah çoğunu da

affediyor." (Şûra Sûresi, 42/30) gibi ayetlerle bu hususa işaret etmiştir. Bu ve benzeri ayet-i

kerimelere bakıldığında ve kâinatta cereyan edip duran hâdiseler süzülüp satır satır

incelendiğinde görülecektir ki, o hâdiselerin hiçbirini rastlantıya vermenin, onların başıboş

olduğunu düşünmenin imkânı yoktur. Yoktur çünkü bütün o hâdiselerin arkasında onlara

hükmeden bir Hâkim ve onları en ince hikmetlerle varlık sahasına çıkaran bir Hakîm vardır. İşte

Bediüzzaman Hazretleri bir insan-ı kâmil tavrıyla, maruz kaldığı bütün eza ve cefaların, katlanmak

zorunda bırakıldığı bütün elemlerin sebeplerini dışarıda değil kendi içinde, başka bir ifadeyle Allah

(celle celâluhu) ile olan münasebetlerinde aramıştır.

İman Hizmeti ve Çocukça Beklentiler

Üstad Hazretleri'nin bu yaklaşımından ayrıca şu sonucu da çıkarabiliriz: İnsan; imana, Kur'ân'a

hizmet ederken zihnini dünyevî-uhrevî her türlü mülâhazadan tecrit etmeli ve sadece Cenâb-ı

Hakk'ın hoşnutluğuna kilitlenmelidir. Yalnız Allah'ı dilemeli ve Resûlü'nün yakınlığını ümit

etmelidir. Evet, i'lâ-yı kelimetullah yolunda hizmet etmek bir vazife ve bir kulluk borcudur.

Dolayısıyla o hizmet, Cennet'e girme ve Cehennem'den kurtulmaya bile alet edilmemelidir. Ve

yine o hizmet, fizikötesi âlemleri müşâhede, derin haz ve zevklere ulaşma gibi mânevî ve ruhanî

zevk ve lezzetler için bile olsa vasıta yapılmamalıdır. Belki yapılan amellerle uhrevî saadet ve

mânevî makamları kazanmaya çalışmak bazı kimseler için bir eksiklik olmayabilir. Ancak

ekmeliyet ve etemmiyet peşinde olan hizmet erleri bu tür mülâhazaları bir noksanlık ve kusur

saymalıdırlar. Dünyevî bir kısım arzular peşinde koşmak, beklentilere girmek ise zaten ihlâsa

bütün bütün münafidir, dolayısıyla dinin bu mevzudaki hükmü de bellidir. Evet, Allah Mabûd-u

Mutlak olduğu için O'na kulluğun karşısında hiçbir şey bedel olamaz. O Maksud'dur.. Matlûb'dur..

Mahbûb'dur.. Mabûd'dur. O'nun arkasına düşülür.. O'na aşkla, iştiyakla yönelinir.. O talep edilir..

O sevilir.. O'na ibadet edilir. Fakat kat'iyen, "Bunları şunun için yaptım." denemez. Çünkü kulluk

Allah'ın hakkı, bizim de vazifemizdir. İşte Üstad Hazretleri, hizmet-i imaniye ve Kur'âniye'yi maddî

ve mânevî terakkilere alet etmeyi mahzurlu sayıyor, hatta onun da ötesinde bunun bir suç

olduğunu söylüyor.

Burada ayrıca ifade edelim ki, Cenâb-ı Allah'tan Cennet'i isteme ve yine Cehennem'den O'na

iltica etme bu söylediklerimize zıt değildir. Biz her gün defalarca bunlar için el açıp dua ederiz.

Çünkü ne Cehennem azabına tahammül edebilir ne de Cennet'e girmeme gibi bir mahrumiyete

dayanabiliriz. Ondan mahrumiyete nasıl katlanabiliriz ki? Ötede Cemalullah'ı müşâhede ve

Resûlullah ile maiyyet ancak Cennet'te mümkün olacaktır. Allah'ın en büyük lütfu ve ihsanı olan

Rıdvan da yine Cennet'te elde edilebilecektir.

Evet, Cennet'e girmeyi, Cehennem'den kurtulmayı yapılan amellere bağlamak farklı bir şey, onları

Allah'ın sonsuz lütfundan, engin rahmetinden beklemek tamamen farklı bir şeydir. Haddizatında

34

yapılan amellerle Cennet'i elde etmek mümkün olmadığı gibi, Cehennem'den kurtulmak da

mümkün olmayacaktır. Onlar ancak Rahmeti Sonsuz'un merhamet ve şefkatiyle nâil olunabilecek

nimetlerdir.

İşte iman ve Kur'ân hizmetini bir kısım füyûzat hislerine bağlamak da, o gayretlerin mükâfatını

dünyada talep etme mânâsına gelir. Hâlbuki böyle bir talep, insanın dar ufku ve dünyanın darlığı

içinde peşine düşülmüş çocukça bir talep olur. Hani, bayram günü babası çocuğuna, "Dile

benden ne dilersen!" der. Çocuk da birkaç tane bilye yahut arkadaşlarına caka yapmak için bir çift

popul ister. Elbette ki bu, o çocuğun kendi dünyası, çocukça bakış açısına göre bir taleptir.

Aynen öyle de insan ötede Cennetleri, onun da ötesinde Cemalullah'ı peyleyebileceği sermayeyle

burada dünyevî, basit birtakım isteklerin peşinde olur veyahut bir kısım ruhanî zevk ve hazların

peşine düşerse kendi darlığına göre taleplerde bulunmuş; istek ve taleplerini çocukça bir bakış

açısına teslim etmiş demektir. Hiç şüphesiz bu durum da o bâkî mükâfatı burada fenaya mahkûm

etmek mânâsına gelir.

Hâlbuki Allah için yapıldığından dolayı hizmet zaten çok kıymetlidir. Onun bir anı dünyaları

peylemeye yeter. Hubb-u cah, tûl-i emel gibi virüslere mağlup olup ya da mânevî zevklerin

peşinden koşup o hizmetleri Allah'ın rızasından başka şeylere alet etmek elbette onların değerini

düşürür. Kulluk Şâh-ı Geylânî, Hasan Şâzilî olmaya bile bağlansa bu böyledir. Ama herhangi bir

beklentiye girilmediği hâlde Cenâb-ı Hakk'ın bunları lütfetmesi Allah'ın fazlındandır ve üzerinde

durduğumuz konuyla karıştırılmamalıdır.

Bediüzzaman'ın Aşkınlığı

Başta da dikkat çekmeye çalıştığımız gibi, Üstad Hazretleri'nin, "Benim suçum!" demesi onun

kendi yüksek ruh ufku ve hassas kriterleri açısından meseleye bakışının bir sonucudur. Çünkü

hayatı tetkik edildiğinde görülecektir ki o, nezih bir vasatta dünyaya gelmiş, hep nezih olarak

yaşamış ve yaşadığı gibi ötelere yürümüştür. Başkalarının ancak kırk-elli yaşlarında ulaşabileceği

idrak seviyesine o, daha çocuk denecek yaşlardayken ulaşmış, ilk gençlik yıllarından itibaren hep

iffetiyle matmah-ı nazar olmuş ve çok erken dönemde ilim, irfan, iz'an, idrak ve basiretiyle

çevresindeki insanların dikkatini üzerine çekmiştir. Hayat seyri, iman ve Kur'ân mücadelesine

bakıldığında onun daha dünyaya gelirken mükemmel denilebilecek bir donanımla geldiği; gelip

bütün ömrünü bir peygamber vârisi çizgisinde sürdürdüğü görülecektir. İşte o, baş döndüren

fedakârlıkları, hayranlık uyandıran hizmet ve gayretleri karşılığında dahi dünyevî-uhrevî hiçbir

beklentiye girmemiş, yapıp ettiklerini herhangi bir istek ve talebe bağlamamış, hep müstağni

davranıp iffetli yaşamıştır. Öyle ki başkaları için mahzursuz sayılabilecek pek çok şeyi kendisi için

mahzurlu görmüş ve ihlâs çizgisini muhafaza adına çok çetin, zorlu ve hassaslardan hassas bir

hayata talip olmuştur.

Şimdi hayatını bu çizgide sürdüren bir insan eğer"Benim suçum, hizmet-i Kur'âniyemi maddî ve

mânevî terakkiyatıma, kemâlâtıma alet yapmakmış." diyorsa o zaman bu ifadeyi düz ve sathî bir

bakış açısıyla değil de daha farklı bir ufuktan değerlendirip yorumlamak, arkasında daha farklı

mânâlar araştırmak gerektiği kanaatindeyim. İşte meseleye böyle bir im'ân-ı nazarla bakıldığında

şu tespitlerde bulunulabilir:

Görünme, ücreti peşin olarak alma, bir kısım füyûzat hislerinden istifade etme gibi maddî veya

mânevî arzu ve beklentiler her insanın mahiyetinde potansiyel olarak mevcuttur. Üstad Hazretleri

de her beşer için söz konusu olan bu duyguların kendi tabiatında da bilkuvve varlığını müşâhede

etmiş; etmiş ve daha ilk merhalede, tahayyül ve tasavvur noktasında onlara karşı ciddi bir

mücadeleye girişmiş, tabir caizse onların ipini çekmiş, neşv ü nema bulup gelişmelerine fırsat

vermemiştir. İşte kanaatimce, Üstad Hazretleri'nin yukarıdaki ifade ve yaklaşımını, muhtemel ve

potansiyel böyle bir tehlikeye karşı ortaya konan bir mücadele şeklinde anlamamız daha doğru

olur.

35

Ayrıca yukarıdaki ifadeye, bize hitap eden, bizi uyaran bir ikaz nazarıyla bakmak konunun doğru

anlaşılması için gözden kaçırılmaması gereken önemli bir başka husustur. Bu sebeple Üstad

Hazretleri yukarıdaki beyanında her ne kadar kendisine hitap etmiş, kendisini kastetmiş olsa da,

biz, o sözü kendimize hitap ediyormuş gibi okumalı, kendimiz için dersler çıkarmalı; çıkarmalı ve

iman ve Kur'ân hizmetini, değil dünyevî hedef ve taleplere, uhrevî arzulara bile basamak

yapmamamız gerektiğini anlamalıyız. Evet bu ve buna benzer ifadeleri, numune-i imtisal

konumunda bulunan insanların bize örnek olmaları şeklinde okuyup değerlendirmek hem daha

salim, hem daha doğru bir düşünce tarzıdır. Konuyu böyle anlamamak ise Hazreti Üstad'ın

ömrünü adadığı Kur'ân hizmetini, maddî ve mânevî kemâlâtına alet yapmış olabileceğini

düşünmek mânâsına gelir ki –hafizanallah– bu, çok büyük bir hata ve günah olur.

Sonuç olarak, Hazreti Üstad, maruz kaldığı türlü türlü eza ve cefa, musibet ve imtihanlar

karşısında hep kendisiyle hesaplaşmış, zalimlerin zulümlerinin arkasında âdil kaderi müşâhede

etmiş, dolayısıyla da ne kaderi tenkit etmiş ne de kimseyi suçlamıştır. Suçlamak bir yana hakikat

nurunun imana muhtaç gönüllerdeki tesirini gördükçe kendisini kasaba kasaba dolaştıranlara,

zindanlarda kendisine yer hazırlayanlara hakkını helâl etmiştir. Ve yine o, hiçbir sûrette ulvî

hakikatleri kendi şahsına alet yapmamış; iman ve Kur'ân hizmeti karşısında maddî-mânevî hiçbir

beklentiye girmemiştir; girmemiştir zira ihlâsın zedelenmemesi, o dupduru hakikatlerin nefsî bir

kısım mülâhazalarla kirlenmemesi için müthiş bir irade ortaya koymuş, bir aşkınlık sergilemiş ve

böylece kendisinden sonra gelenlere rehber ve örnek olmuştur. Dolayısıyla Din-i Mübîn-i İslâm'a

hizmet etmeye adanmış ruhlar, hizmetlerini sadece Hak rızasına bağlayıp kendilerini

unutabildikleri ölçüde Hazreti Üstad'ı örnek almış, hak ve hakikate tercümanlık yapmış

olacaklardır.

36

37

Tevbe, İnâbe ve Evbe

Tarih: 31 Aralık 1991

Hataları itiraf edip pişmanlıkla kıvranmak, fevt edilen sorumlulukları yerine getirerek, yeniden

toparlanıp Cenâb-ı Hakk'a yönelmek şeklinde ilk küçük yorumları ile tanıyacağımız tevbe; hakikat

ehlince, duyguda, düşüncede, tasavvur ve davranışlarda Zât-ı Ulûhiyet'e karşı içine düşülen

muhâlefetten kurtulup, O'nun emirleri ve yasakları zâviyesinden, yeniden O'nunla muvâfakat ve

mutâbakata ulaşma gayretidir. Tevbe, sırf bir şeyin vicdanda kerih görülmesinden dolayı, o şeye

karşı tiksinti duyulması, terk edilmesi değildir. O, Allah'ın sevmediği, istemediği şeylerden -aklın

zâhirî nazarında güzel görünse, yararlı olsa da- uzaklaşıp Hakk'a rücû etmektir.

Bir de "tevbe" sözcüğüne "nasûh" kelimesi ilave edilerek "tevbe-i nasûh" şeklinde kullanılır ki, o

da, bir tevcihe göre, "en hâlis, en sâfi, en içten" anlamına, diğer bir tevcihe göre de, "yırtığı,

söküğü dikip kapayan, bozulanı ıslah eden ve hiçbir gedik bırakmayacak şekilde onaran tevbe"

mânâsına gelir. Yukarıdaki hususların bütününü birden nazara alınca "tevbe-i nasûh"; "hüsn-ü

niyet, hulûs-u kalb ve hayır mülâhazasıyla, ferdin kendi adına ve tabiî seviyesine göre, hâlis,

ciddî, yürekten tevbede bulunması, dolayısıyla da başkalarına, tıpkı nasihat ediyor gibi hüsn-ü

misâl teşkil etmesi" mânâlarına gelir ki, Kur'ân-ı Kerîm'de, gerçek tevbeden söz edilirken: اأيه يا

ين ا توبةا للا إ لى ت وب وا آمن وا الذ نص وحا "Ey iman edenler, Allah'a tevbe-i nasûhla teveccüh edin."[1]

buyrularak böyle bir tevbeye işâret edilmektedir.

Tevbe, tevbe edenlerin durumu itibarıyla üç bölümde mütâlaa edilmiştir:

a. Hakikatlara kapalı avam halkın tevbesi ki, Hakk'a muhalefetin, kalbinde burkuntular hâlinde

hissedilmesi ve onun günahını idrâk şuuruyla gönlünde buğulaşan bu duyguyu, bütün benliği ile

Hak kapısına yönelerek, tevbe ve istiğfarla alâkalı malum sözlerle ifâde etmesidir.

b. Perde arkası hakikatlara yeni yeni uyanmaya başlamış havâssın rücûu ki, huzur ve maiyyet

âdâbına aykırı her davranış ve her düşünceden sonra, kalbde yoğunlaşıp basîret ufkunu saran

büyük-küçük her gaflet karşısında, himmet kanatlarını açıp Hakk'ın rahmet ve inâyetine sığınma

cehd ü gayretidir. Böyle bir performans gösteren ruh:

ه ذنبه، ثم تال: }إن ابين ويحب المتطه التائب من الذنب كمن ال ذنب له، فإذا أحب هللا عبدا لم يضر رين{، قيل: يا رسول هللا هللا يحب التو

وما عالمة التوبة؟ قال: الندامة.

"Resûlullah: 'Günahtan tam dönen, o günahı hiç işlememiş gibidir; Allah bir kulu sevdiği zaman

artık ona günahı zarar vermez.' dedi ve şu meâldeki âyeti okudu: 'Şüphesiz Allah, çokça tevbe

edenleri ve tevbe edip tertemiz olanları sever.'[2] Tevbenin alâmeti nedir diye sorulunca da:

'Gönülden pişmanlıktır' buyurdular."[3] hakikatının tam mazharı bir ruhtur.

c. Yaşayışlarını "Benim gözlerim uyur ama kalbim uyumaz."[4] ufkunda sürdüren has üstü

hasların teveccühüdür ki, kalblerine, sırlarına, ahfâlarına perde olan mâsivâ (Hak'tan gayri her

şey) ile alâkalı her ne varsa, bütününü benliklerinin derinliklerinden söküp hiçliğin gayyâlarına

atarak, yeniden "nûru'l-enver" (bütün ışıkların hakikî menbaı) ile münasebetlerinin şuuruna

ulaşmaları demektir ki, "O ne güzel kuldu! Zira o, sürekli (Allah'a) rücûdaydı."[5] gerçeğini gösterir

ve "evb" yörüngesinde hareket ederler.

Ferdin, bir kısım iç deformasyonlardan sonra yeniden safvet-i asliyesine dönüp özüyle

bütünleşmesi veya sık sık kendini yenilemesi mânâsında tevbe, hemen her mertebesiyle:

38

1- Gönülden nedâmet etmek,

2- Eski hataları ürperti ile hatırlamak,

3- Haksızlıkları gidermek, hakkı tutup kaldırmak,

4- Sorumlulukları yeniden gözden geçirip fevt edilen mükellefiyetleri yerine getirmek,

5- Hata ve inhiraflarla ruhta meydana gelen boşlukları ibadet ü tâat ve gece yamaçlarında

seyahatla doldurmak,

6- Ve haslar, haslar-üstü haslar itibarıyla, zikr u fikr u şükrün dışında geçen hayat için âh ü enîn

edip ağlamak; duygu ve düşüncelerine kasdî olarak mâsivâ bulaşmış olabileceği endişesiyle

sarsılıp inlemek..

gibi hususları ihtiva eder.

Hatanın seviyesi ne olursa olsun, tevbe ederken, yeni günah tasavvurlarına karşı pişmanlık ve

tiksinti ile inlemeyen, her şeye rağmen bir kere daha istikamet çizgisinin altına düşebileceği

endişesiyle ürpermeyen, Hak'tan uzak kalmanın sonucu olarak, içine düştüğü yanlışlık ve

inhiraflardan kurtulmak için Hakk'a kulluğa, kullukta samimiyete sığınmayan, tevbe adına yalan

söylemiş sayılır...

Mevlânâ bir yerde gerçek tevbenin sembolü 'nasûh'u şöyle konuşturur:

توبه اى كردم حقيقت با خدا

نشكنم تا جان شدن از تن جدا

بعد ازان محنت كرا بار دگر

پا رود سـوى خطر إال كه خر

"Cenâb-ı Hudâ'ya bir hakikî tevbe ettim ki, can tenden ayrılıncaya kadar onu bozmayacağım.

Aslında o mihnetten sonra, merkepten başka kim ayağını bir kere daha helâk ve hatar tarafına

atar ki..?"

Tevbe bir fazilet yemini, onda sebat ise bir yiğitlik ve irâde işidir. Usûlünce tevbe edip sebat

edenin şehitler mertebesinde olduğunu Hz. Seyyidü'l-evvâbîn söylüyor.[6] Tabiî sürekli tevbe

ettiği halde, bir türlü günah ve inhiraflardan kurtulamayanın tevbe ve istiğfârının, tevvâbların,

evvâbların yöneldikleri kapıyla alay olduğunu da...[7]

Evet, "Cehennemden korkarım." deyip günahlardan kaçınmayan, "Cennete müştâkım." deyip

amel-i sâlih işlemeyen, "Peygamberi severim." deyip sünnetlere karşı alâkasız kalan biri,

iddialarında ciddi olamayacağı gibi, ömrünü kat'î günah ve sûrî tevbeler arasında sürdüren,

dolayısıyla da, Hakk'a dönüşlerini isyanlar arası molalara benzeteceğimiz böyle vefânâşinasların

samimiyet ve hulûslarını kabul etmek de oldukça zordur.

Sâlikin ilk menzili, tâlibin ilk makamı tevbe, ikinci makamı ise inâbedir. Sofîler arasında, herhangi

bir mürşide intisâb etme merâsiminde temsil edilen usûl, âdâb ve töreye de "inâbe" denildiğini

hatırlatıp geçelim... Tevbede, duygu, düşünce ve davranışların, muhâlefetten muvâfakata,

muârazadan mutâbakata yönlendirilmesine karşılık, inâbede mevcut mutâbakat ve muvâfakatın

sorgulanması bahis mevzuudur. Tevbe, "seyr ilallah" ufkunda bir seyahat ise, inâbe "seyr fillâh",

evbe de "seyr minallah" kuşağında bir miraçtır.

Bu üç teveccühü şöyle de anlatabiliriz: Ukûbet endişesiyle Hakk'a sığınma bir tevbe; makam ve

derecâtı muhafaza arzusuyla O'nda fâni olma bir inâbe; O'ndan başka her şeye kapanma da bir

evbedir. Birincisi, bütün mü'minlerin hâlidir ve ezanları da: يعاا للا إ لى وت وب وا ن ون أيه جم ؤم الم "Ey iman

edenler, hepiniz inhiraflardan vazgeçip Allah'a sığının!"dır.[8] İkincisi evliya ve mukarrabînin

vasfıdır; kâmetleri de, mebde' itibarıyla رب ك م إ لى وأن يب وا "Rabbinize inâbe ediniz."[9], müntehâ

itibarıyla da: ن يب ب قلب وجاء م "Cenâb-ı Hakk'a saygı dolu bir kalble geldi."dir.[10] Üçüncüsü enbiyâ ve

mürselînin hususiyetleridir. Şiarları da اب إ نه العبد ن عم أو "O ne güzel kuldur. Çünkü o her zaman

(Allah'a) rücûdaydı."[11] şeklindeki ilâhî takdîr ve iltifattır.

39

Her nerede olursa olsun, maiyyet-i ilâhiyede bulunduğu şuurunu bir nebze bile kaybetmeyenler

için tevbe yoktur. Onlardan sâdır olan tevbe mânâsındaki sözler ya inâbe veya evbe mânâlarını

ifâde etmektedir. Hz. Rûh-u Seyyidi'l-Enâm'ın, "Günde yetmiş veya yüz defa istiğfar ederim."[12]

sözlerini başka türlü anlamak da mümkün değildir. Ayrıca tevbe, "kurb" ve "maiyyet"i bilmeyenler

içindir. Hayatlarını kurb ufuklarında geçirenler, her tasarruflarına hâkim, her işlerine nigehbân ve

onlara her şeyden daha yakın olan Cenâb-ı Hakk'a herhalde, avamî mânâda rücûu gaflet

sayarlar. Bu mertebe ehl-i vahdet-i vücûdun değil, ehl-i vahdet-i şuhûdun, onlardan daha çok da

Mişkât-ı Muhammed ve Sünnet-i Hazret-i Ahmed (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) Hazretleri'nin zıllinde

seyr u sülûk yapanların mertebesidir. Seviyesi bu mertebeye ulaşmayan ve makam-ı tabiatta

vücudla uğraşanlar için evb ve inâbeden ve hele bu makamların müntehâsından söz etmek

takliddir ve bâlâ pervâzâne sayılır.

د سيد المرسلين اللهم اجعلنا من الذين آمنوا وتابوا وأصلحوا إن ك غفور رحيم وصل وسلم على محم

Sızıntı, Ocak 1992, Cilt 13, Sayı 156

[1] Tahrîm sûresi, 66/8

[2] Bakara sûresi 2/222

[3] el-Kuşeyrî, er-Risâletü'l-Kuşeyriyye s.168; el-Müttakî, Kenzü'l-ummâl 4/261, hadis no: 10438

(İbn Neccâr'dan naklen). Kuşeyrî, hadisi senediyle zikretmektedir. Hadis kitaplarında da bu

hadisin değişik kısımları farklı lafızlarla parça parça yer almaktadır. Örnek olarak bkz. İbn Mâce,

zühd 30; et-Taberânî, el-Mu'cemü'l-kebîr 10/150; el-Beyhakî, Şuabü'l-îmân 4/375, 5/387, 439; el-

Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru'l-usûl 2/349

[4] Buhârî, teheccüd 16; Müslim, salâtü'l-müsâfirîn 125

[5] Sâd sûresi, 38/30, 44

[6] Bkz. ed-Deylemî, el-Müsned 2/76

[7] Bkz. el-Beyhakî, Şuabü'l-îmân 5/436; ed-Deylemî, el-Müsned 2/77

[8] Nûr sûresi, 24/31

[9] Zümer sûresi, 39/54

[10] Kaf sûresi, 50/33

[11] Sâd sûresi, 38/30, 44

[12] Buhârî, deavât 3; Müslim, zikir 41, 42; Tirmizî, tefsîru sûre (47)

40

41

Havf ve Haşyet

Tarih: 28 Şubat 1993

Arapça'da, korkma, ürperme, irkilme mânâlarına gelen havf; ıstılâhî mânâsı itibarıyla; şer'an haram olmayıp da daha hafif mertebede memnû bulunan bir şeyi işlemekten sakınma anlamına bir kelime. Havf sofîlerce; "recâ" duygusunun yanında, hak yolcusunun emniyete düşüp aldanmaması ve kuruntulara takılıp kalmaması için, mânevî seyr ü seferde hem bir denge unsuru ve hem de nâz u şatahata götürecek düşünceleri ta'dîl eden bir iksir kabul edilmiştir.

Havf, Kuşeyrî'ye göre; "Mânâ yolcusunun, Allah'ın sevmediği, hoşlanmadığı şeylerden sakınmasını ve uzak kalmasını sağlayan, gönlün derinliklerinde bir korku duygusu." şeklinde yorumlanmıştır ve daha çok da, gelecekle alâkalı tesiri üzerinde durulmuştur[1].

Evet havf, ya bir insanın arzu etmediği şeylere maruz kalacağı endişesinden veya isteyip dilediği şeyleri kaçıracağı düşüncesinden kaynaklanır ki, her iki durum da istikbâl ile alâkalıdır. Aslında Kur'ân-ı Kerîm de, pek çok âyât ü beyyinâtıyla amel ve davranışların ilerideki neticelerini nazara vererek, istikbâl buudlu bir dünya kurmayı hedefler. O'nun kurmak istediği dünyada, geleceği, iyi ve kötü semereleriyle bir ruh, bir mânâ, bir düşünce, hattâ bir aksesuar olarak görmek her zaman mümkündür. O, müntesiplerinin gönlüne bütün bir hayat boyu âkıbet-endiş olmayı aşılar ve ayaklarını her zaman yere sağlam basmalarını hatırlatır:

ن له م وبدا للا م ب ون يك ون وا لم ما يحتس

"Hiç hesaba katmamış oldukları şeyler Allah tarafından karşılarına çıkarılıverdi."[2] ürperti hâsıl eden fermanı:

ين ن نب ئ ك م هل ق ل ين أعمالا ب األخسر ن ون أنه م يحسب ون وه م الدنيا الحياة ف ي سعي ه م ضل الذ ص نعاا ي حس

"De ki: Amellerin bütün bütün boşa gidenini size haber vereyim mi? Onların ameli ki, dünya hayatında bütün çalışmaları boşa gittiği halde kendilerini güzel iş yapıyor sanmaktadırlar."[3] gönülleri hoplatan beyânı gibi daha pek çok âyet vardır ki, bunlar insanın hayat dantelâsının öteden getirilmiş atkı ipleri gibidirler.. -Bu iplerle hayatını kanaviçe gibi örene ne mutlu- Kur'ân sık sık bunlarla gönüllerimize uhrevîlik aşılar ve gözlerimizi sürekli ukbâya çevirir.

Cenâb-ı Hak nurlu beyânında, bizi huzuruna celp ve maiyyetiyle şereflendirmek için çok defa havfı bir kamçı olarak kullanır. Bu kamçı, tıpkı annenin itapları, yavruyu onun şefkatli kucağına ittiği/çektiği gibi; insanı ilâhî rahmetin enginliklerine cezbeder ve onu cebrî lütufların vâridâtı ile zenginleştirir. Bu itibarla, Kur'ân-ı Kerîm'de havf ü haşyetle tüllenen her emir ve direktif, bir buuduyla ürpertici görülse de, diğer yanıyla rahmet televvünlü ve inşirah vericidir.

Ayrıca, Cenâb-ı Hak'tan havf edip O'na karşı saygılı olan bir vicdanın, başkalarının kasvetli ve rahmet cânibine yönlendirmeden uzak, yararsız, hatta zararlı korkularından kurtulması bakımından da ayrı bir önem arz eder. Cenâb-ı Hak, nur-efşân ve ümitbahş beyânında yer yer:

ن ين ك نت م إ ن وخاف ون تخاف وه م فل ؤم م

"Eğer gerçek mü'minler iseniz, onlardan korkmayın, Benden korkun!"[4] buyurarak, insan mahiyetindeki korku hissinin sağa-sola dağıtılarak dağınıklığa düşülmemesini:

وطمعاا خوفاا ربه م يدع ون

"Sadece ve sadece Benden korkun."[5] diyerek de, hiçbir yararı olmayan fobilere girilmemesini ihtar eder ve: ن ربه م يخاف ون م م ون ما ويفعل ون فوق ه ي ؤمر "Her an üzerlerinde nigehbân bulunan Rabbilerinden korkar ve emrolundukları şeyleri titizlikle yerine getirirler."[6] ve:

42

وطمعاا خوفاا ربه م يدع ون

"Havf u haşyet içinde, aynı zamanda tazarru ve niyazlarının kabul olacağı ümidiyle Rabbilerine dua ederler..."[7] gibi pür-envâr beyânlarıyla havfla mâmur, haşyetle serfiraz gönülleri senâ eder; eder, zîra hayatını havfa göre örgüleyen bir ruh, iradesini temkinli kullanır, adımlarını dikkatli atar ve ayağını çürük bir yere basmamaya çalışır. İşte böyle titiz ruhlardır ki, rızâ semasının üveykleri sayılırlar. Lücce sahibinin havfla alâkalı şu tesbiti ne hoştur:

ين در باش ي ثاب ت د قهر ارترس ه حق ز پا ك صرصراست عرعرن يم زمين در م حكم كرده

"Eğer Cenâb-ı Hakk'ın kahrından korkuyorsan dinde sabit kadem ol; zîra ağaç, şiddetli rüzgârlara karşı ancak kökleriyle yere muhkem tutunur."

Havfın en aşağı mertebesi, imanın şartı ve muktezası olan havftır ki: ن ين ك نت م إ ن وخاف ون ؤم م "Eğer gerçek mü'minler iseniz Benden korkun."[8] meâlindeki âyet buna işaret etmektedir.

Bunun bir üstü, ilim buudlu havftır ki:

ن ه للا يخشى إ نما م باد الع لماء ع

"Allah'tan, kulları arasında ancak âlimler hakkıyla korkar."[9] âyeti de bu mertebeyi ihtar eder.

Daha üst bir mertebe ise, mârifet mertebesidir ve heybet televvünlüdür ki: ك م ر نفسه للا وي حذ "Allah size kendisine karşı ürperti içinde bulunmanızı emreder."[10] beyân-ı sübhânîsi de bunu hatırlatır.

Bundan başka, bir kısım sofîler havfı; biri heybet, biri haşyet olmak üzere kendi içinde de ikiye ayırmışlardır. Her ikisi de korku ve saygı düşüncesinden kaynaklanmasına rağmen, bunlardan heybet daha ziyade "firar" yörüngeli, haşyet ise "ilticâ" mahreklidir. Seyr u sülûkte heybet sahibi, sürekli firar düşüncesi yaşar; O'nunla oturur-kalkar, O'nu düşler ve O'nu tasarlar; haşyet sahibi ise, her lâhza ayrı bir mülâhaza ile O'na ilticâ etme vesileleri araştırır ve O'na sığınma fırsatları kollar.

Bu itibarla da çok defa, rehbet yolunu seçenler, firarı da devam ettirirler. Firarı devam ettirdikleri için de kolayı zorlaştırır ve ruhbanların maruz kaldığı sıkıntılara maruz kalır, dolayısıyla da firarın hasıl ettiği bu'diyet ölçüsünde, O'ndan uzak kalmanın ızdırabını yaşarlar. Hayatlarının her lâhzasında "hevâ"yı "hüdâ"ya çevirebilmiş haşyet sâlikleri ise, her an ayrı bir ilticâ yol ayrımında ayrı bir "kurb" kevseri içer ve "Daha yok mu?" diyerek coşarlar.

Haşyet, kâmil mânâda bir enbiyâ hususiyetidir; nebiler; sürekli içinde, âdetâ İsrafil'in sûrunun duyulduğu bu atmosferde ve Hakk'ın azamet ü celâlinin savleti karşısında bir can ile ölür, birkaç can televvünü ile dirilirler. Onların his, şuur ve idrâk ufuklarında her zaman:

ا لجبل ربه تجلى فلم قاا م وسى وخر دكا جعله ل صع

"Cenâb-ı Hak azametle dağa tecelli edince, dağ şak şak oldu, parçalandı ve Mûsâ kendinden geçip bayıldı."[11] gerçeğinin tulû ve gurûbları yaşanır. Akrabü'l-Mukarrabîn ve Seyyidü'l-Hâşiyîn de: "Ben sizin görmediğinizi görüyor, duymadığınızı duyuyorum; âh bir bilseniz, gök bir gıcırdayışla gıcırdayıp inledi ki!. Zaten öyle olması gerekirdi; zira göklerde meleklerin secdegâhı olmayan dört parmak kadar bile boş yer yoktur. Allah'a yemin ederim ki, eğer azamet-i ilâhî adına benim bildiğimi bilseydiniz, az güler çok ağlardınız, hatta zevcelerinizle bir arada bulunmaktan kaçınır, dağ ve sahralarda çığlık çığlık Allah'a yalvarırdınız."[12] buyurur. Bu hadiste hem Peygamberin ilticâ buudlu haşyeti -ki, kendi, bilinebilecek her şeyi bildiği halde firarı değil O'na sığınmayı seçmiştir- hem de diğer insanların firar buudlu heybetlerini anlatmıştır... Ebû Zerr (r.a) hadisteki: "Keşke, kökünden sökülen ve kesilip-biçilen bir ağaç olsaydım."[13] ilâvesiyle kendi hesabına bu düşünceye beliğ bir tercüman olmuştur.

43

Haşyet ve mehâbete göre programlanmış bir ruh, havf mülâhazası olmasa da günahlara bulaşmaz.. işte mehâbet bendesi bir ismet kahramanı: هيب العبد ن عم ه لم للا يخف لم لو ص يعص "Suheyb ne yüksek bir karakterdir; -muhalfarz- Allah'tan korkmasa da günah işlemez."[14]

Havf erbâbı bazen sızlar, bazen ağlar ve gözyaşlarını ceyhun ederek günde birkaç defa, hususiyle de yalnızlık zamanlarında gözyaşlarıyla "bu'd" ateşlerini söndürür ve bu'dlar bu'du cehennem üzerine yürür. Zira:

ل النار يل ج ا ن بكى رج رع ف ي اللبن يع ود حتى للا خشية م الض

"Allah korkusundan ağlayan birinin, sağılmış sütün yeniden memeye dönmesi muhaliyeti gibi cehenneme girmesi mümkün değildir."[15] fehvâsınca, cehennem ateşini söndüren en tesirli iksir gözyaşlarıdır. Bazen de, hem yaptıklarını hem de yapmadıklarını sürekli birbirine karıştırır; yaptıklarının "hüdâî" olmayıp da "hevâî" olabileceklerinden, yapmadıklarının da bütün bütün şeytânî olmasından irkilir, devamlı hüzünle yutkunur ve en isabetli karar diyerek doğrulur, O'na ilticâ eder. Bunlardan birinci şıktakilere: ين لة وق ل وب ه م آتوا ما ي ؤت ون والذ م إ لى أنه م وج ع ون رب ه راج "Rabbilerinin huzuruna döneceklerinden ötürü, yürekleri çarparak vereceklerini verirler."[16] meâlindeki âyet münasebetiyle, Âişe validemiz'den nakledilen şu vak'ayı misâl olarak gösterebiliriz: Validemiz buyurur ki: "Bu âyet nâzil olunca 'âyette zikredilenler, zina etme, hırsızlık yapma, içki içme gibi haramları irtikap edenler midir?' diye Rasûlullah'a sordum. İnsanlığın İftihar Tablosu Seyyidü'l-ma'sûmîn: 'Hayır yâ Âişe, âyette anlatılmak istenen, namaz kılıp, oruç tutup sadaka verdiği halde, kabul olup olmaması endişesiyle tir tir titreyenlerdir.' buyurdular."[17] Bu birinci kategoride zikredilenlere "düz mü'minler" diyeceksek, ikincilerine "derin mü'minler" veya "kâmil insanlar" demek uygun olur zannediyorum.

Ebû Süleyman ed-Dârânî: "Kulun, havf ve recâ arası bir yol tutup gitmesi esas olmakla beraber, her zaman kalbin korku ve saygıyla atması daha emin bir yoldur."[18] der. Onunla aynı düşünceyi paylaşan Şeyh Galip ise, havf mevzuundaki hislerini şu müstesna mısraıyla âdetâ hulâsa eder:

Bin havf ile çeşm-i cânı bâzet!

وح أي دنا الله م ن ب ر ك م ند ب ما إ لى ووف قنا ع وترضى ت ح م صل د على وسل حم رتضى م الم

Sızıntı, Mart 1993, Cilt 15, Sayı 170

[1] el-Kuşeyrî, er-Risâletü'l-Kuşeyriyye s.214

[2] Zümer sûresi, 39/47

[3] Kehf sûresi, 18/103-104

[4] Âl-i İmrân sûresi, 3/175

[5] Bakara sûresi, 2/40. ( ي فارهب ون (şeklinde: Nahl sûresi, 16/51 فإيا

[6] Nahl sûresi, 16/50

[7] Secde sûresi, 32/16

[8] Âl-i İmran sûresi, 3/175

[9] Fâtır sûresi, 35/28

[10] Âl-i İmran sûresi 3/28, 30

[11] A'râf sûresi, 7/143

[12] Tirmizî, zühd 9; İbn Mâce, zühd 19

[13] Tirmizî, zühd 9; Ahmed b. Hanbel, Müsned 5/173

[14] el-Aclûnî, Keşfü'l-hafâ 2/428-429. Benzer ifade için bkz. ed-Deylemî, el-Müsned 1/234; İbn

Hacer, Fethu'l-Bârî 1/161

[15] Tirmizî, fezâilü'l-cihâd 8; Nesâî, cihâd 8; Ahmed b. Hanbel, Müsned 2/505

[16] Mü'minûn sûresi, 23/60

[17] Tirmizî, tefsîru sûre (23); İbn Mâce, zühd 20

[18] el-Kuşeyrî, er-Risâletü'l-Kuşeyriyye s.218

44

45

Huşu, Haşyet ve Kalb İnceliği

Herkul | 10/01/2011. | KIRIK TESTI

Soru: “İman edenlerin Allah’ı (celle celâluhu) anma ve O’ndan inen gerçek için kalblerinin saygıyla yumuşama zamanı daha gelmedi mi?” (Hadîd sûresi, 57/16) mealindeki âyet-i kerime zaviyesinden her kalb için bir çiy noktasından bahsedilebilir mi? Kalbde haşyet duygusunu tetikleyecek vesileler nelerdir?

Cevap: İbn Mesud Hazretlerinin rivayetine göre, bu âyet-i kerime, Mekke’de nazil olmuştur. Bildiğiniz üzere bu büyük sahabi sabikun u evvelundandır ve Müslümanlığının ilk yıllarından itibaren hep İnsanlığın İftihar Tablosu’nun yanında olmuştur. Bu açıdan Enes b. Malik gibi o da Peygamber Efendimiz’e ait hususiyetleri çok iyi biliyordu. Aynı zamanda o, hadis rivayetinde çok titiz davranan bir sahabidir. Meselâ, kendisine bir hadis sorulduğunda, ciddi bir temkin ve teyakkuzla, “La havle ve la kuvvete illa billah” deyip Allah’a sığınarak ve tam bir kemal-i hassasiyet ve titizlik içinde o hadisi naklederdi. Ta ki, Resûl-i Ekrem Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşı kezib isnadında bulunmasın. Çünkü İbn Mesud’un mülahazasına göre Efendimiz’e ait bir hadisin bir kelimesinin dahi farklı söylenmesi ahirette insanı batırabilir. Bu hassasiyetinden dolayı, hadis ilminde İbn Mesud Hazretlerinin apayrı bir yeri, apayrı bir kıymet ve itibarı vardır.

İşte rivayet konusunda bu derece hassas ve titiz olan İbn Mesud Hazretleri, Mekke-i Mükerreme’de henüz bi’setin üzerinden çok az bir zaman geçmişken bu âyetin inzal buyrulduğunu naklediyor ki, (Müslim, Kitabü’t-tefsir 2) zannediyorum konunun gerçek derinlik ve buutlarıyla anlaşılması adına bu husus önem arz eder. Evet, vahyin başlangıcının üzerinden henüz az bir zaman geçmişken Kur’ân-ı Kerim’in;

وا ل لذ ين يمن ألم ر ق ل وب ه مم تمشع أنم امن الل ل ذ كم

“Allah anıldığı zaman mü’minlerin kalblerinin haşyetle ürpereceği, huşû ile iki büklüm olacağı an,

okunan âyetler karşısında gönüllerin ürperme ve duyarlılık zamanı gelmedi mi?” ifadeleriyle

muhataplarını ikaz buyurduğunu görüyoruz. Hâlbuki meselenin semaviliği hâlâ gönüllerde

hissedilmekteydi. Gökler ötesinin sesi yaprağın üzerine konmuş bir şebnem ve çiy gibiydi. Fakat

işte böyle bir dönemde dahi Allah (celle celâluhu), sahabileri daha derinlemesine bir ihsas, ihtisas

ve hassasiyet ufkuna çağırıyordu. Çünkü siz meseleleri matlaşmış bir bakışla, ülfet ve ünsiyet

içinde ele aldığınız takdirde, o meseleler, sinelerinizde meydana getireceği heyecanı getirmez olur.

Evet, burada bir tembih vardır. Hatta sözün sahibinin Zât-ı Ulûhiyet olması itibarıyla burada bir

tevbihin olduğu dahi söylenebilir. Elbette biz, sahabe-i kiram efendilerimiz hakkında böyle bir

mütalaaya girmeyiz/giremeyiz. Fakat Allah (celle celâluhu) veli kullarına da, sahabe-i kiram, enbiya-

i izam efendilerimize de bunu diyebilir. Zira O, Halık-ı küll-i şey’dir. Bu açıdan bu âyet-i kerimede,

bir tevbih ve kınamanın olduğunu söylemekte mahzur olmasa gerek.

Cenâb-ı Hak, âyet-i kerimenin devamında ise şöyle buyuruyor:

مد عليمه م فطال ق بمل م نم المك تاب أ وت وا كالذ ين يك ون وا ول ق ل وب ه مم ستمف ق الم

“Onlar daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti

de, kalbleri kaskatı kesildi.” Yani sizden evvel kendilerine kitap verilenler zamanla ülfet ve ünsiyete

mağlup oldu, semavî sağanak başlarından aşağıya boşalıp durduğu hâlde heyecan duymaz hâle

geldiler; geldiler de;

ن مه مم وكث ير ق ون م فاس

46

“ Onlardan çoğu çizgiden çıktı, fasık oldular.”

Mebdede Yenilik, Yol Boyunca Yenilenme Cehdi

Şimdi isterseniz, zamanla ortaya çıkan kalb kasvetinin, ülfet ve ünsiyetin bazı saikleri üzerinde bir nebze duralım. Hemen her yeni ve orijinal şey insanda şöyle böyle bir heyecan uyarır. Bizim gibi katı kalbli, Hakk’a karşı kapalı insanlarda bile mebdede yeniliğin hâsıl ettiği bir aşk u heyecan dalgası sineleri sarabilir. Size bir hissiyatımı daha önce arz etmiştim. Hz. Pîr’in yanından gelen bir şahsı ilk defa gördüğümde, onun o safveti, duruluk, incelik ve doyuruculuğu bana çok tesir etmişti. Babam küçüklüğümde hep sahabeden bahsederdi. Ben o zatı ilk gördüğümde “Bu asırda da sahabe gibi zatlar olabiliyormuş!” dedim kendi kendime. İşte ilk defa şahit olduğunuz güzel bir tablo sizde böyle bir ürperti hâsıl ediyor. Vicdan âdeta bütün vüs’atiyle açılıyor ve onu değerlendirmeye çalışıyor. Fakat unutulmaması gerekir ki, insan mazhar olduğu bu nimete ilerleyen zamanda yeni yeni derinlikler kazandırmaz, bir şerh koymaz, kenarına not düşmez, yer yer formatıyla oynamaz veya en azından o meselenin izahının formatında değişikliğe gitmezse hiç farkına varmaksızın ülfet ve ünsiyet ağına düşebilir. Öyle ki, bir yerde insanlara namaz kıldırır, Kur’ân okur da ne kıldırdığı namazda ne de okuduğu Kur’ân’da herhangi bir heyecan ve ürperti duymaz olur. Kalbi, üzerinde hiçbir hayat emaresi bulunmayan çıplak bir kaya hâline gelir.

Evet, başta herkeste şöyle böyle, az çok, yenilik ve orijinalitenin getirdiği bir ürperti, haşyet ve saygı bulunur. Fakat ilerleyen zamanda evrâd u ezkârla, gecenin derinliklerinde eda edilen ibadet u taatle, muhasebe, murakabe ve tefekkürle sürekli bir yenilenme cehdi içerisinde olmayan, sürekli bir yenilenme vetiresi yaşamayan; yaşamadığı için de benlik duygularından sıyrılamayan insanın kaskatı kesilmesi mukadderdir. Dolayısıyla bu şahsın, çiy noktasını koruması mümkün değildir. Böylesi bir kalb kasvetine maruz kalmamanın yolu ise, mevzuları sürekli yeni bakış zaviyeleriyle ele alıp onlar üzerinde derinleşmekten geçer. Bir bakın, Kur’ân-ı Kerim’in indiği ilk asırdan zamanımıza gelinceye kadar ne kadar çok tefsir yazılmış, bu mevzuda ne kadar çok fikrî ceht ve gayret ortaya konmuştur. Meselâ Kur’ân’ı anlama adına sahabe efendilerimizin bir hayli tefsiri olmasına rağmen tabiîn efendilerimiz bununla yetinmemiş ve yeni tefsirler yazmışlardır. Daha sonraki dönemlerde gelen İbn Cerir, Zemahşerî, Fahruddin Râzî, Ebu Hayyan, Beyzavî gibi zatlar da, kendi zamanlarına kadar nice tefsirler yazıldığı hâlde, her biri kendilerinden önce yazılanları yeterli görmemiş, ona yeni haşiyelerde bulunmuş, sürekli bir şerh gayreti içinde olmuşlardır. Günümüze gelinceye dek, çağlarının âbide şahsiyeti nice büyük zat, biraz da zamanın yorumunu arkasına alarak, kendi ufukları itibarıyla, tekvînî emirlerle teşriî emirler arasındaki mutabakatı bulmaya, bulup Kur’ân’ı yeniden bir kere daha anlayıp anlatmaya çalışmışlardır. Meselâ Beyzavî kendi yorumlarını ortaya koyup iki ciltlik bir tefsir yazmıştır. Fakat ilim tarihçileri -ister şerh, ister haşiye ister ta’lik tarzında olsun- bu tefsir üzerine yapılan çalışmaların sayısının 250’nin üzerinde olduğunu ifade etmişlerdir.

Evet, herkesin, her zaman Kur’ân hakkında yeni bir şeyler söylemesi mümkün olabilir. Hatta Hz. Pîr gibi, söylediği her şeyi milimi milimine şıp diye yerine oturtan bir insanın sözlerini dahi zamanın rüzgârı ve yorumunu arkaya alarak ifade ve izah etmek gerekir. Aksi takdirde onun eserlerini alır, her sabah âdet kabilinden ders yapar veya akşam olunca bir yere derse gider, gittiğiniz yerde sathî bir nazarla o eserlerden bir yer okur ve böylece vazifenizi yaptığınızı düşünürseniz onu gerçek derinlik ve zenginliğiyle anlayamazsınız. O hâlde yapılması gereken, müzakerede bulunarak, yeni yeni terkip ve tahlillerle, okuduğumuz metinden farklı açılımlara gitmek, yeni tespitlerde bulunmak ve böylece kalb ve vicdan kültürümüze yeni mârifet pınarları akıtmak olmalıdır. Hazretin “Âyetü’l-Kübrâ”da işaret ettiği gibi, gönül dünyamız itibarıyla “Hel min mezid?” ferdi olmalı ve hep “Daha yok mu?” demeliyiz. Öyle ki bir insan bir gün Zât-ı Ulûhiyet’le yüz yüze gelse yine de “Hel min mezid?” anlayışıyla “Allahım yok mu bunun ötesi. Şu an yaşadığım bu hâl, benim kalbime göre. Ne olur Allah’ım, Seni, Zât-ı Ulûhiyetine şayeste daha nasıl bilmem gerekiyorsa bana o bilginin ufkunu aç.” demelidir.

Emanet Hüşyar ve Canlı Gönüllere Teslim Edilir

Söz bu noktaya gelmişken bir hususu hatırlatmak istiyorum: Dünyanın iki yüz küsur ülkesinde okul açabilirsiniz. Bu iki yüz küsur ülkede sizin açtığınız müesseseler parmakla gösterilen okullar hâline gelebilir. Bulunduğunuz ülkede insanlar, açtığınız kültür lokallerine ciddi bir teveccüh gösterip sizin

47

duygu ve düşüncelerinizin renk ve deseniyle boyanmak isteyebilir. Her yerde insanlar gözünüzün içine bakabilir. Ancak bir Hz. Ebû Bekir, bir İbn Mesud imanıyla Allah’a müteveccih değilseniz yaptığınız bütün bu işlerin Allah indinde bir kıymeti olmaz, bir mânâ ifade etmez.

Allah nicelerine nice lütuflarda bulunmuştur. Önemli olan, lütuflarla mebsuten mütenasip olarak Allah’la münasebetin güçlenmesidir. Eğer siz, “Allahım bana bu nimetleri lütfettin. Hâlbuki benim günahkâr ve zulmetli hâlim dalâlet ve küfre daha muvafık düşüyordu. Ama Sen öyle yapmadın. Beni küfür içinde bırakmadın. Kasvet-i kalbe uğratmadın. Dalâlete salmadın. Mağdubînden etmedin. Hidayet buyurup beni burada istihdam ettin. Allahım bildiğim/bilmediğim, farkına vardığım/varamadığım bütün nimetler karşısında Sana sonsuz hamd ü senâ olsun.” yakarışlarıyla Cenâb-ı Hakk’a çok ciddi teveccühte bulunarak her daim Allah’la münasebetinizi güçlendirmiyorsanız, Alvar İmamı’nın ifadeleriyle sürekli, “Değildir bu bana layık bu bende. Bana bu lütuf ile ihsan nedendir?” mülâhazasına bağlı kalmıyorsanız, yaptığınız bütün bu işlerin rıza hedefli olup olmadığı hususunda kendinizi bir kez daha gözden geçirmelisiniz.

Allah (celle celâluhu) cedide ve ceyyide değer verir. Dinine ait meselelerin gökten yeni nazil oluyor gibi ter u taze bir şekilde duyulup, hissedilip, değerlendirilmesini takdir buyurur. Bundan dolayı diyebiliriz ki, Cenâb-ı Hak dilerse, zayıf olduğunuz hâlde, devletler muvazenesinde muvazene unsuru olmayı başkalarından alıp size verebilir. Öyle ki korodan çıkan güçlü bir ses gibi bütün dünyaya duygu ve düşüncenizi duyurabilirsiniz. Fakat siz bu vazifeyi tam temsil edemeyecekseniz, abes fiil işlemekten münezzeh ve müberra Kudret-i ilâhî, o vazifeyi niye size versin ki! Çünkü gerçek mânâda temsil edilmediğinden dolayı o vazife tekrar sizden alınıp bir başkasına verilecek.

Bu açıdan kalb kasvetine karşı her zaman ciddi bir gerilim içinde olunmalıdır. Fakat hâl-i pürmelâlimize bakınca şu soruları kendi kendime sormadan edemiyorum: “Neden biz envai türlü nimetlerin bulunduğu bir sofraya davet edilmişiz gibi bir aşk u şevkle, derin bir iştiyakla teheccüd namazına kalkamıyoruz? Neden abdest alırken aynı neşveyi duymuyoruz? Neden başımızı yere koyduğumuz zaman, ‘Allahım keşke bu secde hiç bitmese!’ diyecek kadar Allah’la münasebet içinde değiliz?”

Şayet O’nunla münasebette bir Şah-ı Geylânî, Hasan Şazilî, Ahmed Bedevî, Ahmed Rufaî hazretleri gibi arzu ve iştiyak içinde değilsek, “Dahası yok mu Allahım?” diyerek meseleyi alıp ileriye götürmüyorsak, yaptığımız iş ve ameller bir yere kadar kıymet ifade etse de, ifade etmesi gerekli olan seviyede bir değer ve kıymet ifade etmediği rahatlıkla söylenebilir. Bundan dolayı asla unutulmaması gerekir ki, Cenâb-ı Hak emanetini emanette emin, cedid ve ceyyid olan insanlara verir. Çünkü verilen o emanet, ancak onlarda kalıcı olur.

Hâsılı eğer biz, kalbimizde haşyet duygusunu tetiklemek istiyorsak, sohbet-i cânân meseleleri etrafında müzakerede bulunmalı; mevzuları bu bakış açısıyla daha engince anlamaya çalışmalı ve böylece imanımızı sürekli takviye etmeliyiz. Oturduğumuz çay veya yemek faslında dahi meseleyi evirip çevirip hep Allah’a bağlamalı, her defasında yeni bir mârifet ufkuyla meseleyi O’nunla irtibatlandırmalı ve O’nunla noktalamalıyız. Aksi takdirde hiç farkına varmaksızın heyecan ve yol yorgunluğuna düşer, canlılığımızı yitirir ve içten içe kadavralaşırız. Rabbim hepimizi böyle bir âkıbetten muhafaza buyursun!

48

49

Temkin

Herkul | 15/11/2010. | KIRIK TESTI

Soru: Temkin, tasavvufta zirve kabul ediliyor. Temkinin içtimaî hayatımıza bakan yönleri nelerdir? İzah eder misiniz?

Cevap: Temkin kelimesi farklı kipleriyle Kur’ân-ı Kerim’in değişik âyet-i kerimelerinde geçmektedir. Meselâ Kehf sûre-i celîlesinde, doğu ve batıya seyahat eden, sonra Çin Seddi’ne veya Ye’cüc ve Me’cüc’ün bulunduğu yere ulaşan Zülkarneyn için şöyle buyruluyor:

له مكنا إ ن رمض ف ناه الم ء ك ل م نم وات ي م سب با شيم

“Biz dünyada ona mükne verdik ve ihtiyaç duyduğu her konuda sebep ve vasıtalar ihsan

ettik.” (Kehf sûresi, 18/84) Âyette geçen “mükne verdik” mazmununu, Zülkarneyn’e ayağını yere

sağlam basacağı ve sözünü dinletebileceği bir imkân, güç ve hâkimiyet bahşedilmesi şeklinde

anlayabileceğimiz gibi; devletler muvazenesinde ona muvazene unsuru olma konumunun verilmesi

şeklinde de anlayabiliriz. Böylece doğuya seyahat yaptığında doğudakiler, batıya seyahat

yaptığında batıdakiler ve daha sonra Ye’cüc ve Me’cüc’ün dünyasına seyahat yaptığında da

onlardan bîzar olmuş insanlar çözüm adına hep ona müracaat ettiler. Nasıl ki muvazene unsuru

olduğundan dolayı bir dönem müracaatlar hep Devlet-i Âliye’ye yapılıyordu. Meselâ bir gün

Fransuva geliyor; Hünkârım, Pir-i Mugan’ım, Şem’-i Taban’ım.. gibi ifadelerle ona sığınıyor ve

ondan himaye talebinde bulunuyordu. İşte, âyet-i kerimede mükne mazmunuyla ifade edilen

devletlerarasında muvazene unsuru olma mazhariyeti o dönemde Zülkarneyn’e verilmişti.

Esasında mevzuun daha iyi anlaşılabilmesi için, sûre-i celîlede önümüze serilen değişik tablolara birbiriyle irtibatlı bir bütün hâlinde bakılması gerekir. İşte bu perspektiften bakıldığında, o tabloların her birinde bir yönüyle seyr ü sülûk-i madde itibarıyla varılacak noktaya varma adına farklı mertebelerin söz konusu olduğu görülecektir. Bu tablolarda öncelikle mağara döneminden bahsedilir, ardından bahçe sahiplerinin durumu anlatılarak dikkatler dünya ile imtihan olmaya çekilir; daha sonra Hızır’la arkadaşlık gibi ayrı bir dönem ele alınır. Sonunda da meseleyi noktalamadan önce deccaliyete ve Ye’cüc ve Me’cüc’e karşı sıyanet ve siper oluşturabilecek âyetlerden bahsedilir. Zaten Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) da, deccalın şerrinden korunma adına, buradaki ilk veya son on âyetin cuma günü okunmasını tavsiye buyurmuşlardır. Dolayısıyla mükne meselesi, bu güzergâhtan geçtikten, bu vetireyi yaşadıktan sonra Cenâb-ı Hakk’ın lütfedeceği bir nimettir. Yani bir nemin çiy noktasına ulaşıp orada pozitif ve negatif bulutların inzimamıyla yağmur hâline gelip yeniden toprağın bağrına akması gibi bir toplumun da maddî-mânevî doygunluğa ulaşması, o çiy noktasını ihraz etmesi mükne adına çok önemlidir. İşte bütün bunlar temkine giren hususlardandır.

İçteki Temkin – Dıştaki Temkin

Hac sûre-i celîlesindeki bir âyet-i kerimede ise sahabe-i kiram efendilerimize, mallarını, ırz, namus, şeref ve haysiyetlerini koruma adına maddî mücahede için izin verildiği ifade ediliyor. Evet, kin ve nefrete kilitli din düşmanlarının zulüm ve baskılarına karşı koyma ve artık bundan sonra böyle bir şeyin yapılamayacağını gösterme adına şöyle buyruluyor:

ن ه مم ي قات ل ون ل لذ ين أ ذ ن لقد يرر نصمر ه مم على الل وإ ن اظ ل م و ب

“Kendilerine savaş açılan mü’minlere, savaşmaları için izin verildi. Çünkü onlar zulme maruz

kaldılar. Allah onlara zafer vermeye elbette kadirdir.” (Hac sûresi, 22/39) Arkasından da Cenâb-ı

Hak:

50

مكناه مم إ نم الذ ين رمض ف الم

(Hac sûresi, 22/41) buyurmak suretiyle onlara yeryüzünde mükne verdiğini ifade ediyor. Yani onları,

devletlerarası muvazenede bir muvazene unsuru hâline getireceğini ve onlara temkin ihsan

edeceğini beyan buyuruyor. Sahabe efendilerimiz, o güzergâhtan geçecek, Mekke çilesini çekecek,

Medine’ye gelip orada sitelerini kuracak ve böylece “Muvazenede biz de varız, bizim dediğimiz de

var!” diyeceklerdir. Cenâb-ı Hak bu yolda onlara imkân vereceğini, temkin ihsan edeceğini ifade

buyuruyor. Misal olarak zikrettiğimiz bu hususlar, sofîlerin anlamış olduğu temkinden farklıdır ve

daha çok da soruda ifade edildiği gibi, temkinin içtimaî hayat ve hakka hizmet sahasına bakan

yönüyle irtibatlıdır.

Fakat şu husus gözden kaçırılmamalıdır ki, sofîlerin ortaya koymuş oldukları ve tasavvufta zirve kabul edilen temkin mülâhazası yukarıda mevzubahis ettiğimiz temkin mülâhazalarından tamamen tecrit edilmiş değildir. Fakat yine de her iki temkin mülâhazası arasında belli bir farklılığın olduğu açıktır. Zira sofîler nazarında en büyük dünya; insanın kendi iç âlemidir, enfüsî dünyasıdır. Evet, onlara göre, her ne kadar dıştaki dünya büyük gibi görünse de, avâlim insan dünyasında pinhan ve cihanlar da yine o insan dünyasında matvîdir. Bu açıdan da diğer temkinler, insanın enfüsî dünyasında ulaştığı temkine nispetle küçük kalır. Evet, Zülkarneynlik, Davudluk, Süleymanlık ona nispeten küçüktür. “Süleyman var Süleyman’dan içeru” diyen Yunus Emre de ihtimal ki böyle bir meseleye işarette bulunmuştur.

Naz Değil Niyaz

Şimdi isterseniz aradaki bu münasebet dolayısıyla, kalbî ve ruhî hayat açısından da temkin mülâhazası üzerinde bir nebze duralım. Sofîler, Allah’la münasebetleri nokta-i nazarından bir temkin mülâhazası geliştirmişlerdir. Şöyle ki, bir sâlik, değişik basamaklardan geçerek, seyr ü sülûk meratibini tamamlayabilir. Evet, o, kalb ve ruh ufku itibarıyla Allah’a yükselirken, fenâfillâh, bekâbillâh ve maallâh olma istikametinde ahlâk-ı âliye-yi İslâmiyeye dair değişik disiplinleri kullanabilir. Bu disiplinler insanın miraç ve urucunda birer basamak vazifesi görür. Buradaki uruc tabiri, kavs-i uruc, kavs-i nüzul şeklinde ele alındığında farklı mânâya gelse de, sofîler onu insanın Allah’a yükselmesi mânâsında kullanagelmişlerdir. Hatta urucunu tamamlayan bir insanın tekrar halkın içine inmesini de suud tabiriyle ifade etmişlerdir. Evet, siz seyr ü sülûk-i ruhanîde kat-ı meratib etme adına yüz tane disiplin ortaya koyabilirsiniz. Ancak belki de Muhyiddin İbn Arabî, İsmail Hakkı Bursevî gibi bu mevzuda yed-i tûlâ sahibi olan ve aynı zamanda kalbî ve ruhî hayatı temsil eden zatlara göre bunlar yüz elli tanedir. Şimdi siz bütün bu meratibi katederek Allah’ın izni ve inayetiyle belli bir noktaya ulaşabilirsiniz. Fenâfillâh, bekâbillâh, maallâh makamına erip, bir şuhud ve vahdet mülâhazasına sahip olabilirsiniz. Gayb-i mutlaka, hakikatü’l-hakaika ulaşma mülâhazaları içinizde belirebilir. İşte bu noktada biz, insanları tecsim ve hayyize düşürmeme adına, temkinin bir gereği olarak diyoruz ki, zevkî ve halî olarak yaşanan bütün bu hâller, insanın ihsas ve ihtisasları açısından basiretinin açılmasıyla onun artık meseleyi öyle görmesi ve öyle duymasıyla ilgilidir. Başka bir ifadeyle, sâlikin yaşamış olduğu bu hâl, bir istiğrak, bir kalak ve bir heymanın neticesidir.

İşte böyle bir noktaya ulaşmak, insanda naz mülâhazalarını beraberinde getirebilir. Yani zirvelere ulaşan bir insan hiç farkına varmaksızın tavus kuşlarının çalım satmaları veya hindilerin kabara kabara yürümeleri gibi kendini bir şey sanabilir. İşte sâlikin taakkul dünyasında, hatta tasavvur ve tahayyül âleminde nazlanmaya bâdi olabilecek hususlara girmemesi önem arz eder. Evet, kul hangi mertebede bulunursa bulunsun, Allah karşısında kulluğunun şuurunda olması, Allah’ın Mâbud-u Mutlak, Mahbub-u Mutlak ve Maksud-u bi’l-İstihkak olduğu mülâhazasıyla oturup kalkması çok önemlidir ve bu durum onun temkinini ifade eder. Yani insan zirvelerde bile olsa hep kulluk şuuru içinde bulunmalı, bazılarının yaptığı gibi hislerini Zât-ı Ulûhiyet’e yakışmayacak şekilde ifade etmemeli; ifade edip değişik hezeyanlara girmemelidir.

Zikredilen bu hususlar temkin adına çok önemli olduğu gibi, İmam Sühreverdi, Muhyiddin İbn Arabî, Molla Câmî (rahmetullahi aleyhim) gibi çok önemli zatların zahiren dinin temel disiplinlerine aykırı gözüken bazı ifadelerini mâkul birer mahmil bularak yorumlamak da temkinin diğer önemli bir

51

veçhesini teşkil eder. Çünkü böyle bir yaklaşım, insanı onlar hakkında suizanna düşmekten kurtarır. O büyük kametler his, hâl ve zevke mağlup olmanın neticesinde bunları söylemişlerdir. Biz ise ne hissin ne halin ne de zevkin mağlubu insanlarız. Biz bırakın his ve zevkin mağlubu olmayı, nefsimize bile galebe çalmış değiliz. Bu açıdan da, onlar hakkında temkinli olmalı ve suizanna düşmemeye dikkat etmeliyiz.

O halde insan, hangi mertebeye ulaşırsa ulaşsın, hangi zirvede bulunursa bulunsun, her zaman ayağını yere sağlam basmalı ve hep kulluğunun şuurunda olmalıdır. Cenâb-ı Hak, en önemli ibadetimiz olan namazın hatimesinde yani ibadetimizin miracı ve Allah’a ulaşma noktası olan tahiyyatta Fahr-ı Kâinat Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) bize şu ifadeleriyle tanıtıyor:

هد مدا ان واشم ورس ول ه عبمد ه م

“Şehadet ederim ki, Hz. Muhammed, Allah’ın kulu ve Resûlüdür.” Bazı ulemaya göre bu meselenin

miraçta gerçekleştiğini düşünecek olursak, böyle bir yerde Cenâb-ı Hak kulluğu nazara vermiştir.

Yani Resûl-i Ekrem Efendimiz (aleyhi salavâtullahi ve selâmuh), zirveler zirvesine çıktığı anda

kendisine yine kulluğu hatırlatılıyor. Mebdeinde de:

رى الذ ي س بمحان د م ن ليمل ب عبمد ه أسم رام الممسمج د إ ل الم قمصى الممسمج نا الذ ي الم حومله بركم يع ه و إ نه آيت نا م نم ل ن ر يه ي السم المبص

“Şanı yüce, mukaddes, müberra ve münezzehtir o Allah ki, bir gece kulunu Mescid-i Haram’dan,

Mescid-i Aksâ’ya götürdü.” (İsra sûresi, 17/1) buyrulurken de, Peygamber Efendimiz’in abd

olmasına vurgu yapılıyor.

Dolayısıyla temkin; her zaman abdiyetin, kulaktaki küpenin, boyundaki tasmanın, ayaktaki pranganın farkında ve şuurunda olma demektir. Hz. Mevlâna, Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) için şöyle diyor: “Kul oldum, kul oldum, kul oldum! Ben Sana hizmette iki büklüm oldum. Kullar âzad olunca şâd olur; ben Sana kul olduğumdan dolayı şâd oldum.” Bu meseleyi Allah’la münasebetimiz açısından Zât-ı Uluhiyet’e tevcih ederek, bin defa “Kul oldum, kul oldum, kul oldum” diyebiliriz. İşte bu bir temkin ifadesi, temkin soluklanmasıdır ve velilere göre bir hâldir. İrşat ve tebliğ hayatımızdaki temkine gelince; din-i mübîn-i İslâm’ı dırahşan çehresiyle insanlığa göstermeye çalışmak, kusursuz bir temsil sergileyerek dilin söylediklerini temsille derinleştirip enginleştirmek ve söyleyeceklerimizi hiç kimsenin itiraz etmeyeceği, kabul etmekten çekinmeyeceği bir üslûp ve formatla sunmak demektir. Tabiî aynı zamanda insanın elde edilen netice ve semereyi asla kendinden bilmemesi ve ortaya koyduğu hizmet ve gayretler dolayısıyla nazlanma gibi tavırlar içine girmemesi de temkin adına çok önemlidir.

Temkin Kaymasına Düşmemek İçin

Evet, insan bir kısım mazhariyetler karşısında naza geçebilir. Meselâ, dünyanın dört bir yanında Cenâb-ı Hakk’ın eltaf-ı sübhaniyesinin bir sonucu olarak çok güzel hizmetler ortaya konmuş olabilir. Fakat hakiki sebep siz olmadığınız hâlde, bu güzel işler bir şekilde size irca edilebilir. Böyle bir takdir ve teveccühte bulunanlar bu içtihat hatalarında şayet ifrata girmiyorlarsa inşaallah günaha girmiş sayılmazlar. Fakat kendisine teveccüh edilen zat, bu teveccühleri haklı görüyor ve –Allah korusun– “tam yerine oturdu” gibi bir mülâhazaya kapılıyorsa kazanma kuşağında kaybediyor demektir. Evet, insan takdir, teveccüh ve iltifatlar karşısında niyaz zemininden kayıp naza girebilir. Dolayısıyla temkin kaymasına düşebilir. Meselâ, eğer hizmet eden bir insanın zihninden: “Bakın bizimle neler oluyor. Osmanlı devleti koskocaman bir cihan devleti olduğu hâlde bizim vardığımız yerlerin öşrüne bile varamamış!” türünden düşünceler geçiyorsa, bu mülahazalar apaçık bir şekilde ruhun ve latîfe-i rabbaniyenin kirlendiğinin bir göstergesidir ve temkine tamamen aykırı düşüncelerdir. İnsanın aklına bu tür zararlı mülâhazalar geldiğinde hemen “Allahım ‘Değildir bu

52

bana layık bu bende/Bana bu lütf ile ihsan nedendir?’ (M. Lütfî) Ben de anlamış değilim bütün bu lütuf ve mazhariyetleri. Fakat bazen büyükler küçüklere külah giydirebiliyor.” demesini bilmelidir.

Evet, mazhar olunan bütün güzelliklerin o Zât-ı Ecell u Âla’nın büyüklüğüne verilmesi gerekirken, ganimetten kendisine hisse ayıran adam gibi davranarak “bu ona ait, bu da bana ait, bu ona ait, bu da bana ait…” gibi bir düşünceye kapılmak; “biz de öldük öldük dirildik, biz de koştuk koştuk didindik, biz de şunu yaptık, biz de bunu yaptık..” demek hizmet edenler hesabına temkine aykırı şeylerdir. Tabiî ki biz Allah yolunda cansiperane mücadele edecek, fenâ fi’l-hizmet, fenâ fi’l-mefkûre ve Hz. Pir’in ifadesiyle fenâ fi’l-ihvan olacağız. Hz. Pir’in ders halkasındaki talebelerinin söylediğine göre o, Van’daki mağaradan aşağı düşerken bile “Davam!” diye bağırmıştı. Sonra da sanki gizli bir el, mağaranın ağzı daha içeride olmasına rağmen, onu alttaki mağaraya itivermişti. Zannediyorum o, Azrail aleyhisselâm gelip canını alacağı zaman bile “Davam!” diye inleyip sızlamıştır.

Cenâb-ı Hak yaptığımız hizmetlerle övünme gibi bir densizlikten bizi muhafaza buyursun. Çünkü bu, hizmet hayatımız ve hareket adına temkinsizliğimiz olur. Bu mevzuda, temkin, her şeyi Allah’tan bilmektir. Evet,

“Herşey Senden, Sen ganîsin,

Rabbim Sana döndüm yüzüm!

Hem evvelsin hem âhirsin,

Rabbim Sana döndüm yüzüm!”

deyip insan şöyle düşünmelidir: “Ben tıpkı suyun üzerindeki, güneşe bakan kabarcıklar gibi ancak

Sana yüzümü dönersem tenevvür eder, aydınlanırım. Ancak o zaman güneşin akislerini göz

bebeğimde saklarım. Aksine ben karanlığa gömülünce ne güneş kalır, ne de güneşin aksi.” İşte

bu mülâhaza hizmete ait bir temkinin ifadesidir.

53

54

http://www.wiserinstitute.com/tr/ sitesinden alıntı...

Sığ Görünen Deryalar

Soru: Bir hadis-i şerifte, Hak katında mahbub kulların özellikleri sayılırken, onların gizli enginliklere

sahip oldukları da nazara veriliyor. Sohbetlerde de çoğu zaman sığ görünüp derin olmak gerektiği

üzerinde duruluyor. Gizli enginliklere sahip olma ama sığ görünme faziletinin esasları nelerdir?

Cevap: Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) “İnnallahe yuhibbu’l-abde’t-tekıyye’l-

ganiyye’l-hafiyye” buyurarak, Mevlâ-yı Müteâl tarafından sevilen kulların üç önemli vasfını zikretmiş;

“Allah takvâ ile serfiraz, masivâdan müstağnî ve gizli enginlikleri bulunan kulları sever.” mealindeki bu

beyanıyla “takvâ”, “istiğnâ” ve “iç derinliğine sahip olma” özelliklerine dikkat çekmiştir.

Hayır Kapılarının Sırlı Anahtarı: TakvâBilindiği üzere; takvâ kelimesi, gayet iyi korunma ve sakınma

demek olan vikâye kökünden gelmektedir. Takvâ, kısaca “Allah’ın emirlerine itaat edip, yasaklarından

kaçınmak suretiyle O’nun azabından korunma cehdi” şeklinde tarif edilmiştir.

Tam ihlasa ermek için her çeşit şirk şâibesinden sakınmak gerektiği gibi, kâmil takvâyı elde edebilmek

için de şüpheli şeylerden de bütün bütün kaçınmak icap eder. Nitekim, “Bir kul, sakıncalı şeylere

girme endişesiyle bir kısım sakıncası olmayan şeyleri de terk etmedikçe gerçek takvâya ulaşamaz!”

mealindeki hadis-i şerif gibi pek çok beyân-ı nebevî “sağâir” dediğimiz küçük günahlardan da

kaçınmayı ve Kur’ân’ın “lemem” dediği şeylere karşı da titiz olmayı ihtar etmektedir. Bu açıdan, takvâ-

yı tâmm, ancak küçük günahlardan ve şüpheli şeylerden de sakınmakla elde edilebilir.

Ne var ki, değişik vesilelerle dile getirdiğim gibi, dinin emir ve yasaklarına tam riayet etme şartlarının

alabildiğine ağırlaştığı ve dolayısıyla hakiki takvâya ulaşmanın çok zorlaştığı günümüzde, herkesi kâmil

takvâya zorlamak dinin özündeki “teysir” (kolaylaştırma) prensibine terstir. Hizmet dairesinin çok

genişlediği ve dinî hassasiyetleri gözeten insanların hayatın hemen her sahasında yer aldığı bir

dönemde, umum halka takvânın en üst mertebesini teklif etmek, onu altından kalkılmaz bir yük

olarak göstermek demektir. Çünkü, böyle bir teklif, inzivaya kapanmayı, sokağa çıkmamayı, eli ayağı,

dili dudağı, gözü kulağı günaha bulaştırmamayı, farzların ötesinde nafilelerde bile kusur etmeyecek

şekilde kendini ibadete vermeyi ve sakıncalı bir iş yapmış olmamak için şüpheli şeylerden de uzak

durmayı gerektirecektir. Nihayet, bu seviyede bir takvâyı temsil etmek, günümüzün şartları içinde

çoklarına imkansız gibi gelecektir; dolayısıyla, meseleyi herkes için o çizgide ele almak dinin “teysir”

ilkesiyle çelişecektir.

Binaenaleyh, bugün takvâ, -Nur Müellifi’nin yaptığı gibi- “farzları titizlikle yerine getirme ve büyük

günahlardan kaçınma” tarifiyle ortaya konarak onun zarûrî ve câmi’ iki esası nazara verilmeli; takvâ

dairesi bu denli geniş tutularak, hiçbir mü’minin dışarda kalmaması sağlanmalı; bilâhire insanlar daha

üst mertebelere ulaşma ümidiyle şahlandırılmalı ve herkesin iradî olarak adım adım kâmil takvâya

doğru yürümesi temin edilmelidir.

Evet, Allah’ın sevgisine mazhar kulların ilk özellikleri takvâ dairesine girmiş olmalarıdır. Zira, takvâya

sığınmadan Kur’ân’ı anlamak ve ondan gereğince istifade etmek mümkün değildir. Daha Bakara

suresinin ilk ayetlerinden itibaren nazara verildiği üzere, Kur’ân, kapısını ancak müttakîlere aralar, o

herkesten önce ehl-i takvâ için bir hidayet kaynağıdır; zaten takvâya da yalnız Kur’ân yörüngesinde

55

yürümekle ulaşılır. Müttakîler, hem Kur’an ayetleriyle nefes alıp vererek kalbî ve ruhî hayat adına

daima canlı kalırlar; hem de Beyan-ı İlahînin ışığı altında âyât-ı tekvîniyeyi sürekli tetkik ve tefekkür

ederek Allah’ın (celle celâluhû) kâinatta câri sünnetine (kanunlarına) muvafık davranırlar. Böylece,

takvâ sayesinde, aşağıların aşağısına yuvarlanmaktan kurtulmuş, “a’lâ-yı illiyyîn” yolunu tutmuş ve

bütün hayırların, bereketlerin kaynağını bulmuş olurlar.

İstiğnâ Ruhu ve Beklentisizler

Hususiyle kendini iman ve Kur’an hizmetine adamış bahtiyar ruhlar için, takvâdan sonraki en önemli

vasıf istiğnâdır. Hadis-i şerifteki, “ganî” kelimesi, “Allah’ın verdiği nimetlere kanaat ettiğinden kat’iyen

başkasının eline bakmayan, hep müstağnî davranan, gönlü zengin, beklentisiz” manalarına gelmektir.

İstiğnâ, peygamberlik mesleğinin şiarıdır. Bütün peygamberler, peygamberlik vazifesini eksiksiz

yapacaklarına ve bunun karşılığında hiçbir dünyevî ücret almayacaklarına söz vermişlerdir. Kur’ân-ı

Hakîm, onların, kendi ümmetlerine -ağız birliği etmişçesine- “Ben sizden ücret beklemiyorum ki!

Benim mükâfâtım ancak Allah nezdindedir.” (Yunus, 10/72) dediklerini anlatmaktadır. Hakikaten

onlar, peygamberlik vazife-i kudsiyesinin dünyaya alet edildiği töhmetine meydan vermemek için

hayatları boyunca istiğnâya bağlı kalmış ve bu müstağnî halleriyle sonraki nesiller arasında neşr-i

hakkı kendilerine vazife edinenlere hüsn-ü misal olmuşlardır.

Yâsîn suresinde anlatılan kahraman (Habib-i Neccar) da “Yaptıkları tebliğ karşılığında sizden bir ücret

istemeyen, hiç menfaat beklemeyen, dosdoğru yolda yürüyen bu kimselere uyun.” (Yâsîn, 36/21)

demek suretiyle, yine irşad erlerinin aynı vasfına dikkat çekmiştir. Habib-i Neccar, arkasında

yürünecek rehberlerin en önemli iki vasfını nazara verirken, onların hizmetlerine mukabil hiçbir

ücret/menfaat beklemediklerini ve herkesten önce kendilerinin dosdoğru yolda yürüdüklerini

belirtmiştir ki, doğrusu, bu iki sıfatı üzerinde taşımayan kimselerin başkalarına hidayet yolunu

göstermeleri hiç mümkün değildir.

Nur Müellifi, iman ve Kur’an hizmetine gönül vermiş insanlar için istiğnânın çok önemli bir rükün

olduğunu vurgulamaktadır. Meseleye dini dünyaya alet etme töhmeti açısından da yaklaşarak, ehl-i

dalâletin, “İlmi ve dini kendilerine medar-ı maişet yapıyorlar” deyip ehl-i ilme insafsızcasına

saldırdıklarını ve dolayısıyla onları fiilen tekzip etmek gerektiğini belirtmektedir.

Aslında bugün de bazı kimseler aynı hastalığa müpteladır ve onların yüzünden bütün müslümanlar

karalanmaktadır. Kur’an okuma üzerinden gırtlak ağalığı yapanlar, ruhsuz bağırıp-çağırmaları dua

yerine koyanlar ve bir kısım soğuk merasimlerle dini folklorlaştıranlar ma’şeri vicdanda müsbet bir

tesir uyaramadıkları gibi İslam’ın güzel çehresini de karartmaktadırlar. Niyetleri dünyevî menfaatler

olduğu müddetçe gönüllere nüfuz edemeyeceklerini anlayamamakta ya da ücret beklentisi içinde

bulunduklarından dolayı başka ulvî gayeleri hiç düşünememektedirler.

Oysa, sözün tesir etmesi, sesin gür ve güzel oluşuna, nağmenin zâhiren iç yakışına değil, Cenâb-ı

Allah’ın meşietine bağlıdır. Allah Teâlâ, sözün tesirini, büyük bir ölçüde, söyleyenin hasbîliğine,

diğergamlığına ve yaptığı irşad vazifesi karşılığında hiçbir ücret beklememesine bağlamıştır. Çoğu

zaman, bir köşeyi veya bir kürsüyü tutmuş, sadece dine hizmet için yaşayan samimi, hasbî ve

diğergam bir insan, cılız bir sesle, pek de parlak görünmeyen bazı şeyler anlatır; fakat, ma’şeri

vicdanda büyük bir tesir bırakır. Çünkü, o müstağnî bir insandır ve muradı da Allah’tır.

56

Bu itibarla, Kur’an talebeleri, dava-yı nübüvvetin birer temsilcisi olarak Peygamberlerin istiğnâ yolunu

takip etmeli ve daha baştan “Benim mükâfâtım ancak Allah nezdindedir” diyerek iman hizmeti adına

yapıp ettiklerine karşılık asla dünyevî bir ecir beklememelidirler. Köy köy, kasaba kasaba, şehir şehir,

hatta ülke ülke dolaşırken, hemen her yerde i’la-yı kelimetullah hesabına bir nağme tuttururken,

vaaz, sohbet ve nasihat ederken ya da bir insana tek hakikatı anlatırken çok hasbî olmalı ve asla

dünyevî bir karşılık ummamalı, almamalıdırlar. Dünyanın mal ü menâline meyil göstermemeli, neşr-i

hak vazifesine mukabil kimseden bir ücret istememeli; ancak kifaf-ı nefs edecek kadar bir iaşe

bulurlarsa onunla geçinmeli ve hep istiğnâ içinde hareket etmelidirler.

Telbis Yolu

İşte, bu ölçüde bir takvâ ve istiğnâ, Cenâb-ı Hak tarafından sevilmenin iki önemli vesilesidir. Fakat,

hadis-i şerifte bu iki mübarek vesileye derinlik katıp mahbubiyet yolunu bütün bütün açacak olan

üçüncü bir husus zikredilmektedir. En az ilk ikisi kadar ehemmiyetli olan bu vasıf, insanın iç

derinliğine, gönül zenginliğine, ruh enginliğine sahip olması ve bunu bir sır gibi başkalarından

saklamasıdır. Evet, bazı şeylerin gizli kalması matluptur; bunların başında da insanın iç derinliği ve

şahsî faziletleri gelir; samimi bir kulun, mazhar olduğu hususî ihsanları mahfî tutması ve kendi

faziletlerini sayıp dökmekten kaçınması gerekir.

Müttakî ve müstağnî kulların Hazreti Mevlâ ile bambaşka münasebetleri vardır; onlar, zaman zaman

kendi nefislerinden dahi kıskanacakları aydınlık vakitlere ve sürpriz, eşsiz ilahî lütuflara mazhar

olurlar. Ne var ki, Hak Dostları, Allah Teâlâ’nın ihsan buyurduğu nurlu dakikaları ve o münevver

zaman dilimlerinde lutfettiği ikramları, keşf ü kerametleri hep gizlemeye çalışırlar. Cenâb-ı Hakk’ın

hususî teveccühlerinin ve o teveccühlerin değişik ikramlar şeklindeki tezahürlerinin saklı kalmasına

çok dikkat eder ve bunları kimseyle paylaşmak istemezler. O’ndan gelen hususî ihsanların gizli birer

armağan olduğunu düşünür ve bir sır gibi sadece Veren ile verilen arasında kalması gerektiğine

inanırlar. Dolayısıyla, mazhar oldukları o fevkalâde hallerden kimseyi haberdâr etmemeye gayret

gösterirler; yalana girmemeye ve insanları aldatmamaya da dikkat ederek, halk nazarında âhâd-ı

nastan bir insan olarak bilinmek için olabildiğine sığ görünürler. Tasavvuf’ta, kendi iç derinliğini

gizleyip insanlardan herhangi bir insan gibi görünmek için çaba sarfetmeye “telbîs” denilegelmiştir.

Olgun bir telbîs insanının ana hedefi, her şeyde kendini nefy ü inkâr ve Hakk’ı izhardır. O, iç derinliğini

ve muhteva zenginliğini ağyara hissettirmeme ve sürekli kendini sıfırlama peşindedir. Dolayısıyla,

iddia ve iddia işmam eden söz ve davranışlardan her zaman uzaktır; öyle ki, üzerinde beliren

hususiyetlere mazhariyet demekten dahi kaçınır. O, bir yandan, harika yanlarını asla kendine mal

etmez ve mazharı göründüğü esrârın gerçek sahibi olduğu hissini uyarmaz; diğer taraftan da,

melâmet mülahazasına bağlı yaşayan bazı kimselerin şahıslarında İslâm’ın ta’n ve teşnîye uğradığını

göz önünde bulundurur ve aynı hataya kapı aralamaz. Öyle ustaca manevralarda bulunur ki, hem

kendini sığ gösterir hem de İslam’a ve müslümanlara laf getirmez.

Kendini Sıfırlama ve Melâmet Mülahazası

Tarih boyunca, her türlü gösterişten ve dünya kaygısından uzak kalmayı benimseyip giyim-kuşam,

yeme-içme, tavır ve davranış açısından farklılıklar sergileyen ve gerçek konumundan çok daha dûn

görünen kimseler olmuştur ki bunlara genel olarak “melâmî” adı verilmiştir. Hakiki mertebelerini

57

sezdirmemek için toplum içinde sıradan birer insan gibi davranıp kendilerini belli etmeden yaşamaya

çalışan melâmîler, Allah’la münasebetlerinin tezahürü olan hallerini halktan gizlemeye gayret etmiş;

bunun için de, insanlara yalnız kötü taraflarını göstererek çevrede kusurlu kimseler olarak bilinip

ayıplanmaya ve kınanmaya razı olmuşlardır.

Bazı melâmîler, kimi zaman çok hırpânî elbiselere bürünmüş, bir dilenci edasıyla sokaklarda dolaşmış,

bazen de zühd ve vera anlayışından bütün bütün nasipsiz kimselermiş gibi bir tavır sergileyerek en

gösterişli kaftanlar giymişlerdir; fakat, her zaman sıradan insanlarmış, hatta ehl-i dünyaymış gibi

görünmeyi tercih etmişler ve kendilerini saklamaya çalışmışlardır. Dahası, bazıları bu mevzuda ifrata

girerek, ara sıra meyhaneye bile uğramış; orada diline-dudağına bir yudum haram bulaştırmamış ama

halkın sandığı kadar sâlih bir kul olmadığı intibaını uyarmak için bu yolu da denemişlerdir. Onlar,

ehlullahtan biri olarak bilinmeyi ve parmakla gösterilmeyi kendi haklarında felaket saymış; insanların

nazarında zavallı bir adam olmak gerektiğine inanarak, “dini disiplinlere karşı lâkayt, ciddiyetsiz, yüzer

gezer bir adam” şeklinde tanınmayı yeğlemişlerdir.

Ne var ki, günümüzde kendini sıfırlamak, halk nezdinde büyük bilinmekten kaçmak ve düz bir insan

gibi görünmek için böyle ifratkâr bir metoda sarılmayı tasvip etmek mümkün değildir. Çünkü, bugün

her müslümanın dini temsil etme ve hem diğer mü’minlere hem de farklı inanç ve felsefelerin

tâbilerine örnek olma vazifesi vardır. Dolayısıyla, gizli enginliklere sahip bir insan olma meselesinde de

dengeyi gözetmek gerekmektedir. Hâlis mü’min, kendini ifade etmekten kaçınmalı, şahsî faziletlerini

anlatmamalı, ticaret metaını bir vitrinde sergiliyor gibi kendine ait değerleri ortaya dökme

bayağılığından uzak durmalı ve her zaman düz bir insan görünümünde olmalıdır; fakat, bunu

yaparken, aynı zamanda İslam’a ve bir uzvu olduğu şahs-ı manevîye laf getirmemeye de azamî çaba

harcamalıdır.

Şahs-ı Manevînin Haysiyeti

Evet, töhmete sebebiyet verebilecek hususları, hususiyle de günümüzde tasvip etmek kat’iyen

mümkün değildir. Çünkü, bugün ferdîlikten ziyade şahs-ı manevî ve heyet-i İslamiye söz konusudur.

Her müslümanın tavır ve davranışının şahs-ı manevîye ve İslam’a mal edilmesi mevzubahistir. Bundan

dolayı, çok önemli bulduğum dualardan biri de, “Allahım bizim tavır ve davranışlarımızdan dolayı

Müslüman kardeşlerimizi yere baktırma, bizim hatalarımızla onları mahcup etme!..” yakarışıdır. Her

mü’min bu duayı günde bin defa tekrar etse, içinde bulunduğumuz şartlar göz önünde

bulundurulunca yine de az sayılır. Zira, şimdilerde tek ferdin yakışıksız bir hareketi bütün inananlara

kredi kaybettirebilmektedir. Tutarsız davranışlar sergileyen bir insan, bütün müslümanları zan altında

bırakmaktadır. Onun haline bakan kimseler, genellemelere gitmekte ve “Şayet, İslam bir şey ifade

etseydi, bunların tavırlarında bir istikamet ve mütemadîlik olurdu; oysa bunlar hep böyle zikzaklar

çiziyorlar” demektedirler. Dolayısıyla, inanan insanlara has vakar ve ciddiyet içinde bulunmayan ve

Necip Fazıl’ın ifadesiyle, zıp orada zıp burada gezinen kimseler, çevrelerine güven telkin edemedikleri

gibi müslümanların inandırıcılığına da zarar vermektedirler.

Bu açıdan, günümüzde “İttekû mevâdia’t-tühem – Sizi zan altında bırakacak yerlerden uzak durun,

töhmet noktalarında bulunmaktan sakının” mealindeki hadis-i şerife bağlı hareket etmek eskiye

nisbeten daha da hayatî bir ehemmiyeti haizdir. Evet, töhmet ve sû-i zanna sebep olacak pespaye

davranışlardan kaçınmak gerektiği gibi, töhmet fiillerinin cereyan edebileceği yerlerden, onlara

götüren duyguları tetikleyebilecek mekanlardan ve bir lokma, bir kelime, bir dinleme ve bir tecessüsle

insanı özünden uzaklaştırabilecek kaygan zeminlerden de elden geldiğince uzak durmaya çalışmak

lazımdır. İslam’ın aydın simasına kara çalmaya hiç kimsenin hakkı yoktur. Bu itibarla da, “Kendimi

58

sıfırlayayım, sığ görüneyim, hafî olayım!” derken, İslam’ın ve müslümanların yanlış anlaşılmasına ve

ayıplanmasına sebebiyet verebilecek hal ve tavırlara girmemeye de özen gösterilmelidir.

Her meselede ümmetine nümune-i imtisal olan Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in

hayatı boyunca tenkit edilebilir hiçbir tavır ve davranışı olmamıştır. O, hem peygamberliğinden evvel

hem de risaletle tavzif edildikten sonra “Keşke şunu yapmasaydı!” dedirtecek bir harekette

bulunmamış ve sorgulanacak bir tavır ortaya koymamıştır. Peygamberlik gelmeden önce, hatta risalet

döneminin yarısı geçtikten sonra bile henüz dinî emirlerin ve İslam ahlakının esaslarının tamamı

ortada yoktur; dolayısıyla dinî kurallar tamamen vaz’ edilmemiştir ki, İnsanlığın İfthar Tablosu İslamî

kaideler çerçevesinde yaşasın ve dinî esasların rehberliğinde nümune-i imtisal bir insan olsun. Fakat,

mübarek hayatının ilk döneminden başlamak üzere, O hep genel insanî değerler çizgisinde hareket

etmiş; Hazreti Üstad’ın yaklaşımıyla, kendisine vahiy gelene kadar Hazreti İbrahim’in çok perdeler

arkasında kalmış bakiyye-yi diniyle amel etmek suretiyle mükemmel bir hanîf olarak yaşamıştır. Sonra

da, Allah Teâlâ, o hanîflik üzerine habîblik hakikatini yüklemiş ve Rasûl-ü Ekrem’i bütün insanlığa

rehber kılmıştır.

Evet, O’nun hayatının hiçbir dönemindeki hiçbir hal, tavır ve davranışını tenkit etmek mümkün

değildir. Bu açıdan, gizli derinlikli bir insan olmanın çerçevesi de ancak Rehber-i Ekmel (aleyhi

ekmelüttehâyâ) Efendimiz’in örnek hayatına göre belirlenebilir. O, hakperest ve mütevazı tabiatına

uygun olarak ve bazen de başkalarını kıskandırmama maksadıyla gerektiğinde hemen tavrını ortaya

koymuş, tevazu ve mahviyet içinde iki büklüm olmuştur; fakat, Fazilet Güneşi, daha sonra ümmetini

mahcup edebilecek hiçbir davranışta bulunmamıştır.

Bu itibarla, günümüzün irşad erleri, bir taraftan hafî olmaya çalışırken, diğer yandan da

Müslümanlığın yüz karası sayılabilecek tavır ve davranışlardan sakınmalıdırlar. Evet, onlar, Mevlâ-yı

Müteâl ile baş başa kaldıklarında derinlikleri ihata edilemeyen birer ârif u âbid olmalı, dışarıda ise düz

bir insan tavrı sergilemelidirler; ne var ki, mensup oldukları şahs-ı manevînin haysiyet ve şerefi adına

fevkalâde hassas davranmayı ve sûizanna vesile olabilecek bayağılıklardan fersah fersah uzak durmayı

da ihmal etmemelidirler.

Ateş Böceği Görünümlü Yıldızlar

Ayrıca, iyi bir mü’min, içte ve Rabbi ile münasebetinde olabildiğine derin, fakat dış görünüşü itibarıyla

mukassî olmak suretiyle hasımlarının kin, nefret ve gayz duygularıyla homurdanmalarına, dostlarının

da hased hisleriyle oturup kalkmalarına mani olabilir. Haddizatında, derin olup sığ görünmek

mü’minlik emaresi olduğu gibi, sathiliğine rağmen gizli enginliklere sahipmiş gibi davranmak da bir

nifak alâmetidir.

Halkın nazarında nice şişirilmiş insanlar vardır ki, onların Hak nezdinde sinek kanadı kadar dahi

kıymetleri yoktur. Aksine, hadis-i şerifin ifadesiyle, “Nice saçı-başı dağınık, kapı kapı kovulan ve asla

önemsenmeyen kimseler de vardır ki, herhangi bir hususla alâkalı Allah’a yemin etseler, Allah onları

yeminlerinde yalancı çıkarmaz.” İşte, asıl talihliler, “Dışıyla mukassi, içiyle muallâ; fevvâre değil,

girdap gibi muammâ” olan bu müberrâ gönüllerdir.

Pek çok meselede olduğu gibi, gizli enginliklere sahip olup sığ görünme fazileti de ancak başlangıçta

iradenin hakkını vermek suretiyle zamanla elde edilebilir. Aslında, insan sadece sığ görünmemeli, her

zaman kendisini gerçekten sığ kabul etmelidir. Mesela, bir Kur’an talebesi sürekli şu duygularla dolu

bulunabilir: “Yetiştiğim ortam itibarıyla, ben daha ciddi bir insan olabilirdim. Cenâb-ı Allah,

mütedeyyin bir aile, dindar bir anne-baba nasip etti; çevremde birbirinden kıymetli büyüklerim vardı.

59

Ehlullah’tan olduklarına inandığım Hak dostlarının öteler televvünlü atmosferlerine defaatle girip

çıktım. İyi bir mü’min olabilmem için lazım gelen bütün imkanlar mevcuttu; öyle ki, imkanların bu

denli bol olduğu bir ortamda bir merkûp bile insan olabilirdi. Heyhat, ben yakalamam gereken

mertebeye bir türlü ulaşamadım. Şayet, Cenâb-ı Hakk’ın sağanak sağanak başımdan boşalan

lütuflarını değerlendirebilseydim, daha seviyeli bir insan olarak yetişebilirdim; başımı kaldırdığım

zaman İsrafil’in azametli heykelini müşahede edebilirdim, secdeye kapandığımda Arş-ı ilahiye

değecekmiş gibi olabilirdim. Oysa ki, bunların hiçbiri bende yok, dahası manaya karşı kapalı gibi bir

halim var. Demek ki, onca imkanı heder etmişim; dolayısıyla ben sadece bir sıfırım.”

İşte, her zaman bu düşüncelerle meşbu bulunan bir Kur’an talebesi, zamanla nefsini bir sıfır olduğuna

gerçekten inandırır. Kendisine telkin ede ede mahviyet ve tevazuyu tabiatının bir derinliği haline

getirir. O, ne kadar derin olursa olsun, artık kendisini hep sığlardan sığ bilir. İşin bidayetinde iradî

olarak nefsini sorgular; fakat, bu mülahazalar zamanla onun tabiatının bir parçası oluverir ve

başlangıçtaki iradîlik müntehada tabiîliğe inkılap eder.

Hâsılı; Allah’ın sevgisine mazhar olan bahtiyar ruhlar, takvâ ile serfiraz ve masivâdan müstağnî

olmanın yanı sıra, “İnsanlar içinde insanlardan bir insan ol!” düsturunu da gönlüne yerleştiren ve gizli

enginlikleri bulunmasına rağmen olabildiğine mukassî görünen insanlardır. Onlar, vicdanlarıyla baş

başa kaldıklarında iç dünyaları itibarıyla derinlerden derindirler; fakat, kendilerini aşmışlığın ifadesi

olarak da her zaman halkın arasında onlardan bir fert ve aktif bir hizmet eridirler. Allah’la

münasebetlerini iradî olarak gizlemeye çalışır; ilâhî tecellî ve vâridleri setredilmesi gereken birer

namus gibi korurlar. Gayr-ı ihtiyari ortaya çıkan fevkalâde hallerini de değişik tevriyelerle âdeta

çarpıtır ve birer yıldız oldukları halde ateş böceği gibi görünürler. Arz u semâda seçkin ruhlar

pâyesiyle alkışlanırken dahi ciddî bir melâmet ruhuyla kendilerini sıfırlamasını bilirler. Hatta onların

arasında öyle kahramanlar vardır ki, oturur-kalkar Rabb-i Rahîm’i anar, benliklerini bütün bütün

unutur ve kendilerine karşı yabancı yaşarlar.. iyiliklerini insanlardan saklamanın da ötesinde kendi

kendilerinden de saklama mülâhazalarıyla dolar ve vicdanlarında sürekli araya girmelerin ızdırabını

duyarlar.. işte, bunlardır Hakk’ın mahbubu kullar…

60

61

http://www.wiserinstitute.com/tr/ sitesinden alıntı...

MÂİDE-İ SEMÂVİYE

Kur’ân, takrîben bir çeyrek asır, büyük ölçüde, insanlara hep bu kabil cihad mesajları sundu.. ve gün

geldi O, bu diriltici mesajlarıyla bir “şecere–i mübâreke” misillü “kökleri yerin derinliklerinde sabit,

dalları ise semalara ser çeken bir ağaç gibi” (İbrahim sûresi, 14/24) gelişti, inkişaf etti ve geniş bir alanı

cennetlere çevirdi.. Evet, nazil olduğu dönem itibarıyla hemen her âyet, âdeta birer ÇAĞLAYAN gibi

gürül gürül sesi, birer FEVVÂRE gibi fışkırıp duran köpük köpük kevserleri, daha doğrusu, Ulûhiyet

âleminden gelmiş TURFANDA MEYVELERİ andırıyordu. Bu meyveler, her belirişinde arzuyla dopdolu

müştaklar tarafından heyecanla koparılıyor, gönüllerin ve ruhların takdirlerine sunuluyordu. Bu

takdimler ve takdirler peşi peşine sürüp gidiyor ve o tali’li insanlar da her gün ayrı bir SEMÂVÎ SOFRA

büyüsü ile oturup kalkıyorlardı. Böyle bir mazhariyetle o günkü o dipdiri muhataplar, her gün

ufuklarına boşalan vahiy sağanağıyla, sonsuzdan sur sesi almış gibi iç içe “basübadelmevt”ler yaşıyor,

birer Hızır kesiliyor ve uğradıkları herkese de hayat üflüyorlardı. Her zaman dipdiri, her zaman

iştiyaklarla coşkun, arzularla dopdolu birbirini takip eden dirilişlerle tali’lerinin zirvelerine

yürüyorlardı. Allah “Ey iman edenler! Allah sizi, hayat verip dirilteceği gerçeklere çağırdığında, siz de

O’nun ve Resûlü’nün çağrısına icabet ediniz.” (Enfal, 8/24) mesajıyla onları duyguda, düşüncede,

ruhda, gönülde dirilişe çağırıyor; onlar da hiç tereddüt göstermeden “Rabbimiz! Bizler, bizi inanmaya

çağıran ve gelin iman edin diyen Davetçi’yi duyduk, O’na icabet ettik. Sen de bizi affet, kusurlarımızı

bağışla ve bizi hayatlarını iyiliğe adamış kimseler (içinde yaşat), onlar içinde canımızı al.” (Âl–i İmran,

3/193) diyor, bu İlâhî çağrıya koşuyorlardı.

Onlardaki bu sürekli canlılığın sırrı, büyük ölçüde yaşadıkları atmosferden kaynaklanıyordu: Bu

insanlar Kur’ân’ı, önyargısız ve yürekten dinliyor.. O’na bütün samimiyetleriyle inanıyor.. ve bu Yüce

Kitab’ın ışığında Allah’a yöneliyor, gönülden O’nu seviyor.. sevmekle de kalmıyor, derin bir aşkla

O’nun da herkes tarafından kabul edilip sevilmesi için çırpınıp duruyorlardı. İslâmî duygu ve

düşüncelerini hevesâtlarının rengiyle kirletmemeye fevkalâde dikkat ediyor ve O’nu kendi renk, kendi

desen, kendi şivesiyle, seslendirmeye, temsile çalışıyor, muhataplarından da her zaman “cevab-ı

savap”lar alabiliyorlardı. İşte onların bu aydınlık atmosferinde, İslâm da, Kur’ân da olduğu gibi

anlaşılıyor.. ve hemen herkes, hiçbir şeye takılmadan rahatlıkla O’na ulaşabiliyor, O’nu anlayabiliyor..

gönül gözleriyle O’nda Hakk’ın ululuğunu görebiliyor.. ve o kirden, önyargıdan uzak akıl, mantık ve

muhakemeleriyle de her şeyi yerli yerince değerlendirebiliyorlardı. Onların mücerret bilgiye takılıp

kalmaları asla sözkonusu değildi. Onlar, her işlerinde gayet süratle ilimden hemen amele geçebiliyor,

temsili, bilmenin önüne geçiriyor, malumat ve müktesebatlarını muharrik bir güce dönüştürerek

nazarî bilgilerini rahatlıkla pratikleştirebiliyorlardı. Engin vicdanlarıyla, insanın yaratılış gayesini,

varoluş hikmetini tam duyup hisseden bu insanlar, başkalarının maddede, cismânî hazlarda ve nefsânî

isteklerde aradıklarını Allah’a yönelmede, O’nunla olmada tam zevkedebiliyor ve cismâniyete ait

bütün darlıklardan sıyrılarak kalbin ferah–feza ikliminde her gün ayrı bir derinliğe açılabiliyorlardı.

(Dar Bir Zaviyeden Düşünce Sistemimiz, KDD, s. 116-117)

***

Sonra, ilk halleri itibarıyla o ibtidaî topluluk içinde İslâm adına, Kur’ân adına gelen her şey çok

orijinaldi. Kitab veSünnete ait her şey onlara çok orijinal geliyordu. O günün insanı her şeyi o kadar

yeni, o kadar cazip buluyordu ki,inançlarını, zihniyetlerini, tavır ve davranışlarını değiştiriyor ve akıl

almaz bir farklılık gösteriyorlardı. Daha doğrusu çöldeçadırda yaşayan bu bedevi kavim, çok kısa bir

zamanda hem de kıyamete kadar gelecek insanlığın mürebbileri olmayahazırlanıyordu.

62

Evet, her gün semadan yeni yeni sofralar iniyordu onların önlerine. O saf, o duru, o hiçbir şeyden

haberdar olmayancemaat, her gün yeni bir şeylerle karşılaşıyor yeni yeni şeylere muhatap oluyordu

(Sonsuz Nur, 2/430-431)

***

Ayrıca, O’ndan gelen her beyan ve mesajı, sabah-akşam gökten gelmiş semâvi sofralar kabûl eden ve

ilâhî emirlere karşı arzuyla dolu, alabildiğine kadirşinas bu topluluk duyup işittiği bu ışıktan fermanları

âdeta, âb-ı hayat gibi içiyor ve tek damlasını da zâyi’ etmiyordu. Aslında düşünceler, olabildiğince saf,

gelen mesajlar çok yeni ve tâze, sîneler iştiyakla buhur buhur, anlatılan şeyler de ebedî mutlulukla

alâkalı, hatta onun altın anahtarı mesabesinde olunca, ne sünnete karşı lâkayd kalınabilir, ne yıllanan

şeyler hâfızalardan silinir, ne de onun içine başka şeyler karıştırılabilirdi. Ve öyle de oldu. (Sonsuz Nur,

2/384-385)

***

Dördüncüsü, Asr-ı Saadet’te birbiri ardına sahabe üzerine semavî sofralar iniyordu. Göklerin ve yerin

Mâliki’nden, Meliki’nden her gün yeni yeni mesajlar geliyor ve sahabe, her gün bu mesajlarla âdeta

yıkanıp arınıyordu.

Bir gün ezanın teşrîi.. öbür gün kâmetin teşrîi.. bir başka gün nikâhın teşrîi ve bilahâre dört

kadınlasınırlandırılması, sonra da şarta bağlanması.. içkinin yasaklanıp eldeki kadehlerin yere

çalınması.. ta ruhlarınınderinliklerine işleyen ilâhî ve semavî sofralardan sadece birkaçıydı.

Ayrıca, bu sofraların, bu mesajların bir yanında, her zaman kendileriyle alâkalı bir hususu ve bazen

gizli,bazen açık kendi isimlerini bile yakalayabiliyorlardı.

Meselâ; د الله رسول محم ’dan sonra ين معه والذه denirken gözler çok defa Hz. Ebû Bekir’e, داء الكفاره على أشه

denince Hz.Ömer’e, بينهم رحماء denince de Hz. Osman’a dönüyordu. ن نهين مه جال المؤمه عليهه الل عاهدوا ما صدقوا ره

okununca bakışlar, Enes b.Nadr’ın kahramanlığı ve şehadetinin etrafında geziniyor; hatta Enes İbn

Mâlik de mezarında amcasına bakıyordu. Sonra,Allah Resûlü, Übeyy b. Ka’b’ı çağırıyor ve “Beyyine

sûresini sana okumamı Allah bana emretti.” diyor, Übeyy: “Adımı dasöyledi mi yâ Resûlallah?” diye

soruyor ve: “Adını da söyledi.” cevabını alıyordu.

Yine Allah: ا نها زيد قضى فلم وطرا مه âyetinde Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) azatlısı, ilklerin

ilklerinden Zeyd b. Hârise’nin adını anıyordu.

Evet, Allah onları, onlar da hep Allah’ı anıyorlardı. Gölgesini olsun rüyalarımızda yakalamamızın bize

bir hafta yettiğiAllah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) vasıtasıyla, O’nun azamet ve kudsiyetine

münasip bir şekilde sürekli Allah’lamünasebet içindeydiler. Onların hayatları, bu seviyede

yakaladıkları anlayış, idrak, basiret ve mârifet içinde sürüpgidiyordu. (Vahyin Oluşturduğu Canlılık,

Sonsuz Nur, 2/531-532)

***

Hemen her hareket, her cereyan mebde’de saflığı ve duruluğuyla, münteha’da da kemmî

derinlikleriyle tarih boyunca tekerrür edegelmiştir. Sahabi saflığı ve duruluğu bu çizgide

gösterilebilecek en iyi misaldir. İslâm tarihinin ilerleyen dönemlerinde hemen her alanda tecdid

hareketleri olmuştur; ama ne devlet yapısı, ne mektep medrese sistemi ne de değişik düşünce

ekolleri bakımından İslâm’ın o ilk dönemine ait safvet ve duruluk yakalanamamıştır. Belki gönül

hayatının yoğun olarak yaşandığı tekke ve zaviyelerde kısmen bu safvet duyulmuş olabilir.

63

Mebde’de insanlar içtenlik ve candanlıklarından olsa gerek genelde boşluklarının farkındadırlar. Kendi

güç ve kuvvetlerine güvenmezler, dayanmazlar, onlara bağlı olarak iş görmezler. Boşluklarını sadece

Cenâb-ı Hakk’ın nâmütenahi kudreti ve kuvvetiyle doldurmaya çalışırlar. “Kudret-i Nâmütenahi”ye

sonsuz itimatları, güvenleri vardır. Bu birinci husus…

İkinci bir husus olarak, din adına her şeyi başta duyuyor olmanın orijinalitesi vardır onlarda. Yenidir

her şey onlar için; mesela Kur’ân, yenidir. Dolayısıyla o yenilik bir şekilde onların hayatına akseder.

Eski düşünceler, inançlar bu yenilik karşısında nakavt olmuştur. Artık farklı bir hayat yorumuna,

dünyaya değişik bir bakış açısına sahiptirler. Her şeye o gözlükle bakarlar. Allah’ın kâinat düzeninde

kendisini bu şekilde ifade ettiğini ilk defa duyar ve hissederler. “Bak biz bunları hiç düşünmemiştik”

der ve kendilerinden geçerler. Sonra da uzun zaman bu duyuş ve hissedişin neşvesini yaşarlar.

Üçüncü husus insibağdır. Değişik vesilelerle arz ettiğim bu insibağ, “Huzur-u risalet-penâhî”de

oturanların ancak anlayabileceği, hissedebileceği ve hakikî mânâ ve muhtevasıyla yine ancak onların

anlatabileceği bir keyfiyettir. Ona ister mücerred huzurda bulunma deyin, ister teveccüh deyin,

isterseniz nazar deyin -ki bu daha ziyade sofilerin iç, vicdanî sezişlerinin karşılığıdır ve bana uygun

gelen mânâ da budur- bugünkü Müslümanların mahrum olduğu bir özelliktir bu.

Hâsılı, mebde’deki insanlar her an bir mâide-i semaviyenin yere konduğuna şahit olur, kabiliyetleri

nisbetinde o sofradan istifade ederler ve o istifadelerini hemen tavırlarına aksettirirler. Yerinde bir

teşbih olur mu bilemiyorum; ama hani bilim kurgu filimlerinde birisi bir şey yiyor ve hemen ardından

birden mahiyet değişikliğine uğruyor, aynen öyle bu semavî mâideye el uzatan herkes birdenbire iç

yapısı itibarıyla bir mahiyet değişikliğine uğruyor; potansiyel insan olmadan hakikî insan olmaya

yükseliyor; duyguları ve düşünceleri inkişaf ediyor. (…)

Evet mebdee geri dönelim. Bana göre her mebde’de aynı şey vardır. Bundan seksen yıl öncesini

düşünün. İslâm yeni bir ses ve solukla, yeni bir felsefe ve mantıkla anlatılmaya başlanmış. İnsanlar

birilerinin etrafında hâlelenmiş. Sahabe misal ak alınlı, aydınlık yüzlü, gönül insanları hayatlarını

koymuş bu işe. İleriye matuf, şahısları adına değil; ama din adına, bir kısım beklentileri olmuş. (…)

Şimdi günümüzün şartlarına göre yeni yollar bulmak gerekiyor. Belki bugüne kadar bildiğimiz sabâyı,

hicazı, rastı değiştirmemiz, kim bilir belki de günümüz insanının genel hissiyatını nazar-ı itibara alacak

mürekkep makamlar bulmamız gerekiyor. Genelin zevkine hitap eden enstrümanlar ve farklı sesler

kullanmamız gerekiyor. Ama bunları fantezi için değil, içinde yaşadığımız zamanın çocuğu,

tasavvufçuların ifadesiyle “ibnü’z-zaman” olma şuuru içinde beklentiler ufkuna ulaşmak için

yapmamız gerekiyor.

Hâsılı; yeni zeminler arayın, aşk u şevkinizi bileyin, Cenâb-ı Hak’la münasebetinizi yeniden gözden

geçirin, bütün dünyevîlikleri kafanızdan sökün atın. “Yâ Rabbi! Yeni bir sesle burada seni bir de biz

duyurmak istiyoruz!” deyin. Bakalım nasıl olacak! (Mebde’de Yenilik, Münteha’da Derinlik, GU, s.

115-121)

***

(…) Kulluk bir ısrar ve kapıda durup beklemedir. Kul kapıda duracak, belki de bir ömür boyu kapının

açılmasını bekleyecek; fakat hiçbir zaman kapıyı terk etmeyecektir. Hem de ilk günkü iştiyakı hiç

eksilmeden, ülfet ve alışkanlıklar aşkını, şevkini alıp götürmeden, ibâdetleri ruhsuz birer jimnastik

haline getirmeden.. ilk günkü tazelik, ilk günkü havf ve reca ile dopdolu olarak zamanla yarışmak, işte

gerçek kulluk! Kurân’ın âyetleri bize bunu öğretiyor: “İman edenlerin Allah (cc)’ı anma ve O’ndan inen

gerçek için kalblerinin saygıyla yumuşama zamanı daha gelmedi mi? Onlar daha önce kendilerine

kitap verilenler gibi olmasınlar. Onların üzerinden uzun zaman geçti de kalbleri katılaştı. Onlardan bir

64

çoğu yoldan çıkmış kimselerdir” (Hadid sûresi, 57/16) Bu âyetin ilk muhatabı durumunda olan

sahabenin, her an yenilenen atmosferini ve her defasında sanki GÖKTEN MÂNEVÎ BİRER SOFRA inmiş

gibi, hep ter-ü taze şeylerle yüz yüze gelmelerini, bunun ruhlarda hasıl edeceği değişiklik ve metafizik

gerilimi de nazara alarak bu ifadeye muhatap olmaları düşünülürse, âyetin bize hitap etme yönü daha

iyi anlaşılmış olacaktır.

Zira onları ülfete götürecek şartlar henüz tamamlanmış değildi. Durmadan yeni âyetler nazil

oluyordu. Ve onlar, İslâm adına her şeyi orijinalitesiyle yaşıyorlardı. Meselâ bir gün ezan sesini ilk defa

duyuyor, onun heyecan verici nefesiyle camiye koşuyorlardı. Bir başka gün Allah Resûlü onlara yeni

bir tesbih ve dua öğretiyor; bu sefer de zindeliklerini onunla sürdürüyorlardı…(AGT, 4/118-119)

***

Her yeninin eskiyip partallaştığı, her tazenin sararıp renk attığı şu fani dünyada, her zaman rengârenk

ve taptaze kalabilen bir şey varsa, o da Kur’ân’dır. Evet O, indiği günden beri, onca muhalif rüzgâra,

beklenmedik soğuğa, buza ve vakitsiz yağan kara, yer yer sertleşen atmosfere, değişen şartlara

rağmen hep orijinini koruyup semavî kalabilmiş tek kitaptır. Bundan dolayıdır ki Kur’ân, ne zaman

kendi lisanıyla heyecan köpüren sinelerden yükseliverse, ruhlarımızda âdeta semadan henüz inmiş bir

ilâhî sofra ve Cennet’ten gelmiş bir demet turfanda hurma hissini uyarır; ne zaman O, özündeki

cevherleri etrafa saçsa, inanmış gönülleri bütün dünyevî servetlere karşı istiğna ufkuna yükseltir.

Kur’ân, ilâhî sözlerden nazmedilmiş bir beyan gerdanlığı, ilim feyezanlı beşer idrakinin son durağı ve

lâhûtî ibrişimlerden örülmüş bütün varlığın haritasını resmeden incelerden ince bir danteladır. O’nun

sesinin duyulduğu bucaklarda söz şeklindeki bütün ifadeler birer hırıltıya dönüşür; onun bayrağının

dalgalandığı burçlarda inananların ruhlarına ışık, şeytanların başlarına da taşlar yağar ve oralarda

ruhanîler iç içe şehrayinler yaşarlar. (Kur’anın Sihirli Ufku, IGU, s. 46-47)

***

Hülâsa İslâm, kâinat kitabının hem sesi, soluğu, tefsiri, yorumu; hem de onun dününün, bugününün,

yarınının resmi, fotoğrafı, haritası ve kapalı gibi görünen kapılarının da esrarlı anahtarıdır. O, bu

hususların bütününü ifade eden bir külldür. Parçalanması ve parçalarına, bütüne yüklenecek

değerlerin yüklenmesi mümkün olmayan bir küll. Onu, parçalara ayırmak, sonra da bu parçalardan

tam bir şey anlamaya çalışmak yanlıştır ve onun rûhuna ihanettir. Onu, mev’izeci bir üslûpla bir–iki

âyet ve hadîsin tefsiri içinde ele alıp izah etmeye kalkışanlar, ömür boyu bu muhteşem besteler

mecmuasını duymaya çalışsalar da, vicdanları hep ciddî bir eksikliğin sezileriyle sarsılacak ve ruhları

sürekli bir boşluk yaşayacaktır.

İslâm; imandır, ibadettir, ahlâktır, insanî değerleri yükseltme sistemidir, düşüncedir, ilimdir ve

sanattır. O, hayatı bir bütün olarak ele alır–yorumlar, kendi değerleriyle değerlendirir ve

müntesiplerine eksiksiz bir semavî sofra takdim eder. O, her zaman hayatı realitelerle iç içe yorumlar

ve katiyyen hükümlerini hayata kapalı hayal koylarında haykırmayı düşünmez. Emirlerini, direktiflerini

yaşanırlığa bağlar ve düşler âlemi üzerine hükümler bina etmez. İslâm, itikadî meselelerden, sanat ve

kültür faaliyetlerine kadar her yerde hayatın içinde ve dinamiktir; böyle olması da, onun hem her

zaman canlı kalmasının hem de evrenselliğinin en önemli emâresi ve esasıdır. (İslam Düşüncesinin

Ana Karekteristiği, KDD, s. 72)

***

Asr-ı saadette, yüce dinimiz İslam’ın emirleri birer semavî mâide (sofra) gibi ter ü tâze iniyordu.

Sahabe efendilerimiz her gün farklı farklı ibadetlerle tanışıyorlardı. Mesela, bir gün namazı öğreniyor,

ertesi gün ezanı duyuyorlardı. Ezan kulaklarında tın tın edip içlerine bambaşka bir ürperti ve heyecan

65

salınca, namazı da işte o huzurla kılıyorlardı. O dönemin müslümanları, duyup öğrendikleri her

meseleyi böyle orijinal, çok süslü ve pek câzip buluyor; bu göz alıcı güzelliklerin cazibesine kapılıyor ve

adeta büyüleniyorlardı. Onlar, her an gökler ötesinden haber alıyor, her gün yeni bir sürprizle

karşılaşıyor ve bir nevi kesintisiz sürprizler kuşağında yaşıyorlardı. Sürekli yeni bir sûre ya da ayet

duyuyor, dinliyor; onunla yunuyor, yıkanıyor ve böylece ulvî hislerle donanıyorlardı. İşte, o semavî ve

ilahî donanımla da Allah’ın huzuruna çıkıyorlardı. Dolayısıyla, onlar, metafizik gerilim elde etmek,

gereken konsantrasyonu yakalamak ve ibadete hazır hale gelmek için ziyade bir cehd ve gayrete

ihtiyaç duymuyorlardı. Sürekli maiyyet solukladıkları için farkına varmasalar da gayr-i irâdî olarak

sürekli öteler düşüncesiyle ve manevî duygularla dolu bulunuyorlardı; “Şimdi huzura varma zamanı!”

dedikleri an bütün hislerini ve latifelerini ibadet üzerine yoğunlaştırabiliyorlardı. Bundan dolayıdır ki,

daha abdeste yönelirken Hazreti Ali Efendimiz’de bet beniz kalmıyor, yüzü sapsarı kesiliyordu.

Kendisine “Yâ İmam! Bu ne hal?” diye soranlara “Daha ne olsun ki, biraz sonra Rabbim’in huzuruna

çıkacağım!” cevabını veriyordu.

Fakat bize gelince; semânın sağanak sağanak vahiy boşalttığı asr-ı saadetten uzak bulunduğumuzdan

dolayı, o konsantrasyonu ve manevî donanımı gayr-i iradî olarak elde edemeyiz. Bu itibarla da biz, o

asırla aramızda bulunan uzaklığı, cehdimizle, gayretimizle ve iradedeki zirekliğimizle (uyanık ve kararlı

durmamızla) aşmak zorundayız. Dinin özündeki orijinalliği iradî olarak mülahazalarımızı

canlandırmamız ve tetiklememiz sayesinde duymaya çalışmalıyız. (Diriliş Çağrısı, s. 241-242)

***

Dört bir yandan sofrana koşanlara semâdan sofralar indir ve her yanda karanlıkta kalmış ruhları

aydınlatacak meş’aleler yak! Başka çerağlara ihtiyaç bırakmayacak kadar parlak meş’aleler. (Gel-2,

YCD, s. 79, Eylül-1986)

***

Yirmiyedinci Söz’deki içtihad bahsinde beyân ve isbat edildiği gibi; sahabeler, ekseriyet-i mutlaka

itibarıyla kemalât-ı insâniyenin en a’lâ derecesindedirler. Çünki o zamanda, o inkılâb-ı azîm-i İslâmîde

hayır ve hak bütün güzelliğiyle, şer ve bâtıl bütün çirkinliğiyle görülmüş ve maddeten hissedilmiş. Şer

ve hayır ortasında öyle bir ayrılık ve kizb ve sıdk mabeyninde öyle bir mesâfe açılmıştı ki, küfür ve

îmân kadar, belki Cehennem ve Cennet kadar beynleri uzaklaştı. Kizb ve şer ve bâtılın dellâlı ve

nümunesi olan Müseylime-i Kezzâb ve maskaraca kelimeleri olduğundan, fıtraten hissiyat-ı ulviye

sahibi ve maâlî-i ahlâka meftun ve izzet ve mübahatâ meyyal olan sahabeler, elbette ihtiyarlarıyla,

kizb ve şerre ellerini uzatıp, Müseylime derekesine düşmemişler. Sıdk ve hayır ve hakkın dellâlı ve

nümunesi olan Habibullah’ın (A.S.M.) a’lâ-yı illiyyîn-i Kemâlâtındaki makamına bakarak, bütün kuvvet

ve himmetleriyle, o tarafa koşmak mukteza-yı seciyeleridir.Meselâ: Nasılki zaman oluyor; medeniyet-i

beşeriye çarşısında ve hayat-ı içtimaiye-i insâniye dükkânında, Bâzı şeylerin verdiği müdhiş neticeleri

ve çirkin eserleri zehr-i katil gibi herkes onu satın almak değil, bütün kuvvetiyle ondan nefret edip

kaçar ve Bâzı şeylerin ve mânevî metâ’ların verdikleri güzel neticeler ve kıymetdar eserler, bir tiryak-ı

nâfi’ ve bir pırlanta gibi, herkesin nazar-ı rağbetini kendine celbeder. Herkes elinden geldiği kadar

onları satın almağa çalışır. Öyle de, Asr-ı Saadette hayat-ı içtimaiye-i insâniyenin çarşısında, kizb ve

şer ve küfür gibi maddeler, şekavet-i ebediye gibi neticeleri ve Müseylime-i Kezzâb gibi süflî

maskaraları tevlid ettiğinden, secaya-yı âliye ve hubb-u maâlîye meftun olan sahabelerin zehr-i

katilden kaçar gibi ondan kaçmaları ve nefret etmeleri bedihîdir. Ve saadet-i ebediye gibi netice veren

ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm gibi nuranî meyveler gösteren sıdk ve hakka ve imânâ en

nâfi’ bir tiryak, en kıymetdar bir elmas gibi, o fıtratları sâfiye ve seciyeleri sâmiye olan sahabeler,

bütün kuvvetleriyle ve hissiyat ve letâifleriyle, onlara müşteri ve müştak olması zarurîdir. Halbuki o

zamandan sonra, git gide ve gele gele sıdk ve kizb ortasındaki mesâfe azala azala, omuz-omuza geldi.

66

Bir dükkânda, ikisi beraber satılmağa başladığı gibi, ahlâk-ı içtimaiye bozuldu. Propaganda-i siyaset,

yalana fazla revaç verdi. Yalanın müdhiş çirkinliği gizlenip, doğruluğun parlak güzelliği görünmemeye

başladığı zamanda, kimin haddi var ki, sahabenin adâlet ve sıdk ve ulviyet ve hakkaniyet hususundaki

kuvvetlerine, metânetlerine, takvâlarına yetişebilsin veya derecelerinden geçsin. Geçen mes’eleyi bir

derece tenvir edecek, başıma gelmiş bir halimi Beyân ediyorum. Şöyle ki: Bir zaman kalbime geldi,

niçin Muhyiddin-i Arabî gibi hârika zâtlar sahabelere yetişemiyorlar? Sonra namaz içinde ربهى سبحان

.derken, şu kelimenin mânâsı inkişaf etti االعلى

Tam mânâsıyla değil, fakat bir parça hakikatı göründü. Kalben dedim: Keşki, birtek namaza bu kelime

gibi muvaffak olsaydım, bir sene ibâdetten daha iyi idi. Namazdan sonra anladım ki, o hatıra ve o hal,

sahabelerin ibâdetteki derecelerine yetişilmediğine bir irşaddır. Evet Kur’an-ı Hakîm’in envârıyla hasıl

olan o inkılâb-ı azîm-i içtimaîde, ezdad birbirinden çıkıp ayrılırken; şerler bütün tevabiiyle, zulümatıyla

ve teferruatıyla ve hayır ve Kemâlât bütün envarıyla ve netâiciyle karşı karşıya gelip, bir vaziyette ve

müheyyic bir zamanda, her zikir ve tesbih, bütün mânâsının tabakatını TURFANDA ve TARAVETLİ ve

TAZE ve GENÇ bir Sûrette ifade ettiği gibi; o inkılab-ı azîmin tarrakası altında olan insanların bütün

hissiyatını, letâif-i mâneviyesini uyandırmış; hattâ vehim ve hayal ve sır gibi duygular hüşyar ve

müteyakkız bir Sûrette o zikir, o tesbihlerdeki müteaddid mânâları kendi zevklerine göre alır.. emer.

İşte, şu hikmete binaen bütün hissiyatları uyanık ve letâifleri hüşyar olan sahabeler, envâr-ı îmâniye

ve tesbihiyeyi câmi’ olan kelimât-ı mübarekeyi dedikleri vakit, kelimenin bütün mânâsıyla söyler ve

bütün letâifiyle hisse alırlardı. Halbuki o infilâk ve inkılâbdan sonra, gitgide letâif uykuya ve havas o

hakaik noktasında gaflete düşüp, o kelimât-ı mübareke, meyveler gibi gitgide, ülfet perdesiyle

letafetini ve taravetini kaybeder. Âdeta sathîlik havasıyla kuruyor gibi, az bir yaşlık kalıyor ki; kuvvetli,

tefekkürî bir ameliyatla, ancak evvelki hali iade edilebilir. İşte bundandır ki, kırk dakikada bir

sahabenin kazandığı fazilete ve makama, kırk günde, hattâ kırk senede başkası ancak yetişebilir. (27.

Söz, İkinci Sebep)

***

Kur’anın herbir âyeti, birer necm-i sâkıb gibi, i’câz ve hidâyet nurunu neşr ile küfrün zulümâtını nasıl

dağıttığını görmek, zevketmek istersen; kendini o asr-ı câhiliyette ve o sahrâ-yı bedeviyette farzet ki,

herşey zulmet-i cehil ve gaflet altında perde-i cümûd ve tabiata sarılmış olduğu bir anda, birden

Kur’anın lisan-ı ulviyesinden ه يسبهح يزه القدوسه الملهكه االرضه فهى وما السمواته فهى ما لل يمه العزه الحكه gibi âyetleri işit,

bak. O ölmüş veya yatmış mevcûdât-ı âlem يسبهح sadasıyla işitenlerin zihninde nasıl diriliyorlar, hüşyar

oluyorlar, kıyam edip zikrediyorlar. Hem o karanlık gökyüzünde birer câmid ateşpâre olan yıldızlar ve

yerdeki perişan mahlûkât, واالرض السبع السموات له تسبهح sayhasıyla işitenlerin nazarında; gökyüzü bir

ağız, bütün yıldızlar birer kelime-i hikmet-nümâ, birer nur-u hakikat-edâ; ve arz bir kafa; berr ve bahr

birer lisan; ve bütün hayvanat ve nebâtat birer kelime-i tesbih-feşan Sûretinde arz-ı dîdar eder. Yoksa

bu zamandan tâ o zamânâ bakmakla, mezkûr zevkin dekaikını göremezsin. Evet o zamandan beri

nurunu neşreden ve mürur-u zaman ile ulûm-u müteârife hükmüne geçen ve sâir neyyirat-ı İslâmiye

ile parlayan ve Kur’anın güneşiyle gündüz rengini alan bir vaziyet ile yahut sathî ve basit bir perde-i

ülfet ile baksan, elbette herbir âyetin ne kadar tatlı bir zemzeme-i i’câz içinde ne çeşit zulümatı

dağıttığını hakkıyla göremezsin ve bir çok enva’-ı i’câzı içinde bu nev-i i’câzını zevk edemezsin. (13.

Söz)

67

LEMA 4. NÜKTE 7. İŞARET 2. Nokta

İKİNCİSİ: Âlem-i İslâmın şecere-i kübrâsının menşei, çekirdeği, hayatı, medarı olan mahiyet-i

Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâmın, fevkalâde istidat ve cihazatıyla, âlem-i İslâmiyetin

mâneviyâtını teşkil eden kudsî kelimâtı, tesbihâtı, ibâdâtı, en evvel, bütün mânâlarıyla hissedip

yapmaktan gelen terakkiyât-ı ruhiyesini düşün, Habîbiyet derecesine çıkan ubudiyet-i

Muhammediyenin (a.s.m.) velâyeti sair velâyetlerden ne kadar yüksek olduğunu anla.

Bir zaman, birtek tesbihin, birtek namazda, Sahabelerin tarz-ı telâkkisine yakın bir surette bana

inkişafı, bir ay kadar ibadet derecesinde ehemmiyetli göründü; Sahabelerin yüksek kıymetini onunla

anladım. Demek, bidâyet-i İslâmiyede kelimât-ı kudsiyenin verdiği feyiz ve nurun başka bir meziyeti

var. Tazeliği haysiyetiyle başka bir letâfeti, bir tarâveti, bir lezzeti var ki, gaflet perdesi altında mürur-u

zamanla gizlenir, azalır, perdelenir. Zât-ı Muhammediye (a.s.m.) ise, onları menba-ı hakikîsinden (Zât-ı

Akdesten) turfanda, taze olarak, fevkalâde istidadıyla almış, emmiş, massetmiş. Bu sırra binaen, o zat,

birtek tesbihten, başkasının bir sene ibadeti kadar feyiz alabilir.

İşte bu nokta-i nazardan, zât-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâmın, haddi ve nihayeti olmayan

merâtib-i kemâlâtta ne derece terakki ettiğini kıyas et.

68

http://www.wiserinstitute.com/tr/ sitesinden alıntı...

HALE

Hale kelimesi Efendimiz Kur’an’da “siracen münira (Ahzap, 33/46)” yani ay ve güneş gibi ışık saçan

nurani bir kaynak olarak anıldığı için, o ışık kaynağına ilk teveccüh edenler ve onların arkasından

onlara ittiba ile bu teveccühü devvam ettirenlere Hocaefendi “Hale” tabirini kullanıyor. Çağlayan

başyazılaından önce de Hocaefendi aynı tabiri kullanıyor ve aşağıdaki alıntılarda Hale espirisini kendi

ifadeleri ile anlatımını buluyoruz:“İslâmî düşünce sistemlerinde ahlâkın yanıltmayan esas kaynağı,

“metlüv”, “gayr-i metlüv” ilâhî mesajlar ve o mesajların ilk muhatapları, tebliğcileri, temsilcileri enbiya

ve mürselîn hazerâtı olmuştur. Onlar, aldıkları mesajları tebliğ, temsil, hâl, tavır ve davranışlarıyla

sergilemişler; ikinci derecedeki muhataplar da onların etrafında birer hâle haline gelmişlerdir. Zaten

“Her şeyin en doğrusunu Yaratan bilir”temel disiplinine binaen ilâhî vahiy ve onun ilk muhatapları

olan enbiya-i izâmın daire-i irşatları dışında, ahlâk üstadı, pedagoji uzmanı ve farklı alanlardaki

düşünürlerin ahlâk konusuyla alakalı ortaya koydukları hiçbir disiplin ve kural uzun ömürlü, kalıcı

olmamış ve insanoğlunu insanî kemalâta -kâmil manada- yönlendirememiştir. İnsanlık tarihinde bu

husus belli aralıklarla da olsa en mükemmel şekliyle yalnız vahyin aydınlatıcı tayfları altında

peygamberân-ı izâm tarafından gerçekleştirilmiştir. O yüce kametler, incelerden ince hâl, tavır ve

davranışlarıyla Allah’ın istediği ahlâk-ı âliye-i ilâhiyenin nurefşan birer meclâsı ve mazharı olarak bu

konudaki ilâhî muradı mahiyet-i nefsü’l-emriyesine uygun en mükemmel şekilde temsil etmişlerdir.

Bu hususun en zirve temsilcisi ise, peygamberlik manzumesi adına bestelenen ve hükmü bu

manzumenin kafiyesi gibi en sonunda gelen, Ehadiyet hakikatinin ilk tecellisi ve Vâhidiyet sırrının en

mümtaz meyvesi olan Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’dır. Daha sonra güzel ahlak, o Kamer-i Münîr’in

nurani hâlesi sayılan Ashâb-ı Kirâm efendilerimizle topyekûn dünyaya, bütün insanlığa, en azından

onun büyük bir bölümüne ulaştırılarak vicdanlar ahsen-i takvîme uygun vaziyet almaya tevcih

edilmiştir.” (KZT, İstidrak, Dar Bir Açıdan Ahlak 1)

O (sallallahu aleyhi ve sellem) tıpkı bir güneşti; tulûuyla, çağlar aydınlanmış ve bütün yıldızlar

görünmez olmuştu. O, “Güneşler Güneşi”yle ziyadar olan pırıl pırıl bir “kamer-i münîr” idi; haricî

vücut urbasıyla matla’ında belirince çevresinde o ziya ile nurefşan bir hâle oluşmuştu. Bu hâleyi teşkil

edenler, nübüvvet minberinden O’nun dirilten soluklarına “Evet” diyen ilk bahtiyarlardı. O (sallallahu

aleyhi ve sellem), milimi milimine kendini izleyen ve O’nun enfes rengine boyanan bu bir numaralı

kutlulara “Yıldızlarım” diyor ve arkalarından gelenlerin onlara uymalarının kurtuluş vesilesi

olduğunu/olacağını hatırlatıyordu.

O’nun tarafından denen ve düşünülen şeylerin hiçbiri havada kalmamış; ötelerden, öteler ötesinden

gelip o mir’ât-ı mücellâya akseden semâvî ziya O’nun çevresinde bir nur hâlesine dönüşmüştü. O

(sallallahu aleyhi ve sellem), çevresindeki bu yıldızlar topluluğuna -gözlere aydınlık- sürekli o Nûru’l-

envârı aksettiriyor; o aydınlık ruhlar da çevresinde hâlelendikleri kamer-i münîri bütün derinlikleriyle

içtenleştirip mücellâ birer ayna halini alıyorlardı. Az bir değişiklikle Nâbî merhumun şu iki mısraı bu

tabloyu ne güzel aksettirir:

Odur ki hâle içre kürsi-i nübüvvette,

Gürûh-i encüme nûr ayetin tefsir eden mehtap.

Evet, çok kısa bir süre içinde, her biri âyine-i kamer halini alan o müstaid fıtratlar, temel kaynak öteler

ötesinden, o nurefşan zâtın (sallallahu aleyhi ve sellem) hâlesi şeklini alan ve gözleri kamaştıran engin

bir nuraniyete ermişlerdi. Pervaneler gibi sürekli o ışık kaynağı (aleyhissalâtü vesselam) çevresinde

69

pervaz ediyor ve misliyet çerçevesinde hep O’na ait semâvî güzellikleri aksettiriyorlardı. Bu müstesna

keyfiyetleriyle idi ki, onlar bütün cihanlara söz dinletecek kıvam ve derinliklerinin yanında, tevazu,

mahviyet, sıradanlık görüntüleri ve sürekli kendileriyle yüzleşme hususiyetleriyle de dudak

uçuklatacak bir derinlik sergiliyorlardı. Hele -bir şairimizin ifadesiyle- “Bû Bekr u Ömer u Hazreti

Osman u Ali” efendilerimizin, kıyas kabul etmeyen enginlikleriyle gök ehlini imrendirecek bir

konumda bulunduklarını söylemek mübalağa olmasa gerek. Onlar melekleri imrendirecek kalbî ve

ruhî derinliklerinin yanı sıra her zaman kendilerini yerden yere vuruyor ve hep bir mücrim -hâşâ ve

kellâ- tavrıyla oturup kalkıyorlardı. (Nefisle Yüzleşmede Halede İlk Halka, Çağlayan, Temmuz 2018)

Dipnot

Çağlayan Dergisinin Kasım 2018 sayısı ile başlayan ve Şubat 2019 sayısında dördüncüsü yayınlanarak

tamamlanacak olan Zeynelabidin Hazlertlerinin “kendiyle yüzleşmesi” hakkında yazılan makalelerin

büyük nispette el-Kulûbu’d-Dâria kitabındaki Hazrete ait duaların mazmunundan telif edildiği

gözlemlenmektedir.

Eşik kelimesi bu yazılarda anahtar kelimedir. Eşikler, Kulubu’d-Dariada Hazretin dualarının

başlıklarından oluşan şu 15 münacaat başlığıdır: İtaatkarların, şekvâ (Halini Rabbine şikayet), havf

erbabının, reca erbabının, rağbet erbabının, şükür erbabının, Allah’a itaat erbabının, irade erbabının,

muhabbet erbabının, tevessül erbabının, tefekkür erbabının, marifet erbabının, zikir erbabının,

i’tisam erbabının ve zühd erbabının münacatlarıdır. Bunlar yazıda “Kapının eşiğine yüz sürmek”

kabilinden eşikler olarak adlandırılmaktadır.

Her gece, gecenin son üçte birine girildiğinde (seher vakti, teheccüt vakti) Rabbimiz Teala Hazretleri

dünya semasına şeref-nüzül buyurur ve şöyle der:

الفجر ينفجر حتى له، فأغفر يستغفرني من فأعطيه، يسألني من له، فأستجيب يدعوني من

“Kim bana dua ederse duasına icabet ederim, kim benden isterse ona veririm, kim istiğfar ederse

affederim…” Bu durum fecir vaktine kadar devam eder. (Buhari, Cuma, 1145.) Efendimiz bu gibi sırları

işmam edince onun halesindekiler, hale ile halelenenler… müteselsilen bu güne kadar gelmiş bütün

hisli yürekler kendi bestelerini sundular o anlarda…

70

KENDİMİZLE YÜZLEŞME VEYA MUHASEBE

71

Kendi kendimizle yüzleşme veya muhasebe-1 Tarih: 03 Kasım 2017

İnsan kendini yakın takibe alamaz ve nefsini, iyiliklere açık, kötülüklere de meyyal yanlarıyla doğru okuyamazsa, sürçmelerden sıyrılamayacağı gibi, hayatını istikamet içinde sürdürmesi de çok zor hatta imkânsızdır. Bu konuda önemli hususların başında, hevâ-i nefsin dizginlenmesi gelmektedir. Nefs-i emmâre gemlenmez veya kontrol altına alınmazsa, insan “ahsen-i takvim”e mazhariyet sorumluluğunu yerine getiremez; bir kısım menfî tavır ve davranışlardan asla sıyrılamaz ve yaratılışındaki incelerden ince esrâra da nüfûz edemez. Evet, nüfûz edemez nefis ve hevâ perdede olduğu sürece. Böyle bir körlüğe düşen kimse, var oluş hakikati ve “hakikatü’l-hakâik” adına sürekli küsûflar yaşar; nefsânîliğin kararttığı atmosferden kurtulamaz; egoistçe düşüncelerinin güdümünde kahredici kaprislere takılır ve hep “ben, ben” der durur. Hele böyle birinin içinde neş’et ettiği muhît bu türlü duygulara dâyelik yapıyorsa...

Bu konuda, günümüzdeki içtimâî atmosfer oldukça sisli-dumanlı; yığınlar yaratılış gayesinden bîhaber; böyle bir gayeyi dillendirenler taklit gel-gitleri içinde; deyip edilenler kalb referansı olmayan dil-dudak mırıltısı; kutsallar, dünyevîlikler hesabına kullanılan birer argüman; servet-sâmân düşkünlüğü, tûl-i emel marazı, bohemlik zaafı, bilerek dünya hayatının ebediyetlere tercih edilmesi, üzerinde durulup düşünülmeyen bir muamma…

Böyle bir atmosferde yığınlar birer mezar-ı müteharrik tâli’siz, onları bu hâle getirip güdenler de insî şeytan ve makyavelist mürâîlerdir. Sergiledikleri tavır ve davranış itibarıyla bir yüce gaye-i hayalin ve hak mülahazasının mümessilleri gibi göründükleri halde, onlar genel duygu ve düşünceleri açısından nefis ve hevânın tesirinde birer Firavun, birer Nemrut ve birer Şeddad’dırlar. “Kul oldum, kul oldum!” diyecekleri yerlerde firavunâne naralar atarak herkesi

72

kendilerine kul sayma düşüncesiyle oturur kalkarlar. Uğradıkları yerlerde derviş enînleri sergiler, sofîce tavırlara girer, “din”, “Allah”, “Peygamber” der durur ve kendilerini dinleyenleri büyülerler ama iç dünyaları itibarıyla bunlardan fersah fersah uzaktırlar. Ne hakperest oldukları beyanlarında ne de derviş gibi davranmalarında katiyen samimi değillerdir.

Bunlar birer dünyaperesttirler ve kullandıkları kutsallarla alakalı hususlar da suiistimal edilip atılan birer argüman mahiyetindedir. Âşık Paşa’nın ifadesiyle:

Hakikî derviş odur ki dünyayı terk eder, Gerçek mü’min de odur ki, dünya onu terk eder.

Yoktur o dünyâperestlerde bu duygu ve mülahazanın zerresi; bir aldatma hırıltısıdır hepsinin soluğu sesi. Böylelerini iman, İslam ve ihsan açısından bir yere koymak çok zordur; zira bunların hemen bütünü bir anlamda birer İbn-i Selûl’dür. Düşünce dünyaları kirli, davranışları yapmacık, gaye-i hayalleri debdebe ve ihtişam, hedefleri de dünya ve mâfîhâdır. Dış görünüşe fevkalâde önem verir, makyajla oturur-kalkarlar.. yaldızlı beyanlarla çevrelerini büyülemeye çalışırlar.. levsiyatlarını gizleme mevzuunda ölür ölür dirilirler.. hep apak görünmek için türlü türlü demagojilere başvururlar.. mesâvîleri ortaya çıkınca da hemen sun’î gündemler oluşturarak irtikâplarını örtbas ediverirler.

Bilmez bunlar kalb safvetini, ruh nezâhetini; şeklî, surî Müslüman görünümüyle aldatır ve sürüklerler arkalarından şuursuz kalabalıkları.. hep birer hak eri ve diriliş kahramanı olduklarından dem vurur dururlar ama ne hakk u hakikatle bir münasebetleri vardır, ne de diriliş adına bir gayretleri.. çirkâptır duyguları ve düşünceleri; bilmezler kalbî-ruhî nezafet ve tahareti.. iç ve dış bütünlüğünün esas olduğunu.. nefis ve hevâ güdümünden sıyrılarak Allah’a hâlis kul olmayı. Vicdan mekanizması itibarıyla düşe-kalkadır azm u iradeleri.. taklit eksenli ve yapmacık kulluklarıyla aldatıcıdır her halleri. Abdest alır gibi görünür, namaz kılacakmış gibi ön safa yürürler ama her şeyleriyle göz boyamacadır tavırları.. kandırmacadır Hak karşısında kıyamları, kuudları.. bilmezler Allah tarafından görülüyor olmayı.. zihin ve ruh kirliliğiyle kirletirler miraç güzergahında bulunmayı.. arındıramamışlardır görünme ve bilinme levsiyâtından iç dünyalarını. Oysaki kulluk ve mü’minin miracı namaz böyle bir arınmayla namaz olur. Ne hoş söyler İsmail Hakkı Bursevî:

Pâk ve tâhir eyle çirkâb-ı hevâdan nefsini, Yalnız el-yüz yıkamayı sanma taharetten garaz!..

Nefis ve hevânın farklı renk ve desendeki aldatıcı oyunlarından sıyrılamayan bu bedbahtlar, sabahları bir türlü, akşamları da başka bir türlü yaşamaktan kurtulamazlar.. düşünemezler yarınları, daha ötelerini ve iğneden ipliğe bir hesap gününü.. ب وا ت حاسب وا ن أ قبل أنف سك م حاس “Hesaba çekin nefsinizi ve yüzleşin kendinizle, O ma’dele-i ulyâda hesaba çekilmeden evvel.” (Hazreti Ömer radıyallahu anh) mülahazasına kapalıdır vicdanları.. gerçek insan olma ufkuna yürümenin bu yoldan geçtiğinin farkında değillerdir; farkında değillerdir ancak böyle bir metafizik gerilimle nefis ve hevânın gemlenip beşerî garîzaların, hayvanî hislerin ve şehevâni duyguların üstesinden gelineceğinin.

Ne var ki, kendini nâma-nişâna, şöhret ü şâna, makama-mansıba, zevk u safâya, takdire-alkışa kaptırmakla zehirlenmiş bu ruhlar, böyle bir girdaba yelken açtıklarının da farkına varamazlar. Bilemez bunlar hakikî imanı, İslam’ı, ihsanı ve duyamazlar hakikî insan olmadaki enginliği. Nasıl duyabilirler ki, bunlar hem kalbleri ve kafalarıyla, hem de göz ve kulaklarıyla tamamen bu dünyaya hasr-ı himmet etmiş bir kısım yarını olmayan bedbahtlardır. Oysaki bugüne ve fâniyât u zâilâta göz ucuyla bakmaya mukabil, yarınlara ve daha ötelere bütün ihsas ve ihtisas sistemlerimizle yönelmez ve yönelemezsek “ahsen-i takvîm”e mazhariyetimize saygısızlık yapmış ve Allah’a karşı da nankörlükte bulunmuş olma durumuna düşmemiz söz konusudur.

Ama ne dersek diyelim, Hak’la hemhâl olmayan ruhların şeytânî ve nefsânî şerarelere takılmaları kaçınılmazdır. İmam Şafiî, “Sen kendini hakla meşgul etmezsen, bâtıl şeyler ruhunu sarar ve seni hep meşgul eder.” der ki, vicdanlarımıza emanet önemli bir reçete mahiyetindedir.

73

GEL Kİ NEVBAHAR OLSUN

Gel ki bahar olsun güller sevinsin,

Gönüller bir kez daha aşka gelsin;

Sinelerimize sekîne insin,

Sensizliğin iniltileri dinsin…

Garipler bir leyl-i yeldâ yaşıyor,

Bu, ümit sınırlarını aşıyor;

Şeytanlar da raks ediyor, coşuyor,

Derbederler hevâya dolaşıyor…

Ne olur gelip gönüllere girsen!..

Arkandakileri terk etmedin Sen;

Lütfedip gel Allah’ını seversen,

Ey dırahşan çehre, ahsenden ahsen!..

Yıllar geçiyor, ömürler bitiyor,

Yolunu gözleyenler “Âh!..” ediyor;

Yolcuların ümitleri eriyor,

Bendelerin “Bırakma bizi” diyor!

Hemen olmazsa gayrı geç olacak,

Ruhlar hep hicran içinde kalacak;

Şeytan nevmitlere kement salacak,

Kardeşlerin firkat yudumlayacak…

74

Kendi kendimizle yüzleşme veya muhasebe-2 Tarih: 02 Aralık 2017

İnsanın kendiyle yüzleşmesi ve hayatını hep ب وا ت حاسب وا أن قبل أنف سك م حاس çizgisinde sürdürmesi nefis ve hevâya karşı kararlı duruşa ve mutlak sonsuzluğun O’na ait olduğu iz’anıyla kendini sıfırlamasına bağlıdır. Aslında Sonsuz’a karşı âciz, fakir, muhtaç ve her şeyi O’ndan birer emanet olan insana düşen de budur. Aksine, “ben” deyip oturup-kalkana hakkı-hakikati görüp duyma menfezleri bütün bütün kapanır; dört bir yan zindana döner ve kapkaranlık bir hal alır. Ne hoş dillendirir bu hususu bir kalb ve ruh insanı:

Sen tecelli eylemezsin perdede ben var iken, Şart-ı izhar-ı vücudundur adîm olmak bana. (Gavsî)

Evet, istiğrak ve heymân halinde bile olsa, “ben” diyene bütün verâların kapıları kapanır; yukarıdan aşağıya şefkat tokatları inip kalkmaya başlar.. ve Sonsuz karşısında kendini sıfırlamaya gitmeyen böyle tali’sizler cebrî sıfırlanmaya tabi tutulurlar. Evet,“Nefy-i nefy ispattır.”, “Yok yok olsa var olur.” disiplinleri açısından, acz ü fakr sistemine göre hareket edilmediği takdirde, farkına varmadan insan bir yokluk çağlayanına kapılır gider de bir daha geriye dönemez.

Hakk’a kulluk mülahazasıyla, insanın konumu da işte bundan ibarettir. O, vicdanında hiçliğini duyup hissettiği ölçüde marifet, muhabbet ve zevk-i ruhânî ufkuna açılmış olur ve Hakk’ın mücellâ bir aynası haline gelir. Aksine, enaniyetle köpürüp, gurur ve kibirle gümleyedurunca da iç içe küsûflar yaşar ve şeytanın mel’abesi haline gelir. Böylesi kahredici bir duruma düşmemek için daha baştan geçilecek şeylerden geçilmeli ve seçilecek şeyler de Hak disiplinlerine göre isabetli

75

seçilmelidir ki insan uzak yakın yarınlar itibarıyla âh u vâha düşmesin. İbrahim Hakkı hazretleri bu hususu şöyle noktalar:

Az ye, az uyu, az iç!.. Ten mezbelesinden vazgeç!.. Dil gülşenine göç!.. Mevlâ görelim neyler, Neylerse güzel eyler.

Emir Buharî ise:

Der tarîk-i Nakşibendî lâzım âmed çâr terk: Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk.

der; nefse bakan yönüyle dünyayı da, ukbâyı da, kendini de ve terk mülahazasını da kafadan silip atarak O’na teveccühü salıklar.

Onun bu oldukça çetin güzergâh disiplinlerine mukabil, yaşadığı çağa göre asrın sözcüsü, acz ü fakr, şevk u şükür, tefekkür ve şefkat düsturlarını nazara verir; “Der tarîk-i acz-mendî, lâzım âmed çâr çîz / Fakr-ı mutlak, acz-i mutlak, şükr-ü mutlak, şevk-i mutlak, ey aziz!” diyerek konuyu teshîl edici bir kısım esaslarla dillendirir.

Kadd-i yâre kimisi ar’ar demiş, kimi elif, Cümlenin maksûdu bir amma rivayet muhtelif. (Muhibbî)

fehvasınca, kendimizi doğru okumaya, kendimizle yüzleşmeye ve Hak karşısında konumumuzu belirlemeye mâtuf söylenmiş her söz, lâl ü güher bir beyandır. Bu beyanlarladır ki, kalb, hayatını ihsan mülahazalarına bağlı sürdürür ve nurlanır.. insan, Hak karşısında konumuyla mütenasip durumunu korumuş olur.. bu yolda sık sık kendini analizlere tabi tutar.. kirli ve nurlu yanlarıyla kendini doğru okur.. isten-pastan arınma ameliyeleriyle oturur-kalkar.. üzerine yoğunlaştığı bu tür hamle ve aksiyonlarla başkalarının isini-pasını görmez, görse de onlarla meşgul olmaz. Yerinde Niyazî-i Mısrî gibi:

Bir ticaret yapmadım, nakd-i ömrüm oldu heba, Yola geldim, lâkin göçmüş cümle kervan bîhaber; Ağlayıp, nâlân edip, düştüm yola tenhâ, garip, Dîde giryan, sîne püryan, akıl hayran, bîhaber.

der, inler. Yerinde Leyla Hanım içtenliğiyle,

Hevâ-i nefsime uydum pek çok günah ettim, Huzura hangi yüzle varayım ya Resûlallah!..

sözleriyle kendini yerden yere vurur ve sızlar. Yerinde Alvar İmamı M. Lütfî Efendi derinliğiyle,

Ne ilmim var ne a’mâlim / Ne hayr u tâate kaldı mecâlim, Garîk-i isyanım, çoktur vebâlim / Acep rûz-i cezâda n’ola hâlim.

inkisarıyla içini döker ve sızlanır.

Ve bu konuda “ ب وا أنف سك م حاس ...” mülahazasıyla iç döküp sızlamış daha niceleri...

Biz şimdilik tevbeden inâbeye, inâbeden evbeye koşup duran bu âbide şahsiyetlerle konuyu noktalayarak, ب ين سي ئات األبرار حسنات قر الم hâliyle hâllenmiş erbâb-ı kemâlin hâlini temaşaya yönelmek istiyoruz. Tevfîk Allah’tan!..

76

Hayat Serâbı

Bitti ömür, sırf kısık sesi kaldı,

Ahlâfa emanet nefesi kaldı;

Bilmem ki ötede ne olur halim,

Bir kırık mızrabın bestesi kaldı.

Geçip giden dünkü hatıralardan,

Hemdem bildiğim dil bağlayanlardan

Her dem vird-i zebân olan sözlerin

Makam-zede kuru güftesi kaldı.

Dünler hazan vurmuş gibi sararmış,

O gül çehreleri bir hüzün sarmış;

Bir yelle savrulup gidince geçmiş,

Olan oldu, matemi yası kaldı.

Hep gelecek deyip ötüşen kuştuk

Bir mefkûre uğrunda hep uçuştuk;

Şimdi uçma sırası ötelere,

Yalan dünyanın sırf nevâsı kaldı.

77

İstikamet âbideleri Tarih: 04 Ocak 2018

Bunlar bakışlarında bütüncüllerdir; doğru görür, doğru düşünür ve her hamlelerini hak mülahazasına bağlarlar. Nefis ve mâverâ-i tabiat arasındaki gel-gitleri hep bu temel espri etrafında cereyan eder. Onlar yerinde irade ve şuur merceğini kendi iç dünyalarını temaşaya yönlendirir ve fıtrat-ı asliyelerini kontrole koyulur; ardından da hemen onu ötelere ve ötelerin de ötesine tevcih ederek Yaratan’a iç döker, arz-ı halde bulunur, ahd ü peymân yenilemesine girer ve yerlere yüz sürmeye dururlar. Farkındadırlar “âyine-i samedâniye” olduklarının, bütün kevn ü mekânlara bir fihrist olarak yaratıldıklarının.

Bu engin mülahazayla, böyleleri hemen her zaman yaratılış gayesine uygun hareket etmek için çırpınır.. sık sık iç dünyalarını gözden geçirir.. kendileriyle yüzleşir.. mülâhaza kirlenmelerine karşı uyanık davranır.. kalb kararmalarına ve ruh paslanmalarına meydan vermeme hassasiyetiyle oturur-kalkar.. çok defa “Onları kirlettim!” endişesiyle, arınma adına Hakk’a teveccüh kurnalarına koşar.. ve sürekli “ahsen-i takvîm”e mazhariyetin hakkını tam veremediği düşüncesiyle sızlanır dururlar.

Böyleleri, değil bu olumsuz şeylere tahayyül dünyalarında dahi kapı aralama, en küçük bir rüya kirliliği, tasavvur isi-pası, durağanlık sisi-dumanı karşısında bile tir tir titrer, yeni yeni teveccüh vesileleri aramaya koyulur.. ve her zaman elleri rahmet ve mağfiret kapısının tokmağında ruhanilerle atbaşı bir hayat sürdürürler.

Onlar birer kurbet eri, vuslat sevdalısı iseler, böyle yanıp tutuşanların yolu da aşk u iştiyak-ı likaullah güzergâhı olmalıdır. Evet, kendi uzaklıklarını aşıp o en yakınlardan yakın Zât’ın “bî kem u keyf” maiyyetine erme helezonu da bu olsa gerek!.. Erilecek ufka erenler böyle bir azm u ikdamla ermişlerdir; heva ve heveslerinin ağına takılıp kalanlar ise takılıp yollarda kalmışlardır.

78

Dünden bugüne gölgesini arkasına alıp sürekli güneşe müteveccih yürüyenler hemen her zaman çok farklı bir derinlikte kendileriyle mütemadiyen yüzleşmiş; kalb ve ruhlarında, tasavvur ve tahayyüllerinde var gördükleri veya var farz ettikleri kayma endişeleriyle tir tir titremiş; his, heyecan ve endişeleri dillerine emanet sürekli inleyip durmuş ve en içten “Ya Rab!” deyip sızlanmışlardır. Kamer-i Münîr ve mutlak manadaki o İnsan-ı Kâmil’den çevresinde hâlelenen yıldızlara kadar hemen hepsi, maiyyete uzanan peygamberler güzergâhının ayrılmaz yolcuları olmuş ve arkadan gelenlere yanıltmayan birer rehber tavrı sergilemişlerdir. Yolları açık olsun ve Cenâb-ı Erhamü’r-Rahimîn bizleri de o yolun yolcularından eylesin!..

Şimdi isterseniz bu nurani yolculuğun biricik pişdârı, gelmiş-geçmiş bütün kudsîlerin seçkinlerden seçkin müşârun bi’l-benânı olan Rehnümâ ile, O’na bakıp kendimizle yüzleşme kapısını -tabiî işin hakikatinin deryada damlası ölçüsünde olduğu kaydıyla- aralamaya çalışalım.

Akrabü’l-mukarrabîn olan Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (s.a.s), o engin ruh haleti, temkin tavrı ve arkasındakilere rehberlik mülâhazasıyla, sabahı ayrı bir teyakkuz faslı, akşamı ayrı bir teveccüh demi, içini Allah’a döker ve “Allahım, Seni her türlü noksanlıklardan tenzih ederim. -Günah onun rüyalarına bile misafir olmamıştır- günahlarımı bağışlamanı diler ve rahmetini umarım!..” [1] der; takipçilerine kendilerini kontrol yolunu gösterir ve baş döndüren bir tevazu ve mahviyet tavrı sergilerdi.

Yine günün aydınlığa kaydığı aynı dakikalarda, kendilerini ölüm uykusuna salmış kalbzedelere temcîd ve araftakilere tenbih edalı içten iniltileriyle rahmet kapısının tokmağına şu sızlanışlarla dokunurdu: “Allahım, zulmetmekten, zulme uğramaktan; haddi aşmaktan, başkalarının hukukuna tecavüz etmekten, hukukuma tecavüz edilmesinden; hata işlemekten ve bağışlanmayacak günaha girmekten -Bunlar O’nun tahayyül dünyasından bile fersah fersah uzak şeyler- Sana sığınırım.” [2] Keşke bu iç döküşün çeyreği bizde ve bizim serkârlarımızda da bulunsaydı!..

Nübüvvetinden önce ve risaletle serfiraz kılındıktan sonra, hayat-ı seniyyelerinin hemen her safhasında, nefis ve hevasını kayd u bend altına almış olmasına rağmen, her yeni tulûu yepyeni tulûatlarla, her zaman temkin edalı lâl ü güher şu sözlerle karşılardı:“Rabbim, beni nefsimle baş başa bırakırsan, altından kalkılmaz bir zaafa, kahreden bir ihtiyaca, belirsiz bir günah ve hataya itmiş olursun.” İçini hüşyar bir ruhun sesi-soluğu olarak bu ifadelerle dillendirdikten sonra kendine yakışan o mübarek teveccüh ve yakarışlarını şu ifadelerle noktalardı: “Ben yalnız ve yalnız Senin rahmetine güveniyorum; günahlarımı -Ruhum Sana kurban, hangi günahını?!.- bağışla; zira günahları bağışlayacak yalnız Sensin, Sen!” [3]

İç döküşlerine devam eder; tahayyül dünyasına bile gelmeyen nefis ve şeytana karşı -bence bendelerine tenbih sadedinde- “Allahım, nefis ve şeytanın şerrinden, şerareleriyle bana bir kötülük yapmalarından ve bir Müslümana kötülük yaptırmalarından Sana sığınırım.” [4] der ve bu içten iniltilerini dört defa tekrar buyururdu. Bu temkin üstü temkine canlar kurban; yetinmezdi bunlarla, eli rahmet ve hıfz u riayet kapısının tokmağında, “Ey Hayy u Kayyûm olan Allahım, rahmetini vesile ederek Senden yardım diliyorum; her hâlimi ıslah buyur ve beni göz açıp kapama süresinde dahi nefsimle başbaşa bırakma!” [5] diye niyaz ederdi. Hayatını bata-çıka götürenlerin kör gözlerine, sağır kulaklarına sokulsun!..

O, nefis ve hevaya karşı -O’ndan kilometrelerce uzak olsalar bile- o kadar duyarlı ve hassastı ki, milyonda bir ihtimalle dahi O’nun o nurefşan düşünce dünyasına gölge edememişlerdi, edemezlerdi de!.. Biz yine, “derbeder bendelerine bir ders” deyip bir adım geriye çekilerek, o Söz Sultanı’nın teveccüh ve iniltilerine bir kez daha kulak kesilelim: “Allahım, nefsimin ve zimamları Senin elinde olan her varlığın şerrinden Sana sığınırım.” [6] Bu ne duyarlılık ve engin bir temkin duygusudur!..

Can alıcı hasımları bile O’na ayıbın en küçüğünü dahi isnad etme küstahlığında bulunmamış, bulunamamışlardı. Hem nübüvvetten evvel hem de ondan sonra eminler emini olarak biliniyor ve öyle yâd ediliyordu. Ama O’ndaki o yükseklerden yüksek ufka bakın ki, sanki bir ayıbı varmışçasına -biz yine bunlara, “rehberin terbiyegerdelere tenbihi” diyelim-“Allahım, bütün ayıplarımı setret ve beni bütün korku ve endişelerimden emin kıl!” [7] der dururdu. Mehâfet ve

79

mehâbet düşünceleri itibarıyla her zaman tir tir titreyen bir gönlü vardı ve O bu konuda arkasındakilere gerçek fazilete giden güzergâhı işaretliyordu.

Uyurken de, “O bizim gibi uyurdu” demek O’na karşı büyük bir saygısızlıktır. Zira O, “Benim gözlerim uyur ama kalbim uyumaz” [8] diyerek bu konuya da bir nokta koymuştu. Ne var ki bu melekler üstü mümtaz ruh, kendince o farklı uykuya yönelirken dahi ciddi bir teveccüh-ü tâmla Hakk’a yönelir ve “Bismillah diyerek yan gelip yattım.. Allahım, günahımı yarlığa, şeytanımın sesini-soluğunu kes, nefsimle alakalı rehini çöz, beni katında o en yüce konumdakilerin arasına koyuver!..” [9] derdi. O dillere destan mümtaz konumuna rağmen bu iç çekişte dahi bizlere neler fısıldıyor neler...

O’nun miracı namaz kafiyeli, namazları da miraç edalıydı. O, salât unvanıyla bu yerdeki miraca yürürken bütün tavırlarında ihsan televvünleri belirir, varıp Hak karşısında el pençe divan durunca da dudaklarından, yapılacak ameliyenin “beraat-i istihlal”i nev’inden, şu mübarek sözler dökülürdü:“Allahım, Melik’sin, Senden başka ilah yoktur. Sen benim biricik Rabbimsin; ben ise Senin kulunum. Nefsime zulmettim; günahımı itiraf ediyorum, -Ey Canlar Canı, hangi günah?!.- bütün günahlarımı bağışla; Senden başkası onları yarlığayamaz.. beni ahlâk-ı haseneye hidayet buyur; zira ancak Sen hidayet edersin!.” [10] Bunlar, bizleri de o ufka çağırma niteliğinde şeyler; Allah bizi de o hidayet-i tâmmeye mazhar buyursun...

“Günah!” deyip inlediği husustan mağrib-maşrık arasındaki mesafeden daha uzaktı ama O, kalem ve mürekkebin sükût murakabesine dalıp yazmaz oldukları hata addettiği şeylere karşı dahi -hatalar O’nun rüyalarına bile misafir olmamıştır- olabildiğine bir temkin duygusu ve ihsan ahd ü peymanı ile içini dökmüş ve inlemişti : “Allahım, beni hatalarımdan, iki kutup arasındaki mesafe uzaklığıyla uzaklaştır. Rabbim, beni hatalarımdan, -kirleri en iyi temizleyenden kinâye- saf su, kar ve dolu (mâyi’iyle) arındırıyor gibi arındırıver.” [11] Bu ne derinlik, can içre Canım!.. Sen;

Sultan-ı Rusül Şah-ı mümeccedsin Efendim Biçarelere devlet-i sermedsin Efendim Divan-ı ilâhîde serâmedsin Efendim Menşûr-u “Le’amruk”le müeyyedsin Efendim. (Şeyh Gâlib)

Ey ziya-i himmet ve şem’-i tâbânım, böylesi iç döküş ve sızlanışlarınla “ben” deyip bizi o nurlu yolunda kendimiz olmaya çağırıyorsan, bizler sergerdanlarımız ve serkârlarımızla o ufka veda edeli yıllar oldu. Bizler, reca edalı tüllenen hülyalarımızla Senin yeni teveccühlerini bekliyoruz; Hak adına daha fazla bekletme!.

Hususiyle o has hâlene baktığın gibi kıtmîre de bak, Ve kutsî aşkınla onu da cayır cayır yak; Kararmasın atmosferi sensizlik hüznüyle, ‘O da bendendir’ de ki kalmasın Senden ırak.

Namazın sidretü’l-müntehâsı sayılan, د ن رب ه وه و ساج fehvasınca kulun Allah’a [12] أقرب ما يك ون العبد م en yakın olduğu halde, “Baş ayak aynı yerde, öper alnı seccade; işte insanı kurbete taşıyan cadde.” sözleriyle tahşiyelendirilen ufka yönelirken ve hiç kimse karşısında eğilmeyen mübarek başını en derin bir tevazu hissiyle yerlere sürerken, bir farklı üslupla içini döker ve şöyle sızlanırdı: “Allahım, bütün günahlarımı -Ey ر ن ذنب ك وما تأخ ile serfiraz [13] ل يغف ر لك الل ما تقدم م şehinşâhım, Rabbin Sana geçmişte günah işletmedi; gelecekte günaha açılacak kapı ve pencereleri de Senin sadakat kilidinle kilitledi; söyle yüce şanın aşkına, Siz neye günah diyorsunuz!- evet, bütün günahlarımı, küçüğünü-büyüğünü, evvelini-âhirini, açığını-gizlisini, hepsini bağışla!” [14] Keşke bu melek soluklarını aşkın inilti ve sızlanışları, hayatlarını günah levsiyatı içinde geçirenler de anlayabilselerdi!.. Heyhat, kalbî hayata veda etmiş, ruh ufkundan habersizler bunları ne duyar ne de anlarlar.

İliklerine kadar Hakk’a kurbet ve o kurbetle zevk-i ruhaninin zirve yaptığı teşehhüdde O yine kendi marifet derinliğiyle doğru orantılı inler ve gönül tellerinden kopup gelen şu sözlerle ruhunun

80

erişilmezliğini dillendirir: “Allahım, nefsime çok zulmettim -bu da biz bilmezlere bir hatırlatma herhalde- günahlarımı bağışlayacak yalnız Sensin Sen, nezd-i ulûhiyetinden hususi bir mağfiretle bağışla beni, bana merhamet buyur; şüphesiz yegâne Gafûr ve Rahîm Sensin.” [15]

Ah keşke bizler de “Rehber ve Rehnümâ nerede, biz neredeyiz?” deyip içten içe sızlanabilseydik!.. O, bizim için her zaman söz konusu olabilen, O’nun ufkundan da fersah fersah uzak bulunan bir kısım gönül karartan ahval için sızlanır ve engin bir yakarış ile duygularını şöyle seslendirirdi: “Allahım, kalb katılığından, gafletten -nerede onlar nerede Senin ufkun?!.- fakr u zaruretten, küfürden, fısktan, muhalefet mülahazasıyla birilerine düşmanlık tavrı almaktan, riyadan, süm’adan Sana sığınırım!” [16] Bilmem ki bu teyakkuz ve temkin, baş döndüren böyle bir derinlikle, o Masum-u Mutlak’ın dışında -mele-i a’lânın sakinleri dâhil- başka biri tarafından duyulmuş mudur? Ben zannetmiyorum; kimse de ihtimal veremez...

O Kamer-i Münîr’in tazarru, niyaz ve yakarışları adına deryadan damla bu kadarıyla mevzuya bir noktalı virgül koyarak, “Konu bitmedi, sırada o Mâh-i Tâbân’ın hâlesi sayılan ‘Mustafeyne’l-Ahyâr’ var.” diyor ve yanlışlarımdan ötürü Allah’tan afv u mağfiret diliyorum...

[1] Ebu Davud, edeb 108.

[2] Ahmed b. Hanbel, Müsned 35/520; Hâkim, Müstedrek 1/697.

[3] Ahmed b. Hanbel, Müsned 35/521; Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr 5/119; Hâkim, Müstedrek 1/697.

[4] Tirmizî, deavât 105; Ahmed b. Hanbel, Müsned 11/171.

[5] Ebu Davud, edeb 107; Ahmed b. Hanbel, Müsned 34/75; Taberânî, el-Mu’cemü’s-Sağîr 1/270 (Lafız Taberânî’den).

[6] Taberânî, ed-Dua s.128; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve 7/122.

[7] Ebu Davud, edeb 107; İbn Mâce, dua 14; Ahmed b. Hanbel, Müsned 8/403.

[8] Buhârî, menâkıb 24; Müslim, salâtü’l-müsafirîn 125.

[9] Ebu Davud, edeb 107.

[10] Müslim, salâtü’l-müsafirîn 201; Ebu Davud, salât 124.

[11] Buhârî, ezan 89; Müslim, mesâcid 147.

[12] Müslim, salât 215; Ebu Davud, salât 160.

[13] Fetih sûresi, 48/2.

[14] Müslim, salât 216; Ebu Davud, salât 156.

[15] Buhârî, ezan 151; Müslim, zikr 48.

[16] Hâkim, Müstedrek 1/712.

81

Allah Erleri

Varmış hülyalarımızdaki âlemlere yol,

Her türlü efkârı iğnâ edecek kadar bol;

Yönelebilene O’na bütün yollar açık,

Sık dişini, sen de gel o yolun yolcusu ol!..

Diner acılar O’na yönelen gönüllerde,

Vuslat meltemi duyulur yol boyu her yerde;

Gözü güneşte olanlar anlar bu esrârı,

Duyarlar lâhûtî meltemleri perde perde.

Bir Mecnun gibi “Leylî” deyip koşarlar her dem,

Bu koşuş kulluk kapısında bulunmaz bir erdem;

Baş O’nun eşiğinde vuslat yaşar her seher,

Mırıldanır hep: Dönersem bu yoldan nâmerdem…

Onlarca, O’nsuz geçen gece karanlık zindan,

Görüşleri bu, böyle hissederler her zaman;

Duyarlar o demde kat kat hicrân azabını,

“El-Emân” feryadı oluverir vird-i zebân.

Gönülleri uzak kaldığı günleri sayar,

Kulakları her ân bir hicrân çığlığı duyar;

Ümit ışıkları sönmemiş olsa da bütün,

Hislerinde hazâna dönüverir nevbahar.

Bir vuslat iştiyakı içten içe yaşarken,

İç dökmek için uyanırlar erkenden erken;

Yüz yere sürüp hep “Hû” ile soluklanırlar,

Âlem mecâzî aşklar arkasında koşarken.

82

Aşk u iştiyâk-ı likaullah emelleri,

O’nu yâd eder durur dudakları, dilleri;

Nâmahremdir onlara ağyâr mülahazası,

“Allah yâr” deyip ona dem tutar gönülleri.

Yoktur hayallerinde huri-gılman sevdası,

Cennet’in yalısı, köşkü, sarayı, villası,

Sürekli “Cânân” der dururlar bir ömür boyu,

Büyülemiş onları verâların verâsı.

Bend olmuşlardır bir güzele, yok benzeri, dengi,

Bu sabit çizgide hep sa’ylerinin ahengi;

Santim inhirâfı isyan ve günah sayarlar

Budur Hak yolcularının değişmez mihengi…

83

Kendiyle yüzleşmede Peygamber ufku (1) Tarih: 12 Şubat 2018

Ufkumuzu aşar onların Hak’la münasebetleri.. kendileriyle yüzleşmeleri.. ve masumiyetlerine rağmen Hak kapısındaki temkin üstü temkin edalı iç çekişleri. Sığmaz mücelletlere onların o ledünnî derinlikleri.. hiss-i mehâfet ve mehâbetleri.. verâlar verâsına müteveccih yana-yakıla niyazları ve bu konudaki sûzişî nağmeleri. Bizim deryadan bir damla, mehtaptan bir zerre kırık-dökük ifadelerimizle, tâ baştan yed-i rahmetle o arındırılmışların hangi mülahazaya binaen arınma kurnasından arınma kurnasına -istiğfar, inâbe, evbeye- koştuklarını değerlendirip dillendirmek muhal ölçüsünde zordur. Ama yine de onlara bakıp kendimize gelme adına, bir cüret de olsa bir şeyler söylemenin lüzumuna inanıyorum. Zannediyorum bu paragrafı, “Cenab-ı Hak onların bu yüce hissiyatlarının bir damlasını da bize lütfeylesin!” dileğiyle noktalama uygun olacaktır.

O silsile-i zebercette ilk gönülden iç çekiş ve sızlanış, bir zelle ile yâd edilegelen, iftar vaktini tayinde bir içtihad olmazı neticesindeydi. Hususiyle hata demiyorum, yeri gelince -inşaallah- üzerinde durulacaktır. Cenab-ı Hakk’ın kulları hakkında kullandığı kelimeler Rab ile kulu arasında her zaman saygıyla karşılansa da, bize o “Mustafeyne’l-Ahyâr” hakkında her zaman temkin edalı düşünme ve konuşma düşer.

Bununla beraber, bu hassas konuya, sondan gelip öndekilerin de önünde bulunan sırr-ı hikmet-i âlemin keşşâfı, ilmî varlığıyla evvellerden evvel, yer-gök ehlinin sertâc-ı ibtihâcı olan ve âlemşümul mesajlarıyla bütün insanlığa rehnümâ bulunan.. arz u sema ehlinin iftihar tablosu, o

84

eşi-menendi bulunmayan ve “Sultan-ı rusül” diye yad edilegelen.. ruhânî-cismânî varlıklar arasında, Hâlık’ının birinci derecede matmah-ı nazarı olarak bilinen.. ötelerden gelen feyiz ve nur tayflarını imana açık gönüllere ifâza eden.. bütün mülk ve melekût alemlerinin kutb-u âzamı unvanıyla anılan.. ismet, iffet, emanet, sadakat, fetânet ve tebliğ hususiyetleri itibarıyla gelmiş geçmiş umum seçkinlerin önünde bulunan.. bir hak dostunun ifadesiyle:

Âyinedir bu âlem her şey Hak ile kaim, Mir’ât-ı Muhammed’den Allah görünür daim.

payesiyle serfiraz olan.. önyargısız herkes tarafından, yürüdüğü yolun semâvî hususiyetleriyle Ehadiyet ve Samediyet hakikatlerinin biricik keşşâfı sayılan.. ve “Hakikatü’l-hakaik”ın en fasih lisanı olarak takdirler üstü takdir gören.. bütün bunlara rağmen hep tevazu ve mahviyet yolunda yürüyen.. umum gönüllere Hakk’ı duyurma adına en kutsal vuslata muvakkaten veda eden bir îsâr kahramanı.. ve melekiyeti aşkın, eşi-benzeri bulunmayan bir nâdire-i fıtrat, bir âbide-i bîmisal ile “Vira bismillah!” demek istiyoruz.

Bunca fezâil ve iç derinliğine rağmen, O’nun tazarru, niyaz ve sızlanışları karşısında aklın zâhirî nazarına göre “niye, neden?” demekten kendimizi alamasak da O, Rabbiyle münasebetlerinde ubûdet yörüngesinde hep ihsan şuuruyla oturup kalkmıştı. Biz de şimdi icmâlen dahi olsa, O’nunla alakalı birkaç söz etmek istiyoruz.

Akl-ı sathî konuya safiyyullah olan Hazreti Adem’den başlamayı öngörse de, gönlümüz sebeb-i hilkat-i âlem olması itibarıyla beraat-i istihlal nev’inden O’nunla “Vira bismillah!” deme temayülünde. Çünkü her şeyden evvel O, hâricî vücut nokta-i nazarından sonradan gelse de hep öndeydi ve öncüydü. Zira peygamberlik manzumesi O’nun adına nazmedilip bestelenmişti ama O, âlemşümul misyonuyla bir kafiye gibi bu nazm-ı mukaddesin sonuna yerleştirilmiş ve bu önemli misyon O’nunla noktalanmıştı.

Evet, bir manada O bir ilk, diğer manada da sondu. Her şeyden evvel O, vücûd-u necm-i nûrânîsi açısından ل ن وري للا خلق ما أو – “Allah’ın ilk yarattığı benim nurumdu.” pâyesiyle serfirâzdı ve bu manaya işareten bir gün O şöyle buyuracaktı: “Âdem nebi beyne’l-mâi ve’t-tîn iken ben peygamberdim.” Buyuracak ve bu ilk ve son muammasına imada bulunacaktı.

Bu açıdan biz de bu sırlı kıdeme binaen birkaç cümleyle de olsa, her an Hakk’a müteveccih bulunan o ruh-i emcedle bu silsile-i zebercede başlamak istiyoruz.

O, hayal ve rüyalarında dahi olsa hiçbir zaman hataya ve hatalara mihmandarlık yapmamıştır. Ama gel gör ki, bu Hakk’a aşina kutsal ruh, ölümün kardeşi sayılan uyuyup dinlenmeye yönelirken -Aslında O’nun uykusu da uyanık bir kalble, sırf bir göz yummaktan ibaretti.- şu meâldeki ayet/ayetler ve sureleri tekrar ederdi; onları okumadan katiyen o âleme yelken açmazdı: “Ya Rabbenâ! Eğer hata ettiysek -Neye hata diyorsa?!.-bundan ötürü bizi muaheze etme. Yâ Rabbenâ! Bize o öncekilere yüklediğin ağır yükleri yükleme. Rabbimiz! Bizi güç yetiremeyeceğimiz şeylerle yükümlü tutma!.. Affet bizleri, kusurlarımızı bağışla -Bilmem ki neye kusur diyor!- ve merhamet buyur bize!.. Sensin bizim mevlâmız ve yardımcımız, kâfirlere karşı yardım eyle bizlere.” (Bakara sûresi, 2/286)

Ey yüce ve müzekkâ ruh! Eğer bu iltica ve niyazın bencileyin sergerdanlara bir tembih ise, عنا سم İşittik ve itaat ettik.” der, bu sızlanışlarını rehberliğine verir ve vücud-u necm-i nurânîn“ – وأطعناkarşısında eğiliriz. Yok, kendi adına dendiyse, o zaman da göz ve kulaklarımızı kapar, sükût murakabesine dalarız; dalarız zira Senin can alıcı hasımların, gayz ve nefretlerle köpürüp durdukları dönemde bile Sana “Emîn” diyor; ismet, iffet ve masumiyetin karşısında dillerini tutuyor ve homurtularını muvakkaten dahi olsa kesiveriyorlardı. Sesimi o vücud-u hâkânîne duyurabilsem -buna sergerdanlığım mâni- ey Sevgili! Söyle Allah aşkına, Senin bu temkin üstü temkin edalı iniltilerin ve iç döküşlerin “akrabü’l-mukarrabîn”e ait bir sır mı yoksa biz derbederlere imalı bir emir mi?!.

Bilmem ki O'nun böyle engin düşüncesinin, hatta kılı kırk yararcasına gösterdiği incelik ve hassasiyetin arkasındaki, O’na Rabbimizin “Sen olmazsın ama ben deneceği dedim!” üslubunda

85

şöyle bir hitap şekli miydi: “Biz Sana bu kitabı hakikatin ta kendisi olarak indirdik ki, insanlar arasında Allah’ın bildirdiği şekilde onunla hükmedesin ve hainlerin müdafaacısı olmayasın; öyleyse gel Allah’tan af dile, zira O Gafûr’dur, Rahîm’dir.” (Nisa sûresi, 4/105-106) Belki de bu, “O’na diyorum ama arkadakiler, sözün sizlere olduğu açık!” demekti. Fakat bu ferman O’nun rakiklerden rakik, hassas ruhunda bir ney gibi inlemişti. Mübarek ruhunun duyarlılığıyla tıpkı “Beni Hûd Sûresi ihtiyarlattı.” beyan-ı nurefşânı misillü içtenleştirmiş olduğu, رت كما فاستق م أ م – “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hûd sûresi, 11/112) beyan-ı sübhânîsinde duyduğu aynı şeyleri duyduğunda şüphe yoktu.

Ey yüce ruh! Bütün ruhlar Sana feda olsun!.. Hayat-ı seniyyen, doğru olmanın kat kat üstünde hep haşyet ve saygı içinde geçmişti; ama o ilâhi fermanı Sen kendi üzerine aldın ve inledin. Hâlbuki hedefte daha çok bizler vardık; fakat anlayamadık ve yandığın gibi yanamadık. Keşke Sana emredilen o şeylerin birer sorumlusu ve mükellefi olduğumuzu anlayabilseydik! Çok acıdır, gafletle yaşadık, gafletle oturup kalktık ve hiçbir zaman tamamiyet içinde konumumuzun hakkını veremedik.

Ey Şeref-i nev-i insan ve ey Ferîd-i Kevn ü Zaman! Bizi bağışla! Arkanda olduğumuz iddiasında bulunup durduk ama hal ve temsil keyfiyetiyle -maalesef- fersah fersah uzaklarda emeklemeyle ömür tükettik. Ebedî mihrabına teveccüh buyurduğunda bu perişan ve derbeder ruhlar için de hep inleyip iç döktüğün gibi bir kez daha inle ve Cenab-ı Hak’tan Sen’den uzak düşmüş bu sergerdanların da yürekten Müslüman olmalarını dile!.. Dile ki Allah bizi de hakiki insan eylesin!..

86

GÖNÜLLER TAHTIN (KIRIK MIZRAP)

Rahmet olarak doğdun zahmetlerle büyüdün, İnâyet oldun bize, inâyettin Ezel’den. Bir uğraktı bu dünya, gelip O’na yürüdün, Işık verdin âleme, ışık aldılar Sen’den.

Karanlıktı cihanlar vilâdetinden evvel, Çehrenden akan nûrdan aydınlandı dört bucak. Rûhlara saldığın irfan dünyalara bedel, Uyandık sayende, insanlık da uyanacak!.

Sayende Efendim kurtuldu insanlık tekmil, Takılıp yolda kalanlara yazıklar oldu.. Bir hamlede ettin zulmeti ışığa tebdil, Silindi kasvetler her taraf nûrlarla doldu.

Otağın bütün cihan, gönüllerimiz tahtın, Bir sultanlık kurdun ki Süleyman’dan ileri; Hep gıptayla anılır gökte zümrütten bahtın, Her yana nur yağıyor doğduğun günden beri.

Sayende cennete dönen bu düşkünler bağı, Dağınık zülüflerin gibi şimdi târumâr; Toprak nemrut bitiriyor, çağ firavun çağı, Küfür ve ilhatla esiyor esince rüzgâr.

Şevke gelmişti teşrifinle bütün felekler, Bugün simsiyah çehresiyle her taraf zâr zâr; Yollar garip, yolcular düşüp kalkar, emekler, Dil ve dudağının suyuna hasret yaz, bahar...

Bak kıyamet ışığı var aynalarda bugün; İblis keyfinde; cehenneme körük çekiyor. Bu üst üste kasvetten göz nemli, gönül üzgün.. Kalk bunlara bir “dur” de, de ki zaman geçiyor.

Tanyeri ağaralı bir hayli zaman oldu, Yolunu bekleyenlerin canları dudakta; Bilmem yolda mısın, ışığın rûhlara doldu! Ümitle çarpıyor sîneler, gözler ufukta...

87

Kendiyle yüzleşmede Peygamber ufku (2) Tarih: 12 Şubat 2018

Hazreti Safiyyullah’ın sergüzeştisi de zaman ve varoluş hususiyetleri mahfuz, iç murakabe ve Hak’la münasebette birbirini çağrıştırır mahiyettedir: Hakk’a müteveccih yaşama, en küçük kaymaları sukût etme olarak değerlendirme, hiç dinmeyen âh u vâh, basar ve basiretin sürekli O'na açılan kapı aralığında bulunması ve dilde hep Hû...

İnsanlık ruhunun rahm-ı mâderi ار صلصال كالفخ – “Pişmiş çamur ve balçık”tan kainat kitabının cami bir fihristi olarak yaratılan, melâike-i kiramın kıblenüması olarak tebcil edilen, bu zîşuur kanun-i emrî ile madde birleşiminden var edilen Âdem Nebi, Hazreti Safiyyullah, bütün insanlık âleminin mükerrem ve muazzez babası.. nübüvvet silsilesinin neşv ü nemaya açık mümtaz çekirdeği.. semeredâr olmaya açık bir fidesi ve “ahsen-i takvîm”e mazhar tam bir mir’ât-ı mücellâ-i ilâhîydi. Farklı bir buuddaki bu ayine-i câmia, iç ve dış donanımıyla Hazreti İlm-i muhît, Kudret-i kâhire ve İrade-i bâhire’ye mücellâ bir ayine olmanın yanında kenz-i mahfinin de bir anahtarı konumundaydı. O’nun maddî ve manevî anatomisinin doğru okunup doğru tahlillere tabi tutulmasıyla açılacaktı erbâb-ı basirete ef’âl, âsâr, esmâ, sıfât, şuûn ve Zât-ı Baht kapıları. O’nu böyle okuyup böyle değerlendiren hüşyâr vicdanlar Hakk’a doğru uzayıp giden şehrâhta hiçbir yorgunluk hissetmeden hep yürüyeceklerdi, marifet, muhabbet ve zevk-i ruhânî diyerek o Mevcûd-u bîmisâl maiyyetine. Bu arada kalb menfezleri şeytânî sinyallere açık bir kısım tali’sizler de takılıp yollarda kalacaklardı ve öyle de oldu.

88

Bütün benî Âdem, mahiyetlerinde birer çekirdek olarak var edilen melekî ve şeytânî nüvelerle -irâde şart-ı âdî- bazen melekleri imrendirecek şekilde âlâ-i illiyyîn istikametinde kanat çırpacak, bazen de esfel-i sâfilînde ârâm edeceklerdi. Bu, büyüklerde bir sürçme ve zelle mahiyetinde; kalb kapıları kısmen de olsa şeytana açık ve onun güdümündekilerde ise ciddi sukûtlar şeklinde meydana gelecekti ve geldi. Büyük-küçük bu inhiraflar şimdiye kadar hep olagelmiştir; bundan sonra da bir kısım kalbzedelerde olmaya devam edecektir.

Âkif ifadesiyle, “Onun mahiyeti meleklerden de ulvîydi; avâlim onda pinhandı, cihanlar onda matvîydi” ama küçük bir sürçme diyeceğimiz zelle onun için de mukadderdi ki saffetini bulandırmayacak ölçüde ona çelmesi de söz konusu oldu. Ondaki bu muvakkat tekleme içtihadî olduğu için onun sevabı ikiden bire inmişti. Aslında o memnu meyveye el uzatmanın sebebi, iftar vakti sayılan bir i’lâmı tam belirleyememeydi; ama bundan dolayı Rabbi ona, bir mukarrabe edilecek şekliyle itap edecekti. Bir diğer yandan ise, fark edemediği iç ihtisaslarıyla, o çok mübarek meyveler verme zeminine itilmişti. Evet, Alvar İmamı’nın ifadesiyle: “Hakiki şecerenin hikmeti, dünyaya gele Muhammed Hazreti!” Fakat bunları Safiyyullah’a anlatmak çok kolay değildi. Bu itibarla da o ömür boyu bu zelleyi gözünde büyüttü de büyüttü ve Rabbine muhalefet etmiş olma hissiyle sürekli inleyip durdu.

Evet, bu mukarrab sima, yıllar ve yıllar boyu öyle bir mehâfet ve mehabet ruh haletiyle sızlanıp durdu ki, ona asla yürek dayanmazdı. O, senelerce başı önünde yaşadı; hiss-i hicapla, başını semaya kaldırmadı ve kalbinin sesi olarak sürekli “Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik; şayet bizi yarlıgayıp afv u keremine mazhar kılmazsan haybet ve hüsrana uğrayanlardan oluruz.” (Araf, 7/23) dedi inledi. Bu ne engin nefisle yüzleşme ve Hak’la münasebet hassasiyeti! Bu ne derin bir temkin ve teyakkuz ruh haleti!..

Onun bu yürek sızlamalarını dindiren, bir kısım zayıf kaynakların naklettiği şöyle bir husus da söz konusudur: O, günlerden bir gün ellerini kaldırıp “Allahım beni Habîb-i Edîb’in Hazreti Muhammed’e (aleyhissalâtü vesselam) bağışla!” diye niyaz etmişti. Buna karşılık mele-i a’lâdan gelen inşirah bahş nida: “Sen O’nu nereden biliyorsun?” Hazreti Safiyyullah’ın cevabı şöyle olmuştu: “Ben Cennet’ten uzaklaştırıldığımda dönüp içinden geçtiğim kapıya baktım; üzerinde ‘Lâilâhe illallah Muhammedun rasûlullah’ olduğunu gördüm; iki ismin yan yana olmasından O'nun, Sizin nezdinizdeki yerine hükmettim ve O’nun şefaatini vesile yaparak beni/bizi bağışlamanızı diledim.” Süleyman Çelebi, “Kâb-ı kavseyn” muhaveresinde bu hususu şöyle seslendirir: “Zatıma mir’ât edindim zâtını / Bile yazdım adım ile adını.” Zaten bağışlanma konumundaydı; bu son sızlanışla da onu elde etmiş oluyordu.

Ebu’l-beşer küçük bir zelle karşısında kendiyle böyle yüzleşmiş ve hep ظلمنا ربنا deyip inlemişti. Bilmem ki bu tavır, bu temkin, bu teyakkuz bize bir şey ifade ediyor mu?!. Etmiyorsa, cismaniyetimizin altında kalıp ezilmiş birer vicdanzede olduğumuz aşikâr demektir...

Peygamberler silsile-i zebercedinin mümtaz simalarından biri de Nûh Neciyyullah (aleyhisselam) idi. Bu yüce kamet seneler ve seneler boyu soluk soluğa koştu ve kavmini hep O’na çağırdı ve O'na iman etmelerini istedi. Bu uğurda hakaretlere uğradı, tehditler aldı ama o yılmadan, sürekli “Allah” dedi durdu. Buna karşılık küfür yobazları da boş durmuyorlardı; hem onu hem de çevresindeki bir avuç insanı alay mevzuu ediyor, ondan koparmaya çalışıyorlardı. Ne var ki bütün bu olumsuzluklar onu asla yıldıramıyor ve sindiremiyordu; aksine o daha bir metafizik gerilimle peygamberlik sorumluluğunu farklı versiyonlarla daha bir kararlılık içinde anlatmaya devam ediyor ve rapor veriyor gibi umumi durumu da Cenâb-ı Hakk’a arz ediyordu. Kur’an’ın değişik sûrelerinde bu hususlar üzerinde durulduğu gibi, Nûh sûre-i celilesi de icmâlen bu kutsal sergüzeştiyi gayet net olarak ortaya koymaktadır.

O her zaman sızlanan bir sesti.. sorumluluğunu yerine getirme hususunda bir beklentisizlik ve adanmışlık fedakarlığı içindeydi. O bu hissini de Kur’an ifadesiyle şöyle dillendirirdi: عليه أسأل ك م وما

ن ي إ ن أجر م ين رب على إ ل أجر العالم – “Ben bu hizmetimden ötürü sizden hiçbir ücret istemiyorum, benim ücretim Rabbü’l-âlemîn’e aittir.” (Şuara, 26/109) Böyle der, bir samimiyet ve istiğna tavrı sergilerdi ki, bu husus peygamberler yolunda olanların da olmazsa olmaz temel kuralıdır.

89

Evet, Hazreti Neciyyullah, o yüksek donanımını, engin ferasetini ve her nebinin hâssa-i gayr-ı müfârıkı olan fetânetini insanları Hakk’a çağrıda bir argüman olarak kullandı ve Allah teveccühünün dışında da hiçbir beklentiye girmedi; girmedi ve akla hayale gelmedik hakaretleri göğüsledi; yakışıksız tavırlar karşısında asla sarsılmadı. Aklı, dili, dudağı çevresine bir şeyler anlatmakla meşgul olduğu aynı anda kalbi de sürekli mehâfet ve mehâbet hissiyle tir tir idi. Dert yanmaların, hal arz etmelerin bir türlü kâr etmediğini görünce de onları Allah’a havale etti, “Bulacaklarını O’ndan bulsunlar!” dedi ve Hakk’ın emriyle sefine inşa etmeye koyuldu. Ardı-arkası kesilmeyen alaylar, hafife almalar bu dönemde de hep devam edip durdu.

Nihayet, gelmesi mukadder felaket gelip çattı.. her taraf gökten gelen ve yerden fışkıran sulara gark oldu.. boğulan boğulana, onun oğlu da bu boğulanlar arasındaydı. Bu durumda o, bir baba yüreğiyle “Ya Rab! O da benim ehlimdendi ve vaadin vardı!” (Hûd, 11/45) diyerek arz-ı halde bulundu; ama Cenâb-ı Hak “Ey Nûh, o senin âlinden değildi, çünkü o dürüstlük içinde bulunan biri olmamıştı; öyleyse hakkında kesin bilgin olmayan bir şeyi Benden isteme; bilmeyenlerden olmayasın diye sana nasihat ediyorum.” (Hûd, 11/46) buyurdu. Hazreti Neciyyullah kendine yakışır şekilde bir mukarreb tavrıyla “Ya Rab! Hakkında kesin bilgim olmayan bir şeyi Senden istemekten Sana sığınırım; eğer beni affedip merhamette bulunmazsan kaybeden ehl-i hüsrandan olurum.” (Hûd, 11/47) dedi ve bir kere daha engin bir iç murakabesiyle Cenâb-ı Hakk’a niyaz ve teveccühte bulundu.

Hak kapısının sadık bendeleri ve emre itaatte teslimiyeti içtenleştirmiş âbide şahsiyetler hep böyle davranmış, içtihat hatası duygu, düşünce ve ifadelerinde tefviz soluklamış ve kendi ufukları açısından uygun düşmediğine inandıkları hareket ve davranışlardan ötürü de iki büklüm yaşamışlardır. Keşke, o yüksek mülahaza ve kendiyle yüzleşmenin onda biri de bizde bulunsaydı!..

Zannediyorum Cenâb-ı Hak basiretimizi açsa, bize kendimizle yüzleşme duygusunu lütfetse, deyip ettiklerimizin ne kadar gerisinde olduğumuzu görecek ve iki büklüm olacağız. Ama heyhat! Kapalı kalbimizin kapıları o şuur ve idrake; kapalı da kendimizi gördüğümüz kadar görülecekleri görmüyoruz. Gel gör ki, bu arada kendimizi bir şeyler biliyor sanıyoruz. Hele öyle sananlar var ki, bilmiyorlar bilinecekleri ve biliyormuşçasına çalım çakıyor, âleme yukarıdan bakıyor, batıyor ve batırıyorlar şuursuz kitleleri. Allah, cehl-i mük’ab darlığında bocalayan bu insan bozmalarına hayvaniyetten çıkma, cismaniyetin güdümünden sıyrılma ve kalbî-ruhî hayata yönelme basireti lütfeylesin. Amin!..

90

MUNACAT (KIRIK MIZRAP)

Yâreli dilim zahmine bir çâre İlâhî!.

Aç kapını lütfet bu günahkâre İlâhî!

Yüzler süreyim eşiğine kovma ne olur!

Yeter artık dolaştığım âvâre İlâhî!

Yıllarca bâb-ı kereminde inleyip durdum;

Âh u efgânım hicrana emâre İlâhî!

Gerçi isyanla âlûde yaşadım her zaman,

Kıl keremler ne olur bu nâçâre İlâhî!

Yakma nâr-ı ağyâre yanayım ocağında,

Püryân-ı aşk olup erem şikâre İlâhî!

Dağlar kadar isyanla dayanmış eşiğine,

Arza ne hâcet, bak tam bir bîçâre İlâhî!

Kıtmîre lûtfeyle ki dursun efgân u zârı;

Ersin her cilvesi bin şevk giilzâr e İlâhî!..

91

Kendiyle yüzleşmede Peygamber ufku (3) Tarih: 12 Nisan 2018

Kendiyle yüzleşme âbidelerinden biri de hiç şüphesiz Halîlürrahmân olarak anılagelen Hazreti İbrahim (aleyhisselâm)’dır. O, yerde gökte her zaman “hullet” vasfıyla anılageldi. Öyle ki Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’a bu vasıf nispet edilince -biraz da tevazu ve mahviyet mülahazasıyla- o vasfın Hazreti İbrahim’e ait olduğunu ifade buyurdu ve kendi derinliğini ortaya koydu. Vâkıa konuya belli hususlarda mercûhun râcihe tereccühü açısından da bakılabilir; fîhi nazar!..

Hulleti, varlığın Hazreti Vücûd-u Sübhânî karşısında bir gölge, bir tecelli tayfı şeklinde duyulması, bir maiyyet-i hususiyeye erme, bir enîs ü celîs olma şeklinde de anlayanlar olmuştur ki, o ufuktaki biri düşünürken O’nu düşünür; konuşurken hep O’nu dillendirir; “sevgi” ve “sevgili” derken hayal dünyasında “bî kem u keyf” O tüllenir; eşya ve hadiselere bakınca ef’âlden âsârına yürür.. âsâr mirsadıyla esmâyı hecelemeye durur.. esmâ teleskoplarıyla sıfât-ı sübhâniyeyi temâşâ merakına takılır.. sonra da “Zât-ı Baht” der ve inler. Onun nazarında bütün varlık O’nu işaretleyen, O’ndan bir name; bütün sesler ve sözler de O’nu mırıldanan birer nağmedir. Onun düşünce dünyasında eşya ve hadiseler fasih birer lisan ve bu lisanların nağmeleri de hep “Hû”dur. Evet, bir şairimizin

92

de ifade ettiği gibi her nesnede O’na delalet eden ne emareler ne emareler vardır: “Bir kitab-ı âzamdır serâser kâinat / Hangi harfi yoklasan manası Allah çıkar.” O, o aşkın idrak ve basiretiyle sürekli bir maiyyet ve ünsiyet sermestîsi yaşar ve bir daha da o ufuktan ayrılmayı asla düşünmez.

İşte hullet yolu böyle nurefşan bir atmosferde seyahat etmektir ki, bu güzergâhın yolcularına da nisbî, izâfî hullet erbabı denir. Bu evsâfı kâmil manada ihraz eden hakiki anlamda bir ‘halîl’dir. Ondaki maiyyet ve muhabbet duygusu, tevekkül ve teslimiyet hissi, yüzündeki tebessümünden bütün aza ve cevârihine kadar her halinde kendini hissettirir. Böyle bir halîl, kötülükleri iyilikle savar.. kaba davranışlara karşı mukabele-i bilmisil mülahazalarına girmez.. bir meltem gibi eser, hep ihsan şuuruyla oturur kalkar.. sadece kendisini tutup destekleyenlere ve ona iyilikte bulunanlara değil, gayz ve nefretle köpürüp duranlara karşı dahi karşılık verme hakkını kullanmaz. Kullanmak bir yana en bayağı şeylerle üzerine gelmelere mukabil يل فصبر والل جم

ستعان ف ون ما على الم تص “Artık bana düşen, güzelce sabretmektir. Sizin bu anlattıklarınız karşısında yardımına müracaat edilecek sadece Allah var.” (Yusuf sûresi, 12/18) deyip aktif bir sabırla kaderin tecellisini beklemeye koyulur. Bunlar, hullet ruhunun olmazsa olmazlarından sayılır ki Hazreti Halîlürrahmân bu yüksek ufkun “müşârun bilbenân” bir gözdesidir.

O, “Tevekkeltü alallah” diyerek ateşlere atılmış.. akla-hayale gelmedik sıkıntılara katlanmış.. yurdunu-yuvasını terk ederek başka coğrafyalara hicret etmiş.. hicretini yeni muhataplar peşinden koşarak değerlendirmiş.. Ken’an ili, Mekke-i Mükerreme ve Filistin arasında gelgitleriyle adeta bir tevhîd dantelası örgülemeye çalışmış.. mü’minlerin mihrabı ve Sidretü’l-Müntehâ’nın izdüşümü Beytullah’ı, yerle bir edildikten sonra tekrar inşa ederek arkadan geleceklere armağan etmiş.. bu zirvedeki işle -Hazreti İsmail’le beraber- meşgul olurken bile kendiyle yüzleşerek ve bu yüzleşmeyi Hakk’a niyaza çevirerek, hiçbir iş yapmamış bir insan tavrıyla, “Ey Rab! Beni de neslimi de namazı devamlı ve gereğince eda eden kullarından eyle; -Bu ifadede edip eylediklerini nisyana gömdüğü açık- Rabbim, duamı kabul buyur. Beni, annemi, babamı -Bu, o babaya dua yasağı gelmeden idi- ve bütün mü’minleri hesap gününe yürürken mağfiretinle serfirâz kıl.” (İbrahim sûresi, 14/40-41) demiş inlemiş.. büyüklüğüne ve hullet-i tâmmeye mazhariyetine bakmamış, baktırılmamış ve hep bir sıradanlık tavrı içinde bulunmuştu.

Bu engin ve zengin hususiyetlerinden ötürüdür ki Cenab-ı Hak: “İbrahim ve onunla beraber olanlar size birer numune-i imtisal ve örnektir. Hani onlar bir zaman kavimlerine, ‘Bizim sizlerle de, Allah’tan gayrı tapageldiğiniz şeriklerinizle de işimiz yoktur!’ diye haykırdılar.. ve devamla, ‘Siz Allah’ın biricik ilah olduğuna inanmadıkça sizi de ilahlarınızı da redle, aramızdaki sevgi bağlarının kopup düşmanlığın, nefretin ortaya çıktığını ilan ediyoruz.” dediler.”(Mümtehine sûresi, 60/4) Bundan sonra gelmesi muhtemel kötülüklere karşı da Cenab-ı Erhamürrâhimîn’e teveccühle O’na güven ve itimatlarını şöyle dillendirdiler: “Rabbimiz biz Sana güvenip dayandık, Sana yöneldik ve sonunda da Senin huzuruna varacağız. Ey Rabbimiz! Bizi kâfirler eliyle fitneye maruz bırakma! Affet bizi, affet ki yegâne Azîz ve Hakîm Sensin.” (Mümtehine sûresi, 60/4-5) Böyle iç döküşte bulundu, O’na güven duygularını arz etti ve O’nun hısn-i hasîn emânına sığındılar. İşte kalben inanmışların kendi kendilerini tarassut etmeleri, kendilerine bakışları ve Allah’la o içten içe münasebetleri!..

Şüphesiz bu mevzuda abide şahsiyetlerden biri de Yakup (aleyhisselâm)’dır. Kur’an ona oldukça geniş bir yer ayırır. Memuriyetindeki derin aşkı, kılı kırk yararcasına konumunun hakkını yerine getirmesi ve sorumluluğunu içtenleştirmesi açısından bu ince insan çevresindeki mütemerritlerle misyonu icabı meşgul olurken, dört bir yanda esip duran küfür ve ilhad şerârelerini kırma cehdiyle oturur kalkar ve cedlerinden tevarüs ettiği Hak’la münasebet disiplinlerini yakın uzak herkese duyurmaya çalışır. Bu ağır sorumluluklarını nübüvvet hassasiyetiyle ifa ederken bir de evlatlarıyla farklı bir imtihana maruz kalır. Üzer bu ince ve hassas ruhu, çocuklarının Hazreti Yusuf’u çekememeleri. Baba şefkatinin yanında peygamber duyarlılığı ve ötelerle münasebeti açısından Yusuf’u, Hazreti İbrahim ve İshak emanetini taşıyabilecek biri olarak görür ve ona ekstra bir alaka gösterir. Gel gör ki, diğer evlatlar onun bu iç sezilerine muttali olamadıklarından -ihtimal henüz rüşde ermemişlerdir- bir hazımsızlık içindedirler ve sürekli onun hakkından gelme kurgularıyla kendilerini yiyip bitirmektedirler.

Nihayet bir gün, o âna kadar düşünüp durdukları şeyleri uygulamaya karar verir, Yusuf’u babalarından koparır ve yapacaklarını yaparlar. O güne kadar, peygamberlik ufkuyla hep hissedip

93

endişelendiği ve te’vîl-i ehâdîse açık ruhuyla sezegeldiği meş’ûm hadise bir kâbus gibi çöker üstüne; çöker ve bir yıldırım gibi çarpar o masum ve masûn insanı. Yusuf’un kayıplara karışması, evlatlarının cinayet işleyip yalan söylemeleri dilhûn eder onu; eder de engin ihtisasları sayesinde mazeret ve tesliye adına söylenenlerin hiçbiri ona inandırıcı gelmez. Ye’se düşmemiştir ve recâ hissi dipdiridir ama hadise ağır bir inkisara sebebiyet verecek mahiyettedir.

Esbabın silinip gittiği, iç içe inkisarların ruhunu sardığı o demde, nur-u tevhîd içinde sırr-ı ehadiyet tecellî etti; o da ebedî mihrabı olan Hak kapısına olağanüstü bir olağanla yöneldi. -Zaten yüzü, gözü, kulağı ve kalbi hep o kapıdaydı.- Bir “fenâfillâh” derinliğiyle içini O’na döktü, inledi ve “Ben şu dağınıklığımı, keder ve tasamı yalnız Allah’a arz ediyorum; sizin bilmediğiniz birçok şeyi Allah’ın vahyetmesiyle biliyorum.” (Yusuf, 12/68) dedi. Ciddi bir tevekkül ve teslim ruh haleti içinde يل فصبر جم ile nefeslenerek Hakk’a tefvîz-i umûr edip intizar-ı subh-i rahmete saldı kendini.

Onun bu ölçüdeki iç muhasebesi ve Hazreti Yusuf’un istikamet ve fetâneti, ilahî inayete bir çağrı olmuştu: Selametle kuyudan kurtulma, nisa taifesinin fitnesinden yüzünün akıyla sıyrılma, hapishaneyi bir medrese haline getirme, şirazeden çıkmış bir hayli insana “Allah” deyip ruhunun ilhamlarını duyurma, te’vîl-i ehâdîs mevhibesiyle nezaret makamını ihraz etme, kötülük yapan kardeşlerine ekstra ihsanda bulunma... gibi sürpriz bir sürü hadiseden sonra, bir rüya ile başlayan sergüzeşti gönüllere inşirah bir vuslatla noktalandı. Alvar İmamı ifadesiyle,

“Canan ilinin bülbülünün bağı göründü, Dost ikliminin lalesinin çağı göründü; Yakub’a o gün Yusuf’unun kokusu erdi Ve herkese hayat ırmağının çağı göründü.”

Ve böylece o iç içe acı ve kederli günler sona erdi; sona erdi ve o sona ereceğinden de emindi. Zira o ta baştan iç dünyasıyla yüzleşerek içini Allah’a açmış inlemişti ve artık onun için çektiklerinin meyvelerini derme faslı söz konusuydu. ب قدر المعال ي ت كتسب الكد “Meşakkat ile me'âlî doğru orantılıdır; çekilen sıkıntı ölçüsünde seviye elde edilir.” fehvasınca üst üste sıkıntılar karşısında dişini sıkıp sabretmiş; derdini gönlündeki hemdemi olan âh u vâha bile tamamen açmamıştı.. ve artık dünyevî-uhrevî mutluluğun hâsıl ettiği şükran duygusuyla, şükürle oturup şükürle kalkıyordu.

Cenab-ı Âdil-i Mutlak çağın mağdur ve mazlumlarını da aktif sabır helezonuyla bu ufka ulaştırsın. Âmin!..

94

ALTIN TENLER (KIRIK MIZRAP)

Taptâze altın tenlere benzer bu yiğitler;

İnmekte çevrelerine ışıktan demetler.

Sonsuzdan gelen ilhamla doldukça dolmuşlar,

Hızır’la arkadaş olup sırlara dalmışlar...

Bir büyülü kevserle meğer hepsi mest imiş,

Belli gözlerinden; her biri bir sırra ermiş.

Tûfanlara denk heyecanları var dinmez;

Polat gibi yürek taşırlar korkmaz ve sinmez.

Bilir cihan bunları, belli beldesi-köyü,

Çehrelerinde fethedici gizli bir büyü...

Her biri dehâya denk bu parlak firâsetler,

Horozu çoktan ötmüş bir kutlu şafak bekler...

95

Kendiyle Yüzleşmede Peygamber Ufku (4) Tarih: 06 May 2018

Hazreti Yusuf aleyhisselâm’ı babasının gölgesinde kısmen konu etmiştik. Hususi sergüzeştisi açısından o; Hakk’a tevekkül ve teslimiyeti, başına gelen şeyler karşısında sarsılmaması ve metaneti, nefsaniyetini harekete geçirecek durumlar karşısında dimdik duruşu ve ismeti, zindanı bir medrese-i ruhaniye hâline getiren Hak’la irtibattaki sadakatiyle bir insan-ı kâmil ve numune-i imtisal müstesna bir şahsiyetti. O, hayatının her safhasında ayrı bir dâhiyeye maruz kalmış; bunları -o mutmain hâliyle- birer avantaja çevirmesini bilmiş ve bir inayet-i ilâhiye mâkesi, mele-i a’lâ gözdesi olarak bütün olumsuzlukları birer hayır vesilesine dönüştürmüş âbide insandı.

Kuyu dibi onun için nur-u tevhid içinde sırr-ı ehadiyet rasathanesi hâlini almış; bir köle gibi satılışı, -o köleye canlarımız kurban- vesileleri değerlendirerek zirvedekilerin hayat tarzlarını doğru okuma fırsatını sağlamış; zindana girişi, onun safvet ve derinliğinin görünüp bilinmesine vesile olmuş ve şer gibi görünen hususlar istikbaldeki misyonu adına ona birer basamak hâline gelmişti.

96

O, çocukluk ve gençlikte hep Hak gözetiminde yaşadı; daha sonraları ise, hısn-ı hasîn-i imana sığınarak yer-gök ehlinin gözdesi olma mevki-i muallâsına yükseldi. Birileri arzularına râm etmeye muvaffak olamayınca da zindana atılma tehdidi karşısında, “Ey Rabbim! Zindan, bu kadınların beni çağırdıkları husustan çok daha iyidir. Eğer Sen onların bu hile ve komplolarını benden uzaklaştırmazsan ednâ bir meyille de olsa onlara meyleder ve cahillerden olurum.”(Yusuf sûresi, 12/33) sözleriyle inledi, “zindan” dedi, gönül rızasıyla oraya yürüdü. Gençti, güzeldi, garîze-i beşeriyesi tamdı ama iffet hissi etemm, ihsan şuuru ekmel, rü’yet ü rıdvan duygusu ve arzusu ona kendini unutturacak ölçüde derindi.

Gün geldi, melikin rüyasına âlemin “edğâs ü ahlâm” demelerine mukabil, onun “te’vîl-i ehâdîs” mülhemâtıyla yorumladığı rüya, amûdî olarak onu melikin nezdinde nezarete yükseltti. Kadınlar gelip cürümlerini ifade ettiler; o, bu tezkiyeler karşısında tavır değiştirmedi ve ciddi bir mahviyet ve tevazu sergileyerek, “Doğrusu ben nefsimi tebrie edip paka çıkarmak istemiyorum. Zira nefis, -Rabbin merhamet buyurup korumaya aldıkları müstesna- her zaman fenalığı âmirdir. Buna karşılık şüphesiz benim Rabbim Gafûr’dur, Rahîm’dir.” (Yusuf sûresi, 12/53) diyerek nebilere has bir tavırla yürüdü kendine yakışan o âlicenaplıkla mutlu istikbale doğru.

Kardeşlerinin bu iffet, ismet ve fetanet abidesi karşısında sergiledikleri tavır da üzerinde durulması gereken ayrı bir konu. Burada belirtilmesi lazım gelen en önemli husus ise; bir rüya etrafında cereyan eden bu sergüzeştide baba, anne ve evlatların bir şeb-i arûs neşve ve inşirahıyla bu serencamenin finalini yaşamaları olmuştu. Herkes bu derin sevincin mest ü mahmuru oladursun, Yusuf Nebi (aleyhisselâm) o esnada kâmil insanların her zaman yapageldikleri farklı bir mülahaza ile ebedî mihrabına yönelerek içindekileri şöyle seslendirdi: “Rabbim, Sen bana hakimiyet ve iktidar lütfettin; te’vîl-i ehâdîsi talim buyurdun; ey yerleri-gökleri baş döndüren bir ahenk içinde yaratan Rabbim!.. Dünya ve ukbâda yardımcım ve velim Sensin; Sana tam teslim olmuş bir Müslüman olarak canımı al ve beni salih kulların arasına ilhak buyur.” (Yusuf sûresi, 12/101) Bu niyazla soluklandı ve dünyanın, dünyaperestlerin bir aldanmışlık içinde bulunduklarını vurguladı.

Zannediyorum, işin en can alıcı yanlarından birisi, onun bu mülahazalarıydı. Vazife ve misyonunu eda ettikten sonra ‘dünya ve mâfîhâ’yı elinin tersiyle iterek, Fuzulî ifadesiyle,

“Canımı Canan isterse minnet canıma, Can nedir ki kurban etmeyem onu Cananıma.”

veya

“Canımı Canan istemiş, vermemek olmaz ey dil!.. Ne nizâ eyleyelim, o ne senindir ne benim.”

dercesine Canlar Canına yönelmek. İşte hep ebedî mihrabına müteveccih yaşamış bir kalb ve ruh insanı ve bir abide şahsiyetin imrendiren tavrı...

Şimdi birkaç cümle ile de, ömrünü Medyen ve Eyke arasında gel-gitle geçiren Şuayb Nebi’den ve onun, kavminin ilhad u inkârı ve nizam-mizan tanımazlığı karşısındaki dik duruşu ve iç enginliğinden bahsetmek istiyoruz. Tefsirlere göre Şuayb (aleyhisselâm), Hazreti Musa’yı himaye eden ve onu kızıyla evlendiren o salih insandır. Nübüvvet gözüyle keşfeder önemli bir misyon abidesini ve senelerce yanında tutar evladı gibi. Cenab-ı Hak bir nebiye bir nebi namzedini emanet eder, o da bu emanetullahı seve seve bağrına basar.

Umum nebiler gibi Şuayb (aleyhisselâm) da her şeyden evvel insanları Allah’a iman etmeye çağırıyor; bir de bu önemli misyonun yanında içtimai ve iktisadi spekülasyonlarla mücadele ediyor, vahyin nur ve ziyası altında Allah’ın murad-ı sübhânîsine göre toplumda içtimai adaleti tesis etmeye çalışıyordu. Hazreti Nuh dönemi âsileri, Hazreti Hud zamanı sergerdanları ve Hazreti Salih devri azgınları gibi onun kavmi de onu inkâr, temerrüt, alay ve istihza ile karşılıyordu. Dahası, o yüce nebiyi kendi batıl inançlarına girmeye zorluyorlardı. O ise bir nebi metanet ve celâdetiyle bunlara karşılık veriyor; diğer enbiya-i izâm gibi, “Ben bu vazife karşılığında sizden bir ücret talep etmiyorum!..” deyip bir hak eri olarak dünyaya bakışını ortaya

97

koyuyordu. Onlar inanmayıp hafife alsalar bile o, -adet-i ilâhiyedeki değişmez kanun zaviyesinden- Allah’ın kahr u tedmîrini hatırlatmayı da ihmal etmiyordu.

Şuayb aleyhisselâm’ın onları Hakk’a ve ebedî saadete çağırmasına karşılık mütemerrit yığınlar, değişik baskılarla -geçmişte ve günümüzde de olduğu gibi- onu o çarpık ve bâtıl inançlarına girmeye zorlayıp duruyorlardı. Buna karşılık nebinin cevabı belliydi: “Allah bizi sizlerin o bâtıl dininize sapmaktan kurtardıktan sonra -Allah göstermesin- dönüp sizin o din dediğiniz şeye girecek olursak, Allah’a iftirada bulunmuş oluruz. Bu itibarla da bizim, o dediğiniz şeye gelmemiz kesinlikle söz konusu değildir. Olmuş ve olacak şeyler mevzuunda Rabbimizin ilmi her şeyi muhittir. Biz yalnız Allah’a dayanır ve yürekten O’na inanırız. Ey Rabbimiz! Bizimle şu halkımız arasındaki hususlarda o âdil hükmünü ver ve bizi fütuhat-ı sübhâniyenle lütuflandır. Bu hayırlı fütuhatı yapacak yalnız Sensin, Sen.” (A’raf sûresi, 7/89) diyor ve onları başlarına gelmesi mukadder belaya havale ediyordu.

Bir gün, bu niyazlar ve içten içe sızlanmalar gider gayretullaha dokunur ve -hep olageldiği gibi- tiranlar, tiran bozmaları da hak ettikleri belayı bulurlar. Onlar kahr u tedmîrle yerle bir edilir; Hak’la beraber olma mazhariyetini paylaşanlar da kurtuluş sevinciyle beraber kahrolup gidenlerin acısını derinden derine duyarak doğru bildikleri yollarında yürürler Hak maiyetine doğru.

Dünden bugüne âdet-i sübhâniye hiç değişmemiştir. Mazlum ve mağdur iniltilerinin yanında zalim ve tiran hırıltıları da devam edegelmiştir. Bir gün bu ah u efgan varıp gayretullah ufkuna dayanınca da müstebit ve mütehakkimler gidip kendi kazdıkları kuyuya düşmüş, hep Hak deyip duran temiz vicdanlarsa onlardan çektiklerini unutarak onlar için inleyip durmuşlardır.

98

DAVA ADAMI (KIRIK MIZRAP)

Kıvrım kıvrım Hakk’a uzanan ışıktan yolda,

Benliğin her basamağını aşan kahraman;

Yok gözü servette-sâmanda, parada-pulda;

Büklüm büklüm bir yumak onun elinde zaman.

Durmuş gök yolculuğuna rampalar kuruyor,

Ermiş Hızır’la bir halvete önceden önce;

Gelip- geçene şafak mesajları sunuyor,

Bağrında tek ışığın çakmadığı her gece...

Elinde meş ’alesi, saçıyor her yana nur,

Kandiller sıra sıra geçtiği her bucakta;

Atlas ikliminde her dem üfül üfül huzûr,

Tütüyor amber kokusu, tüten her ocakta.

Yeşeriyor geçip gittiği yerler ardından,

Nâra atıyor ovalar, obalar, yamaçlar...

Rüzgâr bahar kokusuyla esiyor her yandan,

Bir bir doğruluyor devrilen ulu ağaçlar.

Sonsuzla iç içe onun düşünce dünyası,

Diilinde bir yanık türkü, gönlünde heyecan;

Gözlerinde rengârenk âhiret haritası,

Benliğinde nokta nokta ötelere iman...

99

Kendiyle Yüzleşmede Peygamber Ufku (5) Tarih: 04 Haziran 2018

Bir başka şekildedir Hazreti Kelîmullah’ın sergüzeştisi.. dünyaya teşrifleriyle daha beşikteyken

ırmağa salınışı.. can alıcı hasımlar tarafından belli bir yaşa kadar korunup kollanışı.. bir kaza

hadisesinden sonra maskat-ı re’si olan Mısır’dan ayrılışı.. ve bir başka diyarda dâussıla duygusu

ve hâmîsiyle yaptığı mukavelenin gereklerini yerine getirirken adeta bir seyr u sülûk-i ruhânî

yaşaması.. günler, haftalar değil senelerce erbaînlerden geçmesi.. selefleri gibi hep çile ve

ızdırapla oturup kalkması… Hâsılı, “ اء األنب ي بلءا الناس أشد – Belanın en çetin ve altından kalkılmazı

enbiyanın kaderidir.”[1] fehvasınca hep çekmişti; sürekli çekiyordu ve gelecekte de hep çekecekti

ama bela-i dertten âh etmeyecekti.

Onun, ilk iç dökme, Hakk’a teveccüh ve kendiyle yüzleşmesi, bir kaza yumruğuyla yere serdiği bir

Kıptî’nin ölümüyle olmuştu. Vicdan azabı çekmeye durmuş; “Ya Rab! Ben bir zulmettim kendime,

affeyle beni!” demiş, Allah da onu yarlıgamıştı. (Kasas sûresi, 28/16) “Rabbim bana lütufların

hakkı için, suçlulara asla arka çıkmayacağım.” (Kasas sûresi, 28/17) diyerek içini döküp inlemişti.

Böyleydi o yüce kametlerin hal ve düşünceleri. Bizim küçük gördüğümüz veya hiç görmediğimiz

şeyleri onlar birer büyük günah gibi görüyor ve hemen afv u mağfiret kurnalarına koşuyorlardı.. ve

Allah da onları hep arı-duru kalma ufkuna yönlendiriyordu.

100

Hazreti Musa aleyhisselâm’ın bir misyonu vardı; çağının tiranına Allah’ı anlatmak ve

İsrailoğulları’nı toparlayıp güvenilir bir yere götürmek. Fakat o günlerde Mısır’ın kaderine

hükmeden mütemerrit Firavunlar vardı. Bunlar kendilerine muhalif gibi gördükleri herkesi -çağın

Amnofisleri gibi- ya öldürüyor veya hapse atıyorlardı. Zordu Hazreti Kelîmullah’ın Tûr-i Sînâ’da

aldığı emirleri yerine getirmek. Ne var ki emir O’ndan olunca “Hayır” demek de mümkün değildi.

Bu itibarla hem peygamberlik misyonu yerine getirilecek hem de İsrailoğulları şeytana rahmet

okutturan o zalimlerin tahakküm, tasallut ve tagallüplerinden kurtarılacaktı. Ruh-i seniyyeleri vahy-

i semavî ile henüz taçlandırılmıştı ama o gözünü kırpmadan yürüdü işin üzerine Hakk’ın emriyle,

ağabeyi Hazreti Harun’u da yanına alarak. Yürüdü Yaratan’ın inayet ve riayetine güvenerek çeşitli

badirelerin üzerine.

Karşılaştığı problemler sadece mütemerrit idarecilere de münhasır değildi: Allah’ı açıktan

görmeden kendisine iman etmeyeceklerini söyleyenler vardı.. kısa bir süre aralarından

ayrılmasını fırsat bilen şeytan dürtüleriyle buzağıya tapanlar vardı.. “Sen gelmeden maruz

kaldığımız şeylere maruz kalıyoruz!” diye mırıldanan bîvefa taraftarlar vardı.. gaileler aşılıp da

emin bir sahile çıktıklarında, putperest bir kavmin yaptıklarına takılıp “Bize de bir put yap!” diyen

densizler vardı.. girilmesi için savaş verilmesi gereken bir yere girmemede direnip “Sen ve Rabbin

gidin savaşın; biz burada oturup dinleniyoruz.” diyebilen ayarsız kimseler vardı… Vardı, vardı ve

vardı ama o ağabeyini de yanına alarak Hak’tan gelen mesajları realize etmekten asla geri

durmadı; nihayet Tîh’teki ikamet günlerinde de ruhunun ufkuna yürüdü. Münasebetsiz

muhataplarını -Kıptîler dâhil- Allah’a havale ettiği olmuştu ama yüklendiği önemli misyonu ciddi bir

tevekkül, teslim ve tefvîz hissiyle yerine getirmekten de asla dûr olmamıştı.

Bilmem ki günümüzün düşe-kalka yürüyen rehber ve pîşuvâlarına bunlar bir şey ifade edecek

mi?!. Ümidim; bugünkü derbederler olmasa da gelecekte hakaik-i Kur’âniyeyi temevvücsâz

edecek olan nesl-i cedîd bu örnek âbidelerin yolunda, bütün insanlığın açlığını, susuzluğunu

giderecek ve beklenen o “ba’s ü bade’l-mevt”i gerçekleştirecektir. Hak dileyince niye olmasın ki?!.

Kendini doğru okuyan, gözü Hak hoşnutluğunda, kalbi mehâfetullah ve mehâbetullahla tir tir

dırahşan çehrelerden biri de “Zünnûn” diye anılagelen Hazreti Yunus aleyhisselâm’dır. Farklıydı

onun nübüvvet sergüzeştisi.. Ninova diye anılıyor peygamberlikle tulû ettiği iklim.. oranın insanı

da dinleyip anlamamıştı bu iç derinliğiyle serfirâz insanı.. o hep ilahi tedip ve tazip sinyalleri

alıyordu nebîlik ufku itibarıyla. O güne kadar da hep öyle olmuştu; peygambere karşı gelip ilhadda

ısrar edince ya sulara gark olmuştu münkirler, ya yerle bir edilmişlerdi, ya da semavî taşlarla kahr

u tedmîre maruz kalmışlardı. Yüce nebî, emareleri ufukta böyle bir akıbetin olduğu/olacağı

içtihadıyla, biraz da seleflerinin hareket tarzını benimseyerek -onlar da böyle bir durumda

bulundukları yerden ayrılmışlardı- ayrılmaya karar verdi ve ayrıldı. Ama acaba mukarrabîn ufku

itibarıyla öteden emir gelmeden ayrılmak doğru muydu, işte işin sır noktası!..

Hazreti Yunus bulunduğu yerden ayrıldı ve bir gemiye bindi; gerisi malum: Denize atılma ve bir

balina tarafından yakalanıp yutulma... Büyük nebi, çaresizliğini topyekûn esbabın sukûtuyla

derinden derine hissedip, nur-u tevhîd içinde duyulan sırr-ı ehadiyyetin sevki diyeceğimiz

peygamberane bir şuur ve tefviz ruhuyla ebedî mihrabı Hazreti Vâhid ü Ehad’in dergâhına

yönelerek, kendiyle yüzleşip şöyle inledi ve sızlandı: “Ya Rab! Sensin biricik ilah ve mabud-u

mutlak; Senden başka yoktur kuluna bir penah.. bütün noksanlıklardan münezzeh bir Sübhânsın

Sen; doğrusu ben kendime zulmettim.. affını ümid ediyorum!” (Enbiya sûresi, 21/87) Bu sızlanış

ve ızdırar diliyle yakarışa, hemen ötelerden cevap verilmiş ve o kendini bir “şecere-i yaktîn”

gölgesinde buluvermişti. Bu iç döküş ve tazarruun derinliği sayesinde o yeniden hayata

döndürüldüğü gibi, bulunduğu bölgeye avdetiyle de binlerce insanın yeni bir “ba’s ü bade’l-

mevt”ine vesile olmuştu.

Bilenler öyle bilmişti, o da biliyordu ki Cenab-ı Hak ıztırar ve ihtiyac-ı fıtrî ruh haletiyle Kendine

teveccüh edip sızlananları asla yüz üstü bırakmamış; bununla beraber iç içe mükâfatlarla da

mükâfatlandırmıştır.

101

Keşke sebeplerin bir cimrilik tavrına büründüğü günümüzün mazlum ve mağdurları da böyle bir

ruh haletiyle ebedî mihraplarına yönelip ağlaya-sızlaya bir arz-ı halde bulunabilselerdi!.. Belki bir

gün bulunup inleyecekler ama -inşaallah- geç kalmış olmazlar...

Hak saygısı, ruh inceliği, teslimiyet ruhu ve tefvîz ufuklu hayatı itibarıyla Hazreti Eyyûb

aleyhisselâm’ın serencâmesi de diğer mukarrabînden oldukça farklıdır. O nebîlerden bir nebîdir;

bu yanıyla diğer “Mustafeyne’l-Ahyâr”dan farkı yoktur dünyaya bakışında, ukbâ mülahazalarında,

nübüvvete ait hususiyetleri sergileme hassasiyetinde. Fakat kaynakları sorgulanabilir bazı

eserlerde, kalben Hakk’a müteveccih bu insanın meşru kesbine lütfedilen geniş imkânları

olduğundan söz edilir. Hatta denebilir ki, umum mukarrabîn gibi o da “latîfe-i rabbâniyesi”nin

kapılarını bütün bütün dünyevî beklentilere kapamış, ق الل يشاء من يرز ufkundan gelen lütuflarla

geniş imkânlara sahip olmuş, -mülahazamızı nebî karakterine bağlıyoruz- bütün mâmelekini, îsar

ruhunun emrine vererek, yaşatmayı yaşamanın birkaç adım -estağfirullah- kilometrelerce

ilerisinde düşünen ve götüren bir âbide şahsiyetti. Öyle olunca varsın onun servet ve imkânları

Karun’unkinden kat kat fazla olsun; kalb kirlenip O’na (celle celâluhû) ayna olma özelliğini

kaybetmedikten sonra, ekstra lütuf sağanaklarıyla gelenler, talebi mahzursuz sayılan dünyevî

nimetler kategorisine girer.

Şayet gerçekten o, mal, mülk, evlad ü ıyal açısından söylenegeldiği gibi ise, bize de “Varsın

olsun!” demek düşer.. “Varsın olsun!”... Onunla alakalı serencâme şöyle cereyan ediyor: Bir gün

beklenmedik bir hadise bütün mal ü menâlini alıp götürüyor. O bu hadise karşısında “Allah verdi,

Allah aldı!” mülahazalarıyla soluklanıyor. Bir başka zaman evlatları ve yakınları böyle sürpriz bir

hadiseyle yok ediliyor; kalbi aynı tefvîz ruhuyla çarpan nebînin dudaklarından aynı zebercet

kelimeler dökülüyor. Bir müddet sonra değişik hastalıkların asimetrik tasallutuna maruz kalıyor;

dişini sıkıp sabr-ı cemîl hısn-i hasînine sığınıyor. Ama bu rahatsızlıklar bir gün öyle bir hal alıyor

ki, çağın sözcüsünün beyanıyla, -onun ufkundan- kalb fonksiyonunu, dil de vazifesini yerine

getiremeyecek gibi oluyor. –Bunlar onun ihtisaslarına göre bir yaklaşım- İşte o zaman, derdini,

içindeki hemhâl olduğu ‘âh’a bile açmayan nebî, talep, naz ve ısrarlı istemeye kapalı ve niyaz

edalı bir arz-ı halle,“Ya Rab! Bu dertler bana tahammül-fersâ şekilde dokundu; Sen

merhametlilerin en merhametlisisin.” (Enbiya sûresi, 21/83) diyerek halini Allah’a arz edip niyazda

bulunuyor. Cenâb-ı Hak da, “Biz de onun niyazını kabul edip nezdimizden bir lütuf ve diğer kulluk

çizgisinde olanlara da bir ders olmak üzere hastalığını giderip aile efradını ve yakınlarını ona

lütfettiğimiz gibi bir o kadar daha ihsanda bulunduk.” (Enbiya sûresi, 21/84) buyurdu. Allah, bir

zamanlar verdiğini almış, sabır kahramanını öyle imtihan etmişti. Şimdi de aldıklarını onun

sabrına, sadakatine mükafat olarak kat katıyla veriyor ve onu sevindiriyordu...

Kur’an-ı Kerim’in bir başka sûresinde ifade edildiği üzere, o, vücudunu baştanbaşa saran

hastalığı şeytan çarpmasına vererek Hakk’ı tenzihte bulunma inceliğiyle içini döküyordu. Beyan-ı

sübhânî konuyu bize şöyle aktarır: “Kulumuz Eyyûb’u da hatırla! Hani o Rabbine teveccüh

ederek, ‘Ya Rab! Şeytan bana bir bitkinlik ve azapla ilişti.’ demişti.” (Sâd sûresi, 38/41) Evet, yüce

nebî böyle niyazda bulunmuştu ki bu, maruz kaldığı şeyleri şeytana vererek, hem mukarrabîn

ölçüsünde ona açık bulunduğunu itiraf hem de Zât-ı ulûhiyeti takdis anlamına geliyordu.

Deryadan bir katre ile o “Mustafeyne’l-Ahyâr”ın Allah’la münasebetlerini, hayatlarını iç

murakabeye bağlı sürdürdüklerini, hayallerine bulaşması bile söz konusu olmayan -keyfiyeti bizce

meçhul- kendilerine yakıştıramadıkları hal ve tavırları itibarıyla fevkalade bir incelik sergilediklerini

anlatmaya çalıştık. Allahu a’lem, böyle bir derinliğe gökteki melekler bile imrenedurmuş ve

hayranlık temaşasına koyulmuşlardı. Ne kadar arzu ederdik bu yaklaşımın zerresine sahip

olmayı, ama heyhat çoklarımız itibarıyla tepeden tırnağa levsiyât içinde bulunduğumuzun farkında

bile değiliz.. hele serkârlar, hele serkârlar!..

102

DERTLİ SİNELER (KIRIK MIZRAP)

Sineler dertli, ruhlar sıkılmışsa kederden,

Gözler buğulu, gamla inliyorsa geceler;

Hele “diriliş ” emri de gelmişse kaderden,

Her taraf canlanır, her şey “bahar ”ı heceler.

Bak artık şahlanıyor bir bir dünkü garibân,

Yüreklerindeki kor ocaklardakine denk;

Ölesiye koşuyorlar bu yolda her zamân,

Koşacaklar hep ışığa ulaşıncaya dek...

Ufukta apaçık nur, karanlıklarda hummâ,

Uçuşuyor yarasalar şaşkın ve elemli;

Gözsüzleri ürperten yepyeni bir muammâ,

Hicranlı ruhların şafağı olduğu belli...

Yılları gam üstüne gam geçenlere bayram!

Sarsılıyor eski meyhane tâ temelinden;

Geleceğe ta ’zim gelenlere binler selâm!

Dönüyor şanlı akıncı artık seferinden...

103

Nefisle Yüzleşmede Hâlede İlk Halka (1) Tarih: 04 Temmuz 2018

O (sallallahu aleyhi ve sellem) tıpkı bir güneşti; tulûuyla, çağlar aydınlanmış ve bütün yıldızlar görünmez olmuştu. O, “Güneşler Güneşi”yle ziyadar olan pırıl pırıl bir “kamer-i münîr” idi; haricî vücut urbasıyla matla’ında belirince çevresinde o ziya ile nurefşan bir hâle oluşmuştu. Bu hâleyi teşkil edenler, nübüvvet minberinden O’nun dirilten soluklarına “Evet” diyen ilk bahtiyarlardı. O (sallallahu aleyhi ve sellem), milimi milimine kendini izleyen ve O’nun enfes rengine boyanan bu bir numaralı kutlulara “Yıldızlarım” diyor ve arkalarından gelenlerin onlara uymalarının kurtuluş vesilesi olduğunu/olacağını hatırlatıyordu.

O’nun tarafından denen ve düşünülen şeylerin hiçbiri havada kalmamış; ötelerden, öteler ötesinden gelip o mir’ât-ı mücellâya akseden semâvî ziya O’nun çevresinde bir nur hâlesine dönüşmüştü. O (sallallahu aleyhi ve sellem), çevresindeki bu yıldızlar topluluğuna -gözlere aydınlık- sürekli o Nûru’l-envârı aksettiriyor; o aydınlık ruhlar da çevresinde hâlelendikleri kamer-i münîri bütün derinlikleriyle içtenleştirip mücellâ birer ayna halini alıyorlardı. Az bir değişiklikle Nâbî merhumun şu iki mısraı bu tabloyu ne güzel aksettirir:

Odur ki hâle içre kürsi-i nübüvvette, Gürûh-i encüme nûr ayetin tefsir eden mehtap.

104

Evet, çok kısa bir süre içinde, her biri âyine-i kamer halini alan o müstaid fıtratlar, temel kaynak öteler ötesinden, o nurefşan zâtın (sallallahu aleyhi ve sellem) hâlesi şeklini alan ve gözleri kamaştıran engin bir nuraniyete ermişlerdi. Pervaneler gibi sürekli o ışık kaynağı (aleyhissalâtü vesselam) çevresinde pervaz ediyor ve misliyet çerçevesinde hep O’na ait semâvî güzellikleri aksettiriyorlardı. Bu müstesna keyfiyetleriyle idi ki, onlar bütün cihanlara söz dinletecek kıvam ve derinliklerinin yanında, tevazu, mahviyet, sıradanlık görüntüleri ve sürekli kendileriyle yüzleşme hususiyetleriyle de dudak uçuklatacak bir derinlik sergiliyorlardı. Hele -bir şairimizin ifadesiyle- “Bû Bekr u Ömer u Hazreti Osman u Ali” efendilerimizin, kıyas kabul etmeyen enginlikleriyle gök ehlini imrendirecek bir konumda bulunduklarını söylemek mübalağa olmasa gerek. Onlar melekleri imrendirecek kalbî ve ruhî derinliklerinin yanı sıra her zaman kendilerini yerden yere vuruyor ve hep bir mücrim -hâşâ ve kellâ- tavrıyla oturup kalkıyorlardı.

Hazreti Ebu Bekir (radıyallahu anh) bu hâlenin en parlak ve en nurefşan simalarından biriydi. Menhelü’l-azbü’l-mevrûdu ve beslenme kaynağı dilbeste olduğu/olduğumuz Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm mir’âtında temaşa etti verâlar verâsı envâr u esrârı. Kendiyle yüzleşip içini Allah’a dökerken, o veliler serveri Sıddîk-ı Ekber ve onu takdir eden de canlar canı Hazreti Peygamber olmasına rağmen şöyle sızlanıyordu:

“Allahım, şüphesiz ben kendime çok zulmettim; günahlarımı Senden başka bağışlayacak yoktur. -A canımın cananı, sen cahiliyenin yaşandığı dönemde bile günahın rüyasını görmedin; şayet bu akrabü’l-mukarrabînden olmanın iniltileri ise, ‘Allah bizi de o iniltilere bağışlasın!’ der günahkâr dilime bir kilit vurur, sonra da sessizlik murakabesine dalarım. Dediklerin arkandan gelenlere mesaj mülahazasına bağlı bir beyan ise, bu kez de ‘Vay bizim halimize!’ der inlerim.- Beni affet ve bağışla; bana merhamette bulun. Şüphesiz Sen yegâne Gafûr u Rahîmsin.”[1] Hayat-ı seniyeleri boyunca hiçbir zaman çizgi kayması yaşamamış ve her an bir adanmışlık ruhuyla hep O’na koşmuş, ruhanilere dudak ısırtan bu dırahşan çehre, yine “günah” diyor ve içinden gelen bir yarlıganma hissiyle Hakk’a yönelip O'na bu şekilde dil döküyordu...

Sayıp döktükleri hususların rüyasını dahi görmemiş bu abide insan, her şeyden evvel o nur hâlesi içinde otağını kuran ilklerden biri ve birincisiydi.. keza o, âyine-i Samed Andelib-i Zîşân (sallallahu aleyhi ve sellem) ötelerin sesi-soluğu ilâhî nefahâtı sunabileceği açık bir sine ararken, elini göğsüne vurup “Bana, bana” diyen en hüşyar gönüldü.. bu kabullenmeyi hayatının sonuna kadar derinleştirerek yaşayan bir vefalı sadıktı.. Mekke’de on üç sene dilbeste olduğu Efendiler Efendisi’ni koruma adına bir sıyanet meleği tavrı sergilemiş ve kendisine “Mü’min-i Âl-i Firavn” dedirtmişti.. ölüm bacayı sarınca da, Canlar Canı’yla gözünü kırpmadan en tehlikeli bir yolculuğa “evet” demiş, yola koyulmuştu.. iç içe endişelerin yaşandığı Sevr Sultanlığında kalbi hep Efendisini sıyanet etme endişesiyle atıvermiş ve tir tir titremişti.. Hakk’ın inayetiyle bütün gailelerden sıyrılıp münevver şehre varınca da bu kahramanlığını devam ettirmiş ve melekleri gıptaya sevk edecek bir görüntü sergilemişti; sergilemişti ama bütün bu mezâyâsını nisyana gömerek hemen her zaman Allah’a iç döküşleriyle de bir sıradanlık tavrı içinde bulunmuştu.

Pişdârı ve pîşuvâsının -O’na canlarımız kurban!- deyip ettiklerini vird-i zeban etmenin (dile dolamanın) yanında, öylesine içten içe sızlanmıştı ki imrenme murakabesine dalmıştı melekler ve Hakk’ın mükerrem ibâdı. İşte o sızlanışlardan birkaç küçük damla: -Az bir tasarrufla Yakaran Gönüller’den-

Lütfet kuluna ki zâdı, azığı pek kalîl, İflas etmiş hâliyle gelmiş kapına ey Celîl!.. Günahı büyük mü büyük, yarlıga günahlarını ne olur, O bir şahs-ı garîb ve bir günahkâr abd-i zelil. Ondan isyan, nisyan ve iç içe yanılma, Bekliyor Senden ihsan üstüne ihsan ve atâ-i cezîl ... Nice olacak hâlim, yok bende bir hayırlı amel, Sû-i a’mâlim çoklardan çok, zâd-ı tâatim kalîl. Beni yakacak ateşlere ‘Soğuyuver!’ de ey Rab!.. Tıpkı dediğin gibi dün fî hakkı’l-Halîl...

105

O dipdiri gönülden kendiyle yüzleşme ve Hakk’a teveccüh adına bu ne derin sızlanış, bu ne engin bir iç murakabesi!.. Sanki yukarıda birkaç kelimecikle ifade edilen vefa abidesi o değilmiş de sıradan biri üslubuyla içini döküp durmuş gibi. Pek çok nebiye bile müyesser olmayan başarılara imza atması da, sayısız terör hareketlerinin hakkından gelmesi de, Hazreti Şehinşâh’ın onun hakkındaki takdirkâr ifadeleri de Hazreti Sıddık’taki o engin mehâfet hissi, mehâbet mülahazası ve ihsan şuuru televvünlümuhasebe duygusunu tadile yetmemişti.

Evet, o öyle başarılı bir devlet adamı, hakkaniyet ve adalet timsali, çizgi değiştirme ve kayma bilmeyen bir yüksek karakter idi ki, hayat-ı seniyelerinin her faslı ayrı bir kahramanlık destanı mahiyetindeydi. -Merak edenler Mahmud Akkad’ın “Abkariyyât”ına bakabilirler.- Ama onun melekler kadar temiz ruhu hiçbir zaman bu edip eylediklerine takılmamış; o her zaman düz bir insan gibi Rehnümâ’sının arkasında tir tir titremiş ve kendini sorgulayıp durmuştu. Sorgulayıp dururken de yapıp ettikleri ve asırlarca cehd ü gayret isteyen baş döndürücü başarılar adeta zihninden silinip gitmiş gibiydi...

Keşke bu mülahazalar, pireyi fil gösteren bu çağın bencil sergerdanlarına da bir şeyler ifade edebilseydi!.. Ama heyhat, bugünün gafilleri bunları hiç görmediler ve hiçbir zaman görme azm u ikdamında bulunmadılar, bulunmayı da düşünmediler. Zira dünyaperestlik onları kör ve sağır haline getirmişti.. hayatları cismaniyet ve hayvaniyetin dar koridorlarında geçiyordu.. habersizdiler kalbî ve ruhî yaşamdan… Böylelerinin uyanmaları ekstra bir lütuf teveccühüne kalmıştır. Hakk’ın engin rahmetinden ümit kesilmez ama beyindeki nöronların bütünü şimdilik buna “evet” diyemiyor. Bu itibarla da ben böyle bir tenbih ve tenebbühü o inayet-i hâssaya havale ederek konuyu bir noktalı virgülle kafiyelendirip bir başka abide şahsiyete geçmek istiyorum.

106

Kenetlensin Eller

O zaman nurdan bir hâlen vardı hepsi de yâr,

Hele o Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Haydar!..

İç içe yaşanıyordu adeta nevbahar,

Bu garip gönlüm şimdi hep o günleri arar.

O nur çağı hasretiyle gönüller eriyor,

Sensizlik ve sessizlik bana elem veriyor;

Zorlamada âlâmım beni yere seriyor,

Dostlarımız suskun, düşmanlarsa esiriyor…

Gel canlansın ışık çağındaki nurlu demler,

Silinip gitsin ufkumuzu saran elemler

Bir kez daha yaşansın o demdeki erdemler,

Kenetlensin birbiriyle gönüller ve eller!..

107

Nefisle Yüzleşmede Hâlede İlk Halka (2) Tarih: 02 Ağustos 2018

“...Bu itibarla da ben böyle bir tenbih ve tenebbühü o inayet-i hâssaya havale ederek konuyu bir noktalı virgülle kafiyelendirip bir başka âbide şahsiyete geçmek istiyorum.” (Bir önceki yazıdan)

O şahsiyet, şems-i nur-i adalet olan Hazreti Ömer’dir. Peygamberler yolunun necm-i nûrânîsi bu âbide insan akrabü’l-mukarrabîn çizgisini takipte fevkalade hassas, arzda semâvîlerle at başı, kalbî ve ruhî hayat itibarıyla dudak ısırtacak enginlikte, Nebiler Serveri’nin mütemadi takdirleriyle serfirâz, koca koca devletlerin -buna Şecere-i Numâniye ile destanlaştırılan devlet de dâhil- yüz senede yapabildikleri ve elde ettikleri başarıları on sene gibi dar bir zaman diliminde gerçekleştirmekle rekor üstüne rekorlar kırmasına rağmen tevazu, mahviyet ve sıradanlık duygusuyla Kamer-i Münîr halesinde nurani bir konuma sahip, menendi bulunmayan, Mikâil’e denk bir erişilmezler erişilmeziydi.

O, Rehber-i Ekmel’in ve veliler serveri halifenin statiğini yapıp blokajını ortaya koydukları semâvî mirası değerlendirme ve akla durgunluk verecek seviyeye ulaştırmada -havl ve kuvvet Allah’tan, himmet Hazreti Rehnümâ’dan- sekene-i semâvâtı gıptaya sevk edecek bir kıvam sergilemiş ve mü’minleri sevinçle şahlandırmış, münafıklara da inkisarlar yaşatmıştı. Hayat-ı seniyelerinin sonuna kadar zafer üstüne zaferlerle bir Zülkarneynlik göstermiş, ruhunun ufkuna yürüme faslında da isabetli bir halef intihabı yöntemiyle bu fani âleme veda etmişti.

108

Ömür boyu beraberliğini cihanlara değiştirmeyi düşünmediği Hazreti Pişdâr’ı ile berzahî hayat maiyyeti mülahazasıyla Hücre-i Saadet’e defnedilmeyi dilemiş ve öyle de olmuştu. Evet, O’na gönülden inanmış, ölesiye sevmiş, kâkül-ü gülberglerinin bir tüyünü dünyalara değiştirmeyecek bir ruh yüceliğinde bulunan insanüstü biri de başka türlü olamaz, başka türlü davranamazdı.

Hayatında, ikinci vezir, irade kahramanı, fenafillâh-bekabillâh abidesi olarak yaşadı. Ne süper güçleri yerle bir etmeye takıldı, ne cihanları hizaya getirme gururuna kapıldı ne de hakperestliği ve adaletiyle alkışlanma karşısında başı döndü, bakışı bulandı. Hatta hakkaniyet ve istikametinin hayranı vefalı kimselerin “emîru’l-mü’minîn” demelerinden rahatsızlık duydu ve çevresini hep ikaz etti. O (radıyallâhu anh), zirvenin zirvesi en önemli bir noktada bulunurken bile kendini hep âhâd-ı nastan biri bildi. Ne koruması vardı, ne de muhafız alayları.. الله على توكلت demiş ve hep tek başına halkın içinde bulunmuştu.

-Keşke bütün bunlar çağın Firavun, Yezîd ve Haccac’larına bir şeyler anlatabilseydi!.. Ne var ki ölü gönüllerin, zehirlenmiş düşüncelerin, alkış budalası kendini bilmezlerin bunlardan bir şey anlayacağına vicdanım “evet” diyemiyor. Şimdi biz yokluğunda var görünen, varlıkta düz insan olmaya kapalı tali’sizlere, bu konuda söylenen her söz ve gösterilen her örneğin havada kalacağı kanaatini vurgulayıp geçelim...-

Allah’ın izniyle realize ettiği bu baş döndüren hadiselerin yanında, Nebiler Sultanı, onun daha harika şeylere imza atacağını, feyz menbaı bir kuyudan harıl harıl su çekişi şeklinde ifade etmişti ki, bu o şems-i nur-i hidayetin âlem-i manadaki kader dantelasının sadece birkaç örgüsünden ibaretti ve o mümtaz insanın daha pek çok göz kamaştıran muvaffakiyete nâil olacağını işaretliyordu. Duygu, düşünce, kabiliyet ve karakteriyle onca harika işlerine, meleklere “Eyvallah!” dedirtici aktivitelerine rağmen, o kendini hiç ender hiç görüyor; “Hesaba çekilmeden kendinizi hesaba çekiniz.” beyanını hayat-ı mübarekelerinin bir düsturu gibi sayıyor ve hep o şehrahta yürüyordu.

En başta o iç parçalayan sızlanışları, Server-i rehnümâsı ve selefi veliler serverinin vird-i zeban ettiği lal ü güher söz cevherleriyle idi; daha sonra yürek sızlatan o içten yakarışlarsa, onun inci-mercan haşiyeleri mahiyetinde iniltilerdi. O, Pişdâr-ı bîmisâl’in “akrabü’l mukarrabîn” ufku açısından kendiyle yüzleşmesi adına dediklerini sürekli meşk ediyor; o melek iniltisi zebercet beyanları Hakk’a iç döküş ve sızlanışlarında kullanıyor, onlarla nefes alıp veriyordu. Hazreti Rehnümâ ne demiş, Hakk’a iç döküşlerde hangi argümanları kullanmışsa, onları latîfe-i rabbâniyesi üzerinde indirip kaldırıyor ve sürekli bunlarla soluklanıyordu. Zaten selef-i emcedi de aynı şeyleri yapmamış mıydı?!.

Bu ne safvet, bu ne kurbet duruluğu!.. Onca gaile ile yaka-paça olurken, hep peygamberler ufkunda yol alıyor ve vaktinin önemli bir bölümünü dua, tazarru, niyaz unvanıyla hep “Allah” deyip sızlanışlarla geçiriyordu. Hayatını, gece ve gündüzüyle, gün ve haftasıyla sürekli Hakk’a iç döküşlerle değerlendiriyor ve mukarreb ufku rüya mesâvîsiylekendini farklı fasılalarla hep sigaya çekiyordu. Adeta,

Günahım hadden efzundur, Bana rahmeyle Allah’ım; Gözüm yaşı akan hundur, Bana rahmeyle Allah’ım!

diyor ve dakikalarına dünya kadar inilti sığdırıyordu. Yoktu hayat dantelaları içinde muhasebe hissinin bulunmadığı bir an ve murakabe heyecanının inletmediği bir dakika. İşte o kendiyle yüzleşme ve iç murakabelerden birkaç damla:

“Allah’ım, ayakta dururken, otururken, yatağa girip uyurken, İslam’a muvâfakatım adına koru beni!.. Allah’ım, nezd-i ulûhiyetindeki hayırlarla serfirâz kıl ve şerlerden de muhafaza buyur fakiri!.. Allah’ım, Kitâb-ı Mübîn’i yürekten en ciddi tedebbür ve tefekkürle mütalaaya muvaffak eyle bendeni!.. Yarlığa Allah’ım ve kabul buyur tevbemi!.. Allah’ım kalbim katıdır ve kimse de muttali değildir o katılığa. -A Sultanım, sen ihkak-ı hak etmeye katılık diyorsan, bu senin yüksek ufkuna mahsus bir keyfiyet; eğiliyoruz bu ince anlayış karşısında.- Sen engin hoşnutluğunla öteler

109

istikametindeki hareketlerimle bana mülayemet lütfeyle!.. Allah’ım! Ben cimri kullarından biriyim. -Sen de cimri isen a dünyada tek dikili taşı olmayan gözümün nuru, söyle bendesi olduğun Zât aşkına, sana göre cömert kimdir?- Ne olur, israf ve tebzîre düşmeden, riya ve süm’aya sapmadan beni hep sahicedavranmaya muvaffak eyle! Her hal ve hareketimde sadece Senin rızanı ve öteler ötesini düşleyen bendegândan say beni!.. Allah’ım! Gaflet ve nisyanım çoktur. -Şem’-i tâbânım, bunlar senin kemalinin solukları.. hakkında böyle düşünenlerin de ağızları kurusun!- Rabbim! Her halükârda Zâtını, ölümü ve daha ötesini hülyalarında yaşatan kullarından eyle Ömer’ini!.. Allah’ım, ubudiyet yönünde oldukça zayıfım. -A pir-i mugânım, secdede iken içten ağlayıp mâbed-i mübareki hıçkırık tufanına boğan sen değil miydin?!.- Kulluğumda bana halis niyet ve zindelik bahşeyle!..”

Bu sızlanışlar, yüz yerde bu iç döküşler, bu iniltiler ve kendiyle yüzleşmeler, topyekûn geniş bir coğrafyada gönüllere Allah sevgisini, Peygamber muhabbetini işleyen ve aşılayan o şems-i nur-i hidayete ait. -Sunumdaki kusur Kıtmîr’in- Mezâyâ adına edip eylediklerini nisyana gömerek, sıradan bir insan edasıyla yüzü hep yerde, meleklere parmak ısırtacak bu içten sızlanışlar, âbide-i adaletin arkadakilere diriliş vaad eden “akrabü’l-mukarrabîn” soluklarıydı.

O temiz simada bunları görünce bir imrenme geliyor hüşyâr vicdanlara ve dudaklardan, “Keşke bu incelik ve derinliğin yüzde biri olsun günümüzün nefisperest, para-pul bendeleri sergerdanlarında bulunabilseydi!” dökülüyor…

Bu hususa da bir noktalı virgül koyarken içimden sana şöyle seslenmek geliyor:

Sen selefin ve o Mutlak Rehber’in gibi, her zaman iç derinliğiyle melekleri imrendirecek bir hayat yaşadın ve bizler gibi düşe-kalka yürüyen yol yorgunlarına nur-efşân ve yanıltmayan örnek bir pusula oldun. Anlamadı çoklarımız sencileyin hayatın gerçek renk ve desenini!.. Anlayabilseydik ve anlayabilseydi dünya muhabbetiyle başı dönmüş, bakışı bulanmış kem sergerdanlar, dünyamız imrendiren ütopik bir hal alacaktı. Heyhat, onlar bilerek dünya hayatını ötelere ve ötelerin de ötesine tercih ederek iç içe haybetler yaşadı ve yaşattılar; bütün dünya onların yüzünden İslam’ı bir terör topluluğu olarak değerlendirdi.. ve olan da bütün Müslümanlara ve bize oldu…

Ey boyuna erişilmez yüksek kamet!.. Kırık-dökük ifadelerimle seni şayet engin ufkunun dûnuna çektimse, densizliğime ver ve bu kapı kulunu bağışla!.. Sizi hep andım, anmaya devam edeceğim; etmemem de mümkün değil, zira beyanı sözlerin sultanı Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın ين الخلفاءه وسنةه بهسنتهي عليكم ده اشه الر irşadıyla, sizler hayat-ı seniyelerinizle gönüllerimize emanet birer feyiz kaynağı oldunuz.

110

Senin bakışın

Anlayana bir şimşek Senin bakışın,

Gözlerinin içinde öteden bir nur;

Bir ışık olup sinelere akışın,

Oluyor üfül üfül esen bir huzur.

Büyülüyor Efendim Senin sözlerin,

Ruh şahlanıyor sözündeki sihirle;

Ötelerdendir Senin söylediklerin,

Mühürlüdür o sözler lâhût mührü ile…

Anlamadı bu büyüyü akl-ı beşer,

Görmedi görmeyen kendi gözlüğünden;

Beyanın letafeti tıpkı bir kevser,

Mahmurdu içenler onun lezzetinden.

Nûş eden mest olmuştu ışık çağında,

Mey meşk ediyorlardı hep bir ağızdan;

Nağmeler vardı bahçesinde bağında,

Duyulmadık seslerle kemandan, sazdan…

Yanabilsek bizler de külsüz-dumansız,

Karışsa âhlar bülbül nağmelerine;

Oluveririz mekânsız ve zamansız,

Döner âhlar Ashâb inlemelerine…

111

Nefisle Yüzleşmede Hâlede İlk Halka (3) Tarih: 03 Eylül 2018

Şimdi de hâlede, yüzünde güneş gibi nur-ı Rahman, Zinnureyn Hazreti Osman var. Tavrı,

düşüncesi, iç derinliği ve bu derinlikte nebî sesi gibi duyulan seleflerinin ah u vâhından -bana ait

seviye vefasızlığıyla- birkaç damla!..

Duygu-düşünce dünyasında tın tın bir ney sesiyle hep o yirmi beş senenin ah u efganı

duyuluyordu, ama bunlar onun kalb, ruh ve sırrına emanet, tekrarı canlara can, Hazreti Ruh-u

Seyyidi’l-Enâm’ın iç çekmeleri ve nağmeleriydi. O, bunlara kendinden bir şeyler katmanın beyan

kevserini bulandıracağı mülahazasıyla, iç çekişleri ve Hak kapısındaki sızlanışları aynı bestelerle

icra etme yolunu seçmişti. Bu sadâkat hissiyle, güftesiyle de bestesiyle de söylenenleri söylüyor

ve denenleri diyordu.

Duygu-düşünce atlası birebir selefleriyle aynı idi. Gözleri Rehnümâ’nın gözlerinde, kulakları

O’ndan gelenlere teşne; tazarru, niyaz ve iç çekişleri hep O’nun deyip ettikleri çerçevesinde

cereyan ediyordu. Edep ve hayâ enginliği mercûhun râcihe tereccühü esprisine bağlı, seçeneği

öyle olmuştu. O oturuş kalkışlarında O’ndan süzülüp gelenleri esas alıyor; “Denecekleri o dedi.

Bana onları vird-i zeban etmek düşer.” teslimiyet-i tâmmesi içinde sürekli seleflerine saygı hissiyle

oturup kalkıyor ve aksi davranışları çizgi kayması sayıyordu. Zahiren inlememiş, sızlamamış ve

kendiyle yüzleşmemiş görünüyordu ama halvetî yaşıyordu ve belki de halvetîlerin ilk piri oydu…

112

O ve selefleri, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ı (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir sarraf titizliğiyle,

basiret merceğine bağlı öyle takibe almışlardı ki, güfte aynı, beste aynı, duyulan hep o canfeza

nağmelerdi. Söz Sultanı, sözlerin sultanı beyanlarıyla nasıl inlemiş, nasıl sızlamışsa, ses tonu

farklılığıyla nağmeler aynıydı; çünkü onlar o Kamer-i Münîr’in hâlesinde her şeyi aynıyla

aksettiren birer nur-efşân ayna mesabesindeydi. Dolayısıyla da Hakk’a teveccühte, O’na iç döküp

sızlanmada ve nefisle hesaplaşmada hep o Rehber-i Zîşân’ın dillendirdiği argümanları kullanıyor;

hemen her zaman da aynı makam ve ritimde Cenâb-ı Hannân ü Mennân’a iç döküp

sızlanıyorlardı. Allah’a yalvarıp yakarmada Edep Sultanı’nın deyip ettiklerine muhalefetten

korkuyor ve tir tir titreyip her hallerinde O’nun dilini kullanmaya fevkalade bir özen gösteriyorlardı.

Hazreti Zinnureyn, ruh inceliği, engin edep ve hayâsı, ailevî yakınlığıyla her dem bu hususların

hâsıl ettiği varidatı yaşıyor; O’nun deyiş, ediş ve yakarışlarıyla soluklanıyordu. Bütün bunların

yanında, bir münacat esprisi içinde “Yâ, yâ” nidalarıyla Münâdâ-i Münezzeh’in kapısının

tokmağına dokunuyor; “Yâ men” enînleriyle, “ ك لم س ؤال ي عن ي غن ين ي ب حال ي، ع ” arz-ı halini aksettiren bir

üslupla ve adeta

Her şey Sen’den, Sen ganisin,

Rabbim Sana döndüm yüzüm!

Hem evvelsin hem âhirsin,

Rabbim Sana döndüm yüzüm!..

mazmunuyla içini döküyordu. Kur’ân-ı Kerim’i bu iç çekişlere temel esas ve vesile ittihaz ederek,

mebde’den müntehaya Beyan-ı İlâhî ufkundaki bu perdeli seyahatini Hakk’a sığınmanın nuranî

vesilesi sayılan “Muavvizeteyn” ile noktalıyordu; noktalıyor ve bir kısım bahtsızların, onun

ruhunun ötelere kanatlanmasına sebebiyet verecekleri âna kadar da o farklı vird-i zebanına

devam ediyordu. Kur’ân’ının üzerine dökülen kanlar onun İlâhî Kelam’la yürekten irtibatının şâhid-

i sâdıkıdır. O gözlerini hep Kur’ân ile açıp kapamıştı ve Kelâm-ı İlâhî de son kez onun dünyaya

gözlerini kapıyordu.

Cenâb-ı Hak, elde-dilde Kur’ân, gönülde dünya ve mâfîhâ mülahazaları, çağın bedbahtlarına

Kur’ân ruhunu tam duyurarak, onları gırtlak ağalığından halâs edip kalbî ve ruhî hayat ufkuna i’lâ

buyursun!..

113

Yaslı Dudaklarda Tebessüm

Her lâhza bir ayrı bahardır gönlüm

Sen’inle,Yüzüne nûr saçtığın gökkubbenin altında…

Güneşlere tâc giydiren o Kutlu Elinle,

Sır kapısını açtığından beri katında…

Yeryüzü tıpkı bir Cennet varlık harmanıyla;

Tekmil bezmine ermişlerin başları tutkun.

Dünkü şu köhne cihân dahi dörtbir yanıyla,

Sunduğu kadehin sermesti olmuş Sonsuz’un…

Yaslı dudaklarda beliren tebessümlerden,

Artık gök kapılarının açıldığı belli.

Meltemler esiyor amber kokulu günlerden;

Ay kadehini toprağın bağrına dökeli.

Gecenin kıvırcık saçları darmadağınık,

Aklın dizginleri semânın eline geçti…

Sözü Başbuğlar Başbuğu söylüyor uyandık,

Sevinin bir kasvet dolu devir daha geçti!

Geçti geçiyor bir bir önü-sonu olanlar;

Sonsuz’un boyasıyla boyananlarda huzûr…

Ölüm diyarında ölümsüzlüğü bulanlar,

İçlerinde aydınlık ve çevrelerinde nûr.

Onların hiç solmayan baharları yanında,

Sönük bir masaldan farksızdır irem bağları…

Ve gidip sonsuzla bütünleşen ruhlarında,

Birden duyar ve yaşarlar aydınlık çağları.

Eskiyen eskiyip gitti söz eskimeyende,

Ölenlere merasim kalanlara ta’ziye…

Ve artık boynunu kaptırdı ilhâd kemende,

Muştular geleceğe, selâm şânlı mâziye

114

Nefisle Yüzleşmede Hâlede İlk Halka (4) Tarih: 04 Ekim 2018

Habîbullah, Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem); veliyyullah ise Aliyyü’l-Murtaza idi.

O hayata gözlerini açtığı andan itibaren, istikbalin haydar-ı kerrârı, fatih-i Hayber’i, damad-ı

Şehinşâh namzedi olduğuna emare bir iffet abidesi olarak neş’et etmiş ve üzerine asla toz

kondurmamıştı. Hayat sergüzeştisi itibariyle, Nebiler Sultanı’na damat olma, şah-ı evliya payesini

ihraz etme, olmayacak gaileleri göğüsleme ve Canlar Canı’na can fedada bulunma gibi hususlara

namzet olduğu, tavırlarından sürekli basiretlere aksedip duruyordu…

O da hemen her zaman, selefleri gibi, kendiyle yüzleşmede ve Hakk’a iç dökmede Rehnümâ-i

âlem’in dediklerini diyor, O’nun gibi inliyor ve O’nun çizgisinde yürüyordu. Ama bir gün kendini

değişik gaileler sarmalı içinde görünce, -Hakk’a teveccühte temel disiplinlere bağlılık mahfuz-

ister kendi kendini sorumlu tutmanın, ister şartlar ve konjonktürün gereği, kendini derin bir tazarru

ve niyaz, iç döküş ve sızlanışa saldı. Artık bir taraftan karşı karşıya kaldığı hadiselerden sıyrılma,

diğer yandan da kendini sorumlu tutma adına çok daha farklı Hakk’a iç döküşler sergilemeye

durdu.

Zamanın boz bulanık bir hal alması, kahredici seylapların seylapları takip etmesi ve bunlar

karşısında ızdırabın gönülde kümelenip dile dökülmesiyle sızlanışta farklı renk ve desen

115

oluşmaya başlamıştı. Bu garip ve yeni durum onu öncekilerden ayrı bir dil kullanmaya sevk

ediyordu; ediyordu ve o zengin, engin beyan gücüyle haleflerine de malzeme mahiyetinde farklı

bir yakarış ve sızlanış üslubu miras bırakıyordu. Hayat-ı seniyyeleri hep bir âh u vâh çağıltısıyla

geçiyor, Hakk’a niyaz ve teveccühleri bir inilti zemzemesi şeklinde cereyan ediyor ve gaile fasit

dairelerinin bitip tükenme bilmezliği şah-ı evliyayı farklı renk ve desende değişik niyaz, tazarru ve

iç döküşlere yönlendiriyordu.

O, en içten duygularla sürekli Hak dergâhına yöneliyor ve halini Rabb-i Rahîm’ine şöyle arz

ediyordu: “Allah’ım! Sen, Senden başka ilah olmayan biricik melik ve mâliksin ve Sen benim

Rabb-i Kerîm’imsin; ben Senin kapında bir kulum.. pek çok kötülük işledim. -Ben buna “hâşâ”

diyorum.- Nefsime zulmettim.. huzurundayım ve günahlarımı itiraf ediyorum. -Ah bir bilsem neye

günah dediğini!..- Ey Gafûr, Şekûr, Hakîm, Rabb ü Rahîm! Bağışla günahlarımı! Yoktur Senden

başka günahları affedecek.. başıma gelmesi muhtemel bütün zararlardan, her şeyi kaybetme

haybetine uğramaktan, beni mahcup edecek ahvale dûçâr olmaktan, gam ve değişik tasalara

maruz kalmaktan, iç içe negatif hadiseler karşısında çaresiz bulunmaktan Sana sığınıyorum; Beni

koruyup kollayacak yalnız Sensin.” -Bilmem ki çocukluğunda dahi günahın rüyasını görmemiş bu

dırahşan çehre neye günah diyor ve hangi halinden dolayı böyle âh u vâh edip inliyordu?!. Keşke

bu mülahazaların bir damlası da bizler gibi günah hammalı sergerdanlarda bulunabilseydi!..-

O bir başka zaman, Hazreti Keremkâni’nin dergâhına yönelip derin bir muhasebe hissiyle şöyle

sızlanıyordu: “Allah’ım, hatalarım çok büyük ve hadden efzun olsa da şüphesiz Sen’in aff u

keremin daha büyüktür. Sana verdiğim sözü yerine getirmeye çalışacağım; Sen de bendenin şu

perişan haline rahmetinin vüs’atiyle bir nazar lütfet; et ki ben ettiklerime bin pişmanım!” -Acaba

fatih-i Hayber ne tür bir hata yapmıştı ki böyle bir pişmanlık hissiyle inliyordu?!.- Ve devam

ediyordu: “Allah’ım! Gazabından, ikabından koru huzurunda kulluk tasmasıyla intizar-ı subh-i

dîdâr olmuş bu bendeni!” -O bendeye canlar kurban, Rabb-i Rahim’imiz o hassasiyet ve kendiyle

böylesi derince yüzleşmeyi biz sağır ve körlere de duyursun!-

Damad-ı Nebi iç döküşlerini devam ettirme sadedinde şunları da söylüyordu: “Tutmazsan Allah’ım

elimden, zayi olur giderim; koruyup kollarsan, kaymam artık ebediyyen!” -Görmedi kimse senin

kaydığını hiçbir zaman; dediklerin bize bir ders ise, ona bir “eyvallah” der geçeriz.-

Onun, fokur fokur kaynayan mehâfet ve mehâbet hislerine bağlı lâl ü güher saçan dudaklarından

bir defa da şu inciler dökülüyordu: “Allah’ım eğer sadece ehl-i ihsanı affedeceksen, hevâ-i nefsine

uymuş düşe-kalka yürüyenler kime emanet, onları kim affedecek? Ey Rab, eğer takva yolundan

inhiraf etmişsem, şu anda huzur-u kibriyândayım. Gönlümde nedamet, dilimde tevbe; affet

bendeni! Senin lütuflarını hatırlayınca korkularım buz gibi eriyor; günahlarım hücuma kalkınca da

gözlerim yaşlarla doluyor.” -Sultanım sen hep ağladın, hiç gülmedin; dünya nedir asla bilmedin,

nefis karşısında katiyen eğilmedin. Bu sızlanışlar bizi gerçek insanlığa uyarmaya matuf ise

“eyvallah”, ama biz çoktan onları gaflet mezarına gömdük, taklit vadilerinde debelenip duruyoruz.

O başka bir zaman yine rahmet kapısının tokmağına dokunur ve başı o kapının eşiğinde şöyle

sızlanır: “Allah’ım! Şayet dergahından uzaklaştırılır ve özel iltifatından mahrum kalırsam, gayri

kimden af umup şefaat bekleyeyim?!.” -Âlem seni hep O’na bir mir’ât-ı mücellâ gördü ve Allah’ın

izniyle seni hep şefaatkânî olarak bildi. Bu soluklar “akrabü’l-mukarrabîn” olarak, idrak ufkumuzu

aşan senin incelik ve derinliğinin sesi-soluğu ise, biz o mülahazalardan uzaklaşalı asırlar oldu.

Keşke o sızlanışlar bu kapkara gönüllerin karanlık ruhlarına bir şeyler ifade edebilseydi!..-

Ardı-arkası kesilmeyen ondaki bu inilti ve sızlanışlar hep sürer gider fasıl fasıl meleklerle at başı o

ufuklarda.

Bu ölçüde hiss-i mehâfet ve mehâbetin onda biri yok günümüzün serkârlarında ve

sergerdanlarında. Defterini sağdan almış gibi emniyetle oturup kalkanların sayısını Allah bilir.

Kalb ile dil-dudak arası bir mesafe var ki münafıklara inat.. dünyanın şaşaası ve debdebesiyle

116

başı dönen Allah’tan kopmuş bahtsızların hadd ü hesabı yok.. kalbler musallada birer ölü.. yalan,

iftira ve mesâvî her türüyle en rayiç bir mergup meta… Merhum Akif ifadesiyle:

Vefa yok, ahde hürmet hiç, emanet lafz-ı bî medlûl;

Yalan rayiç, hıyanet mültezem her yerde, hak meçhul.

Beyinler ürperir yâ Rab, ne korkunç inkılâb olmuş:

Ne din kalmış ne iman, din harap, iman türap olmuş!

Mefâhir kaynasın gitsin de vicdanlar kesilsin lâl...

Bu izmihlâl-i ahlâkî yürürken, kalmaz istiklâl!

Dünya ve onun cazibedar güzellikleri otağını ukbâ duygusu üzerine kurmuş.. din iman adına her

yer ve her yöre taklit ve şekil hırıltılarıyla yoğun bakımda.. Mefisto Faust’u bir kez daha can

evinden vurmuş.. hem de dinî değerleri argüman olarak kullanarak.. yeniden bir diriliş, bir başka

bahara emanet gibi.. fecr-i sadık bekleyenlerin canları dudaklarında...

Her şeye rağmen biz, “ba’s ü ba’de’l-mevt” ümidimizi koruyoruz; koruyoruz ama deformasyona

bakınca ümit mumlarında renk atmalar da birbirini takip edip duruyor; zira bu ölü dünyaya hayat

üfleyecek diriliş erleri, öldüren bir baskı altında.. karanlıkları alkışlayanların hadd ü hesabı yok..

müterâkim dertler var, reçeteler hayalî.. ak-kara iç içe, yığınlar şuursuz.

Bir vakte erdi ki bizim günümüz

Yiğit belli değil, mert belli değil;

Herkes yarasına derman arıyor,

Derman belli değil, dert belli değil. (Ruhsatî)

Öyle anlaşılıyor ki, şöyle-böyle insanlığını idrak edenlere daha bir süre, “fesabrun cemîl” deyip,

aktif sabır içinde zamanı, zamanîleri doğru okuyup, nur-u tevhid içinde sırr-ı ehadiyetin zuhurunu

beklemek düşüyor. Rahmeti gazabına sebkat eden Hazreti Muhyî, fecr-i sadık beklentileriyle

milleti daha fazla inkisara maruz bırakmasın!.. (Âmin!..)

117

LÜTFEN GEL

Açsan gerçek yüzünü mehtap utanır,

Görse cemâlini huriler kıskanır;

Dırahşan çehren hayret uyardı gökte,

Gören Seni Cemâl’in aynası sanır…

Cemâl-i ezelînin mişkâtı Sensin,

Şem’-i ilahîsin, güneşten enversin;

N’olur kaldır nikabını herkes görsün!..

Sen zulmeti boğacak bir nur-efşânsın…

Nurun ve sırrınla tecellî et bize..

Karanlıklar yıkılıp gelsinler dize;

Sensizlik canımıza tak etti çoktan,

Avdetin bayram olacak hepimize…

Sen gideli çoğumuzda hal kalmadı,

Çiçekler soldu, petekte bal kalmadı;

Hazan yaşanıyor hep yıllardan beri,

Dahasına dillerde mecal kalmadı.

İntizar hülyamız Sen çekip gideli,

Vardır belki “Sen Sen!..” diyen birkaç deli;

Dön gel ne olur ağlatma bendeleri!..

Budur şu Kıtmîr’in biricik emeli…

118

Kendileriyle Yüzleşmede Hâle İle Hallenenler Tarih: 04 Kasım 2018

Feyiz kaynağı, Efendimiz (sallallahu aleyhi vesellem); aynı duygu, aynı hisle O’nun takipçileri hiç

mi hiç eksik olmamıştır. Gözüyle-gönlüyle her zaman O'nu temâşâ zevki ile mahmur yaşayanlar,

o hal ile hallenme heyecanı içinde sürekli önlerindekini izleyip durmuş ve O'na ulaştıran

güzergâhı hiçbir zaman yolcusuz bırakmamışlardır. Gözler her zaman “Hâle”de, gönüller daha

ötesinin temaşasına teşne, yüzler-binler, gözlüyor olma mirsâdıyla durmadan “Öteler ve öteler

ötesi!” deyip O’na doğru kanatlanmış, düşe-kalka yürüyenlere yürüme âdâbı tâlim

edegelmişlerdir. Hakk’a iman, sinelerde kıpır kıpır bir heyecan kaynağı.. marifet ve muhabbet,

duygu ve düşüncelerde par par parıldayan bir meşale.. o her şeyin gerçek sahibine iştiyak,

sonsuza uzanan yolları aydınlatan bir projektör.. “iştiyak-ı likaullah”, duygu ve düşüncelerde

sönmeyen bir enerji kaynağı.. gönüller, her zaman Hâle’dekilerin ufkunu müşahede heyecanıyla

çarpmakta.. yürümüşlerdir teklemeden verâlar verâsına.. ne yorgunluk ne bıkkınlık; basiretleriyle

görüldüklerini değerlendirerek, vicdan mekanizmasıyla ufuk ötesi âlemlerde seyahat azm u

ikdâmı içinde bulunup bu hâle dem tutmuşçasına kalbleri haşyetle çarparak ve bütün maddî-

manevî anatomileriyle râşeler sergileyerek koşmuşlardır Hâle’dekiler şehrâhına doğru.

Derinlerden derindir iman ve irfanları.. tamdır maddî-manevî donanımları.. sıyrılmışlardır bütün

benlikleriyle dünya ve mâfîhâdan.. ayaklarının altına almışlardır nefis ve hevânın kirli dürtülerini..

zirvelerde kanat açmışlardır ama tir tirdir gönülleri.. inler dururlar günahlarla kirlenmiş mücrimler

gibi.. sorgularlar en derin endişelerle sabah-akşam kendilerini.. vird ü zeban edinmişlerdir,

Bu günahlarla tartarsa beni Hazreti Rahman,

Kırılıverir arsa-ı mahşerde arş-ı mizân.

119

mülahazalarını. Sızlanır dururlar gece-gündüz bu içe dönük hislerle.. hep zirvelerdedirler ama her

zaman tevazu ve hacalet duygusuyla oturur-kalkarlar.. tiksinti duyarlar takdirden, alkıştan.. nefret

ederler şan, şeref ve ihtişamdan.. insanlardan bir insan görüntüsü sergilerler her halleriyle..

kendilerine atfedilen güzellik, başarı ve fevkaladelikleri sahibinden bilir ve tahdîs-i nimet

mülahazasıyla rükû durumundan hemen secde tavrına yönelirler.

Değildir bu bana lâyık ben bir bende,

Bana bu lütf ile ihsan nedendir?!. (M. Lutfi Efendi)

hissiyle kendilerini bir kere daha yerden yere vurur; tevazu ve mahviyet dillendirmeye dururlar.

Huy edinmişlerdir Kur’ân’ın şu önemli düsturunu: “Sana lütfedilen güzellikler Allah’tan, başına

gelen bela, musibet ve kötülükler de senin kendindendir.” (Nisâ sûresi, 4/79) Unutmazlar yıllar ve

yıllar geçse de irtikâp ettikleri bir hatayı, bir zelleyi.. unuturlar binlere kâfi gelecek yaptıkları

iyilikleri ve güzellikleri.. gelse akıllarına göz kamaştıran bir muvaffakiyet ve zafer, “Vifak ve ittifaka

Allah’ın tevfiki...” der sıyrılıverirler işin içinden. Bunlardır Hak yolunda yürüyen adanmışların

karakterleri ve gönülleri Hâle’de rızaya kilitlenmiş âbide şahsiyetlerin sabit halleri...

Şimdi, kırık-dökük bir kısım ifadelerle de olsa, gözleri, gönülleri Hâle’de Hak kapısının sâdık

bendelerinin kendileriyle yüzleşmeleri adına “deryadan bir katre” deyip bazı örnekler üzerinde

durmak istiyorum:

İmam Zeynelâbidîn, nübüvvet şecere-i mübarekesinin nurefşân meyvelerinden âbide bir

şahsiyetti.. Baba Hazreti Hüseyin, nine Hazreti Fatıma, dede Haydar-ı kerrâr, Şah-ı merdan ve

dedeler dedesi ise Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’dı (aleyhi ekmelüttehâyâ). O, bu aydınlık

dünyada hayata gözlerini açmış, hep âb-ı kevser yudumlaya yudumlaya boy atıp gelişmiş bir

bahtiyar ve her zaman Hakk’a müteveccih bir kalb ve ruh insanıydı. Öyle ki rüya ve hülyalarında

dahi mesâvî ile tanışmamış, her göz açıp kapayışında Hâle temaşasıyla kendinden geçmiş,

sürekli o feyiz kaynağı istikametinde vuslat arzu ve iştiyakıyla kanat çırpıp durmuştu.

Duygu ve düşüncesi bu, arzu ve emeli o nuranî çizgi olmasına rağmen hep

Cânân dileyen dağdağa-i câna düşer mi?

Cân isteyen endişe-i cânâna düşer mi?!. (Seyyid Nigârî)

mülahazasıyla kendini sıfırlayarak, sürekli “O” deyip durmuş ve gözlerini bütün bütün ağyar

âlemine kapamıştı. Zira o, basar ve basiretiyle mütemadi bir Hâle temaşası içindeydi.. gönlü

onlarla aynı ziya içinde bulunma heyecanıyla çarpıp duruyor ve kulluk hakkını bu zirveler üstü

zirvede eda etme iştiyakıyla oturup kalkıyordu.

Bu hususta kelime darlıklarına takılmadan mazmun yörüngesinde konuyu götürmeye çalışacak,

bazen bir kısım fasılları atlayıp onun o canhıraş çığlıklarının seslendirildiği ifadeler arasında

dolaşacak, bazen de istidradî mülahazalarla durum değerlendirmelerine temas edip ondaki o iç

sızlanışları nefsim gibi nefislere duyurma tasdi’inde bulunacağım. Şimdi ifadelerdeki mazmuna

bağlılığın göz ardı edilmemesi kaydıyla diyorum; Hazret’in hiçbir zaman dilinden düşürmediği

nağmelerdi şu içten sızlanışlar:

Allahım! Yapageldiğim hata ve günahlar ruhuma bir zillet urbası giydirdi.

Senden ayrı düşmekle -Neye ayrı düşme diyorsa?!.- kendimi ciddi bir

meskenet libası içinde buldum. İşlediğim devâsâ hatalar -Yüz bin defa

hâşâ!- kararttı kalbimi; Sana sığınırım ey biricik Matlûb u Maksûd u

Mahbûb’um! Ciddi bir tevbe ameliyesiyle dergâhına teveccühümü kabul

buyurarak, beni bir ‘ba’s u ba’de’l-mevt’ ile yepyeni bir dirilişe erdir. -Sen de

diri değilsen, bilmem ki ben gibi mezar-ı müteharrik bedbahtlara ne demek,

120

nasıl sızlanmak düşer?!.- Kasem ederim ki, ben hiçbir zaman yaralarımı

sarıp sarmalayacak ve derdime derman olacak Senden gayrı birini

bilmedim, bilmiyorum ve her şeye rağmen huzurunda el pençe divan

tavrıyla affedilme intizarı içindeyim. Kovarsan bendeni hangi kapıya yönelir

ve kime sığınabilirim? Kovulursam o kapıdan vay benim halime ve

utanılacak ahvâlime!..”

A be gözümün nuru, biz seni ve emsalini o Siyer aynalarında yüzünüz yerde içten iniltilerinizle

tanıdık. Bu âh u vâh’a sebep, Hak’la engin münasebetin konumu açısından rüyalarında bazen

hayaline çarpan gelip geçici sis-dumansa, evet eğer iniltilerini tetikleyen bunlarsa, ne mutlu sana..

ve vay haline o sis-duman içinde ömür geçiren bencileyin çağın tali’sizlerine ve kendini dindar

sanan teologlarına!

Bu deyip ettikleriyle yetinmeyip inilti bestelerinde daha bir meyan yapar ve içini çekerek farklı bir

sızlanış faslına geçer:

Ey en büyük günahları bile bağışlayan ve çâk çâk olmuş sineleri şefkatle

sarıp sarmalayan yüce Rabbim! Senden, o yüz karartan günahlarımı

yarlıgayıp affetmeni, o utandıran hatalarımı setretmeni, bağışlayıcılığının o

sıcak atmosferinde re’fet ve rahmetinle sıyanet buyurdukların arasında

bendeni de bağışlamanı diliyor ve dileniyorum.

Keşke bu sızlanışların yüzde biri mabetlerde ömür geçiren, zaviyelerde caka yapan, dinî mektep

görünümlü gaflet yuvalarında ömür tüketen ve hayatlarını “yaptım, ettim” hırıltılarıyla geçiren taklit

sürülerinin ruh dünyalarında da bulunabilseydi!..

Hazret, iniltileri ayyukta iç döküşlerini devam ettiriyor:

Eğer günahlara tevbe ve inâbe, gönülde duyulup hissedilen bir

pişmanlıksa, yeminler olsun, edip eylediklerime bin pişmanım!

‘Estağfirullah’ deyip Senden bağışlanma dileğinde bulunmak hataların

ref’ine bir vesile ise, en içten nedametlerle inliyor ve bu biçare kapı kulunu

bağışlamanı diliyorum!

Geçiyorum bazı iç çekiş ve sızlanışları, bunları saygıma verebilirsiniz. Söz yine onda:

Allahım! Kullarına tevbe kapılarını ardına kadar açan, tevbe-inâbe

unvanıyla bunu bize bir bişâret gibi sunan ve ‘Ey mü’min kullarım! İçten ve

gönülden tevbelerle Rabbinize yönelin.’ (Tahrîm sûresi, 66/8) ferman-ı

celiliyle dergâh-ı nezd-i Ehadiyetine çağıran Sensin. Senin açtığın bu

kapıya yönelenlerin beklentilerine nâil olacakları da Senin kereminin

muktezasıdır. Evet, günah ve hatanın, kullarına yakışmadığı muhakkak

ama afv u mağfirette de Senin bir keremkânî bulunduğunda şüphe yok.

İlave edelim:

Kerem kıl, kesme sultanım keremin bînevâlerden

Keremkâne yakışır mı kerem kesmek gedâlerden!.. (M. Lütfi)

Muhtaç canlar isteklerini hep bu niyaz esprisiyle arz ettiler. Hakk’a karşı saygısızlık

sayılmayacaksa bu mülahazaları ben de paylaşıyorum.

121

Tak boynuma kemendini

Sevdim Seni haddim olmasa bile,

Duydum sözünün ap-ak akışını;

Vereyim canımı uğrunda, dile!..

Lütfet bize o nazlı bakışını…

Bir yeni alev saç garip gönlüme,

Yanıversin aşkınla cayır cayır!..

Destigîr ol Hak için âmâlime;

İltifat et, kapı kulunu kayır!..

Kerem kıl, bezmine dâhil olayım,

Koyma bendeni kapının dışında!..

Engin re’fetine nâil olayım,

İnâyet elin hep olsun başımda!..

Sevginle süzülüp gel gönlüme ak,

Benden olduğumu ruhuma duyur!..

Sevdiklerin gibi Kıtmîr’e de bak,

Aşkın ateşiyle gönlümü doyur!..

Yanıyor kalbim kaldıkça uzakta,

“Sen de Bendensin” de, bırakma sakın!..

Elimden tut vaadettiğin şafakta,

Rabbin atasıyla bu senin hakkın…

Sensiz geçen günler hep heder bence,

Yıllar geçiyor, Sensizlikle yandık;

İç içe gurbet yaşadık derince,

Değişik illüzyonlarla aldandık…

Dahasına kalmadı takatimiz,

Duyur bize bir kez daha kendini;

Kalmasın mahşere ifâkatimiz,

Tak boynumuza nurlu kemendini!..

122

Kendileriyle Yüzleşmede Hâle İle Hallenenler-2 Tarih: 09 Aralık 2018

İmam, her zaman farklı bir derinlikte devam ettirdiği âh u enînlerini şu zebercet beyanlarla da seslendirir: “Ey Rab, ömrünü isyan vadilerinde geçirdikten sonra, içten bir pişmanlık hissiyle Sana yönelip rahmet kapının tokmağına dokunan, dokunup Senin rahmet, şefkat ve utûfet teveccühlerini bekleyen ilk insan ben değilim; daha niceleri o kapının eşiğine baş koydu ama hiçbiri geriye boş dönmedi.” Böyle deyip sızlanır ve şu engin reca nağmeleriyle devam eder:- “Ey yüceler yücesi Rabbim! Ben huzur-ı kibriyâna zâdsız-zahîresiz yöneldim; Sen bir keremkânisin; dua ve tazarrularıma icâbet buyur; beni ümit ve beklentilerimde inkisara uğratma!”

Bu iç çekiş ve yakarışlar Hâle’dekilerin sızlanışları çizgisinde sürüp gider; sürüp gider de o, bu iç yakan âh u efgânıyla, kalb kasvetine yenik düşmüş cismaniyet insanlarına ve çizgi kaymalarıyla hedef sapması içinde bulunanlara, gönül diliyle ne besteler ne besteler sunar.. ve bu sûzişî nağmeleriyle, duyup hissettiklerini bencileyin yolzedelerin ruhlarına duyurmaya çalışır. Güfteler Hâle’den, nağmeler ateş-i aşkla yanan o melek sineden, bir ezan sesiyle,

Gafletle uyumak ne revadır abd-i hakîre, Şefkatle nida ederken Rahman gecelerde. (İbrahim Hakkı)

mazmununda, çok yüksek hislerle Allah’a iç döküşlerini ve nefsiyle yüzleşmelerini öyle tesirli iniltilerle sunar ki, anlayanlara bir saba nağmesi tesiri icra eder ve böyleleri bütün bütün ölmemişlerse, kalkar Hak kurbetine koşarlar. O içten nağmelerle uyanıp kendimize gelmeyi Allah bize de müyesser kılsın!..

123

Yetinmez Hazret bu şekilde Hakk’a iç döküşle; O’na gönülden yönelişin her yöntemini kullanmak ister. Kendiyle yüzleşme ve arkadan gelenlere inâbe yolunu işaretleme çizgisinde bir kere daha kor başını rahmet ü re’fet eşiğine ve farklı bir çerçevede sızlanmalara salar kendini: “Allah’ım! İşlediğim hata ve günahlar -neye günah diyorsa?!.- zillet urbaları giydirdi ruhuma.. cüda düştüm Senden ve kendimi meskenet libası içinde hissediyorum. Günahlar bî hadd ü pâyân kalbimi simsiyah hale getirdi. -Bu ne derin bir iç murakabesi!- Kapındayım, başım şefkat eşiğinde; ey o Biricik Mabud u Maksûd! Kabul buyur bu yönelme ve inâbemi!.. Bir kez daha Senin o yücelerden yüce dergâhına yöneldim. Başım önümde huzur-ı azametin karşısında el-pençe divan duruyor, affıma ferman bekliyorum. Gayri eğer uzaklaştırırsan bu bendeni kapından, kime yönelir, kime sığınırım?!. Ey günahların en büyüğünü dahi affeden ve dağınıklığa düşmüş yaralı gönülleri sarıp sarmalayan yüce Rab! Senden, o yüz kızartan hatalarımı bağışlamanı, affedip yok saymanı, bütün mesâvîmi setretmeni diliyorum. Ötelerde sevdiklerine iltifatını, o lütuf, kerem ve rahmetinin serinletici iklimini benden de esirgeme!”

Bu sözlerle bir farklı sızlanış tablosu daha sergileyerek, o derinlerden derin istiğfar, tevbe ve inâbe kurnalarına koşar. İrfan ufkuyla mebsûten mütenasip (doğru orantılı) çevreye öyle âh u vâhlar salıverir ki, o çığlıkları duyunca, bu âh u vâhı kirlerle âlûde bir mücrimin sızlanışları sanırsınız. Ne var ki, biz tam anlamasak da bu iç çekişler birer mukarrabîn ufku iniltisi ve nâdânlara ezan sesiyle birer uyarma ve ikaz nefesi mahiyetinde temcîd edalı nağmelerdir. Ne der ve ne söylerse söylesin, aslında bu “fenafillâh” abidesi, zannediyorum, rüyasında bile nefs-i emmâre ile hasbihal etmemiştir; ama gel gör ki, bize ders ve tenbih, kendi açısından da Hak karşısında ihraz ettiği mukarreb konumu zaviyesinden hep inlemiştir. Onun bu yakarışlarına bir iç çekiş ve bir sızlanış mahiyetinde sûzişî iniltiler diyebilirsiniz.

Bu itibarla da o, başı hep Hak kapısının eşiğinde “Bahtına düştüm!” der durur. İşte o sızlanışlardan bir hicaz iniltisi daha: “Ey yüce Rabbim! Beni hiçbir zaman Senden cüda kılıp kötülüklere düşürme; hatadan hataya düşüp isyan deryasına sürüklenmeme fırsat verme ve Senin gazabını gerektiren hususlara sürüklenmekten bendeni muhafaza buyur! Beni bitip tükenme bilmeyen tûl-i emeller arkasından koşturan, belâ ve musibetler karşısında sürekli sızlanıp duran, her hayırlı işi kendinden bilen, her zaman mâlâyâniyâta meyyal bulunan, gaflet ve nisyanlarla mâlemâl, günahlara karşı her dem açık; Sana yönelmeye, tevbe ve inâbede bulunmaya gelince ‘yarın’ deyip erteledikçe erteleyen şu baş belası nefs-i emmâremi Sana şikâyet ediyorum.”

Otağını itmi’nan ufkuna kurmuş bu sâfi ve zâki ruh bilmem ki neye nefs-i emmâre diyor?!. Bununla da yetinmeyip şeytan ve hevâ-i nefis girdaplarına karşı da aynı iltica ve tazarruda bulunduktan sonra ayrı bir niyaz faslına geçerek gönül dilinden kopup gelen ve biz gafillere şamar mahiyetindeki şu iç döküşlerde bulunuyor: “Ey Rab! Çeşit çeşit vesveselere esir, kaskatı kesilip paslanmış şu mürde kalbimi, havf u haşyet nedir unutmuş halimi Sana şikâyet ediyorum.”Gözyaşı ve kalb ürpertilerini asırlar ve asırlar ötesinde unutmuş; Müslümanlığı şeklîlik ve surîliğe emanet bu çağın مار كمثل ل الح ا يحم أسفارا mâsadakı dünyaperest ruhlar bilmem ki bundan bir şey anlayacaklar mı? Ben hiç zannetmiyorum!..

Hazret bunlarla da yetinmez; yönelir mehâfet ve mehâbet ufkuna ve insanî kemâlâtın temel unsurlarına.. yönelir كمةه رأس للاه مخافة الحه hakikati zıllinde gerçek fazilet unsuruna; Akif’in şu mısralarını seslendiriyor gibi inler ve bir kere daha Hak karşısında iki büklüm olur:

“Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır, Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır. Yüreklerden silinsin farz edelim havfı Yezdân’ın Ne irfanın kalır tesiri kat’iyen, ne vicdanın. Hayat artık behâimdir; hayır, ondan da alçaktır…” (M. Akif)

Böyle düşünür ve ölmemiş gönüllerde insanca yaşama hissi uyarır. Bu duygularını mehâfet ve mehâbet nağmeleriyle dillendirir; O’nun tarafından görülüyor olma zirvesinin ötesinde huzur-ı kibriyâda bulunuyormuşçasına ney gibi inler ve bir dîdebân tavrı sergiler. İşte bu konuda da farklı desen ve farklı renkte ümit edalı bir kaç demet havf u haşyet zemzemesi:

124

“Ey merhamet ve şefkat sultanı yüce Rabbim! Sana yönelen bu bendeni ve bu kapıkulu gedânı Sensizlik ateşine mi atacaksın? Edip eylediklerini ancak Senin engin rahmet ummanlarının arındıracağı bu âcizi afv u safhından mahrum mu bırakacaksın? Hâşâ, yüz bin defa hâşâ! Sen hiçbir zaman dergâh-ı ulûhiyetine yönelenleri eli boş ve inkisar içinde geriye çevirmemişsindir.” -Burada solukları kesilmişçesine ve mehâfet mızrabı yemiş bir kalb iniltisiyle- “Ne olurdu bir bilebilseydim; adımı ‘saîdler’ defterine kaydedip beni yakınlığınla şereflendirdiğini! Bilseydim de gözüm gönlüm sürurla, sevinçle tüllenseydi!.. Ey Rab! Şöyle-böyle seni bilip Sana inananların yüzüne rahmet kapılarını kapama! Ümit ve inancım, yüce varlığını duyurmakla ihyâ ettiğin gönülleri Sensizlik zilletine bırakma -hiçbir zaman bırakmamıştın- bırakıp da firkat ve cehennem ateşine yakma! Rabbim! Ben kulunu, gazap ve azap eleminden koru!.. Hayırlı ve hayırsızın birbirinden ayrılacağı, hesap endişesiyle elin-ayağın birbirine dolaşacağı, iyiliklerle serfirâz ruhların kurbet neşvesiyle kendinden geçeceği, hayatını kirletmiş bahtsızların uzaklık hicranıyla tir tir titreyeceği.. ve hiç kimsenin zerre miktarı haksızlığa maruz kalmayacağı o çetinlerden çetin günde beni Cehennem azabından koru!..” diyerek derin bir endişe içinde bulunduğunu dillendirir.. tepeden tırnağa günahlarla âlûde bir mücrim hissiyatıyla en içten yakarışlara yönelir.. iki korku ile iki emniyetin beraber olamayacağı iz’ânıyla yakarıştan yakarışa geçer.. titreyen elleriyle hep rahmet u re’fet kapısının tokmağına dokunur ve dur-durak bilmeden sürekli sızlanır durur.. sızlanır durur ve hislerini gözyaşlarıyla taçlandırırken de inanma urbası altında hakiki imandan uzaklaşmış, mehâfet ve mehabet hissinden mahrum ölü ruhlara tebah mesajları sunar.

125

Bir arz-ı hâl

Nazar kıl, gönül şâd olsun Sen’inle,

Şâd olmak varsa kapında enînle;

Bırakma gurbette nâçâr kulunu!..

Kerem kıl, n’olur efgânını dinle!..

Malumdur hazanla yüzüm sararmış,

İç içe dertler benliğimi sarmış,

Ey muztarlara cevap veren Rabbim!..

Bu mücrim kul daraldıkça daralmış.

Yaşasın rüyam yaprak dökümünde,

Dökülen var künde üstüne künde;

Lütfunla yıkılmasın ümitlerim,

Hazan mevsimi yaprak dökümünde…

Ne baharı bildim ne bir yaz gördüm,

“Rıza” deyip hiç durmadan yürüdüm;

Yürüten Sensin, Sana canlar kurban,

Diş sıkıp hep Nebî izini sürdüm.

Muzdaribim kalbimdeki yaradan,

Garibim, gurbetler hatırasından;

Dilde hüzün, gözler yaşlarla doldu,

Sağlam kul olamama tasasından.

Düşe-kalkayım, kaldım hep uzakta,

Yanıp kavruldum ateş-i firakta;

Bekleyip durdum hep bir vuslat demi,

Anladım o güzergâh bâb-ı Hak’ta…

Yok o kapıya varmaya kudretim,

Yetmiyor öyle vuslata himmetim;

Yolzedeye himmet edecek Sen’sin,

Âcizim, garibim, Sen’sin devletlim…

126

Kendileriyle Yüzleşmede Hâle İle Hallenenler-3 Tarih: 03 Ocak 2019

(İmam Zeynelabidin hazretlerinin kendisiyle yüzleşme adına seslendirdiği sûzişî nağmelerine

devamen)

Hazret’in, bu kadar korku ve endişelerinin yanında, ciddi bir recâ duygusuyla “Keremkânım!”

dediği ve kalbinin ümit hisleriyle ritim değiştirdiği de hiç az değildir. O böyle davranmakla

ve “Rahmetim gazabıma sebkat etmiştir.”[1] ümitbahş ferman-ı sübhânîsiyle rükûdan kavmeye

doğrulma sayılan tavrıyla, düşe-kalka yürüyenlere de Hak rahmetinin vüs’atini gösterme hali

sergiler. Adeta bir şairimizin dediği gibi,

Ger günahım kûh-i Kaf olsa ne gam yâ Celîl

Rahmetin bahrına nisbet ‘Ennehû şey’ün kalîl.’

mazmununa göre davranır; günah ve hataların yüzüne tükürerek, “Destgîrim ol!” iniltileriyle

“Rahmet, Rahmet!” deyip başını reca eşiğine koyar; oksijen yudumluyor gibi bir ruh haleti içine

girer ve inler. İşte o soluklardan birkaç damla:

Ey kulları Kendisine yöneldiğinde hemen teveccüh-ü rahmette bulunan..

hiçbir zaman onların ümitlerini karşılıksız bırakmayan.. onları, Kendine

yaklaştıran ekstra yol ve disiplinlerle cüdâ düşme hicranından kurtaran..

127

günah ve mesâvîyle kirlenmiş olanların ayıplarını setreden... yüceler

yücesi Rabbim! Ümitle kapına yönelip eşiğine baş koyanları hiçbir zaman

boş çevirmediğin gibi, bendeni de melül, mahzun yüz üstü bırakma!

Bu âh u efgânla reca-havf eksenli yakarışlarda bulunur ve haleflerine, o kapıya hiss-i recâ ile

yönelme sinyalleri verir. Hatta bütün bütün mihrap sapmasına düşmüş, yön belirsizliğiyle çırpınıp

duran tali’sizlere dahi bir ezan sesiyle Hakk’ın rahmet enginliğini duyurur.. onları, duyup ettiği

şeyleri paylaşmaya çağırır.. onlara havf u reca terkibinden en canlı mesajlar sunarak “ba’su

ba’de’l-mevt”ten güftelerle yeniden diriliş yollarını gösterir; gösterir ve İsrafil solukları türünden

nefeslerle onları yitirdikleri mihraba yönlendirir.

Sürüp giden bu engin fasıldan es geçtiğim çok noktalar oldu. Ondan ve okurlardan özür dileyerek,

bu zebercet mülahazalara da bir nokta koyup, onun o ledünnî zenginlikli ruh anatomisine has

başka türden sızlanışlarıyla, dili kalbinin güdümünde, düşüncesi metafizik âlemler ötesinde, sırrı

öteler ötesi nâkâbil-i idrak zirvelerde, gözyaşları ceyhun, melek âvâzlı nağmelerinden de birkaç

demet -çoğumuz bir şey anlamasak da- hayatbahş bazı hususları arz etmek istiyorum. İşte,

mazmun yörüngeli ruh destanı o mülahazalardan birkaç soluk:

Allahım! Azıksızım ama Sana olan tevekkül ve teslimim tamdır. Buna

rağmen cürümlerimin sınırsızlığını düşününce, tir tir titriyor ve azabına

maruz kalacağım korkusuna kapılıyorum. Vakıa rahmetinin vüs’ati

gözümde tüllenince de gönlüm emn ü emân hissiyle şahlanıyor. İşte, o ruh

haleti içinde bulunduğumda günahlarım su-i âkıbetle inletse de affına olan

ümidim ruhuma bağışlanabilme sinyalleri salıveriyor.” -Bu ne mukarrebce

bir denge!.. Bu ne derin bir havf u reca izdivacı!- “Huzur-ı kibriyâna eli boş

varsam da lütf u kerem enginliği mülahazası şahlandırıyor bendeni ve

gözlerim re’fetinin varidat vaadiyle pâr pâr parıldamaya duruyor. Öyle ki,

isyanlarla mâlemâl olduğum aynı anda, gönlüm ekstra gufran sürprizleri ve

üns esintileriyle iç içe ritim değişiklikleri sergilemeye başlıyor...

Huzurundayım ey Rab! Salıyorum kendimi rahmetinin çağlayanlarına.. ve

uzaklaşabildiğim kadar kendimden uzaklaşıyor, bütün benliğimle Sana

yöneliyorum!..

Havf hissi, reca iz’ânıyla, Hak’la münasebeti adına kendini konumlandırdığı yerin hakkını eda

edememiş olma tavrıyla o yüksek “akrabü’l-mukarrabîn” kâmet-i bâlâ yörünge değiştirerek,

adeta, “Ubudiyet, netice-i nimet-i sabıkadır.” düşüncesiyle ilahî lütuflar sağanağını bir kere daha

nazara alarak şükürle gürlemeye duruyor.. ve şükran kapısı eşiğine yüz sürerek, Hakk’ın “lâyü’ad

ve layühsâ” nimetlerine mukabil dil-dudak latîfe-i rabbâniyenin emrinde, hamd ü senâ

nağmeleriyle gürlüyor:

Allahım! Peşi peşine sağanak sağanak idrak ufkumun üzerine boşalan o

engin eltâfına ne diyeceğimi bilemiyorum.. fazl u kerem kaynaklı Senin

utûfe-i sübhâniyen karşısında dilim tutuluyor ve diyeceklerimi diyemez hâle

geliyorum. Senin çağlayanlar gibi akıp gelen, liyâkatimi çok çok aşkın özel

lütuflarını ت حص وها ل الل ن عمة تع دوا وإ ن “Saymaya kalksanız sayamazsınız ilahi

nimetleri!” (İbrahim sûresi, 14/34; Nahl sûresi, 16/18) adesesiyle temaşaya

aldığımda bir şey diyememe acziyle kırılıyor kolum-kanadım ve iki büklüm

oluyorum... Evet, Senin o hususi atıyyelerin karşısında hamd ü senâmın

yetersizliğiyle iç içe hicaplar yaşıyorum. İmanla gerçek dirilişe erişim..

İslâm’la dergah-ı sübhâniyene yönelişim.. boynumda kulluk tasması, başım

kerem ve ikram eşiğinde.. elim re’fet ve utûfet kapısının tokmağında, ن ك ل م

128

ند للا ع “Bunların hepsi Senden.” diyor, şükürle gerilime geçiyorum. Ne var ki

Sana karşı bu şükür hissi de yine Senden. Zira ne zaman Sana şükretsem

bu da Senin ayrı bir lütfun olması itibarıyla -şükürler sâlih dairesiyle- Sana

hiçbir zaman hamd ü senamı tamam olarak yerine getiremeyeceğim.

Keşke biz de bu mazhariyetlerin farkında olarak hayatımızı hep bu çizgide sürdürebilseydik!..

Tamamını idrakten âciz olsak da, verdiklerini, vereceklerinin emaresi kabul edip bütün fâniyât u

zâilâta bedel, ebedleri peyleme yoluna girerek, “zatına bakan yönüyle cife, arkasından

koşturanlar da kilâb” şu dünya-i fâniyeye gönlümüzü kaptırmadan, makam-mansıp, şan-şöhret,

servet-saman, bedenî ve cismanî arzulara bir parça sırtımızı dönüp her zaman o güneşler

güneşine karşı sekmeden yürüyebilseydik!.. Heyhat! Aldandık bu yalancı dünyanın câzibedâr

güzelliklerine!.. Tevehhüm-ü ebediyetlerle tûl-i emellere takıldık, kazanma kuşağında neleri ve

neleri kaybettik!.. Ne hoş söyler Çağın Sözcüsü: “Eyvah aldandık; bu hayat-ı dünyeviyeyi sâbit

zannettik; o zan sebebiyle -biz her şeyi- bütün bütün zayi ettik.. evet, şu güzerân-ı hayat bir

uykudur, bir rüya gibi geçti.. şu temelsiz ömür dahi çay gibi akar gider.”

Ama ne acıdır ki, büyük ölçüde bu bâzîçede aldandık ve ebedleri kaybetme pahasına şu fettân ve

vefasız dünyanın sûrî güzelliklerine takılarak ebedi âlemleri bütün bütün nisyanlara gömdük ve

geleceğimizi kararttık. Öyle ki ne ilahî atıyye ve behiyyelerin şükrünü tam eda edebildik, ne de

onlarla peylenebilecek o gerçek yarınların ayn-ı hayat olduğunu kavrayabildik. Ziya Paşa

soluklarıyla ifade edecek olursak:

Eyvah bu bâzîçede bizler yine yandık!

Zira ki ziyan ortada, bilmem ne kazandık!..

Aslında kazanmamız da mümkün değildi; zira hiç ölmeyecek gibi kendimizi hevâîliğe salarak

dünya mezraasını kupkuru çöle çevirdik ve ebediyetlere uzanan dünya güzergâhındaki köprüleri

de bir bir yıkarak öteler inanç ve düşüncesine bir sünger çektik. Bir türlü kendimize gelerek

yürekler acısı halimize bakıp Allah’a yönelmedik...

[1] Buhârî, tevhid 22; Müslim, tevbe 15.

129

Hepsi Sen’dendi

Gece-gündüz aşkın ile olayım hep giryan,

Bülbül gibi Sen’i şakıyayım her dem hayran;

Dilim o dil-i nâdânıma olsun tercüman,

Vird-i zeban eylesin Seni ey Canlara Can…

Her an ağlayıp durayım gözde fer kalmasın,

Aklansın sine-i nâlânım keder kalmasın;

Dünyaya meyl ü muhabbetten eser kalmasın,

Sevdanla haşr ü neşr et ömrü heder kalmasın…

Olmaz ise aşkın, nevbaharı neyleyeyim!..

Demezsen “sen” dırahşan dildârı neyleyeyim;

Rü’yet olmazsa taht u sarayı neyleyeyim…

Hak demezse güneşsiz fezayı neyleyeyim…

Varlığın çehresinde haşmetin ne canfeza!..

Yıldızlarla yazdığın destanın ne canfeza!

Seni sevmek, Senin muhabbetin ne canfeza!

Bîmârelere sonsuz himmetin ne canfeza!..

Bu derbeder aşk şu zayıf kalbimi eritti,

Gidip ağyâr ateşine düşmemeye yetti;

Dünyanın sevgi, alakası silinip gitti,

Benimçün dünya ve mâfîhâ sevgisi bitti.

130

Yokluk hicranıyla yanan kalb ateşi dindi,

Gönlüme öteden meçhul bir sekîne indi;

Maiyyet hissi bütün benliğimde gezindi,

Şu hakir bendene bunların hepsi Sen’dendi.

131

Kendileriyle Yüzleşmede Hâle İle Hallenenler-4 Tarih: 10 Şubat 2019

(İmam Zeynelabidin hazretlerinin kendisiyle yüzleşme adına seslendirdiği sûzişî nağmelerine devamen)

Hazreti İmam, başı her zaman utûfet kapısının eşiğinde, kalb gözü basiretleri kapı aralığında, teveccühe teveccüh beklentisiyle kalb ritimleri “Hû, Hû” diye atarak dillendirir başka bir yönelme yöntemini. Hakk’a öyle sadakat ve istikamet besteleri sunar ki, hayranlıkla kulak kesilir yer ve gökteki mukarrebler:

Ey Rabbim! Çeşit çeşit şek ve şüphe tahayyülleri -bunlar onun ufkuna ait iniltiler- sürekli köpürüp duruyor içimde. Bulandırıyor Senin o dupduru lütuflarının semâvî saffetini. Ne olur kaldır yakınlığına engel bu şekk ü şüphe sisini dumanını, gelip geçici de olsa kulluk tavrına uygun düşmeyen yakışıksız mülahazaları!.. Gönlümü yalvarıp yakarma hissiyle coştur! Kalbimi hep Sana yakın bulunma idrak ve şuuruyla gerçek dirilişe erdir!..

Yüzde bir ihtimalle zelle yaşama endişesiyle tir tir titrer; beyninin bütün fakülteleriyle, birinin ifade ettiği mazmun çerçevesinde,

Başım rahmet kapının eşiğinde, Sana teveccüh zevki içindeyim; Olsam da günahlarla âlûd bende, Yüzümün karasıyla emrindeyim.

132

vefa nağmeleriyle içini döker Yaradan’a ve beraat fermanı beklemeye durur, beklediği gibi o güne kadar.

Yetinmez bu itaat ve inkıyat iniltileriyle, rahmet ve şefaat kapısının tokmağına dokunmakla; “iman-ı kamil, amel-i sâlih” der sızlanır.. âh u vâhlarını ihlas ve rıza ufkuyla taçlandırmaya koşar:

Ey Rabb-i Rahim’im! Bizi, hoşnutluğunu hedefleyip soluk soluğa koşan gönül erbabından eyle! Her an gözü o kapıda, eli kapının tokmağında bulunan aciz bendelerini, onlarca en büyük iltifat sayılan rıza ve aşk u iştiyak düşünceleri ve içten düşleriyle, Senin sımsıcak teveccühüne vesile huzur-ı kibriyânda, kemerbeste-i ubudiyetle serfirâz kıl! Nezd-i ulûhiyetinde değişik payelerle şereflendirdiğin.. tasavvurları aşkın keyfiyetlere ulaştırdığın.. fazl u kereminle Kendini tam duyurduğun.. Sana karşı olan aşk u alâkalarını iştiyak üstü iştiyakla taçlandırıp vicdanlarını tecelligâh-ı ilahî seviyesiyle seviyelendirdiğin.. gönüllerini her lahza bir aşk u şevk cezbesiyle Kendine yönlendirdiğin Mustafeyne’l-Ahyâr (seçkin bendegân)dan eyle! Ey ‘rıza!’ deyip Zâtına teveccühe doymayan kapı kullarını vuslat yollarında yüz üstü bırakmayan Keremkânî! Bu bendeni de kabule karîn kıldığın bahtiyarlar zümresine ilhak buyur!..

Ey o yüce hâleye müteveccih dırahşan çehre! Sen her zaman aynı şeyleri diledin ve aynı şeylerle sürekli içten içe inledin. Sesin/sesiniz gelip tâ bu çağlara da ulaştı. O nağmeleri duymaya teşne gönüller, sızlanışlarınızı paylaşma sadedinde aynı şeyleri dillendirdi ve vicdanlarının diliyle, elleri aynı kapının tokmağında,

Kerem kıl, kesme Sultanım keremin bînevâlerden Keremkâne yakışır mı kerem kesmek gedâlerden!.. (M. Lütfi Efendi)

deyip iç döktüler. Aslında O, hiçbir zaman “kerem!” diyerek kapısına yönelenleri yüz üstü bırakmamış ve asla onlara hicran yaşatmamıştır.

Hazreti İmam konuyla alakalı niyazını daha da derinleştirerek inler ve “Ey Rabb-i Rahîm’im! Enîsim ol! Ruhumdaki Sensizlik vahşetini gider.. sürçmelerimi ve düşe-kalka yürümelerimi bağışla! Hatalarımı Settâr ism-i şerifinle setreyle! Bendeni sıyanet seraları içine alarak teminat-ı hâssanla emin kıl!” der; teveccüh, inayet, riâyet, kilâet beklentileri içine girerek, tutunur o kopmayan “urvetü’l-vüskâ”ya ve yürür tevekkül, teslim ve tefviz kanatlarıyla “lâ mekânî”liğe doğru.

Doymaz nâmütenâhî istikametindeki şahlanışında her vesileyi değerlendirmeye.. yönelir yerinde muhabbet mihrabına.. aşk dilenciliğine durur Maşuk-ı Hakîkî’den.. yetinmez elde ettikleriyle, “daha!” der; kanat çırpar, yükselir verâlar verâsı ufuklara.. ulaşmak istediği zirveye erme adına kalmaz eşiğine baş koymadığı ve teveccüh etmediği sıfât ve şuûn.. gönülden hep bir dilenci tavrıyla süsler niyazlarını o “Güzel İsimler” boyasıyla.. bilmez nazlanmayı, inler sürekli Hazreti Yakup ve Yûnus İbn Mettâ gibi, زن ي بث ي أشك و إ نما للا إ لى وح (Yusuf sûresi, 12/86)iniltileriyle, tasa ve dağınıklıkla hep Hazreti Müşkil-küşâ’nın kapısı önünde.. sızlanır ve Kudreti Sonsuz’a ne inceden ince niyaz besteleri sunar.

Yer yer ümit ve reca hissine kapılır ve şevk u şükürle şahlanarak Yunus edasıyla:

Hoştur bana Senden gelen, Ya hıl’at ü yahut kefen; Ya taze gül yahut diken, Lütfun da hoş, kahrın da hoş.

der. Rıza televvünlü reca hissiyle her vâridi bir armağan gibi öper, başına kor; olup biten bütün bu ihsasları özel bir teveccüh anlayışıyla ve “Rabbimin benimle muamelesi!” mülahazasıyla karşılar; Rab’den birer armağan saydığı bütün bu deyiş ve sezişleri iç içe sevinç hissiyle istikbal eder.

133

Hep böyle olmuştu ve böyleydi Hâle ile hallenenlerin değişmeyen duyuş ve sezişleri.. hiçbir zaman dinmeyen heyecanları ve azm ü ikdamları.. baş döndüren semâvîlikleri ve melekleri imrendiren, şeytanları fersah fersah uzaklaştıran kalb ve ruh desenindeki tavırları. Ne hoş dillendirir âşıklar sultanı Hazreti Mevlânâ, Hâle’ye müteveccih bu dırahşan çehrelerin o farklı yanını: “Bazen melekler bizim incelik ve nezaketimize imrenirler; bazen de şeytanlar kabalık ve densizliğimizden nefret duyarlar.”

Günümüzde gök ehlini imrendirecek insanların bulunduğuyla alakalı bir şeyler söylemek oldukça zor ama şeytanı zil takıp fıkır fıkır oynatan insan sayısının hiçbir dönemde olmadığı kadar mebzul bulunduğu da bir gerçek.

“Cenâb-ı Erhamürrâhimîn, ciddi bir “ba’s ü ba’de’l-mevt” ile, bütün bütün şirazeden çıkmış bu çağın şeytan güdümündeki insanlarına da Hâle’ye müteveccih gönül erleri yolunda dirilişler lütfeylesin!” niyazıyla, bu konuya da bir noktalı virgül koyarak şimdilik “yeter!” diyorum.