rahle dergisi 52. sayı
DESCRIPTION
https://www.facebook.com/rahledergisiTRANSCRIPT
2013 SONBAHAR / Sayı: 52
facebook.com/rahledergisi
facebook.com/groups/rahle
rahle
eğitim ve kültür dergisi
RAHLE Eğitim ve Kültür Dergisi
2013 Sonbahar / Sayı: 52
Ekim-Kasım-Aralık
Yayın Türü:
Ulusal Süreli Yayın
-3 Ayda Bir Yayınlanır-
Sahibi:
İnsan Eğitim Kültür ve Sosyal
Yardımlaşma Derneği Adına
İsmail YILMAZ
İlmî Redakte:
Necmettin IRMAK
Yayın Koordinatörü:
Mustafa ERKEK
Yazı İşleri ve Dağıtım:
Emre İLSEVER
Adres:
İNSANDER OKUMA SALONU
Kavakpınar Mah. Abdiipekçi
Cd. Gönül Sk. No: 17
Pendik / İSTANBUL
Tel / Faks:
0 216 451 04 48
Web:
facebook/rahledergisi
facebook/groups/rahle
Baskı:
Matsis Matbaa Hizmetleri
Sn. Tic. Ltd. Şti.
Abonelik:
Kargo masrafları karşılığında
ücretsizdir.
Yayın Hakları:
Dergimizde yayınlanan
makalelerin sorumluluğu
sahiplerine aittir.
Dergi bu sayı 900 adet
basılmıştır.
- İÇİNDEKİLER -
Ahlak:
Sohbet Adabı—5 (Sorunlarımız) / Necmettin Irmak ................. 4
Tefsir:
Kıyame Suresi: 20-21 / M. Murat .............................................. 6
Fikriyat:
Evde Olmak Evde Ölmek, Dışarıda Olmak Dışarıda Ölmek /
Fikri Gülsoy ................................................................................ 9
Siyer:
Sahabenin Dini Sahiplenmesi / Harun Çınar ........................... 12
Soruşturma:
Davetçi Kimliğimiz / Habil Mert & Yakup Selen ....................... 20
Hasbihal:
Nebevî Hareket Anlayışımız / Necmettin Irmak ..................... 29
İktibas:
Basit Fakat Derin Gerçekler / Rasim Özdenören ..................... 34
Tevhid Tarihi:
Davet: Peygamberlere Özenme / Fikri Gülsoy ........................ 36
Söyleşi:
Bir Hidayet Öyküsü: Sina Motzek / Ebubekir Armağan ........... 41
Psikoloji:
Kendimizi Bilmek Üzerine—4 / Bilgin Bozkurt......................... 49
İslam Dünyası:
Gürcistan Notları / Ebubekir Armağan .................................... 53
Kitap Kritik:
Toplum Psikolojisi (Nevzat Tarhan) / Ebrar Pınar .................... 61
Edebiyat:
Karanlığa Sızan İyiliğin Gölgesi / Yusuf Er ................................ 64
NEBEVÎLİK
İ slam alemi son bir buçuk asırdır, alinasyon ve dünya savaşlarıyla birlikte kay-
bettiklerini geri almanın mücadelesini veriyor aslında; ilmin, akidenin, ahla-
kın, bilim ve teknolojinin, maddi gücün zayıfladığı, halifeliğin ve siyasi merke-
ziyetin kaybolduğu, iktidar olamamanın düşüklüğünün yaşandığı zor dönemleri
atlatmaya çabalıyor. Geçmişini bilen her Müslüman bunun çok iyi farkında; elimiz-
de bir nimet vardı ve bizler buna layıkıyla sahip çıkamadığımız için -sünnetullah
gereği- onu yitirdik, şimdi tekrar elde etmek için uğraşıyoruz…
Bu böyle… Allah’ın günleri, insanların başının üzerinde dönüp durmaktadır; kimi
zaman beriki muzaffer olur, kimi zaman bizimkiler… Kur’an’ı okuyanın göreceği
üzere, sürgit-dairesel bir tarih algımız vardır; şimdi umutlarımız, tarihin parlak say-
falarının artık bizden bahsetme zamanının gelmesi yönündedir. İnşaallah Müslü-
manlar bunun için çabalıyor; bedenlerini Allah için adıyor, savaşıyor ve ölüyor, yo-
ruluyor ve yılmıyor, yardıma koşuyor, eylemlere katılıyor, davet ediyor, ilim öğreni-
yor ve öğretiyor… Hepsinden önemlisi, organizasyonlar kuruyor, cemaatleşiyor, tek
ses haline gelmenin güzelliğini ve bereketini yaşıyor…
Zaman, Allah’ın ipine topluca sarılma zamanıdır; selefimiz gibi, güçlü bir biçimde…
İslam davası için örgütlenme ve birlikte hareket etme zamanıdır. Böyle bir dönem-
de yalnızlaşan, bireyselleşen ve bu davaya hizmet etmekten erinen bir nefis sahibi,
muhakkak ki kıyamet günü bunun bedelini ödeyecektir!
Hülasa, bizler ümmet içersinde damla nispetinde de olsak bir Rahmet topluluğuz;
davamız açık ve nettir: Hakkın haykırılması ve adaletin haktan yana inşa edilmesi…
Allah’ın kanunlarının tanınması ve her şeyin üzerinde tutulması… Resulünün tek
önder seçilmesi ve takvada ciddiyet… Ve geleceğe dair ümitvarız, zira Müslümanız.
Bu sayımızda, nebevîlik konusunu, daveti, hidayeti, Allah için nefislerini satanları
yazdık. Evde oturmamayı, kalkmayı ve anlatmayı, gönlün bitmeyen isteklerini ve
Hakka yakın durmayı dile getirdik. Anlatacak her neyimiz varsa, elinizdeki dergiyi
buna bir vesile eyledik. Rabbimiz amellerimizi katında makbul eylesin inşaallah...
Editörden..
Bir sonraki sayıda görüşmek duasıyla, Allah’a emanet olun.
es-selamu aleykum ve rahmetullahi…
Editör: Emre İLSEVER
E-Mail: [email protected]
Web: emreilsever.blogspot.com
~4~
D OLU KABI DOLDURMAYA ÇALIŞMAK
Bilmediğini bilmeyenler insanların ahmaklık-
ta ileri gidenleridir. Zira cehaletinin farkında
olmayanlara bir şey öğretmeye çalışmak deveyi iğne deli-
ğinden geçirmekten daha zordur. Sohbet ehli olan her
kişi, zihin babında - bilgi dağarcığında illa ki boşluk bulun-
duğunu bilmeli. Yine bilmeli ki '' her ilim sahibinin üstün-
de bir ilim sahibi vardır.'' Hele de ilim ile usulünce iştigal
etmemiş, sahip olduğu bir kaç bilgiyi de (bu ifade küçüm-
semek kastıyla söylenilmemiştir) kulaktan duyma ile elde
etmişse, bir başka deyişle mürekkep yalayıp dirsek çürüt-
memişse kendi haddini bilmek ve ona göre hareket et-
mek kişiye vacip olur.
Ne var ki günümüz Müslümanının en vakıf (!) olduğu ko-
nu ahiret kurtuluşunun reçetesi olan dini meselelerdir.
Hemen herkes İslam’a dair her hususta ahkâm kesmekte
ve söz söylemektedir. Bu durum onların öğrenmeye ve
sohbet dinlemeye dair muhtaçlıklarını perdelemektedir.
Kendilerini ağzına kadar dolu kalpler olarak görenler
muhtaçlıklarının farkına varamazlar. Fakir olduğunu bil-
meyenden daha fakir kim vardır? Fakir olduğunu bilme-
yenin fakirliğini kim giderebilir ki ?
AH
LA
K
Necmettin Irmak
SOHBET ADABI—5 (SORUNLARIMIZ)
Sohbet ehli bilmeli ki,
dolu kabı doldurmaya
çalışmak beyhude uğ-
raştır. Önce kişi kabının
boş olduğunun farkına
varmalı. Kendini dolu
kap sanmak hamakati
( a hmaklığı ) arttırır.
~5~
Sohbet ehline, iştirak ettiği sohbetlerin
fayda vermemesinin en önemli sebe-
bi,kendini bilgiye vakıf sunması,kabının
dolu olduğunu vehmetmesidir.Bunun
içindir ki akleden kalbi (!) kulaklarına
kadar doludur.Söylenilen söz yapılan
nasihat,dinlenilen sohbet,kulağından
içeriye girmez.Böylece sohbetin faydası-
nı da görmez,hatta onu küçümser ve
gereksiz addeder.
Sohbet ehli bilmeli ki dolu kabı doldur-
maya çalışmak beyhude uğraştır. Önce
kişi kabının boş olduğunun farkına var-
malı. Kendini dolu kap sanmak
hamakati (ahmaklığı) arttırır.
SÖZÜ KAVRAMAKTA YAŞANILAN
SORUNLAR
Sohbet ortamının en önemli hususu
söylenilen sözü tam ve doğru anlamak-
tır. Malumdur ki bu husus herkeste aynı
seviyede gerçekleşmez. Zira pek çok
sebep devreye girer ve sözün tam ve
doğru anlaşılmasına engel olur. Özellikle
akletme yeteneğindeki farklılıklar ve
hıfz sorunları ,bu konuda yaşanılan
problemlerin temel sebepleridir.
Sohbet ortamında söylenilen sözün hele
de 'din ' hakkında söylenilen sözün an-
lam ve maksadının tam ve doğru kavra-
namaması, sohbeti dinleyeni yanlış ve
belki sapkın bir noktaya taşıdığı gibi,
sohbeti yapan hakkında da su-i zanlara
ve yanlış ön kabullere sebep olmaktadır.
Eksik ve yanlış kavrama, sohbet ehli ara-
sında gereksiz tartışa, sürtüşme ve ay-
rışmalara kapı aralamakta ve kardeşlik
hukukunu da zedelemektedir.
Bunun neticesinde sohbet ortamları
terk edilmekte veya 'hoca israfı ' dediği-
miz başka bir hataya düşülmektedir.
Sohbete iştirak eden bilmeli ki herkesin,
sözü kavrama ve anlamada bir seviyesi
olduğu gibi kendisinin de bir seviyesi
vardır. Bilinen ve kabul gören hakikatle-
re muvafık bir ifadeyle karşılaştığında
bunun kendi seviyesinden kaynaklanan
bir sorun olabileceğini düşünmelidir. Bu
durumda ya sohbete iştirak eden ve
kavrayış düzeyi kendinden daha iyi
olanlara danışmalı veya doğrudan hoca-
ya konuyu açıp izahını talep etmelidir.
Gereksiz dedikoduların oluşturacağı
zararı göz önünde bulundurmalıdır. □
Editörün Notu:
Necmettin Irmak Hocamızın “Sohbet
Adabı” ile ilgili seri şeklinde yayınladığı-
mız yazılarını okumak isteyen kardeşle-
rimiz; aşağıdaki web adresine bakabilirler:
http://rahledergisi.blogspot.com
~6~
G önül..
Cennetin sonsuz güzellikleri için yaratılmış; her güzeli
huri, her güzelliği firdevs sanmaya teşne ruh tecellisi..
Gönül..
Terazisinin ayarı bir türlü sabit duramayan, bir dem altın
tartacak kadar hassas, bir dem kömürü dahi ölçemeyecek
kadar bî-ayar sırr-i sübhani..
Ve gönül..
Bizim Yunus’un diliyle:
Hak bir gönül verdi bana / ha demeden hayran olur..
Bir dem gelir şadan olur / bir dem gelir giryan olur..
Bir dem gelir İsa gibi / ölmüşleri diri kılar..
Bir dem girer kibr evine / Firavn ile Haman olur..
Diye vasfedilen yukarının yukarısından aşağının aşağısına
çıkan-inen latife-i Rabbani..
Bütün mesele, bu gönlün zimamını elinde tutması gereken
aklın, gönlü nasıl zabt-u rabt altına alacağı..
***
“Kellâ...”
Kuran-ı Kerim’de her nerede geçse mü'min ruhları bir ilahi
ikaz pençesiyle dağlayan ifade…. Gah anlatılan bir mesele-
den sonra gah anlatılacak bir bahisten önce gelen; ama her
nerde gelse aynı sert ikazı yapan ifade: “Kellâ...”
TE
FS
İR
M. Murat
KIYAME SURESİ: 20-21
Dünya ne kadar uzanır-
sanız o kadar uzaklaşır.
Siz peşinden koştukça
kaçar. Siz hızlandıkça o
da hızlanır. Bugüne
kadar yakalayabilen
olmamıştır. Ahiret ise
bir nefes verişi kadar
yakındır. Peşinden
koşanlar da, ondan
kaçanlar da ona
gitmişlerdir.
~7~
“Hayır, hayır.. Siz yanlış düşünüyorsu-
nuz..”
“Hayır, siz yanlış değerlendiriyorsunuz...”
“Hayır, işin aslı sizin düşündüğünüz gibi
değil...”
Uyarı bellidir: Ayete muhatap olanlar her
kimse ciddi bir yanlış üzeredirler. Ve ayet-
ler, ateşe koşan bir çocuğun önüne kolu-
nu uzatıp onu tutan baba gibi içten içe
şefkat dolu; dıştan dışa asık bir sûret ve
sert bir ifadeyle önümüze geçer ve konu-
şur: “Dur, yanlış bir yerdesin, yanlış bir
yöndesin. Yanlış yapıyorsun...”
***
Gönül; ister ki her elinin uzandığı onun
olsun, her arzuladığına kavuşsun. Her neyi
sevse erişsin; her neyi sevmese ondan
uzak olsun. Bunlarla kalmaz; mal ister,
maldan ziyade; mülk ister, ortaktan aza-
de.. Toprak ister, ovalar boyunca; su ister,
vadiler dolusunca..
Bütün altınları alsa doymaz, gümüşleri de
bana verin derdine düşer.. Safkan Arap
atlarına sahip olsa, hecin develerini de
ister. Amma hepsinden daha derin bir
derdi vardır: Bunları hemen ister. Yarına
kalmadan bugün sahip olmak ister.
“Hayır, hayır.. Yanlışınız var. Siz, hemen
olanı seviyorsunuz.”
***
Her insanın özünde işlenmiş bir sır olarak
durur: Bu dünya, hızla geçip gidecek; elin-
de avucunda ne varsa kaybedilecek; ölüm
denen bir hakikat kapısından başka bir
aleme gidilecek. Şu an itibariyle dokuna-
bildiği, ulaşabildiği ve sahip olabildiği her
şey aslında elinden uçup gidecek ve bir
hatıradan ibaret kalacak.
Ancak farkında değildir, ruhunda münde-
miç bu hakikatin. Farkında değildir; kay-
bedeceğinin kesin olmasından korktuğu
için elde etmeye ve elinde tutmaya çalıştı-
ğının. Bilmez, hemen olanı istemesinin, az
sonra gidecek olmasından olduğunu..
Tek derdi vardır: Bu alemdedir ya; bu
dünyadadır ya; dünyadaki her şeyi kendi-
nin olsun ister. Her gördüğünü, dokundu-
ğunu, sahip olduğunu baki sanmayı tercih
eder.
Ah gönül..
Olabildiğince kısa sürede kaybedeceği
şeylere sahip olabilmek için alabildiğine
uğraşan gönül..
“Hayır, hayır.. Yanlışınız var. Siz, hemen
olanı seviyorsunuz.”
***
Bir bu yanlışa kalsa ne gam... Gönül bir
kere yanlış yola girdi mi, tut ki nasıl tuta-
sın… Gündeminden çıkarır yolcu olduğu-
nu… Ne nerden geldiği ile sorgular kendi-
ni, ne de nereye gideceği ile hesaba çe-
ker…. Şu an burada olmanın verdiği iştah
ile bu dünyanın sevdasına kapılır ve men-
zili unutur.
“Dost bulunmaz hayal ile düş ile
yetilmez menzile bu gidiş ile” diyen şairi
duymaz.
Zaten gitmeyi hiç istemez, gündeminden
çoktan çıkarmıştır. Hesabı kitabı hep bu
dünya içindir. Derdi tasası hep yaşadığı
günlere dairdir. Sevinci kederi hep elinin
dokunduğu, gözünün gördüğü ile ilgilidir.
~8~
Ticareti yanılış yapmaya başlamıştır: Bu-
gün biraz yatırım yapıp yarın çok kazan-
mak yerine, yarını komple verme pahasına
bugünü satın almaya çalışmaktadır.
Yakın olanla hemhal olmuş; uzak olanı
unutma sevdasına düşmüştür. Dünya ile
hemhal olmuş, ahireti hesaptan çıkarmış-
tır. Ondandır ki ikaz sert gelmektedir:
“Hayır, hayır.. Yanlışınız var. Siz, hemen
olanı seviyorsunuz. Ve sonra geleni
(ahireti) hiç düşünmüyor, bırakıyorsunuz.”
***
Bir yanlış düşüncenin, hatalı tasavvurun,
hakikatsiz anlayışın ve bunlardan doğan
mefkuresi bozuk hayatın sahibi insana bir
çağrıdır bu iki ayet...
Kendine bir baksana; hayatını hangi de-
ğerlere göre şekillendiriyorsun? Bu dünya-
yı ne kadar önemsiyor; ahirete ne kadar
değer veriyorsun? Hayallerinde neler var?
Hesabın kitabın nereyi hedefliyor? Bu
dünyanın kıymetsiz kıymetlerine ne kadar
kıymet veriyorsun? Ahiretin seni şekillen-
diren bir etkisi var mı?
Talip misin hak yoluna / sor kendini gönlü-
ne sor..
Günah-sevap değerlendirmelerinin çok
verasında bir varlık muhasebesi edasıyla
bunları sorar, sonra da bütün insanları
yukarıdan aşağıya toplar, genel hükmü
ilan eder:
“Hayır, hayır.. Yanlışınız var. Siz, hemen
olanı seviyorsunuz. Ve ahireti hiç düşün-
müyor, bırakıyorsunuz.”
***
Bu hüküm, kendini hayatın akışına bırak-
mış her insanın düşeceği tuzağı ilan eder:
Dünya, hemen elinizin uzanıp tutabileceği
kadar yakındır ama bu bir tuzaktır. Ahiret,
size çoook uzak görünür ama bu bir yanıl-
samadır.
Hakikat ise tam tersindedir: Dünya ne
kadar uzanırsanız o kadar uzaklaşır. Siz
peşinden koştukça kaçar. Siz hızlandıkça o
da hızlanır. Bugüne kadar yakalayabilen
olmamıştır. Ahiret ise bir nefes verişi ka-
dar yakındır. Peşinden koşanlar da, ondan
kaçanlar da ona gitmişlerdir. İsteyip iste-
mediği sorulmadan her insan ahirete gö-
türülür.
***
“Kellâ…”
“Hayır, hayır, yanlış düşünüyorsunuz..”
Bu dünyayı tercih edip ahireti terk etmek-
le yanlış..
Bu dünyanın güzellikleri peşinde koşup,
cenneti unutmakla yanlış..
Bu dünyadaki sıkıntılardan kaçıp, cehen-
nem sıkıntılarını unutmakla yanlış..
Bu dünyanın değerlerine teşne olup,
ahiret değerlerini unutmakla yanlış..
Heybenizi bu dünyanın kıymetleriyle dol-
dururken, ahiret kıymetlerinde hiçbir şey
koymamakla yanlış..
Bu dünyada kendinize dostlar seçerken,
çevre kurarken bu dünyada fayda verecek
kişileri seçip ahirette fayda verecek kişileri
terk etmekle yanlış..
“Hayır, hayır, yanlış düşünüyorsunuz..”
“Kellâ…” □
(devam edecek inşaallah)
~9~
E v insan için en önemli sığınaktır bu dünyada. İn-
sanın dışındaki dünya ne durumda olursa olsun
ev’de kendi dünyasını kurabilir insan. İnsan bu
anlamıyla evde kendini bulabilir. Ev bir ideali olan insan için,
dış dünyadaki hayata karşı eleştirisi olanlar için bu istenme-
yen dış dünyanın olumsuz etkilerinin en az yansıdığı bir or-
tamdır.
Bir anlamıyla evde olmak evde ol’maktır. Ev ol’mak için bir
kaledir. Ev’e yabancı giremez. Kalbe yabancı giremez. Evde
insanla Rabbi arasına giren engel sayısı azdır, bu sebeple de
insan evde kendini bulabilir.
Diğer bir anlamıyla evde olmak sıradanlaşmaktır. Evde olmak
iddiasızlıktır. Evde olmak hayalsizliktir. Evde olmak ıstırapsız-
lıktır. Evde olmak durağanlaşmaktır. Evde olmak aşksızlıktır.
Evde olmak coşkusuzluktur. Evde olmak tekdüzeliktir.
Bu anlamıyla evde olmak ev’de ölmektir. Sadece evde olan
insan, ölüdür. İnsan kendini sadece evle sınırlayarak kendi
imkanlarını ihmal ettiğinden ev’le sınırlı bir dünya insan için
bitmekle aynı anlama gelir. Ev özelliği gereği insanın kendi
küçük dünyasının dehlizlerinde kaybolması anlamı taşır bu
durumda. Kendi dünyasını ev’le sınırlayan insan ufuksuzluk
ve içe kapalı bir iç dünyanın neticesinde kendini kaybedecek-
tir. Sadece ev’de var olan insan dış dünyadan bihaber oldu-
ğundan dünyaya diyeceği bir şeyi yoktur. İnsan evle sınırlı
Fikri Gülsoy
EVDE OLMAK EVDE ÖLMEK
DIŞARIDA OLMAK DIŞARIDA ÖLMEK
FİK
RİY
AT
Fiziksel olarak evde
kalmak mutlak kayıptır.
Fiziki olarak dışarıya
açılmayanlar günbegün
tükeneceklerdir. Fiziki
olarak dışarıya kapalı
kalmak bugünün dün-
yasında yokluğu tercih
etmektir...
~10~
yaşayıp evde öldüğünde evle sınırlı bir
dünyayı temsil etmiş olmaktadır.
Dış dünya ev’in dışındaki her şeydir. Dışa-
rıdaki dünyada her şey olduğundan insan
dışarıda evi kadar kendini bulamaz. Dışa-
rıda iyi de vardır kötüde. İnsan dışarı çı-
karak iyiyi yaymak için uğraşırken kötü ve
kötülüğün de pençesinden kurtaramaz
kendini. İnsan bu anlamıyla dışarıda ken-
dini kaybedebilir. Eve dönmek kendine
dönmektir bu yüzden. Dışarı çıkan insan
evin yolunu kaybedebilir, evsizleşir bu
sebeple. Yine dışarı çıkan insan ev’deki
değerleri dışarıda unutabilir veya dışarıda
gördüklerine imrenip bunları eve de geti-
rebilir. Bu durumda dışarıyla özdeşleşen
evin hiçbir tamir edici yanı kalmaz, çünkü
evde bu durumda dışarısı kadar batıllaş-
mıştır.
Diğer bir anlamıyla dışarısı için pergel
örneğinde olduğu gibi pergelin sabit aya-
ğının evde açılan ayağının ise bütün dün-
yayı çerçeveleyebildiği bir durumdan
bahsedebiliriz. Bu durumda insan ev’de
edindiği değerlerini bütün dünyaya taşı-
manın gayretindedir. İnsan değerlerini
evden dış dünyaya taşırken de
ol’abilecektir. Evin dışının olanca tehlike
ve olumsuzluklarına rağmen değerlerini
evden dışarıya ulaştırmanın gayretine
düşenler bu süreç boyunca kendileri de
olgunlaşacaklardır.
Dışarıdaki insanlarda ölürler. İnsanların
mezarlarından insanların ufukları hakkın-
da bilgi edinebiliriz. Mesela Mekke-
Medine’den kilometrelerce uzakta yer
alan İstanbul’da yer alan sahabe mezarla-
rı sahabenin dış dünya ufuklarını gösterir.
Çokça dışarıda olanların dışarıda ölme
ihtimalleri çoğalacaktır. Fedakarlıklar yo-
lunda dışarıda ölenler evinde ölenlerden
daha fazla sarsıyor ruhları.
Biz Müslümanlar tarih boyunca sadece
ev’de kaldığımız, dışarıda olmadığımız
dönemlerde kendimizi felç ettik adeta.
Evimizin, sokağımızın, mahallemizin, kö-
yümüzün, ilçemizin, şehrimizin, kentimi-
zin, bölgemizin sınırlarında kaldığımızda
yada Araplarla, Türklerle, Kürtlerle sınır-
lanan dünyamızla yetindiğimizde var ola-
madık. Evimiz, ülkemiz veya bölgemizi
aşıp bütün dünyayı ufkumuza yerleştirdi-
ğimizde iyi işler başarabildik.
İlk dönemden itibaren davet ve cihad
niyetiyle bütün bir dünyayı kendilerine
hedef olarak seçen sahabeler içlerinde
var olan cennet arzusuyla bu büyük işleri
başarabildiler. Evleri olan Mekke ve Me-
dine’yi, evlerindeki rahatlıkları terk ede-
rek; dış dünyaya açılarak hem kendi
ahiretlerini kurtardılar, hem de
öl’mekten kurtardılar insanlığı. Evlerinde-
ki işlere kendilerini kaptırıp oyalansaydı-
lar üç günlük dünya için üç-beş nimeti
tadıp göçüp gideceklerdi bu dünyadan.
Ancak onlar dışarı çıkmayı başararak İs-
lam’ın dünyaya yayılmasını sağladılar.
Aynı niyetle sonraki dönemlerde devlet-
ler eliyle gerçekleştirilen davet ve gaza
gibi bu güzel işler yüzümüzü ağartmıştır.
Fakat Osmanlı örneğinden bildiğimiz gibi
ne zamanki padişahlar at sırtından inerek
orduyu komuta ermeyi bıraktılar işte o
zaman ordu savaşlarda başarısız olmaya
~11~
başladı. Orduya komutanlık etmeyi bıra-
kıp sarayı tercih ederek sadece ev’de ol-
mak tercih edilmiş, dış dünyanın gerekle-
rinin yerine getirilmesi yerine sarayın
oyalayıcı etkileriyle yetinilmiş ve yıllar
geçtikçe devlet küçülmüş, nihayet çöküş;
sonrasında kurulan devlet de bir adım
geri atmak, ufkumuzu daraltmak anla-
mında başkenti İstanbul’dan Ankara’ya
taşımak durumunda kalmıştır. Oysa Fa-
tih’le gerçekleşen İstanbul’un fethinde
var olan ufuk Roma’nın başkent olması,
Kanuni döneminde ise Viyana’nın fethi
ufuk olmuştu bizim için.
Zihinsel olarak evde olmak dediğimizde
sınırlı alan olarak ifade edebileceğimiz ev
bu durumda tek tip, dar bir zihinsel duru-
mu ifade edecektir. Bu durumda zihinsel
olarak evde olmak demek dünyadan bi-
haber olmak, dünyaya söyleyeceği bir
şeyin olmaması ve dünya çapında başarı-
ların elde edilememesi demektir. Zihinsel
olarak evde olmayı tek bir okumaya da-
yalı dini yaklaşımlar, yerel-milli ideolojik-
kapalı yaklaşımlar veya dünyadaki cari
durumları takip edemeyen diğer yakla-
şımlar olarak anlayabiliriz. Zihinsel olarak
evde kalarak sadece kendi mezhebinde,
cemaatinde, hizbinde kalanlar kendi dün-
yalarındaki inkişafı yaşayamazlar. Bu du-
rum, en başta sahip olunması gereken,
bizim gibi olanlara karşı kapsayıcılığın
ortaya çıkmasını engelleyecektir. Zihinsel
evde kalmışlık dini olmasa bile şehri ve
ülkeyi aşamadığında ise yine maddi anla-
mıyla dünyayı kuşatacak bir tasavvur or-
taya konulamayacaktır.
Zihinsel olarak dışarıda da olarak, dışarıyı
da okuyarak kendi değerlerimizi yeniden
yorumlayıp dünyaya bir şeyler söyleyebi-
liriz. Zihinsel olarak evde kalmayıp, dışarı
çıkıp bütün dünyayı anlamak ve aşmak
her dönemde olması gereken bir durum-
dur. Evin dışına çıkarak dışımızdaki dün-
yanın dinamiklerini, unsurlarını kendi
değerlerimizin süzgecinden geçirerek,
yeniden okuyarak zihinsel olarak yeni
duruma uygun yorumlar yapabiliriz. Dün-
yada geçerli bütün siyasi, sosyal, ekono-
mik, askeri, teknolojik, eğitsel durumları
takip edip değerlerimizin kıstasından ge-
çirip bir yere koyabilmeyiz; değerlerimize
uygun şeyleri mevcut durum üzerinden
ifade edebilmeliyiz.
Fiziksel olarak evde kalmak mutlak kayıp-
tır. Fiziki olarak dışarıya açılmayanlar
günbegün tükeneceklerdir. Fiziksel olarak
dışarıya kapalı kalmak bugünün dünya-
sında yokluğu tercih etmektir. Fiziksel
olarak evin dışına çıkmak mecburi oldu-
ğuna göre dış dünyanın tehlikelerinden
korunmanın yolu bulunması gerekmekte-
dir. Bunun yolu da değerlerin muhafaza-
sıdır. Fiziksel olarak gidilen yerlere değer-
lerin muhafaza edilmeden gidildiği du-
rumlarda dışarı gitmenin dış dünyayı içe-
riye taşımak, dünyaya karışmaktan başka
anlamı olmayacaktır.
Ev’le sınırlı kalmak yokluktur. Dışarı da
çıkmak lazım. Sadece dışarı çıkmak yet-
mez, ev’de değerleri özümseyip dışarıyı
da okuyarak madden ve manen dışarı
çıkarak değerlerimizi dış dünyaya yaymak
için bir çaba içinde olmak gerek. □
~12~
G İRİŞ:
Başta fedakârlığı göze almayan, alamayan insan-
lar, asla dava insanı olamazlar. Dâvâ insanı olma-
yan kimselerin başarılı olmaları da söz konusu değildir.
Evet, gerektiği yerde mal, gerektiği yerde can, makam,
şöhret... gibi çoklarının gaye-i hayâl bildiği şeyleri, bir
çırpıda terk etmeye hazır olanlar ve bunların sahip çıktık-
ları dâvâ neticede varıp zirvelere oturması muhakkak ve
mukadderdir.
Bir dava, samimi ve fedakar insanların omuzlarında yük-
selir. Hak dava, mensublarına izzet ve şeref verdiği gibi,
mensublarının fedakarlığı, gayreti ve hizmetleriyle haya-
tın içinde varlığını devam ettirir ve gönülden gönüle ge-
çerek, insanlığı kuşatır. Her dava kendi kameti kıymetine
göre himmet ister. Her dava ciddi fedakarlık ister. O da-
vanın istediği fedakarlık o davanın ihtişamına ve azameti-
ne göre olacaktır. Yirminci asırda büyük bir dava var orta-
da. Bu dava Allah davası, Allah davasının ikame edilmesi
keyfiyetidir. Yeryüzünde sahipsiz kalan Kuran’a sahip çı-
kılma davasıdır. Cemaatsiz kalan, ümmetsiz kalan Hz.
Muhammed’in (a.s.v.) etrafında toplanma davasıdır. Da-
va ihtişamı kadar gayret ve himmet istemektedir. Binae-
naleyh sizin fedakarlıklarınız normal devirlerdeki fedakar-
SAHABENİN DİNİ SAHİPLENMESİ
Harun Çınar
SİYE
R
Akidenin, inancın
kendisi mükafattır. En
büyük nimettir. Gönül
onda huzur bulur. Kişi,
eza-cefa çekse bile,
onunla ferahlık duyar,
onun uğruna yaptığı
fedakarlıklardan ayrı
bir lezzet alır.
~13~
lık çizgisinde cereyan ederse sizden bek-
lenen hizmeti vermiş sayılmayacaksınız.
Siz normalin çok üstünde ancak sahabe-
nin meydana getirdiği, ancak sahabede
görebildiğiniz fedakarlığı ikame ettiğiniz
zaman, meydana getirdiğiniz zaman
içinde bulunduğunuz asra göre bir hiz-
met etmiş olacaksınız.
SAHİPLENMENİN ÇEŞİTLERİ:
“Kimi insanlar vardır ki, Allah’a dil
ucuyla iman ederler, İslam davasının
kenarında yer alır; tehlikeden, fedakar-
lık gerektiren yerlerden uzak durur-
lar.” (Hacc: 11)
Şeyhulislam Ebussuud Efendi bu ayetin
tefsirinde şöyle der:
“İnsanlardan niceleri vardır ki onlar, di-
nin bir kenarcığından tutar gibi Allah’a
kulluk ederler. Dinde sebatları yoktur.
Tıpkı ordunun kenar ve tehlikeden uzak
kanatlarında bulunanlar gibi, zafer elde
edileceği hissederlerse orduya katılır,
aksi taktirde ordudan kopar, uzaklaşır-
lar. Eğer menfaat elde ederler, İslam
saflarında olmaktan yarar görürlerse;
buna memnun olur, davayı sahiplenir,
içinde görünürler. Zarar görür, kayba
uğrar, imtihan vermesi, fedakarlık gös-
termesi gereken bir durumla karşı karşı-
ya gelirse, İslam’dan yüz çevirir, dava-
dan uzaklaşırlar. Böyle bir kimse, dünya-
sını da ahiretini de kaybetmiştir. Bu,
apaçık ziyanın, hüsranın ta kendisidir.”
Ve ayetteki son söz: Bir insanın, bütün
kainat sarsılsa bile sarsılmaması gere-
ken, her şeyini kaybetse bile, kaybetme-
mesi gereken inancı olmalıdır.
Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur:
“Şu üç haslet kendisinde bulunan kimse,
imanın lezzetini duyar:Allah ve
Rasulü’nün o kimseye, başka her şeyden
daha sevimli gelmesi, gönlünün onların
sevgisiyle dolu olması.Sevdiği bir kişiyi
ancak Allah için sevmesi.Yeniden küfre
dönmeyi, ateşe atılmak gibi kabul etme-
si , küfür ve dalaletten nefret etme-
si.” (Buhari ve Müslim)
Akidenin, inancın kendisi mükafattır. En
büyük nimettir. Gönül onda huzur bulur.
Kişi, eza-cefa çekse bile, onunla ferahlık
duyar, onun uğruna yaptığı fedakarlık-
lardan ayrı bir lezzet alır. Bütün bunlara
yaratıcısının uğruna katlanıyor olması,
gönlünü saadet ve kıvançla doldurur.
Selefimiz bunun binlerce misalini tarihe
nakşetmişlerdir.
Ancak acı bir gerçek vardır ki; her asırda
dil ucuyla inananlar, hak davanın kena-
rında duranlar ordunun tehlikeden uzak
yerlerinde mevki tutanlar, dağın iki yü-
züne bakan sırtında yer alanlar.. gani-
met olunca herkesten önce koşan-
lar,fedakarlık;canı, malı ortaya koymak
gerekince davadan yüz çevirip uzakla-
şanlar , hiç ilgisi yokmuş gibi davranan-
lar, karşı saflara geçenler bulunmuş, acı
imtihanlar bu gibilerin elenmesine vesi-
le olmuştur.
Tarihte gerçekten incelenmeye, fert fert
taranmaya değer imtihan devreleri gel-
miş, geçmiştir. Son devir tarihi de, acı-
tatlı misallerle dolu bir devirdir. Dinleye-
~14~
ni hayretler içinde bırakacak, ibret dolu
sahnelerin geçtiği günler, anlar, yaşan-
mıştır. Daha da yaşanacağa benziyor.
Acı günler, fedakarlık isteyen anlar, ger-
çek dava adamlarını ortaya çıkarır. Ger-
çek yiğitler kendisine ihtiyaç duyulan
anlarda ortaya çıkar. Onlar, zorluk ve
cefa ile yoğrulur, çile ve sebatla pişer,
gönül huzuru ile dünyayı terk ederler.
Elbette ki ebedi saadet onların, müjde-
ler onlarındır.
Hak davanın ciddi imtihan geçirdiği şu
günlerde, acısıyla tatlısıyla davanın için-
de, bağrında bütün samimiyeti ile yer
alacak, akıntılara kapılmayacak , sarsıl-
mayacak ,gevşeklik göstermeyecek, şey-
tan’ın fikir süslemesine kanmayacak,
hak yolda fedakarlıktan kaçmayacak…
mü’min gönüllere ihtiyaç var.
Sahabeden Örnekler:
İslam tarihinde, bu mü’min gönüllere
nice misaller vardır. Bu misallerden bir
tanesi de Osman İbn Ma’zun’dur (r.a).
Osman İbn Maz’ûn; Hayat bütün gençli-
ğiyle, sorumluluklarıyla ve fazîletleriyle
onun ma’bedi idi...
Onun abidliği, Hakk yolunda devamlı bir
çalışma, hayır ve salâh yolunda devamlı
bir fedakârlıktı. İslâm’ın taze, nemli ışığı
Rasûlullah’ın (s.a.v.) kalbinden çıkıp giz-
lice söylediği sözleri bazı kulaklara aktı-
ğında...
Osman İbn Maz’ûn, Allah’a koşup onun
elçisinin etrafında top-lanan azınlıktan
biriydi.
Rasulullah (s.a.v.) ve ashabının uğradığı
saldırı ve baskıları; kiminin ateş, kiminin
kamçılarla işkenceye uğradığını, kendisi-
nin ise bu sıkıntılardan uzak yaşadığını
görünce, saldırı ve işkenceleri, içinde
bulunduğu serbestliğe tercih etti. O şöy-
le diyordu:”Allah’a inanan, O’nun ve
Rasulü’nün ahdinde bulunanlar,Allah
yolunu ve onun dostluğunu seçen Müs-
lümanlar, sıkıntı ve acı içinde. Şeytanın
ahdinde olanlar, onun yolunun yolcuları
sıkıntılardan uzak ve rahat yaşıyorlar!”
Bir karar vermeliydi. Vermişti bile…
Velid İbn Muğire’ye gitti ve; “Amca! Be-
ni himaye altına aldın ve iyilikte bulun-
dun. Şimdi beni aşiretimizin bulunduğu
yere götürmeni ve himayeni kaldırdığını
ilan etmeni istiyorum!” dedi. Velid: “
Kardeşimin oğlu! Eza görürsün, hakare-
te uğrarsın, saldırılardan kendini kurta-
ramazsın. Bırak seni koruyayım” diyerek
ısrar ettiysede bunu Osman’a kabul etti-
remedi. O artık bu duruma tahammül
edemez hale gelmişti. Bir müşrikin hi-
mayesinde yaşamaktansa, mü’min kar-
deşiyle işkence görmeyi, onların acısına
ortak olmayı tercih ediyor, hak yoldaki
samimiyet ve ihlası, kendisini buna zor-
luyordu. Osman (r.a.) bu davranışıyla,
her durumda mü’min gönüllerle birlikte
olmanın onların yanında yer almanın,
gönül huzuru duymanın, bedeni acılar-
dan kurtarmaktan daha önemli olduğu-
nu vurgulamıştır. İşkence ve acı çeken
kardeşine fiili olarak yardım edemediği
bir durumda onunla aynı acıları çekme-
ye hazır olduğunu ortaya koyarak onlara
cesaret vermiş, mü’minlere asırlar boyu
~15~
örnek olacak bir davranış sergilemiştir.
Zorunlu olmadığı bir durumda bile, kar-
deşlerinin yanında yer alarak, zorunlu
durumlarda yer alması gerekenlerin saf-
larda bulunmayışların ne derece büyük
bir hata olduğunu vurgulayan gerçek bir
ibret levhası sergilemiştir.
BİR DİĞER ÖRNEK: SUHEYB ER-RUMİ
Suheyb er- Rumi, Mekke’ye gelip yerleş-
miş, Mekke’nin ileri gelenlerinden Ab-
dullah İbn Cudan ile anlaşarak onun hi-
mayesine girmiş, ticaretle uğraşarak
geçimini temin etmeye başlamış, kısa
zamanda herkesçe güvenilir biri olarak
tanınmış, zengin olmuştu.
Kızıl saçlı, kültürlü ve efendi birisiydi.
Bizans topraklarında yaşarken, son pey-
gamberin yakın tarihte bu diyarda gele-
ceğini öğrenmişti. Beytullah’ın civarına
gelerek, göreceğini ümit ettiği, insanlığı
zulmetten nura çıkaracak Efendiler
Efendisinin yollarını gözlemeye başla-
mıştı.
O,Bizans saraylarında dönen dolapları
iyi bilen biriydi. Dünyanın en büyük iki
imparatorluğumdan biri olan bu impara-
torlukta yaşanılan çirkef haya-
tı ,sapıklıkları, zulmü… yakından tanıyor,
zaman zaman kendini tutamayarak;
“Böyle bir topluluğu ancak tufan temiz-
ler.” diyordu.Bu, sağlam karakterli, hoş
yapılı insan, yanlışları görüyor, doğruyu
bulmakta, şer odağını tesbit ve tayinde
zorluk çekmiyordu.Yolunda yürüyeceği,
ümmeti olacağı fahr’i kainatı bekliyordu.
Aylar, yıllar , günler bu bekleyişle birbiri-
ni kovalıyordu. Yine kervanıyla bir uzun
ticari bir yolculuktan dönmüştü. Yıllardır
hasretle beklediği haberle yüz yüze gel-
di. Ummadığı bir anda duyduğu kelime-
lerle heyecanlandı. İslam nuruna davet
başlamıştı.Bu, davet; tevhide davetti.
Bu davetle insanlık, adalete, iyiliğe, ihla-
sa, hayra, teşvik ediliyor; şirk ve dalalet-
le birlikte rezillikler, çirkefler, kötülükler
ve zulm yasaklanıyordu. Duyduğu birkaç
kelime bile bunun işaretlerini, izlerini
taşıyordu. Bunlar, sıradan şeyler değildi.
Bu daveti insanlığa yönelten insanı sor-
du, söylediler.
“Sözünü ettiğiniz bu kişi, Emin
(Güvenilir) lakabıyla anılan insan değil
mi?”
“Evet” dediler.
“Yeri nerede?”
“Safa yakınlarında “Daru’l-Erkam”da.
“Onu görmek istiyorsan çok dikkat et-
melisin. Mekke’ de yardım edecek akra-
baları, kabilesi, aşireti olmayan birisin.
Kureyşliler seni görürse yapacağını ya-
par…” diyorlardı.
Suheyb, gizlice ve çevresini kollayarak
Daru’l-Erkam’a vardı. Kapıya yaklaştığın-
da Ammar İbn Yasir’i gördü. Onu önce-
den tanıyordu. Oda kendisi gibi tered-
dütlüydü. Davranışlarının arkasında bir
şeyler vardı.
Olayı İbn Abdi’l-berr’in (r.h.) naklinden
dinliyoruz:
Ammar bu karşılaşma ve sonrasını şöyle
~16~
anlatır: Suheyb İbn Sinan’ı Da’rul–
Erkam’ın kapısında görmüştüm. Allah
Rasulu içerideydi. Kısa bir durgunluk
geçirdikten sonra sordum.
“Ne yapmak istiyorsun?”
“Ya sen ne yapmak istiyorsun?”
“Muhammed’in (s.a.v.) yanına girmek,
söylediklerini kendisinden dinlemek isti-
yorum.”
Ben de aynı şeyi istiyorum.”
“O zaman birlikte gidelim.”
Ve öyle yaptık.
İçeri birlikte girdiler. Ogün karanlık ba-
sıncıya kadar Allah Rasulu’nun yanın-
daydılar. Onu dinlediler, hak yola gönül
verdiler. Eller biat için uzandı, diller keli-
me-i şehadet getirdi. Sonra bu hidayet
pınarından sözler dinlenildi.
Bu evden, gecenin sessizliğinde gönülle-
ri iman nuruyla yüklü olarak çıktılar…
Bu İman nuru, bütün dünyayı, saracak,
asla sönmeyecekti. O sönünce, kainatta
bitecekti… Böyle bir nurun ilk erlerin-
den olma şerefine ermişlerdi.
Suheyb (r.a.) de, iman kervanına katılan
Bilal, Ammar, Yasir, Habbab, Sümeyye-
ler… gibi ilk çileleri çeken, eza ve cefaya
göğüs gerenlerden, iman gücünün ne
olduğunu, Kureyş’e ve bütün dünyaya
isbat edenlerden biri.
Siyer-u A’lami’n-Nübela’da, Suheyb’e ne
söylediğini bilmeyecek hale gelinceye
kadar işkence edildiği, zaman zaman
demir zırh giydirilerek bunalıp yere yığı-
lıncaya kadar kızgın güneşin altında bek-
letildiği nakledilir.
Bu acılı, çileli ama gönül huzuru dolu
yılları yaşayan Suheyb (r.a.) daha çok
Medine’ye hicret sırasındaki tavrıyla
tanınır.
Gönlü Efendimizle birlikte hicret etmek
istiyordu. Ancak Kureyş onun davranış-
larından, elindeki malları satarak yükü-
nü hafifletişinden, mallarını nakite dö-
nüştürmesinden niyetini anlamış, onun
Allah Rasulu ile hicretini önlemişti. Onu
göz altında tutmaya, davranışlarını ya-
kından takibe başlamışlardı. Ayrıca,
Rasulullah’ın bütün hareketleri de adım
adım takip ediliyordu.
O, kutlu yolculukta Allah Rasulüne katı-
lamamıştı; ama onun müşriklerin elin-
den sıyrılarak Medine’ye yönelmesiyle
sürur bulmuştu. Yolda ona yetişebilmek,
onun hicret kervanına katılabilmek için
çok fırsat kolladı. O da olmadı. Her
davranışı göz altındaydı, harekete geç-
me imkanı bulamadı.
Sonunda kendini takip eden gözleri ya-
nıltmak için hileye başvurmak zorunda
kaldı.
Soğuk bir geceydi. Acelesi ve sıkıntısı
varmış gibi dışarı çıktı . Helaya çıkmış
hissi vererek biraz uzaklaştı. Sonra geri
döndü. Çok geçmeden tekrar çıktı. Biraz
sonra döndü Daha sonra bu çıkışlar sık-
laştı.Hasta ve sıkıntılı bir hali vardı.
Günlerce onu gözetleyenlerin içi rahat
~17~
etmişti. İçlerinden biri;
“Gözümüz aydın, içiniz rahat olsun. Lat
ve Uzza, onu karnının derdine düşürdü.
Bu ishalle yola çıkamaz,” dedi.
Suheyb (r.a.) onların uyuduğundan emin
olunca evden ayrıldı. Gecenin karanlı-
ğında Mekke’yi terk ederek Medine’nin
yolunu tuttu.
Çok geçmemişti. Takipçilerden biri
uyandı. Şüphelenmişti. Diğerleri de
uyandılar. Korkuyla, “var mı – yok mu?”
endişesiyle Suheyb’i yokladılar. Gitmişti.
Heyecan, korku ,hırs , öfke doruğa çık-
mıştı. Hazır bekleyen atlarına atladılar.
Çılgınca Medine’ye uzanan yollarda at
koşturmaya başladılar.
Çok geçmeden de Suheyb’e yetiştiler.
Suheyb (r.a.), onların geldiğini hisset-
mişti. Yüksekçe bir yere çıktı. Sadağın-
dan okları çıkarttı, önünde hazır hale
getirdi. Yayının kirişini gerginleştirdi.
Oklardan birini yaya yerleştirerek gerdi.
Güçlü ve kararlı bir sesle üzerine gelen-
lere seslendi:
“Kureyşlier! Beni tanıyorsunuz. Vallahi,
en iyi atıcılardan olduğumu, oklarımın
hedef şaşırmadığını biliyorsunuz. Her bir
okun karşılığında biriniz yere serilmeden
bana yaklaşamazsınız!
Sonra da kılıcım var. Bir parçası bile
elimde kaldığı sürece şimşek gibi çakma-
ya, kalkıp inmeye devam edecektir.
Takipçiler durmuştu. İçlerinden biri ko-
nuşmaya başladı. “Seni, malınla birlikte
kaçıp gitmeye bırakamayız. Bizden hem
malını, hem de canını kurtaramaz-
sın.Mekke’ye geldiğinde elinde avucun-
da hiçbir şey yoktu. Fakir biriydin.Zengin
oldun ve bu günkü duruma geldin.”
Suheyb onun sözünü kesti: “Bu malı size
bıraksam yakamı bırakır, yolumdan çeki-
lir misiniz?”
“Evet!” dediler.
Altın ve gümüşlerini, Mekke’den ayrıl-
madan evin uygun bir yerine gizlemişti.
Onlara yerini söyledi.
Kureyşliler, istediklerini elde edilince
Suheyb’in peşini bıraktılar.
Ömründen yıllar vererek biriktirdiği ma-
lını, mülkünü yabancı ellere vererek Me-
dine’ye doğru yola çıkmıştı. Üzülmüyor-
du. O , Ebedi saadeti için, inandığı dini
için dünyalığını vermişti. O, iyi bir tüc-
cardı. Yaptığının çok daha karlı olduğu-
nu iyi biliyordu.
Her şeyi bırakmış, yürüyor,yürüyor…
yamaçlar, vadiler geçiyor, yeni ümitlere
doğru ilerliyordu.Yoruluyor, nefeslen-
mek için biraz duruyor, Allah Rasulüne
kavuşma duygusu gelip gönle dolunca
yeniden şevkle dolarak azimle kalkıyor,
yola devam ediyordu…
Uzaktan Medine görünmüş, şevki iyice
artmıştı. Kuba’ya yaklaşırken Allah
Rasulü, onun yaklaştığını görmüştü.
Seviçle onu karşılamış, Suheyb’in, bütün
mü’minlerin ve tarihinin unutmayacağı
şu müjdeyi vermişti.
“Ey Ebu Yahya! Yaptığın alış – veriş karlı
bir alış veriş, bu ticaret, karlı bir ticaret!”
~18~
Künyesi Ebu Yahya olan Suheyb’in gönlü
seviçle dolmuştu. Kendisinden önce Me-
dine’ye kimse gelmemişti. Allah Rasulü,
tercihinin karlı olduğunu müjdeliyordu.
Bu alış- veriş tarihe geçiyor, Suheyb anıl-
dıkça o da Suheyb’le birlikte anılıyordu.
Ticareti gerçekten kazançlıydı. İbn Ab-
bas(a.s.) ve bir çok alim, şu ayet-i keri-
menin nüzul sebebinin Suheyb (r.a.)
olduğu kanaatindedirler.
“İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah
rızası için kendini ve malını feda eder;
Rabbının rızasına talip olur, karşılğında
can ve maldan vaz geçer. Allah, kulları-
na sonsuz merhamet ve şefkat sahibi-
dir.”(Bakara,2/207).
HAKİM B. HİZAM’IN FEDAKARLIĞI
Ebu Hazim anlatıyor:
“Medine’de, mücahidlere binek ve
techizat hususunda Hakim b. Hizam’dan
daha çok yardım edeni duymamıştık.Bir
gün iki bedevi Rasulullah’a gelerek yar-
dım istediler. Kendilerine:
-Hakim b. Hizam’a gidin, denildi. Onlar
da gidip Hakim’i evinde yakaladılar. Ha-
kim niçin geldiklerini öğrenince onlara:
-Beni izleyin, dedi ve evden çıkarak pa-
zara doğru yöneldi.
Hakim, devamlı Mısır’dan getirttiği dört
bin dirhem değerindeki ince bir elbiseyi
giyiyor ve evden çıkarken asasını beline
ve iki hizmetçisini yanına alıyordu. Nere-
de ve hangi çöplükte bir bez veya deri
parçasını görüyorsa, savaşa çıkan fakir
mücahidlere tahsis ettiği develerin çul-
larını yamalamak için hemen asasının
ucuyla yerden kaldırıp silkeledikten son-
ra hizmetçilerine veriyordu. Hakim bu
defa da aynı şeyleri yapınca iki bedevi-
den biri diğerine:
-Bu adam da iş yok, biz kendi başımızın
çaresine bakalım. Çöplüklerden deri
parçaları toplayandan ne beklenir? dedi.
Diğeri ise:
Acele etme, dur bakalım işin sonu ne
olacak? dedi.
Hakim pazara varınca iki tane kuvvetli
ve gebe deveyi satın aldı ve onlara yete-
cek kadar buğday, yağ ve diğer yiyecek
maddelerini verdikten sonra develeri
onlara teslim etti. Onlar da hayretle bir-
birlerine bakarak:
-Yerden deri parçaları toplayan birisin-
den böyle bir davranışı bugüne kadar
görmedik, dediler.
Allah (cc) varlıklı müslümanlara, Allah
yolunda harcama yapmalarını (infak
etmelerini) emrediyor. Bu Allah yolunda
harcama yapmak; infak etmenin, gerekli
yerlere yardımda bulunmanın ta
kendisidir.
İnfak’ın en güzeli kişinin çok sevdiği
maldan yaptığı harcamadır. Kişinin malı
ve dünyalığa meyli fazladır. Onları çok
sever, daha çok olmasını da ister. Sırf
Allah’ın (cc) emrettiği sevabını umarak,
insanlara iyilik etmenin mutluluğunu
yaşayarak o sevdiği maldan bir kısmını
ihtiyaç sahiplerine vermek, çok önemli
ve övgüye değer bir fazilettir.
~19~
SONUÇ:
Allah’ın rızasını tahsil için sarfedilen ceh-
din neticesi, çok güzel bir akibettir. Bu
cehd gerçek mü’minin sadakatının,
feragatının ve fedakarlığının nişanesidir.
Cehd ve gayretimizin ciddiyeti nispetin-
de, kazandırdığı huzuru, hissiyatımızın
derinliklerinde duyarız. Ama bu huzur,
feragat ve fedakarlıkla amel eden ger-
çek mü’minlere müyesserdir.
Kur’an ve İslâm, azim bir fedakârlıkla
kendilerine sahip çıkmadığımız takdirde
gelecek nesilleri başıboşluğa, sahipsizli-
ğe ve ateşin ortasına atmış olacağımızı
bilmemizi istiyor. Her yerde kaynaşıp,
mikroplar hâlinde çoğalan îmansızların
insanlığa verdikleri zarara dikkatinizi
çekerim.
Bunların daha da çoğalması ve hâkimi-
yetlerini artırmaları halinde insanlığa
verebilecekleri zararları hesap ederek,
meselelerimizi buna göre değerlendire-
lim. Allah’ın ve Resûlü’nün rızasını birin-
ci plana alıp vazifelerimizin üzerine titiz-
likle eğilmezsek, gelecek nesillerin başı-
mıza açacağı badirelerin bizi nerelere
götürebileceğini tahmin bile edemeyiz.
Mü’minin gerçek şuura ulaşmasından
sonraki fedakârlığı, feragatı, cehd ve
gayreti kolaydır. Ama bu şuuru kazandı-
rarak, müslümanları düşünür hâle getir-
mek, Allah’ın ve Resûlü’nün gerçek
muhibleri olduklarını görmek çok zor-
dur.
Bunlar, mü’minlerin kâlblerine, O’nlara
ait muhabbeti nakşedip, nazarlarındaki
perdeyi kaldırmakla mümkün olacaktır.
Ancak bunun akabinde mü’minler cehd
ve gayrette bulunacaklar; araştıracak,
inceleyecek ve yeni yeni cevherler bula-
caklar, o cevherleri buldukları Hakk’ın
kapısından ayrılmayacaklar, hayatlarının
sonuna kadar bu yolda koşacaklardır. □
Kaynakça:
- Peygamber Dostları Örnek Nesil 1-2,
Şerafettin Kalay.
- Muhtasar Hayatu’s-Sahabe, M. Yusuf
Kandehevî.
- Siret, İbn Hişam.
- Tefsir, İmam Kurtubî.
KİTAP ÖNERİSİ:
60 Seçkin Sahabe, Halid Muhammed
Halid, Beka Yay. 670 sf. 2009 İstanbul.
~20~
S oru: 1) Davetçi kime denir? Davetçinin en belir-
gin özellikleri nelerdir? Herkes davetçi olabilir
mi?
Yakup Selen: Müslüman kişiye davetçi denir. Her iman
eden davet vazifesi ile mükelleftir. Davetçinin en belirgin
vasfı davet yapamadığı bir günün boşa geçtiğini, imanın
daveti zorunlu kıldığını bilmesidir.
“Allah yoluna çağıran, makbul ve güzel işler işleyen ve
‘Ben Müslümanlardanım’ diyen kimseden daha güzel söz
söyleyen kim olabilir?”, “Asra yemin ederim ki insan ger-
çekten ziyan içindedir. Bundan ancak iman edip iyi amel-
ler işleyenler, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı
tavsiye edenler müstesnadır.” ayetleri bize iman davet
ilişkisini bildiren pek çok ayete örnektir.
Habil Mert: Davasına dil olmuş, yürek olmuş, ayak olmuş
kişidir davetçi. Davasına can vermiş, kan vermiş kişidir
davetçi. Davasını ete kemiğe büründürmüş, canlandır-
mış, akidesine ruh üflemiş kişidir davetçi. Feda bilincini
ve imkânlarını davasına kurban etmiş öznedir. Allahın
olduğu yerde imkânsızlık yoktur bilinciyle nam salmış
kişidir o. Herkesin umudunu yitirdiği yerde umuda hayat
veren kişidir davetçi. Var olmanın imzasıdır davetçi…
Tabikî ki bu vasıflar onu davetçi kılar. Herkesten davetçi
olamayacağının gerçek şahidleridir onlar. Devrimci
şahidlik bilincini yerine getiren bir ruhtur.
SO
RU
ŞT
UR
MA
Habil Mert & Yakup Selen
DAVETÇİ KİMLİĞİMİZ
Davet,
hayatın her alanındaki
her yaştan insana her
zaman yapılacağına
göre, bir ferdin değil
bunun derdiyle kavrulan
bir cemaatin organizas-
yonunda tam manası ile
gerçekleşebilir.
~21~
Soru: 2) Davetçi neyi ne kadar bilendir?
Davetçinin ilmi birikimi ne kadar olma-
lıdır? Yeteri kadar bilmeden davet ya-
pılabilir mi?
Yakup Selen: Davetçi yaptığı şeyleri tav-
siye edebileceğini bilen kişidir. Bereke-
tin burada olduğunu, kendi yapmadığı
şeyleri tavsiye ettiğinde bunun çoğu
zaman sonuç vermediğini bilir. Elbette
bu durum amellerinin artmasını ve da-
vetinin içeriğinin zenginleşmesini sağla-
maya zorlar davetçiyi. Aksi durum nasıl
olsa yapmıyorum o zaman anlatmayım
düşüncesi nefsin ve şeytanın hilesidir.
Habil Mert: Davetçi, akidesinin tüm var-
yantlarına (çeşitlerine) hâkim olmalıdır.
Yarım veya eksik akideye can vermek,
sakat bir doğuma sebeptir. Eksik akide
tutarsızlığa sebeptir. Bunun için;
“davetçiyim” demek bir iddiadan ibaret-
tir. Davetçi, davasına vakıf olan fevk
ehlidir. Davasının şahididir. Davasını
tanımak-bilmek, zaten iman etmekten
önceki aşamadır. Bilgisiz iman eksik
amele, yanlış amele sebeptir. Hatalı bir
akideden salih bir amel doğmayacağı
kesindir… Davasını öğrenmek azmi da-
vasına imanla paralel bir taleptir. Sahih
bir akide salih bir kula eşdeğerdir. Aki-
denin eksikliği ise kişinin ve temsilin
eksikliğidir. Bu durumda sakat doğum
kaçınılmazdır.
Soru: 3) Davetçi kendini nasıl geliştir-
melidir? Neler okumalıdır? Nerelere
katılmalıdır? Neler izlemelidir?
Yakup Selen: Davetin bir süreç olduğu,
bir bardağı dolduran damlalar gibi her
davetin hemen bardağın taşmasına ne-
den olmayacağı unutulmamalıdır. Hida-
yetin Allah’ın takdirine bağlı olduğu bi-
linci ile sonuç vermeyen çabalamalar
zannederek motivasyonunu kötü etkile-
yecek düşüncelere aldanmamalıdır.
Hitabetini geliştirmeli, örneklerini artı-
racak kitaplar okumalı, toplumun gün-
deminden bihaber olmamalıdır. Tarihte
iz bırakmış şahsiyetlerin hayatını bilmeli
ve bunları günümüze uyarlamalıdır.
Habil Mert: İkra ile… Hayatı eşyayı ve
sünetullahı ilahi evrensel yasaları doğru
analiz ederek, edecek şekilde yetiştire-
cek kendisini. Parçaları bir araya getirin-
ce olacak olan olur! Okumak eylemdir!
Eylemlilik okumaktır! Var olmak eylemle
mümkündür. Eylem fikrin hareket hali-
dir. Okumak Rabbin adıyla Rab için Rab-
le olmalıdır ki şehadet yerini bulsun.
Hülasa; her şeyi okumalıdır. Okuyanlarla
yatıp kalkmalıdır.
Okuyan kişi istişare ehlidir! Okuduğu
kitabın yazarıyla rabıta içindedir, danış-
mıştır! Merak bu açıdan soylu bir ey-
lemdir. Hakikat arayışçısı, gerçekleri
değiştirecek gücü okumaktan alır!
Okurken anlamaya ve tertile dikkat et-
melidir. Bağlamından kopuk algılardan
uzak durmalıdır. Ve her zaman şunu
bilmelidir ki; yorum kutsal değildir! Ken-
di kapasitemizce anladığımız gerçek ha-
kikat olmayabilir! “Müminler sözü din-
ler, okur, araştırır en güzeline uyar”
ilahî emrini unutmamalıyız.
~22~
Soru: 4) Davetin ilk konusu nedir? Da-
vete öncelik sırasına göre nereden baş-
lanmalıdır?
Yakup Selen: Ulûhiyet, Rububiyet,
Ahiret ve Peygamberin bağlayıcılığı ilk
konulardır. Şirk, küfür, nifak durumuna
neden olan düşünce, inanç ve eylemleri
ortadan kaldıracak, muhatabın taşıdığı
vasıflara göre şekillenecektir davet.
Habil Mert: Davette ilk konu akaiddir!
Konu nerden başlarsa başlasın temel
esaslara vurgu şarttır. Doğru zaman,
doğru kişi, doğru tarz… Bu üç esas da-
vetçinin önceliğini anlamlı kılacaktır.
Buna dikkat etmeden atılacak adım,
önceliklere zarar verir. Amel zaten bir
doğumdur. Sağlam bir temel, amel ihti-
yacı oluşturacaktır. Sahih bir kimliğin
oluşumu için muhatabın halet-i ruhiyesi,
seviyesi tespit edilmeli ve ona göre giriş
yapılmalıdır. Muhatabın içinde bulundu-
ğu sosyal sınıf, sorunlar, dertler vb. insa-
nî halleri gözetmeden yapılacak girişim
kuru bir ego tatminidir. Burada olan şey
sadece vericinin açık olmasıdır ve maa-
lesef bilinçaltındaki egonun tatminidir.
Gaye muhatabın bilinç yollarını açmak
ise eğer, muhatabın alıcılarına uygun
hale getirmeliyiz ortamı. Bu da söylemin
naifliği, ciddiyeti, ses tonu, göz teması,
vücud dili vb. konularda hassas olmamı-
zı gerektirir. Muhatabı “sorunlu insan”
olarak görmeden işe başlamalı, ortak
değerler üzerinden muhabbet oluşması-
nı sağlamalıdır.
“Hakkı olduğu gibi söylemek” demek,
bizi netlik adına sertliğe itmemeli. Doğ-
rular doğru biçimde söylenmeli. Doğru
zamanda söylenmeli… Ve muhatapları
seçmek de Rabbani bir öğretidir. Genel
hatlarıyla hidayete yönelmiş kişileri ön-
celemeli. Ancak planda olmayan muha-
taplar çıkarsa karşımıza, özümüzle ve
sözümüzle bu karşılaşmayı tevafuk bilip
hakkı en usta bir davetçi kimliğiyle ruha
nakşetmenin yoluna bakmalı. Her du-
rumda tüm amelî sorunların kaynağının
batıl ve fasid akideler olduğunu vurgula-
malı; daveti, akide düzleminde sürdür-
meli.
Soru: 5) Kimlere daha çok davet edil-
melidir? Davette önceliği kimlere ver-
melidir?
Yakup Selen: Kendisine davet ulaşmadı-
ğı için mahşer günü bizden davacı olma-
yacak kişiler dışında herkes davetçinin
hedef kitlesidir. Aile, yakın akraba, ya-
kın çevreden başlanarak genişleyen bir
halka davetçinin muhatabıdır.
Habil Mert: Davette esas olan; hidayete
tabi olan, soran, sorgulayan, okuyan,
araştıran, barışçıl duruşu olan hanif kişi-
lerin öncelenmesidir. Ama hesapta ol-
mayan muhataplar ve genele sesleniş
durumları da vardır. Her durumda da-
vetçiye düşen iş, hakkı söylemektir.
Hakkı ketmetmemeye (gizlememeye)
özen göstermeli, küçük kaygılarla Hak-
kın hatırını pazara düşürmemelidir. Bize
düşen doğru taşı oynamaktır. Buda tec-
rübeyle oluşan bir meziyettir. Ama her
halûkarda şunu bilmek gerekir ki; İslam
~23~
davetçisi için sınıf ayrımı yapmadan saf
tevhid akidesini toplumun her kesimine
ulaştırması davanın özüdür! İslam tüm
insanlığa ulaşmalı! Önceliği belirleyen
sadece rabbani öğretidir. Buda davete
açık olmalarındandır. Ama bu demek
değildir ki, davete kapalı olanlar muha-
tap alınmayacak, dava onlara götürül-
meyecektir! Öncelik tamamen zihni açık
erdemli kişilere dönük olmalı. Burada
saik -asla- ekonomik sınıfı, ırkı, kabilesi,
statüsü, coğrafyası, ulusu vs. olmamalı.
Abese Suresi bu konuda Rabbani öğreti-
nin can noktasını göstermektedir.
Soru: 6) Davetin niyeti-gayesi-maksadı-
hedefi nedir? Ne için ve ne uğruna da-
vet yapılmalıdır?
Yakup Selen: “Onlardan bir topluluk:
“Allah’ın kendilerini yıkıma uğratmak
veya şiddetli bir azaba uğratmak istediği
bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz?”
dediğinde “Rabbinize karşı bir özür için
ve bir ihtimal sakınabilirler, diye” dedi-
ler.” ayeti bu soruya cevap vermektedir.
Davet bize namaz gibi, oruç gibi farz
kılınmış bir ameldir. Ve biz her ameli-
mizde Allah’ın rızasını umar, kaçındığı-
mız-sakındığımız her şeyde Allah’ın aza-
bından korkarız.
Habil Mert: Söz konusu İslam’dır ve da-
vette gaye Hakka karşı adil olmaktır;
hakkını vererek yapmaktır. Buna
“şahidlik” denir. Halklar bize şahid olsun
için akidemizi net ve anlaşılır bir biçim-
de, özel bir gayretle ortaya koymalıyız.
Bu ilahî bir emirdir: “Allah, kendilerine
kitap verilenlerden; ‘Onu mutlaka in-
sanlara açıklayacaksınız, onu
gizlemeyeceksiniz’ diyerek söz almıştı.
Onlar ise bunu kulak ardı ettiler, onu az
bir dünyalığa değiştiler. Yaptıkları alış-
veriş ne kadar kötü!”
Davet bu manada peygamberî bir mes-
lektir. Ve emri mütalâ olamaz. Emir ney-
se olduğu gibi açıklanır. Dünyevî kaygı
ve çıkar elde etmeye yönelik ortaya ko-
nulan dava güdüktür ve pazara düşmüş
bir metadır. Bu durum, Kur’an’da lanet-
lenmiş bir tutumdur. İhanettir! Hakkı
gizlemek ve karşılığında menfaat elde
etmek Allah’a savaş açmaktır. Davetin
önündeki en büyük engellerden biride
bu Belâmlar çetesidir. İslam ambalajıyla
harmanlanan seküler, pagan kültürü
Samirilik mesleğiyle icra edildiğinde da-
vetçiye düşen bu oyunu deşifre etmek,
Hakka dönük bu haksızlığı gidermek için
davasının şahidliğini yapmaktır.
“Rabbini tekbir et ve dosdoğru yürü”
emri de buna işaret etmektedir. Emir
büyük yerdendir ve alçaklar için davetçi-
nin duruşu tam bir şehadettir. Aksi ise
zillettir. Rabbinin rızasını basit bedeller
karşısında değişen kişiler zilleti satın
alan kimselerdir. Davet en büyük ticare-
tin pazar alanıdır. Dünya için ahireti
ahiret için dünyayı satanların cirit attığı
bu alanda davetçi Hakkı söylediği kadar
var olacağını ve anlam kazanacağını bi-
len kişidir. Kaybı olmayan bir dava olan
İslam davası, âlemlerin Rabbi olan Allah-
’ın davasıdır. Bu davaya hizmet, ucuzlu-
ğu kaldırmaz. Küçük hesaplar peşinde
~24~
olanlardan davetçi olmaz. Gayesi Allah
olanın önündeki her engel potansiyel bir
puttur. Putlaşan değerler ve hesaplar
davetçinin paradigması olamaz. Davetçi
için belirleyici olan Rab olan yalnızca
Allah’tır.
Olmalıdır, demiyorum zira akidesiyle
bütünleşmiş kişidir davetçi.
Soru: 7) Daveti gizli-açık, özel-genel
diye ayırabilir miyiz? Bunun pratikteki
uygulaması nasıl olabilir?
Yakup Selen: Gizli davetten kasıt muha-
taplardan davet içeriğinin bir kısmının
saklanması, gizlenmesi ise bu yapılamaz.
Davetin ve davetçinin açıklığı, bilinilirliği
sürecin manipüle edilmesini engeller.
Yapılan işe güveni ortaya koyar.
Davet muhatapların sayısına göre toplu-
luğa yapılıyorsa konuşma şekli, örnekle-
rin seçimi, kitlenin ortalaması dikkate
alınarak şekillendirilmelidir. Muhataplar
karşılıklı konuşmanın, soru-cevap imkâ-
nının sağlanabileceği sayıda iseler o za-
man da buna göre konuşarak daha sa-
mimi-sıcak bir ortamın sağlanması veri-
mi artırır.
Habil Mert: Davet hep açıktı ve açık da
olmalıdır. Zira Allah bu davayı gizleme-
miştir. Hatta bugünkü mantaliteyle bakı-
lınca Peygamberler haşa ahmaklık yap-
mıştır! İslam hiçbir zaman gizlenmemiş-
tir. Bi’setin ilk zamanlarındaki gizlilik
tamamen insanî bir hal olmasına rağ-
men zamanla Hakkın gizlenmesi gibi bir
yanlışa delil olarak gösterilmiştir. Pey-
gamber (as) İslam geldiği andan itibaren
yoğun bir uyarıya, ilâna ve duyuruya
başlamıştır. Ve davasını anlattığı kişiler-
den kendisine inananlarla Erkam’ın
evinde organize olmuştur. Ama bu aynı
anda, o günlerde, davayı sunduğu halde
kendisine iman etmeyenlerin olduğu
gerçeğini örtecek bir hal değildir. Zira
aynı günlerde tüm evlerde yeni bir pey-
gamberin çıktığı ve bu kişinin falanca
kişi olduğunu, filanca şeyler dediğinin
halk tarafından konuşulduğunu bilmek-
teyiz. Vahyin ilk inzal döneminde en uç
paradigmal değişimlere teşne konuları
peygamberî bir izzetle söylemiş bir pey-
gamberin, bugünkü anlaşılan manada
daveti gizlediğinden bahsedemeyiz. Bu
bir iftiradır. Orada olan gizlilik iman et-
miş kişilerin kim olduğunun bilinmemesi
de değildir! Sadece basit bir tedbirdir.
Çünkü davete muhatap olup daveti ka-
bul etmiş herkes için artık vahyin
şahidliği görevi başlamıştır. O iman
eden ilk zümrede peygamberi bir görev
bilinciyle Tevhidi mesajı ailesine, yakın
çevresine, kabilesine, halkına götürmüş-
tür. Alâk, Kalem, Müzzemmil,
Müddessir, Fatiha gibi ilk inen ayet ve
surelere bu kişilerde muhataptı! Ve bu
sorumluluk bilinci olan iman, onların da
çevrelerine hakkı söylemelerine, insanlı-
ğı ebedî kurtuluşa davet etmeye yönelik
bir aşka sebep olmuştu. Ebu Zerr, Muaz
b. Cebel, Mus’ab (ra) vd. örnekler… Ha-
sıl-ı kelam, davet gizli değildir. Davetçi-
ler de davetle birlikte aşikârdır. Hayatî
bir durum söz konusu olmadıkça tek
hakikat budur. Daveti örgütlemek ise
stratejik bir projedir. Ve bu projenin
~25~
özünde, söylemin et ve kemik diliyle
halkın içinde olması şartı vardır.
Soru: 8) Davette belirli bir metot-
yöntem-sınır-çizgiler var mıdır? Varsa
nasıldır? Yoksa aklımıza-mantığımıza-
günümüz koşullarına bakarak mı davet
yapılmalıdır?
Yakup Selen: Siyer ve peygamber kıssa-
ları bize davetin şekli ile ilgili sınırları
bildirir. Her peygamber davetine;
- Topluluğun karşısına çıkıp kendini ve
dini tanımlayarak başlamış
- Ahiretten ve yaptıkları her şeyin hesa-
bını vereceklerinden bahsetmiş
- Zulmü tanımlayarak kanıksanmasını
engellemiş, fark edilmesini sağlamış
- Kendisine tabi olunması ve zalimlere
boyun eğilmemesini isteyerek inananla-
rın örgütlenmesini ve var olan sistem
karşısında siyasi bir güç haline gelmeyi
sağlamış
- Davetine karşılık Allah’tan başkasından
bir ücret beklemediğini vurgulamış
- Davete uygun bir ortam kalmadığında
hicret etmiş
- Akla ve kalbe hitap eden, kısa, soru
şeklinde cümlelerle açık ve anlaşılır ol-
maya özen göstermiş
- Sözle yetinmeyip eylemleri ve hatta
ibadetleri ile davete katkıda bulunmuş-
lardır.
- Davet hayatın her alanındaki her yaş-
tan insana her zaman yapılacağına göre
bir ferdin değil bunun derdi ile kavrulan
bir cemaatin organizasyonunda tam
manası ile gerçekleşebilir.
Habil Mert: Bu dinin yayılma yöntemi
Rabbi tarafından belirlenmiştir. Ve örne-
ği Muhammed peygamberdir (as). An-
cak kişilerin şahsî tecrübeleri ve birikim-
leri, davette etkilidir. Edebiyattan, felse-
feden, sosyolojiden, geometriden, sa-
nattan yoksun bir bilinçten davetçi ol-
maz. Yaşadığı dünyaya tanıklık edeme-
yen, güncellenmeyen bir kişiden davetçi
olmaz. Onun yaptığı davet ancak koloni-
ye gebedir. Merak, ilgi, sevgi ve aşkın
çeşni olmadığı hiçbir söylem aşktan iba-
ret olan mahlûkatta yankı bulmaz. Bu
aşk bildiğimiz aşk değildir. Metod ve
yönteme imandır bu! O da peygamberin
uygulamalarındaki iradedir! Bu iradenin
beslendiği imandır. Allah’ın rızasına uy-
gun olmayan, O’nun ölçüleri yok sayılır-
casına yapılan davet, Haktan eksilterek,
Hakkı yamultarak, ekleyerek, çıkarılarak
sürer ve bu şekil bir davet Hakka hizmet
değil, Hakkı baltalamaktır. Bu davete
icabet eden çok olur ama Hakk yerini
bulmuş olmaz. Elbette bize düşen akide-
yi doğru bilmek doğru anlatmaktır. Sa-
hih akide salih eylemle, esaslı bir duruş-
la yani peygamberi - rabbani bir
metodla yaygınlaşır. Haram yolla Helale
hizmet (!) ederek sevap beklemek batıl-
dır. Haramdan sevap beklemek pragma-
tistlerin işidir. İslam’ı bilmeyen ehl-i sec-
denin yaygınlaşması bu hatadan dolayı-
dır. Yani namazın yaygınlaşması ile şirkin
yaygınlaşması aynı hızda ve paralelde
~26~
sürüyorsa, bu caiz olan davet yöntemi-
nin dışına çıkıldığı içindir.
Soru: 9) Günümüz Müslümanları dave-
tin neresinde-hangi aşamasındadırlar?
Daveti bırakmışlar mıdır? Yoksa dave-
tin aslından uzaklaşmışlar mıdır?
Yakup Selen: Bu soruyu şöyle anlamalı-
yım: Davetin neresinde hangi aşamasın-
dayım? Daveti bıraktım mı? Davetin as-
lından uzaklaştım mı?
Ve her zaman şu cevabı vermeliyim:
Yaptıklarım yetersiz.
Habil Mert: Davet adil şahitliktir! Yani
olması gereken yerde olmaktır. Yapılma-
sı gerekeni yapmaktır. Türkiye’de Müs-
lümanların küçük bir kısmı adil şahidlik
yapıyorlar. Olması gereken yerde olma-
yanların nerede olduğu önemsizdir.
Çünkü zaten kaybetmiştir. Vaciplerin
kaybı nafilelerle giderilemez. Şehadetini
yani sözünü yerine getiren küçük bir
kesim vardır. Onların da bir kısmı sistem
içi araçlarla kaynaşmış, politize olmuş ve
alinasyona (başkalaşıma) uğramış halde-
dirler. Genel hatlarıyla birbirleriyle kı-
yaslandığında kendilerini tevhid ve ada-
let ekolü olarak tanımlayanlar dışındaki
grupların neredeyse tamamı STK’laşmış
ve kontrolsüz, sağlamasız, başıboş çalış-
malar yapmaktalar. Akidenin gücüne
değil de teorik süsüne özenen kimlikler
yetiştirmektedirler. Kontrolsüz örgütlen-
melerinin tarz ve usul olarak birbirlerin-
den tabela dışında hiçbir farkları ve öz-
günlükleri yoktur. Hatta hepsi sözde
aynı kaynakları önemsemesine rağmen
ufku dar ve ilmi zayıf fertlerin yetişmesi-
ne sebep oluyorlar.
Müfredat hepsinde başıboş... Ne öncelik
sıralamasına dikkat ediliyor, ne de sevi-
yeye... Gelişi-güzel verilen kitaplar, gelişi
-güzel seçilen sohbet konuları, haftalık
faaliyet defterini boş bırakmamak adına
uzman olmayan kadrolar tarafından,
insan ve toplum psikolojisine dair tek
kitap okumamış sözde davetçi ağabeyler
tarafından hazırlanan bu faaliyetler, ye-
tersizlik bir yana, başlı başına hatalı ça-
lışmalardır. Usulsüzlük asılsızlığın kayna-
ğıdır. Usulden yoksun olan bu kitleler
veya öbeklerin davet çalışmasından ne
sahih akide ne de salih amel doğar. İyi
niyet stratejide öncelikli değildir. İyi ni-
yetle hazırlanan yıllık faaliyet planları
sadece samimi ama disiplinsiz ve bir o
kadar da malumatfuruş fertler yetiştiri-
yor. Bu da akidenin gücünü değil, grup-
ların gücünü çoğaltmaktan başka bir işe
yaramıyor.
Kutsanan gruplar da alinasyona sebep
olur. Kendi grubundaki ilişkilerin sıcaklı-
ğını davasının doğruluğuna, samimi ağa-
beylerin heyecanlı koşturmaları da istik-
rara delil sayılıyor zamanla. Bindiği tre-
nin yol haritasına tav olan ama süreçte
rayların yönünün değiştiğini görmesine
rağmen aynı trende kalan kalabalıklar,
fert olmayı başaramamış ve grup
alinesine maruz kalmış kişilerdir. Bu gibi
grupların hakikatten iz taşımaları başarı-
lı siyasî yapılar olduklarını asla göster-
mez. Bunlarda istikrar sadece oligarşide-
dir. Akidede istikrar konusunda, çoğu
~27~
sınıfta kalmıştır; bunu yaşadık gördük.
Üç yılda bir strateji veya gömlek değişti-
ren bu gruplar insan öğütüm kurumuna
dönüşmüştür. Potansiyel Tevhid erlerini
muhafazakârlaştıran bu yapıların davet-
le ilişkisi maalesef ezberden öte değildir
ve enerjik, statik olmayan aşamaya geç-
meye namzet değildir. Bunlar nostalji-
den öte anlam taşımayan neo-pasif ve
müzelik hareketlerdir. En kötüsü de hâlâ
kendilerini ıslah hareketi olarak görme-
leridir.
Nasihat almazlar, uyarıları dikkate al-
mazlar, küstah bir kimlik olarak karşı-
mızda durmakta, engin tecrübeleriyle
pragmatizmin kutsallığına bizleri davet
etmektedirler. Varlıkları ve sürdürdükle-
ri davet en samimi çağlarında ödedikleri
bedelleri tüketmeye sömürmeye dönük-
tür. Bir hareket geçmişiyle var olmaya
çalışıyorsa sadece ve tek varoluş sebebi
hatıralarıysa eğer, o hareket depolitize
olup, kutsanmış bir yapıdan öte anlam
taşımamaktadır. Bir hareketi anılarıyla
kutsarsanız o hareketin bugüne dönük
yüzü topluma asla can vermeyecektir.
Zira anılarda kalan akideden teşne duru-
şu terk edeli uzun zaman olduğu halde
en güzel, en sahih ve kendisiyle en çeliş-
mediği o dönemleri bugünkü savrulma-
sına kılıf olarak kullanmakta ve alet et-
mektedirler.
Şahidlerin süsü olan şehidlerin sömürü-
sü buna en güzel örnektir. Davasına
şahidlik edip de yürüdüğü yolun bedeli
olan kutsal ölümle yüzleşmiş kişilerdir
şehidler. Ancak baktığımızda şehidlerin
şehadet ettikleri yolu yürümeyi bırakın
o yoldan çoktan uzaklaşmış olan birçok
yapı, kurum cemaat ya da örgüt
şehidlerin kanını sömürmek anlamında
şehadet geceleri düzenlemekte,
şehidleri anmakta! Şehidlerin yolunu
sürdüreceğiz yalanıyla karşımıza çıkan
bu grupların, cihadî yoldan kendisini
müstağni gören bu sömürü hareketleri-
nin, Tevhidi şahidlikle alakaları ancak bu
kadardır. Davet artık yön değiştirmiştir
zira. Ama geleceğe dair özgün bir söy-
lemleri ya da duruşları olmadığı için -
dönüştüklerini de kabul etmedikleri için-
geçmişten başka sermaye yoktur ellerin-
de. Bu duruş varoluş değil, yok oluşun
duruşudur. Ve oradaki davet bitişe, sav-
rulmaya, yamulmaya, pragmatizme da-
vettir. Aslolan davet değil de neye davet
ettiğimiz, gibi bir sonuç çıkıyor ortaya.
Evet, bugünkü cemaatler davete devam
etmektedirler ama neye, hangi davete?
Davet bir yayma-uyarma gibi bir talep-
ten ibaret bir kelimeyken kavramsal ola-
rak Hakka çağırmaktır. Ve bu da ruhsuz
değildir; yani bunun yolu vardır; o da
Efendimizin yoludur. Bu açıdan bakıldı-
ğında bugün İslam cemaatleri ya usulde
ya da asılda davetten uzaktırlar, uzaklaş-
mışlardır. Yapılan işler davet değil, faali-
yettir denilebilir. Adil şahidliğin olmadığı
yerde davet kavramı çöker. Yerine an-
cak seküler olan “aktivist” kavramı ge-
çer. Bugün hangi ekole mensup olduğu-
na bakmaksızın bolca aktivist olduğunu
söyleyebiliriz. Ama değiştirme adına
kurucu bir ideolojiye, devrimci bir akide-
~28~
ye mensup hareketlerden söz edecek-
sek eğer işimiz zor demektir.
Özgünlüğünü yitirip depolitize olmuş
hareketlerin kurucu iradeden bahset-
mesi çelişkidir. Öznel olmayan ve salt
refleksten oluşan bu yapılar egemenler
için tehdit değil aksine emniyet
sibobudur. Varoluş sigortasıdır. Kitleleri
meşgul eden bu yapıların devrimci bir
davet çalışması yürüttükleri asla söyle-
nemez. Küçük birkaç yapı dışında taban
bulmuş devrimci İslamî bir söyleme sa-
hip tevhidi, adaleti ve özgürlüğü gaye
edinmiş yapı kalmamıştır. Bu da toplum-
sal değişimi geciktiren önemli bir eksik-
liktir esasen. Egemen tağutî sistemin
paradigmalarını sarsacak ve halklara
uyanış muştusu heyecanı verecek bir
Kur’anî söylem–eylem bütünlüğü, pers-
pektifi sunmayan yapıların canlı olduğu-
nun ispatı; basın açıklamaları, konsolos-
luk kuşatmaları, seminer konferans vb.
çalışmalarsa eğer, bu tür faaliyetlerin bir
“varoluş” için çok yetersiz olduğunu
söylemek gerek. Yaşadığı çağın ve coğ-
rafyanın zorbalarıyla hesaplaşmayan
hareketler, egemenler tarafından hesa-
ba katılmazlar!
Soru: 10) Davet eylemi ne zaman sona
erer? Davetten sonra ne vardır?
Yakup Selen: Davet sona ermez. Muha-
tabın değişmesi için çaba gösterdiğimize
göre ve takvada üst sınır bulunmadığına
göre yanlışı engelleme ve daha güzeli
tavsiye etme ölünceye kadar
müslümanın vazifesidir.
Habil Mert: Davet eylemi şahidliktir ve
son nefese kadar sürer… Nerede bir
muhtaç varsa orda önce davetçimiz,
şahidimiz olmalı ve yara sarmalı, nerede
bir Hak ihlaline karşı Hak arayışı varsa,
orada olmalı. Nerede bir gözyaşı varsa,
o silmeli. Nerede bir mazlum sesleniyor-
sa önce o koşmalı. Nerede bir haksızlık
varsa önce o tavır almalı! Bunlar önem-
li… Davetçiler Allah için diz çökmüş ilim
talebeden hiç kimseyi küçümsemeden
dinlemeli, okumalı, anlamaya çalışmalı.
En nihayetinde hepsi birer yorumdur;
bizimkisi de bir yorumdan ibarettir. Hiç-
bir yorum kutsanamaz! Allah’ı yanlış
anlayanla yanlışlayanları bir tutan da-
vetçinin yapacağı devrimden ancak zu-
lüm doğar! Bu açıdan davetçi
fıkhedebilen bir derinlik elde etmeye
çalışmalı… Allah diyen herkesin peşine
takılmamayı bilmeli. Şahidlik bilincinin
hayat bulduğu her çalışmaya katılmalı.
Elinden geldiğince desteklemeli. Onuru,
erdemi, asaleti öğreten her şeyi izlemeli
dinlemeli. Davetçi; davet edeceği şeyi iyi
bildiği gibi davet yeteneği de güçlü olan
kişidir dedik. Bu bağlamda hitabet sana-
tını, anlatım sanatını yaşadığı toplumun
jargonunu iyi bilmeli. Ve bunu yapabile-
ceği her türlü sanatsal etkinliği takip
etmeli. Sanatsız davet akideyi estetikten
mahrum etmektir. Estetikten yoksun bir
akide estetikten ibaret bir dünyada ka-
bul görmeyecektir. Ona ancak estetik
yoksunları icabet edecektir. Estetik da-
vetçinin süsüdür. Şehadet en güzel da-
vettir… En güzel son, şehadettir. □
~29~
B u sayımızda, Rahmet Cemaatinin önde gelen
ismi, davetçi ve âlim Necmettin Irmak Hocamız
ile bir hasbihal gerçekleştirdik. Kendisi 1968 Ar-
dahan doğumlu olup, gençlik dönemlerinden bu yana çe-
şitli yerlerde İslamî ders ve seminerler vermekte, davet
çalışmalarında bulunmaktadır. Evli ve 6 çocuk babası olan
hocamız, İstanbul’da ikamet etmektedir. Allah kendisin-
den razı olsun.
Emre İlsever: Sevgili hocam, ilk olarak şunu sormak istiyo-
rum; “Nebevîlik” kelimesi, lâfzî ve ıstılahî olarak ne mana-
ya gelmektedir?
Necmettin Irmak: Kelime, peygamberlik manasındaki
“nübüvvet” kelimesinin bir türevidir. Lâfzen haber vermek
anlamına gelen N-B-E harflerinden türeyen nübüvvetin bir
başka biçimi olan nebevilik, kelime anlamından daha ziya-
de, “nübüvvete / peygamberliğe ait ve uygun” anlamında
ıstılahen kullanılır. Günümüzde ise Hz. Peygamberin (sa)
yoluna, sünnetine ve sîretine uygun tavır, davranış ve ha-
reket tarzı anlamında kullanılır. Ancak “nebevî” kelimesi,
hadis ilmi de dâhil herhangi bir İslamî ilmin ıstılahlaştırdığı
kelime değildir. Daha çok günümüzde İslamî hareketlerin
kendilerini tavsif ederken kullandıkları bir tabirdir. Bundan
dolayı kendilerini bu tabirle tavsif eden İslamî hareketler
NEBEVÎ HAREKET METODUMUZ
Necmettin Irmak
HA
SB
İH
AL
Her Müslüman fert nasıl
ki, hayatında Hz. Pey-
gamber ’ in sünnetine
uymak zorundadır, aynı
şekilde Müslümanların
oluşturduğu cemaat ve
hareketler de Hz. Pey-
gamber ’ in yoluna ve
sünnetine uymak zorun-
dadır. Bu, bizim içtihadı-
mıza bırakılmış bir hu-
sus değildir.
~30~
arasında ortak payda halinde bulunsa
da içerik olarak farklılıklar arz etmekte-
dir. Nitekim nebevîlik vasfını kullanırken
sadece Hz. Peygamber (sa) değil,
Kur’an’da örneklikleri anlatılan diğer
nebîler de bu tabirin içine girer.
Emre İlsever: “Nebevî” kelimesi, Kur’an
ve hadislerde geçmekte midir?
Necmettin Irmak: Kur’an ve hadislerde
“nebevî” kelimesi kullanılmaz. Ancak Hz.
Peygamber’in (sa) yoluna tâbî olmak ve
O’nu örnek almak manasında gerek iza-
fetle ve gerekse izafesiz pek çok kelime
kullanılır. Kur’an’da geçen “üsve-i
hasene” (en güzel örneklik) terkibi bun-
lardan biridir. Hadislerde geçen
“Muhammed’in rehberliği” anlamında
kullanılan “hedy-ü Muhammed” ifadesi
de böyledir.
Emre İlsever: İslam tarihinde bu kavram
ilk defa ne zaman ve hangi âlim(ler) ta-
rafından kullanılmıştır?
Necmettin Irmak: Nebevî kelimesinin
bilinen ilk kullanımı meşhur siyer âlimi
İbn Hişam (öl. H. 218 – M. 833) tarafın-
dan olmuştur. O, meşhur siyerini “es-
Siretu’n-Nebeviyye” diye isimlendirmiş-
tir. Ancak yukarıda ifade edildiği siyasî
anlamı itibariyle ilk kullanımı, 20. asırda
yaşayan İslamî hareket teorisyenleri
tarafından olmuştur.
Emre İlsever: Nebevîlik, bir hareket ve
davet metodu olarak, Müslümanlara
farz mıdır?
Necmettin Irmak: Bir hareket metodu
olarak nebevîlik, İslamî hareketlerin fii-
len taşıması gereken bir zorunluluk, bir
farziyettir. Her Müslüman fert nasıl ki,
hayatında Hz. Peygamber’in (sa) sünne-
tine uymak zorundadır, aynı şekilde
Müslümanların oluşturduğu cemaat ve
hareketler de Hz. Peygamber’in (sa) yo-
luna, sünnetine uymak zorundadır. Bu,
bizim içtihadımıza bırakılmış bir husus
değildir. İslam davasının sahibi olan
ALLAH (cc), bu davayı bize gönderdiği
gibi, bu davanın yöntemini de gönder-
miştir. Şehid Seyyid Kutub’un ifadesiyle;
“Bu din, itikadî tasavvuru ve buna bağlı
olarak hayatın vakıasını değiştirmek için
gelmiş olduğu gibi, aynı şekilde itikadî
tasavvurun üzerine inşa edilen yöntemi
ve bu yöntem ile de hayatın vakıasını
değiştirmek için gelmiştir.”
Kur’an’a dönüp baktığımızda, ALLAH’ın
(cc) Müslümanlara kıssalarını anlattığı
peygamberlerin (sa) ve özelde de Hz.
Peygamber’in (sa) örnekliğine vurgu
yaptığını görürüz. Gerek Kur’an’da Hz.
Peygamber’e itaati farz kılan ayetler ve
gerekse sahih sünnette bize bu sorum-
luluğu bildiren ifadeler ve gerekse ule-
manın sünnete ittibaya dair söyledikleri
hemen her şey, İslamî hareketin
“nebevîlik” vasfı için de geçerlidir.
Emre İlsever: Nebevîliğin ana hatları ve
olmazsa olmazları nelerdir?
Necmettin Irmak: Bir hareketin nebevî-
liğe dair ana hatları ve özelliklerini şöyle
sıralayabiliriz:
1. Rabbanîdir: Zira bu dava bütün İslamî
~31~
hakikatlerin geldiği
kaynaktan bize
ulaşmıştır. Yine bu
dava, âlemlerin
R a b b i o la n
ALLAH’ın emaneti-
dir. Bir beşer ürü-
nü değildir. İnsa-
noğlu sadece bu
davanın uygulayı-
cılarıdır.
2. Akidevîdir: Bu
davanın müntesip-
leri itikadî bir bağ ile bu davaya bağlıdır-
lar. Bu tercih, ideolojik bir tercih değil-
dir. Bu dava ile iman ve mutlak teslimi-
yet üzere bir ilişki kurulu. Ayrıca bu da-
vanın esasları, iman esaslarıdır.
3. Fıtrîdir: Davanın sahibi olan ALLAH
(cc), davasını emanet ettiği insanın yara-
tılışına uygun bir şekilde sunmuştur.
Hem davanın, hem de insanın tabiatı
birbiriyle tenasub içindedir.
4. Amelîdir: Hayatın her alanındadır. Her
detayı uygulanmak üzere planlanmıştır.
Öyle ki, soyut gibi sanılan her boyutu-
nun mutlaka amelî bir yansıması vardır.
Bu davayı sadece teoriye mahkûm et-
mek, ona yapılacak en büyük kötülük-
tür. Onun yapısal özelliğinden dolayıdır
ki, dinamik bir yapıya da sahiptir. Dura-
ğanlık onu yok oluşa götürür. Ancak bü-
tün bu amelî yoğunluğa ve dinamizme
rağmen ortaya konması ve uygulanması
kolay bir davadır. Zira ALLAH, bu davayı
bize zorluk çıkarmak için indirmemiştir.
O bize kolaylık diler, zorluk dilemez. Her
ne kadar nefislere ağır gelse de bu dava-
nın içine giren ve ona omuz verenler bu
kolaylığı her daim görürler.
5. Gerçekçidir: Hayatın bütün realiteleri-
ni gözetir. Bu gözetme realiteye teslim
olma manasında değildir. Bu davanın
sahibi, hem davayı emanet ettiklerini,
hem de bu davayı gönderdiği toplumun
gerçeklerini en iyi bilendir. O, bu davayı
omuzlayanları ütopyalar ve hayaller pe-
şinde koşturmaz. Bu davanın müntesip-
leri de ütopyanın / ümniyyenin bir çık-
maz olduğunu bilirler.
6. Maslahatı gözetir: Müslümanların
maslahatını göz ardı etmez. Sahihlik vas-
fını taşıyan ihtiyaçlarını, isteklerini ve
beklentilerini yok saymaz. Hatta zaruret
miktarınca onlara çıkış yollarını müm-
kün kılar. Ancak bu durum davanın fay-
dacı (pragmatik) olması anlamına gel-
mez. Maksada ulaşmak için her yolu
mübah kılmaz.
~32~
7. Ahlakîdir: Dikkat ettiği temel
prensibleri vardır. Davranış bozuklukla-
rına ve her türlü aşırılığa karşıdır. Mute-
dildir. Karşıtlarının yaptıklarını mutlak
olarak kendine gerekçe yapmaz.
8. Tedricidir: Aşamalı bir karaktere sa-
hiptir. Tedricilik bu davanın en bariz
vasıflarındandır. Bağlılarına bütün yükü
tek bir defada yüklemez. Onların takati
ve imkanları nispetinde sorumlu tutar.
9. Ciddidir: Bu dava bir kurtuluş davası-
dır. Dünyaya da ahirete de dönük bir
yönü vardır. Hem kendini hem insanlığı
cahiliyeden ve cehennemden kurtarma
mücadelesidir. Basit beklentiler ve sıra-
dan tavırlar ve eylemlerle bu dava götü-
rülemez. Kaldı ki bu davanın her türlü
karşıtı -nefs, şeytan ve şeytanî unsurlar-
bütün güçleriyle bu davaya karşı uğraşır
iken bu davaya tâbî olanların basit ve
dünyevî işlerin peşinde koşmaları dava-
nın ciddiyetine halel getirir.
10. Tevekkülîdir: bu dava, onu yüklenen
insanın etkinliğini kabul ettiği gibi, aynı
şekilde hiçbir sınır tanımayan ilahî ira-
deye de vurgu yapar ve hatta bu irade-
nin dışında veya onunla beraber başka
bir etkinliğin varlığını kabul etmez. Bü-
tün hesapların içerisinde ve en başında,
ALLAH ve onun güç ve iradesi vardır.
Bu davanın müntesipleri, kâfirler iste-
mese de ALLAH’ın (cc) nurunu tamamla-
yacağını bilir ve sadece O’na tevekkül
eder. Kendi çabalarının bir vesile oldu-
ğuna, sonucun ve zaferin ALLAH’ın (cc)
elinde olduğuna iman ederler.
Burada şunu da ilave etmek gerekir: Bu
saydığımız vasıflar, kendini Müslüman
cemaat addeden hiçbir grup tarafından
reddedilmez. Ancak burada birkaç cüm-
le ile dile getirmeye çalıştığımız husus-
larda detaya inildikçe farklılıklar ortaya
çıkacaktır. Ama bu genel vasıflarda bir
araya gelmek bile önem arz etmektedir.
Emre İlsever: Seçim yoluyla yarı-İslamî
bir iktidarda bulunarak “halkın kademe
kademe ıslah edilmesi yöntemi” ile
“nebevî hareket ve davet yöntemi” bir-
biriyle çelişir mi?
Necmettin Irmak: Böyle bir yöntemi
birileri kendileri için yapılabilir sayabilir-
ler. Ancak bunun “nebevi” bir hareket
yöntemi olmadığını bilmemiz gerekir.
Kaldı ki birilerinin bunu kabul etmesi
onun doğru ve olabilir olduğunu göster-
mez. Yarı İslamî bir iktidar demek, deve
mi yoksa kuş mu olduğunda karar veri-
lemeyen (!) devekuşuna benzer. İslam
ve cahiliyenin paylaştıkları bir düzen
asla mümkün değildir. Bu durumda ya
buradaki “İslam” İslam değildir, ya da
“cahiliye” cahiliye değildir. Hz. Peygam-
ber’in (sa) siretinde bunu çok açık görü-
rüz. Kur’an da bize böyle bir yöntemi
caiz kılmaz. Ne var ki, Yusuf (sa) kıssa-
sında dile getirilen, Yusuf’un iktisadî
sorumluluğunu İslam ve cahiliyenin ikti-
dar paylaşımı gibi bir algı hep olagelmiş-
tir. Burada bir peygamber olarak Yusuf-
’un (sa) konumu tağutî / firavunî bir ira-
deyle işbirliği olarak algılamak Yusuf’un
(sa) davasına töhmetten başka bir şey
değildir. Burada kabul edilmesi gereken
~33~
şey, surede geçen diğer delilleri de dik-
kate alarak, idarenin -Mısır azizinin- ca-
hili bir itikattan uzak olduğudur. Ancak
şunu da ifade etmek gerekir ki, toplu-
mun ve Müslümanların maslahatı için
birilerinin kendi sorumluluk alanında
İslamî değerlerden taviz vermeksizin ve
bunu da İslamî hareket adına ve teslimi-
yetle yapmaksızın görev almaları
cevaziyet almak kaydıyla mümkündür.
Emre İlsever: İhvan-ı Müslimîn cemaati,
nebevî hareket anlayışlarında bir deği-
şikliğe gitmişler midir?
Necmettin Irmak: İslamî hareket olgu-
sunu çağdaş İslam dünyasının gündemi-
ne sokan İhvan’ın eğer Hasan el-Benna
dönemini nebevî casfıyla tavsif edebili-
yor isek -ki şahsen ben öyle görmekte-
yim- bugünkü durumunu da nebevî gö-
rebiliriz. Zira İhvan’ın söylem ve pratik-
lerinde bir değişiklik görülmemektedir.
İhvan’a yönelik yapılan eleştirilerde tak-
tik hatalar bir tarafa, onların parlamen-
toya girme çabaları ön planda gelmekte-
dir. Hâlbuki bu çaba Hasan el-Benna
zamanında da vardı. Mısır’ın siyasî yapısı
İslam’ın iktidarına pratik olarak engel
olsa da anayasal olarak Kur’an ve Sün-
nete yani şeriate uygundur. Bu durum
İhvan’a ruhsat vermiş olabilir.
Emre İlsever: Nebevî bir bakış açısıyla
değerlendirecek olursak, günümüz siyasî
iktidarına, İhvan-ı Müslimî’ne, Hüda-Par
gibi oluşumlara, seçimlere ve parlamen-
toya bakış açımız nasıl olmalıdır?
Necmettin Irmak: Yukarıda dile getir-
meye çalıştığım Mısır realitesi bizi her
ortam için ayrı düşünmeye sevk etmek-
tedir. Yani Mısır’ı Tunus’la, Libya’yı Suri-
ye ile, Pakistan’ı Türkiye ile bir tutup
kıyaslamak bizi doğru bir neticeye ulaş-
tırmaz. Kısır bir döngü içersinde tartışır
dururuz. Bu bağlamda her bir seçim or-
tamını ve parlamentoya kendi gerçekliği
içinde ele almalıyız. Türkiye’de seçim ve
parlamento zeminini kullanarak iktidara
gelmek, bize göre İslamî hareketin ne-
bevîlik vasfıyla asla bağdaşmaz. Ancak
kendi yorumlarına binaen bu yöntemi
kullanan Müslümanları hata içersinde
görmekle beraber İslam dairesinin dışın-
da da asla görmeyiz. Fakat böyle bir ter-
cihin ve sürecin Türkiyeli Müslümanlar
için bir zemin kayması ve İslamî hareket
için de bir sapma olduğunu kabul ederiz.
Parlamentoya gelince; esasen parla-
mento, teknik bir konumdadır. Bir İslam
iktidarında parlamento (meclis) olabilir,
ancak Türkiye özelinde parlamento ya-
pısal olarak tağutî bir unsurdur. Bu ha-
liyle ve hatta bir bütün olarak sistem,
asla tecviz olunamaz.
Emre İlsever: Teşekkürler hocam, AL-
LAH razı olsun… □
~34~
İ nsanlar bazen basit bir gerçekliği belirleyebilmek
için asırlarca beklemek zorunda kalmıştır. Örneğin
Aristo özdeşlik mantığını dile getirinceye kadar, in-
sanlar pratikte bu mantığın icabına uyuyor bile olsa, bir
şeyin kendisine özdeş olduğu, yani bir şey ne ise o olduğu
kabilinden bir gerçekliğin farkında değildi. Bu gerçeklik bir
kez dile getirilince insanın önüne yepyeni ufuklar açıldı.
Fakat aynı zamanda diyalektik düşünmenin önü de bir
ölçüde tıkanmış oldu. Ta ki Kant, adını vermeden o man-
tık tarzını yeniden yürürlüğe koyuncaya kadar... İslam
dünyasında ise, diyalektik düşünce kendiliğinden yürür-
lükteydi. Ta ki, İmam Gazali, Aristo mantığını İslam dünya-
sına tanıtıncaya kadar... Müslümanlar bu mantığı tanıdık-
tan sonra kendi asal düşünme biçimini ihmal etti, bu da
İslam dünyasında bir bakıma yeni düşüncelere yelken
açmanın sonunu getirdi.
İslam ile demokrasinin birbirine temas noktası olmadığını
belirtmek aslında böylesine basit bir gerçekliği ifade et-
mekten ibarettir. Ancak bu ülke ‘aydınları’nın kafası Batı
kültürünün değer yargılarıyla ve kavramlarıyla öylesine
meşbu bir hale gelmiş bulunuyor ki, iki farklı kültürün ku-
rumlarının iki farklı alana ait olabileceğini işitmek onları
rahatsız edebiliyor. Birini benimsemenin diğerini reddet-
meye müncer olacağına ilişkin bir zehap baskın geliyor.
BASİT FAKAT DERİN GERÇEKLER
Rasim Özdenören
İKT
İBA
S
Biz, kimilerinin sandığı
gibi, Türkiye demokra-
sisini ikmal ederse,
bundan Müslümanlar
da istifade eder görü-
şünü benimsemiyoruz.
Eğer hedef İslam ’ a
varmaksa, İslam, kendi
hedefine kendi yöntemi
ile ulaşır.
~35~
İslam ile demokrasinin birbiriyle temas
noktası yoktur dediğimizde, bizim nes-
nel bir gerçekliği dile getirmekten çok,
İslam’ı aşağılayan bir nitelemede bulun-
duğumuz sanılıyor. Demokrasiyi asıl ka-
bul ettiklerinden buna karşı koyma sa-
dedinde İslam’ın demokrasiyi öngördü-
ğü ileri sürülüyor. Aslında bu durum,
vaktiyle İslam’ı sosyalizm ile veya libera-
lizm ile veya İslam dışı herhangi bir izm
ile buluşturmak isteyenlerin görüşün-
den ve onların yolunu izlemekten farklı
bir nitelik taşımıyor.
İslam demokrasi ile telif edilemez dedi-
ğimizde bazıları bu cümleyi İslam açısın-
dan aşağılayıcı niteleme gibi algılıyor.
Oysa burada İslam’ı tenzih sadedinde
güçlü bir iradenin varlığını görmek gere-
kiyor.
Şunu bir kez daha belirtelim: Biz, İslam’-
la demokrasi arasında bir temas noktası
yoktur derken, içinde yaşadığımız ülke-
nin demokrasiye olan nispetini de göz
ardı etmiyoruz. Türkiye’nin demokrasi
sürecini bir an önce ikmal etmesi gerek-
tiğini düşünüyoruz. Bu kanaat, bizim
İslam’ı reddettiğimiz veya demokrasiye
baş eğdiğimiz anlamına çekilmemeli; iki
farklı alanın sözünü ediyoruz. Bu itibarla
soruyu doğru koymak lazım, soru şudur:
Türkiye demokrasinin neresinde; de-
mokrasi İslam’ın neresinde? İki farklı
soru var karşımızda. Ve bu iki farklı so-
runun iki de farklı cevabı var. Hiçbirinin
cevabı diğeri ile temas halinde değil.
Türkiye’nin demokrasi sürecini tamam-
lamasını temenni etmek, bir şey; de-
mokrasinin İslam’la irtibatı olmadığını
söylemek başka bir şeydir. Keza demok-
rasinin İslam’a nispeti olmadığını söyle-
mek bir şey, Türkiye’nin demokrasi yo-
lunda kat etmesi gereken mesafeyi bir
an önce bitirmesi gerektiğini söylemek
gene başka bir şeydir.
Biz, kimilerinin sandığı gibi, Türkiye de-
mokrasisini ikmal ederse, bundan Müs-
lümanlar da istifade eder görüşünü be-
nimsemiyoruz. Eğer hedef İslam’a var-
mak ise, İslam, kendi hedefine kendi
yöntemiyle ulaşır. O hedefe ulaşmak
için demokrasiyi koltuk değneği olarak
kullanmasına ihtiyacı yoktur. Bütün bu
süreçlerin her birini kendi bağlamı için-
de müstakilen değerlendirmek gerekir.
Aksi takdirde, halen olduğu gibi kafa
karışıklığı devam edip gider. □
(Alıntı: Yenişafak Gazetesi, 07.02.2013)
~36~
İ slam daveti misyonuyla yola çıkan herkes kendince;
peygamberlerin davet görevini bugün kendi güçle-
rince yerine getirdiklerinden bir bakıma peygam-
berlik mesleğini yerine getirmiş olmaktadırlar. Niyetleri-
ne, derinliklerine, ufuklarına göre ecir alacaklardır.
Bu durumu bir örnekle açıklayabiliriz: Taş yontarak cami
yapım inşaatında çalışan üç işçiye ne yaptıkları sorulunca
birincisi taş yonttuğunu, ikincisi cami yaptığını, üçüncüsü
ise medeniyet inşa ettiğini söylemiştir. Aynı fiil niyete,
bakışa, ufka bağlı olarak üç farklı anlam, değer taşımıştır.
Davet çalışmaları da davetçinin niyet ufku ulaşabilirse
peygamberlik benzeri karşılık bulabilecektir.
Daveti İslam uğrunda yapılan her türlü çabayı kapsayacak
şekilde tanımlayabiliriz. Bütün bu çabaların peygamberle-
rin aldığı karşılık gibi karşılık bulması için peygamberlere
has bazı ana yaklaşımlardan bahsedebiliriz. Bu yaklaşım-
ları ele alalım:
1. İstikamet - Doğruluk
“Öyle ise emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Beraberindeki
tövbe edenler de dosdoğru olsunlar. Hak ve adalet ölçüle-
rini aşmayın. Şüphesiz O, yaptıklarınızı hakkıyla gö-
rür.” (Hud, 112)
Fikri Gülsoy
DAVET: PEYGAMBERLERE ÖZENME
TE
VH
İD
TA
RİH
İ
Bugünün davetçisi için
de insanlara örnek ol-
mak, hakikati hakkıyla
temsil etmek hayati
önem arz etmektedir.
Davetçi vazifesini bu
temsili peygamberlik
misyonuyla yapmalıdır.
~37~
Başkalarını bir şeye çağıranların öncelik-
le kendilerinin hakikate uygun inanma-
ları-yaşamaları zorunluluktur. Kendileri
hakkı temsil etmeyenler başkalarını kur-
tuluşa sevk edemezler.
Bu ayet için peygamberimizin, saçlarını
ağarttığı yönünde ifadeleri mevcuttur.
Özünde emrolunulduğu gibi dosdoğru
olunması oldukça ağır bir sorumluluk-
tur.
Davetçi bir peygamberlik izinin takipçisi
olarak öncelikle kendi istikametini
Kur’an’ı referans alarak olabildiğince
emrolunduğu hale getirme gayretinde
olmalıdır.
2. İbadet, Haramlardan Uzak Durma,
Azimeti Tercih Etme, Muhasebe
- Öncelikle Namaz Kılmak: Peygamberi-
miz Hz. Muhammed (sav)’in ayakları
şişene kadar namaz kılması ve Hz. Ay-
şe’nin bunu niçin yaptığını sorduğunda
“şükreden bir kul olmayayım mı ey Ay-
şe?!” demesi namazın peygamberlik
misyonundaki önemini gösteriyor. Biz
de davet sürecinde bu güzel örnekten
ilham alarak bugün kendimizce namazı-
mızı bir adım ileriye taşıma gayretinde
olmalıyız.
- Kur’an’ın Vird Edinilmesi: Kur’an’ın her
davetçi tarafından yapabildiği miktarda
günlük olarak metin ve anlamıyla okun-
ması.
- Haramlardan uzak durulması, mümkün
oldukça azimetin tercih edilmesi.
- Kalbin, niyetin korunması için harama
bakmamak: “Mü’min erkeklere söyle,
gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını
korusunlar. Bu davranış onlar için daha
nezihtir. Şüphe yok ki, Allah onların yap-
tıklarından hakkıyla haberdardır.” (Nur,
30)
- İffeti Korumak: Hz Yusuf (as) örneği bu
noktada en güzel örnektir.
- Kendini sürekli kontrol etme, sorgula-
ma: Devamlı kendiyle yaka paça olmak,
hatalarını gözünde büyütmek, sevapları-
nı küçümsemek.
3. Arıtırken Arınmak
Davet süreci tevbe ve ilimle sürekli arı-
narak insanları arıtmak ve insanların
arıtılmasıyla davetçinin arınması şeklin-
de sürekli bir arınma-arıtma sürecidir.
4. Sabır, Dişini Sıkmak
- Hz. Nuh (as) örneği: 950 yıllık davet ve
bir gemi dolusu iman eden. Eşin ve
oğulun da iman etmemesi.
- Bu sabırdan kendimizce bir pay almalı-
yız: Birkaç uyarıyla, az bir birliktelikle
uzun yıllar boyunca günah, şirk,
cahiliyeden kaynaklanan kirlerin temiz-
lenip arınmasını bekleyemeyiz.
5. Çile
Hz. Yusuf (as)’ın hapsi, Hz. Yakub (as)’ın
Yusuf (as)’ı kaybetmesi, Hz. İbrahim
(as)’ın ateşe atılması, Hz. Zekariya
(as)’ın şehid edilmesi, Hz. Peyganber
(sav)’ın Taif’te taşlanması.
Bu büyük çileler bugünün davetçisine
başına gelebilecek zorlukların en küçü-
~38~
ğünden en büyüğüne kadar katlanabil-
mesi için ilham olacaktır. Davetçi kendi
çilelerinin peygamberlerinkinin yanında
önemsizliğinin bilincinde olarak başına
gelen zorluklarda geçmiş çileleri düşü-
nerek ve bu niyetle sabrederek sabrını
peygamberlerin sabrı gibi kayda geçire-
bilir.
6. İnsanların Kurtuluşuna İstekli Olmak,
Dertli Olmak
“Ey Muhammed! Mü’min olmuyorlar
diye âdeta kendini helâk edecek-
sin!” (Şuara, 3) Payımıza Düşen: İnsanla-
rın kurtuluşunu, hidayetini dert edin-
mek. Bu dertle hasta olmasak da kendi
gücümüzce dertlenmek, en azından ya-
kın çevremizdeki yatkın insanların hida-
yeti için endişeli olmak.
7. Karşılık Beklememek
De ki: “Buna karşılık sizden bir ücret
istemiyorum. Kendiliğimden bir şey id-
dia eden kimselerden de değilim.” (Sad,
86)
- Maddi çıkar (ev, araba, para vb.) bek-
lememek.
- Başka da hiçbir paye (ne güzel ibadet
ediyor, ne ahlaklı, ne güzel ders anlatı-
yor vb) beklememek.
- Bütün karşılığı Allah (cc)’tan beklemek.
8. Örneklik, Temsil
- Hudeybiye’de Peygamberimiz Hz. Mu-
hammed (sav) saçını tıraş edince ancak
sahabenin de saçını kesmesi örnekliğin
önemini gösterir.
- Evine gelen misafirlere gösterdiği
edep:
“Ey iman edenler! Yemek için çağrıl-
maksızın ve yemeğin pişmesini bekle-
meksizin (vakitli vakitsiz) Peygamber’in
evlerine girmeyin, çağrıldığınız zaman
girin. Yemeği yiyince de hemen dağılın.
Sohbet için beklemeyin. Çünkü bu dav-
ranışınız Peygamber’i rahatsız etmekte,
fakat o sizden de çekinmektedir. Allah
ise gerçeği söylemekten çekin-
mez…” (Ahzab, 53)
Bu ayetten anlıyoruz ki bazı sahabeler
yemekten sonra sohbet için bekliyorlar-
dı. Peygamberimiz (sav) de bu durum-
dan rahatsızdı. Fakat öyle bir örneklikle
karşı karşıyayız ki ne siyer kitaplarında
ne de hadis kitaplarında bu durumla
ilgili peygamberimizden olumsuz bir
sözün, davranışın sadır olduğunu görü-
yoruz.
Bugünün davetçisi için de insanlara ör-
nek olması, hakikati hakkıyla temsil et-
mesi hayati önemdedir. Davetçi bu tem-
sili peygamberlik misyonuyla yapmalı-
dır.
9. Başkalarının Hatalarına Karşı Tole-
ranslı Olmak
- “Allah’ın rahmeti sayesinde sen onlara
karşı yumuşak davrandın. Eğer kaba,
katı yürekli olsaydın, onlar senin etrafın-
dan dağılıp giderlerdi. Artık sen onları
affet. Onlar için Allah’tan bağışlama di-
le. İş konusunda onlarla müşavere et.
Bir kere de karar verip azmettin mi, ar-
tık Allah’a tevekkül et, (ona dayanıp
~39~
güven). Şüphesiz Allah, tevekkül edenle-
ri sever.” (Ali İmran, 119)
- Peygamberimizin (sav) affettiği / ta-
hammül ettiği davranışlar:
- İçki yasağına rağmen içki içen sahabe-
ye bazı olumsuz laflar söylenince “Ama
O Allah ve Rasulu’nü seviyor” demesi.
- Ganimet dağıtılırken “Adil ol ya Mu-
hammed!” denmesi karşında tahammü-
lü…
- Bedevilerin edebe aykırı hitaplarına
karşı sabrı…
- Uhud’da ve Taif dönüşünde müşriklere
karşı sabrı…
- Bize Düşen: Kardeşlerimize karşı müsa-
mahakâr olmak, hataları nedeniyle he-
men itham etmemek, fırsat vermek,
hatalarının düzelmesine yardımcı ol-
mak. Allah (cc)’ın onca hatamıza rağ-
men halim sıfatıyla bize fırsat vermesi
gibi biz de diğer insanlara karşı tolerans-
lı davranmalıyız.
- Davetçi kendisi mevzu bahis olduğun-
da alabildiğine katı, kılı kırk yaran biri
iken diğer insanlar olduğunda onlar hak-
kında hüsnü zan besleyen bir karaktere
sahiptir.
10. Hakkın Hatırı Ali Nefis Her Şeyden
Edna Anlayışında Olmak
Hak aşığı olmak. Hakkın hatırı için her
zaman özveride bulunmak. Kendini
önemsiz görmek.
Hiçbir başarıda kendini öne çıkarmama,
başarıları Allah’ın lütfu olarak görme.
Tüm başarısızlıkların kendinden kaynak-
landığını bilme.
11. Hak için her an ve hemen kalkıp
gidecekmiş gibi hazır olmak
Hz. Hanzala’nın cihad için evlendiği gü-
nün sabahında cihad çağrısıyla hemen
kalkıp gitmesi ve şehid olması hak uğ-
runda hiç vakit kaybetmeden, hemen
hareket etmenin en çarpıcı örneklerin-
den biridir.
Bu çabaları ölünceye kadar sürdürmek,
adeta koşarak ölen küheylan gibi dav-
ranmak. Küheylanlar için koşmanın tela-
şıyla, koşmaya olan hırsla bağlanma
nedeniyle öyle bir kendini kaybetmek-
ten bahsediliyor ki bu hedefe kilitlen-
mesinin etkisiyle kalbinin durduğunu,
çatladığını dahi fark edemiyor, koşmaya
devam ediyor.
12. Davet ettiklerimize yüreğimizde
kocaman bir yer ayırmak
“Andolsun, size içinizden, sizden öyle
bir Peygamber gelmiştir ki bir sıkıntıya
düşmeniz pek ağır gelir ona, pek düş-
kündür size, müminleri esirger, rahîm-
dir.” (Tevbe, 128)
Payımıza Düşen: İnsanlara karşı şefkatli,
merhametli olmak. İnsanları sıkıntılarını
dert edinmek, onlarla kalbi olarak ilgili
olmak.
13. Yaşatma Aşkıyla Yaşama Zevkinden
Vazgeçmek
İnsanların hidayeti için kendi rahatını
ihmal eden, insanlar kurtulsun için ça-
balayan olmak.
~40~
Peygamberimizin hasır üzerinde yatma-
sı bu anlamda önemli bir örnektir. Mek-
ke’nin ticaretle uğraşan maddi durumu
iyi olan hanımlarından Hz. Hatice (ra) ile
evli ve kendisi de şehrin en güvenilir
insanı olarak rahat ve bolluk içinde ya-
şayabilecekken peygamberlik davasıyla
birlikte delilik, sihirbazlık, bozgunculukla
itham edilmesine; açlık, savaş ve yok-
luklara rağmen insanların hidayeti için
gösterdiği ihtimamla, insanları yaşatma
iştiyakıyla her türlü yaşama zevkini
ayaklarının altına almış ve ömrü boyun-
ca bu yaklaşımını hiç bozmamıştır. Öyle
ki bu yolculukta bir gün üzerinde yattığı
hasırın izi yüzünde iz yapmıştır.
Rasulullah (sav)’ın güzide talebesi
Musab bin Umeyr (ra) de peygamberin-
den ilham alarak, kendince peygamber-
lik misyonun bir temsilcisi olarak, O’na
özenerek, Mekke’nin en zengin ailesine
mensupken yaşatmak için Medine’ye
gitmiş, şehadetinde üstünü örtecek el-
bise kalmayacak kadar yaşama zevkini
terk etmiştir.
Bize düşen de küçük de olsa peygam-
berlik misyonun bu günkü temsilcileri
olarak yaşama zevklerimizden feragat
ederek yaşatma aşkıyla dolu çabalar
içinde olmaktır.
Yukarıda bahsettiğimiz bütün bu pey-
gamberleri özenme hali en başta bah-
settiğimiz zihnimizde işin nasıl yer etti-
ğiyle ilişkilidir. Eğer kendimizi alelade bir
çağırıcı olarak görürsek yalnız, meyus,
ümitsiz bir taş kırıcısıyız; yok eğer kendi-
mizi peygamberler halkasının bir parçası
olarak görürsek kalabalık, ümit var bir
medeniyet inşacısıyız. Böylece dünyada
peygamberlerin safında yer aldığımız
gibi ahirette de peygamberlerin yanında
yer almamız umulabilir. □
KİTAP ÖNERİSİ:
Tevbe Suresi Tefsiri, Şehid Abdullah
Azzam, Buruc Yay. 839 sf. 2008 İstanbul.
~41~
S ina Motzek… 27 yaşında Alman bir anne-babanın
kızı olarak Almanya’da dünya’ya geldi. Sosyoloji
doktorası yapıyor hali hazırda…
Geleneksel bir Hıristiyanlık anlayışında büyüyen Motzek,
sorgulamaları neticesinde Hıristiyanlıktan kopuş yaşamış.
Bu kopuş ile başlayan uzun yıllar süren hakikat arayışı baş-
ladığını ifade ediyor.
Geçen sene Müslüman olan Motzek, hakikat arayışının
uzun ve çok acı veren bir süreç olduğunu söylüyor ve ekli-
yor: “Müslüman oldum evet; ama her şey aslında yeni baş-
lıyor. Bir kul olarak yolum uzun, yapmam gereken çok işim
var.”
Sina Motzek Hanımefendi ile Bursa’ya yaptığı bir ziyaret
esnasında tanışmak imkânı buldum. Hakikat arayışı, Müslü-
man oluşu ve sonrasında yaşadıklarına dair bir röportaj
yapmak teklifinde bulunduğumda büyük bir nezaket göste-
rerek teklifimi kabul etti.
Bu söyleşi klasik bir hidayet öyküsü olarak okunmamalıdır.
Bu söyleşi ile bir insanın hakikat arayışının ve bu arayışın
hidayet ile sonuçlanmasının ne denli zorlu ve acı verici bir
süreç olduğu ifade edilmeye çalışılmıştır. Aynı zamanda bu
söyleşi, Türkiye’de üzerinde bulunduğumuz, lakin çoğumu-
zun farkında olmadığı nimetlere dair bir hatırlatmadır.
Ebubekir Armağan
BİR HİDAYET ÖYKÜSÜ: SİNA MOTZEK HANIMEFENDİ
SÖ
YLE
Şİ
Müslüman oldum ve
mutlu sona ulaştım…
Hayır, aslında henüz
yolun başındayım.
Şimdi bunların altın-
dan nasıl kalkmam
gerektiğini düşünüyo-
rum...
~42~
Sina Motzek Hanınefendi röportajın
sonunda bu tespiti şu sözlerle ifade edi-
yordu: “Siz üzerinde bulunduğunuz ve
hazır bulunduğunuz nimete şükredin.”
* * *
Ebubekir Armağan: Muhterem Sina
Motzek Hanımefendi, öncelikle müla-
kat teklifimizi kabul ettiğiniz için teşek-
kür ediyorum. Sizi tanımak isteriz. Ken-
dinizi bize tanıtır mısınız?
Sina Motzek: Almanya’da doğdum, bü-
yüdüm. 27 yaşındayım. Sosyal Hizmetler
bölümünde lisans ve yüksek lisans eğiti-
mi aldım. Lisans eğitimim süresince ve
onu tamamladıktan sonra yaklaşık 3
yıllık bir iş tecrübem oldu. Şu anda ise
Almanya’da sosyoloji bölümünde Dok-
tora çalışmaları yapıyorum ve tez aşa-
masındayım. Aslında eskiden sosyal bi-
limci olmak gibi bir niyetim yoktu. Li-
sans eğitimimi tamamladıktan sonra
hayatımı sürdürebileceğim bir iş bulup
çalışmak niyetindeydim…
E.A: Tez konunuz nedir?
S.M: Tezimin konusu “Depresif şikâyet-
leri olan, Türkiye kökenli göçmen kadın-
larının biyograflarındaki ulus-ötesilik ve
eylemlilik” üzerine. Hayatlarını Türk ve
Alman kültürü arasında geçirdiklerinden
dolayı hastalıklarında her iki kültürden
de etkilenebilir ve yaralanabilirler diye
düşünüyor ve böyle varsayıyorum.
E.A: Aile yapınız, aldığınız kültür vs…
nasıl bir sosyal çevrede büyüdünüz?
S.M: Benim ailem geleneksel bir Hıristi-
yanlık algısına sahip. Annem Protestan.
Babam ise Katolik mezhebine müntesip.
Ailemden fazla bir din eğitimi görme-
dim. Almanya’da geleneksel olarak ço-
cukların dini eğitimi ile ilgilenecek bir
akraba tayin edilir. (Vaftiz anne-baba)
Bu kişi benim için teyzem olmuştu. Fa-
kat o bu hususta bana ciddi anlamda bir
katkı sağlamadı. Yalnızca Noellerde kili-
seye giderdik. Pazar günleri ise gitmez-
dik. 13 yaşıma girdiğimde ise Almanya’-
da geleneksel olarak her genç çocuğa
yapıldığı gibi benim için de kilisede bir
tören düzenlenmişti. Bu tören benim
artık Hıristiyan olduğumu gösteriyordu.
Fakat bu törene katılmak içimden geldi-
ği için değildi. Biraz çevremin hatırı için-
di. Daha önemlisi bu törene katılanlara
para verilirdi teşvik amaçlı. Herkes gibi
benim içinde cazip gelen bir unsurdu bu
durum. Fakat birkaç sene sonra pişman
oldum ve Kiliseyi bıraktım.
E.A: İlginç… Niçin bıraktınız?
S.M: Bıraktım çünkü gördüm ki inanmı-
yorum. Bu süre içinde çok fazla olmasa
da İncil’i de okudum. İncil’i okuduğum-
da yazılanlar bana tutarlı gelmedi. Bu
kararı aldığımda ailem bana tepki gös-
termişti. Fakat bu tepkiye şaşırmıştım;
çünkü ailem dindar değildi ve dindar
olmadıkları halde Hıristiyanlıkta kalmam
için bana baskı yapıp çıktığımdan sonra
ise başkalarından bunu saklıyorlardı.
Sonuçta Almanya’da aileler çocuklarına
belli bir yaştan sonra fazla müdahale
etmezler. Sonunda kararıma saygı gös-
terdiler.
~43~
E.A: Peki sonra?
S.M: Sonra ise ateist oldum diyemem
elbette… Bir Yaratıcının varlığını reddet-
miyordum; ama benim için Allah’ın var-
lığı bir anlam ifade etmiyordu ve olup
olmadığını bulmak için araştırmıyor-
dum.
E.A: İnsanoğlu tarihi boyunca varoluşu-
nun anlamını merak etmiş ve hakikat
arayışına girmiştir. Bu tarihin her döne-
minde her birey ve toplum için geçerli
olmuştur; ama az ama çok. Ve varoluş
sancısı çok zordur. Bu anlamda Sina
MOTZEK’in hakitat arayışı nasıl başladı
ve bu arayışınızda nasıl bir tecrübe ya-
şadınız?
S.M: Aslında kendimi bildim bileli bir
boşluğun ve dolayısı ile bir arayışın için-
deydim. Fakat ne aradığımı bilmiyor-
dum. Beklide adını koyamıyordum. Al-
manya’da 18 yaşına giren herkes özgür
ve bağımsız bir hayat sürmeye başlar.
Ben de 18 yaşına geldiğimde evden ay-
rılmaya karar verdim. Özgürlük ve ba-
ğımsızlık düşüncesi beni çok
cezbediyordu. Bir ara felsefeye merak
sardım, bir ara punk ve rock müzik gibi
akımlarla ilgilendim, bir ara da komü-
nizm’i araştırdım. Karl Marks’ın “Das
Kapitali”ni okuyan bir çevreye girdim.
Komünizmde insan yalnızca ekonomik
bir canlı olarak görülür. İnsanın ruhuna
dair bir şey yoktur orada.
E.A: Tüm bunlar bir savruluşu ifade
ediyor. Bu durumu her insanın yaşaya-
bileceği gibi tatminsizlik olarak değer-
lendirebilir miyiz?
S.M: Evet, sanırım böyle denilebilir. Al-
manya’da herkes özgürlük ve bağımsız-
lık fikriyle büyür. Kendime olan özgüve-
nim çok yüksekti. Tek başıma çok genç
bir yaşta sırtımda çantamla Yeni Zelan-
da’ya gittim. Yolculuğum 7 hafta sürdü.
Sonra Gana’yı gittim ve gezdim. Gana’-
da küçük bir cami görmüştüm ve çok
etkilenmiştim. Ama orada kaldı etkilen-
mem. Sürekli bir arayış hali yani…
E:A: Bu arayışınız oldukça uzun bir se-
rüven. Aradığınızı bulamamak nasıl bir
duygu?
S.M: Bu hem boş hem de çok acı verici
bir durumdu çoğu zaman. Gittiğim yer-
lerde çok güzel yerler gördüm. Allah’ın
yeryüzünü ne kadar güzel ve kusursuz
yarattığını gördüm ama o zaman bunu
idrak edemedim. Bunu idrak edememiş
olmak acı bir şey…
E.A: Bu arayış serüveninizde İslam sizin
için ne ifade ediyordu?
S.M: Galiba ben - ülkemde olduğu üzere
- medya, aile ve sosyal çevremin etkisin-
de kalmıştım ve İslamiyete karşı uzak ve
biraz da olumsuz bir kanaate sahiptim.
Lisede okurken sınıfımda tek bir Müslü-
man arkadaşım vardı. Bir gün onun evi-
ne ziyarete gitmiştim. Onu yabancı gö-
rürdüm. Onunla evlilik üzerine konuşur-
ken, arkadaşım ailesinin onay verdiği
birisiyle evlenebileceğini söylemişti. Çok
şaşırmıştım. “Nasıl olur böyle bir şey?
İnsan sevdiği birisi ile evlenmelidir…”
dediğimi hatırlıyorum. Bu durumun bir
~44~
ezilmişlik olduğunu düşünmüştüm, be-
yinleri yıkanmış olmalıydı… Daha önce-
de ifade ettiğim gibi; biz Almanya’da
özgürlük düşüncesi ve hayali ile büyü-
dük. Bu durumu anlamam mümkün de-
ğildi. Bugün Müslüman olduğumu söyle-
diğimde aynı şeyleri benim içinde söylü-
yorlar: Beyni yıkanmış falan diye…
E.A: Ve Türkiye maceranız… Türkiye’ye
ilk ne zaman geldiniz?
S.M: Türk asıllı bir arkadaşım vardı. Al-
manya’da yaşadığı için Türkçesi çok iyi
değildi. Türkçesini geliştirmek için bir
kursa gideceğini söylemişti. Benim dil
öğrenmeyi sevdiğimi bildiği için beni de
Türkçe Kursuna davet etmişti. Sonra
beni Türkiye’ye davet etti. Ve Türkiye’ye
2009 yılında ilk olarak tatil maksadı ile
geldim. Benim düşüncelerimi paylaşan
bir arkadaş grubum vardı. Onlarla birlik-
te İstanbul’a sadece eğlence amaçlı git-
miştik. İstanbul’da görüştüğümüz insan-
lar sözde Müslümanlardı; ama İslamiyet
kelimesi bile geçmemişti İstanbul’da
kaldığımız süre içerisinde.
Daha sonra ise Doktora çalışmalarımın
gereği olarak Türkçeyi ilerletmek için bu
defa eğitim için geldim Türkiye’ye. Za-
ten gittiğim kurs vesilesi ile az-çok öğ-
renmiştim Türkçeyi.
E.A: Pekâlâ… İslamiyet’e olan ilginiz
nasıl ve ne zaman başladı?
S.M: 2012 senesinin başında İstanbul’da
Türkçe dil eğitimi ileri sürdüğüm sıralar-
da, aynı sınıfı paylaştığım Afganistan,
Fas gibi İslam ülkelerinden gelen arka-
daşlarım oldu. Ve böylece ilk defa Müs-
lüman insanların bulunduğu bir ortam-
da bulunmak imkânım oldu. Bu çok
uluslu ortam benim için önemli fırsatlar
oluşturmuştu İslam’ı tanımak açısından.
Hem bu ortamda hem de bir Türk arka-
daşımla geçirdiğim vakitte Müslüman
arkadaşlarımın aileleri ile olan ilişkileri-
nin kuvvetli oluşu beni etkileyen en
önemli unsurdu. Müslümanlar niçin
böyle davranıyorlardı? Merak ediyor-
dum…
E.A: Müslüman arkadaşlarınızın aile
hayatları sizi niçin etkiledi peki? Türki-
ye’de aile bağları kuvvetli olduğundan
(son dönemde değişmeye başlasa da)
bu durum bizim için çokça şaşırtıcı de-
ğil.
S.M: Bizim aldığımız kültürde aile bağla-
rı kuvvetli değildir. Ben de Almanya’da
iken ailemden uzak bir yaşam sürüyor-
dum. Sık görüşmezdik. Ailemin 2012
yılında ben İstanbul’dayken beni ziyare-
te gelmeleri çok önemli bir dönüşüm
benin noktasıydı. İstanbul’u gezdirdim
onlara. Ayrılacağımız zaman çok uzun
yıllar sonra sarılmıştı babam bana. İna-
nılmaz bir duyguydu benim için. Aile-
mizdeki bu değişmeyi fark eden Türk bir
arkadaşım vardı. Kendisi ailesini her gün
arardı. Bense bu duruma çok şaşırırdım.
Bu arkadaşım bana sürekli babamı ara-
mamı söylerdi. Hatta bir ara bu durum-
dan rahatsız oldum ve beni rahat bırak-
masını ve aramayacağımı söylemiştim.
Hiç unutmuyorum bir gün İstanbul’da
~45~
Kadıköy’de annemle telefonda görüşü-
yordum. Sonra babamı istedim telefona.
O an annem çok şaşırmıştı ve sözleri ile
şaşkınlığını belli etmişti. Babamla konu-
şurken onun ağlamak üzere olduğunu
fark ettim. Yaklaşık 10 dakika konuştuk
telefonda. Bu kadar uzun konuşmamış-
tık daha evvel. Çok değerli anlardı be-
nim için.
E.A: Etkileyici bir hatıra… Şunu merak
ediyorum: erdemli bir davranışa şahit-
lik eden kişi, bu davranışlar gösteren
kişiye hayranlık duyabilir. Beğenir, al-
kışlayabilir… ama bu durum tek başına
bir insanın hayatını etkileyecek olan bir
dönüşüm/değişim açısından yeterli
değildir kanaatindeyim. Bu durum sizi
ne yönde etkiledi?
S.M: Evet burası önemli. Bu davranışları
gösteren arkadaşlarımın ortak noktası
İslam’dı. Bu vesile ile İslam’ı öğrenmeye,
araştırmaya karar verdim. Fakat ilk baş-
ta bu öğrenme ve araştırma çabalarım
sadece arkadaşlarımın dünyalarını ya-
kından tanımak içindi, başka bir şey de-
ğil. Bu vesile ile ilk girişimim Almanca
Hadisler okumak olmuştu. Daha sonra
gittikçe ilgimi çekmeye başladı İslam ve
arkadaşlarıma sorular sormaya başla-
dım. Özellikle bu sorularıma cevap vere-
bilmek amacıyla araştıran ve anlamazlı-
ğıma çok sabır gösteren bir arkadaşım
görüşlerini benimle paylaştıkça hayatım-
daki her şeye farklı bir açıdan bakmaya
başladım. Kendi yaşam biçimimden an-
cak çok yavaş vazgeçebildim ama yine
de sorgulamaya başladım.
E.A: Şöyle bir toparlayacak olursak:
Arkadaşlarınızın davranışlarından etki-
lendiniz, bu davranışlara sebep olan
düşünceyi araştırdınız, kendi hayatınızı,
Müslüman arkadaşlarınızın hayatları ile
mukayese ettiniz, sorguladınız ve bir
nevi hakikat ile yüzleşmeye başladınız.
Bundan sonra arayışınız nasıl devam
etti, neler yaşadınız?
S.M: Bundan sonrası acı verici oldu. Ha-
yatımın geçmişte kalan yanlarından piş-
manlık duymaya başladım. Fakat haki-
katle yüzleşmeye başlamış olsam da
onu kabul edip hayatımı ona göre sür-
mem daha çok zaman aldı. Faslı bir ar-
kadaşım “sen değişmeye başladın, niçin
kabul etmiyorsun İslam’ı” demişti. Ol-
maz kabul edemem demiştim. Acele
ediyordu arkadaşım ve ben özgürlüğüm-
den vazgeçmek istemiyordum.
Bir gün Türk bir arkadaşım bana Allah’ı
ailesinden daha fazla sevdiğini söylemiş-
ti. Çok şaşırmış ve etkilenmiştim. Bir
insan nasıl olur da Allah’ı ailesinden da-
ha fazla severdi?
Bu anlattıklarım yavaş yavaş etkiliyordu
beni. Bundan sonra ise Kur’an okumaya
başladım.
E.A: Kur’an okumaya başladığınızda ne
gördünüz? Aradığınızı buldunuz mu?
S.M: Bakara Suresini okuduğumda sanki
beni anlatıyordu ayetler. Yaşadıklarımı
anlatıyordu, çevremi anlattığını gördüm.
İnsanların niçin inkâr ettiklerini anlatı-
yordu. Sınırsız özgürlük düşüncesini
eleştiriyordu. Okurken bazen korktum,
~46~
pişmanlık duydum yaptıklarımdan, cen-
net ayetlerini okurken ise seviniyordum.
İslam’ı öğrendikçe kâinatın muazzam bir
düzeninin olduğunu fark ettim. Daha
evvel tesadüflerin ortaya çıkardığı bir
kaotik düzen olduğuna inanırdım.
Kur’an-ı 5-6 farklı mealden karşılaştır-
malı olarak okuyorum. Çünkü bazen
anlayamıyorum.
Tabi zaman zaman kafam da karışıyor-
du. Mesela kader konusunda kafam çok
karışmıştı. Bir gün bir Türk arkadaşım
kader konusunda beni ikna etmişti. İkna
oldum dediğimde “artık sen Müslüman
oldun” dediğinde “Hayır! Olmadım.”
demiştim. Hala bir yanımda eksiklik var-
dı.
E.A: Sizinde malumunuz oryantalizm
İslam’a saldırırken, İslam’da çok evlilik,
örtünme gibi argümanları kullanır.
Bunlar İslam hakkında önemli önyargı-
lar oluşturmuştur. Bu noktalarda sizin-
de önyargılarınız mevcut muydu? Ve
bu hususlarda kanaatleriniz nasıl değiş-
ti?
S.M: Evet önyargılarım vardı. Çoklu evli-
lik gibi bazı unsurlarını kabul edemez-
dim. Arkadaşlarımla tartışırdım. Örtün-
me meselesi de böyleydi benim için.
Fakat zamanla gördüm ki İslam’da var
olan hükümlerin makul bir sebebi var.
Mesela örtünme bana gerçek bir özgür-
lüğü vaat ediyordu.
E.A: Ve tüm bu sorgulamalarınız, oku-
malarınız ve çektiğiniz sancıların so-
nunda Müslüman olmaya karar verdi-
niz. Ne zaman “ben Müslüman’ım, tes-
lim oldum” dediniz? Ve bu nasıl gerçek-
leşti?
S.M: Bir gece Almanya’daki evimde kıb-
leyi bir şekilde bularak ve kalbimden ne
geçiriyorsam söyledim. Bu benim için
gerekliydi ve çok önemliydi. Allah’la
olan bir görüşme, konuşma gibiydi bu.
İçimi döktüm adeta. Mantık ya da akıl
yürütme ile bir yere kadar gidebiliyorsu-
nuz. İnsanın manevi bir adım atması
gerekiyordu ve ben secde etmeliydim.
Allah’a evet ben senin kulunum demem
gerekiyordu. Bu son ve en önemli dö-
nüm noktasıydı benim için ve Müslüman
olduğumu ifade etmeden iki hafta önce-
siydi. Etrafımdaki insanların nasıl bir
tepki vereceğini kestiremiyordum. Kor-
kuyordum. Sorgulama sürecimde bir
takım eski alışkanlıklarımı değiştirmiş-
tim. Mesela alkol almayı bırakmıştım,
eğlence partilerine gitmiyordum. Bun-
dan dolayı aynı evi paylaştığım iki kız
arkadaşım onlarla yollarım ayrıldığı için
beni evden kovdular. Danışman profe-
sörümde çalışmalarımın kolaylığı için
Üniversitenin bulunduğu şehre gelmemi
istiyordu. Belki bu benim için daha ha-
yırlı olur dedim ve doktora çalışmalarımı
yürüttüğüm şehre ailemin de yardımı ile
taşındım.
Yeni evime taşındıktan sonra Kuran’ı iki
hafta boyunca yoğun bir şekilde oku-
dum. Bu arada Mekke’ye gidip geldikten
sonra Müslüman olan bir yazarın kitabı-
nı okuyunca Müslüman olabileceğimi
düşündüm. Zaten Allah’ın varlığını kabul
~47~
ediyordum, eski alışkanlıklarımı ise terk
etmiştim, niçin Müslüman olmayaydım
ki? Aslında Kur’an-ı Kerim’in tamamını
okuyup sonra Müslüman olurum diyor-
dum. Belki önüme çelişkili ve tutarsız
ifadeler çıkar diyordum. Ama çok da
korkuyordum; çünkü ahiret ve cehen-
nem vardı.
Ve geçen sene (2012) Eylül Ayında bir
gün Türkiye’de ki yakın bir arkadaşıma
internet üzerinden ulaştım. “Ben Müslü-
man olacağım” dedim. Kelime-i
Şehadeti bilmediğim için arkadaşım ba-
na onu tekrar ettirdi. Almanca tercüme-
sini de buldu benim için. Sonra abdest
aldım. O an kendimi tertemiz hissettim.
Hatta bir bebek gibi…
Ve artık Müslüman olduğuma göre Al-
lah’ın emirlerini yerine getirmeliydim.
En önemli ibadet namazdı. Vazifemdi
yani bu, yerine getirmeliydim mutlaka.
Namaz başlangıçta çok kompleks gel-
mişti bana. Fatiha Suresini, subhaneke
ve tahiyyat dualarını, bütün gün elimde
notlarla ezberledim. Zor oluyordu. Tür-
kiye’deki arkadaşım bana yavaş yavaş
öğrenmemi tavsiye etti. Ben çok acele
ediyorum. İlk günlerde namazları ise
yalnızca iki rekât zannediyordum. Bütün
namazlarımı öğrenene kadar hep iki
rekât kılmıştım.
E:A: Müslüman oldunuz… Sonrasında
neler yaşadınız?
S.M: Öncelikle aileme Müslüman oldu-
ğumu söylemeliydim. Telefonda söyle-
yemezdim. Eve gittim ve onları karşıma
alarak “size söylemem gereken bir şey
var: Ben Müslüman oldum” dedim. On-
larda benim zaten İslam’la ilgilendiğimi
bildikleri için sakin sakin oturuyorlardı.
Şaşırmadınız mı? Dedim. Hayır dediler.
Yalnızca beni etkileyen şeylerin neler
olduğunu sordular ve ben de anlattım.
Abim hemen odasına giderek Ateizmle
ilgili kitaplar getirerek beni ikna etmeye
çalıştı. Ama ben kesinlikle geri dönme-
yeceğimi söyledim. Tartışmalarımız olu-
yordu bazen. (Türkiye’deki gezi olayları-
nı bana örnek göstererek İslam’ın özgür-
lükleri kısıtlayan bir din olduğunu söyle-
dikleri de oldu.) Ama korktuğum kadar
büyük bir tepkiyle karşılaşmadım.
Zaten ailem dışında birkaç arkadaşımla
birlikte etrafımda hiç kimsem kalmamış-
tı. Aslında bazen yanlış bir algı oluşabili-
yor. Müslüman oldum ve mutlu sona
ulaştım… Hayır, aslında henüz yolun
başındayım. Şimdi bunların altından na-
sıl kalkmam gerektiğini düşünüyorum.
Yapmakla mükellef olduğum vazifelerim
var. Onları yerine getirmeliyim. Yapaca-
ğım ve öğreneceğim çok şey var.
Bu süreçte zor zamanlarda yaşadım.
Yalnız kalmış olmak beni korkutuyordu.
Arkadaşlarımı terk etmiştim, belki fazla
kimse yoktu yanımda ama Allah’a iman
ediyorum ve Allah benimle beraberdi.
Taşındığım yeni mahallemde bir Müslü-
man Hoca ile tanışmıştım. Ona Caminiz-
de kadınlar için ders veriliyor mu? diye
sordum. Hayır dedi; ama evde hanımım
sana yardım edebilir, dedi. Ve o hanımla
~48~
tanıştım. Evine gidip gelmeye başladım.
Onlar bana hem manevi bir aile oldular
hem de İslam’ı öğrettiler. Türkiye’de ise
çok değerli ve güzel insanlarla tanıştım.
Rabbim beni hep hayırlara yönlendiri-
yor. Bunu hissediyor ve görüyorum.
Şimdi ise İslam’ı anlatmak benim vazi-
fem, bunu biliyorum. Tamam, Müslü-
man oldum ve oturup cenneti bekleye-
bilirim. Ama bu kolaya kaçmak olur. İs-
lam’ı anlatmaktan bazen korkuyorum;
çünkü insanların benimle alay edecekle-
rinden korkuyorum. İslam’ı anlatmak
çok sabır isteyen bir şey, çünkü insanla-
rın kalpleri ve akılları kapalı maalesef…
E.A: Türkiye’deki Müslümanların İslam
algısını gözlemlediniz. Nasıl bir değer-
lendirme yaparsınız bu hususta?
S.M: Türkiye’de ya da Almanya’da yaşa-
yan Türkler mesela Kur’an-ı çok iyi oku-
yabiliyorlar. Tabii ki bu normal; çünkü
küçük yaşlardan itibaren öğrenmeye
başlıyorlar. Fakat bu okuma bazılarında
yüzeysel. Sadece Arapça metnini oku-
yorlar. Tabii ki bu çok güzel; ama anla-
mını merak etmiyorlar. Meal okumuyor-
lar. Yaşamlarını sorgulamıyorlar. Hâlbuki
Müslüman olmak sadece başlangıç bir
son değil. Yaşamımızın sonuna kadar
zorlu bir yürüyüşümüz var.
E.A: Son olarak “Müminler birbirlerine
hakkı ve sabrı tavsiye ederler” ilahi ke-
lamı çerçevesinde bize, Türkiye’deki
Müslüman kardeşlerinize neler söyle-
mek istersiniz?
S.M: Gözlerinizi açın! Siz hazır buldu-
nuz… Ben hakikati, İslam’ı bulabilmek
için çok uzun bir yol yürüdüm. Çok acı
çektim ve bedeller ödedim. Bazen bunu
da sorguladım. Benim yolum neden bu
kadar uzun? Neden bu kadar uzun ve acı
verici bir yoldan gelerek İslam’ı buldum?
Diye. Ama biliyorum ki bu benim yolum
ve benim imtihanım. Sizin yolunuz çok
daha kısa. Buna çok şükretmelisiniz.
E.A: Yol kimimize uzun, kimimize ise
kısa olsa da hepimiz için zahmetli bir
yolculuk. Ve herkes kendi yürüdüğü
yolun hesabını verecek Allah’a. Çok çok
teşekkür ediyorum, Allah Razı olsun…
Bize vakit ayırdığınız ve röportaj teklifi-
mizi kabul ettiğiniz için.
S.M: Ben de teşekkür ediyorum, Allah
razı olsun… □
KİTAP ÖNERİSİ:
Cennete Otostop (Hidayet Öyküleri),
Adem Özköse, Pınar Yay. 191 sf. 2011.
~49~
“ Kendimizi Bilmek Üzerine” yazı dizimizin temel fikri,
âdemoğlunun ruhsal olarak tamamlanmış bir varlık
olmadığıdır. Allah, insanı hem iyiliğe hem de kötülü-
ğe yönelebilecek bir yapıda yaratmıştır. Ondan seçmesini
istemiştir.
“Şüphesiz biz ona doğru yolu gösterdik. İster inanır, ister
inkâr eder.” (İnsan, 3. ayet)
Fakat insanın seçimleri, yapageldiklerinden ve çevresel
şartlardan bağımsız değildir. İnsan, davranış ve düşünce
olarak biriktirdiklerinin esiridir. Zira sürekli günah işlemiş
ve günah işlenen ortamlarda bulunmuş kişiler için günah
yolları kolaylaştığı gibi sakınarak yaşayan insanlar için de
iyilikler kolaylaşmaya başlar. Yani hayat bu yönüyle kümü-
latif etkenler biçiminde ilerler.
“Asla, hayır; onların kazandıkları, kalpleri üzerinde pas
tutmuştur.” (Mutaffifin Suresi, 14. ayet)
“Mümin bir günah işlediği zaman kalbinin üzerinde siyah
bir nokta oluşur. Eğer tövbe eder, günahı kalbinden çıkarır
ve bağışlanma dilerse, kalbi tekrar eski parlaklığına kavu-
şur. Eğer günah işlemeye devam ederse kalp üzerindeki
siyah noktalar da artar, nihayet kalbi tamamen kap-
lar.” (Tirmizî, Sünen)
Bilgin Bozkurt
KENDİMİZİ BİLMEK ÜZERİNE—4
PSİK
OLO
Jİ
Özellikle günümüz
insanı için bir şahsiyet
olmak daha zor hale
gelmiştir. Yaşamımız
birileri tarafından sü-
rekli işgal altına alınıp
sakinleşmemize,
akletmemize, kendimi-
ze gelmemize izin
verilmemektedir.
~50~
Akıl baliğ insan kendi haline bırakıldığın-
da iyi ve doğru olanı içsel olarak hisse-
debilir. Fakat insanın aklına müdahale
eden birçok etmen vardır. Daha önceki
yazılarda bu etmenlerden bahsettik. Bu
etmenlerin etkisindeki aklın gerçeği gö-
rebilme yetisi, yüzme bilmeyen ve ağzı-
nı suyun üstünde tutmaya çabalarken
bir yandan da düşünmeye çalışan bir
adamın hali kadar şaşmaya müsaittir.
Zira o akıl, vicdan ve imandan daha fazla
duyguların ve nefsin arzularının altında
kalmıştır. İnsanın kalp krallığındaki tahta
nefis oturmuş ve kalbin derinliklerine
köklerini salmışsa, o kişinin saf iyiliğe ve
doğruluğa bağlı kalması imkansız hale
gelir. Nefis ancak iyilik ve doğruluk ile
çıkarları birleştiğinde bunlara yönelir.
İnsanın kendi üzerinde çalışabilmesinin
ilk şartı, sakince içini gözlemlemesi ve
aslında kontrolün kendinde değil nefsi-
nin elinde olduğunu fark etmesidir. Ken-
dini iyi gözlemleyen insan görür ki, mas-
kelerin altında maskeler vardır ve saflaş-
ma devam ettikçe maskeler açılır. İnsan
kendi özüne gittikçe daha da yakınlaşır.
Kendini arayan insan, aramaya içeriden
başlamalıdır.
Evet, insan adeta otomatik pilotta ilerle-
yen gelişmiş bir uçak gibidir. Maalesef
uçağın kokpitinde iman değil, yaşamımı-
zın çok büyük bir diliminde nefsimiz var-
dır. Pilot uçağın her şeyine hakim değil-
dir. O sadece sürer. Ama onun dışında
uçağın kendi bünyesinde bir donanımı,
mekaniği, yazılımları vs. vardır. Tıpkı
bizim de içgüdü merkezimiz, hareket
merkezimiz, duygu ve düşünce merkez-
lerimiz olduğu gibi... Ama insanı özel
kılan şey, otomatik pilotta yaşadığını
anlayabilecek ve bunu durdurabilecek
yapıda yaratılmış olmasıdır.
İnsanın kendini araması ve Rabbine
doğru yürümesi, onun dünyaya geliş
amacıdır, dersek yanlış söylemiş olma-
yız. İnsanların çoğu ölümden korkar.
Korkulması gereken ölüm değil, hiç ya-
şamadan bu dünyadan gitmektir. Kendi-
ni bulma yoluna girmeyen insan bu dün-
yanın kabuğunda yaşar. Kulluğu ihsan
ile yaşamanın lezzetini almadan gider.
İslam dini, insanları kendisine tabi olma-
ya çağırırken onların akıllarına ve vic-
danlarına seslenir. Müminlerin akıllarını
ve gönüllerini beslemek için onlara delil-
ler, hikmetler ve hakikatler sunar. Vic-
danı ve aklı kendi elinde olmayan insan-
ların, insanı muhatap alan ayetlere hak-
kını vererek yaklaşması mümkün mü-
dür? Aklını başkalarına teslim etmiş,
vicdanını susturmuş, tarafgirlik ve dü-
şünmeme girdabında boğulmuş insan-
lar, Müslüman bile olsalar, en hafif ta-
birle çok eksik bir yerdedirler.
İnsana bilgi yüklemek zor değildir. Ama
anlayışlar akıl ve vicdanla yüklenir. Bil-
mek, anlamak değildir. Anlayış bir öz-
dür. Bir şeyi anlamak demek, onun daha
büyük bir bütünle bağlantısını görmek
demektir. O yüzden anlayışlardan fikir-
ler, ilkeler detaylar ürer. İnsanın bir şey
hakkında anlayış (şartlanma ile karıştırıl-
masın) geliştirmesi için önce o şeye aklı
~51~
ve vicdanı ile bakması gerekir. Allah biz-
den bunu yapmamızı Kur’an’da sık sık
istemektedir.
Özellikle günümüz insanı için bir şahsi-
yet olmak (yani kendi akıl ve vicdanıyla
seçimler yapabilen bir varlık olmak) da-
ha zor hale gelmiştir. Yaşamımız birileri
tarafından sürekli işgal altına alınıp sa-
kinleşmemize, akletmemize, kendimize
gelmemize izin verilmemektedir. Adeta
zihnimizin her köşesi tecavüze uğramış
haldedir. Bunu karanlık bir odada 10 dk.
yalnız başınıza kalmayı deneyerek test
edebilirsiniz. Aklınıza gelen alakalı ala-
kasız düşünceleri durduramadığınızı, bir
fikre odaklanamadığınızı gözlemleye-
ceksiniz. Belki çoğu insana 5. dk’dan
sonra afakanlar basmaya başlayacak ve
odadan çıkacaksınız.
Şimdi şunu bilmelisiniz ki; kendinize
gelip sakinleşmeden ve şimdi ve bura-
da olmadan aklınızı ve vicdanınızı kul-
lanamayacaksınız. Çünkü şimdi ve bura-
da olmadığınız her an aslında otomatik
pilottasınız. Bu yüzden acilen bu konuya
eğilmek zorundasınız. Bunu nasıl yapa-
cağımızla ilgili bir pasajı, önceki yazıda
belirtmiştik (kendini gözlemleme nasıl
olur). Burada özellikle vurgulamak iste-
diğimiz husus, kendimizi olduğumuz gibi
görmeye çalışmaktır; yoksa olmamız
gereken adamı bulmaya çalışmak değil-
dir. Dolayısıyla önce durumumuzu etüt
etmeliyiz. Kendi haritamızı, tam da ol-
duğumuz gibi, sabırla, günlerce ve hatta
senelerce gözlemleyerek çıkarmalıyız.
Düştüğümüz kuyulara birer işaret dik-
meliyiz. Haritada o bölgeleri kırmızı içi-
ne almalıyız ki buralara karşı bir harekât
başlatabilelim. Yapılacak en büyük hata-
lardan birisi kendi kendimizi sürekli yar-
gılayıp kızarak, kendimize lanet ederek
gözlemleme işlemine sürekli hasar ver-
mektir. Bunu yapmamalıyız. Ancak bu
durum, günahlardan pişmanlık duyma-
yacağız demek değildir…
Anda olma ve dış dünyayı içe dönük bir
bakışla izleme çabası zor bir iştir. Bu
konuda sürekli bir hassasiyeti gerektirir.
Genelde bu işi tek başına yapan kimse-
lerin bu çalışmaları sık sık kesintiye uğ-
ramaktadır. O yüzden bu tür çalışmaları
birlikte yapmak en doğrusudur. İnsan
uykuya daldığı zaman bazen günler hat-
ta haftalar sonra uyanır (uyku ile kaste-
dilen mana için bkz. “Kendimizi Bilmek
Üzerine-1” adlı yazımız). Aynı hassasiye-
te sahip kardeşlerle birlikte olmak bize
bu konuda çok yardımcı olacaktır. Birbi-
rine malayani ve boş sözlerde değil de
Allah’a yaklaşma hususunda yardımcı
olan kardeşler...
Andalığın en büyük destekçisi şüphesiz
Kur’an okuyup üzerinde düşünmektir.
Zira o, insanda andalığın iki temel mer-
kezine sürekli besleme yapar; akıl
(zekâyı kastetmiyorum) ve vicdana.
Günlük virdler ve özellikle de halvet
(itikaf, vb.) aklı ve vicdanı besleyen pı-
narlardır. Andalığımıza en çok zarar ve-
ren durumlar ise;
Sürekli olumsuz, şikâyet bildiren cümle-
ler kurmak,
~52~
Gereksiz konuşmak, lafı uzatmak ve ma-
layani,
Kendimizi anlatmaya ve ön plana çıkar-
maya çalışmak,
Kişilerin ve olayların iç dengemize mü-
dahale etmesine izin verecek kadar çok
kaale almak (oysa burası sadece Allah
ve Resulu’ne ait bir alan olabilir),
Enerjimizi gereksiz adrenalin, öfke pat-
lamaları, tartışma gibi olaylarla boş yere
harcayarak andalık için gereken enerjiyi
israf etmek,
Her şahsa özel, onun fıtratında bulunan
tuzaklar (kimisi için kibir, kimisi için dik-
kat ve ilgi isteği, kimisi için beğenilme
arzusu, vs.) ki bunları gözlemle saptaya-
biliriz.
Bilinmelidir ki anda olma ve kendini içe
dönük bakışla gözlemleyerek gerçek
adımlar atma, bu yolla Rabbine samimi
olarak yürüme çabası, bu dört bölümde
anlatılanlardan ibaret değildir. Yola dü-
şen samimi kullar için Allah yollarını ar-
dına kadar açmıştır. Bu konuda bildiği-
miz kadarını anlatmaya gayret ettik.
Rabbim varsa hatalarımızı bağışlasın ve
çabamızı salihlerin amellerine katıp ka-
bul eylesin inşallah. Rabbim yolundan
ayırmasın. Kuranı yolumuz, Efendimizi
önderimiz, Cenneti de istikametimiz
eylesin. (Âmin) □
RAHLE EĞİTİM VE KÜLTÜR DERGİSİ
Dergimizi temin etmek isteyen kardeşlerimiz aşağıdaki adresler
üzerinden ücretsiz olarak alabilirler inşaallah.
Temin Noktaları:
Kartal-Soğanlık, Yenimahalle Özel Erkek Öğrenci Yurdu
Pendik-Kavakpınar Mahallesi, İnsan-Der Okuma Salonu
Pendik-Hilal Konutları, İnsan-Der Okuma Salonu
Pendik-Esenyalı Mahallesi, Yağmur-Der Okuma Salonu
Üsküdar-Bulgurlu Mahallesi, Rahmet-Der Okuma Salonu
Fatih-Kıztaşı Caddesi, Gençlik ve Kültür Merkezi
Bursa-Yıldırım, Sinandede Mahallesi, Asır Derneği
~53~
“ Özellikle son iki-üç yıldır çeşitli vesileler ile oluşan
küçük bilgi kırıntıları haricinde, zihnimi ve kalbimi
yokladığımda Gürcistan’a dair ciddi bir birikimim söz
konusu bile değil…”
Gürcistan’a Bursa İHH İnsani Yardım Derneği’nin Ramazan
2013 Faaliyetleri kapsamında gideceğim haberini aldığım-
da kendi kendime kurduğumu hatırlıyorum bu cümleleri.
Toplasam üç beş cümleden yukarı söz söyleyemeyeceğim
bir coğrafya Gürcistan. Öyle ya! Karadeniz sahilinin kenarı-
na kurulmuş olan Osmanlı yadigârı Batum, Başkent Tiflis,
sürgün yemiş Ahıskalılar ve azınlıkta kalan Müslümanlar…
8 Temmuz 2013 Pzt. Günü saat sabah 10.30’da 3 yol arka-
daşı olarak Bursa İHH İnsani Yardım Derneği’nin binasında
arkadaşlarımızla vedalaşıp yola çıkıyoruz.
İnegöl İHH’dan yanımıza dâhil olan son yol arkadaşımız da
kafilemize katıldıktan sonra artık yaklaşık 24 saat sürecek
olan Gürcistan seyahatimiz çok kısa birkaç duraklamadan
sonra kesintiye uğramaksızın Trabzon Akçaabat’a kadar
sürüyor. Ertesi gün ise Ramazan Ayı’nın ilk günü… Bu vesi-
le ile Akçaabat’ta ikamet ettiğimiz yurtta sahurumuzu ya-
pıp, sahur sonrası Sarp Sınır Kapısına doğru kalan üç saat-
lik yolumuzu almak üzere tekrar düşüyoruz yollara.
GÜRCİSTAN NOTLARI
Ebubekir Armağan
İS
LA
M D
ÜN
YA
SI
Batum ’ un o maalesef
kokuşmuş, köhnemiş
ahlaki yaşantısından
çıkıp geldiğimiz bu köy
gözüme evim gibi gözü-
küyor. Evet, yoksulluk,
çaresizlik, ötelenmişlik
var; lakin tüm bunlara
rağmen ayakta tutulma-
ya çalışılan değerler de
var, her ne kadar kitabi
olmasa da…
~54~
Ve artık 09 Temmuz 2013 Salı sabahı
10.30 civarı Sarp Sınır Kapısına varıyo-
ruz. Gürcistan’a girebilmek için Türk
Vatandaşlarından pasaport istenmiyor.
Nüfus Cüzdanı ile kısa bir prosedür neti-
cesinde giriş yapabiliyoruz.
Gürcistan’ın Türkiye ile olan sınırında
bulunan, Karadeniz’in kıyısına yerleş-
miş, kıyı şeridi boyunca yeşilin bin bir
tonuna sahip Batum… Hafızamın tozlu
kıvrımları arasından, gördüğüm manza-
ralar karşısında irkilerek sıyrılıyorum;
zira Batum’a ayak bastığımızda bizi kar-
şılayan iki unsur gözümüze batıyor ade-
ta: Kumarhane ve fuhuş merkezi olarak
işlev gören 5 yıldızlı otellerin büyük bill-
boardlardaki reklamları ve yanı başında
bir spor tesisi bulunan ve sınırdan girer
girmez kubbesinin sizi karşıladığı Orto-
dokslara ait bir kilise. (Söz konusu kilise-
nin sınırın Türkiye tarafında Batum sahi-
linden son derecede net görünen bir
camiye nispet olsun diye yaptırıldığını
öğreniyoruz. Medeniyetler, sembollerle
çarpışıyor.) Mihmandarımızı beklerken
objektifimi ilgimi çeken her nesneye
doğrultuyorum. Bir ara kilisenin bahçe-
sinde bulunan çan üzerinde sıradan bir
kıyafet bulunan bir çocuk tarafından
defalarca çalınıyor. Yol arkadaşlarımdan
Furkan Dönmez “saat başı çalınıyormuş
bunlar” diyor. Yerel saat 12.00’yi göste-
riyor. Türkiye ile Gürcistan arasında 1
saatlik zaman dilimi farklılığı söz konu-
su.
Kısa süren bir şaşkınlık ve uyum sürecin-
den sonra İHH’nın bölgedeki partner
kuruluşu MİZANİ Derneği’nin kurucu ve
yöneticilerinden Mürteza Vanadze kar-
şılıyor bizi. Kucaklaşıyoruz…
Ve Batum’da yol almaya başlıyoruz. Ti-
pik Karadeniz coğrafyası eşlik ediyor yol
boyu. Yeşil ile mavinin birleştiği bu güzi-
de şehrin ortasından geçen karayolu
üzerinde sık aralıklarla dikilmiş olan haç
figürlü ikonlar dikkatimizi yeterince üze-
rine çekiyor. Batum turistik bir şehir. Bu
özelliğini ise; kıyısında bulunduğu Kara-
deniz sahiline, doğasına ve bir de şüp-
hesiz bohem hayatına borçlu. Batum’un
sivil mimarisi tek ve iki katlı, bahçeli ve
çoğunlukla kesme taşlardan yapılmış
evlerden oluşuyor. Yaklaşık 30 dakikalık
bir yolculuktan sonra MİZANİ Derneği’-
nin yönetim merkezi olan ve aynı za-
manda Erkek Kur’an Kursu olarak işlev
gören binaya geliyoruz.
Yeterince yorgunuz. Kısa bir hoş geldin
karşılamasından sonra istirahat için
odalarımıza çekiliyoruz. İlk iftarımızı
ikamet ettiğimiz mekânda Kur’an tale-
beleri ile birlikte yapıyoruz.
Ertesi gün iyi derecede dinlenmiş bir
halde Batum’un da bağlı bulunduğu
ACARA Bölgesinde bulunan ve Müslü-
manların yaşadığı iki ayrı köye Ramazan
Kumanya dağıtımı için tekrar yollarda-
yız. İlk durağımız Acara’ya bağlı Chakvi
Köyü. Ana yoldan ayrılıp köy yoluna gir-
diğimizde aracımızın gidebileceği yer
ancak belli bir noktaya kadar olabiliyor;
zira köy yolu ciddi anlamda bozuk.
SSCB’nin yıkılıp Gürcistan’ın bağımsızlı-
~55~
ğına kavuşmasından bugüne
kadar herhangi bir iyileştirme
yapılmadığını söylüyor mih-
mandarımız. Bizi karşılayanla-
rın tamamına yakını kadın.
Yoksulluk, biçarelik yüzlerin-
den okunuyor. Kadınlar başör-
tülerini başlarının arkasından
bağlamışlar. Batum’un o maa-
lesef kokuşmuş, köhnemiş ah-
laki yaşantısından çıkıp geldiği-
miz bu köy gözüme evim gibi gözüküyor.
Evet, yoksulluk, çaresizlik, ötelenmişlik
var; lakin tüm bunlara rağmen ayakta
tutulmaya çalışılan değerler de var, her
ne kadar kitabi olmasa da… Burada ilk
kumanya dağıtımını gerçekleştiriyoruz.
Çocuklar etrafımızda. Yanımızda getirdi-
ğimiz oyuncak, şeker, toka ve balonları
çocukların küçük ellerine tutuşturuyoruz.
Dağıtım esnasında yere düşen şekerlere
aldırmıyoruz; ta ki köy kadınları onları
yerden toplayana kadar. Elimizde var
olana güvenmenin, bizi nasılda emniyet-
te kıldığını orada görüyorum. Devamı
var nasılsa yanımızda ve istersek alabile-
cek gücümüzde. Ve aslında yokluğun
insanı nasıl da güvensiz kıldığına da şa-
hitlik ediyorum. İtiraf ediyorum kendi
kendime ve hamd ediyorum Rabbime:
Yokluk bana hiç tanıdık gelmiyor. Ve
istiğfar ediyorum. Müsriflikten, haddi
aşmakta sana sığınırım Rabbim…
Dağıtım bitiyor. Erzaklarını alan köy ka-
dınları evlerinin yolunu tutuyorlar. Biz
de diğer köye, Gorgadzeebi’ye gitmek
üzere tekrar harekete geçiyoruz.
Dar, bozuk ve kenarları gür yapraklı
a ğ a ç l a r l a d o l u b i r y o l d a n
Gorgadzeebi’ye varıyoruz. Gorgadzeebi
Köyü, Chakvi’den yaklaşık 45 dakika me-
safede. Her iki köyünde Batum’a uzaklı-
ğı yaklaşık bir saat. Oruçlu olmamız fizik-
sel olarak işimizi zor kılsa da, kalbimizin
mutmainliğini artırıyor. Gorgadzeebi’de
bizi kadın ve erkeklerden oluşan yaşlı bir
grup karşılıyor. Her birinin yaşı tahmi-
nen 50’nin üzerinde gibi gözüküyor. Ki-
mi ise bastonla yaşamaya başlamış bile.
Dağıtımımızı büyük bir dikkat ve sabırla
gerçekleştiriyoruz. Köyden ayrılmak üze-
re iken, köyde bizi karşılayan ve köy hal-
kı tarafından sözünün dinlendiğini gör-
düğümüz bir amca Mihmandarımız
Mürteza’ya bir şeyler söylüyor. Mürteza
bize dönüp “ amca dua yapmak istiyor”
diye sesleniyor. Gürcüce yapılan duaya
âmin demek için ellerimizi kaldırıyoruz.
Allah, razı, selam, âmin… Anladığımız
kelimeler bunlar. Âmin diyoruz. Ve
Mürteza tercüme etmeye başladığında,
kimi takvim yapraklarının arka sayfala-
rında okuduğum lirik hikâyelerden, kimi
de İHH’ın organizeleri vesilesi ile dünya-
~56~
nın dört bir tarafına giden gönüllülerin
aktardıkları çarpıcı anekdotlardan birine
de bizim şahitlik ettiğimizi fark ediyo-
rum.
Getirdiğimiz iki çuval kuru gıda mı? Yok-
sa iki çuval dolusu umut, kimlik, özgü-
ven ve kardeşlik mi?
“Yüz yıl sonra geri döndünüz, yapayalnız
bırakmadınız bizi…”Dönen kim? Neyin
ruhu? Ben miyim geri dönen? Farkına
varıyorum. Bulunduğumuz coğrafyaya
adım attığımızda bizi karşılayan yabancı-
lık, bize ait olmayan soluduğumuz hava,
ezan duymadan, ufuklarda uzanan cami
minareleri görmeden geçirdiğimiz 2 gün
bize nasıl dar gelmişti oysa? Aslında
Gürcistan’da yaşayan Müslümanların
yüz yıllık yalnızlığının, itilmişliğinin, kim-
lik savaşının, Müslüman kalabilmek adı-
na verilen savaşta alınan derin yaraların
bıraktığı izlerin dışa vurumu olmalı bu
sözler. Bizim iki gündür yaşadığımız
“yabancılığı ve gurbeti” onlar yüz yıldır
yaşıyorlar. Dua bitti… Âmin…
Gorgadzeebi köyü ve ihtiyar sakinleri
geride kalıyor artık.
Konakladığımız yurda geri dönüyoruz.
İftarı Gürcistan Müslümanları Derneği
ve İnegöl Kafkasya Derneği’nin ortaklaşa
düzenledikleri bir programda yapıyoruz.
Ortodoks kilisesi temsilcisi haricinde
tüm dini azınlıklar orada. Katolik Kilisesi
Patrik’i, Bahaî Temsilcisi, Rum ve Ermeni
Patrikleri vs. Ömer Vanadze böylesi bir
programın 10 yıl önce hayal bile edile-
meyeceğini söylüyor. Ama diyor şimdi
sesimiz biraz daha gür çıkıyor.
İftar sonrası Tiflis ve Ahıska Programları
için harekete geçiyoruz. Gidilecek bölge-
lerin uzaklığı, yol şartları, Türk Plakalı bir
araçla Müslüman Köyleri’ne seyahat
etmenin emniyetsiz oluşundan dolayı,
tek bir araçla gitmek noktasında karara
varıyoruz. Bir minibüs ayarlanıyor. Der-
nek binasından kumanyaları araca dol-
duruyoruz. Şoför ve oğlu Mamuka,
Ömer ve Mürteza’da bizimle birlikte.
Toplam 8 kişiyiz. Gece 00:30’da
Ahıska’dan Tiflis’e doğru yola çıkıyoruz.
Yol boyu zaman zaman şiddetlenen yağ-
mur eşlik ediyor bize. Sahur için yol ke-
narında meyve satan bir kadının yanın-
da duraklıyoruz. Birkaç çeşit meyve seb-
ze alıp sahur yemeğine başlıyoruz. Ken-
disinden alışveriş yaptığımız kadını do-
matesleri yıkayıp, doğrayıp önümüze
servis etmesi hepimizi memnun ettiği
gibi iyi bir yol muhabbeti de açıyor. Ca-
mi ve dolayısı ile ezan olmadığından
saatlerimize bakıp vaktin girdiğine kana-
at getirdikten sonra hareket halindeki
minibüste sallanarak sabah namazları-
mızı kılıyoruz. Saat 03:00 civarı. Şoförün
oğlu Mamuka Trabzon’da İlahiyat oku-
duğundan Türkçesi oldukça iyi. Ömer ve
Mürteza’nın uykuya yenik düşmelerin-
den dolayı, sorularımızı Mamuka’ya
yönlendiriyoruz. Mamuka daha önü-
müzde 6 saat var deyince artık ben de
koltuğumda kıvrılabildiğim kadar kıvrılıp
kendimi uykunun kolları arasına bırakı-
yorum. Şoför ve oğlu Mamuka hariç tüm
arkadaşlarım uyku halinde. Minibüsün
~57~
motor sesi, şoförün bitmek bilmeyen
gürcüce hikâyeleri iyi bir ninni oluyor
bana.
Belli belirsiz hülyalar, düş ile gerçeklik
arası görüntü ve sesler arasında kapıldı-
ğım uykudan motor sesinin ani duruşun-
dan dolayı uyanıyorum. Gün ağarmış.
Burada yağmur yok. Saat 08:00’i geçmiş.
Tiflis’in merkezindeyiz.
Durakladığımız yere yürüme mesafesin-
de olan Tiflis Merkezde ibadete açık
kalabilmiş tek camiye gidiyoruz. Cami
bulunduğumuz saat itibari ile kapalı.
Ancak pencerelerinden görebiliyoruz
içerisini. İki mihrabının olduğunu duydu-
ğumda şaşırıyorum. Aynı kıble iki mih-
rap: Biri Şii, biri de Sünni Müslümanlar
içinmiş…
Caminin bulunduğu tepeden ve muhte-
meldir ki Tiflis’in her yerinden görülebi-
lecek büyüklükte olan tahrife uğramış
Hıristiyanlığın temel simgelerinden olan
“Teslis”i simgeleyen “Üç Bağ” isimli Kili-
senin altın kaplama devasa kubbeli yapı-
sı “Batum’a ilk girdiğimizdeki yabancılığı
hissettiriyor. Bu coğrafyaya ait olan Or-
todoks kimliğini adeta gözümüze soku-
yor… Bu durumu Gürcistan’ın her yerin-
de görmek mümkün. Zira Ortodoks Kili-
sesi Gürcistan’da siyasal, ekonomik ve
sosyal anlamda ciddi bir güç odağı halin-
de bulunuyor. Mihmandarlarımızın an-
lattığına göre Gürcistan’da, özellikle ye-
ni nesil arasında, dindarlık oranı çok dü-
şük olmasına rağmen, cemaati olsun
olmasın, en küçük yerleşim yerinde bile
kilise açılıyor, yollarda dini ikonlara rast-
lanılabiliyor. Dolayısı ile tüm bu göster-
geler, Ortodoks Kilisesi’nin topluma ce-
maat olmaktan çok, siyasi olarak bir güç
gösterisinde bulunduğunu gösteriyor.
Kısa süren Tiflis durağından sonra yolu-
muza devam ediyoruz. Yol boyu hâkim
tepelere yerleştirilmiş haç ikonları, sağlı,
sollu kiliseler ve Tiflis’in ortasından ge-
çen bir nehir gözümüze ilişen ana unsur-
lar…
Tiflis’ten yaklaşık olarak 2 saat mesafe-
de bulunan Tetrçkaro İlçesi’nin
Tsintkharo Köyüne varıyoruz. Köyün
toplam nüfusu 600 civarında. Azeri Hı-
ristiyanlar, asimile olmuş Acara’lı Hıristi-
yanlar ve kimliklerini muhafaza edebilen
Acaralı Müslümanlar yaşıyor bu köyde.
Nüfus dağılımı ise eşit. Lakin burada da
Kilisenin Müslümanlar üzerinde ciddi bir
baskısı söz konusu.
Köye her köyde olduğu gibi bozuk yol-
lardan giriyoruz. Bursa İHH’nın ev olarak
alıp cami işlevinde kullanılmak üzere
Müslümanlara bağışlamış olduğu Cami-
nin önündeyiz. İki katlı bir ev aslı itibari
ile burası. (Cami dendiğinde akla mina-
resi, kubbesi olan yapılar gelmesi nor-
mal. Lakin burası Gürcistan ve cami fi-
gürleri içeren bir mimari ile bina inşa
etmek mümkün değil burada) Cami yar-
dımcı İmamı Mahmut Hüdayi bize ara-
bayı caminin bahçesine almamızı ve er-
zak dağıtımını kapalı kapılar ardında
yapmamız gerektiğini söylüyor. Söze
tabi oluyor ve gerekeni yapıyoruz. Bah-
~58~
çe kapıları kapanıyor ve dağıtımlarımızı
gerçekleştiriyoruz.
Caminin yapımı henüz tamamlanabilmiş
değil. Maddi sıkıntılar kadar, Hıristiyan
köy halkının ciddi bir kara propaganda
ve baskısı da bu duruma sebep teşkil
ediyor. Bu caminin yapımının çarpıcı bir
öyküsünün olduğunu henüz Bursa’da
duymuş olduğumdan Yardımcı İmam
Mahmut Hüdayi ile görüntülü röportaj
için gerekli hazırlıklarımı tamamlayıp
kayda başlıyorum. Mahmut Hüdayi
İmam Hatip Lisesinin Türkiye’de oku-
muş. Daha sonra Lisans düzeyinde İşlet-
meyi de bitirip toprağına dönmüş.
Ekim 2012’de alınan evin cami olarak
kullanılabilmesi için “burasının toplu
şekilde ibadet edilen bir mekân” olarak
görünmesi gerekiyor. Fakat Ortodoks
Papazlar (Mahmut Hüdayi’nin tabiri ile)
mürtet iki-üç Acaralı ile bir anlaşma
metni hazırlıyorlar. Bu anlaşma metnin-
de yazan ifade “camide namaz kılınması
durdurulacak” şeklinde. Üstelik ilgili me-
tin “barış antlaşması” olarak imzalanı-
yor. Bu durumdan haberi olmayan Mah-
mut Hüdayi bir Cuma Namazı’nı, Müslü-
manların çoğunun Hıristiyan köylü kom-
şularından korkmalarından dolayı, ihti-
yar iki köylüsü ile kılıyor. Cuma namazı
anlaşmaya rağmen kılındığı haberini
ortalığa yayan Papazlar köylüyü galeya-
na getirip, Mahmut Hüdayi’yi muhtarlı-
ğa çağırtıyorlar ve Mahmut Hüdayi Hı-
ristiyan komşuları tarafından dövülüyor,
fiziksel şiddete maruz kalıyor. Mahmut
Hüdayi bu durumu “işin cilvesi herhalde
bu” diyor. Olayların büyümesinin önüne
geçmek için iki parlamenterin bölgeye
gelmesi ile Mahmut Hüdayi ve 12 Papaz
bir araya getiriliyorlar. Parlamenterlerin
bırakın bu insanlar ibadetlerini yapsınlar
çağrısına karşı çıkan Papazlar hazırladık-
ları anlaşma metnini çıkarıp parlamen-
terlerin önüne koyuyorlar.
“İşte! Hikâyenin bundan sonraki kısmı
tam anlamıyla bir mucize. Allah’ın kesin
yardımını yakinen gördük” diyor Mah-
mut Hüdayi. Yazılan metnin hem orijina-
linde hem de kopyalarında var olan
“Camide namaz kıldırılması durdurula-
cak” ifadesi “camide namaz kılanların
çıkarılması durdurulacak” olarak değiş-
miş bir vaziyette. “Hem biz hem de on-
lar şoka girdi” diyor M. Hüdayi. Ve İsra
Suresi’nin “hak geldi öve batıl yok oldu!
Batıl Yok olmaya mahkûmdur! Mealin-
deki ayetini okuyor. Ve diyor biz savaşı-
mızı kazandık. Şimdi köyümüzde ilk defa
bir camimiz var.
Cami, Gürcistanlı Müslümanlar için için-
de yalnızca namaz kılınan bir ibadetha-
ne değil. Cami onlar için 100 yıl boyunca
asimileye tabi tutulmuş Müslüman Kim-
liklerini tekrardan kazanabilecekleri bir
kimlik inşa üssü, bir medrese, okul, ni-
kâh salonu, istişare meclisi… Kısacası
her şey. Allah Resulü’nün Mümin kimli-
ğini inşa ettiği “mescit” ne ise Gürcistan-
lı Müslümanlar için cami o… Yani cami
hayatın merkezi…
Tsintkharo köyünden de gönül heybele-
rimizi doldurup tekrar düşüyoruz yolla-
~59~
ra. Tsintkharo köyünden 1 saat mesafe-
de olan Bolnesi İlçesi’nin Disveli Köyüne
doğru hareket halindeyiz. Disveli Köy
Yoluna girdiğimizde yol üzerinde bir
rahibe okuluna denk geliyoruz. Bolnesi
İlçesi’nin sakinlerinin Hıristiyanlığa daha
bağlı olduğundan bahsediyor Ömer bi-
ze.
Disveli Köyünde de Bursa İHH’nın satın
almış olduğu bir arsa üzerine cami yapı-
mı başlamış durumda. Öğle namazı vak-
ti vardığımızda giriyor. Henüz tamam-
lanmamış olan cami de Öğle Namazını
Disveli Köyü sakinleri ile birlikte eda
ediyoruz. Caminin Kurban Bayramına
kadar tamamlanacağını ifade ediyorlar.
Caminin hemen karşısında bulunan bir
bahçenin dibinde kumanya dağıtımımı-
za başlıyoruz.
Dağıtım bitiyor. Artık Disveli Köyünden
de ayrılıp Gürcistan programımızın son
durağı olan Ahıska Bölgesindeki Aspinza
Köyü’ne doğru harekete geçiyoruz. Yol
boyu geçtiğimiz köyler Hıristiyan halkın
ağırlıkta olduğu köyler. Sivil mimari bu-
ralarda da kendini belirgin özellikleri ile
belli ediyor. Düzgün kesilmiş dört köşe
taşlarla örülmüş tek ya da iki katlı bah-
çeli evler. En yüksek yapılar belirgin şe-
kilde kiliseler. Aspinza’ya doğru ilerle-
dikçe rakım yükseliyor. Yolculuğumuza,
zaman zaman etkili olan yağmur, sis
kümeleri, büyük koyun sürüleri de eşlik
ediyor. Sağımızda ve solumuzda yemye-
şil geniş yaylalar uzanıyor. Rakım yük-
seldikçe yerleşim yerleri olabildiğince
seyrelmeye başlıyor. Uzaklarda belli
belirsiz seçebildiğimiz köyler çarpıyor
gözümüze. Hava alabildiğine serin. As-
falt yollar geri de kaldığında seyahatimiz
boyunca alışkın olduğumuz bozuk köy
yollarına benzer bir yola giriyoruz. Sü-
rekli bir sarsıntı halindeyiz. Yolculuğu-
nun vermiş olduğu yorgunluk ve oruçlu
olmamızın verdiği halsizlik birleşince
aralıklara uyuyup uyanıyoruz. Bazen
derin bazen de göz dinlendirme ile ge-
çen uyku nöbetlerimiz aracımızın sarsıl-
maları eşliğinde yarıda kesiliyor çoğu
kez. Ve nihayet Disveli Köyünden yola
çıkışımızın 5. Saatinde Aspinza’ya varı-
yoruz. Aspinza Köyü çok derin bir ve
büyük bir vadinin yamacına kurulmuş.
Yaklaşık 2800 m. rakımda kurulan bu
köyün sakinlerinin çoğunluğu Müslü-
man Gürcülerden oluşuyor. İkindi’nin
vaktinin çıkmasına az bir zaman var.
Bursa İHH’nın burada da satın almış ol-
duğu bir ev cami işlevi görüyor. Camide
oturan ihtiyarlar bizi görünce ayağa kal-
kıyorlar. İçlerinden biri sıkıca sarılıyor
hepimize sırayla. Bu sırada içeri giren 13
-14 yaşlarındaki bir delikanlıyı gösteri-
yor bize sarılan ihtiyar amca. Delikanlıyı
işaret ederek, gülerek “bizim hoca” di-
yor. Köyde Kur’an okumasını bilen ve
imamlık yapabilecek kadar ezberi olan
bu delikanlıymış. Namaz sonrası dağıtım
için hazırlıklara başlıyoruz. Yağmur bu-
rada biraz daha şiddetli yağıyor. Mini-
büs Caminin bahçesine girmediğinden
camiye kadar taşıyoruz kumanyalarımı-
zı. Köyün delikanlıları da canhıraş yar-
dım ediyorlar bize; çünkü yağmur git
gide şiddetini artırıyor. Camiye çıkan
~60~
merdiven boşluğunda dağıtımımızı ger-
çekleştiriyoruz.
Aspinza Köyü programı da artık sona
ermiş oluyor. Ömer iki ayrı güzergâhımı-
zın olduğunu söylüyor. Ya geldiğimizden
yoldan geri dönüp tekrar Tiflis üzerin-
den Batum’a döneceğiz ya da yüzlerce
metre derinliğinde olan vadinin 2. Dün-
ya savaşı yıllarında açılmış olan engebeli
yollarından ineceğiz. Karar veriliyor. Son
derecede ürkütücü uçurumların yanı
başından geçen ve 14 büyük dönemece
sahip olan bu yolu görüntülemek için
kameramı çalıştırıyorum. Bu yol 2. Dün-
ya Savaşının en buhranlı günlerinde kö-
yün normal yolunu kullanıp ihtiyaçları
için güvenlik olmadığından gidemedikle-
rinden dolayı, Aspinza Köyü kadınlarının
girişimi ile açılır. Vadinin en derin nokta-
sından bir eşeği salarlar ve eşeğin yürü-
düğü güzergâh üzerinde bir yol açarlar.
Şimdi bir aracın geçebileceği kadar geniş
bir hale gelmiş. Lakin son derecede bo-
zuk ve tehlikeli bir yol. Sol tarafımızda
kalan uçurum kimi zaman yüreğimizi
ağzıma getiriyor. Yaklaşık 25 dakika sü-
ren son derecede sarsıntılı ve bir o ka-
dar da ürkütücü yol sona eriyor ve bu-
lunduğumuz mevkii Ahıska Merkez’e
bağlayan kara yoluna çıkıyoruz. Dakika-
lar sonra akşam vaktinin girdiğine kana-
at getiriyoruz. Ezanımızı okuyup, ekmek,
çikolata ve sudan oluşan erzağımızla
iftarımızı açıyoruz.
Ahıska Merkez’e vardığımızda saat
22.00’ı geçiyor. Ahıska kalesinde Ahıska
Müftüsü tarafından misafir ediliyoruz.
Ahıska Kalesi içinde 1720 yılında döne-
min Osmanlı Paşalarından olan Ahmet
Paşa tarafından yaptırılan camii, medre-
se var… Fakat bu tarihi yapılar müze
olarak kullanılıyor. Kalenin içinde ayrıca
bir de kilisenin varlığı dikkatimizi çeki-
yor. Söz konusu kilise kale restore edil-
diğinde Ahmet Paşa camiine nispet ola-
rak yapılmış. Yani kalenin orijinalinde
kilise yok. Semboller zannımızdan daha
büyük manalar ifade ediyor, daha iyi
idrak ediyoruz.
Yola tekrar çıktığımızda 24 saati aşan bir
süredir hareket halinde olmanın vermiş
olduğu ağır yorgunluk vesilesi ile artık
derin bir uykunun kuytularında kaybo-
lup gittiğimi, sahur için yol kenarında bir
yerde aracımız durduğunda anlıyorum.
Sahur sonrası, namazlarımızı aracımızın
içerinde kılıyor ve tekrar yola çıkıyoruz.
Nihayet Batum’dan ayrılışımızın 30. saa-
tinde yeniden Batum’dayız.
Sabah saat 07.00’da dinlenmek üzere
odalarımıza çekiliyoruz. Cuma günü ol-
ması münasebeti ile namaz için vakitli
bir şekilde kalkıyoruz. Namaz için
Batum’un tek camisindeyiz. Gürcüce
hutbeyi dinlerken Gürcü Müslümanlar
ile birlikte saf tutuyoruz.
Ve artık veda zamanı geliyor. Gürcistan
görevimizin sona ermesi ile birlikte Tür-
kiye’ye dönüş hazırlıkları yapıyoruz. Tür-
kiye’ye giriş yaptığımızda saat 18:00
civarlarında seyrediyor… Zihnimde ise
aynı soru yankılanıp duruyor: Gürcistan
bize ne kadar yakın, ne kadar uzak? □
~61~
A nneler… Şefkat, merhamet, sevgi, fedakârlık gibi
özel hasletlerin hepsini bünyesinde barındıran
ancak bunun çok ötesinde görevler ifa eden top-
lum mimarları…
Genel bir yargı olarak günümüzde erkek çocukların baba-
yı, kız çocukların ise anneyi -günümüz tabiriyle- rol model
edindiği söylenir. Ancak özellikle okul öncesi çağında tüm
çocukların en çok anneyi taklit ettiği ve adeta davranış
derslerini annesinden aldığını söylemek hiç de yanlış ol-
mayacaktır. Nitekim okul öncesi çağında çocuğun edindiği
bilginin diğer dönemlerde edindiği bilgilerden daha kalıcı
olduğunu duymayanımız yoktur.
Bu sebeple; hiçbir şey anlamadığını düşünerek yanında
her türlü yanlışı yapabilme lüksümüz olduğuna inandığı-
mız okul öncesi çocuklarımız, bizim yanlış davranışlarımızı
doğru davranış biçimi olarak zihinlerine nakşetmektedir-
ler. Örneğin; agresif bir anneye sahip olan çocuğun agresif
tavırlarının çoğu kez genetik olarak çocuğa geçtiğini düşü-
nürüz. Oysa çocuk annesinden aldığı genler yüzünden de-
ğil, annesinin tavırlarını taklit ettiği için agresiftir. Bunun
gibi yirmi dört saat beraber yaşadığı annenin hem karak-
ter özelliklerini, hem de davranışlarını, yaptığı işleri taklit
edecektir. İşte annenin rolünün önemi de buradadır. An-
nenin doğru tutum ve davranışları olumlu, yanlış tutum ve
davranışları ise olumsuz karakter gelişimini tetikleyecektir.
Ebrar Pınar
TOPLUM PSİKOLOJİSİ – SOSYAL ŞİZOFRENİDEN TOPLUMSAL
EMPATİYE (NEVZAT TARHAN)
KİT
AP K
RİT
İK
~62~
Doğru bildiğimiz veya bilmek istediğimiz
büyüklerimizden gördüğümüz ve içsel-
leştirerek çocuklarımıza uyguladığımız
yanlış davranışlardan ikisini, bunların
getireceği olumsuz sonuçları ve doğru
davranış şekillerini paylaşmakta konuyu
örneklemek açısından fayda var…
Bazen koruma içgüdüsü ile çocuğun
ileriki hayatını nasıl etkileyeceğini dü-
şünmeden hareket ederiz. Prof. Dr. Nev-
zat Tarhan “Toplum Psikolojisi & Sosyal
Şizofreniden Toplumsal Empatiye” adlı
kitabında bunu şöyle bir örnekle dile
getirir:
“Çocuk yürümeye başladığında koltuğa
çıkmaya çalışır. Batı kültüründe bu hare-
keti yapmaya çalışan çocuğa hiç doku-
nulmaz, düşüp kalkar, sonunda koltuğa
çıkar ve sonra muzaffer bir komutan gibi
sevinir. Bu tarz yetiştirme, çocukta başa-
rı duygusu ve girişimciliği teşvik eder
ama bu arada da çocuğun düşüp yara-
lanma ihtimali vardır. Çocuğu yalnızlaş-
tırır ve çocuk-anne bağı zayıflar. Bir ta-
raftan girişimci olurken diğer taraftan
da bir-iki kez düşüp yaralanırsa bu sefer
kaçınmaya başlar.
Doğu kültüründe ise, çocuk koltuğa çık-
maya çalışırken, anne çocuğun yanına
gider, kaldırır, yukarı çıkarır. Çocuk kol-
tuğa çıkar ama “başardım” duygusu
yaşayamaz. Çocuk hazır çözümlere, her
şeyi başkasından beklemeye alışır. Anne
-çocuk bağı çok yakın olur, her şeyi an-
neden bekleyen, anneye bağımlı, özgü-
veni zayıf bir çocuk yetişir.
İdeal olan tutum ise; annenin, çocuk
koltuğa çıkmaya çalışırken “hadi sen
çıkmaya çalış, bir şey olursa ben seni
tutarım” demesidir. Çocuk kötü bir şey
olduğunda yanında annesinin olduğunu
bilecek, başardığında da “ben yaptım”
duygusu oluşacak. Böylece çocuk, kendi
gücü ile anne babanın koruyuculuğu
arasındaki sınırı öğrenmiş olur.”
Konu ile ilgili bir başka örnek olarak şu-
nu verir:
“Annelerimizin çok sıklıkla yaptığı bir
hata vardır. Çocuk masaya çarpıp ağla-
dığında, anne “pis masa, tüh, kaka” gibi
laflar eder. Çocuğun çektiği acının so-
rumluluğunu masaya yükler. Belki çocuk
o anda susar fakat bu tavrın hiçbir öğre-
KİTAP ÖNERİSİ:
Toplum Psikolojisi, Nevzat Tarhan, Timaş
Yay. 333 sf. 2012 İstanbul.
~63~
tici yönü olmadığı için çocuğa empatiyi
öğretmez.
Böyle durumlarda, kusuru başka şeye
yüklemek, cansız bir şeyi sorumlu tut-
mak yerine, çocuğun başını okşayarak,
onu teselli ederek yanında olduğunu
hissettirmek ve ilgisini başka yere çek-
mek gerekir. Oyuncak vererek, televizyo-
nu veya dışarıyı seyrettirerek ilgisini baş-
ka yere çektikten sonra acısı hafifleyen
çocuğa niye yanlış yaptığını, neden ağla-
dığını, bir daha olmaması için ne yap-
ması gerektiğini anlatmalıdır.”
Bu örnekler çocuğumuzu koruma ve
hayatı ona kolaylaştırma içgüdümüzün
ileriki yaşamında onu nasıl karakterize
ettiğini göstermek açısından manidardır.
Nevzat Tarhan kitabında çocuğa disiplin
vermede kadının erkeğe göre avantajını
da şöyle açıklar:
“Kadınlar doğru hedef seçip, doğru yol-
lara başvururlarsa, kullandıkları yollar
daha sevecen, daha şefkatli, daha sevgi
dolu olur. Bu sebepten dolayı içinde sev-
gi olan disiplini en iyi anne verir. Babalar
biraz içinde korku olan disiplin sağlama
eğilimindedirler. İçinde sevgi olan insan
ilişkilerini kurabilmek, kadın için avantaj
haline gelebilir.”
Günümüzde çalışan annelerin sayısı
azımsanmayacak kadar çoğaldı. Bu an-
neler, çocuklarını ya yakın akrabalarına
veya bir bakıcıya emanet etmek duru-
munda kalıyorlar. Anne dışında bir şahıs
(özellikle yabancı bir bakıcı) tarafından
bakılan çocukların sevgi, merhamet,
fedakârlık gibi özel hasletleri yaşamadık-
ları için öğrenemedikleri, büyüyüp birer
ana baba olduklarında da kendi çocukla-
rına bu duygularla yaklaşamadıkları bi-
limsel bir gerçeklik olarak karşımızda
duruyor.
Bir televizyon programında çocuk dok-
torunun verdiği anekdot ilgi çekiciydi:
Anneanne veya babaanne yanında du-
ran çocukların daha düzensiz beslendik-
lerini, zira yemek yemeyi reddeden ço-
cukları aç kalmasınlar diye abur cubur
yedirerek doyurduklarını, oysa annele-
rin öncelikle faydayı gözeterek yemek
yedirmeyi öncelediklerini ifade ediyor-
du. Elbette anneanne veya babaanne
bunu kendince bir çözüm ve torununun
açlığını giderme refleksi ile yapıyordu.
Ancak sonuca bakıldığında bunun çocu-
ğa faydadan çok zarar getirdiği ve sade-
ce anı kurtardığı açıktır.
Bütün bunlar bize gösteriyor ki; annenin
çocuğu ile arasındaki iletişim ve onun
yanındaki tutum ve davranışları özenli
olmalıdır. Anneliğin omuzlarına yükledi-
ği sorumluluğun ağırlığını hissetmeli ve
öncelikle kendisini iyi bir anne olarak
eğitmelidir. Çocuğuna güzel bir karakter
mimarı olabilmek için donanımlı olmalı-
dır. İhtiyaç hâsıl değilse çalışmamalı,
özellikle okul öncesi çağında çocuğunu
başkalarının eline bırakmamalıdır. Çalışı-
yorsa dahi işten arta kalan zamanını
verimli kullanmalı ve çocuğuna sevgi,
merhamet, şefkat, fedakârlık gibi haslet-
lerin açlığını çektirmemelidir. □
~64~
K aranlığa sızan iyiliğin gölgesini bir adamın gözlerinde gördüm.
Göğü, dağların üzerine çeken ne varsa sessizce Hep iyiliğin göl-
gesinden oldu. Çocuksu haykırışların ardında, kırılan sevinçlerin
Ve puslu camlara yazılan tek şey Karanlığın insanların kalbinde
bıraktığı derin yara izleriydi. An gelecek, karanlık iyiliğin gölgesinde kaybolacak
Ve zaman, kabuk bağlayanların yüreğinden, tarihe sızan cümleleriyle Tükürecek
insan görünümlü yüzlere. Haklı olarak ne çok acı var demişti şair Ve şimdi aynalar
bile titrer oldu akan gözyaşlarına. Uzun uzun bakıyorum kıvrılan sokaklara, Bas-
kın gelen her cümle, insanların sırtında kamburlaşmış Yaşam soluksuz yaşanır
olmuş, an ölümsüz düşünülür olmuş Oysa ölüm hayatın en büyük değişim ajanı de-
ğil miydi? Kaldırım taşları eskidi, gün ağırdı, Karanlık düştü sarp kayalardan aşağı
Artık dinmeli diyorum yeryüzündeki acı, Taşınmalı yürekler elden ele Susmalar,
kapılar ardından çekilmeli artık haykırma zamanı Dağlar heybetiyle yanımızda
iken böylesine Bu susmalar onu da, zamanı da boğmakta suda. Karanlığa sızan iyi-
liğin gölgesini bir adamın gözlerinde gördüm. Göğü, dağların üzerine çeken ne
varsa sessizce Hep iyiliğin gölgesinden oldu. Ve yine karanlığı delip geçen bu şiir-
ler İyiliğin teknesinde yoğruldu Belki bir elif oluruz da yeniden doğruluruz diye
yazılmıştı Hüzünle dökülmeye yüz tutan takvim yapraklarını Gün yüzünden, tari-
hin aydınlık sayfalarından, Yeniden çıkarmalı ve şahlandırmalı yürekleri, iyiliğin
ellerinde karanlığa karşı… □
KARANLIĞA SIZAN İYİLİĞİN GÖLGESİ
Yusuf Er