rahle dergisi 52. sayı

64
2013 SONBAHAR / Sayı: 52 facebook.com/rahledergisi facebook.com/groups/rahle rahle eğitim ve kültür dergisi

Upload: genc-muesluemanlar

Post on 25-Mar-2016

252 views

Category:

Documents


0 download

DESCRIPTION

https://www.facebook.com/rahledergisi

TRANSCRIPT

2013 SONBAHAR / Sayı: 52

facebook.com/rahledergisi

facebook.com/groups/rahle

rahle

eğitim ve kültür dergisi

RAHLE Eğitim ve Kültür Dergisi

2013 Sonbahar / Sayı: 52

Ekim-Kasım-Aralık

Yayın Türü:

Ulusal Süreli Yayın

-3 Ayda Bir Yayınlanır-

Sahibi:

İnsan Eğitim Kültür ve Sosyal

Yardımlaşma Derneği Adına

İsmail YILMAZ

İlmî Redakte:

Necmettin IRMAK

Yayın Koordinatörü:

Mustafa ERKEK

Yazı İşleri ve Dağıtım:

Emre İLSEVER

Adres:

İNSANDER OKUMA SALONU

Kavakpınar Mah. Abdiipekçi

Cd. Gönül Sk. No: 17

Pendik / İSTANBUL

Tel / Faks:

0 216 451 04 48

Web:

facebook/rahledergisi

facebook/groups/rahle

Baskı:

Matsis Matbaa Hizmetleri

Sn. Tic. Ltd. Şti.

Abonelik:

Kargo masrafları karşılığında

ücretsizdir.

Yayın Hakları:

Dergimizde yayınlanan

makalelerin sorumluluğu

sahiplerine aittir.

Dergi bu sayı 900 adet

basılmıştır.

- İÇİNDEKİLER -

Ahlak:

Sohbet Adabı—5 (Sorunlarımız) / Necmettin Irmak ................. 4

Tefsir:

Kıyame Suresi: 20-21 / M. Murat .............................................. 6

Fikriyat:

Evde Olmak Evde Ölmek, Dışarıda Olmak Dışarıda Ölmek /

Fikri Gülsoy ................................................................................ 9

Siyer:

Sahabenin Dini Sahiplenmesi / Harun Çınar ........................... 12

Soruşturma:

Davetçi Kimliğimiz / Habil Mert & Yakup Selen ....................... 20

Hasbihal:

Nebevî Hareket Anlayışımız / Necmettin Irmak ..................... 29

İktibas:

Basit Fakat Derin Gerçekler / Rasim Özdenören ..................... 34

Tevhid Tarihi:

Davet: Peygamberlere Özenme / Fikri Gülsoy ........................ 36

Söyleşi:

Bir Hidayet Öyküsü: Sina Motzek / Ebubekir Armağan ........... 41

Psikoloji:

Kendimizi Bilmek Üzerine—4 / Bilgin Bozkurt......................... 49

İslam Dünyası:

Gürcistan Notları / Ebubekir Armağan .................................... 53

Kitap Kritik:

Toplum Psikolojisi (Nevzat Tarhan) / Ebrar Pınar .................... 61

Edebiyat:

Karanlığa Sızan İyiliğin Gölgesi / Yusuf Er ................................ 64

NEBEVÎLİK

İ slam alemi son bir buçuk asırdır, alinasyon ve dünya savaşlarıyla birlikte kay-

bettiklerini geri almanın mücadelesini veriyor aslında; ilmin, akidenin, ahla-

kın, bilim ve teknolojinin, maddi gücün zayıfladığı, halifeliğin ve siyasi merke-

ziyetin kaybolduğu, iktidar olamamanın düşüklüğünün yaşandığı zor dönemleri

atlatmaya çabalıyor. Geçmişini bilen her Müslüman bunun çok iyi farkında; elimiz-

de bir nimet vardı ve bizler buna layıkıyla sahip çıkamadığımız için -sünnetullah

gereği- onu yitirdik, şimdi tekrar elde etmek için uğraşıyoruz…

Bu böyle… Allah’ın günleri, insanların başının üzerinde dönüp durmaktadır; kimi

zaman beriki muzaffer olur, kimi zaman bizimkiler… Kur’an’ı okuyanın göreceği

üzere, sürgit-dairesel bir tarih algımız vardır; şimdi umutlarımız, tarihin parlak say-

falarının artık bizden bahsetme zamanının gelmesi yönündedir. İnşaallah Müslü-

manlar bunun için çabalıyor; bedenlerini Allah için adıyor, savaşıyor ve ölüyor, yo-

ruluyor ve yılmıyor, yardıma koşuyor, eylemlere katılıyor, davet ediyor, ilim öğreni-

yor ve öğretiyor… Hepsinden önemlisi, organizasyonlar kuruyor, cemaatleşiyor, tek

ses haline gelmenin güzelliğini ve bereketini yaşıyor…

Zaman, Allah’ın ipine topluca sarılma zamanıdır; selefimiz gibi, güçlü bir biçimde…

İslam davası için örgütlenme ve birlikte hareket etme zamanıdır. Böyle bir dönem-

de yalnızlaşan, bireyselleşen ve bu davaya hizmet etmekten erinen bir nefis sahibi,

muhakkak ki kıyamet günü bunun bedelini ödeyecektir!

Hülasa, bizler ümmet içersinde damla nispetinde de olsak bir Rahmet topluluğuz;

davamız açık ve nettir: Hakkın haykırılması ve adaletin haktan yana inşa edilmesi…

Allah’ın kanunlarının tanınması ve her şeyin üzerinde tutulması… Resulünün tek

önder seçilmesi ve takvada ciddiyet… Ve geleceğe dair ümitvarız, zira Müslümanız.

Bu sayımızda, nebevîlik konusunu, daveti, hidayeti, Allah için nefislerini satanları

yazdık. Evde oturmamayı, kalkmayı ve anlatmayı, gönlün bitmeyen isteklerini ve

Hakka yakın durmayı dile getirdik. Anlatacak her neyimiz varsa, elinizdeki dergiyi

buna bir vesile eyledik. Rabbimiz amellerimizi katında makbul eylesin inşaallah...

Editörden..

Bir sonraki sayıda görüşmek duasıyla, Allah’a emanet olun.

es-selamu aleykum ve rahmetullahi…

Editör: Emre İLSEVER

E-Mail: [email protected]

Web: emreilsever.blogspot.com

~4~

D OLU KABI DOLDURMAYA ÇALIŞMAK

Bilmediğini bilmeyenler insanların ahmaklık-

ta ileri gidenleridir. Zira cehaletinin farkında

olmayanlara bir şey öğretmeye çalışmak deveyi iğne deli-

ğinden geçirmekten daha zordur. Sohbet ehli olan her

kişi, zihin babında - bilgi dağarcığında illa ki boşluk bulun-

duğunu bilmeli. Yine bilmeli ki '' her ilim sahibinin üstün-

de bir ilim sahibi vardır.'' Hele de ilim ile usulünce iştigal

etmemiş, sahip olduğu bir kaç bilgiyi de (bu ifade küçüm-

semek kastıyla söylenilmemiştir) kulaktan duyma ile elde

etmişse, bir başka deyişle mürekkep yalayıp dirsek çürüt-

memişse kendi haddini bilmek ve ona göre hareket et-

mek kişiye vacip olur.

Ne var ki günümüz Müslümanının en vakıf (!) olduğu ko-

nu ahiret kurtuluşunun reçetesi olan dini meselelerdir.

Hemen herkes İslam’a dair her hususta ahkâm kesmekte

ve söz söylemektedir. Bu durum onların öğrenmeye ve

sohbet dinlemeye dair muhtaçlıklarını perdelemektedir.

Kendilerini ağzına kadar dolu kalpler olarak görenler

muhtaçlıklarının farkına varamazlar. Fakir olduğunu bil-

meyenden daha fakir kim vardır? Fakir olduğunu bilme-

yenin fakirliğini kim giderebilir ki ?

AH

LA

K

Necmettin Irmak

SOHBET ADABI—5 (SORUNLARIMIZ)

Sohbet ehli bilmeli ki,

dolu kabı doldurmaya

çalışmak beyhude uğ-

raştır. Önce kişi kabının

boş olduğunun farkına

varmalı. Kendini dolu

kap sanmak hamakati

( a hmaklığı ) arttırır.

~5~

Sohbet ehline, iştirak ettiği sohbetlerin

fayda vermemesinin en önemli sebe-

bi,kendini bilgiye vakıf sunması,kabının

dolu olduğunu vehmetmesidir.Bunun

içindir ki akleden kalbi (!) kulaklarına

kadar doludur.Söylenilen söz yapılan

nasihat,dinlenilen sohbet,kulağından

içeriye girmez.Böylece sohbetin faydası-

nı da görmez,hatta onu küçümser ve

gereksiz addeder.

Sohbet ehli bilmeli ki dolu kabı doldur-

maya çalışmak beyhude uğraştır. Önce

kişi kabının boş olduğunun farkına var-

malı. Kendini dolu kap sanmak

hamakati (ahmaklığı) arttırır.

SÖZÜ KAVRAMAKTA YAŞANILAN

SORUNLAR

Sohbet ortamının en önemli hususu

söylenilen sözü tam ve doğru anlamak-

tır. Malumdur ki bu husus herkeste aynı

seviyede gerçekleşmez. Zira pek çok

sebep devreye girer ve sözün tam ve

doğru anlaşılmasına engel olur. Özellikle

akletme yeteneğindeki farklılıklar ve

hıfz sorunları ,bu konuda yaşanılan

problemlerin temel sebepleridir.

Sohbet ortamında söylenilen sözün hele

de 'din ' hakkında söylenilen sözün an-

lam ve maksadının tam ve doğru kavra-

namaması, sohbeti dinleyeni yanlış ve

belki sapkın bir noktaya taşıdığı gibi,

sohbeti yapan hakkında da su-i zanlara

ve yanlış ön kabullere sebep olmaktadır.

Eksik ve yanlış kavrama, sohbet ehli ara-

sında gereksiz tartışa, sürtüşme ve ay-

rışmalara kapı aralamakta ve kardeşlik

hukukunu da zedelemektedir.

Bunun neticesinde sohbet ortamları

terk edilmekte veya 'hoca israfı ' dediği-

miz başka bir hataya düşülmektedir.

Sohbete iştirak eden bilmeli ki herkesin,

sözü kavrama ve anlamada bir seviyesi

olduğu gibi kendisinin de bir seviyesi

vardır. Bilinen ve kabul gören hakikatle-

re muvafık bir ifadeyle karşılaştığında

bunun kendi seviyesinden kaynaklanan

bir sorun olabileceğini düşünmelidir. Bu

durumda ya sohbete iştirak eden ve

kavrayış düzeyi kendinden daha iyi

olanlara danışmalı veya doğrudan hoca-

ya konuyu açıp izahını talep etmelidir.

Gereksiz dedikoduların oluşturacağı

zararı göz önünde bulundurmalıdır. □

Editörün Notu:

Necmettin Irmak Hocamızın “Sohbet

Adabı” ile ilgili seri şeklinde yayınladığı-

mız yazılarını okumak isteyen kardeşle-

rimiz; aşağıdaki web adresine bakabilirler:

http://rahledergisi.blogspot.com

~6~

G önül..

Cennetin sonsuz güzellikleri için yaratılmış; her güzeli

huri, her güzelliği firdevs sanmaya teşne ruh tecellisi..

Gönül..

Terazisinin ayarı bir türlü sabit duramayan, bir dem altın

tartacak kadar hassas, bir dem kömürü dahi ölçemeyecek

kadar bî-ayar sırr-i sübhani..

Ve gönül..

Bizim Yunus’un diliyle:

Hak bir gönül verdi bana / ha demeden hayran olur..

Bir dem gelir şadan olur / bir dem gelir giryan olur..

Bir dem gelir İsa gibi / ölmüşleri diri kılar..

Bir dem girer kibr evine / Firavn ile Haman olur..

Diye vasfedilen yukarının yukarısından aşağının aşağısına

çıkan-inen latife-i Rabbani..

Bütün mesele, bu gönlün zimamını elinde tutması gereken

aklın, gönlü nasıl zabt-u rabt altına alacağı..

***

“Kellâ...”

Kuran-ı Kerim’de her nerede geçse mü'min ruhları bir ilahi

ikaz pençesiyle dağlayan ifade…. Gah anlatılan bir mesele-

den sonra gah anlatılacak bir bahisten önce gelen; ama her

nerde gelse aynı sert ikazı yapan ifade: “Kellâ...”

TE

FS

İR

M. Murat

KIYAME SURESİ: 20-21

Dünya ne kadar uzanır-

sanız o kadar uzaklaşır.

Siz peşinden koştukça

kaçar. Siz hızlandıkça o

da hızlanır. Bugüne

kadar yakalayabilen

olmamıştır. Ahiret ise

bir nefes verişi kadar

yakındır. Peşinden

koşanlar da, ondan

kaçanlar da ona

gitmişlerdir.

~7~

“Hayır, hayır.. Siz yanlış düşünüyorsu-

nuz..”

“Hayır, siz yanlış değerlendiriyorsunuz...”

“Hayır, işin aslı sizin düşündüğünüz gibi

değil...”

Uyarı bellidir: Ayete muhatap olanlar her

kimse ciddi bir yanlış üzeredirler. Ve ayet-

ler, ateşe koşan bir çocuğun önüne kolu-

nu uzatıp onu tutan baba gibi içten içe

şefkat dolu; dıştan dışa asık bir sûret ve

sert bir ifadeyle önümüze geçer ve konu-

şur: “Dur, yanlış bir yerdesin, yanlış bir

yöndesin. Yanlış yapıyorsun...”

***

Gönül; ister ki her elinin uzandığı onun

olsun, her arzuladığına kavuşsun. Her neyi

sevse erişsin; her neyi sevmese ondan

uzak olsun. Bunlarla kalmaz; mal ister,

maldan ziyade; mülk ister, ortaktan aza-

de.. Toprak ister, ovalar boyunca; su ister,

vadiler dolusunca..

Bütün altınları alsa doymaz, gümüşleri de

bana verin derdine düşer.. Safkan Arap

atlarına sahip olsa, hecin develerini de

ister. Amma hepsinden daha derin bir

derdi vardır: Bunları hemen ister. Yarına

kalmadan bugün sahip olmak ister.

“Hayır, hayır.. Yanlışınız var. Siz, hemen

olanı seviyorsunuz.”

***

Her insanın özünde işlenmiş bir sır olarak

durur: Bu dünya, hızla geçip gidecek; elin-

de avucunda ne varsa kaybedilecek; ölüm

denen bir hakikat kapısından başka bir

aleme gidilecek. Şu an itibariyle dokuna-

bildiği, ulaşabildiği ve sahip olabildiği her

şey aslında elinden uçup gidecek ve bir

hatıradan ibaret kalacak.

Ancak farkında değildir, ruhunda münde-

miç bu hakikatin. Farkında değildir; kay-

bedeceğinin kesin olmasından korktuğu

için elde etmeye ve elinde tutmaya çalıştı-

ğının. Bilmez, hemen olanı istemesinin, az

sonra gidecek olmasından olduğunu..

Tek derdi vardır: Bu alemdedir ya; bu

dünyadadır ya; dünyadaki her şeyi kendi-

nin olsun ister. Her gördüğünü, dokundu-

ğunu, sahip olduğunu baki sanmayı tercih

eder.

Ah gönül..

Olabildiğince kısa sürede kaybedeceği

şeylere sahip olabilmek için alabildiğine

uğraşan gönül..

“Hayır, hayır.. Yanlışınız var. Siz, hemen

olanı seviyorsunuz.”

***

Bir bu yanlışa kalsa ne gam... Gönül bir

kere yanlış yola girdi mi, tut ki nasıl tuta-

sın… Gündeminden çıkarır yolcu olduğu-

nu… Ne nerden geldiği ile sorgular kendi-

ni, ne de nereye gideceği ile hesaba çe-

ker…. Şu an burada olmanın verdiği iştah

ile bu dünyanın sevdasına kapılır ve men-

zili unutur.

“Dost bulunmaz hayal ile düş ile

yetilmez menzile bu gidiş ile” diyen şairi

duymaz.

Zaten gitmeyi hiç istemez, gündeminden

çoktan çıkarmıştır. Hesabı kitabı hep bu

dünya içindir. Derdi tasası hep yaşadığı

günlere dairdir. Sevinci kederi hep elinin

dokunduğu, gözünün gördüğü ile ilgilidir.

~8~

Ticareti yanılış yapmaya başlamıştır: Bu-

gün biraz yatırım yapıp yarın çok kazan-

mak yerine, yarını komple verme pahasına

bugünü satın almaya çalışmaktadır.

Yakın olanla hemhal olmuş; uzak olanı

unutma sevdasına düşmüştür. Dünya ile

hemhal olmuş, ahireti hesaptan çıkarmış-

tır. Ondandır ki ikaz sert gelmektedir:

“Hayır, hayır.. Yanlışınız var. Siz, hemen

olanı seviyorsunuz. Ve sonra geleni

(ahireti) hiç düşünmüyor, bırakıyorsunuz.”

***

Bir yanlış düşüncenin, hatalı tasavvurun,

hakikatsiz anlayışın ve bunlardan doğan

mefkuresi bozuk hayatın sahibi insana bir

çağrıdır bu iki ayet...

Kendine bir baksana; hayatını hangi de-

ğerlere göre şekillendiriyorsun? Bu dünya-

yı ne kadar önemsiyor; ahirete ne kadar

değer veriyorsun? Hayallerinde neler var?

Hesabın kitabın nereyi hedefliyor? Bu

dünyanın kıymetsiz kıymetlerine ne kadar

kıymet veriyorsun? Ahiretin seni şekillen-

diren bir etkisi var mı?

Talip misin hak yoluna / sor kendini gönlü-

ne sor..

Günah-sevap değerlendirmelerinin çok

verasında bir varlık muhasebesi edasıyla

bunları sorar, sonra da bütün insanları

yukarıdan aşağıya toplar, genel hükmü

ilan eder:

“Hayır, hayır.. Yanlışınız var. Siz, hemen

olanı seviyorsunuz. Ve ahireti hiç düşün-

müyor, bırakıyorsunuz.”

***

Bu hüküm, kendini hayatın akışına bırak-

mış her insanın düşeceği tuzağı ilan eder:

Dünya, hemen elinizin uzanıp tutabileceği

kadar yakındır ama bu bir tuzaktır. Ahiret,

size çoook uzak görünür ama bu bir yanıl-

samadır.

Hakikat ise tam tersindedir: Dünya ne

kadar uzanırsanız o kadar uzaklaşır. Siz

peşinden koştukça kaçar. Siz hızlandıkça o

da hızlanır. Bugüne kadar yakalayabilen

olmamıştır. Ahiret ise bir nefes verişi ka-

dar yakındır. Peşinden koşanlar da, ondan

kaçanlar da ona gitmişlerdir. İsteyip iste-

mediği sorulmadan her insan ahirete gö-

türülür.

***

“Kellâ…”

“Hayır, hayır, yanlış düşünüyorsunuz..”

Bu dünyayı tercih edip ahireti terk etmek-

le yanlış..

Bu dünyanın güzellikleri peşinde koşup,

cenneti unutmakla yanlış..

Bu dünyadaki sıkıntılardan kaçıp, cehen-

nem sıkıntılarını unutmakla yanlış..

Bu dünyanın değerlerine teşne olup,

ahiret değerlerini unutmakla yanlış..

Heybenizi bu dünyanın kıymetleriyle dol-

dururken, ahiret kıymetlerinde hiçbir şey

koymamakla yanlış..

Bu dünyada kendinize dostlar seçerken,

çevre kurarken bu dünyada fayda verecek

kişileri seçip ahirette fayda verecek kişileri

terk etmekle yanlış..

“Hayır, hayır, yanlış düşünüyorsunuz..”

“Kellâ…” □

(devam edecek inşaallah)

~9~

E v insan için en önemli sığınaktır bu dünyada. İn-

sanın dışındaki dünya ne durumda olursa olsun

ev’de kendi dünyasını kurabilir insan. İnsan bu

anlamıyla evde kendini bulabilir. Ev bir ideali olan insan için,

dış dünyadaki hayata karşı eleştirisi olanlar için bu istenme-

yen dış dünyanın olumsuz etkilerinin en az yansıdığı bir or-

tamdır.

Bir anlamıyla evde olmak evde ol’maktır. Ev ol’mak için bir

kaledir. Ev’e yabancı giremez. Kalbe yabancı giremez. Evde

insanla Rabbi arasına giren engel sayısı azdır, bu sebeple de

insan evde kendini bulabilir.

Diğer bir anlamıyla evde olmak sıradanlaşmaktır. Evde olmak

iddiasızlıktır. Evde olmak hayalsizliktir. Evde olmak ıstırapsız-

lıktır. Evde olmak durağanlaşmaktır. Evde olmak aşksızlıktır.

Evde olmak coşkusuzluktur. Evde olmak tekdüzeliktir.

Bu anlamıyla evde olmak ev’de ölmektir. Sadece evde olan

insan, ölüdür. İnsan kendini sadece evle sınırlayarak kendi

imkanlarını ihmal ettiğinden ev’le sınırlı bir dünya insan için

bitmekle aynı anlama gelir. Ev özelliği gereği insanın kendi

küçük dünyasının dehlizlerinde kaybolması anlamı taşır bu

durumda. Kendi dünyasını ev’le sınırlayan insan ufuksuzluk

ve içe kapalı bir iç dünyanın neticesinde kendini kaybedecek-

tir. Sadece ev’de var olan insan dış dünyadan bihaber oldu-

ğundan dünyaya diyeceği bir şeyi yoktur. İnsan evle sınırlı

Fikri Gülsoy

EVDE OLMAK EVDE ÖLMEK

DIŞARIDA OLMAK DIŞARIDA ÖLMEK

FİK

RİY

AT

Fiziksel olarak evde

kalmak mutlak kayıptır.

Fiziki olarak dışarıya

açılmayanlar günbegün

tükeneceklerdir. Fiziki

olarak dışarıya kapalı

kalmak bugünün dün-

yasında yokluğu tercih

etmektir...

~10~

yaşayıp evde öldüğünde evle sınırlı bir

dünyayı temsil etmiş olmaktadır.

Dış dünya ev’in dışındaki her şeydir. Dışa-

rıdaki dünyada her şey olduğundan insan

dışarıda evi kadar kendini bulamaz. Dışa-

rıda iyi de vardır kötüde. İnsan dışarı çı-

karak iyiyi yaymak için uğraşırken kötü ve

kötülüğün de pençesinden kurtaramaz

kendini. İnsan bu anlamıyla dışarıda ken-

dini kaybedebilir. Eve dönmek kendine

dönmektir bu yüzden. Dışarı çıkan insan

evin yolunu kaybedebilir, evsizleşir bu

sebeple. Yine dışarı çıkan insan ev’deki

değerleri dışarıda unutabilir veya dışarıda

gördüklerine imrenip bunları eve de geti-

rebilir. Bu durumda dışarıyla özdeşleşen

evin hiçbir tamir edici yanı kalmaz, çünkü

evde bu durumda dışarısı kadar batıllaş-

mıştır.

Diğer bir anlamıyla dışarısı için pergel

örneğinde olduğu gibi pergelin sabit aya-

ğının evde açılan ayağının ise bütün dün-

yayı çerçeveleyebildiği bir durumdan

bahsedebiliriz. Bu durumda insan ev’de

edindiği değerlerini bütün dünyaya taşı-

manın gayretindedir. İnsan değerlerini

evden dış dünyaya taşırken de

ol’abilecektir. Evin dışının olanca tehlike

ve olumsuzluklarına rağmen değerlerini

evden dışarıya ulaştırmanın gayretine

düşenler bu süreç boyunca kendileri de

olgunlaşacaklardır.

Dışarıdaki insanlarda ölürler. İnsanların

mezarlarından insanların ufukları hakkın-

da bilgi edinebiliriz. Mesela Mekke-

Medine’den kilometrelerce uzakta yer

alan İstanbul’da yer alan sahabe mezarla-

rı sahabenin dış dünya ufuklarını gösterir.

Çokça dışarıda olanların dışarıda ölme

ihtimalleri çoğalacaktır. Fedakarlıklar yo-

lunda dışarıda ölenler evinde ölenlerden

daha fazla sarsıyor ruhları.

Biz Müslümanlar tarih boyunca sadece

ev’de kaldığımız, dışarıda olmadığımız

dönemlerde kendimizi felç ettik adeta.

Evimizin, sokağımızın, mahallemizin, kö-

yümüzün, ilçemizin, şehrimizin, kentimi-

zin, bölgemizin sınırlarında kaldığımızda

yada Araplarla, Türklerle, Kürtlerle sınır-

lanan dünyamızla yetindiğimizde var ola-

madık. Evimiz, ülkemiz veya bölgemizi

aşıp bütün dünyayı ufkumuza yerleştirdi-

ğimizde iyi işler başarabildik.

İlk dönemden itibaren davet ve cihad

niyetiyle bütün bir dünyayı kendilerine

hedef olarak seçen sahabeler içlerinde

var olan cennet arzusuyla bu büyük işleri

başarabildiler. Evleri olan Mekke ve Me-

dine’yi, evlerindeki rahatlıkları terk ede-

rek; dış dünyaya açılarak hem kendi

ahiretlerini kurtardılar, hem de

öl’mekten kurtardılar insanlığı. Evlerinde-

ki işlere kendilerini kaptırıp oyalansaydı-

lar üç günlük dünya için üç-beş nimeti

tadıp göçüp gideceklerdi bu dünyadan.

Ancak onlar dışarı çıkmayı başararak İs-

lam’ın dünyaya yayılmasını sağladılar.

Aynı niyetle sonraki dönemlerde devlet-

ler eliyle gerçekleştirilen davet ve gaza

gibi bu güzel işler yüzümüzü ağartmıştır.

Fakat Osmanlı örneğinden bildiğimiz gibi

ne zamanki padişahlar at sırtından inerek

orduyu komuta ermeyi bıraktılar işte o

zaman ordu savaşlarda başarısız olmaya

~11~

başladı. Orduya komutanlık etmeyi bıra-

kıp sarayı tercih ederek sadece ev’de ol-

mak tercih edilmiş, dış dünyanın gerekle-

rinin yerine getirilmesi yerine sarayın

oyalayıcı etkileriyle yetinilmiş ve yıllar

geçtikçe devlet küçülmüş, nihayet çöküş;

sonrasında kurulan devlet de bir adım

geri atmak, ufkumuzu daraltmak anla-

mında başkenti İstanbul’dan Ankara’ya

taşımak durumunda kalmıştır. Oysa Fa-

tih’le gerçekleşen İstanbul’un fethinde

var olan ufuk Roma’nın başkent olması,

Kanuni döneminde ise Viyana’nın fethi

ufuk olmuştu bizim için.

Zihinsel olarak evde olmak dediğimizde

sınırlı alan olarak ifade edebileceğimiz ev

bu durumda tek tip, dar bir zihinsel duru-

mu ifade edecektir. Bu durumda zihinsel

olarak evde olmak demek dünyadan bi-

haber olmak, dünyaya söyleyeceği bir

şeyin olmaması ve dünya çapında başarı-

ların elde edilememesi demektir. Zihinsel

olarak evde olmayı tek bir okumaya da-

yalı dini yaklaşımlar, yerel-milli ideolojik-

kapalı yaklaşımlar veya dünyadaki cari

durumları takip edemeyen diğer yakla-

şımlar olarak anlayabiliriz. Zihinsel olarak

evde kalarak sadece kendi mezhebinde,

cemaatinde, hizbinde kalanlar kendi dün-

yalarındaki inkişafı yaşayamazlar. Bu du-

rum, en başta sahip olunması gereken,

bizim gibi olanlara karşı kapsayıcılığın

ortaya çıkmasını engelleyecektir. Zihinsel

evde kalmışlık dini olmasa bile şehri ve

ülkeyi aşamadığında ise yine maddi anla-

mıyla dünyayı kuşatacak bir tasavvur or-

taya konulamayacaktır.

Zihinsel olarak dışarıda da olarak, dışarıyı

da okuyarak kendi değerlerimizi yeniden

yorumlayıp dünyaya bir şeyler söyleyebi-

liriz. Zihinsel olarak evde kalmayıp, dışarı

çıkıp bütün dünyayı anlamak ve aşmak

her dönemde olması gereken bir durum-

dur. Evin dışına çıkarak dışımızdaki dün-

yanın dinamiklerini, unsurlarını kendi

değerlerimizin süzgecinden geçirerek,

yeniden okuyarak zihinsel olarak yeni

duruma uygun yorumlar yapabiliriz. Dün-

yada geçerli bütün siyasi, sosyal, ekono-

mik, askeri, teknolojik, eğitsel durumları

takip edip değerlerimizin kıstasından ge-

çirip bir yere koyabilmeyiz; değerlerimize

uygun şeyleri mevcut durum üzerinden

ifade edebilmeliyiz.

Fiziksel olarak evde kalmak mutlak kayıp-

tır. Fiziki olarak dışarıya açılmayanlar

günbegün tükeneceklerdir. Fiziksel olarak

dışarıya kapalı kalmak bugünün dünya-

sında yokluğu tercih etmektir. Fiziksel

olarak evin dışına çıkmak mecburi oldu-

ğuna göre dış dünyanın tehlikelerinden

korunmanın yolu bulunması gerekmekte-

dir. Bunun yolu da değerlerin muhafaza-

sıdır. Fiziksel olarak gidilen yerlere değer-

lerin muhafaza edilmeden gidildiği du-

rumlarda dışarı gitmenin dış dünyayı içe-

riye taşımak, dünyaya karışmaktan başka

anlamı olmayacaktır.

Ev’le sınırlı kalmak yokluktur. Dışarı da

çıkmak lazım. Sadece dışarı çıkmak yet-

mez, ev’de değerleri özümseyip dışarıyı

da okuyarak madden ve manen dışarı

çıkarak değerlerimizi dış dünyaya yaymak

için bir çaba içinde olmak gerek. □

~12~

G İRİŞ:

Başta fedakârlığı göze almayan, alamayan insan-

lar, asla dava insanı olamazlar. Dâvâ insanı olma-

yan kimselerin başarılı olmaları da söz konusu değildir.

Evet, gerektiği yerde mal, gerektiği yerde can, makam,

şöhret... gibi çoklarının gaye-i hayâl bildiği şeyleri, bir

çırpıda terk etmeye hazır olanlar ve bunların sahip çıktık-

ları dâvâ neticede varıp zirvelere oturması muhakkak ve

mukadderdir.

Bir dava, samimi ve fedakar insanların omuzlarında yük-

selir. Hak dava, mensublarına izzet ve şeref verdiği gibi,

mensublarının fedakarlığı, gayreti ve hizmetleriyle haya-

tın içinde varlığını devam ettirir ve gönülden gönüle ge-

çerek, insanlığı kuşatır. Her dava kendi kameti kıymetine

göre himmet ister. Her dava ciddi fedakarlık ister. O da-

vanın istediği fedakarlık o davanın ihtişamına ve azameti-

ne göre olacaktır. Yirminci asırda büyük bir dava var orta-

da. Bu dava Allah davası, Allah davasının ikame edilmesi

keyfiyetidir. Yeryüzünde sahipsiz kalan Kuran’a sahip çı-

kılma davasıdır. Cemaatsiz kalan, ümmetsiz kalan Hz.

Muhammed’in (a.s.v.) etrafında toplanma davasıdır. Da-

va ihtişamı kadar gayret ve himmet istemektedir. Binae-

naleyh sizin fedakarlıklarınız normal devirlerdeki fedakar-

SAHABENİN DİNİ SAHİPLENMESİ

Harun Çınar

SİYE

R

Akidenin, inancın

kendisi mükafattır. En

büyük nimettir. Gönül

onda huzur bulur. Kişi,

eza-cefa çekse bile,

onunla ferahlık duyar,

onun uğruna yaptığı

fedakarlıklardan ayrı

bir lezzet alır.

~13~

lık çizgisinde cereyan ederse sizden bek-

lenen hizmeti vermiş sayılmayacaksınız.

Siz normalin çok üstünde ancak sahabe-

nin meydana getirdiği, ancak sahabede

görebildiğiniz fedakarlığı ikame ettiğiniz

zaman, meydana getirdiğiniz zaman

içinde bulunduğunuz asra göre bir hiz-

met etmiş olacaksınız.

SAHİPLENMENİN ÇEŞİTLERİ:

“Kimi insanlar vardır ki, Allah’a dil

ucuyla iman ederler, İslam davasının

kenarında yer alır; tehlikeden, fedakar-

lık gerektiren yerlerden uzak durur-

lar.” (Hacc: 11)

Şeyhulislam Ebussuud Efendi bu ayetin

tefsirinde şöyle der:

“İnsanlardan niceleri vardır ki onlar, di-

nin bir kenarcığından tutar gibi Allah’a

kulluk ederler. Dinde sebatları yoktur.

Tıpkı ordunun kenar ve tehlikeden uzak

kanatlarında bulunanlar gibi, zafer elde

edileceği hissederlerse orduya katılır,

aksi taktirde ordudan kopar, uzaklaşır-

lar. Eğer menfaat elde ederler, İslam

saflarında olmaktan yarar görürlerse;

buna memnun olur, davayı sahiplenir,

içinde görünürler. Zarar görür, kayba

uğrar, imtihan vermesi, fedakarlık gös-

termesi gereken bir durumla karşı karşı-

ya gelirse, İslam’dan yüz çevirir, dava-

dan uzaklaşırlar. Böyle bir kimse, dünya-

sını da ahiretini de kaybetmiştir. Bu,

apaçık ziyanın, hüsranın ta kendisidir.”

Ve ayetteki son söz: Bir insanın, bütün

kainat sarsılsa bile sarsılmaması gere-

ken, her şeyini kaybetse bile, kaybetme-

mesi gereken inancı olmalıdır.

Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur:

“Şu üç haslet kendisinde bulunan kimse,

imanın lezzetini duyar:Allah ve

Rasulü’nün o kimseye, başka her şeyden

daha sevimli gelmesi, gönlünün onların

sevgisiyle dolu olması.Sevdiği bir kişiyi

ancak Allah için sevmesi.Yeniden küfre

dönmeyi, ateşe atılmak gibi kabul etme-

si , küfür ve dalaletten nefret etme-

si.” (Buhari ve Müslim)

Akidenin, inancın kendisi mükafattır. En

büyük nimettir. Gönül onda huzur bulur.

Kişi, eza-cefa çekse bile, onunla ferahlık

duyar, onun uğruna yaptığı fedakarlık-

lardan ayrı bir lezzet alır. Bütün bunlara

yaratıcısının uğruna katlanıyor olması,

gönlünü saadet ve kıvançla doldurur.

Selefimiz bunun binlerce misalini tarihe

nakşetmişlerdir.

Ancak acı bir gerçek vardır ki; her asırda

dil ucuyla inananlar, hak davanın kena-

rında duranlar ordunun tehlikeden uzak

yerlerinde mevki tutanlar, dağın iki yü-

züne bakan sırtında yer alanlar.. gani-

met olunca herkesten önce koşan-

lar,fedakarlık;canı, malı ortaya koymak

gerekince davadan yüz çevirip uzakla-

şanlar , hiç ilgisi yokmuş gibi davranan-

lar, karşı saflara geçenler bulunmuş, acı

imtihanlar bu gibilerin elenmesine vesi-

le olmuştur.

Tarihte gerçekten incelenmeye, fert fert

taranmaya değer imtihan devreleri gel-

miş, geçmiştir. Son devir tarihi de, acı-

tatlı misallerle dolu bir devirdir. Dinleye-

~14~

ni hayretler içinde bırakacak, ibret dolu

sahnelerin geçtiği günler, anlar, yaşan-

mıştır. Daha da yaşanacağa benziyor.

Acı günler, fedakarlık isteyen anlar, ger-

çek dava adamlarını ortaya çıkarır. Ger-

çek yiğitler kendisine ihtiyaç duyulan

anlarda ortaya çıkar. Onlar, zorluk ve

cefa ile yoğrulur, çile ve sebatla pişer,

gönül huzuru ile dünyayı terk ederler.

Elbette ki ebedi saadet onların, müjde-

ler onlarındır.

Hak davanın ciddi imtihan geçirdiği şu

günlerde, acısıyla tatlısıyla davanın için-

de, bağrında bütün samimiyeti ile yer

alacak, akıntılara kapılmayacak , sarsıl-

mayacak ,gevşeklik göstermeyecek, şey-

tan’ın fikir süslemesine kanmayacak,

hak yolda fedakarlıktan kaçmayacak…

mü’min gönüllere ihtiyaç var.

Sahabeden Örnekler:

İslam tarihinde, bu mü’min gönüllere

nice misaller vardır. Bu misallerden bir

tanesi de Osman İbn Ma’zun’dur (r.a).

Osman İbn Maz’ûn; Hayat bütün gençli-

ğiyle, sorumluluklarıyla ve fazîletleriyle

onun ma’bedi idi...

Onun abidliği, Hakk yolunda devamlı bir

çalışma, hayır ve salâh yolunda devamlı

bir fedakârlıktı. İslâm’ın taze, nemli ışığı

Rasûlullah’ın (s.a.v.) kalbinden çıkıp giz-

lice söylediği sözleri bazı kulaklara aktı-

ğında...

Osman İbn Maz’ûn, Allah’a koşup onun

elçisinin etrafında top-lanan azınlıktan

biriydi.

Rasulullah (s.a.v.) ve ashabının uğradığı

saldırı ve baskıları; kiminin ateş, kiminin

kamçılarla işkenceye uğradığını, kendisi-

nin ise bu sıkıntılardan uzak yaşadığını

görünce, saldırı ve işkenceleri, içinde

bulunduğu serbestliğe tercih etti. O şöy-

le diyordu:”Allah’a inanan, O’nun ve

Rasulü’nün ahdinde bulunanlar,Allah

yolunu ve onun dostluğunu seçen Müs-

lümanlar, sıkıntı ve acı içinde. Şeytanın

ahdinde olanlar, onun yolunun yolcuları

sıkıntılardan uzak ve rahat yaşıyorlar!”

Bir karar vermeliydi. Vermişti bile…

Velid İbn Muğire’ye gitti ve; “Amca! Be-

ni himaye altına aldın ve iyilikte bulun-

dun. Şimdi beni aşiretimizin bulunduğu

yere götürmeni ve himayeni kaldırdığını

ilan etmeni istiyorum!” dedi. Velid: “

Kardeşimin oğlu! Eza görürsün, hakare-

te uğrarsın, saldırılardan kendini kurta-

ramazsın. Bırak seni koruyayım” diyerek

ısrar ettiysede bunu Osman’a kabul etti-

remedi. O artık bu duruma tahammül

edemez hale gelmişti. Bir müşrikin hi-

mayesinde yaşamaktansa, mü’min kar-

deşiyle işkence görmeyi, onların acısına

ortak olmayı tercih ediyor, hak yoldaki

samimiyet ve ihlası, kendisini buna zor-

luyordu. Osman (r.a.) bu davranışıyla,

her durumda mü’min gönüllerle birlikte

olmanın onların yanında yer almanın,

gönül huzuru duymanın, bedeni acılar-

dan kurtarmaktan daha önemli olduğu-

nu vurgulamıştır. İşkence ve acı çeken

kardeşine fiili olarak yardım edemediği

bir durumda onunla aynı acıları çekme-

ye hazır olduğunu ortaya koyarak onlara

cesaret vermiş, mü’minlere asırlar boyu

~15~

örnek olacak bir davranış sergilemiştir.

Zorunlu olmadığı bir durumda bile, kar-

deşlerinin yanında yer alarak, zorunlu

durumlarda yer alması gerekenlerin saf-

larda bulunmayışların ne derece büyük

bir hata olduğunu vurgulayan gerçek bir

ibret levhası sergilemiştir.

BİR DİĞER ÖRNEK: SUHEYB ER-RUMİ

Suheyb er- Rumi, Mekke’ye gelip yerleş-

miş, Mekke’nin ileri gelenlerinden Ab-

dullah İbn Cudan ile anlaşarak onun hi-

mayesine girmiş, ticaretle uğraşarak

geçimini temin etmeye başlamış, kısa

zamanda herkesçe güvenilir biri olarak

tanınmış, zengin olmuştu.

Kızıl saçlı, kültürlü ve efendi birisiydi.

Bizans topraklarında yaşarken, son pey-

gamberin yakın tarihte bu diyarda gele-

ceğini öğrenmişti. Beytullah’ın civarına

gelerek, göreceğini ümit ettiği, insanlığı

zulmetten nura çıkaracak Efendiler

Efendisinin yollarını gözlemeye başla-

mıştı.

O,Bizans saraylarında dönen dolapları

iyi bilen biriydi. Dünyanın en büyük iki

imparatorluğumdan biri olan bu impara-

torlukta yaşanılan çirkef haya-

tı ,sapıklıkları, zulmü… yakından tanıyor,

zaman zaman kendini tutamayarak;

“Böyle bir topluluğu ancak tufan temiz-

ler.” diyordu.Bu, sağlam karakterli, hoş

yapılı insan, yanlışları görüyor, doğruyu

bulmakta, şer odağını tesbit ve tayinde

zorluk çekmiyordu.Yolunda yürüyeceği,

ümmeti olacağı fahr’i kainatı bekliyordu.

Aylar, yıllar , günler bu bekleyişle birbiri-

ni kovalıyordu. Yine kervanıyla bir uzun

ticari bir yolculuktan dönmüştü. Yıllardır

hasretle beklediği haberle yüz yüze gel-

di. Ummadığı bir anda duyduğu kelime-

lerle heyecanlandı. İslam nuruna davet

başlamıştı.Bu, davet; tevhide davetti.

Bu davetle insanlık, adalete, iyiliğe, ihla-

sa, hayra, teşvik ediliyor; şirk ve dalalet-

le birlikte rezillikler, çirkefler, kötülükler

ve zulm yasaklanıyordu. Duyduğu birkaç

kelime bile bunun işaretlerini, izlerini

taşıyordu. Bunlar, sıradan şeyler değildi.

Bu daveti insanlığa yönelten insanı sor-

du, söylediler.

“Sözünü ettiğiniz bu kişi, Emin

(Güvenilir) lakabıyla anılan insan değil

mi?”

“Evet” dediler.

“Yeri nerede?”

“Safa yakınlarında “Daru’l-Erkam”da.

“Onu görmek istiyorsan çok dikkat et-

melisin. Mekke’ de yardım edecek akra-

baları, kabilesi, aşireti olmayan birisin.

Kureyşliler seni görürse yapacağını ya-

par…” diyorlardı.

Suheyb, gizlice ve çevresini kollayarak

Daru’l-Erkam’a vardı. Kapıya yaklaştığın-

da Ammar İbn Yasir’i gördü. Onu önce-

den tanıyordu. Oda kendisi gibi tered-

dütlüydü. Davranışlarının arkasında bir

şeyler vardı.

Olayı İbn Abdi’l-berr’in (r.h.) naklinden

dinliyoruz:

Ammar bu karşılaşma ve sonrasını şöyle

~16~

anlatır: Suheyb İbn Sinan’ı Da’rul–

Erkam’ın kapısında görmüştüm. Allah

Rasulu içerideydi. Kısa bir durgunluk

geçirdikten sonra sordum.

“Ne yapmak istiyorsun?”

“Ya sen ne yapmak istiyorsun?”

“Muhammed’in (s.a.v.) yanına girmek,

söylediklerini kendisinden dinlemek isti-

yorum.”

Ben de aynı şeyi istiyorum.”

“O zaman birlikte gidelim.”

Ve öyle yaptık.

İçeri birlikte girdiler. Ogün karanlık ba-

sıncıya kadar Allah Rasulu’nun yanın-

daydılar. Onu dinlediler, hak yola gönül

verdiler. Eller biat için uzandı, diller keli-

me-i şehadet getirdi. Sonra bu hidayet

pınarından sözler dinlenildi.

Bu evden, gecenin sessizliğinde gönülle-

ri iman nuruyla yüklü olarak çıktılar…

Bu İman nuru, bütün dünyayı, saracak,

asla sönmeyecekti. O sönünce, kainatta

bitecekti… Böyle bir nurun ilk erlerin-

den olma şerefine ermişlerdi.

Suheyb (r.a.) de, iman kervanına katılan

Bilal, Ammar, Yasir, Habbab, Sümeyye-

ler… gibi ilk çileleri çeken, eza ve cefaya

göğüs gerenlerden, iman gücünün ne

olduğunu, Kureyş’e ve bütün dünyaya

isbat edenlerden biri.

Siyer-u A’lami’n-Nübela’da, Suheyb’e ne

söylediğini bilmeyecek hale gelinceye

kadar işkence edildiği, zaman zaman

demir zırh giydirilerek bunalıp yere yığı-

lıncaya kadar kızgın güneşin altında bek-

letildiği nakledilir.

Bu acılı, çileli ama gönül huzuru dolu

yılları yaşayan Suheyb (r.a.) daha çok

Medine’ye hicret sırasındaki tavrıyla

tanınır.

Gönlü Efendimizle birlikte hicret etmek

istiyordu. Ancak Kureyş onun davranış-

larından, elindeki malları satarak yükü-

nü hafifletişinden, mallarını nakite dö-

nüştürmesinden niyetini anlamış, onun

Allah Rasulu ile hicretini önlemişti. Onu

göz altında tutmaya, davranışlarını ya-

kından takibe başlamışlardı. Ayrıca,

Rasulullah’ın bütün hareketleri de adım

adım takip ediliyordu.

O, kutlu yolculukta Allah Rasulüne katı-

lamamıştı; ama onun müşriklerin elin-

den sıyrılarak Medine’ye yönelmesiyle

sürur bulmuştu. Yolda ona yetişebilmek,

onun hicret kervanına katılabilmek için

çok fırsat kolladı. O da olmadı. Her

davranışı göz altındaydı, harekete geç-

me imkanı bulamadı.

Sonunda kendini takip eden gözleri ya-

nıltmak için hileye başvurmak zorunda

kaldı.

Soğuk bir geceydi. Acelesi ve sıkıntısı

varmış gibi dışarı çıktı . Helaya çıkmış

hissi vererek biraz uzaklaştı. Sonra geri

döndü. Çok geçmeden tekrar çıktı. Biraz

sonra döndü Daha sonra bu çıkışlar sık-

laştı.Hasta ve sıkıntılı bir hali vardı.

Günlerce onu gözetleyenlerin içi rahat

~17~

etmişti. İçlerinden biri;

“Gözümüz aydın, içiniz rahat olsun. Lat

ve Uzza, onu karnının derdine düşürdü.

Bu ishalle yola çıkamaz,” dedi.

Suheyb (r.a.) onların uyuduğundan emin

olunca evden ayrıldı. Gecenin karanlı-

ğında Mekke’yi terk ederek Medine’nin

yolunu tuttu.

Çok geçmemişti. Takipçilerden biri

uyandı. Şüphelenmişti. Diğerleri de

uyandılar. Korkuyla, “var mı – yok mu?”

endişesiyle Suheyb’i yokladılar. Gitmişti.

Heyecan, korku ,hırs , öfke doruğa çık-

mıştı. Hazır bekleyen atlarına atladılar.

Çılgınca Medine’ye uzanan yollarda at

koşturmaya başladılar.

Çok geçmeden de Suheyb’e yetiştiler.

Suheyb (r.a.), onların geldiğini hisset-

mişti. Yüksekçe bir yere çıktı. Sadağın-

dan okları çıkarttı, önünde hazır hale

getirdi. Yayının kirişini gerginleştirdi.

Oklardan birini yaya yerleştirerek gerdi.

Güçlü ve kararlı bir sesle üzerine gelen-

lere seslendi:

“Kureyşlier! Beni tanıyorsunuz. Vallahi,

en iyi atıcılardan olduğumu, oklarımın

hedef şaşırmadığını biliyorsunuz. Her bir

okun karşılığında biriniz yere serilmeden

bana yaklaşamazsınız!

Sonra da kılıcım var. Bir parçası bile

elimde kaldığı sürece şimşek gibi çakma-

ya, kalkıp inmeye devam edecektir.

Takipçiler durmuştu. İçlerinden biri ko-

nuşmaya başladı. “Seni, malınla birlikte

kaçıp gitmeye bırakamayız. Bizden hem

malını, hem de canını kurtaramaz-

sın.Mekke’ye geldiğinde elinde avucun-

da hiçbir şey yoktu. Fakir biriydin.Zengin

oldun ve bu günkü duruma geldin.”

Suheyb onun sözünü kesti: “Bu malı size

bıraksam yakamı bırakır, yolumdan çeki-

lir misiniz?”

“Evet!” dediler.

Altın ve gümüşlerini, Mekke’den ayrıl-

madan evin uygun bir yerine gizlemişti.

Onlara yerini söyledi.

Kureyşliler, istediklerini elde edilince

Suheyb’in peşini bıraktılar.

Ömründen yıllar vererek biriktirdiği ma-

lını, mülkünü yabancı ellere vererek Me-

dine’ye doğru yola çıkmıştı. Üzülmüyor-

du. O , Ebedi saadeti için, inandığı dini

için dünyalığını vermişti. O, iyi bir tüc-

cardı. Yaptığının çok daha karlı olduğu-

nu iyi biliyordu.

Her şeyi bırakmış, yürüyor,yürüyor…

yamaçlar, vadiler geçiyor, yeni ümitlere

doğru ilerliyordu.Yoruluyor, nefeslen-

mek için biraz duruyor, Allah Rasulüne

kavuşma duygusu gelip gönle dolunca

yeniden şevkle dolarak azimle kalkıyor,

yola devam ediyordu…

Uzaktan Medine görünmüş, şevki iyice

artmıştı. Kuba’ya yaklaşırken Allah

Rasulü, onun yaklaştığını görmüştü.

Seviçle onu karşılamış, Suheyb’in, bütün

mü’minlerin ve tarihinin unutmayacağı

şu müjdeyi vermişti.

“Ey Ebu Yahya! Yaptığın alış – veriş karlı

bir alış veriş, bu ticaret, karlı bir ticaret!”

~18~

Künyesi Ebu Yahya olan Suheyb’in gönlü

seviçle dolmuştu. Kendisinden önce Me-

dine’ye kimse gelmemişti. Allah Rasulü,

tercihinin karlı olduğunu müjdeliyordu.

Bu alış- veriş tarihe geçiyor, Suheyb anıl-

dıkça o da Suheyb’le birlikte anılıyordu.

Ticareti gerçekten kazançlıydı. İbn Ab-

bas(a.s.) ve bir çok alim, şu ayet-i keri-

menin nüzul sebebinin Suheyb (r.a.)

olduğu kanaatindedirler.

“İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah

rızası için kendini ve malını feda eder;

Rabbının rızasına talip olur, karşılğında

can ve maldan vaz geçer. Allah, kulları-

na sonsuz merhamet ve şefkat sahibi-

dir.”(Bakara,2/207).

HAKİM B. HİZAM’IN FEDAKARLIĞI

Ebu Hazim anlatıyor:

“Medine’de, mücahidlere binek ve

techizat hususunda Hakim b. Hizam’dan

daha çok yardım edeni duymamıştık.Bir

gün iki bedevi Rasulullah’a gelerek yar-

dım istediler. Kendilerine:

-Hakim b. Hizam’a gidin, denildi. Onlar

da gidip Hakim’i evinde yakaladılar. Ha-

kim niçin geldiklerini öğrenince onlara:

-Beni izleyin, dedi ve evden çıkarak pa-

zara doğru yöneldi.

Hakim, devamlı Mısır’dan getirttiği dört

bin dirhem değerindeki ince bir elbiseyi

giyiyor ve evden çıkarken asasını beline

ve iki hizmetçisini yanına alıyordu. Nere-

de ve hangi çöplükte bir bez veya deri

parçasını görüyorsa, savaşa çıkan fakir

mücahidlere tahsis ettiği develerin çul-

larını yamalamak için hemen asasının

ucuyla yerden kaldırıp silkeledikten son-

ra hizmetçilerine veriyordu. Hakim bu

defa da aynı şeyleri yapınca iki bedevi-

den biri diğerine:

-Bu adam da iş yok, biz kendi başımızın

çaresine bakalım. Çöplüklerden deri

parçaları toplayandan ne beklenir? dedi.

Diğeri ise:

Acele etme, dur bakalım işin sonu ne

olacak? dedi.

Hakim pazara varınca iki tane kuvvetli

ve gebe deveyi satın aldı ve onlara yete-

cek kadar buğday, yağ ve diğer yiyecek

maddelerini verdikten sonra develeri

onlara teslim etti. Onlar da hayretle bir-

birlerine bakarak:

-Yerden deri parçaları toplayan birisin-

den böyle bir davranışı bugüne kadar

görmedik, dediler.

Allah (cc) varlıklı müslümanlara, Allah

yolunda harcama yapmalarını (infak

etmelerini) emrediyor. Bu Allah yolunda

harcama yapmak; infak etmenin, gerekli

yerlere yardımda bulunmanın ta

kendisidir.

İnfak’ın en güzeli kişinin çok sevdiği

maldan yaptığı harcamadır. Kişinin malı

ve dünyalığa meyli fazladır. Onları çok

sever, daha çok olmasını da ister. Sırf

Allah’ın (cc) emrettiği sevabını umarak,

insanlara iyilik etmenin mutluluğunu

yaşayarak o sevdiği maldan bir kısmını

ihtiyaç sahiplerine vermek, çok önemli

ve övgüye değer bir fazilettir.

~19~

SONUÇ:

Allah’ın rızasını tahsil için sarfedilen ceh-

din neticesi, çok güzel bir akibettir. Bu

cehd gerçek mü’minin sadakatının,

feragatının ve fedakarlığının nişanesidir.

Cehd ve gayretimizin ciddiyeti nispetin-

de, kazandırdığı huzuru, hissiyatımızın

derinliklerinde duyarız. Ama bu huzur,

feragat ve fedakarlıkla amel eden ger-

çek mü’minlere müyesserdir.

Kur’an ve İslâm, azim bir fedakârlıkla

kendilerine sahip çıkmadığımız takdirde

gelecek nesilleri başıboşluğa, sahipsizli-

ğe ve ateşin ortasına atmış olacağımızı

bilmemizi istiyor. Her yerde kaynaşıp,

mikroplar hâlinde çoğalan îmansızların

insanlığa verdikleri zarara dikkatinizi

çekerim.

Bunların daha da çoğalması ve hâkimi-

yetlerini artırmaları halinde insanlığa

verebilecekleri zararları hesap ederek,

meselelerimizi buna göre değerlendire-

lim. Allah’ın ve Resûlü’nün rızasını birin-

ci plana alıp vazifelerimizin üzerine titiz-

likle eğilmezsek, gelecek nesillerin başı-

mıza açacağı badirelerin bizi nerelere

götürebileceğini tahmin bile edemeyiz.

Mü’minin gerçek şuura ulaşmasından

sonraki fedakârlığı, feragatı, cehd ve

gayreti kolaydır. Ama bu şuuru kazandı-

rarak, müslümanları düşünür hâle getir-

mek, Allah’ın ve Resûlü’nün gerçek

muhibleri olduklarını görmek çok zor-

dur.

Bunlar, mü’minlerin kâlblerine, O’nlara

ait muhabbeti nakşedip, nazarlarındaki

perdeyi kaldırmakla mümkün olacaktır.

Ancak bunun akabinde mü’minler cehd

ve gayrette bulunacaklar; araştıracak,

inceleyecek ve yeni yeni cevherler bula-

caklar, o cevherleri buldukları Hakk’ın

kapısından ayrılmayacaklar, hayatlarının

sonuna kadar bu yolda koşacaklardır. □

Kaynakça:

- Peygamber Dostları Örnek Nesil 1-2,

Şerafettin Kalay.

- Muhtasar Hayatu’s-Sahabe, M. Yusuf

Kandehevî.

- Siret, İbn Hişam.

- Tefsir, İmam Kurtubî.

KİTAP ÖNERİSİ:

60 Seçkin Sahabe, Halid Muhammed

Halid, Beka Yay. 670 sf. 2009 İstanbul.

~20~

S oru: 1) Davetçi kime denir? Davetçinin en belir-

gin özellikleri nelerdir? Herkes davetçi olabilir

mi?

Yakup Selen: Müslüman kişiye davetçi denir. Her iman

eden davet vazifesi ile mükelleftir. Davetçinin en belirgin

vasfı davet yapamadığı bir günün boşa geçtiğini, imanın

daveti zorunlu kıldığını bilmesidir.

“Allah yoluna çağıran, makbul ve güzel işler işleyen ve

‘Ben Müslümanlardanım’ diyen kimseden daha güzel söz

söyleyen kim olabilir?”, “Asra yemin ederim ki insan ger-

çekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip iyi amel-

ler işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı

tavsiye edenler müstesnadır.” ayetleri bize iman davet

ilişkisini bildiren pek çok ayete örnektir.

Habil Mert: Davasına dil olmuş, yürek olmuş, ayak olmuş

kişidir davetçi. Davasına can vermiş, kan vermiş kişidir

davetçi. Davasını ete kemiğe büründürmüş, canlandır-

mış, akidesine ruh üflemiş kişidir davetçi. Feda bilincini

ve imkânlarını davasına kurban etmiş öznedir. Allahın

olduğu yerde imkânsızlık yoktur bilinciyle nam salmış

kişidir o. Herkesin umudunu yitirdiği yerde umuda hayat

veren kişidir davetçi. Var olmanın imzasıdır davetçi…

Tabikî ki bu vasıflar onu davetçi kılar. Herkesten davetçi

olamayacağının gerçek şahidleridir onlar. Devrimci

şahidlik bilincini yerine getiren bir ruhtur.

SO

RU

ŞT

UR

MA

Habil Mert & Yakup Selen

DAVETÇİ KİMLİĞİMİZ

Davet,

hayatın her alanındaki

her yaştan insana her

zaman yapılacağına

göre, bir ferdin değil

bunun derdiyle kavrulan

bir cemaatin organizas-

yonunda tam manası ile

gerçekleşebilir.

~21~

Soru: 2) Davetçi neyi ne kadar bilendir?

Davetçinin ilmi birikimi ne kadar olma-

lıdır? Yeteri kadar bilmeden davet ya-

pılabilir mi?

Yakup Selen: Davetçi yaptığı şeyleri tav-

siye edebileceğini bilen kişidir. Bereke-

tin burada olduğunu, kendi yapmadığı

şeyleri tavsiye ettiğinde bunun çoğu

zaman sonuç vermediğini bilir. Elbette

bu durum amellerinin artmasını ve da-

vetinin içeriğinin zenginleşmesini sağla-

maya zorlar davetçiyi. Aksi durum nasıl

olsa yapmıyorum o zaman anlatmayım

düşüncesi nefsin ve şeytanın hilesidir.

Habil Mert: Davetçi, akidesinin tüm var-

yantlarına (çeşitlerine) hâkim olmalıdır.

Yarım veya eksik akideye can vermek,

sakat bir doğuma sebeptir. Eksik akide

tutarsızlığa sebeptir. Bunun için;

“davetçiyim” demek bir iddiadan ibaret-

tir. Davetçi, davasına vakıf olan fevk

ehlidir. Davasının şahididir. Davasını

tanımak-bilmek, zaten iman etmekten

önceki aşamadır. Bilgisiz iman eksik

amele, yanlış amele sebeptir. Hatalı bir

akideden salih bir amel doğmayacağı

kesindir… Davasını öğrenmek azmi da-

vasına imanla paralel bir taleptir. Sahih

bir akide salih bir kula eşdeğerdir. Aki-

denin eksikliği ise kişinin ve temsilin

eksikliğidir. Bu durumda sakat doğum

kaçınılmazdır.

Soru: 3) Davetçi kendini nasıl geliştir-

melidir? Neler okumalıdır? Nerelere

katılmalıdır? Neler izlemelidir?

Yakup Selen: Davetin bir süreç olduğu,

bir bardağı dolduran damlalar gibi her

davetin hemen bardağın taşmasına ne-

den olmayacağı unutulmamalıdır. Hida-

yetin Allah’ın takdirine bağlı olduğu bi-

linci ile sonuç vermeyen çabalamalar

zannederek motivasyonunu kötü etkile-

yecek düşüncelere aldanmamalıdır.

Hitabetini geliştirmeli, örneklerini artı-

racak kitaplar okumalı, toplumun gün-

deminden bihaber olmamalıdır. Tarihte

iz bırakmış şahsiyetlerin hayatını bilmeli

ve bunları günümüze uyarlamalıdır.

Habil Mert: İkra ile… Hayatı eşyayı ve

sünetullahı ilahi evrensel yasaları doğru

analiz ederek, edecek şekilde yetiştire-

cek kendisini. Parçaları bir araya getirin-

ce olacak olan olur! Okumak eylemdir!

Eylemlilik okumaktır! Var olmak eylemle

mümkündür. Eylem fikrin hareket hali-

dir. Okumak Rabbin adıyla Rab için Rab-

le olmalıdır ki şehadet yerini bulsun.

Hülasa; her şeyi okumalıdır. Okuyanlarla

yatıp kalkmalıdır.

Okuyan kişi istişare ehlidir! Okuduğu

kitabın yazarıyla rabıta içindedir, danış-

mıştır! Merak bu açıdan soylu bir ey-

lemdir. Hakikat arayışçısı, gerçekleri

değiştirecek gücü okumaktan alır!

Okurken anlamaya ve tertile dikkat et-

melidir. Bağlamından kopuk algılardan

uzak durmalıdır. Ve her zaman şunu

bilmelidir ki; yorum kutsal değildir! Ken-

di kapasitemizce anladığımız gerçek ha-

kikat olmayabilir! “Müminler sözü din-

ler, okur, araştırır en güzeline uyar”

ilahî emrini unutmamalıyız.

~22~

Soru: 4) Davetin ilk konusu nedir? Da-

vete öncelik sırasına göre nereden baş-

lanmalıdır?

Yakup Selen: Ulûhiyet, Rububiyet,

Ahiret ve Peygamberin bağlayıcılığı ilk

konulardır. Şirk, küfür, nifak durumuna

neden olan düşünce, inanç ve eylemleri

ortadan kaldıracak, muhatabın taşıdığı

vasıflara göre şekillenecektir davet.

Habil Mert: Davette ilk konu akaiddir!

Konu nerden başlarsa başlasın temel

esaslara vurgu şarttır. Doğru zaman,

doğru kişi, doğru tarz… Bu üç esas da-

vetçinin önceliğini anlamlı kılacaktır.

Buna dikkat etmeden atılacak adım,

önceliklere zarar verir. Amel zaten bir

doğumdur. Sağlam bir temel, amel ihti-

yacı oluşturacaktır. Sahih bir kimliğin

oluşumu için muhatabın halet-i ruhiyesi,

seviyesi tespit edilmeli ve ona göre giriş

yapılmalıdır. Muhatabın içinde bulundu-

ğu sosyal sınıf, sorunlar, dertler vb. insa-

nî halleri gözetmeden yapılacak girişim

kuru bir ego tatminidir. Burada olan şey

sadece vericinin açık olmasıdır ve maa-

lesef bilinçaltındaki egonun tatminidir.

Gaye muhatabın bilinç yollarını açmak

ise eğer, muhatabın alıcılarına uygun

hale getirmeliyiz ortamı. Bu da söylemin

naifliği, ciddiyeti, ses tonu, göz teması,

vücud dili vb. konularda hassas olmamı-

zı gerektirir. Muhatabı “sorunlu insan”

olarak görmeden işe başlamalı, ortak

değerler üzerinden muhabbet oluşması-

nı sağlamalıdır.

“Hakkı olduğu gibi söylemek” demek,

bizi netlik adına sertliğe itmemeli. Doğ-

rular doğru biçimde söylenmeli. Doğru

zamanda söylenmeli… Ve muhatapları

seçmek de Rabbani bir öğretidir. Genel

hatlarıyla hidayete yönelmiş kişileri ön-

celemeli. Ancak planda olmayan muha-

taplar çıkarsa karşımıza, özümüzle ve

sözümüzle bu karşılaşmayı tevafuk bilip

hakkı en usta bir davetçi kimliğiyle ruha

nakşetmenin yoluna bakmalı. Her du-

rumda tüm amelî sorunların kaynağının

batıl ve fasid akideler olduğunu vurgula-

malı; daveti, akide düzleminde sürdür-

meli.

Soru: 5) Kimlere daha çok davet edil-

melidir? Davette önceliği kimlere ver-

melidir?

Yakup Selen: Kendisine davet ulaşmadı-

ğı için mahşer günü bizden davacı olma-

yacak kişiler dışında herkes davetçinin

hedef kitlesidir. Aile, yakın akraba, ya-

kın çevreden başlanarak genişleyen bir

halka davetçinin muhatabıdır.

Habil Mert: Davette esas olan; hidayete

tabi olan, soran, sorgulayan, okuyan,

araştıran, barışçıl duruşu olan hanif kişi-

lerin öncelenmesidir. Ama hesapta ol-

mayan muhataplar ve genele sesleniş

durumları da vardır. Her durumda da-

vetçiye düşen iş, hakkı söylemektir.

Hakkı ketmetmemeye (gizlememeye)

özen göstermeli, küçük kaygılarla Hak-

kın hatırını pazara düşürmemelidir. Bize

düşen doğru taşı oynamaktır. Buda tec-

rübeyle oluşan bir meziyettir. Ama her

halûkarda şunu bilmek gerekir ki; İslam

~23~

davetçisi için sınıf ayrımı yapmadan saf

tevhid akidesini toplumun her kesimine

ulaştırması davanın özüdür! İslam tüm

insanlığa ulaşmalı! Önceliği belirleyen

sadece rabbani öğretidir. Buda davete

açık olmalarındandır. Ama bu demek

değildir ki, davete kapalı olanlar muha-

tap alınmayacak, dava onlara götürül-

meyecektir! Öncelik tamamen zihni açık

erdemli kişilere dönük olmalı. Burada

saik -asla- ekonomik sınıfı, ırkı, kabilesi,

statüsü, coğrafyası, ulusu vs. olmamalı.

Abese Suresi bu konuda Rabbani öğreti-

nin can noktasını göstermektedir.

Soru: 6) Davetin niyeti-gayesi-maksadı-

hedefi nedir? Ne için ve ne uğruna da-

vet yapılmalıdır?

Yakup Selen: “Onlardan bir topluluk:

“Allah’ın kendilerini yıkıma uğratmak

veya şiddetli bir azaba uğratmak istediği

bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?”

dediğinde “Rabbinize karşı bir özür için

ve bir ihtimal sakınabilirler, diye” dedi-

ler.” ayeti bu soruya cevap vermektedir.

Davet bize namaz gibi, oruç gibi farz

kılınmış bir ameldir. Ve biz her ameli-

mizde Allah’ın rızasını umar, kaçındığı-

mız-sakındığımız her şeyde Allah’ın aza-

bından korkarız.

Habil Mert: Söz konusu İslam’dır ve da-

vette gaye Hakka karşı adil olmaktır;

hakkını vererek yapmaktır. Buna

“şahidlik” denir. Halklar bize şahid olsun

için akidemizi net ve anlaşılır bir biçim-

de, özel bir gayretle ortaya koymalıyız.

Bu ilahî bir emirdir: “Allah, kendilerine

kitap verilenlerden; ‘Onu mutlaka in-

sanlara açıklayacaksınız, onu

gizlemeyeceksiniz’ diyerek söz almıştı.

Onlar ise bunu kulak ardı ettiler, onu az

bir dünyalığa değiştiler. Yaptıkları alış-

veriş ne kadar kötü!”

Davet bu manada peygamberî bir mes-

lektir. Ve emri mütalâ olamaz. Emir ney-

se olduğu gibi açıklanır. Dünyevî kaygı

ve çıkar elde etmeye yönelik ortaya ko-

nulan dava güdüktür ve pazara düşmüş

bir metadır. Bu durum, Kur’an’da lanet-

lenmiş bir tutumdur. İhanettir! Hakkı

gizlemek ve karşılığında menfaat elde

etmek Allah’a savaş açmaktır. Davetin

önündeki en büyük engellerden biride

bu Belâmlar çetesidir. İslam ambalajıyla

harmanlanan seküler, pagan kültürü

Samirilik mesleğiyle icra edildiğinde da-

vetçiye düşen bu oyunu deşifre etmek,

Hakka dönük bu haksızlığı gidermek için

davasının şahidliğini yapmaktır.

“Rabbini tekbir et ve dosdoğru yürü”

emri de buna işaret etmektedir. Emir

büyük yerdendir ve alçaklar için davetçi-

nin duruşu tam bir şehadettir. Aksi ise

zillettir. Rabbinin rızasını basit bedeller

karşısında değişen kişiler zilleti satın

alan kimselerdir. Davet en büyük ticare-

tin pazar alanıdır. Dünya için ahireti

ahiret için dünyayı satanların cirit attığı

bu alanda davetçi Hakkı söylediği kadar

var olacağını ve anlam kazanacağını bi-

len kişidir. Kaybı olmayan bir dava olan

İslam davası, âlemlerin Rabbi olan Allah-

’ın davasıdır. Bu davaya hizmet, ucuzlu-

ğu kaldırmaz. Küçük hesaplar peşinde

~24~

olanlardan davetçi olmaz. Gayesi Allah

olanın önündeki her engel potansiyel bir

puttur. Putlaşan değerler ve hesaplar

davetçinin paradigması olamaz. Davetçi

için belirleyici olan Rab olan yalnızca

Allah’tır.

Olmalıdır, demiyorum zira akidesiyle

bütünleşmiş kişidir davetçi.

Soru: 7) Daveti gizli-açık, özel-genel

diye ayırabilir miyiz? Bunun pratikteki

uygulaması nasıl olabilir?

Yakup Selen: Gizli davetten kasıt muha-

taplardan davet içeriğinin bir kısmının

saklanması, gizlenmesi ise bu yapılamaz.

Davetin ve davetçinin açıklığı, bilinilirliği

sürecin manipüle edilmesini engeller.

Yapılan işe güveni ortaya koyar.

Davet muhatapların sayısına göre toplu-

luğa yapılıyorsa konuşma şekli, örnekle-

rin seçimi, kitlenin ortalaması dikkate

alınarak şekillendirilmelidir. Muhataplar

karşılıklı konuşmanın, soru-cevap imkâ-

nının sağlanabileceği sayıda iseler o za-

man da buna göre konuşarak daha sa-

mimi-sıcak bir ortamın sağlanması veri-

mi artırır.

Habil Mert: Davet hep açıktı ve açık da

olmalıdır. Zira Allah bu davayı gizleme-

miştir. Hatta bugünkü mantaliteyle bakı-

lınca Peygamberler haşa ahmaklık yap-

mıştır! İslam hiçbir zaman gizlenmemiş-

tir. Bi’setin ilk zamanlarındaki gizlilik

tamamen insanî bir hal olmasına rağ-

men zamanla Hakkın gizlenmesi gibi bir

yanlışa delil olarak gösterilmiştir. Pey-

gamber (as) İslam geldiği andan itibaren

yoğun bir uyarıya, ilâna ve duyuruya

başlamıştır. Ve davasını anlattığı kişiler-

den kendisine inananlarla Erkam’ın

evinde organize olmuştur. Ama bu aynı

anda, o günlerde, davayı sunduğu halde

kendisine iman etmeyenlerin olduğu

gerçeğini örtecek bir hal değildir. Zira

aynı günlerde tüm evlerde yeni bir pey-

gamberin çıktığı ve bu kişinin falanca

kişi olduğunu, filanca şeyler dediğinin

halk tarafından konuşulduğunu bilmek-

teyiz. Vahyin ilk inzal döneminde en uç

paradigmal değişimlere teşne konuları

peygamberî bir izzetle söylemiş bir pey-

gamberin, bugünkü anlaşılan manada

daveti gizlediğinden bahsedemeyiz. Bu

bir iftiradır. Orada olan gizlilik iman et-

miş kişilerin kim olduğunun bilinmemesi

de değildir! Sadece basit bir tedbirdir.

Çünkü davete muhatap olup daveti ka-

bul etmiş herkes için artık vahyin

şahidliği görevi başlamıştır. O iman

eden ilk zümrede peygamberi bir görev

bilinciyle Tevhidi mesajı ailesine, yakın

çevresine, kabilesine, halkına götürmüş-

tür. Alâk, Kalem, Müzzemmil,

Müddessir, Fatiha gibi ilk inen ayet ve

surelere bu kişilerde muhataptı! Ve bu

sorumluluk bilinci olan iman, onların da

çevrelerine hakkı söylemelerine, insanlı-

ğı ebedî kurtuluşa davet etmeye yönelik

bir aşka sebep olmuştu. Ebu Zerr, Muaz

b. Cebel, Mus’ab (ra) vd. örnekler… Ha-

sıl-ı kelam, davet gizli değildir. Davetçi-

ler de davetle birlikte aşikârdır. Hayatî

bir durum söz konusu olmadıkça tek

hakikat budur. Daveti örgütlemek ise

stratejik bir projedir. Ve bu projenin

~25~

özünde, söylemin et ve kemik diliyle

halkın içinde olması şartı vardır.

Soru: 8) Davette belirli bir metot-

yöntem-sınır-çizgiler var mıdır? Varsa

nasıldır? Yoksa aklımıza-mantığımıza-

günümüz koşullarına bakarak mı davet

yapılmalıdır?

Yakup Selen: Siyer ve peygamber kıssa-

ları bize davetin şekli ile ilgili sınırları

bildirir. Her peygamber davetine;

- Topluluğun karşısına çıkıp kendini ve

dini tanımlayarak başlamış

- Ahiretten ve yaptıkları her şeyin hesa-

bını vereceklerinden bahsetmiş

- Zulmü tanımlayarak kanıksanmasını

engellemiş, fark edilmesini sağlamış

- Kendisine tabi olunması ve zalimlere

boyun eğilmemesini isteyerek inananla-

rın örgütlenmesini ve var olan sistem

karşısında siyasi bir güç haline gelmeyi

sağlamış

- Davetine karşılık Allah’tan başkasından

bir ücret beklemediğini vurgulamış

- Davete uygun bir ortam kalmadığında

hicret etmiş

- Akla ve kalbe hitap eden, kısa, soru

şeklinde cümlelerle açık ve anlaşılır ol-

maya özen göstermiş

- Sözle yetinmeyip eylemleri ve hatta

ibadetleri ile davete katkıda bulunmuş-

lardır.

- Davet hayatın her alanındaki her yaş-

tan insana her zaman yapılacağına göre

bir ferdin değil bunun derdi ile kavrulan

bir cemaatin organizasyonunda tam

manası ile gerçekleşebilir.

Habil Mert: Bu dinin yayılma yöntemi

Rabbi tarafından belirlenmiştir. Ve örne-

ği Muhammed peygamberdir (as). An-

cak kişilerin şahsî tecrübeleri ve birikim-

leri, davette etkilidir. Edebiyattan, felse-

feden, sosyolojiden, geometriden, sa-

nattan yoksun bir bilinçten davetçi ol-

maz. Yaşadığı dünyaya tanıklık edeme-

yen, güncellenmeyen bir kişiden davetçi

olmaz. Onun yaptığı davet ancak koloni-

ye gebedir. Merak, ilgi, sevgi ve aşkın

çeşni olmadığı hiçbir söylem aşktan iba-

ret olan mahlûkatta yankı bulmaz. Bu

aşk bildiğimiz aşk değildir. Metod ve

yönteme imandır bu! O da peygamberin

uygulamalarındaki iradedir! Bu iradenin

beslendiği imandır. Allah’ın rızasına uy-

gun olmayan, O’nun ölçüleri yok sayılır-

casına yapılan davet, Haktan eksilterek,

Hakkı yamultarak, ekleyerek, çıkarılarak

sürer ve bu şekil bir davet Hakka hizmet

değil, Hakkı baltalamaktır. Bu davete

icabet eden çok olur ama Hakk yerini

bulmuş olmaz. Elbette bize düşen akide-

yi doğru bilmek doğru anlatmaktır. Sa-

hih akide salih eylemle, esaslı bir duruş-

la yani peygamberi - rabbani bir

metodla yaygınlaşır. Haram yolla Helale

hizmet (!) ederek sevap beklemek batıl-

dır. Haramdan sevap beklemek pragma-

tistlerin işidir. İslam’ı bilmeyen ehl-i sec-

denin yaygınlaşması bu hatadan dolayı-

dır. Yani namazın yaygınlaşması ile şirkin

yaygınlaşması aynı hızda ve paralelde

~26~

sürüyorsa, bu caiz olan davet yöntemi-

nin dışına çıkıldığı içindir.

Soru: 9) Günümüz Müslümanları dave-

tin neresinde-hangi aşamasındadırlar?

Daveti bırakmışlar mıdır? Yoksa dave-

tin aslından uzaklaşmışlar mıdır?

Yakup Selen: Bu soruyu şöyle anlamalı-

yım: Davetin neresinde hangi aşamasın-

dayım? Daveti bıraktım mı? Davetin as-

lından uzaklaştım mı?

Ve her zaman şu cevabı vermeliyim:

Yaptıklarım yetersiz.

Habil Mert: Davet adil şahitliktir! Yani

olması gereken yerde olmaktır. Yapılma-

sı gerekeni yapmaktır. Türkiye’de Müs-

lümanların küçük bir kısmı adil şahidlik

yapıyorlar. Olması gereken yerde olma-

yanların nerede olduğu önemsizdir.

Çünkü zaten kaybetmiştir. Vaciplerin

kaybı nafilelerle giderilemez. Şehadetini

yani sözünü yerine getiren küçük bir

kesim vardır. Onların da bir kısmı sistem

içi araçlarla kaynaşmış, politize olmuş ve

alinasyona (başkalaşıma) uğramış halde-

dirler. Genel hatlarıyla birbirleriyle kı-

yaslandığında kendilerini tevhid ve ada-

let ekolü olarak tanımlayanlar dışındaki

grupların neredeyse tamamı STK’laşmış

ve kontrolsüz, sağlamasız, başıboş çalış-

malar yapmaktalar. Akidenin gücüne

değil de teorik süsüne özenen kimlikler

yetiştirmektedirler. Kontrolsüz örgütlen-

melerinin tarz ve usul olarak birbirlerin-

den tabela dışında hiçbir farkları ve öz-

günlükleri yoktur. Hatta hepsi sözde

aynı kaynakları önemsemesine rağmen

ufku dar ve ilmi zayıf fertlerin yetişmesi-

ne sebep oluyorlar.

Müfredat hepsinde başıboş... Ne öncelik

sıralamasına dikkat ediliyor, ne de sevi-

yeye... Gelişi-güzel verilen kitaplar, gelişi

-güzel seçilen sohbet konuları, haftalık

faaliyet defterini boş bırakmamak adına

uzman olmayan kadrolar tarafından,

insan ve toplum psikolojisine dair tek

kitap okumamış sözde davetçi ağabeyler

tarafından hazırlanan bu faaliyetler, ye-

tersizlik bir yana, başlı başına hatalı ça-

lışmalardır. Usulsüzlük asılsızlığın kayna-

ğıdır. Usulden yoksun olan bu kitleler

veya öbeklerin davet çalışmasından ne

sahih akide ne de salih amel doğar. İyi

niyet stratejide öncelikli değildir. İyi ni-

yetle hazırlanan yıllık faaliyet planları

sadece samimi ama disiplinsiz ve bir o

kadar da malumatfuruş fertler yetiştiri-

yor. Bu da akidenin gücünü değil, grup-

ların gücünü çoğaltmaktan başka bir işe

yaramıyor.

Kutsanan gruplar da alinasyona sebep

olur. Kendi grubundaki ilişkilerin sıcaklı-

ğını davasının doğruluğuna, samimi ağa-

beylerin heyecanlı koşturmaları da istik-

rara delil sayılıyor zamanla. Bindiği tre-

nin yol haritasına tav olan ama süreçte

rayların yönünün değiştiğini görmesine

rağmen aynı trende kalan kalabalıklar,

fert olmayı başaramamış ve grup

alinesine maruz kalmış kişilerdir. Bu gibi

grupların hakikatten iz taşımaları başarı-

lı siyasî yapılar olduklarını asla göster-

mez. Bunlarda istikrar sadece oligarşide-

dir. Akidede istikrar konusunda, çoğu

~27~

sınıfta kalmıştır; bunu yaşadık gördük.

Üç yılda bir strateji veya gömlek değişti-

ren bu gruplar insan öğütüm kurumuna

dönüşmüştür. Potansiyel Tevhid erlerini

muhafazakârlaştıran bu yapıların davet-

le ilişkisi maalesef ezberden öte değildir

ve enerjik, statik olmayan aşamaya geç-

meye namzet değildir. Bunlar nostalji-

den öte anlam taşımayan neo-pasif ve

müzelik hareketlerdir. En kötüsü de hâlâ

kendilerini ıslah hareketi olarak görme-

leridir.

Nasihat almazlar, uyarıları dikkate al-

mazlar, küstah bir kimlik olarak karşı-

mızda durmakta, engin tecrübeleriyle

pragmatizmin kutsallığına bizleri davet

etmektedirler. Varlıkları ve sürdürdükle-

ri davet en samimi çağlarında ödedikleri

bedelleri tüketmeye sömürmeye dönük-

tür. Bir hareket geçmişiyle var olmaya

çalışıyorsa sadece ve tek varoluş sebebi

hatıralarıysa eğer, o hareket depolitize

olup, kutsanmış bir yapıdan öte anlam

taşımamaktadır. Bir hareketi anılarıyla

kutsarsanız o hareketin bugüne dönük

yüzü topluma asla can vermeyecektir.

Zira anılarda kalan akideden teşne duru-

şu terk edeli uzun zaman olduğu halde

en güzel, en sahih ve kendisiyle en çeliş-

mediği o dönemleri bugünkü savrulma-

sına kılıf olarak kullanmakta ve alet et-

mektedirler.

Şahidlerin süsü olan şehidlerin sömürü-

sü buna en güzel örnektir. Davasına

şahidlik edip de yürüdüğü yolun bedeli

olan kutsal ölümle yüzleşmiş kişilerdir

şehidler. Ancak baktığımızda şehidlerin

şehadet ettikleri yolu yürümeyi bırakın

o yoldan çoktan uzaklaşmış olan birçok

yapı, kurum cemaat ya da örgüt

şehidlerin kanını sömürmek anlamında

şehadet geceleri düzenlemekte,

şehidleri anmakta! Şehidlerin yolunu

sürdüreceğiz yalanıyla karşımıza çıkan

bu grupların, cihadî yoldan kendisini

müstağni gören bu sömürü hareketleri-

nin, Tevhidi şahidlikle alakaları ancak bu

kadardır. Davet artık yön değiştirmiştir

zira. Ama geleceğe dair özgün bir söy-

lemleri ya da duruşları olmadığı için -

dönüştüklerini de kabul etmedikleri için-

geçmişten başka sermaye yoktur ellerin-

de. Bu duruş varoluş değil, yok oluşun

duruşudur. Ve oradaki davet bitişe, sav-

rulmaya, yamulmaya, pragmatizme da-

vettir. Aslolan davet değil de neye davet

ettiğimiz, gibi bir sonuç çıkıyor ortaya.

Evet, bugünkü cemaatler davete devam

etmektedirler ama neye, hangi davete?

Davet bir yayma-uyarma gibi bir talep-

ten ibaret bir kelimeyken kavramsal ola-

rak Hakka çağırmaktır. Ve bu da ruhsuz

değildir; yani bunun yolu vardır; o da

Efendimizin yoludur. Bu açıdan bakıldı-

ğında bugün İslam cemaatleri ya usulde

ya da asılda davetten uzaktırlar, uzaklaş-

mışlardır. Yapılan işler davet değil, faali-

yettir denilebilir. Adil şahidliğin olmadığı

yerde davet kavramı çöker. Yerine an-

cak seküler olan “aktivist” kavramı ge-

çer. Bugün hangi ekole mensup olduğu-

na bakmaksızın bolca aktivist olduğunu

söyleyebiliriz. Ama değiştirme adına

kurucu bir ideolojiye, devrimci bir akide-

~28~

ye mensup hareketlerden söz edecek-

sek eğer işimiz zor demektir.

Özgünlüğünü yitirip depolitize olmuş

hareketlerin kurucu iradeden bahset-

mesi çelişkidir. Öznel olmayan ve salt

refleksten oluşan bu yapılar egemenler

için tehdit değil aksine emniyet

sibobudur. Varoluş sigortasıdır. Kitleleri

meşgul eden bu yapıların devrimci bir

davet çalışması yürüttükleri asla söyle-

nemez. Küçük birkaç yapı dışında taban

bulmuş devrimci İslamî bir söyleme sa-

hip tevhidi, adaleti ve özgürlüğü gaye

edinmiş yapı kalmamıştır. Bu da toplum-

sal değişimi geciktiren önemli bir eksik-

liktir esasen. Egemen tağutî sistemin

paradigmalarını sarsacak ve halklara

uyanış muştusu heyecanı verecek bir

Kur’anî söylem–eylem bütünlüğü, pers-

pektifi sunmayan yapıların canlı olduğu-

nun ispatı; basın açıklamaları, konsolos-

luk kuşatmaları, seminer konferans vb.

çalışmalarsa eğer, bu tür faaliyetlerin bir

“varoluş” için çok yetersiz olduğunu

söylemek gerek. Yaşadığı çağın ve coğ-

rafyanın zorbalarıyla hesaplaşmayan

hareketler, egemenler tarafından hesa-

ba katılmazlar!

Soru: 10) Davet eylemi ne zaman sona

erer? Davetten sonra ne vardır?

Yakup Selen: Davet sona ermez. Muha-

tabın değişmesi için çaba gösterdiğimize

göre ve takvada üst sınır bulunmadığına

göre yanlışı engelleme ve daha güzeli

tavsiye etme ölünceye kadar

müslümanın vazifesidir.

Habil Mert: Davet eylemi şahidliktir ve

son nefese kadar sürer… Nerede bir

muhtaç varsa orda önce davetçimiz,

şahidimiz olmalı ve yara sarmalı, nerede

bir Hak ihlaline karşı Hak arayışı varsa,

orada olmalı. Nerede bir gözyaşı varsa,

o silmeli. Nerede bir mazlum sesleniyor-

sa önce o koşmalı. Nerede bir haksızlık

varsa önce o tavır almalı! Bunlar önem-

li… Davetçiler Allah için diz çökmüş ilim

talebeden hiç kimseyi küçümsemeden

dinlemeli, okumalı, anlamaya çalışmalı.

En nihayetinde hepsi birer yorumdur;

bizimkisi de bir yorumdan ibarettir. Hiç-

bir yorum kutsanamaz! Allah’ı yanlış

anlayanla yanlışlayanları bir tutan da-

vetçinin yapacağı devrimden ancak zu-

lüm doğar! Bu açıdan davetçi

fıkhedebilen bir derinlik elde etmeye

çalışmalı… Allah diyen herkesin peşine

takılmamayı bilmeli. Şahidlik bilincinin

hayat bulduğu her çalışmaya katılmalı.

Elinden geldiğince desteklemeli. Onuru,

erdemi, asaleti öğreten her şeyi izlemeli

dinlemeli. Davetçi; davet edeceği şeyi iyi

bildiği gibi davet yeteneği de güçlü olan

kişidir dedik. Bu bağlamda hitabet sana-

tını, anlatım sanatını yaşadığı toplumun

jargonunu iyi bilmeli. Ve bunu yapabile-

ceği her türlü sanatsal etkinliği takip

etmeli. Sanatsız davet akideyi estetikten

mahrum etmektir. Estetikten yoksun bir

akide estetikten ibaret bir dünyada ka-

bul görmeyecektir. Ona ancak estetik

yoksunları icabet edecektir. Estetik da-

vetçinin süsüdür. Şehadet en güzel da-

vettir… En güzel son, şehadettir. □

~29~

B u sayımızda, Rahmet Cemaatinin önde gelen

ismi, davetçi ve âlim Necmettin Irmak Hocamız

ile bir hasbihal gerçekleştirdik. Kendisi 1968 Ar-

dahan doğumlu olup, gençlik dönemlerinden bu yana çe-

şitli yerlerde İslamî ders ve seminerler vermekte, davet

çalışmalarında bulunmaktadır. Evli ve 6 çocuk babası olan

hocamız, İstanbul’da ikamet etmektedir. Allah kendisin-

den razı olsun.

Emre İlsever: Sevgili hocam, ilk olarak şunu sormak istiyo-

rum; “Nebevîlik” kelimesi, lâfzî ve ıstılahî olarak ne mana-

ya gelmektedir?

Necmettin Irmak: Kelime, peygamberlik manasındaki

“nübüvvet” kelimesinin bir türevidir. Lâfzen haber vermek

anlamına gelen N-B-E harflerinden türeyen nübüvvetin bir

başka biçimi olan nebevilik, kelime anlamından daha ziya-

de, “nübüvvete / peygamberliğe ait ve uygun” anlamında

ıstılahen kullanılır. Günümüzde ise Hz. Peygamberin (sa)

yoluna, sünnetine ve sîretine uygun tavır, davranış ve ha-

reket tarzı anlamında kullanılır. Ancak “nebevî” kelimesi,

hadis ilmi de dâhil herhangi bir İslamî ilmin ıstılahlaştırdığı

kelime değildir. Daha çok günümüzde İslamî hareketlerin

kendilerini tavsif ederken kullandıkları bir tabirdir. Bundan

dolayı kendilerini bu tabirle tavsif eden İslamî hareketler

NEBEVÎ HAREKET METODUMUZ

Necmettin Irmak

HA

SB

İH

AL

Her Müslüman fert nasıl

ki, hayatında Hz. Pey-

gamber ’ in sünnetine

uymak zorundadır, aynı

şekilde Müslümanların

oluşturduğu cemaat ve

hareketler de Hz. Pey-

gamber ’ in yoluna ve

sünnetine uymak zorun-

dadır. Bu, bizim içtihadı-

mıza bırakılmış bir hu-

sus değildir.

~30~

arasında ortak payda halinde bulunsa

da içerik olarak farklılıklar arz etmekte-

dir. Nitekim nebevîlik vasfını kullanırken

sadece Hz. Peygamber (sa) değil,

Kur’an’da örneklikleri anlatılan diğer

nebîler de bu tabirin içine girer.

Emre İlsever: “Nebevî” kelimesi, Kur’an

ve hadislerde geçmekte midir?

Necmettin Irmak: Kur’an ve hadislerde

“nebevî” kelimesi kullanılmaz. Ancak Hz.

Peygamber’in (sa) yoluna tâbî olmak ve

O’nu örnek almak manasında gerek iza-

fetle ve gerekse izafesiz pek çok kelime

kullanılır. Kur’an’da geçen “üsve-i

hasene” (en güzel örneklik) terkibi bun-

lardan biridir. Hadislerde geçen

“Muhammed’in rehberliği” anlamında

kullanılan “hedy-ü Muhammed” ifadesi

de böyledir.

Emre İlsever: İslam tarihinde bu kavram

ilk defa ne zaman ve hangi âlim(ler) ta-

rafından kullanılmıştır?

Necmettin Irmak: Nebevî kelimesinin

bilinen ilk kullanımı meşhur siyer âlimi

İbn Hişam (öl. H. 218 – M. 833) tarafın-

dan olmuştur. O, meşhur siyerini “es-

Siretu’n-Nebeviyye” diye isimlendirmiş-

tir. Ancak yukarıda ifade edildiği siyasî

anlamı itibariyle ilk kullanımı, 20. asırda

yaşayan İslamî hareket teorisyenleri

tarafından olmuştur.

Emre İlsever: Nebevîlik, bir hareket ve

davet metodu olarak, Müslümanlara

farz mıdır?

Necmettin Irmak: Bir hareket metodu

olarak nebevîlik, İslamî hareketlerin fii-

len taşıması gereken bir zorunluluk, bir

farziyettir. Her Müslüman fert nasıl ki,

hayatında Hz. Peygamber’in (sa) sünne-

tine uymak zorundadır, aynı şekilde

Müslümanların oluşturduğu cemaat ve

hareketler de Hz. Peygamber’in (sa) yo-

luna, sünnetine uymak zorundadır. Bu,

bizim içtihadımıza bırakılmış bir husus

değildir. İslam davasının sahibi olan

ALLAH (cc), bu davayı bize gönderdiği

gibi, bu davanın yöntemini de gönder-

miştir. Şehid Seyyid Kutub’un ifadesiyle;

“Bu din, itikadî tasavvuru ve buna bağlı

olarak hayatın vakıasını değiştirmek için

gelmiş olduğu gibi, aynı şekilde itikadî

tasavvurun üzerine inşa edilen yöntemi

ve bu yöntem ile de hayatın vakıasını

değiştirmek için gelmiştir.”

Kur’an’a dönüp baktığımızda, ALLAH’ın

(cc) Müslümanlara kıssalarını anlattığı

peygamberlerin (sa) ve özelde de Hz.

Peygamber’in (sa) örnekliğine vurgu

yaptığını görürüz. Gerek Kur’an’da Hz.

Peygamber’e itaati farz kılan ayetler ve

gerekse sahih sünnette bize bu sorum-

luluğu bildiren ifadeler ve gerekse ule-

manın sünnete ittibaya dair söyledikleri

hemen her şey, İslamî hareketin

“nebevîlik” vasfı için de geçerlidir.

Emre İlsever: Nebevîliğin ana hatları ve

olmazsa olmazları nelerdir?

Necmettin Irmak: Bir hareketin nebevî-

liğe dair ana hatları ve özelliklerini şöyle

sıralayabiliriz:

1. Rabbanîdir: Zira bu dava bütün İslamî

~31~

hakikatlerin geldiği

kaynaktan bize

ulaşmıştır. Yine bu

dava, âlemlerin

R a b b i o la n

ALLAH’ın emaneti-

dir. Bir beşer ürü-

nü değildir. İnsa-

noğlu sadece bu

davanın uygulayı-

cılarıdır.

2. Akidevîdir: Bu

davanın müntesip-

leri itikadî bir bağ ile bu davaya bağlıdır-

lar. Bu tercih, ideolojik bir tercih değil-

dir. Bu dava ile iman ve mutlak teslimi-

yet üzere bir ilişki kurulu. Ayrıca bu da-

vanın esasları, iman esaslarıdır.

3. Fıtrîdir: Davanın sahibi olan ALLAH

(cc), davasını emanet ettiği insanın yara-

tılışına uygun bir şekilde sunmuştur.

Hem davanın, hem de insanın tabiatı

birbiriyle tenasub içindedir.

4. Amelîdir: Hayatın her alanındadır. Her

detayı uygulanmak üzere planlanmıştır.

Öyle ki, soyut gibi sanılan her boyutu-

nun mutlaka amelî bir yansıması vardır.

Bu davayı sadece teoriye mahkûm et-

mek, ona yapılacak en büyük kötülük-

tür. Onun yapısal özelliğinden dolayıdır

ki, dinamik bir yapıya da sahiptir. Dura-

ğanlık onu yok oluşa götürür. Ancak bü-

tün bu amelî yoğunluğa ve dinamizme

rağmen ortaya konması ve uygulanması

kolay bir davadır. Zira ALLAH, bu davayı

bize zorluk çıkarmak için indirmemiştir.

O bize kolaylık diler, zorluk dilemez. Her

ne kadar nefislere ağır gelse de bu dava-

nın içine giren ve ona omuz verenler bu

kolaylığı her daim görürler.

5. Gerçekçidir: Hayatın bütün realiteleri-

ni gözetir. Bu gözetme realiteye teslim

olma manasında değildir. Bu davanın

sahibi, hem davayı emanet ettiklerini,

hem de bu davayı gönderdiği toplumun

gerçeklerini en iyi bilendir. O, bu davayı

omuzlayanları ütopyalar ve hayaller pe-

şinde koşturmaz. Bu davanın müntesip-

leri de ütopyanın / ümniyyenin bir çık-

maz olduğunu bilirler.

6. Maslahatı gözetir: Müslümanların

maslahatını göz ardı etmez. Sahihlik vas-

fını taşıyan ihtiyaçlarını, isteklerini ve

beklentilerini yok saymaz. Hatta zaruret

miktarınca onlara çıkış yollarını müm-

kün kılar. Ancak bu durum davanın fay-

dacı (pragmatik) olması anlamına gel-

mez. Maksada ulaşmak için her yolu

mübah kılmaz.

~32~

7. Ahlakîdir: Dikkat ettiği temel

prensibleri vardır. Davranış bozuklukla-

rına ve her türlü aşırılığa karşıdır. Mute-

dildir. Karşıtlarının yaptıklarını mutlak

olarak kendine gerekçe yapmaz.

8. Tedricidir: Aşamalı bir karaktere sa-

hiptir. Tedricilik bu davanın en bariz

vasıflarındandır. Bağlılarına bütün yükü

tek bir defada yüklemez. Onların takati

ve imkanları nispetinde sorumlu tutar.

9. Ciddidir: Bu dava bir kurtuluş davası-

dır. Dünyaya da ahirete de dönük bir

yönü vardır. Hem kendini hem insanlığı

cahiliyeden ve cehennemden kurtarma

mücadelesidir. Basit beklentiler ve sıra-

dan tavırlar ve eylemlerle bu dava götü-

rülemez. Kaldı ki bu davanın her türlü

karşıtı -nefs, şeytan ve şeytanî unsurlar-

bütün güçleriyle bu davaya karşı uğraşır

iken bu davaya tâbî olanların basit ve

dünyevî işlerin peşinde koşmaları dava-

nın ciddiyetine halel getirir.

10. Tevekkülîdir: bu dava, onu yüklenen

insanın etkinliğini kabul ettiği gibi, aynı

şekilde hiçbir sınır tanımayan ilahî ira-

deye de vurgu yapar ve hatta bu irade-

nin dışında veya onunla beraber başka

bir etkinliğin varlığını kabul etmez. Bü-

tün hesapların içerisinde ve en başında,

ALLAH ve onun güç ve iradesi vardır.

Bu davanın müntesipleri, kâfirler iste-

mese de ALLAH’ın (cc) nurunu tamamla-

yacağını bilir ve sadece O’na tevekkül

eder. Kendi çabalarının bir vesile oldu-

ğuna, sonucun ve zaferin ALLAH’ın (cc)

elinde olduğuna iman ederler.

Burada şunu da ilave etmek gerekir: Bu

saydığımız vasıflar, kendini Müslüman

cemaat addeden hiçbir grup tarafından

reddedilmez. Ancak burada birkaç cüm-

le ile dile getirmeye çalıştığımız husus-

larda detaya inildikçe farklılıklar ortaya

çıkacaktır. Ama bu genel vasıflarda bir

araya gelmek bile önem arz etmektedir.

Emre İlsever: Seçim yoluyla yarı-İslamî

bir iktidarda bulunarak “halkın kademe

kademe ıslah edilmesi yöntemi” ile

“nebevî hareket ve davet yöntemi” bir-

biriyle çelişir mi?

Necmettin Irmak: Böyle bir yöntemi

birileri kendileri için yapılabilir sayabilir-

ler. Ancak bunun “nebevi” bir hareket

yöntemi olmadığını bilmemiz gerekir.

Kaldı ki birilerinin bunu kabul etmesi

onun doğru ve olabilir olduğunu göster-

mez. Yarı İslamî bir iktidar demek, deve

mi yoksa kuş mu olduğunda karar veri-

lemeyen (!) devekuşuna benzer. İslam

ve cahiliyenin paylaştıkları bir düzen

asla mümkün değildir. Bu durumda ya

buradaki “İslam” İslam değildir, ya da

“cahiliye” cahiliye değildir. Hz. Peygam-

ber’in (sa) siretinde bunu çok açık görü-

rüz. Kur’an da bize böyle bir yöntemi

caiz kılmaz. Ne var ki, Yusuf (sa) kıssa-

sında dile getirilen, Yusuf’un iktisadî

sorumluluğunu İslam ve cahiliyenin ikti-

dar paylaşımı gibi bir algı hep olagelmiş-

tir. Burada bir peygamber olarak Yusuf-

’un (sa) konumu tağutî / firavunî bir ira-

deyle işbirliği olarak algılamak Yusuf’un

(sa) davasına töhmetten başka bir şey

değildir. Burada kabul edilmesi gereken

~33~

şey, surede geçen diğer delilleri de dik-

kate alarak, idarenin -Mısır azizinin- ca-

hili bir itikattan uzak olduğudur. Ancak

şunu da ifade etmek gerekir ki, toplu-

mun ve Müslümanların maslahatı için

birilerinin kendi sorumluluk alanında

İslamî değerlerden taviz vermeksizin ve

bunu da İslamî hareket adına ve teslimi-

yetle yapmaksızın görev almaları

cevaziyet almak kaydıyla mümkündür.

Emre İlsever: İhvan-ı Müslimîn cemaati,

nebevî hareket anlayışlarında bir deği-

şikliğe gitmişler midir?

Necmettin Irmak: İslamî hareket olgu-

sunu çağdaş İslam dünyasının gündemi-

ne sokan İhvan’ın eğer Hasan el-Benna

dönemini nebevî casfıyla tavsif edebili-

yor isek -ki şahsen ben öyle görmekte-

yim- bugünkü durumunu da nebevî gö-

rebiliriz. Zira İhvan’ın söylem ve pratik-

lerinde bir değişiklik görülmemektedir.

İhvan’a yönelik yapılan eleştirilerde tak-

tik hatalar bir tarafa, onların parlamen-

toya girme çabaları ön planda gelmekte-

dir. Hâlbuki bu çaba Hasan el-Benna

zamanında da vardı. Mısır’ın siyasî yapısı

İslam’ın iktidarına pratik olarak engel

olsa da anayasal olarak Kur’an ve Sün-

nete yani şeriate uygundur. Bu durum

İhvan’a ruhsat vermiş olabilir.

Emre İlsever: Nebevî bir bakış açısıyla

değerlendirecek olursak, günümüz siyasî

iktidarına, İhvan-ı Müslimî’ne, Hüda-Par

gibi oluşumlara, seçimlere ve parlamen-

toya bakış açımız nasıl olmalıdır?

Necmettin Irmak: Yukarıda dile getir-

meye çalıştığım Mısır realitesi bizi her

ortam için ayrı düşünmeye sevk etmek-

tedir. Yani Mısır’ı Tunus’la, Libya’yı Suri-

ye ile, Pakistan’ı Türkiye ile bir tutup

kıyaslamak bizi doğru bir neticeye ulaş-

tırmaz. Kısır bir döngü içersinde tartışır

dururuz. Bu bağlamda her bir seçim or-

tamını ve parlamentoya kendi gerçekliği

içinde ele almalıyız. Türkiye’de seçim ve

parlamento zeminini kullanarak iktidara

gelmek, bize göre İslamî hareketin ne-

bevîlik vasfıyla asla bağdaşmaz. Ancak

kendi yorumlarına binaen bu yöntemi

kullanan Müslümanları hata içersinde

görmekle beraber İslam dairesinin dışın-

da da asla görmeyiz. Fakat böyle bir ter-

cihin ve sürecin Türkiyeli Müslümanlar

için bir zemin kayması ve İslamî hareket

için de bir sapma olduğunu kabul ederiz.

Parlamentoya gelince; esasen parla-

mento, teknik bir konumdadır. Bir İslam

iktidarında parlamento (meclis) olabilir,

ancak Türkiye özelinde parlamento ya-

pısal olarak tağutî bir unsurdur. Bu ha-

liyle ve hatta bir bütün olarak sistem,

asla tecviz olunamaz.

Emre İlsever: Teşekkürler hocam, AL-

LAH razı olsun… □

~34~

İ nsanlar bazen basit bir gerçekliği belirleyebilmek

için asırlarca beklemek zorunda kalmıştır. Örneğin

Aristo özdeşlik mantığını dile getirinceye kadar, in-

sanlar pratikte bu mantığın icabına uyuyor bile olsa, bir

şeyin kendisine özdeş olduğu, yani bir şey ne ise o olduğu

kabilinden bir gerçekliğin farkında değildi. Bu gerçeklik bir

kez dile getirilince insanın önüne yepyeni ufuklar açıldı.

Fakat aynı zamanda diyalektik düşünmenin önü de bir

ölçüde tıkanmış oldu. Ta ki Kant, adını vermeden o man-

tık tarzını yeniden yürürlüğe koyuncaya kadar... İslam

dünyasında ise, diyalektik düşünce kendiliğinden yürür-

lükteydi. Ta ki, İmam Gazali, Aristo mantığını İslam dünya-

sına tanıtıncaya kadar... Müslümanlar bu mantığı tanıdık-

tan sonra kendi asal düşünme biçimini ihmal etti, bu da

İslam dünyasında bir bakıma yeni düşüncelere yelken

açmanın sonunu getirdi.

İslam ile demokrasinin birbirine temas noktası olmadığını

belirtmek aslında böylesine basit bir gerçekliği ifade et-

mekten ibarettir. Ancak bu ülke ‘aydınları’nın kafası Batı

kültürünün değer yargılarıyla ve kavramlarıyla öylesine

meşbu bir hale gelmiş bulunuyor ki, iki farklı kültürün ku-

rumlarının iki farklı alana ait olabileceğini işitmek onları

rahatsız edebiliyor. Birini benimsemenin diğerini reddet-

meye müncer olacağına ilişkin bir zehap baskın geliyor.

BASİT FAKAT DERİN GERÇEKLER

Rasim Özdenören

İKT

İBA

S

Biz, kimilerinin sandığı

gibi, Türkiye demokra-

sisini ikmal ederse,

bundan Müslümanlar

da istifade eder görü-

şünü benimsemiyoruz.

Eğer hedef İslam ’ a

varmaksa, İslam, kendi

hedefine kendi yöntemi

ile ulaşır.

~35~

İslam ile demokrasinin birbiriyle temas

noktası yoktur dediğimizde, bizim nes-

nel bir gerçekliği dile getirmekten çok,

İslam’ı aşağılayan bir nitelemede bulun-

duğumuz sanılıyor. Demokrasiyi asıl ka-

bul ettiklerinden buna karşı koyma sa-

dedinde İslam’ın demokrasiyi öngördü-

ğü ileri sürülüyor. Aslında bu durum,

vaktiyle İslam’ı sosyalizm ile veya libera-

lizm ile veya İslam dışı herhangi bir izm

ile buluşturmak isteyenlerin görüşün-

den ve onların yolunu izlemekten farklı

bir nitelik taşımıyor.

İslam demokrasi ile telif edilemez dedi-

ğimizde bazıları bu cümleyi İslam açısın-

dan aşağılayıcı niteleme gibi algılıyor.

Oysa burada İslam’ı tenzih sadedinde

güçlü bir iradenin varlığını görmek gere-

kiyor.

Şunu bir kez daha belirtelim: Biz, İslam’-

la demokrasi arasında bir temas noktası

yoktur derken, içinde yaşadığımız ülke-

nin demokrasiye olan nispetini de göz

ardı etmiyoruz. Türkiye’nin demokrasi

sürecini bir an önce ikmal etmesi gerek-

tiğini düşünüyoruz. Bu kanaat, bizim

İslam’ı reddettiğimiz veya demokrasiye

baş eğdiğimiz anlamına çekilmemeli; iki

farklı alanın sözünü ediyoruz. Bu itibarla

soruyu doğru koymak lazım, soru şudur:

Türkiye demokrasinin neresinde; de-

mokrasi İslam’ın neresinde? İki farklı

soru var karşımızda. Ve bu iki farklı so-

runun iki de farklı cevabı var. Hiçbirinin

cevabı diğeri ile temas halinde değil.

Türkiye’nin demokrasi sürecini tamam-

lamasını temenni etmek, bir şey; de-

mokrasinin İslam’la irtibatı olmadığını

söylemek başka bir şeydir. Keza demok-

rasinin İslam’a nispeti olmadığını söyle-

mek bir şey, Türkiye’nin demokrasi yo-

lunda kat etmesi gereken mesafeyi bir

an önce bitirmesi gerektiğini söylemek

gene başka bir şeydir.

Biz, kimilerinin sandığı gibi, Türkiye de-

mokrasisini ikmal ederse, bundan Müs-

lümanlar da istifade eder görüşünü be-

nimsemiyoruz. Eğer hedef İslam’a var-

mak ise, İslam, kendi hedefine kendi

yöntemiyle ulaşır. O hedefe ulaşmak

için demokrasiyi koltuk değneği olarak

kullanmasına ihtiyacı yoktur. Bütün bu

süreçlerin her birini kendi bağlamı için-

de müstakilen değerlendirmek gerekir.

Aksi takdirde, halen olduğu gibi kafa

karışıklığı devam edip gider. □

(Alıntı: Yenişafak Gazetesi, 07.02.2013)

~36~

İ slam daveti misyonuyla yola çıkan herkes kendince;

peygamberlerin davet görevini bugün kendi güçle-

rince yerine getirdiklerinden bir bakıma peygam-

berlik mesleğini yerine getirmiş olmaktadırlar. Niyetleri-

ne, derinliklerine, ufuklarına göre ecir alacaklardır.

Bu durumu bir örnekle açıklayabiliriz: Taş yontarak cami

yapım inşaatında çalışan üç işçiye ne yaptıkları sorulunca

birincisi taş yonttuğunu, ikincisi cami yaptığını, üçüncüsü

ise medeniyet inşa ettiğini söylemiştir. Aynı fiil niyete,

bakışa, ufka bağlı olarak üç farklı anlam, değer taşımıştır.

Davet çalışmaları da davetçinin niyet ufku ulaşabilirse

peygamberlik benzeri karşılık bulabilecektir.

Daveti İslam uğrunda yapılan her türlü çabayı kapsayacak

şekilde tanımlayabiliriz. Bütün bu çabaların peygamberle-

rin aldığı karşılık gibi karşılık bulması için peygamberlere

has bazı ana yaklaşımlardan bahsedebiliriz. Bu yaklaşım-

ları ele alalım:

1. İstikamet - Doğruluk

“Öyle ise emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Beraberindeki

tövbe edenler de dosdoğru olsunlar. Hak ve adalet ölçüle-

rini aşmayın. Şüphesiz O, yaptıklarınızı hakkıyla gö-

rür.” (Hud, 112)

Fikri Gülsoy

DAVET: PEYGAMBERLERE ÖZENME

TE

VH

İD

TA

RİH

İ

Bugünün davetçisi için

de insanlara örnek ol-

mak, hakikati hakkıyla

temsil etmek hayati

önem arz etmektedir.

Davetçi vazifesini bu

temsili peygamberlik

misyonuyla yapmalıdır.

~37~

Başkalarını bir şeye çağıranların öncelik-

le kendilerinin hakikate uygun inanma-

ları-yaşamaları zorunluluktur. Kendileri

hakkı temsil etmeyenler başkalarını kur-

tuluşa sevk edemezler.

Bu ayet için peygamberimizin, saçlarını

ağarttığı yönünde ifadeleri mevcuttur.

Özünde emrolunulduğu gibi dosdoğru

olunması oldukça ağır bir sorumluluk-

tur.

Davetçi bir peygamberlik izinin takipçisi

olarak öncelikle kendi istikametini

Kur’an’ı referans alarak olabildiğince

emrolunduğu hale getirme gayretinde

olmalıdır.

2. İbadet, Haramlardan Uzak Durma,

Azimeti Tercih Etme, Muhasebe

- Öncelikle Namaz Kılmak: Peygamberi-

miz Hz. Muhammed (sav)’in ayakları

şişene kadar namaz kılması ve Hz. Ay-

şe’nin bunu niçin yaptığını sorduğunda

“şükreden bir kul olmayayım mı ey Ay-

şe?!” demesi namazın peygamberlik

misyonundaki önemini gösteriyor. Biz

de davet sürecinde bu güzel örnekten

ilham alarak bugün kendimizce namazı-

mızı bir adım ileriye taşıma gayretinde

olmalıyız.

- Kur’an’ın Vird Edinilmesi: Kur’an’ın her

davetçi tarafından yapabildiği miktarda

günlük olarak metin ve anlamıyla okun-

ması.

- Haramlardan uzak durulması, mümkün

oldukça azimetin tercih edilmesi.

- Kalbin, niyetin korunması için harama

bakmamak: “Mü’min erkeklere söyle,

gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını

korusunlar. Bu davranış onlar için daha

nezihtir. Şüphe yok ki, Allah onların yap-

tıklarından hakkıyla haberdardır.” (Nur,

30)

- İffeti Korumak: Hz Yusuf (as) örneği bu

noktada en güzel örnektir.

- Kendini sürekli kontrol etme, sorgula-

ma: Devamlı kendiyle yaka paça olmak,

hatalarını gözünde büyütmek, sevapları-

nı küçümsemek.

3. Arıtırken Arınmak

Davet süreci tevbe ve ilimle sürekli arı-

narak insanları arıtmak ve insanların

arıtılmasıyla davetçinin arınması şeklin-

de sürekli bir arınma-arıtma sürecidir.

4. Sabır, Dişini Sıkmak

- Hz. Nuh (as) örneği: 950 yıllık davet ve

bir gemi dolusu iman eden. Eşin ve

oğulun da iman etmemesi.

- Bu sabırdan kendimizce bir pay almalı-

yız: Birkaç uyarıyla, az bir birliktelikle

uzun yıllar boyunca günah, şirk,

cahiliyeden kaynaklanan kirlerin temiz-

lenip arınmasını bekleyemeyiz.

5. Çile

Hz. Yusuf (as)’ın hapsi, Hz. Yakub (as)’ın

Yusuf (as)’ı kaybetmesi, Hz. İbrahim

(as)’ın ateşe atılması, Hz. Zekariya

(as)’ın şehid edilmesi, Hz. Peyganber

(sav)’ın Taif’te taşlanması.

Bu büyük çileler bugünün davetçisine

başına gelebilecek zorlukların en küçü-

~38~

ğünden en büyüğüne kadar katlanabil-

mesi için ilham olacaktır. Davetçi kendi

çilelerinin peygamberlerinkinin yanında

önemsizliğinin bilincinde olarak başına

gelen zorluklarda geçmiş çileleri düşü-

nerek ve bu niyetle sabrederek sabrını

peygamberlerin sabrı gibi kayda geçire-

bilir.

6. İnsanların Kurtuluşuna İstekli Olmak,

Dertli Olmak

“Ey Muhammed! Mü’min olmuyorlar

diye âdeta kendini helâk edecek-

sin!” (Şuara, 3) Payımıza Düşen: İnsanla-

rın kurtuluşunu, hidayetini dert edin-

mek. Bu dertle hasta olmasak da kendi

gücümüzce dertlenmek, en azından ya-

kın çevremizdeki yatkın insanların hida-

yeti için endişeli olmak.

7. Karşılık Beklememek

De ki: “Buna karşılık sizden bir ücret

istemiyorum. Kendiliğimden bir şey id-

dia eden kimselerden de değilim.” (Sad,

86)

- Maddi çıkar (ev, araba, para vb.) bek-

lememek.

- Başka da hiçbir paye (ne güzel ibadet

ediyor, ne ahlaklı, ne güzel ders anlatı-

yor vb) beklememek.

- Bütün karşılığı Allah (cc)’tan beklemek.

8. Örneklik, Temsil

- Hudeybiye’de Peygamberimiz Hz. Mu-

hammed (sav) saçını tıraş edince ancak

sahabenin de saçını kesmesi örnekliğin

önemini gösterir.

- Evine gelen misafirlere gösterdiği

edep:

“Ey iman edenler! Yemek için çağrıl-

maksızın ve yemeğin pişmesini bekle-

meksizin (vakitli vakitsiz) Peygamber’in

evlerine girmeyin, çağrıldığınız zaman

girin. Yemeği yiyince de hemen dağılın.

Sohbet için beklemeyin. Çünkü bu dav-

ranışınız Peygamber’i rahatsız etmekte,

fakat o sizden de çekinmektedir. Allah

ise gerçeği söylemekten çekin-

mez…” (Ahzab, 53)

Bu ayetten anlıyoruz ki bazı sahabeler

yemekten sonra sohbet için bekliyorlar-

dı. Peygamberimiz (sav) de bu durum-

dan rahatsızdı. Fakat öyle bir örneklikle

karşı karşıyayız ki ne siyer kitaplarında

ne de hadis kitaplarında bu durumla

ilgili peygamberimizden olumsuz bir

sözün, davranışın sadır olduğunu görü-

yoruz.

Bugünün davetçisi için de insanlara ör-

nek olması, hakikati hakkıyla temsil et-

mesi hayati önemdedir. Davetçi bu tem-

sili peygamberlik misyonuyla yapmalı-

dır.

9. Başkalarının Hatalarına Karşı Tole-

ranslı Olmak

- “Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara

karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba,

katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafın-

dan dağılıp giderlerdi. Artık sen onları

affet. Onlar için Allah’tan bağışlama di-

le. İş konusunda onlarla müşavere et.

Bir kere de karar verip azmettin mi, ar-

tık Allah’a tevekkül et, (ona dayanıp

~39~

güven). Şüphesiz Allah, tevekkül edenle-

ri sever.” (Ali İmran, 119)

- Peygamberimizin (sav) affettiği / ta-

hammül ettiği davranışlar:

- İçki yasağına rağmen içki içen sahabe-

ye bazı olumsuz laflar söylenince “Ama

O Allah ve Rasulu’nü seviyor” demesi.

- Ganimet dağıtılırken “Adil ol ya Mu-

hammed!” denmesi karşında tahammü-

lü…

- Bedevilerin edebe aykırı hitaplarına

karşı sabrı…

- Uhud’da ve Taif dönüşünde müşriklere

karşı sabrı…

- Bize Düşen: Kardeşlerimize karşı müsa-

mahakâr olmak, hataları nedeniyle he-

men itham etmemek, fırsat vermek,

hatalarının düzelmesine yardımcı ol-

mak. Allah (cc)’ın onca hatamıza rağ-

men halim sıfatıyla bize fırsat vermesi

gibi biz de diğer insanlara karşı tolerans-

lı davranmalıyız.

- Davetçi kendisi mevzu bahis olduğun-

da alabildiğine katı, kılı kırk yaran biri

iken diğer insanlar olduğunda onlar hak-

kında hüsnü zan besleyen bir karaktere

sahiptir.

10. Hakkın Hatırı Ali Nefis Her Şeyden

Edna Anlayışında Olmak

Hak aşığı olmak. Hakkın hatırı için her

zaman özveride bulunmak. Kendini

önemsiz görmek.

Hiçbir başarıda kendini öne çıkarmama,

başarıları Allah’ın lütfu olarak görme.

Tüm başarısızlıkların kendinden kaynak-

landığını bilme.

11. Hak için her an ve hemen kalkıp

gidecekmiş gibi hazır olmak

Hz. Hanzala’nın cihad için evlendiği gü-

nün sabahında cihad çağrısıyla hemen

kalkıp gitmesi ve şehid olması hak uğ-

runda hiç vakit kaybetmeden, hemen

hareket etmenin en çarpıcı örneklerin-

den biridir.

Bu çabaları ölünceye kadar sürdürmek,

adeta koşarak ölen küheylan gibi dav-

ranmak. Küheylanlar için koşmanın tela-

şıyla, koşmaya olan hırsla bağlanma

nedeniyle öyle bir kendini kaybetmek-

ten bahsediliyor ki bu hedefe kilitlen-

mesinin etkisiyle kalbinin durduğunu,

çatladığını dahi fark edemiyor, koşmaya

devam ediyor.

12. Davet ettiklerimize yüreğimizde

kocaman bir yer ayırmak

“Andolsun, size içinizden, sizden öyle

bir Peygamber gelmiştir ki bir sıkıntıya

düşmeniz pek ağır gelir ona, pek düş-

kündür size, müminleri esirger, rahîm-

dir.” (Tevbe, 128)

Payımıza Düşen: İnsanlara karşı şefkatli,

merhametli olmak. İnsanları sıkıntılarını

dert edinmek, onlarla kalbi olarak ilgili

olmak.

13. Yaşatma Aşkıyla Yaşama Zevkinden

Vazgeçmek

İnsanların hidayeti için kendi rahatını

ihmal eden, insanlar kurtulsun için ça-

balayan olmak.

~40~

Peygamberimizin hasır üzerinde yatma-

sı bu anlamda önemli bir örnektir. Mek-

ke’nin ticaretle uğraşan maddi durumu

iyi olan hanımlarından Hz. Hatice (ra) ile

evli ve kendisi de şehrin en güvenilir

insanı olarak rahat ve bolluk içinde ya-

şayabilecekken peygamberlik davasıyla

birlikte delilik, sihirbazlık, bozgunculukla

itham edilmesine; açlık, savaş ve yok-

luklara rağmen insanların hidayeti için

gösterdiği ihtimamla, insanları yaşatma

iştiyakıyla her türlü yaşama zevkini

ayaklarının altına almış ve ömrü boyun-

ca bu yaklaşımını hiç bozmamıştır. Öyle

ki bu yolculukta bir gün üzerinde yattığı

hasırın izi yüzünde iz yapmıştır.

Rasulullah (sav)’ın güzide talebesi

Musab bin Umeyr (ra) de peygamberin-

den ilham alarak, kendince peygamber-

lik misyonun bir temsilcisi olarak, O’na

özenerek, Mekke’nin en zengin ailesine

mensupken yaşatmak için Medine’ye

gitmiş, şehadetinde üstünü örtecek el-

bise kalmayacak kadar yaşama zevkini

terk etmiştir.

Bize düşen de küçük de olsa peygam-

berlik misyonun bu günkü temsilcileri

olarak yaşama zevklerimizden feragat

ederek yaşatma aşkıyla dolu çabalar

içinde olmaktır.

Yukarıda bahsettiğimiz bütün bu pey-

gamberleri özenme hali en başta bah-

settiğimiz zihnimizde işin nasıl yer etti-

ğiyle ilişkilidir. Eğer kendimizi alelade bir

çağırıcı olarak görürsek yalnız, meyus,

ümitsiz bir taş kırıcısıyız; yok eğer kendi-

mizi peygamberler halkasının bir parçası

olarak görürsek kalabalık, ümit var bir

medeniyet inşacısıyız. Böylece dünyada

peygamberlerin safında yer aldığımız

gibi ahirette de peygamberlerin yanında

yer almamız umulabilir. □

KİTAP ÖNERİSİ:

Tevbe Suresi Tefsiri, Şehid Abdullah

Azzam, Buruc Yay. 839 sf. 2008 İstanbul.

~41~

S ina Motzek… 27 yaşında Alman bir anne-babanın

kızı olarak Almanya’da dünya’ya geldi. Sosyoloji

doktorası yapıyor hali hazırda…

Geleneksel bir Hıristiyanlık anlayışında büyüyen Motzek,

sorgulamaları neticesinde Hıristiyanlıktan kopuş yaşamış.

Bu kopuş ile başlayan uzun yıllar süren hakikat arayışı baş-

ladığını ifade ediyor.

Geçen sene Müslüman olan Motzek, hakikat arayışının

uzun ve çok acı veren bir süreç olduğunu söylüyor ve ekli-

yor: “Müslüman oldum evet; ama her şey aslında yeni baş-

lıyor. Bir kul olarak yolum uzun, yapmam gereken çok işim

var.”

Sina Motzek Hanımefendi ile Bursa’ya yaptığı bir ziyaret

esnasında tanışmak imkânı buldum. Hakikat arayışı, Müslü-

man oluşu ve sonrasında yaşadıklarına dair bir röportaj

yapmak teklifinde bulunduğumda büyük bir nezaket göste-

rerek teklifimi kabul etti.

Bu söyleşi klasik bir hidayet öyküsü olarak okunmamalıdır.

Bu söyleşi ile bir insanın hakikat arayışının ve bu arayışın

hidayet ile sonuçlanmasının ne denli zorlu ve acı verici bir

süreç olduğu ifade edilmeye çalışılmıştır. Aynı zamanda bu

söyleşi, Türkiye’de üzerinde bulunduğumuz, lakin çoğumu-

zun farkında olmadığı nimetlere dair bir hatırlatmadır.

Ebubekir Armağan

BİR HİDAYET ÖYKÜSÜ: SİNA MOTZEK HANIMEFENDİ

YLE

Şİ

Müslüman oldum ve

mutlu sona ulaştım…

Hayır, aslında henüz

yolun başındayım.

Şimdi bunların altın-

dan nasıl kalkmam

gerektiğini düşünüyo-

rum...

~42~

Sina Motzek Hanınefendi röportajın

sonunda bu tespiti şu sözlerle ifade edi-

yordu: “Siz üzerinde bulunduğunuz ve

hazır bulunduğunuz nimete şükredin.”

* * *

Ebubekir Armağan: Muhterem Sina

Motzek Hanımefendi, öncelikle müla-

kat teklifimizi kabul ettiğiniz için teşek-

kür ediyorum. Sizi tanımak isteriz. Ken-

dinizi bize tanıtır mısınız?

Sina Motzek: Almanya’da doğdum, bü-

yüdüm. 27 yaşındayım. Sosyal Hizmetler

bölümünde lisans ve yüksek lisans eğiti-

mi aldım. Lisans eğitimim süresince ve

onu tamamladıktan sonra yaklaşık 3

yıllık bir iş tecrübem oldu. Şu anda ise

Almanya’da sosyoloji bölümünde Dok-

tora çalışmaları yapıyorum ve tez aşa-

masındayım. Aslında eskiden sosyal bi-

limci olmak gibi bir niyetim yoktu. Li-

sans eğitimimi tamamladıktan sonra

hayatımı sürdürebileceğim bir iş bulup

çalışmak niyetindeydim…

E.A: Tez konunuz nedir?

S.M: Tezimin konusu “Depresif şikâyet-

leri olan, Türkiye kökenli göçmen kadın-

larının biyograflarındaki ulus-ötesilik ve

eylemlilik” üzerine. Hayatlarını Türk ve

Alman kültürü arasında geçirdiklerinden

dolayı hastalıklarında her iki kültürden

de etkilenebilir ve yaralanabilirler diye

düşünüyor ve böyle varsayıyorum.

E.A: Aile yapınız, aldığınız kültür vs…

nasıl bir sosyal çevrede büyüdünüz?

S.M: Benim ailem geleneksel bir Hıristi-

yanlık algısına sahip. Annem Protestan.

Babam ise Katolik mezhebine müntesip.

Ailemden fazla bir din eğitimi görme-

dim. Almanya’da geleneksel olarak ço-

cukların dini eğitimi ile ilgilenecek bir

akraba tayin edilir. (Vaftiz anne-baba)

Bu kişi benim için teyzem olmuştu. Fa-

kat o bu hususta bana ciddi anlamda bir

katkı sağlamadı. Yalnızca Noellerde kili-

seye giderdik. Pazar günleri ise gitmez-

dik. 13 yaşıma girdiğimde ise Almanya’-

da geleneksel olarak her genç çocuğa

yapıldığı gibi benim için de kilisede bir

tören düzenlenmişti. Bu tören benim

artık Hıristiyan olduğumu gösteriyordu.

Fakat bu törene katılmak içimden geldi-

ği için değildi. Biraz çevremin hatırı için-

di. Daha önemlisi bu törene katılanlara

para verilirdi teşvik amaçlı. Herkes gibi

benim içinde cazip gelen bir unsurdu bu

durum. Fakat birkaç sene sonra pişman

oldum ve Kiliseyi bıraktım.

E.A: İlginç… Niçin bıraktınız?

S.M: Bıraktım çünkü gördüm ki inanmı-

yorum. Bu süre içinde çok fazla olmasa

da İncil’i de okudum. İncil’i okuduğum-

da yazılanlar bana tutarlı gelmedi. Bu

kararı aldığımda ailem bana tepki gös-

termişti. Fakat bu tepkiye şaşırmıştım;

çünkü ailem dindar değildi ve dindar

olmadıkları halde Hıristiyanlıkta kalmam

için bana baskı yapıp çıktığımdan sonra

ise başkalarından bunu saklıyorlardı.

Sonuçta Almanya’da aileler çocuklarına

belli bir yaştan sonra fazla müdahale

etmezler. Sonunda kararıma saygı gös-

terdiler.

~43~

E.A: Peki sonra?

S.M: Sonra ise ateist oldum diyemem

elbette… Bir Yaratıcının varlığını reddet-

miyordum; ama benim için Allah’ın var-

lığı bir anlam ifade etmiyordu ve olup

olmadığını bulmak için araştırmıyor-

dum.

E.A: İnsanoğlu tarihi boyunca varoluşu-

nun anlamını merak etmiş ve hakikat

arayışına girmiştir. Bu tarihin her döne-

minde her birey ve toplum için geçerli

olmuştur; ama az ama çok. Ve varoluş

sancısı çok zordur. Bu anlamda Sina

MOTZEK’in hakitat arayışı nasıl başladı

ve bu arayışınızda nasıl bir tecrübe ya-

şadınız?

S.M: Aslında kendimi bildim bileli bir

boşluğun ve dolayısı ile bir arayışın için-

deydim. Fakat ne aradığımı bilmiyor-

dum. Beklide adını koyamıyordum. Al-

manya’da 18 yaşına giren herkes özgür

ve bağımsız bir hayat sürmeye başlar.

Ben de 18 yaşına geldiğimde evden ay-

rılmaya karar verdim. Özgürlük ve ba-

ğımsızlık düşüncesi beni çok

cezbediyordu. Bir ara felsefeye merak

sardım, bir ara punk ve rock müzik gibi

akımlarla ilgilendim, bir ara da komü-

nizm’i araştırdım. Karl Marks’ın “Das

Kapitali”ni okuyan bir çevreye girdim.

Komünizmde insan yalnızca ekonomik

bir canlı olarak görülür. İnsanın ruhuna

dair bir şey yoktur orada.

E.A: Tüm bunlar bir savruluşu ifade

ediyor. Bu durumu her insanın yaşaya-

bileceği gibi tatminsizlik olarak değer-

lendirebilir miyiz?

S.M: Evet, sanırım böyle denilebilir. Al-

manya’da herkes özgürlük ve bağımsız-

lık fikriyle büyür. Kendime olan özgüve-

nim çok yüksekti. Tek başıma çok genç

bir yaşta sırtımda çantamla Yeni Zelan-

da’ya gittim. Yolculuğum 7 hafta sürdü.

Sonra Gana’yı gittim ve gezdim. Gana’-

da küçük bir cami görmüştüm ve çok

etkilenmiştim. Ama orada kaldı etkilen-

mem. Sürekli bir arayış hali yani…

E:A: Bu arayışınız oldukça uzun bir se-

rüven. Aradığınızı bulamamak nasıl bir

duygu?

S.M: Bu hem boş hem de çok acı verici

bir durumdu çoğu zaman. Gittiğim yer-

lerde çok güzel yerler gördüm. Allah’ın

yeryüzünü ne kadar güzel ve kusursuz

yarattığını gördüm ama o zaman bunu

idrak edemedim. Bunu idrak edememiş

olmak acı bir şey…

E.A: Bu arayış serüveninizde İslam sizin

için ne ifade ediyordu?

S.M: Galiba ben - ülkemde olduğu üzere

- medya, aile ve sosyal çevremin etkisin-

de kalmıştım ve İslamiyete karşı uzak ve

biraz da olumsuz bir kanaate sahiptim.

Lisede okurken sınıfımda tek bir Müslü-

man arkadaşım vardı. Bir gün onun evi-

ne ziyarete gitmiştim. Onu yabancı gö-

rürdüm. Onunla evlilik üzerine konuşur-

ken, arkadaşım ailesinin onay verdiği

birisiyle evlenebileceğini söylemişti. Çok

şaşırmıştım. “Nasıl olur böyle bir şey?

İnsan sevdiği birisi ile evlenmelidir…”

dediğimi hatırlıyorum. Bu durumun bir

~44~

ezilmişlik olduğunu düşünmüştüm, be-

yinleri yıkanmış olmalıydı… Daha önce-

de ifade ettiğim gibi; biz Almanya’da

özgürlük düşüncesi ve hayali ile büyü-

dük. Bu durumu anlamam mümkün de-

ğildi. Bugün Müslüman olduğumu söyle-

diğimde aynı şeyleri benim içinde söylü-

yorlar: Beyni yıkanmış falan diye…

E.A: Ve Türkiye maceranız… Türkiye’ye

ilk ne zaman geldiniz?

S.M: Türk asıllı bir arkadaşım vardı. Al-

manya’da yaşadığı için Türkçesi çok iyi

değildi. Türkçesini geliştirmek için bir

kursa gideceğini söylemişti. Benim dil

öğrenmeyi sevdiğimi bildiği için beni de

Türkçe Kursuna davet etmişti. Sonra

beni Türkiye’ye davet etti. Ve Türkiye’ye

2009 yılında ilk olarak tatil maksadı ile

geldim. Benim düşüncelerimi paylaşan

bir arkadaş grubum vardı. Onlarla birlik-

te İstanbul’a sadece eğlence amaçlı git-

miştik. İstanbul’da görüştüğümüz insan-

lar sözde Müslümanlardı; ama İslamiyet

kelimesi bile geçmemişti İstanbul’da

kaldığımız süre içerisinde.

Daha sonra ise Doktora çalışmalarımın

gereği olarak Türkçeyi ilerletmek için bu

defa eğitim için geldim Türkiye’ye. Za-

ten gittiğim kurs vesilesi ile az-çok öğ-

renmiştim Türkçeyi.

E.A: Pekâlâ… İslamiyet’e olan ilginiz

nasıl ve ne zaman başladı?

S.M: 2012 senesinin başında İstanbul’da

Türkçe dil eğitimi ileri sürdüğüm sıralar-

da, aynı sınıfı paylaştığım Afganistan,

Fas gibi İslam ülkelerinden gelen arka-

daşlarım oldu. Ve böylece ilk defa Müs-

lüman insanların bulunduğu bir ortam-

da bulunmak imkânım oldu. Bu çok

uluslu ortam benim için önemli fırsatlar

oluşturmuştu İslam’ı tanımak açısından.

Hem bu ortamda hem de bir Türk arka-

daşımla geçirdiğim vakitte Müslüman

arkadaşlarımın aileleri ile olan ilişkileri-

nin kuvvetli oluşu beni etkileyen en

önemli unsurdu. Müslümanlar niçin

böyle davranıyorlardı? Merak ediyor-

dum…

E.A: Müslüman arkadaşlarınızın aile

hayatları sizi niçin etkiledi peki? Türki-

ye’de aile bağları kuvvetli olduğundan

(son dönemde değişmeye başlasa da)

bu durum bizim için çokça şaşırtıcı de-

ğil.

S.M: Bizim aldığımız kültürde aile bağla-

rı kuvvetli değildir. Ben de Almanya’da

iken ailemden uzak bir yaşam sürüyor-

dum. Sık görüşmezdik. Ailemin 2012

yılında ben İstanbul’dayken beni ziyare-

te gelmeleri çok önemli bir dönüşüm

benin noktasıydı. İstanbul’u gezdirdim

onlara. Ayrılacağımız zaman çok uzun

yıllar sonra sarılmıştı babam bana. İna-

nılmaz bir duyguydu benim için. Aile-

mizdeki bu değişmeyi fark eden Türk bir

arkadaşım vardı. Kendisi ailesini her gün

arardı. Bense bu duruma çok şaşırırdım.

Bu arkadaşım bana sürekli babamı ara-

mamı söylerdi. Hatta bir ara bu durum-

dan rahatsız oldum ve beni rahat bırak-

masını ve aramayacağımı söylemiştim.

Hiç unutmuyorum bir gün İstanbul’da

~45~

Kadıköy’de annemle telefonda görüşü-

yordum. Sonra babamı istedim telefona.

O an annem çok şaşırmıştı ve sözleri ile

şaşkınlığını belli etmişti. Babamla konu-

şurken onun ağlamak üzere olduğunu

fark ettim. Yaklaşık 10 dakika konuştuk

telefonda. Bu kadar uzun konuşmamış-

tık daha evvel. Çok değerli anlardı be-

nim için.

E.A: Etkileyici bir hatıra… Şunu merak

ediyorum: erdemli bir davranışa şahit-

lik eden kişi, bu davranışlar gösteren

kişiye hayranlık duyabilir. Beğenir, al-

kışlayabilir… ama bu durum tek başına

bir insanın hayatını etkileyecek olan bir

dönüşüm/değişim açısından yeterli

değildir kanaatindeyim. Bu durum sizi

ne yönde etkiledi?

S.M: Evet burası önemli. Bu davranışları

gösteren arkadaşlarımın ortak noktası

İslam’dı. Bu vesile ile İslam’ı öğrenmeye,

araştırmaya karar verdim. Fakat ilk baş-

ta bu öğrenme ve araştırma çabalarım

sadece arkadaşlarımın dünyalarını ya-

kından tanımak içindi, başka bir şey de-

ğil. Bu vesile ile ilk girişimim Almanca

Hadisler okumak olmuştu. Daha sonra

gittikçe ilgimi çekmeye başladı İslam ve

arkadaşlarıma sorular sormaya başla-

dım. Özellikle bu sorularıma cevap vere-

bilmek amacıyla araştıran ve anlamazlı-

ğıma çok sabır gösteren bir arkadaşım

görüşlerini benimle paylaştıkça hayatım-

daki her şeye farklı bir açıdan bakmaya

başladım. Kendi yaşam biçimimden an-

cak çok yavaş vazgeçebildim ama yine

de sorgulamaya başladım.

E.A: Şöyle bir toparlayacak olursak:

Arkadaşlarınızın davranışlarından etki-

lendiniz, bu davranışlara sebep olan

düşünceyi araştırdınız, kendi hayatınızı,

Müslüman arkadaşlarınızın hayatları ile

mukayese ettiniz, sorguladınız ve bir

nevi hakikat ile yüzleşmeye başladınız.

Bundan sonra arayışınız nasıl devam

etti, neler yaşadınız?

S.M: Bundan sonrası acı verici oldu. Ha-

yatımın geçmişte kalan yanlarından piş-

manlık duymaya başladım. Fakat haki-

katle yüzleşmeye başlamış olsam da

onu kabul edip hayatımı ona göre sür-

mem daha çok zaman aldı. Faslı bir ar-

kadaşım “sen değişmeye başladın, niçin

kabul etmiyorsun İslam’ı” demişti. Ol-

maz kabul edemem demiştim. Acele

ediyordu arkadaşım ve ben özgürlüğüm-

den vazgeçmek istemiyordum.

Bir gün Türk bir arkadaşım bana Allah’ı

ailesinden daha fazla sevdiğini söylemiş-

ti. Çok şaşırmış ve etkilenmiştim. Bir

insan nasıl olur da Allah’ı ailesinden da-

ha fazla severdi?

Bu anlattıklarım yavaş yavaş etkiliyordu

beni. Bundan sonra ise Kur’an okumaya

başladım.

E.A: Kur’an okumaya başladığınızda ne

gördünüz? Aradığınızı buldunuz mu?

S.M: Bakara Suresini okuduğumda sanki

beni anlatıyordu ayetler. Yaşadıklarımı

anlatıyordu, çevremi anlattığını gördüm.

İnsanların niçin inkâr ettiklerini anlatı-

yordu. Sınırsız özgürlük düşüncesini

eleştiriyordu. Okurken bazen korktum,

~46~

pişmanlık duydum yaptıklarımdan, cen-

net ayetlerini okurken ise seviniyordum.

İslam’ı öğrendikçe kâinatın muazzam bir

düzeninin olduğunu fark ettim. Daha

evvel tesadüflerin ortaya çıkardığı bir

kaotik düzen olduğuna inanırdım.

Kur’an-ı 5-6 farklı mealden karşılaştır-

malı olarak okuyorum. Çünkü bazen

anlayamıyorum.

Tabi zaman zaman kafam da karışıyor-

du. Mesela kader konusunda kafam çok

karışmıştı. Bir gün bir Türk arkadaşım

kader konusunda beni ikna etmişti. İkna

oldum dediğimde “artık sen Müslüman

oldun” dediğinde “Hayır! Olmadım.”

demiştim. Hala bir yanımda eksiklik var-

dı.

E.A: Sizinde malumunuz oryantalizm

İslam’a saldırırken, İslam’da çok evlilik,

örtünme gibi argümanları kullanır.

Bunlar İslam hakkında önemli önyargı-

lar oluşturmuştur. Bu noktalarda sizin-

de önyargılarınız mevcut muydu? Ve

bu hususlarda kanaatleriniz nasıl değiş-

ti?

S.M: Evet önyargılarım vardı. Çoklu evli-

lik gibi bazı unsurlarını kabul edemez-

dim. Arkadaşlarımla tartışırdım. Örtün-

me meselesi de böyleydi benim için.

Fakat zamanla gördüm ki İslam’da var

olan hükümlerin makul bir sebebi var.

Mesela örtünme bana gerçek bir özgür-

lüğü vaat ediyordu.

E.A: Ve tüm bu sorgulamalarınız, oku-

malarınız ve çektiğiniz sancıların so-

nunda Müslüman olmaya karar verdi-

niz. Ne zaman “ben Müslüman’ım, tes-

lim oldum” dediniz? Ve bu nasıl gerçek-

leşti?

S.M: Bir gece Almanya’daki evimde kıb-

leyi bir şekilde bularak ve kalbimden ne

geçiriyorsam söyledim. Bu benim için

gerekliydi ve çok önemliydi. Allah’la

olan bir görüşme, konuşma gibiydi bu.

İçimi döktüm adeta. Mantık ya da akıl

yürütme ile bir yere kadar gidebiliyorsu-

nuz. İnsanın manevi bir adım atması

gerekiyordu ve ben secde etmeliydim.

Allah’a evet ben senin kulunum demem

gerekiyordu. Bu son ve en önemli dö-

nüm noktasıydı benim için ve Müslüman

olduğumu ifade etmeden iki hafta önce-

siydi. Etrafımdaki insanların nasıl bir

tepki vereceğini kestiremiyordum. Kor-

kuyordum. Sorgulama sürecimde bir

takım eski alışkanlıklarımı değiştirmiş-

tim. Mesela alkol almayı bırakmıştım,

eğlence partilerine gitmiyordum. Bun-

dan dolayı aynı evi paylaştığım iki kız

arkadaşım onlarla yollarım ayrıldığı için

beni evden kovdular. Danışman profe-

sörümde çalışmalarımın kolaylığı için

Üniversitenin bulunduğu şehre gelmemi

istiyordu. Belki bu benim için daha ha-

yırlı olur dedim ve doktora çalışmalarımı

yürüttüğüm şehre ailemin de yardımı ile

taşındım.

Yeni evime taşındıktan sonra Kuran’ı iki

hafta boyunca yoğun bir şekilde oku-

dum. Bu arada Mekke’ye gidip geldikten

sonra Müslüman olan bir yazarın kitabı-

nı okuyunca Müslüman olabileceğimi

düşündüm. Zaten Allah’ın varlığını kabul

~47~

ediyordum, eski alışkanlıklarımı ise terk

etmiştim, niçin Müslüman olmayaydım

ki? Aslında Kur’an-ı Kerim’in tamamını

okuyup sonra Müslüman olurum diyor-

dum. Belki önüme çelişkili ve tutarsız

ifadeler çıkar diyordum. Ama çok da

korkuyordum; çünkü ahiret ve cehen-

nem vardı.

Ve geçen sene (2012) Eylül Ayında bir

gün Türkiye’de ki yakın bir arkadaşıma

internet üzerinden ulaştım. “Ben Müslü-

man olacağım” dedim. Kelime-i

Şehadeti bilmediğim için arkadaşım ba-

na onu tekrar ettirdi. Almanca tercüme-

sini de buldu benim için. Sonra abdest

aldım. O an kendimi tertemiz hissettim.

Hatta bir bebek gibi…

Ve artık Müslüman olduğuma göre Al-

lah’ın emirlerini yerine getirmeliydim.

En önemli ibadet namazdı. Vazifemdi

yani bu, yerine getirmeliydim mutlaka.

Namaz başlangıçta çok kompleks gel-

mişti bana. Fatiha Suresini, subhaneke

ve tahiyyat dualarını, bütün gün elimde

notlarla ezberledim. Zor oluyordu. Tür-

kiye’deki arkadaşım bana yavaş yavaş

öğrenmemi tavsiye etti. Ben çok acele

ediyorum. İlk günlerde namazları ise

yalnızca iki rekât zannediyordum. Bütün

namazlarımı öğrenene kadar hep iki

rekât kılmıştım.

E:A: Müslüman oldunuz… Sonrasında

neler yaşadınız?

S.M: Öncelikle aileme Müslüman oldu-

ğumu söylemeliydim. Telefonda söyle-

yemezdim. Eve gittim ve onları karşıma

alarak “size söylemem gereken bir şey

var: Ben Müslüman oldum” dedim. On-

larda benim zaten İslam’la ilgilendiğimi

bildikleri için sakin sakin oturuyorlardı.

Şaşırmadınız mı? Dedim. Hayır dediler.

Yalnızca beni etkileyen şeylerin neler

olduğunu sordular ve ben de anlattım.

Abim hemen odasına giderek Ateizmle

ilgili kitaplar getirerek beni ikna etmeye

çalıştı. Ama ben kesinlikle geri dönme-

yeceğimi söyledim. Tartışmalarımız olu-

yordu bazen. (Türkiye’deki gezi olayları-

nı bana örnek göstererek İslam’ın özgür-

lükleri kısıtlayan bir din olduğunu söyle-

dikleri de oldu.) Ama korktuğum kadar

büyük bir tepkiyle karşılaşmadım.

Zaten ailem dışında birkaç arkadaşımla

birlikte etrafımda hiç kimsem kalmamış-

tı. Aslında bazen yanlış bir algı oluşabili-

yor. Müslüman oldum ve mutlu sona

ulaştım… Hayır, aslında henüz yolun

başındayım. Şimdi bunların altından na-

sıl kalkmam gerektiğini düşünüyorum.

Yapmakla mükellef olduğum vazifelerim

var. Onları yerine getirmeliyim. Yapaca-

ğım ve öğreneceğim çok şey var.

Bu süreçte zor zamanlarda yaşadım.

Yalnız kalmış olmak beni korkutuyordu.

Arkadaşlarımı terk etmiştim, belki fazla

kimse yoktu yanımda ama Allah’a iman

ediyorum ve Allah benimle beraberdi.

Taşındığım yeni mahallemde bir Müslü-

man Hoca ile tanışmıştım. Ona Caminiz-

de kadınlar için ders veriliyor mu? diye

sordum. Hayır dedi; ama evde hanımım

sana yardım edebilir, dedi. Ve o hanımla

~48~

tanıştım. Evine gidip gelmeye başladım.

Onlar bana hem manevi bir aile oldular

hem de İslam’ı öğrettiler. Türkiye’de ise

çok değerli ve güzel insanlarla tanıştım.

Rabbim beni hep hayırlara yönlendiri-

yor. Bunu hissediyor ve görüyorum.

Şimdi ise İslam’ı anlatmak benim vazi-

fem, bunu biliyorum. Tamam, Müslü-

man oldum ve oturup cenneti bekleye-

bilirim. Ama bu kolaya kaçmak olur. İs-

lam’ı anlatmaktan bazen korkuyorum;

çünkü insanların benimle alay edecekle-

rinden korkuyorum. İslam’ı anlatmak

çok sabır isteyen bir şey, çünkü insanla-

rın kalpleri ve akılları kapalı maalesef…

E.A: Türkiye’deki Müslümanların İslam

algısını gözlemlediniz. Nasıl bir değer-

lendirme yaparsınız bu hususta?

S.M: Türkiye’de ya da Almanya’da yaşa-

yan Türkler mesela Kur’an-ı çok iyi oku-

yabiliyorlar. Tabii ki bu normal; çünkü

küçük yaşlardan itibaren öğrenmeye

başlıyorlar. Fakat bu okuma bazılarında

yüzeysel. Sadece Arapça metnini oku-

yorlar. Tabii ki bu çok güzel; ama anla-

mını merak etmiyorlar. Meal okumuyor-

lar. Yaşamlarını sorgulamıyorlar. Hâlbuki

Müslüman olmak sadece başlangıç bir

son değil. Yaşamımızın sonuna kadar

zorlu bir yürüyüşümüz var.

E.A: Son olarak “Müminler birbirlerine

hakkı ve sabrı tavsiye ederler” ilahi ke-

lamı çerçevesinde bize, Türkiye’deki

Müslüman kardeşlerinize neler söyle-

mek istersiniz?

S.M: Gözlerinizi açın! Siz hazır buldu-

nuz… Ben hakikati, İslam’ı bulabilmek

için çok uzun bir yol yürüdüm. Çok acı

çektim ve bedeller ödedim. Bazen bunu

da sorguladım. Benim yolum neden bu

kadar uzun? Neden bu kadar uzun ve acı

verici bir yoldan gelerek İslam’ı buldum?

Diye. Ama biliyorum ki bu benim yolum

ve benim imtihanım. Sizin yolunuz çok

daha kısa. Buna çok şükretmelisiniz.

E.A: Yol kimimize uzun, kimimize ise

kısa olsa da hepimiz için zahmetli bir

yolculuk. Ve herkes kendi yürüdüğü

yolun hesabını verecek Allah’a. Çok çok

teşekkür ediyorum, Allah Razı olsun…

Bize vakit ayırdığınız ve röportaj teklifi-

mizi kabul ettiğiniz için.

S.M: Ben de teşekkür ediyorum, Allah

razı olsun… □

KİTAP ÖNERİSİ:

Cennete Otostop (Hidayet Öyküleri),

Adem Özköse, Pınar Yay. 191 sf. 2011.

~49~

“ Kendimizi Bilmek Üzerine” yazı dizimizin temel fikri,

âdemoğlunun ruhsal olarak tamamlanmış bir varlık

olmadığıdır. Allah, insanı hem iyiliğe hem de kötülü-

ğe yönelebilecek bir yapıda yaratmıştır. Ondan seçmesini

istemiştir.

“Şüphesiz biz ona doğru yolu gösterdik. İster inanır, ister

inkâr eder.” (İnsan, 3. ayet)

Fakat insanın seçimleri, yapageldiklerinden ve çevresel

şartlardan bağımsız değildir. İnsan, davranış ve düşünce

olarak biriktirdiklerinin esiridir. Zira sürekli günah işlemiş

ve günah işlenen ortamlarda bulunmuş kişiler için günah

yolları kolaylaştığı gibi sakınarak yaşayan insanlar için de

iyilikler kolaylaşmaya başlar. Yani hayat bu yönüyle kümü-

latif etkenler biçiminde ilerler.

“Asla, hayır; onların kazandıkları, kalpleri üzerinde pas

tutmuştur.” (Mutaffifin Suresi, 14. ayet)

“Mümin bir günah işlediği zaman kalbinin üzerinde siyah

bir nokta oluşur. Eğer tövbe eder, günahı kalbinden çıkarır

ve bağışlanma dilerse, kalbi tekrar eski parlaklığına kavu-

şur. Eğer günah işlemeye devam ederse kalp üzerindeki

siyah noktalar da artar, nihayet kalbi tamamen kap-

lar.” (Tirmizî, Sünen)

Bilgin Bozkurt

KENDİMİZİ BİLMEK ÜZERİNE—4

PSİK

OLO

Özellikle günümüz

insanı için bir şahsiyet

olmak daha zor hale

gelmiştir. Yaşamımız

birileri tarafından sü-

rekli işgal altına alınıp

sakinleşmemize,

akletmemize, kendimi-

ze gelmemize izin

verilmemektedir.

~50~

Akıl baliğ insan kendi haline bırakıldığın-

da iyi ve doğru olanı içsel olarak hisse-

debilir. Fakat insanın aklına müdahale

eden birçok etmen vardır. Daha önceki

yazılarda bu etmenlerden bahsettik. Bu

etmenlerin etkisindeki aklın gerçeği gö-

rebilme yetisi, yüzme bilmeyen ve ağzı-

nı suyun üstünde tutmaya çabalarken

bir yandan da düşünmeye çalışan bir

adamın hali kadar şaşmaya müsaittir.

Zira o akıl, vicdan ve imandan daha fazla

duyguların ve nefsin arzularının altında

kalmıştır. İnsanın kalp krallığındaki tahta

nefis oturmuş ve kalbin derinliklerine

köklerini salmışsa, o kişinin saf iyiliğe ve

doğruluğa bağlı kalması imkansız hale

gelir. Nefis ancak iyilik ve doğruluk ile

çıkarları birleştiğinde bunlara yönelir.

İnsanın kendi üzerinde çalışabilmesinin

ilk şartı, sakince içini gözlemlemesi ve

aslında kontrolün kendinde değil nefsi-

nin elinde olduğunu fark etmesidir. Ken-

dini iyi gözlemleyen insan görür ki, mas-

kelerin altında maskeler vardır ve saflaş-

ma devam ettikçe maskeler açılır. İnsan

kendi özüne gittikçe daha da yakınlaşır.

Kendini arayan insan, aramaya içeriden

başlamalıdır.

Evet, insan adeta otomatik pilotta ilerle-

yen gelişmiş bir uçak gibidir. Maalesef

uçağın kokpitinde iman değil, yaşamımı-

zın çok büyük bir diliminde nefsimiz var-

dır. Pilot uçağın her şeyine hakim değil-

dir. O sadece sürer. Ama onun dışında

uçağın kendi bünyesinde bir donanımı,

mekaniği, yazılımları vs. vardır. Tıpkı

bizim de içgüdü merkezimiz, hareket

merkezimiz, duygu ve düşünce merkez-

lerimiz olduğu gibi... Ama insanı özel

kılan şey, otomatik pilotta yaşadığını

anlayabilecek ve bunu durdurabilecek

yapıda yaratılmış olmasıdır.

İnsanın kendini araması ve Rabbine

doğru yürümesi, onun dünyaya geliş

amacıdır, dersek yanlış söylemiş olma-

yız. İnsanların çoğu ölümden korkar.

Korkulması gereken ölüm değil, hiç ya-

şamadan bu dünyadan gitmektir. Kendi-

ni bulma yoluna girmeyen insan bu dün-

yanın kabuğunda yaşar. Kulluğu ihsan

ile yaşamanın lezzetini almadan gider.

İslam dini, insanları kendisine tabi olma-

ya çağırırken onların akıllarına ve vic-

danlarına seslenir. Müminlerin akıllarını

ve gönüllerini beslemek için onlara delil-

ler, hikmetler ve hakikatler sunar. Vic-

danı ve aklı kendi elinde olmayan insan-

ların, insanı muhatap alan ayetlere hak-

kını vererek yaklaşması mümkün mü-

dür? Aklını başkalarına teslim etmiş,

vicdanını susturmuş, tarafgirlik ve dü-

şünmeme girdabında boğulmuş insan-

lar, Müslüman bile olsalar, en hafif ta-

birle çok eksik bir yerdedirler.

İnsana bilgi yüklemek zor değildir. Ama

anlayışlar akıl ve vicdanla yüklenir. Bil-

mek, anlamak değildir. Anlayış bir öz-

dür. Bir şeyi anlamak demek, onun daha

büyük bir bütünle bağlantısını görmek

demektir. O yüzden anlayışlardan fikir-

ler, ilkeler detaylar ürer. İnsanın bir şey

hakkında anlayış (şartlanma ile karıştırıl-

masın) geliştirmesi için önce o şeye aklı

~51~

ve vicdanı ile bakması gerekir. Allah biz-

den bunu yapmamızı Kur’an’da sık sık

istemektedir.

Özellikle günümüz insanı için bir şahsi-

yet olmak (yani kendi akıl ve vicdanıyla

seçimler yapabilen bir varlık olmak) da-

ha zor hale gelmiştir. Yaşamımız birileri

tarafından sürekli işgal altına alınıp sa-

kinleşmemize, akletmemize, kendimize

gelmemize izin verilmemektedir. Adeta

zihnimizin her köşesi tecavüze uğramış

haldedir. Bunu karanlık bir odada 10 dk.

yalnız başınıza kalmayı deneyerek test

edebilirsiniz. Aklınıza gelen alakalı ala-

kasız düşünceleri durduramadığınızı, bir

fikre odaklanamadığınızı gözlemleye-

ceksiniz. Belki çoğu insana 5. dk’dan

sonra afakanlar basmaya başlayacak ve

odadan çıkacaksınız.

Şimdi şunu bilmelisiniz ki; kendinize

gelip sakinleşmeden ve şimdi ve bura-

da olmadan aklınızı ve vicdanınızı kul-

lanamayacaksınız. Çünkü şimdi ve bura-

da olmadığınız her an aslında otomatik

pilottasınız. Bu yüzden acilen bu konuya

eğilmek zorundasınız. Bunu nasıl yapa-

cağımızla ilgili bir pasajı, önceki yazıda

belirtmiştik (kendini gözlemleme nasıl

olur). Burada özellikle vurgulamak iste-

diğimiz husus, kendimizi olduğumuz gibi

görmeye çalışmaktır; yoksa olmamız

gereken adamı bulmaya çalışmak değil-

dir. Dolayısıyla önce durumumuzu etüt

etmeliyiz. Kendi haritamızı, tam da ol-

duğumuz gibi, sabırla, günlerce ve hatta

senelerce gözlemleyerek çıkarmalıyız.

Düştüğümüz kuyulara birer işaret dik-

meliyiz. Haritada o bölgeleri kırmızı içi-

ne almalıyız ki buralara karşı bir harekât

başlatabilelim. Yapılacak en büyük hata-

lardan birisi kendi kendimizi sürekli yar-

gılayıp kızarak, kendimize lanet ederek

gözlemleme işlemine sürekli hasar ver-

mektir. Bunu yapmamalıyız. Ancak bu

durum, günahlardan pişmanlık duyma-

yacağız demek değildir…

Anda olma ve dış dünyayı içe dönük bir

bakışla izleme çabası zor bir iştir. Bu

konuda sürekli bir hassasiyeti gerektirir.

Genelde bu işi tek başına yapan kimse-

lerin bu çalışmaları sık sık kesintiye uğ-

ramaktadır. O yüzden bu tür çalışmaları

birlikte yapmak en doğrusudur. İnsan

uykuya daldığı zaman bazen günler hat-

ta haftalar sonra uyanır (uyku ile kaste-

dilen mana için bkz. “Kendimizi Bilmek

Üzerine-1” adlı yazımız). Aynı hassasiye-

te sahip kardeşlerle birlikte olmak bize

bu konuda çok yardımcı olacaktır. Birbi-

rine malayani ve boş sözlerde değil de

Allah’a yaklaşma hususunda yardımcı

olan kardeşler...

Andalığın en büyük destekçisi şüphesiz

Kur’an okuyup üzerinde düşünmektir.

Zira o, insanda andalığın iki temel mer-

kezine sürekli besleme yapar; akıl

(zekâyı kastetmiyorum) ve vicdana.

Günlük virdler ve özellikle de halvet

(itikaf, vb.) aklı ve vicdanı besleyen pı-

narlardır. Andalığımıza en çok zarar ve-

ren durumlar ise;

Sürekli olumsuz, şikâyet bildiren cümle-

ler kurmak,

~52~

Gereksiz konuşmak, lafı uzatmak ve ma-

layani,

Kendimizi anlatmaya ve ön plana çıkar-

maya çalışmak,

Kişilerin ve olayların iç dengemize mü-

dahale etmesine izin verecek kadar çok

kaale almak (oysa burası sadece Allah

ve Resulu’ne ait bir alan olabilir),

Enerjimizi gereksiz adrenalin, öfke pat-

lamaları, tartışma gibi olaylarla boş yere

harcayarak andalık için gereken enerjiyi

israf etmek,

Her şahsa özel, onun fıtratında bulunan

tuzaklar (kimisi için kibir, kimisi için dik-

kat ve ilgi isteği, kimisi için beğenilme

arzusu, vs.) ki bunları gözlemle saptaya-

biliriz.

Bilinmelidir ki anda olma ve kendini içe

dönük bakışla gözlemleyerek gerçek

adımlar atma, bu yolla Rabbine samimi

olarak yürüme çabası, bu dört bölümde

anlatılanlardan ibaret değildir. Yola dü-

şen samimi kullar için Allah yollarını ar-

dına kadar açmıştır. Bu konuda bildiği-

miz kadarını anlatmaya gayret ettik.

Rabbim varsa hatalarımızı bağışlasın ve

çabamızı salihlerin amellerine katıp ka-

bul eylesin inşallah. Rabbim yolundan

ayırmasın. Kuranı yolumuz, Efendimizi

önderimiz, Cenneti de istikametimiz

eylesin. (Âmin) □

RAHLE EĞİTİM VE KÜLTÜR DERGİSİ

Dergimizi temin etmek isteyen kardeşlerimiz aşağıdaki adresler

üzerinden ücretsiz olarak alabilirler inşaallah.

Temin Noktaları:

Kartal-Soğanlık, Yenimahalle Özel Erkek Öğrenci Yurdu

Pendik-Kavakpınar Mahallesi, İnsan-Der Okuma Salonu

Pendik-Hilal Konutları, İnsan-Der Okuma Salonu

Pendik-Esenyalı Mahallesi, Yağmur-Der Okuma Salonu

Üsküdar-Bulgurlu Mahallesi, Rahmet-Der Okuma Salonu

Fatih-Kıztaşı Caddesi, Gençlik ve Kültür Merkezi

Bursa-Yıldırım, Sinandede Mahallesi, Asır Derneği

~53~

“ Özellikle son iki-üç yıldır çeşitli vesileler ile oluşan

küçük bilgi kırıntıları haricinde, zihnimi ve kalbimi

yokladığımda Gürcistan’a dair ciddi bir birikimim söz

konusu bile değil…”

Gürcistan’a Bursa İHH İnsani Yardım Derneği’nin Ramazan

2013 Faaliyetleri kapsamında gideceğim haberini aldığım-

da kendi kendime kurduğumu hatırlıyorum bu cümleleri.

Toplasam üç beş cümleden yukarı söz söyleyemeyeceğim

bir coğrafya Gürcistan. Öyle ya! Karadeniz sahilinin kenarı-

na kurulmuş olan Osmanlı yadigârı Batum, Başkent Tiflis,

sürgün yemiş Ahıskalılar ve azınlıkta kalan Müslümanlar…

8 Temmuz 2013 Pzt. Günü saat sabah 10.30’da 3 yol arka-

daşı olarak Bursa İHH İnsani Yardım Derneği’nin binasında

arkadaşlarımızla vedalaşıp yola çıkıyoruz.

İnegöl İHH’dan yanımıza dâhil olan son yol arkadaşımız da

kafilemize katıldıktan sonra artık yaklaşık 24 saat sürecek

olan Gürcistan seyahatimiz çok kısa birkaç duraklamadan

sonra kesintiye uğramaksızın Trabzon Akçaabat’a kadar

sürüyor. Ertesi gün ise Ramazan Ayı’nın ilk günü… Bu vesi-

le ile Akçaabat’ta ikamet ettiğimiz yurtta sahurumuzu ya-

pıp, sahur sonrası Sarp Sınır Kapısına doğru kalan üç saat-

lik yolumuzu almak üzere tekrar düşüyoruz yollara.

GÜRCİSTAN NOTLARI

Ebubekir Armağan

İS

LA

M D

ÜN

YA

SI

Batum ’ un o maalesef

kokuşmuş, köhnemiş

ahlaki yaşantısından

çıkıp geldiğimiz bu köy

gözüme evim gibi gözü-

küyor. Evet, yoksulluk,

çaresizlik, ötelenmişlik

var; lakin tüm bunlara

rağmen ayakta tutulma-

ya çalışılan değerler de

var, her ne kadar kitabi

olmasa da…

~54~

Ve artık 09 Temmuz 2013 Salı sabahı

10.30 civarı Sarp Sınır Kapısına varıyo-

ruz. Gürcistan’a girebilmek için Türk

Vatandaşlarından pasaport istenmiyor.

Nüfus Cüzdanı ile kısa bir prosedür neti-

cesinde giriş yapabiliyoruz.

Gürcistan’ın Türkiye ile olan sınırında

bulunan, Karadeniz’in kıyısına yerleş-

miş, kıyı şeridi boyunca yeşilin bin bir

tonuna sahip Batum… Hafızamın tozlu

kıvrımları arasından, gördüğüm manza-

ralar karşısında irkilerek sıyrılıyorum;

zira Batum’a ayak bastığımızda bizi kar-

şılayan iki unsur gözümüze batıyor ade-

ta: Kumarhane ve fuhuş merkezi olarak

işlev gören 5 yıldızlı otellerin büyük bill-

boardlardaki reklamları ve yanı başında

bir spor tesisi bulunan ve sınırdan girer

girmez kubbesinin sizi karşıladığı Orto-

dokslara ait bir kilise. (Söz konusu kilise-

nin sınırın Türkiye tarafında Batum sahi-

linden son derecede net görünen bir

camiye nispet olsun diye yaptırıldığını

öğreniyoruz. Medeniyetler, sembollerle

çarpışıyor.) Mihmandarımızı beklerken

objektifimi ilgimi çeken her nesneye

doğrultuyorum. Bir ara kilisenin bahçe-

sinde bulunan çan üzerinde sıradan bir

kıyafet bulunan bir çocuk tarafından

defalarca çalınıyor. Yol arkadaşlarımdan

Furkan Dönmez “saat başı çalınıyormuş

bunlar” diyor. Yerel saat 12.00’yi göste-

riyor. Türkiye ile Gürcistan arasında 1

saatlik zaman dilimi farklılığı söz konu-

su.

Kısa süren bir şaşkınlık ve uyum sürecin-

den sonra İHH’nın bölgedeki partner

kuruluşu MİZANİ Derneği’nin kurucu ve

yöneticilerinden Mürteza Vanadze kar-

şılıyor bizi. Kucaklaşıyoruz…

Ve Batum’da yol almaya başlıyoruz. Ti-

pik Karadeniz coğrafyası eşlik ediyor yol

boyu. Yeşil ile mavinin birleştiği bu güzi-

de şehrin ortasından geçen karayolu

üzerinde sık aralıklarla dikilmiş olan haç

figürlü ikonlar dikkatimizi yeterince üze-

rine çekiyor. Batum turistik bir şehir. Bu

özelliğini ise; kıyısında bulunduğu Kara-

deniz sahiline, doğasına ve bir de şüp-

hesiz bohem hayatına borçlu. Batum’un

sivil mimarisi tek ve iki katlı, bahçeli ve

çoğunlukla kesme taşlardan yapılmış

evlerden oluşuyor. Yaklaşık 30 dakikalık

bir yolculuktan sonra MİZANİ Derneği’-

nin yönetim merkezi olan ve aynı za-

manda Erkek Kur’an Kursu olarak işlev

gören binaya geliyoruz.

Yeterince yorgunuz. Kısa bir hoş geldin

karşılamasından sonra istirahat için

odalarımıza çekiliyoruz. İlk iftarımızı

ikamet ettiğimiz mekânda Kur’an tale-

beleri ile birlikte yapıyoruz.

Ertesi gün iyi derecede dinlenmiş bir

halde Batum’un da bağlı bulunduğu

ACARA Bölgesinde bulunan ve Müslü-

manların yaşadığı iki ayrı köye Ramazan

Kumanya dağıtımı için tekrar yollarda-

yız. İlk durağımız Acara’ya bağlı Chakvi

Köyü. Ana yoldan ayrılıp köy yoluna gir-

diğimizde aracımızın gidebileceği yer

ancak belli bir noktaya kadar olabiliyor;

zira köy yolu ciddi anlamda bozuk.

SSCB’nin yıkılıp Gürcistan’ın bağımsızlı-

~55~

ğına kavuşmasından bugüne

kadar herhangi bir iyileştirme

yapılmadığını söylüyor mih-

mandarımız. Bizi karşılayanla-

rın tamamına yakını kadın.

Yoksulluk, biçarelik yüzlerin-

den okunuyor. Kadınlar başör-

tülerini başlarının arkasından

bağlamışlar. Batum’un o maa-

lesef kokuşmuş, köhnemiş ah-

laki yaşantısından çıkıp geldiği-

miz bu köy gözüme evim gibi gözüküyor.

Evet, yoksulluk, çaresizlik, ötelenmişlik

var; lakin tüm bunlara rağmen ayakta

tutulmaya çalışılan değerler de var, her

ne kadar kitabi olmasa da… Burada ilk

kumanya dağıtımını gerçekleştiriyoruz.

Çocuklar etrafımızda. Yanımızda getirdi-

ğimiz oyuncak, şeker, toka ve balonları

çocukların küçük ellerine tutuşturuyoruz.

Dağıtım esnasında yere düşen şekerlere

aldırmıyoruz; ta ki köy kadınları onları

yerden toplayana kadar. Elimizde var

olana güvenmenin, bizi nasılda emniyet-

te kıldığını orada görüyorum. Devamı

var nasılsa yanımızda ve istersek alabile-

cek gücümüzde. Ve aslında yokluğun

insanı nasıl da güvensiz kıldığına da şa-

hitlik ediyorum. İtiraf ediyorum kendi

kendime ve hamd ediyorum Rabbime:

Yokluk bana hiç tanıdık gelmiyor. Ve

istiğfar ediyorum. Müsriflikten, haddi

aşmakta sana sığınırım Rabbim…

Dağıtım bitiyor. Erzaklarını alan köy ka-

dınları evlerinin yolunu tutuyorlar. Biz

de diğer köye, Gorgadzeebi’ye gitmek

üzere tekrar harekete geçiyoruz.

Dar, bozuk ve kenarları gür yapraklı

a ğ a ç l a r l a d o l u b i r y o l d a n

Gorgadzeebi’ye varıyoruz. Gorgadzeebi

Köyü, Chakvi’den yaklaşık 45 dakika me-

safede. Her iki köyünde Batum’a uzaklı-

ğı yaklaşık bir saat. Oruçlu olmamız fizik-

sel olarak işimizi zor kılsa da, kalbimizin

mutmainliğini artırıyor. Gorgadzeebi’de

bizi kadın ve erkeklerden oluşan yaşlı bir

grup karşılıyor. Her birinin yaşı tahmi-

nen 50’nin üzerinde gibi gözüküyor. Ki-

mi ise bastonla yaşamaya başlamış bile.

Dağıtımımızı büyük bir dikkat ve sabırla

gerçekleştiriyoruz. Köyden ayrılmak üze-

re iken, köyde bizi karşılayan ve köy hal-

kı tarafından sözünün dinlendiğini gör-

düğümüz bir amca Mihmandarımız

Mürteza’ya bir şeyler söylüyor. Mürteza

bize dönüp “ amca dua yapmak istiyor”

diye sesleniyor. Gürcüce yapılan duaya

âmin demek için ellerimizi kaldırıyoruz.

Allah, razı, selam, âmin… Anladığımız

kelimeler bunlar. Âmin diyoruz. Ve

Mürteza tercüme etmeye başladığında,

kimi takvim yapraklarının arka sayfala-

rında okuduğum lirik hikâyelerden, kimi

de İHH’ın organizeleri vesilesi ile dünya-

~56~

nın dört bir tarafına giden gönüllülerin

aktardıkları çarpıcı anekdotlardan birine

de bizim şahitlik ettiğimizi fark ediyo-

rum.

Getirdiğimiz iki çuval kuru gıda mı? Yok-

sa iki çuval dolusu umut, kimlik, özgü-

ven ve kardeşlik mi?

“Yüz yıl sonra geri döndünüz, yapayalnız

bırakmadınız bizi…”Dönen kim? Neyin

ruhu? Ben miyim geri dönen? Farkına

varıyorum. Bulunduğumuz coğrafyaya

adım attığımızda bizi karşılayan yabancı-

lık, bize ait olmayan soluduğumuz hava,

ezan duymadan, ufuklarda uzanan cami

minareleri görmeden geçirdiğimiz 2 gün

bize nasıl dar gelmişti oysa? Aslında

Gürcistan’da yaşayan Müslümanların

yüz yıllık yalnızlığının, itilmişliğinin, kim-

lik savaşının, Müslüman kalabilmek adı-

na verilen savaşta alınan derin yaraların

bıraktığı izlerin dışa vurumu olmalı bu

sözler. Bizim iki gündür yaşadığımız

“yabancılığı ve gurbeti” onlar yüz yıldır

yaşıyorlar. Dua bitti… Âmin…

Gorgadzeebi köyü ve ihtiyar sakinleri

geride kalıyor artık.

Konakladığımız yurda geri dönüyoruz.

İftarı Gürcistan Müslümanları Derneği

ve İnegöl Kafkasya Derneği’nin ortaklaşa

düzenledikleri bir programda yapıyoruz.

Ortodoks kilisesi temsilcisi haricinde

tüm dini azınlıklar orada. Katolik Kilisesi

Patrik’i, Bahaî Temsilcisi, Rum ve Ermeni

Patrikleri vs. Ömer Vanadze böylesi bir

programın 10 yıl önce hayal bile edile-

meyeceğini söylüyor. Ama diyor şimdi

sesimiz biraz daha gür çıkıyor.

İftar sonrası Tiflis ve Ahıska Programları

için harekete geçiyoruz. Gidilecek bölge-

lerin uzaklığı, yol şartları, Türk Plakalı bir

araçla Müslüman Köyleri’ne seyahat

etmenin emniyetsiz oluşundan dolayı,

tek bir araçla gitmek noktasında karara

varıyoruz. Bir minibüs ayarlanıyor. Der-

nek binasından kumanyaları araca dol-

duruyoruz. Şoför ve oğlu Mamuka,

Ömer ve Mürteza’da bizimle birlikte.

Toplam 8 kişiyiz. Gece 00:30’da

Ahıska’dan Tiflis’e doğru yola çıkıyoruz.

Yol boyu zaman zaman şiddetlenen yağ-

mur eşlik ediyor bize. Sahur için yol ke-

narında meyve satan bir kadının yanın-

da duraklıyoruz. Birkaç çeşit meyve seb-

ze alıp sahur yemeğine başlıyoruz. Ken-

disinden alışveriş yaptığımız kadını do-

matesleri yıkayıp, doğrayıp önümüze

servis etmesi hepimizi memnun ettiği

gibi iyi bir yol muhabbeti de açıyor. Ca-

mi ve dolayısı ile ezan olmadığından

saatlerimize bakıp vaktin girdiğine kana-

at getirdikten sonra hareket halindeki

minibüste sallanarak sabah namazları-

mızı kılıyoruz. Saat 03:00 civarı. Şoförün

oğlu Mamuka Trabzon’da İlahiyat oku-

duğundan Türkçesi oldukça iyi. Ömer ve

Mürteza’nın uykuya yenik düşmelerin-

den dolayı, sorularımızı Mamuka’ya

yönlendiriyoruz. Mamuka daha önü-

müzde 6 saat var deyince artık ben de

koltuğumda kıvrılabildiğim kadar kıvrılıp

kendimi uykunun kolları arasına bırakı-

yorum. Şoför ve oğlu Mamuka hariç tüm

arkadaşlarım uyku halinde. Minibüsün

~57~

motor sesi, şoförün bitmek bilmeyen

gürcüce hikâyeleri iyi bir ninni oluyor

bana.

Belli belirsiz hülyalar, düş ile gerçeklik

arası görüntü ve sesler arasında kapıldı-

ğım uykudan motor sesinin ani duruşun-

dan dolayı uyanıyorum. Gün ağarmış.

Burada yağmur yok. Saat 08:00’i geçmiş.

Tiflis’in merkezindeyiz.

Durakladığımız yere yürüme mesafesin-

de olan Tiflis Merkezde ibadete açık

kalabilmiş tek camiye gidiyoruz. Cami

bulunduğumuz saat itibari ile kapalı.

Ancak pencerelerinden görebiliyoruz

içerisini. İki mihrabının olduğunu duydu-

ğumda şaşırıyorum. Aynı kıble iki mih-

rap: Biri Şii, biri de Sünni Müslümanlar

içinmiş…

Caminin bulunduğu tepeden ve muhte-

meldir ki Tiflis’in her yerinden görülebi-

lecek büyüklükte olan tahrife uğramış

Hıristiyanlığın temel simgelerinden olan

“Teslis”i simgeleyen “Üç Bağ” isimli Kili-

senin altın kaplama devasa kubbeli yapı-

sı “Batum’a ilk girdiğimizdeki yabancılığı

hissettiriyor. Bu coğrafyaya ait olan Or-

todoks kimliğini adeta gözümüze soku-

yor… Bu durumu Gürcistan’ın her yerin-

de görmek mümkün. Zira Ortodoks Kili-

sesi Gürcistan’da siyasal, ekonomik ve

sosyal anlamda ciddi bir güç odağı halin-

de bulunuyor. Mihmandarlarımızın an-

lattığına göre Gürcistan’da, özellikle ye-

ni nesil arasında, dindarlık oranı çok dü-

şük olmasına rağmen, cemaati olsun

olmasın, en küçük yerleşim yerinde bile

kilise açılıyor, yollarda dini ikonlara rast-

lanılabiliyor. Dolayısı ile tüm bu göster-

geler, Ortodoks Kilisesi’nin topluma ce-

maat olmaktan çok, siyasi olarak bir güç

gösterisinde bulunduğunu gösteriyor.

Kısa süren Tiflis durağından sonra yolu-

muza devam ediyoruz. Yol boyu hâkim

tepelere yerleştirilmiş haç ikonları, sağlı,

sollu kiliseler ve Tiflis’in ortasından ge-

çen bir nehir gözümüze ilişen ana unsur-

lar…

Tiflis’ten yaklaşık olarak 2 saat mesafe-

de bulunan Tetrçkaro İlçesi’nin

Tsintkharo Köyüne varıyoruz. Köyün

toplam nüfusu 600 civarında. Azeri Hı-

ristiyanlar, asimile olmuş Acara’lı Hıristi-

yanlar ve kimliklerini muhafaza edebilen

Acaralı Müslümanlar yaşıyor bu köyde.

Nüfus dağılımı ise eşit. Lakin burada da

Kilisenin Müslümanlar üzerinde ciddi bir

baskısı söz konusu.

Köye her köyde olduğu gibi bozuk yol-

lardan giriyoruz. Bursa İHH’nın ev olarak

alıp cami işlevinde kullanılmak üzere

Müslümanlara bağışlamış olduğu Cami-

nin önündeyiz. İki katlı bir ev aslı itibari

ile burası. (Cami dendiğinde akla mina-

resi, kubbesi olan yapılar gelmesi nor-

mal. Lakin burası Gürcistan ve cami fi-

gürleri içeren bir mimari ile bina inşa

etmek mümkün değil burada) Cami yar-

dımcı İmamı Mahmut Hüdayi bize ara-

bayı caminin bahçesine almamızı ve er-

zak dağıtımını kapalı kapılar ardında

yapmamız gerektiğini söylüyor. Söze

tabi oluyor ve gerekeni yapıyoruz. Bah-

~58~

çe kapıları kapanıyor ve dağıtımlarımızı

gerçekleştiriyoruz.

Caminin yapımı henüz tamamlanabilmiş

değil. Maddi sıkıntılar kadar, Hıristiyan

köy halkının ciddi bir kara propaganda

ve baskısı da bu duruma sebep teşkil

ediyor. Bu caminin yapımının çarpıcı bir

öyküsünün olduğunu henüz Bursa’da

duymuş olduğumdan Yardımcı İmam

Mahmut Hüdayi ile görüntülü röportaj

için gerekli hazırlıklarımı tamamlayıp

kayda başlıyorum. Mahmut Hüdayi

İmam Hatip Lisesinin Türkiye’de oku-

muş. Daha sonra Lisans düzeyinde İşlet-

meyi de bitirip toprağına dönmüş.

Ekim 2012’de alınan evin cami olarak

kullanılabilmesi için “burasının toplu

şekilde ibadet edilen bir mekân” olarak

görünmesi gerekiyor. Fakat Ortodoks

Papazlar (Mahmut Hüdayi’nin tabiri ile)

mürtet iki-üç Acaralı ile bir anlaşma

metni hazırlıyorlar. Bu anlaşma metnin-

de yazan ifade “camide namaz kılınması

durdurulacak” şeklinde. Üstelik ilgili me-

tin “barış antlaşması” olarak imzalanı-

yor. Bu durumdan haberi olmayan Mah-

mut Hüdayi bir Cuma Namazı’nı, Müslü-

manların çoğunun Hıristiyan köylü kom-

şularından korkmalarından dolayı, ihti-

yar iki köylüsü ile kılıyor. Cuma namazı

anlaşmaya rağmen kılındığı haberini

ortalığa yayan Papazlar köylüyü galeya-

na getirip, Mahmut Hüdayi’yi muhtarlı-

ğa çağırtıyorlar ve Mahmut Hüdayi Hı-

ristiyan komşuları tarafından dövülüyor,

fiziksel şiddete maruz kalıyor. Mahmut

Hüdayi bu durumu “işin cilvesi herhalde

bu” diyor. Olayların büyümesinin önüne

geçmek için iki parlamenterin bölgeye

gelmesi ile Mahmut Hüdayi ve 12 Papaz

bir araya getiriliyorlar. Parlamenterlerin

bırakın bu insanlar ibadetlerini yapsınlar

çağrısına karşı çıkan Papazlar hazırladık-

ları anlaşma metnini çıkarıp parlamen-

terlerin önüne koyuyorlar.

“İşte! Hikâyenin bundan sonraki kısmı

tam anlamıyla bir mucize. Allah’ın kesin

yardımını yakinen gördük” diyor Mah-

mut Hüdayi. Yazılan metnin hem orijina-

linde hem de kopyalarında var olan

“Camide namaz kıldırılması durdurula-

cak” ifadesi “camide namaz kılanların

çıkarılması durdurulacak” olarak değiş-

miş bir vaziyette. “Hem biz hem de on-

lar şoka girdi” diyor M. Hüdayi. Ve İsra

Suresi’nin “hak geldi öve batıl yok oldu!

Batıl Yok olmaya mahkûmdur! Mealin-

deki ayetini okuyor. Ve diyor biz savaşı-

mızı kazandık. Şimdi köyümüzde ilk defa

bir camimiz var.

Cami, Gürcistanlı Müslümanlar için için-

de yalnızca namaz kılınan bir ibadetha-

ne değil. Cami onlar için 100 yıl boyunca

asimileye tabi tutulmuş Müslüman Kim-

liklerini tekrardan kazanabilecekleri bir

kimlik inşa üssü, bir medrese, okul, ni-

kâh salonu, istişare meclisi… Kısacası

her şey. Allah Resulü’nün Mümin kimli-

ğini inşa ettiği “mescit” ne ise Gürcistan-

lı Müslümanlar için cami o… Yani cami

hayatın merkezi…

Tsintkharo köyünden de gönül heybele-

rimizi doldurup tekrar düşüyoruz yolla-

~59~

ra. Tsintkharo köyünden 1 saat mesafe-

de olan Bolnesi İlçesi’nin Disveli Köyüne

doğru hareket halindeyiz. Disveli Köy

Yoluna girdiğimizde yol üzerinde bir

rahibe okuluna denk geliyoruz. Bolnesi

İlçesi’nin sakinlerinin Hıristiyanlığa daha

bağlı olduğundan bahsediyor Ömer bi-

ze.

Disveli Köyünde de Bursa İHH’nın satın

almış olduğu bir arsa üzerine cami yapı-

mı başlamış durumda. Öğle namazı vak-

ti vardığımızda giriyor. Henüz tamam-

lanmamış olan cami de Öğle Namazını

Disveli Köyü sakinleri ile birlikte eda

ediyoruz. Caminin Kurban Bayramına

kadar tamamlanacağını ifade ediyorlar.

Caminin hemen karşısında bulunan bir

bahçenin dibinde kumanya dağıtımımı-

za başlıyoruz.

Dağıtım bitiyor. Artık Disveli Köyünden

de ayrılıp Gürcistan programımızın son

durağı olan Ahıska Bölgesindeki Aspinza

Köyü’ne doğru harekete geçiyoruz. Yol

boyu geçtiğimiz köyler Hıristiyan halkın

ağırlıkta olduğu köyler. Sivil mimari bu-

ralarda da kendini belirgin özellikleri ile

belli ediyor. Düzgün kesilmiş dört köşe

taşlarla örülmüş tek ya da iki katlı bah-

çeli evler. En yüksek yapılar belirgin şe-

kilde kiliseler. Aspinza’ya doğru ilerle-

dikçe rakım yükseliyor. Yolculuğumuza,

zaman zaman etkili olan yağmur, sis

kümeleri, büyük koyun sürüleri de eşlik

ediyor. Sağımızda ve solumuzda yemye-

şil geniş yaylalar uzanıyor. Rakım yük-

seldikçe yerleşim yerleri olabildiğince

seyrelmeye başlıyor. Uzaklarda belli

belirsiz seçebildiğimiz köyler çarpıyor

gözümüze. Hava alabildiğine serin. As-

falt yollar geri de kaldığında seyahatimiz

boyunca alışkın olduğumuz bozuk köy

yollarına benzer bir yola giriyoruz. Sü-

rekli bir sarsıntı halindeyiz. Yolculuğu-

nun vermiş olduğu yorgunluk ve oruçlu

olmamızın verdiği halsizlik birleşince

aralıklara uyuyup uyanıyoruz. Bazen

derin bazen de göz dinlendirme ile ge-

çen uyku nöbetlerimiz aracımızın sarsıl-

maları eşliğinde yarıda kesiliyor çoğu

kez. Ve nihayet Disveli Köyünden yola

çıkışımızın 5. Saatinde Aspinza’ya varı-

yoruz. Aspinza Köyü çok derin bir ve

büyük bir vadinin yamacına kurulmuş.

Yaklaşık 2800 m. rakımda kurulan bu

köyün sakinlerinin çoğunluğu Müslü-

man Gürcülerden oluşuyor. İkindi’nin

vaktinin çıkmasına az bir zaman var.

Bursa İHH’nın burada da satın almış ol-

duğu bir ev cami işlevi görüyor. Camide

oturan ihtiyarlar bizi görünce ayağa kal-

kıyorlar. İçlerinden biri sıkıca sarılıyor

hepimize sırayla. Bu sırada içeri giren 13

-14 yaşlarındaki bir delikanlıyı gösteri-

yor bize sarılan ihtiyar amca. Delikanlıyı

işaret ederek, gülerek “bizim hoca” di-

yor. Köyde Kur’an okumasını bilen ve

imamlık yapabilecek kadar ezberi olan

bu delikanlıymış. Namaz sonrası dağıtım

için hazırlıklara başlıyoruz. Yağmur bu-

rada biraz daha şiddetli yağıyor. Mini-

büs Caminin bahçesine girmediğinden

camiye kadar taşıyoruz kumanyalarımı-

zı. Köyün delikanlıları da canhıraş yar-

dım ediyorlar bize; çünkü yağmur git

gide şiddetini artırıyor. Camiye çıkan

~60~

merdiven boşluğunda dağıtımımızı ger-

çekleştiriyoruz.

Aspinza Köyü programı da artık sona

ermiş oluyor. Ömer iki ayrı güzergâhımı-

zın olduğunu söylüyor. Ya geldiğimizden

yoldan geri dönüp tekrar Tiflis üzerin-

den Batum’a döneceğiz ya da yüzlerce

metre derinliğinde olan vadinin 2. Dün-

ya savaşı yıllarında açılmış olan engebeli

yollarından ineceğiz. Karar veriliyor. Son

derecede ürkütücü uçurumların yanı

başından geçen ve 14 büyük dönemece

sahip olan bu yolu görüntülemek için

kameramı çalıştırıyorum. Bu yol 2. Dün-

ya Savaşının en buhranlı günlerinde kö-

yün normal yolunu kullanıp ihtiyaçları

için güvenlik olmadığından gidemedikle-

rinden dolayı, Aspinza Köyü kadınlarının

girişimi ile açılır. Vadinin en derin nokta-

sından bir eşeği salarlar ve eşeğin yürü-

düğü güzergâh üzerinde bir yol açarlar.

Şimdi bir aracın geçebileceği kadar geniş

bir hale gelmiş. Lakin son derecede bo-

zuk ve tehlikeli bir yol. Sol tarafımızda

kalan uçurum kimi zaman yüreğimizi

ağzıma getiriyor. Yaklaşık 25 dakika sü-

ren son derecede sarsıntılı ve bir o ka-

dar da ürkütücü yol sona eriyor ve bu-

lunduğumuz mevkii Ahıska Merkez’e

bağlayan kara yoluna çıkıyoruz. Dakika-

lar sonra akşam vaktinin girdiğine kana-

at getiriyoruz. Ezanımızı okuyup, ekmek,

çikolata ve sudan oluşan erzağımızla

iftarımızı açıyoruz.

Ahıska Merkez’e vardığımızda saat

22.00’ı geçiyor. Ahıska kalesinde Ahıska

Müftüsü tarafından misafir ediliyoruz.

Ahıska Kalesi içinde 1720 yılında döne-

min Osmanlı Paşalarından olan Ahmet

Paşa tarafından yaptırılan camii, medre-

se var… Fakat bu tarihi yapılar müze

olarak kullanılıyor. Kalenin içinde ayrıca

bir de kilisenin varlığı dikkatimizi çeki-

yor. Söz konusu kilise kale restore edil-

diğinde Ahmet Paşa camiine nispet ola-

rak yapılmış. Yani kalenin orijinalinde

kilise yok. Semboller zannımızdan daha

büyük manalar ifade ediyor, daha iyi

idrak ediyoruz.

Yola tekrar çıktığımızda 24 saati aşan bir

süredir hareket halinde olmanın vermiş

olduğu ağır yorgunluk vesilesi ile artık

derin bir uykunun kuytularında kaybo-

lup gittiğimi, sahur için yol kenarında bir

yerde aracımız durduğunda anlıyorum.

Sahur sonrası, namazlarımızı aracımızın

içerinde kılıyor ve tekrar yola çıkıyoruz.

Nihayet Batum’dan ayrılışımızın 30. saa-

tinde yeniden Batum’dayız.

Sabah saat 07.00’da dinlenmek üzere

odalarımıza çekiliyoruz. Cuma günü ol-

ması münasebeti ile namaz için vakitli

bir şekilde kalkıyoruz. Namaz için

Batum’un tek camisindeyiz. Gürcüce

hutbeyi dinlerken Gürcü Müslümanlar

ile birlikte saf tutuyoruz.

Ve artık veda zamanı geliyor. Gürcistan

görevimizin sona ermesi ile birlikte Tür-

kiye’ye dönüş hazırlıkları yapıyoruz. Tür-

kiye’ye giriş yaptığımızda saat 18:00

civarlarında seyrediyor… Zihnimde ise

aynı soru yankılanıp duruyor: Gürcistan

bize ne kadar yakın, ne kadar uzak? □

~61~

A nneler… Şefkat, merhamet, sevgi, fedakârlık gibi

özel hasletlerin hepsini bünyesinde barındıran

ancak bunun çok ötesinde görevler ifa eden top-

lum mimarları…

Genel bir yargı olarak günümüzde erkek çocukların baba-

yı, kız çocukların ise anneyi -günümüz tabiriyle- rol model

edindiği söylenir. Ancak özellikle okul öncesi çağında tüm

çocukların en çok anneyi taklit ettiği ve adeta davranış

derslerini annesinden aldığını söylemek hiç de yanlış ol-

mayacaktır. Nitekim okul öncesi çağında çocuğun edindiği

bilginin diğer dönemlerde edindiği bilgilerden daha kalıcı

olduğunu duymayanımız yoktur.

Bu sebeple; hiçbir şey anlamadığını düşünerek yanında

her türlü yanlışı yapabilme lüksümüz olduğuna inandığı-

mız okul öncesi çocuklarımız, bizim yanlış davranışlarımızı

doğru davranış biçimi olarak zihinlerine nakşetmektedir-

ler. Örneğin; agresif bir anneye sahip olan çocuğun agresif

tavırlarının çoğu kez genetik olarak çocuğa geçtiğini düşü-

nürüz. Oysa çocuk annesinden aldığı genler yüzünden de-

ğil, annesinin tavırlarını taklit ettiği için agresiftir. Bunun

gibi yirmi dört saat beraber yaşadığı annenin hem karak-

ter özelliklerini, hem de davranışlarını, yaptığı işleri taklit

edecektir. İşte annenin rolünün önemi de buradadır. An-

nenin doğru tutum ve davranışları olumlu, yanlış tutum ve

davranışları ise olumsuz karakter gelişimini tetikleyecektir.

Ebrar Pınar

TOPLUM PSİKOLOJİSİ – SOSYAL ŞİZOFRENİDEN TOPLUMSAL

EMPATİYE (NEVZAT TARHAN)

KİT

AP K

RİT

İK

~62~

Doğru bildiğimiz veya bilmek istediğimiz

büyüklerimizden gördüğümüz ve içsel-

leştirerek çocuklarımıza uyguladığımız

yanlış davranışlardan ikisini, bunların

getireceği olumsuz sonuçları ve doğru

davranış şekillerini paylaşmakta konuyu

örneklemek açısından fayda var…

Bazen koruma içgüdüsü ile çocuğun

ileriki hayatını nasıl etkileyeceğini dü-

şünmeden hareket ederiz. Prof. Dr. Nev-

zat Tarhan “Toplum Psikolojisi & Sosyal

Şizofreniden Toplumsal Empatiye” adlı

kitabında bunu şöyle bir örnekle dile

getirir:

“Çocuk yürümeye başladığında koltuğa

çıkmaya çalışır. Batı kültüründe bu hare-

keti yapmaya çalışan çocuğa hiç doku-

nulmaz, düşüp kalkar, sonunda koltuğa

çıkar ve sonra muzaffer bir komutan gibi

sevinir. Bu tarz yetiştirme, çocukta başa-

rı duygusu ve girişimciliği teşvik eder

ama bu arada da çocuğun düşüp yara-

lanma ihtimali vardır. Çocuğu yalnızlaş-

tırır ve çocuk-anne bağı zayıflar. Bir ta-

raftan girişimci olurken diğer taraftan

da bir-iki kez düşüp yaralanırsa bu sefer

kaçınmaya başlar.

Doğu kültüründe ise, çocuk koltuğa çık-

maya çalışırken, anne çocuğun yanına

gider, kaldırır, yukarı çıkarır. Çocuk kol-

tuğa çıkar ama “başardım” duygusu

yaşayamaz. Çocuk hazır çözümlere, her

şeyi başkasından beklemeye alışır. Anne

-çocuk bağı çok yakın olur, her şeyi an-

neden bekleyen, anneye bağımlı, özgü-

veni zayıf bir çocuk yetişir.

İdeal olan tutum ise; annenin, çocuk

koltuğa çıkmaya çalışırken “hadi sen

çıkmaya çalış, bir şey olursa ben seni

tutarım” demesidir. Çocuk kötü bir şey

olduğunda yanında annesinin olduğunu

bilecek, başardığında da “ben yaptım”

duygusu oluşacak. Böylece çocuk, kendi

gücü ile anne babanın koruyuculuğu

arasındaki sınırı öğrenmiş olur.”

Konu ile ilgili bir başka örnek olarak şu-

nu verir:

“Annelerimizin çok sıklıkla yaptığı bir

hata vardır. Çocuk masaya çarpıp ağla-

dığında, anne “pis masa, tüh, kaka” gibi

laflar eder. Çocuğun çektiği acının so-

rumluluğunu masaya yükler. Belki çocuk

o anda susar fakat bu tavrın hiçbir öğre-

KİTAP ÖNERİSİ:

Toplum Psikolojisi, Nevzat Tarhan, Timaş

Yay. 333 sf. 2012 İstanbul.

~63~

tici yönü olmadığı için çocuğa empatiyi

öğretmez.

Böyle durumlarda, kusuru başka şeye

yüklemek, cansız bir şeyi sorumlu tut-

mak yerine, çocuğun başını okşayarak,

onu teselli ederek yanında olduğunu

hissettirmek ve ilgisini başka yere çek-

mek gerekir. Oyuncak vererek, televizyo-

nu veya dışarıyı seyrettirerek ilgisini baş-

ka yere çektikten sonra acısı hafifleyen

çocuğa niye yanlış yaptığını, neden ağla-

dığını, bir daha olmaması için ne yap-

ması gerektiğini anlatmalıdır.”

Bu örnekler çocuğumuzu koruma ve

hayatı ona kolaylaştırma içgüdümüzün

ileriki yaşamında onu nasıl karakterize

ettiğini göstermek açısından manidardır.

Nevzat Tarhan kitabında çocuğa disiplin

vermede kadının erkeğe göre avantajını

da şöyle açıklar:

“Kadınlar doğru hedef seçip, doğru yol-

lara başvururlarsa, kullandıkları yollar

daha sevecen, daha şefkatli, daha sevgi

dolu olur. Bu sebepten dolayı içinde sev-

gi olan disiplini en iyi anne verir. Babalar

biraz içinde korku olan disiplin sağlama

eğilimindedirler. İçinde sevgi olan insan

ilişkilerini kurabilmek, kadın için avantaj

haline gelebilir.”

Günümüzde çalışan annelerin sayısı

azımsanmayacak kadar çoğaldı. Bu an-

neler, çocuklarını ya yakın akrabalarına

veya bir bakıcıya emanet etmek duru-

munda kalıyorlar. Anne dışında bir şahıs

(özellikle yabancı bir bakıcı) tarafından

bakılan çocukların sevgi, merhamet,

fedakârlık gibi özel hasletleri yaşamadık-

ları için öğrenemedikleri, büyüyüp birer

ana baba olduklarında da kendi çocukla-

rına bu duygularla yaklaşamadıkları bi-

limsel bir gerçeklik olarak karşımızda

duruyor.

Bir televizyon programında çocuk dok-

torunun verdiği anekdot ilgi çekiciydi:

Anneanne veya babaanne yanında du-

ran çocukların daha düzensiz beslendik-

lerini, zira yemek yemeyi reddeden ço-

cukları aç kalmasınlar diye abur cubur

yedirerek doyurduklarını, oysa annele-

rin öncelikle faydayı gözeterek yemek

yedirmeyi öncelediklerini ifade ediyor-

du. Elbette anneanne veya babaanne

bunu kendince bir çözüm ve torununun

açlığını giderme refleksi ile yapıyordu.

Ancak sonuca bakıldığında bunun çocu-

ğa faydadan çok zarar getirdiği ve sade-

ce anı kurtardığı açıktır.

Bütün bunlar bize gösteriyor ki; annenin

çocuğu ile arasındaki iletişim ve onun

yanındaki tutum ve davranışları özenli

olmalıdır. Anneliğin omuzlarına yükledi-

ği sorumluluğun ağırlığını hissetmeli ve

öncelikle kendisini iyi bir anne olarak

eğitmelidir. Çocuğuna güzel bir karakter

mimarı olabilmek için donanımlı olmalı-

dır. İhtiyaç hâsıl değilse çalışmamalı,

özellikle okul öncesi çağında çocuğunu

başkalarının eline bırakmamalıdır. Çalışı-

yorsa dahi işten arta kalan zamanını

verimli kullanmalı ve çocuğuna sevgi,

merhamet, şefkat, fedakârlık gibi haslet-

lerin açlığını çektirmemelidir. □

~64~

K aranlığa sızan iyiliğin gölgesini bir adamın gözlerinde gördüm.

Göğü, dağların üzerine çeken ne varsa sessizce Hep iyiliğin göl-

gesinden oldu. Çocuksu haykırışların ardında, kırılan sevinçlerin

Ve puslu camlara yazılan tek şey Karanlığın insanların kalbinde

bıraktığı derin yara izleriydi. An gelecek, karanlık iyiliğin gölgesinde kaybolacak

Ve zaman, kabuk bağlayanların yüreğinden, tarihe sızan cümleleriyle Tükürecek

insan görünümlü yüzlere. Haklı olarak ne çok acı var demişti şair Ve şimdi aynalar

bile titrer oldu akan gözyaşlarına. Uzun uzun bakıyorum kıvrılan sokaklara, Bas-

kın gelen her cümle, insanların sırtında kamburlaşmış Yaşam soluksuz yaşanır

olmuş, an ölümsüz düşünülür olmuş Oysa ölüm hayatın en büyük değişim ajanı de-

ğil miydi? Kaldırım taşları eskidi, gün ağırdı, Karanlık düştü sarp kayalardan aşağı

Artık dinmeli diyorum yeryüzündeki acı, Taşınmalı yürekler elden ele Susmalar,

kapılar ardından çekilmeli artık haykırma zamanı Dağlar heybetiyle yanımızda

iken böylesine Bu susmalar onu da, zamanı da boğmakta suda. Karanlığa sızan iyi-

liğin gölgesini bir adamın gözlerinde gördüm. Göğü, dağların üzerine çeken ne

varsa sessizce Hep iyiliğin gölgesinden oldu. Ve yine karanlığı delip geçen bu şiir-

ler İyiliğin teknesinde yoğruldu Belki bir elif oluruz da yeniden doğruluruz diye

yazılmıştı Hüzünle dökülmeye yüz tutan takvim yapraklarını Gün yüzünden, tari-

hin aydınlık sayfalarından, Yeniden çıkarmalı ve şahlandırmalı yürekleri, iyiliğin

ellerinde karanlığa karşı… □

KARANLIĞA SIZAN İYİLİĞİN GÖLGESİ

Yusuf Er