poesis edebiyat 1 - ne okusam...poesis edebiyat dergisi, metinleri ile var olmak isteyen herkese...

58
Poesis Edebiyat 1

Upload: others

Post on 29-Jan-2021

6 views

Category:

Documents


1 download

TRANSCRIPT

  • Poesis Edebiyat 1

  • Poesis Edebiyat 2

    “Okurun Kalbine Bir Ok”

    ISSN: 2718-0123 YIL: 1 Sayı: 1 EKİM-KASIM-ARALIK 2020 Yayın Türü Süreli Yayın E-Posta [email protected] İmtiyaz Sahibi Neo Dağıtım Pazarlama Ticaret Abdulmutalip TURAN Genel Yayın Yönetmeni Aydın ZEYFEOĞLU Yayın Kurulu Selamet BAĞCI Ferit SÜRMELİ Dolunay AKER Kapak Tasarım Erman AKÇAY İllüstrasyon Alkbazz Garagel Mizanpaj Masa65 Ajans Yönetim Adresi Muratreis mahallesi, Sebilci Molla sokak Dış Kapı No: 18/1 Üsküdar, İstanbul Ticari amaçlı bir dergi olmadığı için telif ödenmez. Dergiye gelen ürünler iade edilmez. Başka yayın organlarında yayımlanmamış ürünler değerlendirmeye alınır. Yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir. Kaynak belirtilerek alıntı yapılabilir.

  • Poesis Edebiyat 3

    SUNU Yoğun bir hazırlık evresinden yorularak, yoğrularak, birikerek ve biriktirerek yepyeni aydınlık çocuğumuzla birlikte sizleri selamlıyoruz. Merhaba... Geldik, buradayız. Okurun sesi uzun zamandır duyulmuyor. Edebiyatın okurla kurduğu diyalog kayıp bir duvar gibi kişiler arasına örülüyor. Fakat edebiyatın kişilerin beklentisine dönüşen bir havuz olduğunu düşünmüyoruz. Okur; azımsanmayacak, reddedilmeyecek bir yol arkadaşıdır. Poesis Edebiyat sakinliğe alışmış edebiyatın duvarlarına bir ok göndermeyi amaçlıyor. Uzun bir yol ancak yolun uzunluğu mesafenin gücüne bağlıdır. Biz bu mesafeyi dijitalleşen dünyada harflerimizi yakınlaştırmak için kullanacağız. "Okurun kalbine bir ok." Ne iyi niyetli ne de sevgisiz. Okurların bu kalbi yaşatacağına inanıyoruz. Samimi dostluklar, arkadaşlıklar, ahbap-çavuş ilişkileri, araya girenler, aradan çıkanlar gibi durumlarla ilgilenmiyoruz. Kim olduğunuzla değil metinlerinizin kim olduğuyla ilgileniyoruz. Kanonik edebiyatın belirlediği kurallarla da ilgilenmiyoruz. Poesis Edebiyat'ın kendi kuralları var ve bu kurallar çerçevesinde hareket alanımızı oluşturuyoruz. Edebiyatla ilgili her türlü öneriyi, düşünceyi ve eleştiriyi selamlıyor ve değer veriyoruz. Samimi olduğu müddetçe… Poesis Edebiyat Dergisi, metinleri ile var olmak isteyen herkese açık bir yerdir. Kimsenin kimliğine bakmıyoruz, ürününüze bakıyoruz ve tek koşul nitelik. Bu düşüncede olan herkesin tanıdıkça seveceği, sevdikçe sahipleneceği, sahiplendikçe büyüyeceği bir platform… Dolu dolu bir sayıyla başlıyoruz. Aynı çizgiyi büyüterek devam edeceğiz. "Poesis Edebiyat Dergisi (E-dergi)" Herkes ulaşabilsin diye ücretsiz olacak. Pandemiden dolayı alım gücünün düştüğü bu zamanlarda yazarlar ve okuyanlar olarak dayanışma içinde olmanın gerekliliğine inanıyoruz. Kiracı değil ev sahibiyiz. Okuyalım, paylaşalım. Paylaştıkça büyütelim, büyüyelim. "Yarin yanağından gayrı her şeyde, her yerde, hep beraber diyebilmek için ..."

    Keyifli okumalar…

    Poesis Edebiyat Dergisi "Okurun Kalbine Bir Ok"

  • Poesis Edebiyat 4

    EV ÖDEVİ Ölü bir caddenin yırtılmış fotoğrafından başka kalmadı geçmişimiz ben sarı sayfaları seçtim ismini aramak için sen buruşmuş bir binada ara, yüzüme karşılık gelen Çin alfabesini tenha bir dili öğrenmekte ağzım; devlet kayıtlarından silmek için hüznümü sana bakmak için kaç kıyafet değiştirdim vergiler dâhil onu sonra unuturuz.

    |Bu içeriğe şu anda ulaşılamıyor | Çünkü iyi görünmek için giydiğin takım elbiseni bende unutmuşsun çünkü vintage moda diye dedemden kalan radyoyu yanına almışsın her ne kadar biyometrik olarak değişse de ismi, vesikalık fotoğraf hep moda ve vesikalık fotoğraflar hep kederli o içeriğe hâlâ ulaşılamıyor çünkü mutlu olamayanların listesini güncellediler ve listede bu kez sen yoksun kendi kuşağımı bombalamak için çıktığım yolda üstgeçitte kazara gözlerimi yumdum iki anı sağ böbreğime saplandı idrar yollarım kapalı sen gelene kadar çişimi tutabilirim artık |Reklamı gizle | Kurduğun tuzakları karıştırmış olmalısın ki bu gece aynı yataktayız elinde tarot kâğıtları ve bu geçmiş benim değil diyorsun karşı yıldıza bakıp döneceğim dediğin günden beri ilk kez karşılaştığımız için seninle bana bir ihtimal borçlusun yırtılıyoruz biri bizi o fotoğraftan yırtıyor, yırtılıyoruz fotoğrafın diğer kısmında parmakların karnımda kalıyor şimdi bu ağrı karnımın değil ellerinin biliyorsun Devamı için tıklayınız| pavyonlar mutsuz erkeklerle doludur tüm gece lambaları bu sebeple hep hüzünlüdür evet, ödevimi yapmadım dün gece ilişkimiz kesikti ve evde gözlerin bitmişti.

    Onur Köybaşı Ağustos 2020

  • Poesis Edebiyat 5

    EPİFANİ

    Yeni geldim dumanlı levhaların aklından Koyu, ısrarlı bir atla gölgesini kovalayan

    Başa döndüm kapağını yediğim şişeden Ayılır nasılsa binaların sırtı

    Sen güneşi buraya ulaştır, üşüyorum İkiz kader niye yok, asal rüya?

    Bu yalnızlığı bütün paydoslara çıkar Sigara içilen yerlere, ne olur

    Bir düzenli akıl isterler şiire Böl, eksilt, tırnak, virgül ve nokta

    Sen bildiğini oku, yaz Atın sırtındaki teri hatırla!

    Özer Aykut

  • Poesis Edebiyat 6

    ve hiçbir şey olmadı

    bu dünyaya hayatta kalma endişemiz bulaştı eşlik ediyor her şeyi oldurma hevesimiz mesela kanun çalamıyorum diye üzüldüğüm zamanlar sesin güneşin eğilmediği bir bahçe kadar utangaçken uyanırken, ev ararken, ekonomi kötüye giderken kardiyo yapıyorum tartışma programlarına bakarken denize düşmekten korkan bir çocuğum olsun istiyorum belki bamya sevmeyebilir, sarı kıvırcık saçlı bunları düşünürken aklıma gökçeada geliyor adaları seviyorum, bu dünya da bir ada uzayda sahi beni masum hastalıklara ikna edebilir misiniz ya da adlara, ana karalara huzur getirsin için konulan gerçekten iyi değilim bana yardım edebilir misiniz?

    çünkü dünyanın makul bir anlamına inanmıyorum ve hiçbir şey olmak zorunda değil bizimle ilgili kötü tütünler, işe yaramaz ilaçlar, eksik ontoloji aslında saçlarını kestirsen seninle gelebilirdim lüzumsuzca gülümserdim şiveli bir yaz dizisi gibi köylü figüranlar durun yapmayın diye bağırırken abartılı mimiklerle zengin çocuğundan dayak yiyebilirdim üst kattaki kedi çiftleşme isteğini tüm mahalleye duyururken bütün kadınlar güzel erkekler sakallı ve çocuklar yapayken eğer yardım etmek isterseniz iyi biri olabilirdim

    biliyorum. herkesin bildiği o erdemlerden korkuyorum yine de deniyorum diyelim, üç gündür yalnızca soda içiyorum dünya evhamlı bir hamam böceği gibi ilerlerken sen yokuşlarda nefes nefese tedirgin yürürken uçsuz bozkırlarda su bulunacak diye bekliyorum yeni yayınlanan araştırmalar, açık ilanlar, istatistiklerle ilgiliyim gözlüklerim kayboldu, belki artık başka tuhaflıklar görmeliyim ev zamansızdır, hayat hiçbir uzama sığmaz diye bağırıyorum teşekkürler yok hayır, kartla ödemek istiyorum mecburen yalnız kelimelere temas eden biriyim acaba yardım edebilir misiniz ben kötü biri değilim.

    Fatih Kök

  • Poesis Edebiyat 7

    Linç: Öfke Fokurdarken

    Freud Uygarlığın Huzursuzluğu’nda “Saldırganlıklarının dışavurumuna maruz kalacak başka bir topluluk olduğu sürece,

    çok sayıda insanı birbirine sevgi bağı ile bağlamak mümkündür (Freud, 2019, s. 71).” der. Linç bağlamında yeniden

    okunabilecek bu söz, şiddetin akmaya ihtiyacını da anlatır. “Şiddetin akmaya ihtiyacı” derken, René Girard’ın Şiddet ve

    Kutsal’ına işaret ediyorum. René Girard bir elektrik terimine işaret ederek, şiddetin iletkenliğini sağlayacak nesnelere

    ihtiyacı olduğunu belirtmişti (Girard, 2019). Ancak tüm bunlar, metnin giriş paragrafı için boğucu olabilir. Öncelikle, bu

    çalışmanın derdini belirtmekte fayda var. Bu metinde lincin ne olduğunu ve motivasyonlarını tartışmaya çalışacağım.

    Metnin odaklandığı edebiyat, siyaset ya da başka mekânı yok.

    Belki buradan devam etmeli. Tanıl Bora linç edeni “kalabalığın koynunda” olarak tarifler. Dolayısıyla denebilir ki, lincin

    mekânı kalabalıktır, linç eden Kalabalık’tadır. Biri “Yakalayın” diye bağırdığında, adı güruh olan topluluğun bir parçası

    belki, “Vurun şerefsize, hadi!” diye haykırıyor, “öfkeyle fokurdayarak” iniyor yumruklar. Dehşet verici, değil mi? Ayfer

    Tunç’un Dünya Ağrısı’ndan bir örnek verebiliriz, beşinci bölümden:

    “Peynirciyi linç etmeye kalkmalarının haklı bir sebebi olmalıydı, sadece bir kadını öldürmüş olması

    yetmiyordu. Gerekçeyi hemen buldular, gerekçe bulmakta çok mahirdiler. Gelinin kocası para yedirmiş,

    tecavüzü rapordan çıkarttırmış dediler. Namus meselesiydi, göz mü yumsaydı diye konuştular (Tunç, 2014).”

    Poesis’in bu sayısı için bir metin hazırlamaya çalışırken, Sivas Katliamı – Yas ve Bellek adlı kitap yayınlandı İletişim

    Yayınları’ndan. Ozan Çavdar’ın tez çalışmasının bir ürünü olan kitap, konuya dair önemli görüşmeleri ve araştırmaları

    içeriyor. Niyetim, Sivas’a dair bir çalışma yapmaktı. Orada da Elias Canetti’den alıntı yaparak “kurbana yönelen taş ya

    da ateş, kalabalıkların ortak kararını temsil eder (Çavdar, 2020).” deniyor. Sivas katliamı örneği bir linç olarak da

    okunuyor. Ancak Sivas çalışmasının ve benzeri örnekler, hakkında söz etmek için cerrah hassasiyetine ihtiyaç duyarlar.

    Yaşanmamış, yaşanmasına izin verilmemiş yaslar hakkında nokta koyan cümleler kurmak çoğunlukla zor. Linç için

    kolay mı? Sormaya dahi hakkımız yok. Ancak Tanıl Bora’nın da ifade ettiği gibi, linç farklı bir yönü de içeriyor; kimi

    zaman bir koruma kalkanı olabiliyor. Örnek olacaksa, kimilerinin “beni linç etmeye çalışıyorlar” gibi ifadeler de son

    derece artmaya başlamasından bunu anlayabiliriz.

    Linç eden güruh, linç ettiği nesnenin insaniyetini düşürür bir yandan. O(nlar) böcektirler mesela. Tıpkı yakın tarihin en

    büyük katliamı olan Ruanda Katliamı’nda Hutu’lar, öldürecekleri Tutsiler’i “hamam böcekleri” olarak nitelediği gibi. Ne

    yazık ki örnekler çoğalabilir. Sivas’ta, Auschwitz’te ya da Ruanda’da… Buradaki ortak nokta, Melanie Klein okumasıyla

    varılabilecek bir noktaya da işaret ediyor belki: iyi ve kötü nesne ayrımı. Bu ayrım, kötü nesneyi yok etme hakkını

    elinde barındırırcasına kuvvetli olabilir. Kötü bir öteki öldürülecekse, onun “insan” olmadığını ifade etmek /

    dehümanize etmek lincin bir yönü olabilir (Şahin, 2019).

    Öldürücü şiddeti elinde tutan kalabalık, kararı veren yegâne merci. Benzer şekilde, dört kişiden üçü yargıçtır diyor

    Tanıl Bora Türkiye'nin Linç Rejimi kitabında. Devam ediyor, “Linç kalabalığın azınlığı çiğnemesidir -bazen, tek birisini

    (Bora, 2018).” Belki daha ilginç olanı, gene Tanıl Bora’nın şu ifadelerinde yer alıyor: “Linç eylemi, ona kalkışanları, ona

    kapılanları güruha dönüştürür. Linci yapan güruh olduğu kadar, güruhu yaratan da linçtir.” Dünya Ağrısı, yirmi birinci

    bölümden:

    “Yaban Mahallesi'nde bir adamın linç edildiğini duymuş. Ama daha ilkokulu yeni bitiren oğlunun linççilerin

    arasında olabileceği aklının köşesinden bile geçmiyormuş. Başına bir şey geldi sanmış (Tunç, 2014).”

    Peki, linçi oluşturan kalabalığın “kötü” olduğunu mu söylüyoruz? Buradaki kötülüğün karnı kalabalık mı? Evet ve hayır.

    Bir adım ötede, bir başkasının acısından keyif almakla ilgili sorular da burada sorulması gerekir mi?

    Yakın zamanda okuduğum bir araştırmadan bahsedeyim, bu çalışmayı Natacha Mendes Leipzig’te sürdürüyor, bir grup

    araştırmacı kuklalarla etkileyici bir çalışma yapıyor. Okul öncesi çocuklarla ve şaşırtıcı olacak ama şempanzelerle

    yapılan bu çalışmada, kuklaların bazıları nazik ve cana yakın – iyi, bazılarının da zalimce – kötü olduğu bir senaryo

    kurulur. Kötü kuklalar sevilen bir oyuncağı önce verir, sonra sert bir şekilde geri alır. Sonrasında kuklalar teker teker

    dövülerek cezalandırılır. Görülür ki, iyi kuklaların dövülmesi, (altı yaşındaki) çocukları kahreder. Ancak kötü kuklalar

    dayak yediğinde hayli neşelidirler. Deney devam eder. Kukla tiyatrosunun perdeleri inmeden önce çocukların bu

    cezalandırmayı kısa bir süre izlemesine izin verilir. Çalışmaya bir kural eklenir: Çocuklar cezalandırmayı izlemek

    istiyorsa, onlardan jetonlarla ödeme yapması istenir. Görülür ki, “kötü” kuklalar söz konusu olduğunda çocuklar

    ödemeyi yapar ve cezalandırılmalarını izlemeyi sürdürmek ister.

  • Poesis Edebiyat 8

    1-Bu konuya dair antik metinlerden biri olan Philebus’ta da Platon başkasının acısından alınan zevk hakkında kuruyor diyalogları.

    Ocak 2018’de Nature Human Behaviour’da yayınlanan bu çalışmada şempanzeler de bu cezalandırmayı izlemeyi

    sürdürmek için bir motivasyona sahip (Mendes, Steinbeis, Bueno-Guerra, Call, & Singer, 2018).

    Demek o ki, ötekinin acısından alınan bir keyif var, bunu konuşmak ve tartışmak çoğunlukla kolay değil. Eğer birisi

    “kötü” olarak tanımlandıysa, onun ceza almasından çoğunlukla keyif alınabiliyor, adalet tesis edilmiş gibi

    hissedilebiliyor. Ayfer Tunç’un Dünya Ağrısı’ndan bir paragraf, beşinci bölümdeyiz:

    “Polis arabası yumrukların, taşların, bağrışmaların altında hareket etti. Öldürülen yeni gelinin mahallesinden

    gelen eli sopalı gençler arabanın peşinden koştular bir süre, acayipleşmişlerdi, eğlence arar gibi bir halleri

    vardı. Peynircinin suçuyla alakası olmadığı halde dine, imana, bölünmez bütünlüğe dair sloganlar attılar.

    Toplandılar, bağırdılar, bağırmaktan yoruldular.”

    Freud girişte belirttiğim metnin V. bölümünde İncil’deki “Düşmanını sev” emri hakkında tartışır. Der ki, “Tam da bu

    yüzden, komşunun sevilmeye layık olmaması ve aslında düşmanın olması nedeniyle onu kendin gibi sevmelisin.”

    İlerler, daha kuvvetli bir ifadeyle, kardeşini sev çünkü en büyük düşmanın odur diye ekler. Bu ifadeyi “inanıyorum

    çünkü saçma” yani latince credo quia absurdum ile açıklar. Akli bir gerekçenin bulunmadığını söyler gibidir.

    Son

    “Hayır durdurdu. Tokat atarak kalabalığa bundan fazlası yok dedi. Kanun var diye bağırdı. Polislere söylüyordu, kanunu

    asıl onlara hatırlatıyordu." deniyor Dünya Ağrısı’nda. Güruhtan biri (farklı bir) yasa olarak çıkabilir. Diyebilir ki, bir kez

    daha ben vuracağım, bu son olacak ya da bir şeyi temsil edercesine “bu kadar yeter”.

    Emircan Saç Hakan Günday’ın (hatırlamadığı bir romanında) babası ölen roman kahramanının topluma dahil olmak

    için linç eden güruha katıldığını aktardı. Bu konu, güruhun içerisindeki dinamiklere dair bir şeyler de söylüyor. Freud

    şiddetin akacağı bir hedef olduğunda sevgiyle bağlanmanın mümkün olduğunu ifade etmişti. Ancak linç konusunu “bir

    gruba dahil olma ihtiyacı” olarak belirlemek cılız gelebilir. Gene de bunu göz ardı etmemek gerekir.

    Linç son zamanlarda neşeyle telaffuz edilen kelimelerden oldu. Birinin sosyal medya mecralarının herhangi birinde

    “linç yemesi” aynı zamanda komik bulunduğu, “hak etti” dendiği ya da “öyle yapmasaydı” dendiği bir hâl aldı. Linç had

    bildirme yolu oluverdi. Elbette bu metnin günümüzün sorunlarını çözmeye ve deva olmaya çalıştığını söylemek yanlış

    olur. Ama bu tuhaflıkları anlamlandırmaya çalıştığı söylenebilir.

    Kaynakça

    Bora, T. (2018). Türkiye'nin Linç Rejimi (6. b.). İstanbul: Birikim yayınları.

    Çavdar, O. (2020). Sivas Katliamı – Yas ve Bellek. İstanbul: İletişim Yayınları.

    Freud, S. (2019). Uygarlığın Huzursuzluğu (7. b.). (H. Barışcan, Çev.) İstanbul: Metis Yayıncılık.

    Girard, R. (2019). Şiddet ve Kutsal. (N. Alpay, Çev.) İstanbul: Alfa Basım Yayım Dağıtım San. ve Tic. Ltd. Şti.

    Şahin, D. (2019, Nisan). Doğan Şahin ile Söyleşi: Psikanalitik Hassasiyetle Savaş ve Travmaya Bakış. (B. Saç, Röportaj Yapan)

    Tunç, A. (2014). Dünya Ağrısı. İstanbul: Can Yayınları.

    Batuhan Saç

  • Poesis Edebiyat 9

    SOSYALİST GERÇEKÇİ ÜÇÜNCÜ KUŞAK İÇİN NE DEDİLER?

    Hasan Hüseyin’in 1964’te yayımlanan Kavel’i ile başlayan ve 1980’e kadar ‘iktidar’ olan, 12 Eylül darbesi ve reel sosyalist sistemin çöküşüyle şiir sahnesinden yavaş yavaş ayağını çeken, Damar dergisiyle anlayışına nokta konan ÜÇÜNCÜ KUŞAK, arkasında çok tartışılan bir şiir anlayışı bırakmıştır. Değişik imzaların değişik adlarla belirttikleri bu dönem için çok farklı değerlendirmelerde bulunmuşlardır.

    Ahmet Oktay: Şair hiçbir kez doğallıktan, toplumsal gerçeklikten yola koyulmaz. Şairi harekete geçiren dildir, imgedir. Şiirsel dilin, insanî içerik’i çevreleyen imgenin son çözümlemede nesnel gerçekliğe bağlı olması, şiirin o gerçekliğin dolaysız bir yansıması olduğu anlamına gelmez. Aksi halde yapılan bir şey olurdu şiir, yaratılan bir şey değil. Yaratma tek’dir, yapma ise benzer’dir. Şiirde birinci si kavratıcı somutluluğa, ikincisi zihinsel soyutluğa bağlanır. İnsanlar özgür olmalıdır sözü, soyut bir doğrudur; ilgilendirmez şairi bu yüzden. Özgürlük sorununu somut durumlarını araştırır o.Elbette kendi bütününe bağlıdır ama, siyasal özgürlük, cinsel özgürlük gibi türlü görünümleri vardır bu sorunun. Bu görünümlerden birinin içinde somut olgulara bağlanarak dile getirilecek bir tikelliğin, ‘özel’ olanın altını çizmesinden doğal ne vardır ki? Bu ‘özel’ durum, hemencik ve dolaysız bir biçimde bağlanamaz elbette “insan özgür olmalıdır” doğrusuna. Çünkü şiirin mantığı ne tümevarım, ne de tümdengelim yoluyla kavranabilir. Dilin ve imgenin önce duyulması, sonra kendi bütünlüğü içerisinde çözümlenmesi gerekir. Bu arada dilin bir yandan iç’e, öbür yandan dış’a çevrilmiş diyalektik birliğini de unutmamak gerekir. (…) Bir şiiri toplumcu ve güzel kılan, yalnızca ‘aydınlık gelecekler’e yönelmesi değildir. Önemli olan insan ilişkilerine bakış, çürümenin sunuluş biçimi, belirlenen dirayet ve kullanılan dildir. Yozlaşmayı göstermek, yozlaşmadan yana olmak değildir. dedi. (Papirüs, S. 4, Eylül 1966)

    İsmet Özel: Bizim Halkın Dostları ile yürütmeye çalıştığı mücadele dürüst bir edebiyat kuşağının yetişmesine yardımcı olmak içindi. Bunda çeşitli nedenle pek başarılı olamadık. Ama savaşın henüz başlamış olduğunu da sanıyorum. Bu alanda gözü pek bir kavgayı yürütebilmek şansını hiçbir art niyete sahip olmadığımız için elimizde bulundurduğumuz da bir gerçek. (dergi olarak) Dergiye yönelttiğiniz eleştirileri enine boyuna kafamda tarttım. Bunların bir çoğu zaten benim de düşündüklerimdi.

    İstanbul’a vardığımda bazı toplumcu arkadaşların yeni bir dergi hazırlığında olduklarını gördüm. Adı sanırım Gelecek

    oluyor. Genellikle 40 kuşağı diye bilinen toplumcu yazarların yönetiminde. Halkın Dostları’nı kardeş dergi bildiklerini

    söylediler. dedi. (02.04.1971, Edebiyat Dünyasından Attilâ İlhan’a Mektuplar, Otopsi Yayınevi, İstanbul 2001, s.222)

  • Poesis Edebiyat 10

    Muzaffer Uyguner: Şiirimizde toplumculuk anlayışı yukarıdaki akıma [İkinci Yeni] göre hem çok eskidir hem de daha belirli. Bu akımın büyük bir kol olduğu söylenebilir. 1970 yılında yozlaşmaya yüz tutan bu akım, 1971 yılı başlarında da aynı yozluğu sürdürmüştür. Bir söylev havası içinde yazılan bu şiirler birçok dergi tarafından yayımlanmaktaydı. Toplumculuk havasının yerine kavga geçmiş gibiydi. Devrimcilik sloganı altında sürülen bu şiirlerin birçoğunun sanat gücünün olmadığını kesinlikle söyleyebiliriz. Bir iki güzel dize yanında cılız akan bir dere niteliğini gösteren bu şiirler yılın yılın ikinci yarısında görülmez oldu. Genellikle Gelece, Halkın Dostları gibi dergilerde yer alan bazı şiirlerin şiirlerimize bir katkısı olduğu söylenemez. Fakat bu yozlaşan şiirler yanında gerçekten başarılı ve şiir yönü gerçekten başarılı ve şiir yönü gerçekten ağır basan birçok parçanın da yayımlanmış olduğunu anımsıyoruz. May Yayınları arasında çıkan kitaplar bu akımın güçlü örneklerinin yer aldığı kitaplar olarak anılabilir. dedi. (Varlık Yıllığı 1972, İstanbul 1971, s. 50)

    Hasan Hüseyin: “Karagün Dostu”ndan biliyorum matarada su torbada ekmek ve kemerde kurşun değil şiir ama yine de matarasında su torbasında ekmek ve kemerinde kurşun kalmamışları ayakta tutabilir biliyorum şiirle şarkıyla olacak iş değil bu daldan narı tarlada ekini kızartmaz güvercinin gurultusu ama yine de dişler arasında bıçak gibi parlar dedi. (Oğlak’tan)

    Fethi Naci: “Bilimsel görüş” dediğimiz şey, şairin toplumsal gerçekliği, tarihsel oluşumu tanımasına yardımcı olur, şairi birtakım yanlışlardan kurtarır ‘o kadar’. “Bilimsel görüş”ten daha fazlasını beklememeli bir şair; çünkü görüşün şiire sanatsal bir katkısı olmaz, kötü bir şairi güzelleştiremez. Çünkü ancak “biçimler”le var olabilir şair, bunun da ‘devrimci kuram’la değil, insanlığın şiir birikimiyle, ulusal kültürle, şairin özgün yaratıcılığıyla ilgisi vardır. dedi. (Yeni Dergi, Temmuz 1973)

    Ataol Behramoğlu: Günümüz şiiri başta Nazım Hikmet ‘in büyük mirası olmak üzere toplumcu şiirimizin bütün

    kaynaklarından, toplumcu şiirimizin bütün kaynaklarından, giderek bütün şiir geçmişimizden yararlanmakta, felsefi

    derinliği olan bireyin sorunları ve toplumsal sorunları bütünlük içinde kavramak sancısı taşıyan bir şiire yönelmiştir.

    dedi. (Cumhuriyet, 20/9/1975)

  • Poesis Edebiyat 11

    Ceyhun Atuf Kansu: “Ağustos Öğretisi”nden Yutmayın şu yalanı yeryüzü ozanları “Yurt yönetimine karışmaz şair Oturup dizeler yaratın budur işiniz” Der kuramcılar, pastahane eleştirmenleri, Yan yana geldiğinde sözcükler uyumla Yüreğin izdüşümüdür devlete Kardeş sözlüğündeki kan ışığı. Söz tohumcusudur yurttaş ozan Serpip geçer imgelerle, düşlemlerle Yeşertir halk yönetimindeki ekini. dedi. (Yansıma, S. 27, Mart 1974)

    Cemal Süreya: Günümüz şiiri, eleştiren bir şiirdir. Özellikle toplumsal eleştiri yapmakta, hayatı ve dünyayı değiştirmek istemektedir. Ancak şiirin görevi olarak sadece bu görüldüğü için gençler, şairler bir yerde şiirin bazı zenginliklerini kullanamamaktırlar. dedi. (Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı 1976, İstanbul 1976, s.545)

    Mehmet H. Doğan: İşçi sınıfının siyasi ortamda ağırlığının gittikçe artması, işçi sınıfının tarihi öncülüğünün yurdumuzda artık gözle görünür bir gerçeklik durumuna gelişi, siyasi alandan düşün ve sanat alanına kadar her yerde birçok şeyi değiştirecek bir tarihsel olgudur. Bireysel kahramanlıklar, serüvenci atılımlar, işçi sınıfı hareketinden kopuk keyfi yorumlar dönemi kapanmak üzeredir artık. Bu ise slogancı şiirin, mazmuncu şiirin soyut bir halk ve devrim kavramı üzerine spekülatif coşkular yaratacak ayakları havada bir şiirin de sonudur.Ne var ki bu devinime bilinçsizce yapılacak yaklaşımların, onunla özdeşleşmek yerine ‘uvriyerizm’i getirerek soyut bir işçi hayranlığı, bir işçi-fabrika miti geliştirebileceği de unutulmamalıdır. dedi. (Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı 1977, İstanbul 1977, s.37)

    Ahmet Oktay: Devrim kelimesi öylesine sulandırıldı ve sosyal demokrat bir içerikle dolduruldu ki, (…) Bugünkü koşullarda devrim kelimesi daha çok ‘kemalistler’in ya da ‘cuntacılar’ın kavramlaştırmalarında yararlı olur. dedi. (Birikim, S. 33, Kasım 1977)

    Nâzım Hikmet: Halkın “Aradığı şey, çıkış yolunun nerede olduğu, bu yaşamın nasıl daha iyi olacağıdır. İşte sosyalist gerçekçilik de buradan doğuyor Nâzım Hikmet. (s.33) Sosyalist gerçekçilik bir biçim sorunu değil, bir dünya görüşüdür. (s. 73) dedi. (aktaran, Aleksandr Fevralski Nâzım’dan Anılar, Çev: A. Behramoğlu,Cem Yayınevi, İstanbul, 1979)

    Asım Bezirci: Sosyalist gerçekçilik, geçmişinin kısalığına karşın verimli bir sanat anlayışıdır. Tarihi henüz yüzyılı bile

    doldurmadan nitelikli birçok yazarın ve eserin çıkmasına yol açmıştır. -Sosyalist gerçekçilik işçi sınıfının ideolojisine,

    tarihsel bakış açısına, devrimci savaşımına bağlı olduğundan dünyadaki oluşum sürecini yakından izleyip

    hızlandırmaya çalışmakta ve kendisini de onunla birlikte ilerleyip olgunlaşmaktadır. Sosyalist gerçekçilik, bazılarının

    sandığı gibi, yalnızca sosyalist toplumlar için değil, kapitalist toplumlar için de geçerlidir. dedi. (Sanat Emeği, S.14,

    Nisan 1979)

  • Poesis Edebiyat 12

    Tahir Abacı: Bu şiir, toplumsala yöneldiği için değil, bireyselliği toplumsal bir tabana oturtmadığı için eksik kaldı. Toplumsaldan öğrenci kökenli devrimcinin topluma bakışını , ‘militan tip’in yaşantılarını , genel doğruların ve davanın mutlak haklılığının vurgulanması anladı.bireyselden de, bu çerçeveyle ilintili olarak, sınıfından kopmuş ama işçi sınıfına da organik bağlarla bağlanmamış aydının karakterini yansıtan öğrenci gençliğin kendi ‘ben’ini yüceltişini, yiğitliğini, erdemlerini ya da davasal acılarını abartışını anladı. dedi. (Birikim, S.54/55, Ağustos Eylül 1979)

    Gülten Akın: 1960’lara gelindiğinde, şiirimizde halkçı toplumcu yönsem, üstündeki baskıdan birazcık olsun kurtulunca güçlendiği görülür. Öncesinde Nâzım’ınkiler ve birkaç başka ürün varken, bir yandan güçlendi, bir yandan müthiş bir yaygınlaşmaya, demokratlaşmaya girdi. Yüzlerce genç ozan dergileri zorluyor, kendine yer açmaya çabalıyordu. Sağlıklı bir gelişimdi bu. dedi. (Türkiye Yazıları, S. 61-62, Nisan-Mayıs 1982)

    Özdemir İnce: Şiirde öz ile biçimi birbirinden ayırıp öze ağırlık verenler, onun, sorunlarımıza, sorularımıza bir yanıt getirmesi gerektiğin düşünmüşler, ama bu soruların altını çizdiğini, derinleştirdiğini, kazdığını gözden kaçırmışlardır. dedi. (Gösteri, S. 16, Mart 1982)

    Hasan Bülent Kahraman: Toplumcu şairlerin 80 öncesinde ele aldıkları hemen hiçbir önemli mesele yoktur. Teorik düzeyde ne biçim ne de içerik bağlamında irdelenen hiçbir önemli sorunsal söz konusu değildir. bunun bir nedeni belki toplumcu şairlerin hayatın içinden gelmiş olmaları ve şiiri sadece dış gerçeği, hayatın görünen yüzeyini kuşatan bir kavram olarak görmeleridir. dedi. (Gösteri, S. 95, Ekim 1988)

    Hasan Bülent Kahraman: Toplumcu şiirdeki tıkanma bu şiirin önünde duran iki damardan Nâzım Hikmet, Attilâ İlhan şiirinin ve Ahmed Arif şiirinin açtığı damarlardan yürümesi ile kendisini göstermiştir. Hatta bu noktada bile garip bir durum yaşamıştır.: Nâzım şiirine ne olursa olsun söz edilmemesi, toplumcu şiirin önünde Attilâ İlhan şiirinin ‘burjuva romantizmi’ diye nitelendirilmesi, toplumcu şiirin önünde sadece Ahmet Arif yatağını bırakmıştır. Feodal değerlerden kalkan, halk şiiri ve otantik halk kültürüne dayanan bu şair az sonra kurmak istediği dünya ile çelişkiye düşmüştür. Kentin ve kent kavramlarının sanayileşmenin ve çağın şiiri olması gereken toplumcu şiir az sonra bütün bunlardan soyutlanmıştır. Halk şiirinin yapısal özelliklerini arkasına alarak, bir tür kavga, gitgide de slogan şiirine dönüşmüştür. Son büyük tartışmasını 1970’lerin başında yaşayan toplumcu şiir 80’lere gelindiğinde bu görüntüdeydi. 80’lere 70’lerin geliştirdiği bu olumsuz niteliklerle girmişti. dedi. (Gösteri, S. 95, Ekim 1988)

    Hasan Bülent Kahraman: Toplumcu gerçekçi sanat, yapıtına esas aldığı nesnelerin hiçbirisini (bu arada hayatın

    kendisini) rastlantıyla değil, o nesnelerin kendi ontolojilerinde sakladıkları anlamlarla değil, ideolojik planda ifade

    ettikleri anlamlarla ele alır. Bu itibarla toplumcu gerçekçi sanat yapıtında ideolojik kaygılar temel bir önerme ve

    değere sahiptir. Fakat bu toplumcu gerçekçi sanat yapıtının kaba, kunt, anlamsız bir ideolojik yapıt olduğu anlamına

    gelmez. Aksine onu bir ‘ayna’, bir transkripsiyon olmaktan kurtaran budur. dedi. (Gösteri, S. 95, Ekim 1988)

  • Poesis Edebiyat 13

    İhsan Deniz: 1970’li yıllar Türk şiiri açısından Toplumcu gerçekçi şiirin popülizmi ve köylülüğü dirilten atmosferi dolayısıyla tam anlamıyla tıkanma dönemi olmuştur. Slogan, ideolojik yaklaşım ve güdümlü şiir tutumları şair dünyalarını kısırlaştırmış, estetik değerler gözden çıkarılmış ve şiir çıkmaz bir sokağa mahkum edilmiştir. dedi. (Gösteri, S.203, Şubat-Mart 1998)

    Roni Margulies: Sosyalist şiir yazmak amacı taşımamam işimi kolaylaştırıyor. Çünkü sosyalizmle şiir arasında bire bir bağlantı aramak bu bağlantıyı bulup sosyalist şiir yazmaya çalışmak, kanımca umutsuz bir çaba. Yok böyle bir bağlantı. Sosyalizm, kanımca, işçi sınıfının kendi kitlesel eylemiyle iktidara gelmesidir. İşçi sınıfı insanlardan oluşur. Bu insanların her birinin, sosyalizm mücadelesi dışında ve onu da kapsayan, karmaşık, çok yönlü bir yaşamı vardı. Bu yaşamları sosyalistçe yansıtmanın formülünü bulan olursa minnettar olurum. Ama çok umutlu değilim! Şöyle formüller çok umutlu değilim. Şöyle formüller çok denendi elbet: Ajitatif mücadele şiirleri yazmak, sefalet edebiyatı yapmak, hep umutlu, iyimser şiirler, güzellik, insanlık sevgisi şiirleri yazmak. Ne var ki, işçi sınıfının yaşamı ne işyerindeki mücadeleden, ne sefaletten, ne de umuttan, güzellikten ibaret. Formüller yaşamın zenginliğini yansıtamıyor ve bu nedenle kötü, klişelerle dolu şiirler yazılmasına yol açıyor. Formüller işe yarasaydı dünyada Sosyalist olan ve şiir yazan veya yazmak isteyen binlerce, on binlerce insan olduğuna göre, devasa bir sosyalist şiir hazinemiz olurdu. Ama yok. dedi. (Şiir, Yahudilik Vesaire, Kanat Kitap, İstanbul 2004, s.101)

    Poetika: İkinci Yeni şairleri şiiri amaç edinen son şairlerdi. Bu dönem sonrasında şairin amacı şiir yazmaktan uzaktı, şiir bir araç olarak görülmeye başladı. Buradaki temel yanılgı, şairin şiiri araç olarak görmesiydi. Okur kitlesi şiiri bir araç olarak kullanabilir, ama şair şiirini asla bir araç olarak göremez ya da görmemelidir. Şiirin şiir olma amacını ikinci planda tutanlar hem şiirin kendisine ihanet ederler hem de gelişmesini engellerler. dedi. (S. 1, 1984)

    M. Bülent Kılıç: Halkın Dostları’nı bence önemli kılan iki önemli gerekçe var: Birincisi, komünist bir sanat pratiği örgütleme fikrine en çok yaklaşan Halkın Dostları oluyor. Çünkü bütünüyle (politik) politikanın güdümünde tasarlanmış olsa bile, bir ‘antiemperyalist kültür cephesi’ kurabilme hedefiyle ortaya çıkıyor.Bunu, sistemin edebiyatına karşı sistemli bir karşı edebiyat pratiğini öne çıkarma çabası olarak görüyorum. Halkın Dostları’nı önemsememin ikinci büyük gerekçesiyse, çalışmamda Genç 60 Şiiri diye adlandırdığım şiir hareketinin önemli temsilcilerini ve örneklerini bu dergide yer alıyor olması. dedi. (Saklı Rönesans, Note Bene Yayınları, Ankara 2007, s.34)

    Sabit Kemal Bayıldıran

  • Poesis Edebiyat 14

    Ben bir şiir değilim no: 201

    Eski denizlerimize dönme vâkti geldi

    Hangi denizlerimize?

    a) Dış denizlerimize b) İç denizlerimize c) Yan denizlerimize d) Orta denizlerimize e) Uç denizlerimize

    b) Mu gibi hissediyorum kendimi. İçrek denizimin bir kayıp adasıyım. Zamanaşımına uğramış bir zamanın katı hâliyim. (Zamanın katı hâli. Nedir ki?) bir eski Birgi evinin yanlak odasıyım (Yanlak: ke nâra itilimiş ya da yana doğru uzamış). Gizli patikler örüyorum beynime. Sevdâ şiirlerine g

    irmek istiyorum korsan olarak: örneğin::

    Balotelli karası bir duygu istersen: burdayım: Istanbuldayım. Saat: 23’ü 77 geçedeyim. Kan damlıyan bir keçedeyim. Prematüre bir gecedeyim. Yeni Dalga bir izlemin durdusundayım (pause); Fransızcadaki Öz Türkçe tüm sözcüklerdeyim: ertinmekteyim. İkegüdeyim. tutgakdayım.

    Nabzımda zıblak bir ağrı (zıblak: zımbalayan bir zonklama) Seni bekliyorumdayım. Gelmezsen anlarımdayım. Beni Seviyor Mu Kıtası’ndayım. İçrek denizimin kayıp adasın dayım. Bir eski Birgi evinin yanlak odasındayım. Bir Sevdâ şiirindeyim. Örneğin:

    Galatasaray sarısı bir sevdâ istersen: bulurum: İstanbulurum. Saat: 23’ü 78 geçerim. Yaparım bunu. Kan damlıyan keçerim. Prematüre gecerim her şeyleri. Bunu da yaparım. Yeni Dalga bir izlemi Godard’ım** ve yine yaparım yapamay acağını. Çünkü ben Emirganda değil; buradayım: Seni Seviyorumdayım. Çünkü Ben: Seni Seviyorluyum. Doğduğu yerli değil sevdiği yerlidir insan.

    İçresinde İçrek bir deniz gibi yer aldığım sevdâ şiiri bitti. Şimdi başka bir şiirde yer alabilirim. Yeni bir sözleşme imza ettim. Artık yer aldığım şiirler Netflix’te çıkacak. Mu gibi hissediyorum kendimi de dâhil. Zaten şimdi o şiire devam ediyorum:

    Zamanaşımına uğramış bir zamanın katı hâli. Nedir ki?

  • Poesis Edebiyat 15

    a. Bir eski sevmek b. Milkshake c. Bir eski Istanbul d. Tanrı e. Bir dul sevdâ

    d) Bütün kıtalar yine bir leşiyor ya da içremin tüm kıtalar ı bir leşiyor yine ve Ben: bir içrek deniz arıyorum yine kendime. Hatta; Mümkünse İçrek bir göl çünkü içrek bir dölden gelmeyiz hepimiz. Oysa ki, daha iyisi, içrek bir golden gelmeliyiz hepimiz. Şiir, 1778’de yazılsaydı, içrek bir gülden gelmeyiz hepimiz, olurdu am a değiliz. İçrek bir gol. Nedir ki? Kendi kendimize attığımız gollerden müteşekilliz. Ve bu na çok müteşekkiriz. Ve de. Kendi kendimize attığımız döllerden müteşekkiliz. Ve buna. çok müteşekkiriz. Yıl 1778 olsa da, kendi kendimize attığımız güllerden müteşekkiliz, di yemeyiz çünkü değiliz. Çünkü. Biz. Kendi atmığımız döllerden müteşekkiliz. Sansak da. O ysa ki. Tanrı’nın bize attığı gollerden müteşekkiliz ve buna çok müteşekkiriz çünkü golü atan başkası olsa. Çok. Üzülürdük. Babamız dışında birinin attığı döllerden müteşekkiliz gibi çok hüzüntülürdük. Zaten. Uzundur. Mu gibi hissediyorum kendimi. Hem de. Çok. Hissediyorum. Öyle ki. Kö peğimin adını MuMu koyuyorum. Ve. gitgide koyuluyorum. Bana artık Onyekuru. deyin. Fener’e gitme bile ihtimâlim var. Çok. Kötüyüm. Çok. ötüyüm. ötü: içli. Çünkü kendini i çen içrek bir denizim. Gibiyim. Tuzdan. Delirerek. Seni gece gündüz sayıklayabilirimdeyi m. Ve istersen.Kendimi. bu sevdâdan ayıklayabilirim.

    Not: nedenini başka bir bende* açıklayabilir im.

    *ayıkladıklarımdan hâlâ sağ kalanlardan

    **Godard: Godar okunur

    ***Seni Seviyorum nasıl okunur?

    Umut Yalım

  • Poesis Edebiyat 16

    TEK BİR SORU Konuk: Adnan Özyalçıner Soru:

    Toplumsal yapının taşlarını bireyler oluşturur pek tabii. Edebiyatımıza kazandırdığınız öykü külliyatının, neredeyse tamamında yoksullukla mücadele eden bireylere değinmişsiniz daha çok. Bir anlamda, kendi tabirinizle –yaşanan, yaşatılan- hayata, hayatlara dokunup müdahale ediyorsunuz. Peki, günümüz öyküsünü hangi perspektiften bakarak görebiliriz ya da bariz görülen tarafları var mı? Cevap:

    ÖYKÜ ÇOĞULDUR Öykü temelinde insana bakıştır. İnsanın yaşadıkları, ona yaşatılanların dökümüdür. Yaşamdır öykü. Yaşamımız bütün güzellikleriyle zenginliklerin eşitçe paylaşılmadığının öyküsüdür. Kıyıda, köşede kalanların, itilenlerin paylaşamadığı bütün güzelliklerde zenginlerin öyküsü. Bu haksızlığı bilen ama ifade edemeyen kıyıda, köşede kalan, bırakılan, itilen kalabalığın öyküsü. Duygularını, düşüncelerini, düşlerini anlatsa da bir türlü doyuramayan, dilsizleşen/dilsizleştirilenlerin insanın -yazarın da diyebiliriz- öyküsü. Dildir öykü, anadillerin en has sözcüklerinden oluşur. O sözcükler duyguların düşüncelerin, düşleriyle yaşadıkları ya da yaşayamadıklarıyla insanı yansıtır. Bütün ilişkileri, çelişkileri çevresiyle olan bütün uyumsuzluğu uyumsuzluğuyla birlikte. Bu yüzden anlatanla anlatılan tekil olsa da çoğuldur öykü.

    Hazırlayan: Ferit Sürmeli

  • Poesis Edebiyat 17

  • Poesis Edebiyat 18

    Malzeme Listesi

    çok koşturulmuş azgın aç bir köpeğin çıkmaz sokağa girdiğini anladığı an yaşadığı nefes nefese duygu salyalarını tutan bir adama karşı ikiz kardeşim gibi

    rüzgarı uğurlarken tüylerinden olacağını bilen şair kapatınca kapılarını dayanamayıp geri açar ağzında kötü bulaşır bir tat hıncını alır gibi yıkar kendini

    sokak köpeği kesilen su tadını bilse çok yaşayacağı günler konuşarak yol açılabilir bir kalbe bir sokağa açıl kalp açıl sokak

    nasıl olsa elimizde birkaç kazma birkaç kürek biraz şiir biraz yürek listeleyip çizmek için üstünü

    Hatice Kübra Öktem

  • Poesis Edebiyat 19

    KURTARICI ANNE Cafesimit’in tavan klimasından soğuk hava yayılıyordu. Kahve kokusu, görünümün arkasında çalan caz müziğinin iniş çıkışlarının yarattığı boşluğu dolduruyor. Araya çikolata soğutucusunun motor sesi karışıyor. Müşterilerin verdiği siparişleri duyuyordum. Sonra homurtuyla susan soğutucunun motor gürültüsünü. Sabahın bu saatinde sokak canlanıyor. Kargo kamyonu sokak başında duruyor. Sürücü kâğıt bardakta kahve alıp çıkıp gidiyor. Kakaolu kruvasanı kahvenin yanında kırk kuruşa alıyor bir başkası. Parka bir otomobil yanaşıyor. İçinden güzel bir kadın iniyor. Yazı yazdığım B3 masasında böyle bir kadını bekliyor olsaydım ne hissedeceğimi düşündüm. Latte’nin sütü soğuyor. Kruvasanın kırıntıları havalanıp uzaklaşıyor. Kalan biri iki kırıntıyı üfleyerek yere düşürüyorum. Düşerken o kırıntının hızını zihnimde yavaşlatıyorum. Bir iki dakika da böyle gidiyor. Tavandan üfleyen klimanın havasından olacak hapşırıyorum. Fincanın kenarındaki peçeteye alıyorum. Kuru burnumu siliyorum. Bunu yaparken ne kadar sahte bir iş yapmış olduğumu fark ediyorum. Yani sümük ya da boğazından bir küçük balgamcık çıkmamış olsa da, çıkmış gibi yapıyorum. Buradaki sahtelik can sıkıcı. Az önce kruvasanın peynirli olanının güzel olduğunu söyleyen garsonun sesindeki sahtelik gibi. Garsonun alışkanlıkla yaptığı hareketler, onlara eşlik eden sesin iticiliği. Bunlardan kaçış olmadığını biliyorum. Latteden bir yudum daha aldım. Sütün köpük sırtına binmiş tadını hissettim. Dilimin sıcaklığında köpükler eriyordu. Yolun tam karşı köşesini makineler eşmişti. Altı mağaza. Üstü ev. En azından tabelada öyle yazıyordu. Lüks daireler. Anlamın inşa edilmesi ilgimi çekiyordu. Yazı yazdığım bilgisayar ekrandan yüzümü döndürüyorum. İnşaat çukuruna bakıyorum. Beni heyecanlandıran bir şey vardı o çukurda. Çukur eski bir anlamın içini boşaltmıştı. Yeniyi kuracağının garantisini vererek. Bir anlamın kurulacak olması heyecan vericiydi. Bu bina kesinlikle birörnek anlamlardan oluşan seri içinde yer alacaktı. Olsun. En azından farklı bir şey de çıkabileceğinin beklentisi içinde olmayı seviyorum. Annem birden Cafesimitin sıkışık iç alanına göre geniş yapılmış yana açılan kapı boşluğunda beliriyor. Düş mü gerçek mi? Anlam veremedim. Bu yüzden annemle yaşadığım son anıyı anımsamaya çalışıyorum. Bir ara iki dizi protezli haliyle çamaşır sepeti taşımaya çalışırken yakaladım onu. ‘Ne yapıyorsun?’ Diye sordum. ‘Çamaşır sereceğim.’‘Tamam,’ dedem,‘Bana ver. Ben taşırım sepeti.’ Sepetten yumuşatıcı kokusu geliyordu. Gerili çelik tele çamaşır asarken anneme, ‘Konuşmalıyız,’ dedim. ‘Ama burada olmaz. Sen mahalleden çıkıp yanıma gel.’ Cafesimit’in göz hizası görünümü değişiyor. Ayağa kalkıyorum. Bu kez görünüm uzun boyumun hizasına yerleşiyor.

    Annem oturur oturmaz soluğunu bırakıyor. ‘Ne vardı beni buralara kadar getirecek?’ Diye soruyor. ‘Babanı bırakıp

    geldim.’Annemin nasıl bir gelişi olduğunun üstüne düşündüm bu kez. Bir çatı katı aklıma geldi. Deniz rüzgârının pencere

    pervazında ilenip durduğu.Onuu ben değil, asıl siz öldürdünüzz. Denizden çıkan ölüler zamanıydı. Ve deniz kendini

    böyle ıslıklarla temize çıkarırdı. Terasta mutlaka bir kanepe vardır. Kardeş evlerinden birinden alınmadır. Çatı katının

    iğreti duran eşyalarındandır. İkincisi o uzun koyu kahverengi masadır. Şaşalı günlerin yemekleri bitmiş, kalın ayakları

    artık hiçbir şey taşıyamaz olmuştur. Babam o kanepeye uzanmış uyukluyordur. Kanepenin bitişiğindeki hasır balık

    sepetindeki ağlardan gelen koku, içilmiş rakı bardağının belli belirsiz anason kokusuna karışıp durmaktadır. Güneşlidir

    hava. Balık mevsiminin açılmasına yirmi gün vardır. Mangal bir kenarda durmaktadır. Külünün içinde bir iki balık iskelet

    kırıntısı eşelenmeyi bekler. Çocuk merakı işte. Bir el uzanacaktır oraya. O elin uzanışının görünümünü yavaşlatıyorum

    bu kez. El küle değer değmez kasılıyor. ‘Hey! Ne eşeleyip duruyorsun orayı?’Annemin buyurgan sesi olmasa, pekala bir

    denizkızı çıkartabilirdim küllerden. Ona ruh verebilirdim.

    Sanki sohbete katılmak ister gibi bir yalnızlık içinden baktı garson. ‘Türk kahvesi. Orta,’ deyince yanımızdan uzaklaştı. ‘İlaçlarını aksatmıyor değil mi anne?’ ‘Ona kalırsa ilaçsız da yaşayabilir insan. Sonrasını biliyorsun işte. Soluğu kesiliyor. Kalp krizi onu yokluyor. Sürünerek salona, oradan terasa çıkıyor. Bize sesleniyor. Aynı şeyler. Ambulansı ara. Aşağı in! Sedye asansöre hiç sığmıyor. Bıktı ambulanstaki çocuklar. Korkuyorum. Kendi ölümümü onda gördüğümden mi, onun cansız bedenine bir gün bakacak olmamdan mı bilmiyorum.’ ‘Ama anne,’ dedim,‘Bir zamanlar korkmuyordun sen. Cesurdun. Kendi babanın ölü bedenini bakma cesareti gösterdin.

    Anımsıyor musun?’

    ‘Hiç unutur muyum?’ dedi. Sonra soluklanarak anlattı. Kilo almıştı. Midesi sarkmış ve aşık olduğum o kadın güzelliğinden geriye çok az şey kalmıştı. ‘Onu boş bir odada yere yatırdık. Üzerini örtmedik. Sanki uykudaydı. Bir an gelip ayağa kalkacaktı. Ölüler üşümez, diye

    konuşurken gözlerimiz açık hareket etmesini bekliyorduk sanki. Küçüktüm elbette. Anlam vermeye çalışıyordum.

    Babam ve sarı Puch motoru. İkisi ayrılmaz bir bütündü. Bir de kurt köpeği Co. Sanki hepsini birden gömecekmişiz gibi

    geliyordu bana. Çocukluk işte. Ölümün bizden bir şey kopardığını kestirebiliyordum. Ama sanki içimde, ölünce de

    sevdiklerinle bir şekilde devam edilebileceğin fikri gelip yerleşmişti.’

  • Poesis Edebiyat 20

    ‘Aman, söz açtığım konuya bak,’ deyip uzun bir suskuya yasladı sırtını. Durmadan alnı terliyor, az önce çıkardığı çiçek desen işlemeli beyaz bez mendilini alnına götürüp duruyordu. Mendili sade alır,iç içe geçen tahta çemberlere gerer. Sonra da onlara yaşam kazandırırdı. Ama balık deseni hiç yoktur mendillerinde. Annemin Cafesimit’in geniş kapısından girişini aklıma getirdim. Elinde beyaz bir mendil. Kızarmış bir yüz. Terli alın. Alışkanlıkla mendili tutan eli alnına gidiyor. O elin derisinin sertliğini hissedebiliyordum. Bu kez o parçalanmış parmak derilerine sızmak istiyordum. ‘Buraya senin taksici Cahit alıp getirdi beni,’ diyen sesiyle kendime geldim. Geniş pencerelerden gelen bol ışık gözlerimi kamaştırdı. Cahit’ler arasında taksici olanını seçip ayıkladım. İkiz kızı vardı Cahit’in. Çağrılarından birinde arka koltukta çıkıp gelmişti onlarla. ‘Sizin evin o tarafta arkadaşlarına gidecekler. Onları da bırakırım diye aldım yanıma.’ Sanki Cahit’le aramda belirsiz ama bir o kadar ortada olan bir samimiyet vardı. Kızları yanına almak cesareti bundandı. Yaşamım boyunca böyle bir ilişki gevşeği olduğumu anımsadı. Yeniden canım sıkıldı. İş gelip korkak bir ‘Hayır,’ yanıtına dayanınca kötü oluyordu. İçimde varlığını duyuran, ego denen semirmemiş şeytan onu beni bırakmıyordu. ‘Hala, bir tek söz etmiyorsun. Neden beni bunca yoldan çağırdın?’ Eşimle yollarımızı ayırmaya karar verdik, diyemiyordum. Artık yatamıyoruz, da. Bunca kabalaşmanın âlemi de yoktu. Ki annem böyle şeyleri hiç sevmezdi. Kadının kendini erkeğe vermesinin bir ahlaki kural olduğunu düşünmesine rağmen. Fincandan bir yudum aldım. Soğuk lattenin süt ve kahvesi birbirinden ayrılmıştı. ‘Biz birlikte olamıyoruz.’ Bu yalnızlık ve kuruluk hissi veren bir söyleyiş oldu. ‘Karının hayatında başka biri mi var?’Annemin karı deyişinde beni paylaşamama mı vardı? Başka şey mi anlayamadım.Benim de yaşamımda başka biri olabilirdi. Es geçip gelinin durumunu sorguluyordu.. Az önce pahalı otomobilden inen kadın masasında oturmuş olabilirdi. Masanın üstünde dik duran B3 figürünün hemen yanındaki laptopu kastederek, ‘Gene yazıyorsunuz bir şeyler,’ diye söze girebilirdi. ‘Evet. Buraya gelene kadar epeyce zamanı atlatmak gerekti. Arkadaş zamanını. Çocuk zamanını. Bakıcı zamanını. Trafik zamanını. Eşini iş çıkışı alacak olmanın zamanını.’ ‘Ne yazıyorsun?’ ‘Bilmiyorum. En azından başta. Sonra açılıyor birden. Karamelli çikolatanın seksen sekiz lira olması gibi bir gerçek bu. Kalkıp altı tane ısmarlayacak bir görünümün de yok üstelik. En azından bir kilo alıp çıkarsın. Bu kez eve dönünce yaşanacak olan karşılıklı konuşmanın can sıkıcılığı da var üstelik.’ “ ‘Bu kadar pahalı almanın bir anlamı yok! Çok alışveriş yapıyorsun. Çocukların dişlerinin çürümesinin nedeni belli. Ay sonunu düşünelim. Son hesabı yapalım bu akşam. Bitince bir kadeh şarap içelim. Mum ışığı olsun duvara yansıyan. Sonra kırmızı, kısacık kombinezonun işleme boşluklarından fışkıran beden imgesi. Kırmızıya karışarak dans gelsin sonra. Ay ışığını seyrederken öpüşelim. Perdeler açık yine görünmeyiz değil mi?Karanlık taraf ışıklı tarafa görünmez. Şüphede her şeyi soğutan bir şey var. Hadi içelim.’Bütün bunları yazmak istiyorum. Yazıyorum belki. Yine de iki köpek gezdiren adamın rahatlığını bir türlü yaşayamadım. Ona üzülüyorum. O adam da zaten geçen gün tansiyon düşüklüğünden öldü. Eşi siyah giyiniyor. Gerçek kurguyu düelloya davet ediyor. Ada, adamın köpeği, tek kaldı şimdi. Pencereden hala adamın gelişine havlıyor.’

    Kahve ince uzun bir tabakta süslü püslü geliyor. Annemin en sevdiği çifte kavrulmuş lokumlar da vardı. Türk kahvesini höpürtü sesi annemin kulaklarının gerilediğini gösteriyor. Kahvenin koyu karanlık sesine arabalı kadının sesi karışıyor. ‘Her zaman böyle rahat yazar mısınız? Bayağıdır buraya geliyorum. Şu köşeden sizi izliyorum. Kendinizi yazıya verişiniz hoşuma gidiyor.’ ‘Bilmiyorum. İlişkilere bakınca bunlar yapay ayrımlar gibi geliyor. Kendimi çocuklara verişim. Kitaplara. Eşime. Onun kadınlığına. Şaraba. Şu sokağı izlemeye kendimi verişim. Bomboş bir sokak. Arabalar terk edilmiş. Kimilerinin kapıları açık. Kimilerinin motoru hala çalışıyor. Dörtlü lambaları yanıp sönenler de var. Bagajı açık olan da. Sessizliğin en üst kısmına asılı. Aslında onları böyle görürken gölgeleri de uzatıyorum. Sokağa çıkıyorum. Sis yayılıveriyor sokağın bir ucundan. Ayaklarım mı sisi siliyor? Sadece belimden yukarısı arabaların arasından geçiyor. Bir porno dergiden yırtılmış bir sayfa yerlerde uçuşuyor. Asfalt yolun üstünde bir defter. Kalem sonra. Kendini vermenin yapaylığı. Sıkıcı elbette. Sahtelik kokuyor. Zihin işlemden çıkarılınca yaşam hoş oluyor. Belki o anlık boşluk. Bunun için yaşıyoruz. Aklın devreye girmeden, duygunun salya sümük olmadan önceki hali için. Kendimi yazıya verirken böyle bir duygu durumu yaşıyorum. Kendime dönüğüm bu yüzden.’ ‘Size uzaktan bakınca her şey anlaşılıyor. Ama ilginç olan da şu an sizinle konuşurken zihninizde beni çıplak olarak

    konuşturmanız.’

  • Poesis Edebiyat 21

    ‘Her şey zihnimde olup bitiyor. Bunun bir zararı yok. Gün içinde böyle asılı çerçevelere değiyor elim. Durmuyorum. Kendimi kısıtlamıyorum. Bu kısa etekli tezgâhtar kızın eğilince ucundan bir şeyler görür müyüm diye merak eden garsonun hali gibi doğal bir şey. Benim yazı zamanım bitecek. Annem yola çıkmış geliyordur şimdi. Bu yüzden bu havayı yitirmemem gerekiyor. İşim çok. Yani en sonunda soracağını biraz öne almak istersin diye düşünüyorum.’ ‘Bu konuşmamızın sonu yatakta mı bitecek?’ ‘Belki zihnimde bitebilir. Yine de bilmiyorum. Böylesini tercih etmeyen bir yanım var. Sanki böyle bir melankolinin, yani sadece sizinle konuşuyor olmanın sınırında kalmalı her şey.’ ‘Nasıl bir sınır ki bu? Örneğin gece ormanda kenarından geçip giden yolda müşteri bekleyen bir ben mi? Kendi odasına, belki yakıştırmadığın, çekilip yazı yazan ben mi? Nöbetçi kütüphanede kitap okuyan ben mi? Pazarda elimde pazar arabasıyla yürüyen ben mi? Göl kıyısında arkadaşımın erkekliğini avuçlarımda hisseden şaşkın ben mi? Kontrolsüz sesli geğiren, yellenen ben mi? Hangisi?’Son sözler sisler içinde yankılanıyor. Bir uyanış daha. Annemin sesi geliyor.

    ‘Çok dalgınsın.’ ‘Kusura bakma anne. Yıllardır canımı yakan bir şey var. Onu seninle paylaşmak istiyorum.’ ‘Neyi?’ ‘Hani anımsarsın belki. O yer katı evimizi. Hani evin her iki yanından sokağa kapısı olan. Önü Vita yağ saksıları içinde çiçeklenen. Margarin kokan.’ ‘Evet. Aklın da bazen nerelere gidiyor. Neler de anımsıyorsun. Şaşıyorum.’ ‘Geceydi. Yağmurluydu. Şimşek çakıyordu. Yer yatağındaydık kardeşlerimle. Korkmuştum. Pencereden bakan ışık, gök gürültüsü beni korkutuyordu. Kafamdaki plana sadık kalarak sizin odaya doğru döndüm. Beton yer soğuktu. Odanızın kapısı açıktı. Kapıdan girip sola döndüm. Homurtu. Babamın içindeyken üstündeydin. Kırmızı bir şey gördüm. Ayrılıyordu. Belki ben bu rengi uyduruyordum. Sessizlik uzuyor bu arada. Sanki her şey duruyor. Çünkü yolunda gitmeyen bir şey vardı. Bu, iki civcivin boynuna ip bağlayıp onları döndürerek kiremit çatıya atmış olma suçluluğuna ilişkin sezgisel bir şeydi. Babamın tokadı beni kendime getirmişti. Ağlayarak yeniden yatağa döndüm. Sana sormak istediğim. Neden çıkıp gelmedin? Çıplak veya giyinik. Neden gelip beni avutmadın? Ne zaman bir çıplaklık görsem yine suçlu hissediyorum. Ama o çıplaklığın peşinden de koşmak istiyor canım.’ ‘Nasıl bir hafızan var senin? Hafızan işkence merkezin. Bana niye şimdi bu ahiret hikâyelerini anlatıyorsun?’Yüzüne çocuksu bir şaşkınlık gelip yerleşiyor. ‘Bilmiyorum, neden anlatıyorum. Denizim sürekli glukofaj, insülin, tansiyon ilaçları getirip bırakıyor kıyıya. Bana başka bir şans bırakmıyor. Görüşümü engelliyor. Adam bu arada bir orta masanın aşağısından ilaçlara bakıyor. İlaçlar sehpanın üstünde insan gibi duruyor. Kendilerine dokunacak bir zaman kolluyorlar. Duvarın boyası silik. Yer yer dökülmüş. Küf kokusu sarmış her yanı. Belli belirsiz bir radyo istasyonu arama sesleri karışıyor sonra. Büyükbabamın beş litrelik pe-re-ja kolonya bidonuna doldurulmuş el çekimi rakıdan çay bardağında içişi senin sesinle benim arama gelip oturuyor.’ Geçmiş, günün doğrusunu açıklamaktan acizdi. Öyle uzun bir ah çekti ki. Sonra yer yer derisi soyulmuş omuz çantasına uzandı eli. Bir güçle kalkınca ağrıyan protezli bacaklarının üstünde durmaya çalıştı. İlk adımlarındaki acemilik gittikçe kararlı adımlara dönüştü. Pahalı arabalı kadınla birlikte görüş alanımdan çıkıp gitti.

    Erkan Tuncay

  • Poesis Edebiyat 22

    ERKEN SONBAHAR Bir rüya gördüm. Yok, öyle değil, bir rüya görmediğimi gördüm. Maskeler mi gördüm? Neyi gördüm? Neyi gösteriyorlardı bana? Ağzım burnum kapalı mıydı? Gözlüklerim buğulanıyordu. Gözlerimde korku nöbet tutuyordu. Elimde ne işi vardı eldivenlerin? Gülleri mi buduyordum? Kış değildi; yazdı. Sıcaktı. Eldivenler de sıcaktı; nemli. Bir şeye dokunmaya korkuyordum. Gün tedirgindi. Aynaya doğan güneş, ölüydü. Ben bir rüya görecek adam mıyım, dedi adamın biri rüyamda. Bana ne senin rüyandan, dedim. Adam üstüme yürüdü. Onun rüyasında da ben varmışım. Buna inanmadım. Sana ne oluyor, sen ne karışıyorsun benim rüyama, dedim. O da bana aynısını, dedi. Rüyalarımız ağız dalaşına başladı. Sonra el ense çekip birbirlerine, kapıştılar. Bir onun rüyası yere düştü, bir benim rüyam. Rüyalarımız yara bere içinde kaldı; sonra rüyalarımızı ayırdılar. Oysa ben bir odada olmak istiyordum. Bembeyaz dört duvarın ortasında. Gökyüzünün en altında. Açık pencerenin önünde. Oda olmazsa uzaklara giden bir gemide, teknede, kayıkta. Sal olmaz, ama kayığa hayır demem. Odayı rüyalardan kurtulmak, kaçmak için istiyordum. Rüyalardan kaçmak, hapisteki tutuklu için tünel kazmaya benzer. Ama nerede tek başıma yaşayacağım oda? Maskeyi niye takıyordum acaba? Ya durup dururken eldiven giymenin ne anlamı vardı? İşler karıştı son günlerde; hava akımının girip çıkmadığı oda yok. Politikacılar kürsü görür görmez ağızlarını açıp gözlerini yumarak yalan üstüne yalan... kendilerinin de inanmadıkları vaat üstüne vaat...kameraların önünde vatandaşları haşlaya haşlaya.... birilerini hedef göstere göstere.... konuşur ya birisi... illallah televizyondan! “Vaka” sayıları da emir komuta zinciriyle inip duruyordu aşağı. Ben onları, onu görmemek için mi maske takıyorum? Rüyalarıma zarar verdikleri için mi bembeyaz bir oda arıyorum? Ben rüya falan görmek istemiyorum artık. Rüya da semtime uğramasın varsın. Ne o adamlar ne o adam ne bilmem kim gelip geçsin gece dört duvarımdan, açık penceremden, göğümden, göğsümden! Ben bu maskeyi niye takmadım şimdiye kadar? Haritanın birinde bir oda vardır mutlaka beni bekleyen. Beni bekleyen düşler vardır bir odada. Odanın sahilinde sıcak kumlar vardır. Zeytin ağaçları, incir ağaçları, dutlar... vardır. Meyve sepeti vardır. Meyveler de kendileriyle yüzleşirler mi zaman zaman? Ağaçlar öyle yapıyor çünkü... ayaklar, eller, kulaklar, gözler de.... küpeler de... dudak boyaları da... Yüzleşince maskeler düşer mi? Ressamların fırçalarının kavgası hiç bitmez, boya sevgileri de. Yazar kalemlerinin yazma hevesinin, tutkusunun mumu ne zaman söner?. Rüya, kibar olmalı, kimseyi kırmamalı ne kalemleri ne de fırçaları. Nişan falan beklemeden yaşamalı. Yaşamalı da karnını neyle doyurursa doyursun dememeli. Onun da bir işi, bir eşi olmalı. İşi de, eşi de bulmak kolay mı? Rüya nerede iş arasın? Nerede eş bulsun kendine? Çarşılara giremez. Rüya görülecek ne var ki mağazalarda? Düğünlere gitse kim onu gelinle damadın masasına oturtur? Yakasına bir gül taksa, hangi kadın koşa koşa gelip kollarına atılır? Rüya, tenha bir sahilde tek başına güneş batırmak istese, hadi bul bakalım ıssız bir kumsal! Hadi bul bakalım uzun saçlı bir Rüya! Aşk acısını bilir Rüya. Boz bulanık bir göğün altında güneş güneş güneş diye çöl arar. Kendi rüyasının peşinde mecnundur Rüya, Leyla’nın hayalleriyle yanıp kül olmak için ömrünün çölünde, o rüyadan bu rüyaya yolcudur!

    Maskeyi duvara asınca dünyası karardı rüyamın!

    Hayal meyal bir gölgeyi kim ne yapsın?

    Gültekin Emre

  • Poesis Edebiyat 23

    "Kitisis Mozaiği

    MS.5.Asır.Antakya.

    Envanter No-836-a,1”e,

    yüreğim sızlayarak.

    M o

    Z a( y) i

    K i t i s i s

    Tesserrae.

    Minik küçük prizmadan,

    Kıtır kıtır kesme, milim milim kırma taş.

    Şeker desem şeker değil.

    Dokunursam eriyecek.

    Elim bir kuş. Dayanamıyor, taşlarının parlaklığına kalbi ‘küt küt’ konuyor. Sırça sarayının ansızın

    dağılmasından korkan bir masal perisi ürkekliğinde öylece bakıyorsun. Korkuyorsun. Korkuyorum.

    Beyazı bol, koca gözlerinin feri, üçtaş.

    Üç küçük kara taş.

    Gülmüyorsun. Gülmüyorum.

    Ben yüzünü okşarken, parmak uçlarım kaşlarının, kara deliklerine değip acıyor. Elim saçlarının siyahında, tellerinin

    kıvrımlarında dolanıp pürüzsüz pembe yanaklarına iniyor. Boynuna, kaygan tenine dokunduğumda başın öte

    döndürmüyorsun. Gözlerim dudaklarında kururken, gülüşündeki acı yolumu kesiyor. Buz gibisin.

    Ürperiyorum. Ürpermiyorsun.

    Sessizliğin itiyor elimi, isteksizce çekiyorum.

    Bir adım gerileyip, taşı kırık yollarına sapıyor, geçmişine takılıyorum.

    Ensende toplanmış dalgalı saçlarının üstündeki taç, gözümü alıyor. Ortasında kocaman bir zümrüt, çevresinde

    kırmızı, mavi, küçük, minik renkli taşlar. Mozaikler. Mücevher sahiciliğinde. Pırıl pırıl. Tacının altından bir dizi inci

    sarkmakta, salkım salkım. İmitasyon değil, kültür incisi hiç değil. Saf sedef.

    Kulaklarında ucu disk şeklinde küpeler ışıldıyor.

    Tacınla öyle uyum içinde ki!

    Çok zevklisin.

    Zevklisiniz belli oluyor.

  • Poesis Edebiyat 24

    “Sen bir madalyon olmalısın. Koca bir madalyon.

    Önce geniş, kare bir bordürle dolanmalıyım çevreni, sonra da yuvarlak. İç içe geçmiş birbirinden güzel

    çiçeklerle sarmalı, kucaklamalıyım sen.

    Başının üstünde güzel bir kuş olmalı. Rengarenk.

    Yerde sürünüp salınan kuyruğu pervasız. Sere serpe.

    Gözü kara boncuk.

    Bir kuş, sülün.

    Meyve yüklü nar ağaçları olmalı köşelerinde. Pembe.

    Zarif bacaklı genç kızlar, geniş kalçalı kadınlar, güçlü erkekler, çocuklar, neşeli çığlıklarla yürüyüp

    koştuklarında sen zeminde onlara gülüyor olmalısın.

    Seni öyle güzel nakşetmeliyim ki, görenler hayranlıklarından, beni merak etmeli.’Kim yapmış bunu?’ demeli.

    ‘Kim bu Antakya’ lı?

    Kim bu tesserrae ustası? Kim?’

    ‘Örgü bordürü ile çerçevelenmiş kadın büstü’ diyorlar sana. Etrafına yerleştirilmiş hayvan figürleriyle, çiçek

    desenlerinden oluşmuşsun. Köşelerinde nar ağaçları meyveye durmuş. -Antakya narsız olmaz biliyorum.- Beyaz bir

    tunik giymiş, omzuna kırmızı bir şal atmışsın. Müzedeki kayıtlara göre elinde dikey biçimde, bir sopa tutmakta

    imişsin.

    ‘S...o...p...a.’

    Çirkin bir sözcük. Ben sevmedim, ama okudum, yazmışlar işte. Öyle tahmin ediyorlarmış. Mış, diyorum, çünkü sopa

    olduğu tahmin edilen, kalbinin ‘küt küt’ attığı o yerde, şimdi dağlanmış bir yara izi var. Müze görevlilerinden birinin

    eline bir fırça, bir de gri, astar boyası vermişler, ‘Boya şu taşı dökük yerleri, sıva delikleri’ demişler.

    O da fırçasını hiç sakınmadan, taşırarak sıvayıp, bağrına karanlık, her an gürlemeye hazır yağmur yüklü bir bulut

    kondurmuş.

    Kalbin kırık. Yüreğin paramparça.

    Bağrındaki buluttan bir yıldırım düşüyor. Benim de içim kor şimdi,

    bu kez ondan çekiyorum elimi. Bağrına sıvanmış o çirkin gri boyanın altında bir de kolye olduğunu sanmakta

    belgeler. Siyahmış üstelik.-Yine sanıyorlar.-

    Ayrıca, “ifadesiz yüzünde gözleri boşluğa dikili” diye tanımlıyorlar.

    Kayıtları tutanlar anlaşılan senin gözlerinin içine hiç bakmamışlar.

    O üç kara taşın içindeki ışığı görmemişler.

    Kaçırmış olabilir misin gözlerini?

    Onlara hiç bakmamış?

    Ya da yok saymış?

    Hiç!

  • Poesis Edebiyat 25

    ‘Hiç görülmemiş renkler, tonlar olmalı. Benim desenim, nakışım farklı olmalı. Kitisis’e turuncular

    kondurmalıyım, maviler , lacivertler. Benim taşım zümrüt olmalı mercan, firuze, opal. Mermeri şeffaf olmalı,

    renkli cam ya da altın olmalı. Başına takacağım tacın ortasında koca bir zümrüt olmalı. Gümüşler parlamalı.

    Gözünü noktalaycağım beyaz saf olmalı.

    Pür. Kar gibi beyaz olmalı.

    Bembeyaz.

    Ap-ak‘

    Antakya’lı Tesserrea sanatının ustası, göz nurunu dökmüş, ince narin kavislerle tane tane bir kontür işlemiş çevrene.

    Minelemiş. Oralarda geziniyorum. Hayranlığım, merakım, şaşkınlığım, heyecanım giderek artıyor. Gözlerimi minik

    taşların kavislerinden alamıyorum. Çekiyorsun beni kendine. Hipnotizeyim.

    Çok güzelsin. Görüyorum.

    Ustan, hiç yerinden oynamayacak, hiç sökülmeyecek, bir tane bile taşı yerinden düşmeyecek sanıp özenle gömmüş,

    yerleştirmiş olmalı seni o görkemli villanın tabanına. Roma imparatorlarının en gözde sayfiye kenti Daphne’deki o

    villada, kim bilir sen ne güzeldin.

    Mozaik ustan önce mitolojide gezinip bulup tasarlamış olmalı seni.-Çünkü bütün mozaikler öyle -Harcını kıvamında

    kararak heyecanla yaymış olmalı zemine. Sonra tasarladığı deseni, sanatının incelikleri, yeteneğiyle yoğurmuş,

    bilgisini, hünerini tek tek, ince ölçek milim milim, gün gün, kanaviçe gibi işlemiş, nakşetmiş olmalı. Ustalar

    arasındaki kıyasıya rekabet, düş gücünü sınırsız kılmış besbelli. Sabır, yetenek, hırs bir sanat eserine dönüşmüş.-

    Sana emek verirken aşık olmuş olmasın?-

    Sonuç işte sen Kitisis. Bir villanın tabanına döşenmiş bir mozaik. Ama düş gücünün sınırları ne kadar engin olursa

    olsun seni yapan mozaik ustası binlerce yıl sonra seni bu sütunun dibinde, bu kuytu köşede, böylesine çaresiz, pare

    pare, üstelik duvara asılı dünyada aklına getirmezdi.

    Ya beni?

    ‘Renklerin hiç biri solmamalı. Taşların bir teki bile dökülmemeli, düşmemeli, oynamamalı yuvasından.

    Dudakları kızıl, ateş saçmalı. Yakmalı.

    Şehvetle çekmeli görenleri.

    Bir-İki-Üç

    Dört- Beş-Altı. Tam altı taş.

    Gülüşün özenle yontacağım altı ince zarif taş.’

    Altı küçük taşmış Antakya’lı mozaik ustasını bir dudak, anlamlı bir gülüş için uğraştıran. Oysa üç delik, üç kara

    boşluk, üç çürük diş şimdi. Pençesi güçlü zalim biri olabilir mi bunu yapan? Bir insan?

    Yoksa zaman mı çekip çıkartmış yuvasından?

    Zaman ya da insan, üç çizgi çekecek belli.

    Dudaktan yolunan üç küçük taşla üçtaş oynayacak.

    Üç yatay, üç dikey çizginin kesiştiği noktalardan birine, üç küçük kırmızı taştan biri konacak önce. Gidip gelecek

    çizgi üstünde bir sağa bir sola, bir yukarıya, bir aşağı. Dolanacak durmadan elim gibi.

  • Poesis Edebiyat 26

    Üç leke. Kırmızı.

    Kan.

    ‘Cısss’ diyecek taş ustasının uzaklardan gelen sesi.

    ‘Yandın.’

    O üçtaşmış seni güldüren.

    Şimdi gülümsemekten korkup, hüzünle bakıyorsun uzaklara?

    Birini mi bekliyorsun?

    O’nu. Umutsuzca.

    Seni ararken ulaştığım yabancı kayıtlar elindeki o “sopa” olarak tanımlanan şeyin bir ölçü aleti olduğunu açıklıyor.

    Roma döneminde ayak ölçmek için kullanılan bir ölçü aleti. Bir birim. Bir ucu sabit diğer ucu hareketli bir ölçü aleti.

    Oysa ben seni o duvarda ilk gördüğümde, bağrından “pıtır pıtır” dökülen taşlarının kara boşluğunda, bir defne dalı ya

    da boynunu bükmemiş beyaz bir lale düşlemiştim.-Elindekinin sopa değil de bir ölçü aleti olması rahatlatıyor içimi

    seviniyorum nedense.-

    Ben seni elinde o ölçü aletiyle düşleyince bakışlarında cesaret görüyorum şimdi. Yargılarında kesin olmalısın, adil.

    Kitisis. Kiti,‘iyi’ demek. İyiliksever, yardımsever. Eskilerin hamiyetperver dediklerinden. Güvenilirsin. İnanılır.

    Saygın. Mert. Öylesin artık gözümde. Yaratıcılığı, imarı, yapılanmayı, cömertliği temsil ediyormuşsun.

    Ama ellerin yok artık. Kolların da. Bağrın da taş.

    Artık imar edemiyor, istesen de veremiyorsun.

    Üstelik şimdi seni kimse tanımıyor.

    Zaman mı dedin? Onu sakın sorma.

    Duysan da inanmazsın.

    Sen taş kokuyorsun şimdi.

    Kil, mermer, toz, nem, boya, tarih, mozaik kokuyorsun.

    Kayıtlara da senin için söylenenlere de aldırmıyorsun. Sen hala o ‘zayi’ olmadan önceki o zamanı, o anı boş yere

    bekliyorsun. Saçların hala koyu kestane. Beyazı bol gözlerin kocaman. Taş ustasının hayal ettiği gibi. Tıpkı öyle.

    Takvimin M.S.5.yüzyılı gösterdiği günden bu yana bir tek o bembeyaz. Sararmamış. Onarsın diye seni, gözlerin onu

    arıyor biliyorum.

    M.S. 2003 yılında, nar ağaçlarının çiçek açtığı bir akşamüstü, ben sana Antakya Mozaik müzesinde veda ederken,

    sen içerdeki o köşede dayanma gücünün sınırlarına yapışmış, zamana, kalan taşlarınla direnmekteydin. Mozaik

    okulunun nerede olabileceğini aklıma takmış, canım sıkkın uzaklaşırken, gözlerimi müzenin bahçesindeki, kaderine

    terk, tarumar olmuş o güzel mozaiklerin, solgun renkli taneciklerinde bırakıyorum. Aklımda müzedeki şaheserler,

    Antakya’lı mozaik ustalarıyla sen Kitisis.

    Ben seni yerde görseydim,

    Basmalara kıyamazdım.

    İnci Gürbüzatik

  • Poesis Edebiyat 27

    kapı mavi duvar beyaz

    kapı mavi duvar beyaz gök pencere

    serbest fırça kireç sürülmüş yüzüne

    hisli bir anne gibi durur yamaçta

    asmalar kıvrılır sıvası çamur alnında

    güneş geçmez tavanında bir tek ay ışık

    düzgün çekilmiş çırpı taş duvar

    dışında miskin ve gölgesiz bir çam ağacı

    pencerede düştükçe ufalanan çocukluk

    hınç yüklü güvercin uçurmaz çatısında

    tahta bavullar içi deniz dolu kitaplar

    Anadolu’dan İstanbul’a açılmış yelkenler

    ne de olsa ilk rüzgarda batacaklar

    kara kilit arkasında gizli bir keder gibi

    tel dolaplar, şekerler ve bayramlar

    kim bilir daha ne ölümler getirecek baykuşlar

    posta tellerine sarılı, tren raylarına yüklü

    Serkan Özer

  • Poesis Edebiyat 28

    “Anlam imgeseldir”

    -Lacan, Seminer III, 65

    “İnsanlar arası söylemin temel sebebi yanlış anlamadır.”

    Lacan, Seminer III, 184

    Can Suyu Bal Çık - I

    Cennetlik bir kartelin kızı

    Rahatına imlenmiş pozisyonları sır gibi kendi içine tutan

    Harfleri değil heceleri değil kelimeleri değil cümleleri yutan

    Cut up bilmez bir babanın oğlu

    Çok gözyaşı kendiliğinden dökülüyor ve düğüm düğüm boğaz

    Geçmiyor lokma. Seçiciliğinden de değil

    Yanlış anlaşılmadım

    Annemi kendi ellerimle gömdüm sözünün önünde

    Geçmez gecikmez bir yara beresin

    Eski mahalleli arkasından ölmüş gibi konuşuyor şimdi

    Belli ki ancak böyle kovalıyor

    Açtığın bu ton lurjikali

    Gazabından korkmuşlar bir vakit

    Ben akıyorum aklım

    Bir vakti unutturmuş da tutuşturmuş bazı hatırlar

    An mesellerinden çıkmış da intiharlar kovalamış trenleri

    Azı gitmiş ahı kalmış bize bilelim

    Farkındalığımız artışsın

    Gerek bırakma beni Emel ablaya

    İlhami Batı

  • Poesis Edebiyat 29

  • Poesis Edebiyat 30

    YÜZYILLARIN İZİNDE YAZARIN TANIKLIĞINI OKUMAK “Metin ve Yazar Bağlamı”- Erinç Büyükaşık Yüzyıllardır sanatın öyküsü üzerine yazılan çizilenler “metni” kutsal bir anlatıya dönüştüren “iletiler” toplamı olarak algılanmasını da beraberinde getirmiştir. Sanatın bir insan eylemi olarak ortaya çıkışı (Aslında bir hayatta kalma savaşının doğal ve zorunlu sonucu olarak da görülebilir bu), metin çerçevesinde bir dizgeye dönüşümünde sanatçının ideolojisi, toplumsal süreçlerin birer ürünü olan tüm birikimler ya okurdan kopuk ya da okuru yeni bir yazara dönüştüren paradoksa sahip olmuştur. Okumak ve yazmanın bir eylemlilik olarak yazarın ve okurun bireysel ve toplumsal süreçlerinin izleriyle doğmuş olduğu gerçeği metindeki tip ve karakter çözümlemelerinde yazar biyografilerinin de gözden geçirilmesine yol açmıştır. Kuşkusuz bu durum çok da yanlışlanır bir çözümlemeye karşılık gelmemektedir. Ancak yazmanın ruh haritası ne derece karmaşıksa metnin de kendine özgü bir karmaşık bağlamı olması kaçınılmazdır. Roman ve öykü yüzyılların içinden değişim, dönüşüm ve doğal olarak insanın evriminin bir uzantısıyla okurun karşısına çıkar. Bu evrimsel süreç kitabı, dil, biçem, anlatıcı ve metnin kültürel coğrafyasıyla bir bütün olarak başkalaşıma uğratabilmiştir. Don Kişot, Sanco Panza, Rosinante bir şövalyelik anlatısının nasıl uzağında ve yeni bir anlatı tipinin habercisiyse, Kafka’nın Joseph K’sı, Dostoyesvki’nin Raskalnikov’u, Orhan Kemal’in Murtaza’sı da benzer birer dönüşümün tip ve karaktere yansıyan yüzleridir. Evrenselleşmek anlatının bir zaman sonra okura yansıması adına yazınsal bir yazgı olarak karşımıza çıkmaktaysa, okurun metni bir on yıl sonrasına bile taşıyamacak derecede değersiz bulması, metni edebiyat çöplüğüne fırlatması da mümkündür. Bu durumun belirleyeni yazardaki tanıklığı ne derece kendinleştirdiğiyle de ilgilidir kuşkusuz. Don Kişot’un düşleri kimi noktada hasta bir beynin dışavurumu gibi görülürse de bugünün okuru için evrensel düşlerin yüzyıllar öncesinden muştucusu olması da yazarın tanıklık ve yaratıcılık uzlaşmasındaki ustalığıyla ilgili olabilmiştir. İnsanlık tarihinde sözlü anlatının doğuşuyla başlayan “metin” kavramının ilk aşamada sözlü verimlerin transkripsiyonu olarak “yazı”ya dönüşümü aslında okurun da, dinleyenin de etkileşim içinde olduğu yaratma sürecinden bugüne ulaşıldığını göstermektedir. Evrenselleşmeyi yaratan belki de sözlü anlatıdan bugüne miras kalanlardır. Don Kişot’u Cervantes’in romanı olduğu kadar sözlü şövalye öykülerinin birer alegorisi olarak okumak da bu açıdan mümkündür. Aisopos Masa-lları Sokrates tarafından şiirleştirildiğin de hem Sokrates’in yaşadığı çağın tanığı bir alegori metne sinebilmiş, hem de sözlü geleneğin izleriyle fabl, insanlık yergisine dönüşebilmiştir. Okurun bu noktadan kollektif bilinçaltını metin çerçevesinde keşfetmesi mümkün olabilmiştir. Ardı sıra Anadolu’da hayvan masallarının sözlü anlatı geleneğinin bir parçası olarak yayılması, La Fontaine masallarının bu anlatıcılık geleneğinin Batı Ortaçağı’na taşınması sonucu ortaya çıkışı tam da sözünü ettiğimiz metin-yazar ve okur ilişkisini toplumsallaştırabilmiştir. Yazarın okurdan beklentisi “yaşam algısının” ve “anlam” arayışının bir uzantısı olarak geçmişine, ve kolektif bilince yaslanır tüm bu aktarımlar doğrultusunda. Kimi noktada okurun beklentileri, kimi nokta da yazarın okurundan beklentisi metnin doğuş sancılarıyla birlikte karşımıza çıkar. 14. yüzyılda kaleme alınmış olan “Canterbury Öyküleri” de benzer bir sürecin sonucunda sözlü gelenekten aldığı mirası işleyen Chauser’in sözlü anlatıya edebi bir şekil katarken okuruna yaslanma sonucu yazılı metin aşamasına dönüşmüştür. Okuru metnin içine katmak, eğlenceli bir okuma uğraşını yaratmak adına yazar, kurmacayı indirger, varolmayan bir hacılar topluluğunun anlatıcısı görevini üstlenir. Ortaya çıkan çerçeve öykü, geleneksel ve sözlü anlatının yazıya dönüşümünde tam da başta sözünü ettiğimiz “transkripsyon” aşamasına karşılık gelir. Tüm anlatıların birbirinden beslenen, bir öncekine gönderme yapan evrimsel bir sürece sahip olduğunu söylemek mümkündür. Yazarın katkısı anlam arayışında değişeni, dönüşeni ve evrimselleşen döngüyü yeni “metne” yansıtmak ve kurguladığı “tip” veya “karakter”de evrensel insanlık durumunu bir şekilde vurgulamak olmuştur. Yaşamın evrensel ilişkileri, insanlık halleri yazarın sözlü anlatıdan modern anlatıya gelen yazınsal süreçte yine toplumsal gelişmeler doğrultusunda metnin “bağlam”ını belirlemiştir. Bugünün yazarı ve okuru için metni tek bir sorunun yanıtı olarak mümkün değil elbette. En azından kalıcı bir anlam buharlaşmasından öte belirsizliklere de yer veren yeni bir metnin doğuşu yazarını ve okurunu da değiştirebilmiştir. Don Kişot’un düşleri Godot’un geleceğine dair karamsar bekleyişini sürdüren Beckett’in anti kahramanları için ne derece mümkündür. Hayatın göstergeleri başka göstergelerle birlikte anlam kazanırken metinde anti kahramanın kötümserliğinde bile kurtuluşa gizli bir niyetin var olduğu söylenebilir. Yusuf Atılgan’ın “Aylak Adam”ında Bay C’nin saf olan sevgiyi arayışında, babasına öfkesinin ardında onun kadınlarla hoyratça kurduğu cinselliğin yatmasında yine benzer bir anlam arayışı okura yansıtılmıştır. Yazmak ve okumayı bir anlam arayışına dönüştüren süreç kimi noktada yazarın “çıkmaz” sokaklarında “nihilist” bir

    yorumla karşımıza da çıkabilir. İlk okumada bir anlamsızlığın keşfi sayılabilecek yeni bir metin oluşumundan söz

    ediyoruz kuşkusuz. Beckett’in “Godot’u Beklerken” dünyaya dair bir umutsuzluğun resmi gibidir. Ancak okur

    adına tüm umutların kapandığı bir kapıdan da söz etmek mümkün değildir aslında. Klasik veya geleneksel anlatıda

    “ideolojik” iyimserlik veya okurun beklentisini karşılama yerini bekleyen iki serserinin, yozlaşan, çürüyenin karşısındaki

    “Godot” umudu vardır. Ne derece geleceği belli olmasa da metin okuruna “yokluk” veya “tükenişlik” duygusu

    yüklemez. Tüm belirsizliğin içinde de okurun keşfedebileceği veya tünelin ışığı olarak varsayabileceğimiz bir “umut”

  • Poesis Edebiyat 31

    söz konusudur. Modern anlatıyı besleyen tam da bu noktada insanın farkındalık alanın genişlemesi ve metnin insanın kuşatan tüm iktidar ilişkilerini sorgular hale gelmesidir. Nikos Kazancakis’in “Zorba”sında postmodernist sayılabilecek bir anlatımla iki erkeğin sıra dışı dostluğu söz konusu “iktidar” sorgulamasıyla verilirken okurun da farkındalık yolculuğunda zorlu taşlar döşer yazar. Ege’nin güney sahillerinde iki farklı felsefenin çatışması arayış halindeki genç aydınla, yaşlı bilgenin ilişkileri çerçevesinde verilir. Dünyaya bir seyirci olarak bakmayı bırakmak ve yaşamı doyasıya yaşamak felsefi bir önerme olarak ortaya konulur metinde. Bu sefer anlam arayışı yaşamı keşifle birlikte okuru da yeni yolculuklara sokar. Yazmak yazarca bir ayrışmayı farkındalıkla birlikte gündeme getirir. Dolayısıyla okur da bu ayrışmanın parçası olacaktır. Tam da Kazancakis’in mezar taşına yazdırdığı yaşam öğretisidir bu: “Hiçbir şey beklemiyorum, hiçbir şeyden korkmuyorum, özgürüm.” 19. yüzyıl Rus romancısı Gonçarov için de benzer durum geçerlidir. Yazarın yarattığı “Oblomov” karakteri bir anti-kahraman olarak sanayileşmenin, endüstrileşmenin sonucu yaşanan “Oblomovluğun” eleştirisidir. Eylemsizliğin bir karaktere dönüşümü, edilgenliğin tercihi Oblomov’la karşılığını bulurken Stoltz Avrupa’nın yeni burjuvazisinin “etken”liğini simgeler. Derin düşüncelere dalan eylemsiz kahramanla, artı değer ve kazanç güdüsüne sahip Stoltz, kapitalizmin yarattığı yeni insanın da habercidir. Godot’u Beklerken’deki karamsar edilgenlikten öte “köleleşmeyen” tembelliğin bir ütopyası söz konusudur adeta. Modern anlatının okura yeni bir “kahraman”ı muştuladığını Oblomov’la birlikte görebiliriz, kuşkusuz Gonçarov bu metinle düşe yenilmiş, kaybeden bir doğulunun resmini çizer okura. Kafka’nın karamsar anti-kahramanlarına benzer bir yenilgi hali değilse de bir zaman sonra modern anlatı “Oblomovluğu” karakter ve tip yaratımında başucu kaynak sayacaktır. “Hep hazırlanan, hayata başlamaya, yataktan kalkma eylemine başlamaya, yüzünü yıkama eylemine, giyinme eylemine başlamaya hazırlanan” Oblomovluk eylemsizlik haliyken Kafka’da bu durum bir edilgenlik olarak karşımıza çıkar. Baba simgesinin getirdiği acizlik ve çaresizlik Kafka karakterlerindeki korkunun kaynağıdır. Okur yazarın yarattığı kahramanda toplumsal bir kokuyu keşfederken, Oblomov’da bireysel rahatlığın bozulmaması isteği söz konusudur. Metin-yazar-okur üçgeninde toplumsal süreçlerin yazara yüklediği atmosfer yazarın bireysel yaratma süreciyle pekişerek bir yandan tembelliğin alegorisini yapar, diğer yandan baba figürüyle yaşanan kıstırılmışlığın karakterlere yansıyan yönleri çıkar karşımıza(Kafka örneğinde olduğu gibi). Metin okumaları doğrultusunda benzer sorular ışığında okurun yazara dair beklentisi kadar çağın yazara biçtiği roller de ele alınmalıdır. Bu anlamda Orhan Kemal’in Murtaza’sı üzerinde durulması gereken bir roman kahramanıdır. Dürüstlüğün alegorisi “Murtaza” tipiyle aktarılmıştır Orhan Kemal tarafından. Ancak bu dürüstlük sistemin kurallarıyla, iktidar olgusuyla uzlaşan bir “kanun, devlet” yanlısı dürüstlüktür.Bekçilik vazifesiyle başlayan ve sınıfsal karakteriyle çelişen bir “sistem” kollukçusu olmanın ötesine gitmeyen bu durum Murtaza’yı hem mahalle hem de fabrikadaki işçilerin “öteki”leştirmesine yol açar. Disipline sokmak istediği işçilere karşı fabrika müdürünün rollerini üstlenmesi tipin bir trajikomik öğeye dönüşmesini de beraberinde getirir. Fabrika bir eğretileme olarak düzenin mekanik doğasını yansıtırken, düzenin aksaksız işlemesini isteyen Murtaza kızının ölümüne yol açacak kadar kendi sınıf gerçekliğine dair bir yabancılaşma içindedir. Modern anlatıdaki alegori bu sefer düzenin işleyişine katkıda bulunan “yabancılaşmış” bireyle yansıtılır okura. Ait olunmayan sınıfın çıkarlarının bekçisi milyonların eğretilemesi olarak da algılanmalıdır bu metin. Yazıdaki anlam arayışı bu yabancılaşmanın katı gerçeğiyle karşımıza çıkar bu sefer. Neyle suçlandığının bilgisine sahip olmayan josef K’nın dava sürecinde sistemi düzeltme uğraşına benzer bir kendince sisteme katkıdır Murtaza’nın fabrika yaratmaya çalıştığı disiplin. İki metin adına söylenebilecek ortak izleği paylaşırsak, özellikle sistemin kurumlarıyla insanı nasıl köleleştirdiği farklı tablolarla yansıyabilmektedir. Elbette K’nın sistemin boşluklarından yararlanarak aklanmaya çalışma çabasından farklı olarak Murtaza fabrikanın ve sistemin başlıbaşına kollukçusu, savunucu konumundadır, ta ki aynı sistemin kızını ağır çalışma saatleri sonucunda kurban edişine kadar. Sonuç olarak yazarın, yaşam tanıklığı dolaylı veya doğrudan okurla metin aracılığıyla kurduğu bir anlam arayışının sonucunda ortaya çıkmaktadır. Anlamın göstergeler dünyasında insanlık öyküleriyle metne girişi yazarın kaçamadığı veya belki de zorunlu olduğu bir durum olagelmiştir. Söz konusu gerçekliğin sözlü anlatıdan yazılı anlatıya kadar insanın tarihsel evrimiyle şekil değiştirmesi de kaçınılmazdır. Goriot Baba’nın, Josef K’nın, Raskalnikov’un, Zorba’nın yerelden evrensele bir insanlık gerçeğinin dillendiricisi olması bir yandan yazarca bir özgünlük taşısa da yazar-okur etkileşiminin de bir sonucudur. Prometheus’un ateşi çalması yeterli olmamış, insanın mitik dünyasında ölümlü Herakles tarafından kurtarılan Prometheus’un şu sözü yazarın yaşadığı çağa tanıklığı adına ipucu olabilmiştir: “Zeus tahtından düşmedikçe benim işkencelerimin sonu yoktur” Kaynakça: Terry Eagleton, Hayatın Anlamı, Ayrıntı Yayınları, 2012, İstanbul Roman Kahramanları, Sayı 10, Nisan /Haziran 2012, ATT Basım, 2012 Roman Kahramanları, Sayı 11, Temmuz/ Eylül 2012, ATT Basım, 2102 Roman Kahramanları, Sayı 7, Temmuz/Eylül 2011, ATT Basım, 2011 Feridun Andaç, Edebiyatımızın Yol Haritası, Can Yayınları, 2000, İstanbul Kült Dergisi, Sayı 2-3, 2011, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay.,2011

  • Poesis Edebiyat 32

    BENLİK

    Konuk: Mehmet Mahsum Oral

    Sorular: 1. Kutsal şeylere ilginiz var mı? Hayattayken, uzun bir dönem oturduğu yerden namazını kılan ve o esnada da ev ahalisine bir şey söylemesi gerekiyorsa onu da söyleyen ve bunu yaparken ibadetini böldüğünü düşünmeyen ve üstelik bu durum için Allah’a herhangi bir açıklama yapma gereği duymadığından emin olduğum annemin rahatlığına benzeyen tüm kutsallıklar ilgimi çeker. 2. Nesnelerle aranız nasıl? Kül tablaları tuhaf şeyler. Çok kolay temizleniyorlar. Bir nesnenin insandan ve dumandan böylesine az etkilenmesini garipsiyorum. Ayrıca çamaşır mandallarını da şanslı buluyorum. Bir şeyin tüm ilişkisinin sadece “temizlenmiş” şeylerle olmasının bir saadeti olmalı. 3. En sevdiğiniz fotoğraf sanatçısı? Sarolta Ban 4. Müzik sizin için ne ifade ediyor? Toprağın altına çok kaset gömmek zorunda kalmış bir coğrafyada, müzik, sadece yaşamakta olanların duyduğu bir şey olmaktan çıkıp yerin altındakilerin de kendisine eşlik ettiği bir anlama gelmektedir bence. 5. Anlatı dışında bir ilgi alanı? Haiku yazmayı seviyorum.

  • Poesis Edebiyat 33

    6. Evet; okumasanız da kitaplığınızda dursun, işinize yarar dediğiniz üç kitap ismi? Kitaplığıma baktım, sorduğunuz şekilde kitaplar yok. Ama bitirdiğim salçaların cam kavanozlarına ileride başka bir şey koyarım diye dolabın bir köşesinde tutarım. 7. Hangi yüzyılda yaşamak isterdiniz? 16. Yüzyıl 8. Bu benim en bariz özelliğim? Beni yaralayacakları silahı seçerken kararsız kalan insanlara fikrimi söyleyerek yardımcı olurum. 9. Bu benim en sevmediğim özelliğim? En sevmediğim özelliğimi söylersem ve bunu duyursa ona mahcup kalacağımı düşünüyorum. Netice bunca zamandır birlikteyiz, illaki kovmak mı gerekiyor, kendiliğinden gideceği süreye kadar bunu onun yüzüne vurmayı düşünmüyorum. 10. Turgut Uyar, Asaf Halet Çelebi, Mustafa Irgat; sizdeki çağrımları neler? Turgut Uyar; her şeyi düzeltmeye kalkışmanın yok ettiği. Asaf Halet Çelebi; sana bakarak bütün yüzleri unutmak, kendimden ve arapsaçı olmuş bir sürü hikâyelerden bıkarak sana misafir geliyorum. Mustafa Irgat; kırk yıldır tek vakit içindeyim.

    Hazırlayan: Dolunay Aker

  • Poesis Edebiyat 34

    DİLİM AH’IMDI

    Öğretmen “Herkes tahtaya çıksın” dedi. Tahtanın önünde yan yana sıra olduk. “Herkes dilini çıkarsın” dedi. Dilini çıkaranların diline teker teker baktı. Dilime bakarken durakladı. “İyice çıkar” dedi. Dilimin ucuna, ardından çubukla bastırarak dilimin arkasına baktı. “Sen gece Kürtçe konuşmuşsun” dedi.

    Gecenin iç çekişlerini dinliyordum. Rüyaların sislerinin içine dalıp kendimi acıtarak, inilti ve inlemeyle sayıklayan ninemi dinliyordum. Gaz lambasının loş ışıkları kilim ve halılar üzerinde derin gölgeler oluşturarak değişik çağrışımlar yaratıyordu. Hayatın sırlı hikayelerinin soluk an’larında dolaşırken, hiçbir şey o gün olanlar kadar beni acıtmamıştı. İnsan durup dururken içinin kuytuluklarında gizlediği acıyı diriltip, kendini yeniden üzmenin yollarını arıyor. Bilinçaltında yeniden şekillenip kendini başka öfke durumlarıyla dışarıya vuruyordu. Okula başladığımdan beri mutsuzdum. Artık mutluluk kırıntılarını en saf haliyle anımsamak mümkün değildi. Büyük akıntının ortasındayım. Yurdundan kopmuş kuru bir dal gibi sürüklenip duruyordum an’ların ortasında. Dilimizin büyüsü kaybolmuştu. Bizi acıtarak öyle değiştirdiler ki; mutsuzluğumuz bir salgın gibi coğrafyaya yayıldı… İçime sakladığım karanlık ve acıtan öykülerin üstündeki o kalın örtüyü yazarak kaldıracaktım. İçimi sağaltmanın başkaca da yolu yoktu. Ruhumuzu yaralayan o ilk kırılmalar ve sonraki travmalar varoluşumuzun soluksuz trajedisini yaratmıştı. Çaresiz bir öykü kahramanı gibiydik o dağ mezrasında; o birleştirilmiş sınıfın sıralarında. Aynı küçümsenmeyi, aşağılanmayı yaşayan binlerce çocuktan sadece biriydim. Güvensiz, kaygılı ve kırılgandık. Duygu kontrollerimizi yitirmiş her an öfke patlamalarıyla etrafımızı inci