rotasyon dergi 2.sayı [nisan]

124

Upload: rotasyon-dergi

Post on 27-Jul-2016

244 views

Category:

Documents


9 download

DESCRIPTION

Ücretsiz Spor Dergisi

TRANSCRIPT

Page 1: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]
Page 2: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

2 / NİSAN 2016

ROTASYON DERGİ EKİBİ

GENEL YAYIN YÖNETMENİANIL GÜLER

YAZI İŞLERİ SORUMLUSUÖMER İNCE

YAZI İŞLERİHÜSNA KÖŞGER

MUSTAFA ONUR GİRİŞKENCANDAN VEZİROĞLU

MELİH OĞUZKAN

YAZARLARALİ EMRE MAZLUMOĞLU

ALİ CAN AKBULUTALPER ÜNLÜ

BERK BOZBURAK PAMUKCENGİZ UYGURCİHAT GEMİCİDENİZ BALCI

DOĞA SAĞIROĞLUEFE CAN ERTEKİNEGE KİMYONŞEN

EZGİ YAZICIOĞLUFURKAN KARASOY

GÖKHAN BİLGİNOĞUZHAN ŞAKARSERCAN YAZGAN

TOLGA TEMELTUNA MENEVŞE

GRAFİK TASARIMANIL GÜLER

KAPAKBURAK PAMUK

İLETİŞİ[email protected]

İÇİNDEKİLER4. BEDENE HÜKMEDEN ZİHİN: STEVE PETERS8. KRALİÇE’NİN ŞEHRİ VESZPREM12. FOTASYON16. SON KURA BÜKÜCÜ: INFANTINO20. OBI WAN GINOBILI26. DÜNYANIN EN ŞANSLI ADAMI: FERNANDO ALONSO30. DELİ İBRAHİM’İN ÇIĞLIĞI34. BİZ DE OLYMPIA ÇOCUĞU MUYUZ?40. HAYALLER & HAYATLAR: MAURIZIO SARRI46. SPORDAKİ KİRLİ EL, SİYASET54. ENGELSİZ ASLANLAR60. YALNIZCA DAHİ: MAGNUS CARLSEN64. CENNETTE TEK POTA66. YENİLMEDEN KAYBETMEK: 1989 SAMSUNSPOR72. SINIRLARI ZORLAMAK: EATON AİLESİ76. KASABIAN VS OASIS80. ÇERNOBİL’DEN YÜKSELEN DOMİNASYON: KLITCHKO86. MARADONA & CLAUDIA96. BASKETBOLLA BAĞLANANA HAYATLAR100. ERKEN VEDA: IAN THORPE104. DOĞAN SEYFİ ATLI VE EMEKLİ 18106. ÖZGÜR KIZ: IŞIL ALBEN110. KASAI: 43 YAŞINDA KAYAK MÜMKÜN MÜDÜR HALA?114. BRANDON ROY’UN DİZ ÇÖKÜŞÜ120. PLANLI KAOS: ROGER SCHMIDT

/rotasyondergi

Page 3: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 3

Bir yazının içeriğini değiştirebile-cek o kadar çok etken var ki. Ka-lem oynamıyor bazen, bazen siga-ran bitiyor, unutmak istiyor insan her şeyi, mutlu-mutsuz her şeyi… Bazen de kalem kendi kendine dans ediyor bembeyaz gelinlik gibi kağıdın üzerinde. Bazen aman be diyor insan, bazen boğazına daya-nıyor, bazen bağırmak istiyor sanki her şey çözülecekmiş gibi.

Hayat kendi günahlarımızla kav-rulduğumuz kazan. Yana yana bü-yüyoruz, acıya acıya öğreniyoruz ve bile bile öğrendiklerimizi gör-mezden geliyoruz. Adil değiliz ta-raflıyız, düşünceli değiliz benciliz, anlayışlı değiliz sabırsızız, temiz değiliz çok kirliyiz. Aynalar sade-ce maskelerimiz yüzümüze nasıl oturmuş, onu görebilmemiz için. Aslında kendi kendimizden tiksi-niyoruz da cesaretimiz yok, inkar ediyoruz.

Bir yazının içeriğini değiştirebile-cek o kadar çok etken var ki. Ya-zıldığı saat, hemen önce kapattığın bir televizyon programı, en son gördüğün gülen insan yüzü, kah-vene attığın şeker miktarı, o gün kaç para harcadığın, okuduğun bir kitap, izlediğin bir film… Biz de yeni yeni öğreniyoruz tüm bunla-rı. Şimdi şimdi anlıyoruz ki yıllar sonra bir kitap arasında ya da bir rafta bulunup okunduğunda, için-de yazanların bambaşka anlamlar çağrıştırmayacağı bir yazı, yazı değilmiş esasında. Satır, sütun, kelime hesabı kadar değilmiş bir yazı. Bir yazıya onlarca kitap özeti, onlarca film fragmanı sığdırılabi-lirmiş. Biraz daha ileri gidebilirsen bir yazıya 100 yıllık bir hayat sığdı-rabilirmişsin.

**Daha önceden aramızda kararlaş-tırmamamıza rağmen bu sayıda önümüze enteresan bir tablo çıktı.

Aslına bakarsanız sürpriz de sayıl-maz. Sayfalarda ilerledikçe yazıla-rın üzerine sinen derin melankoli-yi anlayacaksınız. Nasıl olmasın ki?

Ülkenin içinde bulunduğu kaotik durumun, daha öncesinde ve bu ay içerisinde yaşadığımız o kor-kunç olayların günlük psikolojimi-ze yansımamasını bekleyemeyiz. Bu ruh halinde yazılan yazılar da doğal olarak bir ucundan buruk oluyor. Rotasyon Nisan sayısında hayal kırıklıkları, erken vedalar, yaşanmamışlıklar, boğazda dü-ğümlenenler, ölümler var. Yani bu aralar hayatlarımızda ne varsa içe-ride de onu bulacaksınız. Bu sayıyı Ankara patlamasında hayatını kaybedenlere, yitip giden nice umutlara, sönüp giden güzel gözlere adıyoruz. Hepsi için çok üzgünüz, keşke dünya bu kadar kirlenmiş olmasaydı…

MELANKOLİANIL GÜLER

Page 4: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

4 / NİSAN 2016

Page 5: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 5

BEDENE HÜKMEDEN ZİHİNÖMER İNCE

Page 6: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

6 / NİSAN 2016

‘İnsanı yoran şey, önündeki dağı aşmak değildir; ayakkabısının için-deki taştır.’

Muhammed Ali’nin bu sözü in-sanlara hayatın her alanında ilham verebilir. Profesyonel spor da bu alanlardan birisi. Performansların insani sınırları zorladığı bir ortam-da, ayakkabının içindeki küçük bir taş, kazanmak ile kaybetmek arasındaki farkı oluşturabilir. Steve Peters, sporculara ayakkabıların-daki bu ‘küçük taş’lardan kurtul-maları için yardımcı oluyor.

Matematik diplomalı bir psiki-yatrist olan Peters, sporcuların potansiyellerine ulaşmaları için uğraşıyor. Bisiklet, futbol ve snoo-

ker dâhil birçok alandan sporcuya destek oluyor. Kariyerini Britan-ya Bisiklet Takımı ile spor alanına taşıyan Peters, Britanya’nın olim-piyatlarda gösterdiği başarılı per-formansla dikkatleri üstüne çekti. 2008 Olimpiyatları’nda Britanya adına yarışan İskoç bisikletçi Ch-ris Hoy, ‘Steve Peters olmadan Pekin’de 3 altın kazanamazdım’ diyerek Peters’ın isminin daha da büyümesinde etkili oldu. Aynı dö-nemde çalıştığı bir diğer bisikletçi olan Victoria Pendleton ise Peters’ı kariyerindeki en önemli insan ola-rak gösterdi.

Steve Peters’ın alamet-i farikası ise kendi geliştirdiği şempanze yöne-timi tekniği. Chimp Paradox isimli

kitabında anlattığı bu tekniğe göre; insan beyni üç farklı bölüm ha-linde çalışıyor. Birinci bölüm, Pe-ters’ın ‘şempanze’ ismini verdiği, duygusal ve fevri davranan, hayatta kalmaya odaklanmış bölüm. İkinci bölüm, mantık ve düşünce yoluy-la karar alan insan. Son olarak da, bu iki bölümün üstünde bir işletim sistemi gibi davranan ‘bilgisayar’ bölümü bulunuyor. Steve Peters, terapileri ile insanların içindeki ‘şempanze’yi kontrol altına alarak, duygularının performanslarını et-kilemesini en aza indiriyor.

Bisiklet, psikolojik sınırların en fazla zorlandığı sporlardan birisi belki de. Bisikletçiler, saatler sü-ren yarışlarda fiziksel olarak bü-yük acı çekerler. Bununla beraber, yarış içerisindeki taktiksel müca-delelerde de duygusal olarak ken-dilerine hâkim olmaları gerekir. Bisiklet dünyasının önde gelen takımlarından Team Sky’ın genel menajeri Dave Brailsford, bu du-rumun önemini fark ederek Steve Peters ile çalışmaya başladı. Brails-ford, ‘marjinal fayda felsefesi’ni ta-kımına uyguladı. Bu felsefeye göre; bisikletçiyi daha iyi yapan her bir küçük faktörde yüzde birlik geliş-me sağlanırsa, sporcunun toplam-da elde edeceği kazanımlar da ar-tacaktı. Takımındaki sporculardan beklediği yüzde birlik mental geliş-me için Peters, sporculara önemli

İÇİNDEKİ ŞEMPANZEYİKONTROL EDEBİLİR MİSİN?

Page 7: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 7

fırsatlar sundu. Britanya Bisiklet takımıyla başlayan bu birliktelik, Brailsford’un kurduğu Team SKY takımında hâlâ devam ediyor. Dr. Peters, Wiggins ve Froom gibi bi-sikletçilerle beraber, SKY’ın mü-kemmel çalışan makinesinin çark-larından biri.

Steve Peters verdiği röportajlarda, temel amacının; ‘birlikte çalıştığı sporcuyu mental olarak en ideal seviyeye getirmek’ olduğunu söy-lüyor. Sportif başarının ise tama-men sporcunun kendisi ile ilgili ol-duğunu belirtiyor. Dr. Peters böyle dile getirse de, her zaman büyük yükselişleri görmek mümkün de-ğil. Psikoloji, asla kesin sonuçlar veren bir alan olmadı. Kullanılan yöntemlerin herkeste aynı etkiyi oluşturmasını da bekleyemezsiniz. Dr. Peters da Liverpool ile çalıştığı 2013–14 sezonunda, şampiyonluk kupasının takımın parmaklarının ucundan kayışına şahit oldu. Bu dönemde, takımın efsanelerinden Steven Gerrard ve dişlerini prob-lemlerden uzak tutamayan Sua-rez ile çalıştı. 2014 yılında da İn-giltere Milli takımı ile Brezilya’da gerçekleştirilen Dünya Kupası’na gitti; ama İngiltere’nin turnuvalar-daki-artık alıştığımız-kötü perfor-mansı değişmedi.

Peters’a büyük saygı duyan spor-culardan birisi de, snooker efsa-nesi Ronnie O’Sullivan. Emsalsiz bir yeteneği olmasına rağmen, so-runlu bir kariyeri olan Ronnie, Pe-ters’tan en çok yararlanan insanlar-dan birisiydi. Genç yaşta başarıya ulaşmasının ardından, çok sevdiği babasının cinayetten hüküm giyip hapse girmesi, Ronnie’yi çok et-kilemişti. Ronnie, hayatı boyunca depresyonla savaştı. Kötü bir bo-şanma dönemi geçirdi ve çocukla-

rını görmek için davalarla uğraştı. Oyun içinde de kolaylıkla kendi-sini kaybeden bir yapısı vardı. Dr. Peters ile tanıştıktan sonra Ronnie, kariyerine verdiği uzun arayı son-landırdı ve bu aranın sonrasın-da katıldığı ilk turnuva olan 2012 Dünya Snooker Şampiyona’sını ka-zandı. Artık çok daha kontrollü bir oyun oynuyordu ve işler kötü git-tiğinde duygularına hâkim olma-yı başarıyordu. Karanlık yıllardan sonra kariyerine yeniden başlamış gibiydi.

Dr. Peters’ın verdiği tavsiyelerden belki de en önemlisi: hedeflerin doğru belirlenmesi. Sporun do-ğasında bulunan belirsizlik, gele-ceğe dönük planların hayata geçi-rilmesi sırasında şans faktörünü de beraberinde getiriyor. Her şeyi doğru yaptığınızı düşündüğünüz-de yenilmeniz veya ne yaptığınızı bilmediğiniz bir anda kazanmanız

olasılıklar dâhilinde. Dr. Peters, bu sebepten ötürü, dünyanın en iyisi olmayı hedeflemenin sporcuları olumsuz etkilediğini düşünüyor. Sporcuların bu hedefler için gerek-li şartların tamamını kontrolleri al-tına alamamaları, üzerlerinde faz-ladan bir baskı oluşturuyor. Bunun yerine fiziksel yeteneklerinin sınır-larına ulaşmaya odaklanmalarını istiyor. Bununla beraber, Steve Peters’ın 35 yaş üstü spor adamla-rının yarıştığı World Masters Ga-mes’de 100, 200 ve 400 mt. koşu yarışlarında rekorları bulunuyor.

Günümüzde sporun bütün alan-larında sınırlar zorlanırken, spor-cular kendilerini diğerlerinin bir adım önüne koyacak her türlü des-teği almaya çalışıyorlar. Bazı des-tekler kimyasal temelli ve illegal olabilirken; Steve Peters tamamen doğal ve kurallara uygun bir destek sağlamayı başarıyor.

Page 8: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

8 / NİSAN 2016

Page 9: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 9

KRALİÇE’NİN ŞEHRİALİ CAN AKBULUT

Page 10: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

10 / NİSAN 2016

Orta Avrupa’nın en büyük gölü Balaton’a kıyısı bulunan bir şehir Veszprem. Denize kıyısı olmayan Macaristan’ın coğrafi açıdan şanslı sayılabilecek birkaç şehrinden biri. Ülke tarihi açısından da anlamlı bir yeri var bu şehrin. Macar kralı Szent Istvan’ın Bavyeralı eşi Gise-la’ya şehri hediye etmesinden son-ra Veszprem, tarihteki yerini “Kra-liçe’nin Şehri” olarak almış.

Veszprem’in önemi elbette bunlar-la sınırlı değil. Elde etmiş olduğu başarılarla adını Macaristan spor tarihine yazdırmış bir hentbol ta-kımına sahip olmaları, bu şehri

önemli kılan bir diğer etken. 1977 yılında kurulan şimdiki adıyla MVM Veszprem Hentbol Kulübü, 39 yıllık tarihinde kazanmış oldu-ğu 23 Macaristan Ligi ve 24 Ma-caristan Kupası şampiyonluğuyla ülkenin en başarılı erkek hentbol takımı konumunda. Macaristan Hentbol Ligi’nin lokomotifi duru-munda olan MVM Veszprem, ülke sınırları dışına çıkıldığında da Av-rupa’nın sayılı takımları arasında gösteriliyor.

Kupa şampiyonlarının yer aldığı, eski adıyla Kupa Galipleri Kupası’n-da 4 kere final oynayan takım 1992

ve 2008 yıllarında kupanın sahibi oldu.1993 yılından itibaren yeni formatıyla oynanan Avrupa’nın en önemli organizasyonu EHF Şam-piyonlar Ligi’nde de 2 kere final oynama başarısı gösteren MVM Veszprem, 2015 yılındaki finalde bu kupayı en çok kazanan(9) takım olan Barcelona Hentbol’a kaybetti. 2011 yılında kurulan Güney Doğu Hentbol Birliği (SEHA) Ligi’ne de geçtiğimiz sezon katılan Kraliçe Şehri’nin takımı, final-four’a ev sahipliği yaptığı ilk sezonunda da şampiyon olmayı başardı.

Üniversite maceramın son dönemi

KÖSZÖNÖM VESZPREM*

Page 11: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 11

olan 2013 yılında, Erasmus prog-ramı sayesinde 6 ay kadar Veszp-rem’de yaşama şansım oldu. Okul hayatı boyunca 10 sene hentbol oynamış birisi için Kraliçe’nin Şeh-ri bulunmaz bir nimet olsa gerek. Fırsat ayağıma kadar gelmişken şehrin takımının maçına gitme-mek olmazdı tabi. O sezonki Ma-caristan Ligi’nin final serisinin ilk maçı için 5000 seyirci kapasiteli Veszprem Arena salonundaki ye-rimi almıştım. Nüfusun yaklaşık 61000 olduğu hentbol şehrinde, taraftarların takımlarının her ma-çında salonu doldurduklarını öğ-rendim.

Kazanılan maçtan sonra düşündü-ğüm ilk şey: Bir gün Türkiye’de de hentbolun böyle salonlarda, böyle atmosferlerde oynanıp oynanama-yacağı olmuştu. Aradan geçen yak-laşık 3 yıl içinde erkekler hentbolda ülkenin en başarılı takımı Beşiktaş Mogaz, 2014-2015 sezonunda ön elemeleri geçerek tarihinde ilk defa EHF Şampiyonlar Ligi’ne katılma başarısını gösterdi. Aynı başarıyı bu yıl direkt gruplara kalarak gös-teren ekip, geçtiğimiz şubat ayın-da Sinan Erdem Spor Salonu’nda EHF Şampiyonlar Ligi maçında MVM Veszprem’i konuk etti. Fır-sat bir kez daha ayağıma gelmişti

ve benim için değerli olan bu takı-mı izlemek için tribündeki yerime geçmiştim. Çekişmeli geçen maçın sonunda büyük balık küçük balı-ğı yedi. Maç içerisinde hissedilen, salondaki soğuk ortam ve taraftar yetersizliği, 3 yıl önce düşündük-lerimin de olumsuz yönde cevabı olmuştu. O günden akılda kalan en güzel görüntü, deplasmanda ta-kımını yalnız bırakmayan Kraliçe Şehri’nin hentbol tutkunu taraftar-larıydı.

*Teşekkürler Veszprem

KÖSZÖNÖM VESZPREM*

Page 12: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

12 / NİSAN 2016

“GEORGE FOREMAN

BELÇİKALIDIR!”

Page 13: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 13

Maç için Zaire’ye giden Muhammed Ali Havaalanında kalabalığı görünce mena-jerine “Zaireliler kimlerden hoşlanmaz” diye sorar. Menajeri de “beyazlardan” der. Ali ise “Foreman’ın beyaz olduğunu söyleyemem, başka kimlerden hoşlan-mazlar” diye sorar, menajeri “Belçikalılardan” der. Ali de havaalanında kalabalığa

karşı bağırır: George Foreman Belçikalı’dır!!!!

“Foreman’ın yenildiğini görmek Titanik’in batışına şahit olmak gibiydi.”

Page 14: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

14 / NİSAN 2016

TOTAL’DEN BİR BİR

EKSİLİYORUZ...

Page 15: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 15

TOTAL’DEN BİR BİR

EKSİLİYORUZ...

DOKTOR HASTALARINI SELAMLIYOR

Page 16: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

16 / NİSAN 2016

Page 17: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 17

SON KURA BÜKÜCÜCENGİZ UYGUR

Page 18: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

18 / NİSAN 2016

UEFA eski başkanı Michel Platini ve FİFA eski başkanı Sepp Blatter arasında cereyan eden para alışve-rişinin ortaya çıkması doğal olarak futbolun zirvesini derinden sarstı. Michel Platini’nin Blatter’den aldığı para, makamını kaybetmesine ne-den oldu. Blatter ise 2018 ve 2022 Dünya Kupası’na ev sahipliği yapa-cak ülkelerin belirlenme sürecinde kara para aklamayla ve Dünya Ku-pası yayın hakkı ihalelerinde usul-süzlük yapmakla suçlandı. FİFA, işte bu skandalların gölgesinde seçime gitti. Seçime UEFA genel sekreteri unvanı ile katılan Gianni İnfantino 207 delegeden 115’inin oyunu alarak rakibi Şeyh Salman’ı geride bıraktı ve süreçten galip çık-tı. İnfantino, Türkiye’de de oldukça tanınan bir isim. Özellikle kuralar-da bir bölüm sonu canavarı edasıy-la ortaya çıkıp, takımlarımızın kar-şısına son torbadaki en zor takımı çıkarmasıyla bilinen İsviçreli avu-kat, şike sürecinde söyledikleriyle de ülkemizde sıcak gündem olmayı

başarmıştı. Ancak İnfantino’nun vukuatları sadece bizimle sınır-lı değil: Platini’nin UEFA başkanı olduğu dönemde aynı kurumun genel sekreterliğini yapan İnfanti-no’nun bu skandallardan haberdar olmaması pek de mümkün gözük-müyor. İsviçreli yönetici, FİFA’nın ve UEFA’nın bütün yolsuzlukla-rından kendini kurtarmayı başar-dı ancak dönemin genel sekreteri olarak bunu nasıl başarmış olduğu ayrı bir tartışma konusu. Ayrıca adaylığını açıklamak için Plati-ni’nin cezasının kesinleşmesini beklemesi de ‘’başkanına’’ sadaka-tini asla kaybetmediğini gösteriyor.

İnfantino’nun seçim vaatleri ise genelde Dünya Kupası’nın organi-zasyon kısmına ve statüsüne yö-nelik oldu: Kupanın tek bir ülkeye yayılmasını ‘’mantıksız’’ bulduğu-nu söyleyen avukat, kupaya ev sa-hipliği yapma onurunun ülkelerce paylaşılmasını savundu. Bu fikir, İnfantino’nun önderliğinde Euro

2020 için de uygulamaya koyuldu ve 13 ayrı ülkede düzenlenecek şekilde organize edildi. Ayrıca, Dünya Kupası’nın 32 takımdan 40 takıma çıkarılması ve Güney Amerika, Asya ve Kuzey Ameri-ka’ya yeni kontenjanların verilme-si konusunda da kararlı olduğunu belirtti. Bu durumda Dünya Ku-pası coşkusunun daha fazla ülke-ye yayılacağından bahsetti. Aynı İnfantino, EURO 2016 ile birlikte devreye girecek 24 takımlı Avrupa Futbol Şampiyonası statüsünün de mimarıydı. UEFA’nın buradaki amacı daha fazla para kazanmak. Bu tip orga-nizasyonları daha fazla ülkeye açtı-ğınız zaman, hem bilet satışlarının hem de yayın hakları ihalesinin bundan olumlu anlamda etkilene-ceği aşikar bir durum. Turnuvaya katılan ekstra her takım daha fazla maç, daha fazla maç ise daha fazla reklam demek. İnfantino, aynı sta-tüyü Dünya Kupası’na da taşıyarak

Page 19: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 19

daha fazla reklam almanın peşinde koşuyor. Belki ilk başta farklı ülke-lerin organizasyonlara katılımı, söz gelimi Özbekistan’ın ilk kez yaşa-yacağı bir Dünya Kupası heyecanı veya Arnavutluk’un kıta şampiyo-nasına ilk kez katılması kulağa hoş geliyor olabilir ancak bunların ti-cari kaygı eşliğinde yapıldığını göz önünde bulundurunca, bu şirinlik-ler kendi nazarımda etkileyiciliğini kaybediyor.

Bir diğer seçim vaadi ise, teknolo-jinin futboldaki kullanımına dair. İnfantino’nun seçimden önce yap-tığı basın açıklamasına göre tek-nolojinin futboldaki yeri bundan sonra çok daha fazla olacak. 2010 Dünya Kupası’nda Lampard’ın ve-rilmeyen golünden sonra daha da hararetlenen gol çizgisi tartışma-ları sonuca ulaşmış ve önce 2014 Dünya Kupası’nda daha sonra da Premier Lig’de bu uygulamaya ge-çilmişti. Şimdi de video hakem tartışmaları yapılıyor ve İnfanti-no’nun açıklamalarına göre bu hiç de uzak bir ihtimal değil.

Biraz da İnfantino’nun zamanın-da ortaya çıkan ve özellikle uygu-lama aşamasında ciddi anlamda liderlik ettiği bir kurala bakalım. Özellikle Türk takımlarının başını bir hayli ağrıtan, gündemden asla düşmeyen Financial Fair-Play me-selesinde Platini’nin en büyük yar-dımcısı ve fikrin uygulamaya ge-çişinde süreci yöneten isimlerden biriydi İnfantino. Bu fikir, her ne kadar futbolda hâkimiyet kurmak isteyen para babalarının önünü bi-raz kestiyse de asla tam bir çözüm olamadı. Örneğin, Paris Saint-Ger-main ve Manchester City gibi Arap sermayesi tarafından yönetilen kulüpler hala önemli söz sahibi ve kontrolsüz harcamalarına eskisi kadar olmasa da devam ediyorlar. UEFA’nın bu konuda verdiği para cezalarının caydırıcılığı ise pek de yüksek değil. Finansal olarak kötü yönetilen orta düzey kulüplere ce-zayı kesiyorlar belki ancak büyük kulüpler bu cezalardan pek de et-kilenmiyor ve sağlıksız harcamala-rı, yükselen piyasayı oluşturan da PSG, Man. City ve Chelsea gibi ku-

lüplerin olduğu bilinen bir gerçek. Ezcümle, İnfantino’nun bu konuda da yüzeysel bir otorite oluşturdu-ğunu söyleyebiliriz.

Sonuç olarak; Avrupa ve Dünya futbolu Sepp Blatter-Michel Platini ikilisinden çok çekti. Nice rüşvet skandalları, nice hakem hataları, nice manipülasyonlar son 10 yıla damgasını vurdu. Tam da futbol bu adamlardan temizlendi, artık belki daha hakkaniyetli bir futbol dün-yası buluruz derken, bu iki adamın kuklası dünya futbolunun başına getirildi. Neresinden bakarsanız bakın, aynı bokun laciverti işte…

Page 20: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

20 / NİSAN 2016

ÇÜNKÜ O, MANU GINOBILI

MELİH OĞUZKAN

Page 21: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 21

Page 22: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

22 / NİSAN 2016

Bir muhabir devre arası röportajın-da Popovich’e ilk iki çeyrekte fela-ket bir oyun çıkartmasına rağmen Ginobili’yi neden üçüncü çeyrekte ilk beş başlatmayı tercih ettiğini sorar ve flaş röportajlarda verdiği demeçlerle artık bir fenomen hali-ne gelmiş Koç Pop’un verdiği yanıt yeterince ikna edicidir; “Çünkü o, Manu Ginobili.”

Amerikalılar’ın spor karşılaşma-larında istatistik biliminden çok acayip şekillerde yararlandıkları-na şahit olmuşsunuzdur. Bir NBA müsabakası izlerken kendinizi bir anda sol altta beliren kutucukta-ki “10 Mart’ta oynanan en farklı maçlar” veyahut “NBA tarihinde 7800 sayı ve 1000 top çalma ba-rajlarını geçen ilk 5 oyuncu” gibi listeleri incelerken ve bunların ne gibi bir önemi olduğu üzerine dü-şünürken bulabilirsiniz. Ancak, 17 Mart’ı 18 Mart’a bağlayan gecede oynanan ve San Antonio’nun Port-land’ı 118–100 mağlup ettiği maçın ardından ortaya inanılmaz bir veri çıktı. “San Antonio vs. Everyone” başlığına sahip bu istatistik, halen NBA’de mücadele etmekte olan ta-kımlar arasında Spurs’e karşı gali-biyet sayısı yenilgiden fazla olan bir takım olmadığını söylemektey-di. San Antonio, Portland’ı yenerek namağlup bir şekilde bu sezonki 34. iç saha galibiyetini alırken, ta-raftarlarına girecekleri “Kim daha

iyi?” tartışmalarında coşkulu bir vaziyette kullanabilecekleri bir he-diye daha armağan etti.

Gregg Popovich NBA tarihinin en başarılı birkaç hocasından bi-risi kuşkusuz. Zira, tek bir takım-la 19 sezon art arda play-off ya-pabilmiş bir istikrar abidesi daha bulunmamakta. Aynı zamanda, 5 şampiyonluk yüzüğü de cabası. Ona bu başarılarında eşlik etmiş ve basketbol tarihinde birlikte en çok maç kazanmış üçlü ise Tony Parker, Tim Duncan ve Manu Gi-nobili. Bu süreç içerisinde oyunun kilitlendiği anlarda tüm gözlerin ilk aradığı adam olmuştur Gino-bili. Bununla birlikte kariyerinin ilk gününden bu yana olduk-ça farklı kimliklere de bürün-müştür; San Antonio Spurs’ün kimi zaman skor yükünü çeken isim, kimi zaman 6. adamı, Kin-der Bologna’nın ve Arjantin Mil-li Takımı’nın lideri ve en değerli oyuncusu. Sıkı taraftar-ları için ise Obi Wan Ginobili.

2 8 T e m m u z 1 9 7 7 ’d e B a h i a Blanca’da basket-bolcu bir ailenin üçüncü erkek çocuğu olarak dünyaya gözle-rini açan Ema-

nuel Ginobili, babasının ve abile-rinin tedrisatından geçerek yola koyulduğu basketbol macerasında bugün adını tarihin en “winner” oyuncuları arasına yazdırdı bile. Öyle ki, NBA, Euroleague şampi-yonlukları ve olimpiyat altın ma-dalyası bulunan yegâne iki oyun-cudan birisi(Diğeri Bill Bradley). Avrupalı scoutların dikkatini çe-kene dek doğup büyüdüğü şehrin takımı Estudiantes Bahia Blanca’da oynayan Ginobili, şehrinin Arjan-tin’de basketbolun futboldan daha popüler olduğu tek yer olduğunu söyler.

Page 23: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 23

Yolculuğuna ülkesinin ardından ilk olarak Avrupa’da devam eden Ginobili’nin İtalya’da geçirdiği dört sene içinde elde ettiği başarıları ka-riyeri boyunca elde edememiş bir-çok “yıldız” oyuncu sayabiliriz. Ha-tırlamak gerekirse, bir zamanların parlak takımı Kinder Bologna ile 2001 İtalya Ligi, 2001 ve 2002 İtal-ya Kupası ve 2001 Euroleague şam-piyonlukları kazanan Arjantinli oyuncu, 2001 ve 2002 senelerinde İtalya Ligi ve 2000-2001 sezonu Euroleague finalleri MVP’si seçil-di. Yine 2002 yazında düzenlenen Dünya Basketbol Şampiyonası’nda final maçında uzatmada Yugoslav-ya’ya kaybederek ikinci olan Ar-jantinli, turnuva ilk beşi içinde yer aldı. O turnuvada Arjantin, 1992 Barcelona Olimpiyatları’na Dream Team olarak anılan efsane kadro-suyla katılan ve o günden bu yana kaybetmemiş olan Amerika’yı ilk kez yenme başarısı gösteren takım oldu ve iki sene sonrasındaki 2004 Atina Olimpiyatları’nda ulaştık-

ları zafer için “Eğer Amerika-lıysanız altın madalya zaten

sizden beklenen bir başarı-dır ancak Arjantinli iseniz

işler öyle değildir. Arjantin ile elde ettiğim başarılar benim

için hep daha özel olmuştur.” yoru-munda bulundu Ginobili.

Avrupa basketbolunda sansasyon yaratmış ve sonrasında NBA yo-

lunu tutmuş birçok oyuncu aka-binde hüsran ve hayal kırıklığına uğraşmış vaziyette Avrupa’ya ge-risin geri dönmüştür. 1999 NBA Draft’ında San Antonio tarafından 57. sıradan seçilen Ginobili ise bu kervana katılmamış, bilakis başa-rılarına başarı, şampiyonluklarına şampiyonluk katarak bu güne gel-miştir. NBA’e geçiş aşaması için ise “Draft edilmeyi beklemiyordum. Bir sabah uyandım ve menajerim Spurs tarafından seçildiğimi söy-ledi. Ona şaka yapmaması gerekti-ğini zira mock draftta adımın bile geçmediğini söyledim. Bu benim için büyük bir sürprizdi ve aslına bakarsanız bende ne gördüklerini anlayamamıştım.” dedi geçen haf-ta Adrian Wojnarowski’ye verdiği röportajda. Solak oyuncunun, re-kabetçiliğinden, savunma gayre-tinden ve asla bencil olmayan oyun anlayışından etkilenen Pop, diğer birçok takımın ve hatta Ginobi-li’nin de bizzat kendinde göreme-diğini görmüş ve artık duymaya alıştığımız draft başarılarından bi-risine imza atmıştı.

Ginobili’nin alametifarikası ilk etapta sahip olduğu şampiyonluk sayısı ve elde ettiği başarılar gibi gözükse de, oynadığı basketbol hakkında da bir iki kelam edip sırf başarılarına odaklı kalmamak ge-rekir.

“Üst düzey bir atletin güzelliğini birisine direkt olarak tasvir etmek ya da hissettirmek neredeyse im-kansız.”

David Foster Wallace, “Kutsal Bir Deneyim Olarak Roger Federer” yazısında Federer’i izlerken yaşa-dığı deneyimi kelimelere dökmeye çalışır ve daha sonra ekler “Anlat-tıklarımın hepsi gerçek ama hiç-biri bu adamın oyununu izlerken yaşanan deneyimi, bu güzelliğe ve dehâya birinci elden şahit olma-nın yaşattığı hissi açıklamıyor ya da andırmıyor.” Basketbol, tenise nazaran estetiğin ve güzel hare-ketlerin bir nebze daha ön plana çıktığı bir alan. Zira, her gece oy-nanan maçlardan sonra yapılan top 10 listeleri, poster smaçlar, acımasız bloklar ve bilek burkan crossoverlar günlerce, haftalarca hatta yıllar sonra bile çokça soh-bet konusu halini alır. Ginobili’nin lugatımıza soktuğu, o çok kolay gösterdiği “eurostep” ile potaya doğru giderken savunmacıların arasından süzülüp geçtiği ve topu sol eliyle çembere bıraktığı turni-keleri, pick&roll’lerde topu rakip savunmacının bacak arasından ge-çirip takımın uzununu en uygun pozisyonda kolay atış şansıyla baş başa bıraktığı akıl almaz pasları, Durant, Lebron, Wade ve Garnett gibi “ağır” oyuncuların da nasibini aldığı ve az sayıda beyaz oyuncu-

“ÜST DÜZEY BİR ATLETİN GÜZELLİĞİNİ BİRİSİNE DİREKT OLARAK TASVİR ET-MEK YA DA HİSSETTİRMEK NEREDEYSE

İMKANSIZ.”

Page 24: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

24 / NİSAN 2016

nun kapasitesinin yetebileceği sal-dırgan blokları, savunmacılarının kafalarını nefis vücut oyunlarıyla allak bullak eden ve onları başka bir oyun oynuyormuş gibi gösteren nefis fakeleri (Youtube’a “Ginobili fakes out Dante Cunningham” ya-zılınca en güzel örneklerinden biri görülebilen) ve o sol elini kullana-rak attığı, takımını defalarca ipten almayı becerdiği o kıymetli buz-zer-beaterları onunla televizyonda ilk tanıştığım zamandan bu yana deneyimlediğim Ginobili anların-dan yalnızca birkaç tanesi.

Şüphesiz ki, keşke hiç yaşanmasay-dı diyebileceğim deneyimler de ba-şıma geldi. Her ne kadar Ginobili vuku bulan her vahim tecrübenin onu olgunlaştırdığını ve ona çok şey öğrettiğini söylese de. Kritik

anlarda verilen hatalı kararlar bu olgunlaştıran deneyimlerin ba-şında gelmekte olsa gerek. Lakin bazen öyle anlar oluyor ki asla ak-lınızdan çıkmıyor ve yıllar sonra bile o saniye yaşadığınız hayal kı-rıklığını aynı yoğunlukta hissede-biliyorsunuz. NBA ve San Antonio ile yaşadığım en duygu yüklü, en yoğun senelerden birisiydi 2006. Her sabah uyanınca maç sonuç-larının ve istatistiklerinin kontrol edildiği o rutin sabahlardan biri-sinde konferans yarı finallerinin son karşılaşması oynanmıştı Dallas ile. Maçın uzatmalarda heba oldu-ğunu gördüğüm esnadaki hislerim hala sıcaklığını korur. Ginobili’nin uzatmada ligin en iyi serbest atı-cılarından birisi olan Nowitzki’ye yaptığı o abuk sabuk faulü gör-dükten sonra yaşadığım hayal kı-

rıklığının ardından onunla tekrar barışmam epey uzun vakit almıştı. Bu gibi anlar tüm sporseverlerin başından geçer. Ancak esas olan, en azından biz izleyiciler için, re-kabete dayalı sporlarda güzelliğe ulaşmak.

Velhasıl, Ginobili bugün 38 yaşın-da ve NBA tarihinin maç kazanma oranı en yüksek oyuncusu. Yıllar öncesinde milli takımda oynarken ona 32 yaşında tekerli sandalyeyle oynamayı sürdüreceği bahsinde şakalar yapılırdı. O ise durumun böyle olmadığını, değişen yegane şeyin başının arkasında oluşan kel olduğu için mutlu olduğunu ve oy-namaktan hala zevk aldığını belir-tiyor. O, hala Manu Ginobili.

Page 25: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 25

OKUMAYI SEVEN DEFANSA GELSİN!

Page 26: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

26 / NİSAN 2016

Page 27: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 27

YAŞAYAN EN ŞANSLI ADAM?OĞUZHAN ŞAKAR

F1’de 2016 sezonu Avustralya GP ile start aldı. Geçen sezondan farklı bir sonuç çıkmadı. Mercedesler ve Vettel podyumdan yine bize el sal-ladı. Akıllardaysa Fernando Alon-so’nun Esteban Gutierrez ile yaşa-dığı temas sonrası yaptığı büyük kaza kaldı. Fernando, kariyerinde-ki en büyük kaza olduğunu dile ge-tirdi. Jules Bianchi’nin kaybı halen çok tazeyken Fernando Alonso’nun sadece birkaç sıyrıkla bu kazaya at-latması herkesi sevindirdi. Bu olay üzerine Avustralya’da yayın yapan Herald Sun gazetesi Alonso için “Yaşayan En Şanslı Adam” manşe-tini attı. Peki Fernando Alonso, F1 kariyerinde bu kadar şanslı mıydı? 2000’li yıllar F1 için Ferrari hege-monyasında geçmekteydi. 2000–2004 arası tam 5 yıl aralıksız Fer-rari’nin kırmızı renkli otomobili kadar görkemli olan siyah atı şah-landı F1 dünyasında. 2005 yılında isyanı gençler çıkardı. Ferrari do-minasyonuyla geçen yılları Kimi Raikkonen ile verdiği mücadele sonunda bitiren Fernando Alon-so’ydu. Yeni bir tarih yazılmıştı, en genç dünya şampiyonu unvanını aldığında hayatından 24 yıl 58 gün geçmişti. Dünya şampiyonluğu

ondan beklenmeyen bir şey değildi aslında. Fernando alt kategorilerde hatta kartingde elde ettiği başarı-larla bunun sinyallerini veriyordu. F1’e ilk girdiği sezon olan 2001’de Minardi takımında gridin en kötü aracının kokpitinde oturmasına rağmen istikrarı ve takım arkadaş-larına kurduğu üstünlükle dikkat-leri üzerine çekiyordu. Sonraki yıl-larını Renault’da geçirecekti. 1 yıllık test pilotluğunun ardından 2003’te oturduğu Renault koltuğunda önce pole pozisyonunu kazanan en genç sürücü, ardından da F1 tarihinin en genç yarış galibi unvanlarını ele geçirdi. İspanyol’dan beklenen ar-tık dünya şampiyonluğuydu.

Fernando’nun Renault’da takım patronu olan Flavio Briatore Be-netton’da da genç Michael Schuma-cher’e ilk şampiyonluklarını yaşat-mıştı. Aynı senaryo Alonso içinde yazılmıştı. Michael Schumacher ve Ferrari 2005’te tökezlediğinde Fer-nando Alonso potansiyelini ortaya koymuş ve F1’in yeni şampiyonu olmuştu. 2006 geldiğinde ise bu kez F1 tarihinin en başarılı pilo-tuyla yani Michael Schumacher ile şampiyonluk yarışına girişti. Se-zon boyunca Ferrari daha iyi araca

sahip gibi gözükse de, Japonya’da patlayan motoru yüzünden du-manlar arasında aracını kenara çe-ken Schumacher’in yanından geçip gidiyordu İspanyol. Artık en genç çifte dünya şampiyonuydu Alonso. Önündeki uzun kariyerinde kim bilir neler başaracaktı? F1 dünyası-nın yeni yıldızı artık oydu.

2007’de ani bir kararla McLa-ren’e transfer oldu ve McLaren’in 1999’dan bu yana süren şampiyon-luk hasretini dindirmeyi hedefledi. Bundan sonra Fernando Alonso için her sene 3. şampiyonluk için yeni bir umutla başlayacak ve ar-dından yeni bir hayal kırıklığı ile son bulacaktı. Macaristan GP’de pole pozisyonunu almıştı ama Lewis Hamilton’u pitte engellediği için aldığı cezayla birlikte takım arkadaşıyla arası artık bir daha eskisi gibi olmayacaktı. 2000’lerin başından itibaren iyiden iyiye F1’de yer alan 1.pilot kavramı Alonso’ya McLaren’de uygulanmamıştı. Ay-rıca McLaren casusluk skandalıyla tüm puanlarını kaybederken Alon-so’nun bu olayla ilgili Pedro de la Rosa ile mailleri medyaya sızmıştı. Alonso olaydan sonra ceza alma-dı, şampiyonluk şansını sürdürdü

Page 28: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

28 / NİSAN 2016

ama unvanını son yarışta Kimi Ra-ikkonen’e kaptırmıştı. Ceza almasa da bu olay Alonso’nun şampiyon-luklarla kazandığı saygıdeğer ima-jını oldukça zedeledi. Fernando yuvaya dönüş yapma kararı aldı ve Renault’ya geçti. Ancak sonraki 2 yılda Alonso’nun eski Renault’sun-dan eser yoktu. Sadece 2 yarış ka-zanabildi. Ancak daha çok akıl-larda Singapur GP’sini kazanmak için Renault’nun Nelson Pique Jr’a bilerek kaza yaptırdığı yarışla ha-tırlanacaktı. Takım arkadaşlarıyla rekabetleri, casusluk ve son skan-dalı derken çok iyi başlayan kari-yeri duraksama dönemine girdi.

2010 yeniden diriliş için çok uy-gundu. Kimi Raikkonen rallide ka-riyerine devam kararı alınca Fer-rari’de bir koltuk boşta kalmıştı ve buraya kuşkusuz en büyük adaydı Alonso. Beklenen olmuş ve her pilotun hayalini süsleyen kırmızı tulumları giymişti. F1’in en bili-nen ve en çok şampiyonluk sahibi takımına gelmişti. Daha ilk yarışta

duble geldi. Alonso özlediği pod-yumun en üst basamağına dönüş yapmıştı. Takım arkadaşı Massa o yarışta ve Ferrari kariyerinin geri kalanında hep 2. olacaktı. 2010 Almanya GP’sinde verilen takım emri Alonso’nun 1.pilot olduğunu ve eğer Ferrari şampiyonluğu ka-zanacaksa onunla kazanacağını ke-sin bir şekilde gösteriyordu. Ancak işler sonrasında pek de iyi gitme-di, bir türlü şampiyonluk gelmedi. Ferrari yıllarında hiç şampiyonluk yaşayamasa da imajını yeniden pist üzerinde inşa etmeyi başardı. 5 yıllık Ferrari kariyerinde gridde-ki en iyi arabaya hiçbir zaman sa-hip olamadı. Ama 2010 ve 2012’de Vettel’le girdiği mücadeleden son yarışlarda yenilgiyle ayrılsa da en çok saygı duyulan pilot haline geldi. Araçtan maksimumu hat-ta daha fazlasını almayı başarıyor adeta ekmeğini taştan çıkarıyordu. Ancak bir türlü gelemeyen en iyi araç ve şampiyonluk, Alonso’nun Ferrari’den memnuniyetsizliği-ni (2014 galibiyetsiz geçince) dile

getirmesiyle birlikte ayrılık vakti-ni getirmişti. Yeni adres McLaren Honda’ydı. 2015 Fernando Alon-so için sportif açıdan bir hayli zor geçti. Takımı en çok yarış dışında kalan, gridin en yavaş araçlarından biriydi. 2016’da ise neler olacak bekleyip göreceğiz.

Fernando Alonso birkaç sene için-de yolun sonuna gelebilir. Yolun sonu nasıl gelecek bilinmez. An-cak o istikrarı, takım arkadaşlarına karşı kurduğu üstünlükleri, şam-piyonlukları, yaptığı doğru-yan-lış seçimleri ve karıştığı olaylarla F1 tarihindeki yerini çoktan aldı. Doğru zamanda doğru yerde ola-bilseydi yani “çok şanslı” bir adam olsaydı kariyeri çok daha farklı se-viyede olabilir miydi? Şampiyon-luk sayısı 5 belki de 6 olur muydu? Bunun yanıtını hiçbir zaman bile-meyeceğiz. Ama şunu biliyoruz ki o aracına bindiğinde sonuna kadar zorlayacak ve aynasında onu gö-ren, pistte asla rahat edemeyecek.

Page 29: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 29

Page 30: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

30 / NİSAN 2016

DELİ İBRAHİM DAHA NE YAPSIN?

ALPER ÜNLÜ“...Bütün amacım, bütün isteğim, bu camia için, büyük Beşiktaş Ku-lübü’nün en güzel şeylere layık ol-ması içindi...”

Kaptan bu sözleri söylediğinde 36 yaşındaydı. Futbolu Beşiktaş’ta bı-rakmak istediğini her fırsatta söy-lemesine rağmen, bunun bir kavga sonucunda gerçekleşmesi sadece onu değil Beşiktaş camiasını da derinden üzmüştü. Hayatı boyun-ca kimseyle kavga etmediğinden bahsedip, sadece “o arkadaş” tan büyüklerine daha saygılı olmasını

beklediği için kendisine futbolu bıraktıran bu hadiseyi yaşadığını söyledi.

O gün devre arasında yaşanan ge-rilimin ardından Beşiktaş, Anka-ragücü maçının yanı sıra, efsane kaptanı İbrahim Üzülmez’i de kay-betti. 11 sene Beşiktaş’ta mücadele etmiş, milli takıma yükselmiş bir isim olarak aradan geçen 5 yılın ardından, kaptanın hâlâ yeri tam anlamıyla dolmuş değil. Bildiği-niz üzere çok yetenekli bir sol bek oyuncusu olmamasına karşın pro-

fesyonelliği, mücadelesi ve azmi, Beşiktaş’ın simge isimlerinden biri olmasını sağladı. İyi orta açama-masına yönelik eleştirilere: “Orta açabilsem Real Madrid’de oynuyor olurdum.” diyebilecek kadar da açık sözlüydü.

İbrahim Üzülmez varlıklı bir aile-den gelmiyordu, hayata tutunmak için sürekli çalışması gerekliydi. Köydeki turnuvalarda başlamıştı futbol hayatı. Takım servisi, onu maç günleri garsonluk yaptığı lo-kantadan alıp, maç bitiminde lo-

Page 31: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 31

DELİ İBRAHİM DAHA NE YAPSIN?

kantaya geri bırakıyordu. Yorul-manın ne olduğunu bilmemesi o yaşlarda edindiği bir kazanım olsa gerek...

Gönenspor’da profesyonelliğe adım atıp, sonrasında Karabüks-por’a transfer olduğunda henüz 20 yaşındaydı. Burada işler pek de beklediği gibi gitmedi. Sürek-li kiralık gönderildi ve bu kirala-ma sürecinin sonrasında teklifler gelmeye başladı. Bu tekliflerin ardından, Karabükspor’da oyna-ma fırsatı buldu. 5 yıllık Karabük

Page 32: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

32 / NİSAN 2016

macerasının ardından, Gazian-tepspor’da bir buçuk yılda kendini göstermeyi başardı. Trabzonspor ve Fenerbahçe’nin dikkatini çekse de İbrahim’in kararında duyguları ön plana çıktı.

Beşiktaş taraftarı tarafından sıkça eleştirilmesine rağmen, taraftar-larla arasında kopmayacak bir bağ vardı. İbrahim de şarap gibi yıl-landıkça kendini buluyordu. Kari-yerinin son döneminde çıkardığı iyi maçlar esnasında taraftar ona: ‘Bugün ne içtin’ diye sıkça takılır-dı. Bu dönemlerde yaptığı başarılı ortalarla, kişisel gelişimin yaşının olmadığını kanıtladı.

Futbolu bırakanların çoğunlukla yorumcu ya da teknik direktör ol-duğu ülkemizde o, ikinci yolu seç-ti. Çaykur Rizespor’da Mustafa De-nizli’nin yardımcılığını yaptıktan iki sene sonra, Elazığspor’da teknik direktörlük kariyeri başlamış oldu. PTT 1. Lig’de, takımı liderliği ele

geçirdikten sonra, şehirden takıma destek vermesini istedi. Ancak bu çağrı kayıtsız kalınca, oyuncula-rın da maaşlarını alamadıkları bir ortamda kalamayacağını belirtip, istifasını verdi. Yeni nesil yerli tek-nik adamlara yönetimlerce verilen sözlerin tutulmadığı ortamlarda, çilekeş pozisyonuna da düşmeyen Kaptan’ın yeni durağı, Cavcav’ın başkanlığını yaptığı Gençlerbirli-ği takımı oldu. Bu sezon, hocaları idmana dahi çıkarmadan kovarak gündem olan Gençlerbirliği’nde, genç İbrahim Hoca’nın ne yapaca-ğı merak konusuydu. 17 maçlık ilk yarıda sadece 3 galibiyeti bulunan, tek istikrarı hoca değişimi olan ku-lübün ligde kalma mücadelesinde önü açık görünmüyordu. Teknik direktör değişimi ve devre arasın-da gelen nokta transferlerle deği-şen atmosferin sonucunda, ikinci yarının ilk dört maçında gelen dört galibiyet, takıma derin bir nefes al-dırdı. İlerleyen haftalarda, Ankara temsilcisinin düşme korkusu yaşa-

maması da Kaptan’ın dokunuşla-rından bir başkasıydı.

Ankara temsilcisinin bu sezonki altıncı teknik direktörü olan Kap-tan, beklentilerin fazlasını karşı-ladı. Takımı başarılı skorlar alsa da yine de skor yorumcularının dikkatini çekmeyi başaramamış görünüyor. Her şeyi çabuk tüket-tiğimiz bu günlerde, sevinçleri, hüzünleri dahi günlük yaşamamız, ağaca takılıp ormanı görememe-mize neden olmakta. 3 büyüklere odaklanan ‘dokunulmaz’ basın ve medyamız, Anadolu’dan çıkan bu başarı hikâyesine ne yazık ki yeteri kadar yer vermemekte. Ne yazık-tır ki; insanımız yabancı isimlerin başarılı işlerine gösterdiği değeri, yerli ve milli olanlara yeteri kadar göstermiyor. Belki de, Türk futbo-lunda başarı sadece üç büyüklere özgü bir kavram; ya da başarının tek koşulu var: ‘Şampiyonluk’

“3 BÜYÜKLERE ODAKLANAN ‘DOKUNULMAZ’ BASIN VE

MEDYAMIZ, ANADOLU’DAN ÇI-KAN BU BAŞARI HİKÂYESİNE NE YAZIK Kİ YETERİ KADAR

YER VERMEMEKTE.”

Page 33: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 33

Page 34: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

34 / NİSAN 2016

TANRILARIN TAKDİRİMUSTAFA ONUR GİRİŞKEN

“BİZ DE OLYMPIA ÇOCUĞUYUZ, BİZ DE OLİMPİK DÖNÜŞÜME İNANIYORUZ”

Page 35: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 35

“BİZ DE OLYMPIA ÇOCUĞUYUZ, BİZ DE OLİMPİK DÖNÜŞÜME İNANIYORUZ”

Page 36: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

36 / NİSAN 2016

Türkiye, 7 Eylül 2013 tarihi için çok umutluydu. 2020 Yaz Olimpi-yatları’nın hangi ülkede düzenle-neceği açıklanacaktı. Beşinci kez düzenlemeye aday olduğumuz olimpiyatları bu kez her şeyden çok istiyorduk. Bugüne kadar hiç-bir ülkenin olimpiyatlara bu kadar fazla(beş kez) aday olup da olimpi-

yatları alamadığı görülmemişti.

19 milyar dolarlık dev bütçemizle, çok kuvvetli görünüyorduk. Tokyo ve Madrid kentleri ile yarışıyor-duk ve birçok avantajımız vardı. Nitekim daha önce olimpiyatlar, Müslüman ve lâik bir ülkede ya-pılmamıştı. Madrid ve Tokyo büt-

çelerinin çok ama çok üstünde bir bütçeye sahipti İstanbul. Olimpiyat tanrıları da bu zenginliği görmez-den gelemezdi. Zira tanrılar zen-ginleri hep severdi.

Bardağın Dolu Tarafı(!)Olimpiyatları alırsak, yedi yıl içe-risinde altyapılardan gelecek olan

Page 37: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 37

çok başarılı sporcularımızın geli-şimlerine hız verebilirdik. Yıllar-dır veriyorduk zaten. Kesinlikle doping yapmalarını da engelleyip, her branşta şampiyon adayları ye-tiştirebilirdik. Bizim ülkemizde doping yapıldığı hiç görülmüş mü? Ülkemizin güzide gençleri; Fana-tik, Fotomaç, üç harfli malûm ga-

zeteyi okumaktan vazgeçip iddia kuponlarından uzaklaşabilir; El-van Abylegesse, Hamza Yerlikaya, Naim Süleymanoğlu, Mersinli Ah-met ya da Usain Bolt olmaya can atabilirdi.

Hâlihazırda, TOKİ gibi çok güçlü ve mimari değerleri çok önemse-yen bir yapımız da vardı. Olimpi-yat Köyü’nün inşası ve tesisleşme hamleleri çabucak atılırdı. Zaten bu kuruluşumuz, İstanbul’un Ayaz-ma Bölgesi’nde, Atatürk Olimpiyat Stadyumu yapılırken tüm maha-retlerini sergilemişti. Aslında sade-ce Ayazma Bölgesi’nde değil; kent-sel dönüşüme ihtiyaç duyulan her yerde politik ideolojinin en güzide eserlerini Hızır edasıyla gerçek-leştirmişti. TOKİ’nin yakın akra-balarından Ağaların oğulları da, birtakım Ali Cengizkolinlimak-doğuşoğulları da olimpiyatların alınıp alınamayacağını büyük bir merakla bekliyordu.

2012 yılında Avrupa Spor Başkenti olan İstanbul, olimpiyatlara da tam teşekkül hazırdı. 3. Köprü ve tüp geçit projeleri, Almanlar’ı kıskan-dıracak-İstanbul Otogar projemiz-den sonra-3.havalimanı denemele-rimiz de elimizdeki diğer kozlardı. Projelerin, İstanbul’da ulaşım soru-nunu çözeceğine şüphemiz yoktu.Ulaşım sorunu bir yana; bürok-ratlar ve bizzat o dönemin baş-bakanı, spor kültürü açısından ülkenin gelişmesini çok ama çok istiyordu. Medya, parlamento ve iş adamları el ele vermişti ve her şey Türkiye’den yana görünüyordu. Çok değil; Olimpiyatların hangi ülkede düzenleneceğinin açıklan-masından sadece birkaç ay önce, 2013 Haziran sonunda Mersin’de düzenlenen 17. Akdeniz(Vayt Siğ) Oyunları’nda da, Türkiye’nin or-ganizasyon yeteneği sınanmıştı. Sonuç itibariyle elde edilen 47’si altın, toplam 128 madalya ile İtal-ya’nın ardından oyunları ikinci sı-

rada bitiren Türkiye-doping krizi görmezden gelinirse-çok başarılı olmuştu.

Takdir-i IOCFakat olimpiyat tanrıları-herhal-de-Müslüman değildi. Ya da karan-lıkta güneş gözlüğü takıyorlardı. O dönem gerçekleşen Gezi Parkı ey-lemcilerinden de çok hoşlanmamış olacaklar-herhalde-ki, olimpiyatla-rı 2020 yılında Tokyo’nun düzen-lemesini uygun gördüler. Belki de başka sebepleri vardı.

Dönemin başbakanı, olimpiyatla-rın hangi ülkede düzenleneceğinin öncesinde her ne kadar Tokyo’nun adaylıktan çekilmesinin çok an-lamlı olabileceğini dile getirse de, Japonlar-niyetleri bilinmez-Olim-piyatları bir kez daha tatmak iste-diklerini söyleyeceklerdi. Belki de tsunami felaketi sonrasında Fuku-şima’daki nükleer felaketi örtbas etmek istiyorlardı; kim bilir?

Olimpiyatları gerçekleştirmeye gönülden inanmış olan dönemin başbakanı ve O’nu çok seven ga-zetecilerden biri, olimpiyatların alınamaması üzerine; ülke spor kamuoyunu, yöneticileri ya da tan-rıları suçlamak yerine, suçlayacak başka birilerini seçti. Yazar, 8 Ey-lül 2013 tarihli ‘Geziciler Olimpi-yat Halkasını Burunlarına Taksın’ isimli yazısında, Gezi Parkı eylem-lerine katılanlara ithafen:

“Ülkesini rezil etmeye çalışan bir de üzerine mağlubiyeti için darbe secdesine yatan adamlar mı arar-sın! Yazıklar olsun sizin gibi van-dallık halkasını doğuştan boynuna geçirmişlere!”diyecekti.

“Bana göre kaybeden olimpiyat oldu, biz kaybetmedik.” diyen dö-nemin başbakanı ise Uluslararası Olimpiyat Komitesi(IOC)’ne-ya da tanrılara-ne kadar büyük bir şansı kaçırdığını hatırlatıyordu.

Page 38: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

38 / NİSAN 2016

Hâlbuki 2013 yılında, FIFA 20 Yaş Altı Dünya Kupası’nda sporu ve futbolu ne kadar çok sevdiğimizi dünyaya göstermiştik! Turnuvalar tarihinin en düşük seyirci ortala-masına sahip olsak da, bu bir gös-terge değildi! Dünya, bizim spor aşkımızdan emin olmalıydı. Biz Olimpiyatları aldığımızda, spor aşkımızı yedi düvele bir kez daha ilan edebilirdik. Daha önce etme-miş miydik?

Tanrılar; Avrupa Spor Başkenti olan İstanbul’u, Akdeniz Oyunla-rı’na ev sahipliği yapan Mersin’i, 20 Yaş Altı Dünya Kupası organi-zasyonuna ev sahipliği yapan tüm Türkiye’yi görmemiş miydi? Biz de Olympia çocuğuyduk, biz de rant-sal dönüşüme; pardon ‘olimpik dönüşüme’ inanıyorduk; niye bizi seçmemişlerdi?Olimpiyatın Getir-me-dikleriAslında tanrılar bize bir iyilik yap-mış olabilir miydi?

Çünkü aslında, olimpiyatlar ile bir-likte; deprem bahanesi soslu, inşaat projeleriyle yandaş iş adamlarının cebini doldurma amaçlı kentsel dönüşümler daha da artacaktı. TOKİ’nin Zeus’a eşdeğer tanrısallı-ğı daha da kuvvetlenecek ve emlâk

balonu iyice şişecekti. Kent içinde-ki ve hatta banliyölerdeki kiralar daha da artacaktı. İşçi sınıfı ve alt gelir grubundan insanların yer de-ğiştirmeleri meşrulaşacak ve pek tabii banliyöler soylulaştırılacaktı.Güvenlik önlemleri bahanesiyle zaten yaşanılamayacak durumda olan İstanbul, iyice ablukaya alı-nacaktı; muhalif sesler iyice bastı-rılacaktı. Haydarpaşa’ya yapılacak portatif stadyumun 20 bin kişilik bölümü Haydarpaşa’da kalacaktı; ancak 50 bin kişilik bölümünün ne yapılacağı bilinemeyecekti. Spor kültürü yine futbol ve iddia ile sı-nırlı kalacaktı; olimpiyatlar için hesaplanan maliyetlerin çok üstü-ne çıkılacaktı ve bu ek harcamalar vergiler ile halktan alınacaktı. Tuhaf olan başka bir şey, adaylık kitabının içindeki İstanbul ile il-gili ulaşım projelerinin uygulana-geldiğini görmekti. Yapılmasına zaten karar verilmiş olan projeler, olimpiyatlar adı altında daha meş-ru bir zemine indirgenecekti ve in-şaat projelerinin yapım hızını kat-merlendirecekti. ‘Ecdad torunları’ kentin can damarları olan Kuzey Ormanları’nın talanını da kamu-oyunda kabul edilir bir çerçeveye yerleştirmeye niyetlenecekti.

Türkiye olimpiyatları çok istiyor-du, ama istemesinin sebebi görül-düğü üzere bambaşkaydı. Spor kül-türü yaratma çabasıyla, ‘İnşaat ya Zeus!’ çabası karşı karşıyaydı. Ağır basan zihniyet ise daha çok, beton makinelerinden çıkan sesten zevk aldığını belirtenlerin zihniyetiydi.

Şerden KorunmaChicago’da olimpiyat yapılmasını istemeyen Sosyal Konutları Koru-mak için Chicago Koalisyonu’ndan Willie J.R. Fleming ve arkadaşları da, geçmişten beri süregelen Olim-piyat sömürüsünün ve bu sömürü-nün yarattığı rantların farkınday-dı. Onlar yayınladıkları bildiri ve örgütledikleri kentlilerle, Chica-go’nun 2016 Olimpiyatları’nı alma-sını engelleyen bir oluşumdu ve: “Yöneticilerimizin zaman, enerji ve kaynaklarını, kentlilerin gerçek ihtiyaçları ve sorunları için, konut ve diğer hayati hizmetler için har-camalarına ihtiyaç duyuyoruz. Sa-dece özel girişimcileri zengin eden Olimpiyatlara yatırım yapacakla-rına, geleceğimize, çocuklarımızın güvenli ve iyi bir yaşama kavuşma-larına yatırım yapsınlar.”diyorlardı.

Tanıl Bora’nın Radikal’de yazdığı “Bize göre bir şey değil” başlıklı ya-zısının altına ise, ‘makul’ mahlaslı anonim yazar, durumu özetlerce-sine şunları yazmıştı: “Vatandaşını sopalarla linç eden, kurşunla öldü-ren polis kisvesindeki tetikçilerin sırtını sıvazlayarak “polise direniş gösteren 3-5 kişi öldü” diyerek hem insani zayıflığını hem de yağmacı “muhafazakâr” siyasi emellerini insan hayatı üzerinde tuttuğunu ifşa eden bir başbakanın, siyasi ak-lın bulunduğu bir ortamda Olim-piyatlar iyice bu atmosfere hizmet için kullanılacaktır. Umarım Olim-piyatları Tokyo alır.”

Tanrılar-şimdilik-bizi olimpiyatla-rın şerrinden korumuştu.

Page 39: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 39

Ayazma...

Page 40: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

40 / NİSAN 2016

MAURIZIO SARRIDÜZENE ÖVGÜ

CİHAT GEMİCİ

Page 41: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 41

Page 42: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

42 / NİSAN 2016

“Yaşanılanlar, görülenler ve öğre-nilenler ne kadar acı olursa olsun, macera insanoğlu için büyük bir nimetti. Çünkü dünyadaki en bü-yük mutluluk, bu dünyanın şahidi olmaktı.” İhsan Oktay Anar, Puslu Kıtalar Atlası’nda varoluşu anlatır-ken hayal kurmanın, maceranın ehemmiyetini böyle dile getirmiş-tir.

İnsanların hayalleri günden güne değişebilir, değerini kaybedilir, na-dir de olsa bazen de gerçekleşebilir. Kendi hayalinin bir başkası tara-fından gerçekleştirildiğini görmek insana ne hissettirir? Unutulmuş, hasıraltı edilmiş, gerçek dışı bulun-

muş bir rüyanın başkası tarafından gerçekleştirildiğini görmek insana keder mi verir yoksa mutluluk mu verir?

Maurizio Sarri eski bir bankacı, iyi bir teknik direktör olmasının yanı sıra aynı zamanda hayalleri-mi de gerçekleştiren adamdır. Ben Uzun İhsan gibi yatağımda Derby County’nin menajeri olma düşleri kurarken, Sarri şu sıralar İtalya’nın güneyinde Bünyamin gibi kaleler fethediyor, Arap İhsan gibi kıtalar keşfediyor…

İtalyan Hoca’nın hayatında ilk keş-fettiği yer Napoli oldu. Burada ai-

levi sebepler nedeniyle pek fazla ikamet edemedi. Fabrika işçisi olan babası, Maurizio 3 yaşındayken ailesini Toscana’ya taşıdı. Geride küçük Maurizio’nun kalbini unut-muş olacaklar ki Bay Sarri, hayatı boyunca hep Napoli taraftarı oldu. Floransa yakınlarında Figline Val-darno isimli bir yerde yaşıtları Juventus, Milan, İnter gibi büyük takımları ya da kasabaya en yakın takım olan Fiorentina’yı destekler-ken, o hep Napoli aşığıydı. Birile-ri neden gök mavileri tutuyorsun diye soracak olursa da; “Doğum yerim Napoli. Onları tutmamdan daha doğal ne olabilir ki?” diye cevap verdi. Maurizio Sarri için diğerleri yıldızsa, Napoli gökyü-züydü.

Kısa bir amatör futbolculuk ka-riyerinden sonra aynı anda hem ekonomi okuyup hem de bir ban-kada çalışmaya, kalan zamanında ise Toscana’nın alt liglerinde antre-nörlük yapmaya başlamıştı. Benim teknik direktörlük hayalimin baş-ladığı 2000/01 yılında Sarri, 6. Lig takımı AC Sansovino’dan ilk ciddi teknik direktörlük teklifini aldı. Tek şartı vardı; şampiyon olama-ması halinde antrenörlüğü temelli bırakacaktı.

S İ NY O R

3 3

Page 43: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 43

Aynı dönemde Fiorentina, Nuno Gomes’li, Rui Costa’lı, Toldo’lu kadrosuyla Serie A’da boy gösteri-yordu. 10 yaşında Bayrampaşa’daki evinde Fiorentina maçlarını bek-leyen çocuğun görmeyi beklediği isim ise bu futbolculardan hiçbirisi değildi. O, sevdiği takımı Avrupa Şampiyonu yapan eski hocasını merak ediyordu; Sinyor Terim’i. Teknik direktörlük hayalleri de onunla başlamıştı.

Teknik direktör olmak futbolcu olamayanların ya da futbolu bıra-kanların işi gibi gözükse de benim gibi bu işi küçüklükten beri isteyen insanlar olduğuna da inanıyorum. Bu insanlar mahalle maçında ya da halı sahada, birisi yerini kay-betse taktiğin bozulduğunu dü-şünen, saha dizilişini ciddiye alan akıl hastalarıdır. Halı sahada 3’lü savunmanın önüne trequartista koyan, mahalle maçında 2’li sto-perin arkasına sweeper monte edip catenaccio yapıyoruz diyen Hele-nio Herrera’dır bunlar. Bunlardan birisi de benim …

Sarri nihai olarak teknik direktör olmaya karar verdikten 14 sene sonra, İtalya’nın en üst ligi Serie A’da Empoli’yi çalıştırma fırsa-tı buldu. 30 yaşında antrenörlüğe

sıfırdan başlayan birisi için hiç de fena değildi. Ben hala, o nihai ka-rarı verecek ne fırsatı ne de cesa-reti kendimde bulabilmiş değilim. Serie A’da en az maaş alan hoca olması onu rahatsız edip etmedi-ği sorulduğunda: “Eskiden işten sonra bedava yaptığım bir şey için şimdi bana para ödüyorlar şaka mı yapıyorsunuz rahatsız falan deği-lim hatta şanslıyım” dedi. Sarri ha-yali uğruna zamanını ve parasını harcamaktan hiç çekinmedi, ben ise çoğu zaman çekindim.

Kahramanımız Empoli’den önce basamakları birer birer çıktı. Tos-cana’da yerel takım Sansovino’yu 3 yıl içinde Serie C2’ye çıkarınca dik-katleri üzerine çekti. Bu başarısını takiben 2003’te Sangiovannese’yi çalıştırmaya başladı. 2004’te takı-mını Serie C1’e çıkarmayı başardı. Ben o sıralar daha çok Serie A ile ilgileniyordum. Geçmişteki Ronal-do etkisinden olsa gerek Football Manager’de İnter’i çalıştırıyordum. Ne gerçekte İnter ne de oyunda ben; hiç başarılı olamadık. Devir o zamanlar Milan’ın devriydi. Benim idolüm Terim’i kovan, İnter’in ezeli rakibi olan Milan’ın. Şampiyonlar Ligi’ni 2003’te kazandılar 2005’te final oynadılar. O gün hariç bir daha Liverpool’u hiç tutmadım…

Sarri, 2005 yılında Serie B ekibi Pescara’nın teklifini kabul ederek kademe atladı. 2012/13 sezonuna kadar aralarında Verona, Perugia, Arezzo, Sorrento gibi takımların bulunduğu Serie B ve Serie C ta-kımlarını çalıştırdı. Ben ne mi yap-tım? Bir işin ucundan tutayım diye oturdum sınavlara çalıştım. Bu arada da kafamda hep taktikler, di-zilişler… KPSS denilen illet! Sınav-da dahi soru kitapçığına hayalim-deki 11’i yazmaktan çekinmedim.

İtalyan Hoca, 2012/13 sezonunda Empoli’nin başına geçti. Empoli ile ilk sezonunda felaket bir başlan-gıç yaptı. 7 hafta sonunda galibiyet yüzü görmeyen takım; 5 mağlubi-yet 2 de beraberlik almıştı. Medya hiç vakit kaybetmeden Sarri’yi to-pun ağzına koydu. Ama ne olduysa bu kriz anından sonra oldu ve Em-poli’nin çıkışı başladı. Kötü başla-dıkları sezonu 4. Bitirerek play-off oynadılar. Finalde Livorno ile ilk maçta 1–1 berabere kaldılar fakat ikinci maçta deplasmanda 1-0’lık skorla yenilerek Seria A hayallerini bir sene ertelediler.

Sarri 2. sezonunda işi şansa bı-rakmadı. Israrla denediği baklava düzeni artık işe yarıyordu. 2005, Ancelotti’nin Milan’ı ve 2000, Fa-

“BENİM GÖZÜMDE MAURİZİO SARRİ’NİN ÖYKÜSÜ, GARANTİCİ YAŞAMLARA BİR BAŞKALDIRI, HAYAT-

LARINDA YENİLİK İÇİN İŞARET BEKLEYENLERE İLHAM KAYNAĞI, UÇUK HAYALLERİ OLANLARA

ÇILGIN BİR ÖRNEK.”

Page 44: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

44 / NİSAN 2016

tih Terim’in Galatasaray’ından ha-tırlayacağımız bu sistem Empoli ve Sarri’nin alâmetifarikası olmuş ve başarıyı beraberinde getirmişti. Harika geçen sezonun ardından bir zamanlar üstüne para verip takım çalıştıran adam, mütevazı Empo-li’si ile ligi 2. sırada bitirerek Serie A’da boy gösterme şansını yakala-dı. Yükseliş devrinin göze çarpan isimleri Valdifiori, Hysaj ve Sapo-nara oldular. Özellikle Valdifiori, Sarri’nin sahadaki aklıydı. Genç adam, defansın önünde, Pirlo tar-zında ama daha kesici bir rol alarak

Empoli’nin çift yönlü oyununun mimarı oldu.

Seria A’da bahisler Empoli’nin ta-nınmamış gençler ve pili bitik yaş-lılar ile geldiği gibi geri döneceği üzerine yoğunlaştı. Ama bahisçiler belli ki işkolik Sinyor 33 ile henüz tanışmamışlardı. Sarri’ye bu lakap Sansovino günlerinden miras kal-mıştı. Kendisinin anlattığına göre duran toplar için tam 33 tane set hazırlıyor ve antrenmanda çalış-tırıyordu fakat ne yazık ki maçta sadece 4-5 tanesini kullanabiliyor-

lardı. Empoli sanılanın aksine lige tutunmayı başardı. Ligi 15. sırada bitirerek ilk sezonlarında hedefle-rine ulaştılar.

Sarri ise bu sezonun ardından hedeflerine ulaşmakla kalmayıp gökyüzüne kadar çıktı. 7’sinde de 70’inde de diğerleri yıldızsa Napoli gökyüzüydü onun için. Çocukluk aşkı ile 56 yaşında tekrar karşılaştı. Sarri hiç tereddüt etmeden güneyli aşkına koştu. Bir çocukken ayrıl-dığı Napoli’sine bir yetişkin olarak geri döndü. Hem Napoli hem de o

Page 45: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 45

artık çok değişmişti ama Sarri, Na-poli’sini hala küçük Maurizio gibi seviyordu. Güneye giderken ya-nında evlatları Valdifiori ve Hysaj’ı da götürdü. Belli ki geçmişini de unutmayacaktı.

Sarri devlerin arasında da takti-ğinden vazgeçmedi. 4-3-1-2 takti-ğini oynatmaya devam etti. Valdi-fiori’sini yine oyunun merkezine koydu. Fakat sezon başlangıcı kötü oldu. Takım istediği oyunu bir tür-lü oynayamıyor, başarısız sonuçlar ardı ardına geliyordu. Artık Na-

poli’deydi ve kötü gidişata daha fazla tahammül edilemeyeceği-nin o da farkındaydı. Çok sevdiği 4-3-1-2’sinden ve biricik Valdifio-risi’nden vazgeçti. Başarı için deği-şimi göze aldı, hem de en sevdikle-rinden vazgeçerek…

Jorginho’yu orta sahaya monte ettikten sonra takım sistemi de değişti. Napoli artık 4-2-3-1 ve 4-3-3’ün farklı şablonlarında oyna-maya başlamıştı.

6. haftada Juventus galibiyetiyle

çılgın bir tempo kazandılar. Un-derdog’un kralı Sarri, artık zırhı-nı kuşanmış ve devler arenasında Kuzey’e kafa tutuyordu. Juve zafe-rinden sonra Milan’a 4 attılar. 2014 Dünya Kupası’nın şanssız forveti Higuain, Napoli’nin prensi olmuş-tu. Takımın liderinin en güzel çağ-lardaki gibi yine Arjantinli olması taraftarları ayrıca mest ediyordu. Maradona’ya şahitlik eden San Pa-olo tribünleri “El Pipita” nın her golünden sonra çılgınlar gibi he-celeye heceleye Hİ-GU-AİN diye bağırmaya bayılıyordu. Anons sırasında Sarri’nin yüzündeki gü-lümsemeye de ben bayılıyordum. 28. hafta itibariyle Napoli, lider Juventus’un 3 puan gerisinde 2. sırada bulunuyor. Üstüne para ve-rip antrenörlük yapan adam şimdi koca bir kente yıllar sonra şampi-yonluk hayalleri kurduruyor. Ant-renmanda sigara içmesi, 5’e 2 sıra-sında espressosunu yudumlaması insanlara sempatik gelebilir. Ya da aynı insanlar Mancini ile olan di-yaloğu nedeniyle Sarri’den nefret edebilirler. Benim Sarri ile olan olayım ise; bu adamın hedefleri doğrultusunda elinde olanlardan, sevdiklerinden, alışkanlıklarından vazgeçebilmesiyle alakalı.

Benim gözümde Maurizio Sar-ri’nin öyküsü, garantici yaşamlara bir başkaldırı, hayatlarında yenilik için işaret bekleyenlere ilham kay-nağı, uçuk hayalleri olanlara çılgın bir örnek.

Bana gelirsek, Sarri ile kesiştiğimiz yıldan beri “Simurg’u göremesem de küçük bir serçeyi görmek, kaf dağına gidemesem de dünyanın kendisini görmek için çabalıyo-rum.” Sade yaşamıma rağmen yine de Sarri ile olan bağımız müstesna. Kendisi benim her daim Bünya-min’im olarak kalacak. O yaşaya-cak ben yazacağım.

Page 46: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

46 / NİSAN 2016

SPORA YAPIŞMIŞ

SAVUNMA OYUNCUSU:

SİYASET

Page 47: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 47

SPORA YAPIŞMIŞ

SAVUNMA OYUNCUSU:

SİYASET

ALİ EMRE MAZLUMOĞLU

Page 48: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

48 / NİSAN 2016

Çok fazla bilinmese de, Türki-ye’nin futbol tarihinde Heysel’den çok önce benzer bir facia 1967 yı-lında Kayserispor-Sivasspor ma-çında yaşanmıştı. Bu iki takımın ilk karşılaşmasında Sivasspor ta-raftarları komşuya giderken epey heyecanlıydı. Ama ev sahibi takı-mın taraftarları futbol tarihimizin karanlık dehlizlerinde asla unutul-mayacak bir karşılama hazırlamış-lardı. O anları anlatmak için sözü Zeki Coşkun’a bırakalım:

“Azınlıktılar, silahsızdılar. Dara düşenler tel örgüleri, demir par-maklıkları atlayıp oyun alanına kaçmaya çalışıyordu. Orada polis coplarıyla karşılaşıyorlardı. Tri-bündeki kavga oyun alanına sıç-radı. Cehennemden kurtulmaya çalışanlar çıkış kapılarına akın etti. Kaçanla kovalayan karışmıştı. Ki-minin göğsü daraldı, orada yığıldı kaldı. Kiminin kaburgaları çatırda-dı, “Oy anam” dedi kaldı. Çiğnen-diler, ezildiler. Öldüler.

Gerilimi, hırsı haftalar öncesinden, kaynakları yıllar öncesinden baş-layıp futbol alanında bir saat bile

sürmeyen Kayseri-Sivas maçı res-mi kayıtlara göre 17 Eylül 1967’de kırk ölü, üç yüz yaralıyla yarıda kaldı.”

Böylesi bir faciayı sadece holiga-nizm ya da futbolun “doğasındaki şiddet” olarak okuyanlar çoğun-lukta olabilir. Ancak bu düşün-mekten bile aciz insanların yüzey-sel yorumlarından öteye geçmez. Okurken insanın içini parçalayan bu hadisenin arka planına Zeki Çoşkun’un “kaynakları yıllar ön-cesinden başlayıp” diyerek açık bı-raktığı kapıdan girelim:

İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar kendi sermaye birikimini korumacı sanayi politikaları üze-rine kuran genç Cumhuriyet, bu yönde çok yol kat edemeyip bir de savaş sonrası Avrupa’ya, kıtanın tarım deposu olacak biçimde ekle-nince, Anadolu’daki kentler arasın-da sanayileşmeye başlama aşama-sında bölgesel rekabet oluşmuştu. Bu ekonomik-siyasal rekabet çe-kişmesinin ticaretçileriyle, genç iş insanlarıyla en önde gidenleriydi Kayseri ve Sivas. Bu uzun süre-

li gerilimin patlama noktası, için binlerce insanın bir alanda bir ara-ya geldiği bir futbol maçı olmuş-tu. Yani kapıdan içeri girdiğimiz-de arka planda hemen her alanda karşımıza çıkacak olan Craig Mc-Gill’in ifadesiyle spora iri yarı bir savunma oyuncusu gibi yapışmış olan siyaseti buluyoruz.

Modern sporun doğuşundaki momentum noktasıAslına bakılırsa aydınlanmacılığın ilkel ampirik metodunda kalmış ve onu son zamanlarda bir güzel metafizik sosla bulamış bir eğitim sistemine sahip olduğumuz için iki farklı olgunun birbiriyle olan ilişkisini göremiyoruz. Aslında ta Hegel’den beri olguların ya da ol-guya bağlı süreçlerin birbirinin bir parçası olduğu, düşünce alanında epey bir yol kat etti. Şimdi bunu konumuza uyarlarsak spor ve siya-setin de iki farklı olgu olarak bir-birine bağlı olduğunu söylememiz gerekir. Bir adım daha atarak şunu da diyebiliriz: Spora dair gelişen hemen her süreç siyaseti, siyasete dair gelişen hemen her süreç de sporu etkiler.

Page 49: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 49

Bugün geçmişte kimsenin tahmin edemediği boyutlara ulaşmış olan modern sporun doğuşunu keşfet-mek istersek karşımıza açık bir şe-kilde kentleşme çıkar. Zaten kent-ler olmadan sporun kitleselleşme ihtimalini konuşamazdık.

Dünyada ilk kentlerin nasıl orta-ya çıktığına bakarsak da belki de dünya tarihinin en acımasız sü-reçlerinden biri olan “çitleme” ha-reketlerini (sermaye sahiplerince, köylülerin şehirlere iş gücü olarak zorla göç ettirilmesini) görürüz. O dönemki yığınsal kente göçüş ve geniş çaplı işçileşmenin ilk yıl-larında yine de sporun gelişmedi-ğini söyleyebiliriz. Burada spora özellikle de futbola dair bilinen bir yanlışı ortaya serebiliriz: Futbol işçi sınıfının sporu olarak başladı! Bu önerme yanlış çünkü bahsetti-

ğimiz dönemdeki işçi sınıfı gün-de18 saat çalışıyordu ve futbola ayıracak hiç zamanları yoktu. Ço-cukların bile top oynaması müm-kün değildi çünkü onlar da “küçük elleri ve bedenleri dar madenlerde, küçük makinelerde iş yapar” diye 3-4 yaşından sonra ya madenle-rin karanlık koridorlarında ya da yemek molasının bile yasak oldu-ğu fabrikalarda büyürlerdi. Ancak ne zaman işçi sınıfı, tarihinin ilk örgütlülük deneyiminin ardından çalışma saatleri dışında kendi za-manını kazanmaya başladı işte o zaman kitlesel olarak futbola yü-zünü dönebildi. Ve futbol o zaman futbol olmaya başladı. Yani bugün az çok futbolu seven herkes aslın-da kendini o dönemki işçi sınıfının mücadelesine borçlu hissetmeli.

İşte sporun “modernizasyonu” di-

ğer birçok şey gibi tam da böyle bir siyasal sürecin içerisinde geliş-ti. Bir başka deyişle bu ontolojik konumlanış bugünkü siyaset-spor ayrı şeyler fikrinin aslında tam an-lamıyla baş aşağı durduğunu gös-teriyor.

Tarihi spor anlarının ve dönü-şümlerin perde arkası Sporun aslında toplumun diğer her parçası gibi kendi doğal yapısı ge-reği siyasetle iç içe olduğu, tarihin bazı önemli anlarında ya da belli süreçlerinde daha net görülebilir. Örneğin olimpiyatların başlangı-cından bugüne geldiği noktaya bir bakış atalım: Pierre de Coubertin birçok ülkeyi olimpiyat düzenleme fikrine ortak ettikten sonra antik olimpiyatlardan sonra ilk olimpi-yat şampiyonu olacak olan James Connolly, oyunlara katılmak için

Page 50: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

50 / NİSAN 2016

yola çıkmak ister. Ancak okulu Harvard Üniversitesi ona 8 hafta-lık izin vermeyi reddedince onun da okulu bırakması gerekir. Kendi olanaklarını kullanarak olimpiyat oyunlarına ulaşmak isteyen Con-nolly günler süren deniz ve de-mir yolculuğuna çıkar. Napoli’de cüzdanını çaldırır. Son trene son anda yetişir. Yarışlardan sonra “O terene binemeseydim, burada ola-mazdım” der. İlk maratonu kaza-nan Spyridon Luis ise diğer Yunan sporcular başarı elde edemeyince ulusal kahraman olur. Kral yarış-lar sonunda kendisine dileğini so-

runca da mesleğinin çoban olması nedeniyle “katır” ister. Bir de Koç Mehmet vardır Edirne’den oyun-ları duyunca Yunanistan’a giden ancak Osmanlı komitede yer alma-yınca boynu bükük dönen…

O zamanki amatör ruhun şekil-lendirdiği olimpiyat oyunlarından şimdiki kesin sınırları olan, para-nın ve yayın gelirlerinin, dopingin ve yolsuzluğun ön planda olduğu olimpiyatlara. Daha kavramsal ifa-desiyle, Andreas Klose’nin dediği gibi “alt kültürel katılımdan kitlesel bir medya eğlencesine dönüşen bü-

yük spor organizasyonuna… Yani toplumun tüketim alışkanlığının doğrudan bir parçası olarak sporu yönetenlerin elinde bu tüketimin dünya çapında “para basan” unsu-ru olan organizasyonel biçimine.

Bugün muazzam büyüklükte eko-nomi yaratabilen Tour de Fran-ce’in başlangıcında da bu anlardan birine rastlarız. Fransa Turu Tarihi kitabının yazarı Jean François Mig-not, turun başlangıcının siyaset momentumuna nasıl oturduğunu gözler önüne sermiş. O dönemde Fransa’yı ortadan ikiye bölen Drey-

Page 51: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 51

fus Olayı turun da başlamasında önemli bir rol oynamıştı. O günler-de en çok satan spor gazetesi olan Le Velo’nun baş editörü, cesaretlice Dreyfus’un yanında yer alınca, ga-zetenin en önemli reklam verenle-rinden Kont Dion, Dreyfus karşıtı milliyetçi iş adamlarıyla rakip bir gazete çıkarılmasına katkı sağlar. Bu yeni gazetenin adı L’Auto Velo olur. Daha sonra isim hakkı dava-sını kaybederek L’Auto olan gazete, tirajlarını arttırmak için Fransa’yı turlayacak bir bisiklet yarışını ör-gütler. Bu yarış zamanla bugünkü haline evrilir. Bugün Fransa’da bel-

ki de hala politik olarak durduğun tarafı belli edecek tartışmalardan biri olan Dreyfus Olayı gibi siyasal bir olay bisikletin en büyük spor organizasyonunun başlamasına vesile olmuş.

Bunların yanında Bizans Döne-minde tarihi İstanbul Hipodro-mu’nda patlak veren Nika ayak-lanmasından Stade de France’in yanında patlayan bombaya kadar uzunca bir tarihte çeşitli siyasal gerilimlerin spor organizasyonla-rına yansımalarının sayısız örneği mevcut. Bunların en meşhurların-dan biri belki de 1956 Melburn Olimpiyatları’ndaki Macaristan ve SSCB su topu maçıdır. Olimpiyat-lar öncesi Macaristan’da yaşanan hükümet aleyhtarı ayaklanmaya SSCB sert tepki verip Budapeşte’yi bombalayınca iki takım arasındaki su topu yarı finali yoğun bir siyasi atmosfer altında geçer. Maçın son anlarında Macarların efsane oyun-cusu Ervin Zador’un (daha son-ra ABD’ye göç edip Mark Spitz’in koçu olur) SSCB’li rakibinden yumruk yiyince kaşı açılır ve bir anda perde arkasındaki siyasi ge-rilim kanayarak havuzu kırmızıya boyar. Bu nedenle bu karşılaşma “Sudaki kan” olarak adlandırılır (Bu olayın arkasındaki siyasi tab-loyu Quentin Tarantino and Lucy Liu birlikte yaptığı Freedom’s Fury belgeselinde daha geniş çapta gör-mek mümkün). Olimpiyatların belli bir dönemden sonra atletler arası rekabetten, ülkeler arası güç ispatına doğru yönelmesi yukarı-daki gibi sayısız örnek yaratmıştır. Bu durumu 1968’deki 200 metre erkekler madalya kürsüsünde unu-tulmaz protestoyu gerçekleştiren-lerden biri olan John Carlos şöyle özetler:

“Neden ülkenizin eşofmanlarını giymek zorundasınız ki? Neden ulusal marşları çalıyorlar? Neden Rusları yenmemiz gerekiyor? İnsa-

nın insana karşı yarıştığı olimpiyat idealizmine ne oldu?”

Aslında John Carlos bu soruların cevabını çok iyi biliyordu: Siyaset! Apartheid rejimine rağmen Güney Afrika’nın olimpiyatlara alınması-nı protesto etmek amacıyla yapılan o eylemin kahramanlarından biri de üçüncü olan Avustralyalı Peter Norman’dır. Neticede yapılan ey-leme destek verdiği için ülkesine döndüğünde dışlanır ve atletizm kariyeri biter. Irkçı ayrımcılık diğer güzel olan her şey gibi onu da yu-tar. Peter Norman’dan bahsederken olimpiyat tarihinde ona çok benzer bir kaderi yaşayan ama pek bilin-meyen başka bir kahraman da var-dır: Luz Long. Alman seyircisinin ve 3. Reich Hükümeti’nin hiç hoş karşılamadığı Jesse Owens, uzun atlamada rakibi olan Alman Luz Long tarafından oldukça samimi karşılanır ve Long, yarışma bittik-ten sonra soyunma odasına kadar onunla kol kola yürür . Sonrada akıbetine dair bir bilgi olmasa da Owens, Long hakkında şöyle der:“Sahip olduğum tüm kupaları ve madalyaları eritseniz de o anda Luz Long’a karşı hissettiğim 24 ayar dostluğun kaplaması bile ola-mazlar.”

“We are politics!”Kadınların spor alanına katılımı ve elde ettiği her başarı, sporun erkek egemen biçimde örgütlen-mesi nedeniyle politik tartışmaları beraberinde getirmiştir. Coubertin kadınları “zarif ve güzel ama güç ve rekabet ruhundan yoksun” ola-rak gördüğü için onlara ilk olim-piyatlarda yer vermemişti. Takip eden yıllarda kadınların hep güzel fizikli kalması ve evde olması ge-rektiği fikri uzun süre tartışılmıştı. Ancak kadınların örgütlenmesi ve dünyanın birçok yerinde eşitlik ey-lemleri yapması sporu da etkiledi ve kadınlar spor müsabakalarına katılmaya başladı. Yine de buna

Page 52: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

52 / NİSAN 2016

dair tartışmalar günümüzde hala devam ediyor. Daha çok yakın bir dönemde İndian Wells eski direk-törü Raymond Moore kadınları aşağılamaya yönelik ipe sapa gel-mez açıklamalar yaptı. Asıl üzücü olanı ise tenis tarihinin en unu-tulmazlarından biri olma yolunda ilerleyen Novak Djokovic’in (her ne kadar sonradan özür dilese de) de benzer açıklamaları oldu. Oysa buna dair en önemli politik kırıl-ma noktalarından biri Bobby Rig-gs ile Billie Jean King arasında oy-nanan maçta yaşanmıştı. Kendini amaçsızca kadınların erkeklerden zayıf olduğu kampanyasının baş-rol oyuncusu yapan Bobby Riggs’i setlerde 3-0’la deviren King, hem o maçta hem de o maçtan sonra yap-tığı mücadelelerle spor ve kadınlar üzerindeki algının kırılmasında ciddi bir rol oynamıştır. Fazla mı politika yaptığı eleştirilerine ceva-bı ise bu yazının başından beri an-latmaya çalıştığı fikri üç kelimeyle özetleyen bir hal almıştır: “We are politics!”

Bu noktada Kathrine Switzer’den bahsetmeden olmaz. Kendini ma-ratonda görünce sinirden deliye dönen erkeklerin acımasız tacizle-rine rağmen yaptığı eşitliğe koşu-su, kadınların her alanda görünür-lüğünü arttırmak adına tarihin en büyük politik eylemlerinden biri-dir.

Kendi tarihinde sporun geleceğiSpor tarihinde siyasi makamların spora dolaysız müdahalesini de defalarca görmek mümkün. Bun-lardan en meşhuru hiç kuşku yok

ki nam-ı diğer Demir Leydi Mar-garet Thatcher’ın İngiliz futboluna indirdiği demir yumruk olmuştur. Tam bir işçi sınıfı düşmanı olan, iktidarda olduğu yıllarda sendi-kalarla adeta savaş yürüten hatta dünya tarihinin en acayip ifadele-rinden biri olarak “toplum yoktur” diyen Thatcher, 1989 yılında gö-revli polislerin kusuru neticesinde gelişen Hillsborough faciasından sonra şiddetle taraftarları suçlamış ve hatta futbolu yasaklamak iste-miştir. Bunu başaramayınca da tıp-kı ülkenin genel siyasi politikaları gibi savcı Taylor’ın raporunu kul-lanarak futbolu da neoliberal poli-tikalara kanalize etmiş ve Premier Lig’in kurulmasına giden yolu aça-rak futbolun İngiltere’deki yapılan-masını tamamen değiştirmiştir.

Bir diğer örnek ise 2013 yılında Mısır’da Hüsnü Mübarek’in devril-mesinden sonra El Ehli ve El Mısri takımları arasında oynanan ve tam bir katliama dönüşen futbol ma-çıydı. Polis ve ordu birlikleri maçı provoke ederek onlarca El Ehli ta-raftarının ölümüne sebebiyet ver-mişti. Neden mi? Nedeni çok açık. Çünkü çatışma pratiği yüksek olan El Ehli taraftarı, Mübarek’in dev-rilmeden önce örgütlediği parami-liter Baltacılar timlerine karşı halkı kendini koruyabilmesi için Tahrir Meydanı’nda eğitmişti. Belki de bu sayede Mısır Halkı Baltacılara karşı meydanı korumayı başarabilmişti. Ordu ve polis ise ders vermek için yine o akla ilk gelen yeri, futbol sa-hasını seçmişti.

Siyasetin sporu doğrudan etkiledi-

ğine yönelik en önemli kanıtlardan biri ise geçtiğimiz günlerde oynan-ması gereken Galatasaray-Fener-bahçe derbisinin ertelenmesiyle yaşandı. Ne yazık ki bir süredir bombalı saldırıların hedefinde olan Türkiye’de politikacıların yaptığı yanlışların etkisini spor üzerinde de görmek mümkün oldu ve maç oynatılmadı. Zira bu olay kesin bi-çimde gösterdi ki sporun işleyişi ülkenin siyasal güvenliğine göbek-ten bağlı ve siyasal güvenliğin ol-madığı bir ortamda sporun böylesi geniş çapta icra edilmesi mümkün dahi değil.

Yazıyı bir sonuca bağlarken bir kez daha söylemekte fayda var ki spo-run tarihi yukarıda verilen örnek-lerden binlercesini barındırır. Ge-rek bu spesifik örnekler gerekse de sporun doğuşundan bu yana geldi-ği bugüne dair olan sürecin topla-mı bize spor ve siyaset olgularını birbirinden farklı düşünme fırsatı vermiyor. Zaten hemen hemen sa-vaşsız yıl geçirmemiş insanlık ta-rihinde şehirlerinde ve köylerinde her gün bombalar patlayan neslin kahraman olabilecek sporcuları hiç doğmamışken bazen spora dair düşünmenin kendisi bile en politik faaliyetlerden biri haline geliyor. Bütün bu anlatılanların ardından artık şunu diyebiliriz: Spor yaşa-nılan bütün bu işleyişin, oluş öy-külerinin ve olacakların tarihidir. Hepsini içinde barındırır ve hepsi-nin de birer parçasıdır. Ve sporun geleceği bu parçaların silinmeyen izleri içerisinden çıkacaktır.

“SPORA DAİR GELİŞEN HEMEN HER SÜREÇ SİYASETİ, SİYASETE DAİR GELİŞEN HEMEN HER SÜREÇ DE

SPORU ETKİLER.”

Page 53: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 53

Page 54: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

54 / NİSAN 2016

Ü T O P Y A L A RG Ü Z E L D İ R

Page 55: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 55

Ü T O P Y A L A RG Ü Z E L D İ R

FURKAN KARASOY

Page 56: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

56 / NİSAN 2016

“...Ütopyamıza giden yolda her za-man çevremizi saran engeller ola-cak. Bu engeller el ele tutuşacak; bizi sıkıştırmak, bize aman verme-mek isteyecek... Bana kalırsa; biz-lere düşen, yolumuza set çeken bu engellere durmak nedir bilmeden omuz atmak, nefesimiz yettiğince zorlamak. Belki ütopyamıza ulaş-mamız zor, ancak bu omuz darbe-leri bizi bir adım da olsa ileriye gö-türmenin tek yolu. Ve o bir adım, yerimizde saymaya devam ettikçe asla atılmayacak...” Türkiye’nin ye-tiştirdiği çok önemli bir yazar, bir konuşmasında böyle anlatmıştı ütopyaları ve onlara giden zorlu yolları...

Türkiye şartlarına alışmış çoğu bireyde görüldüğü gibi, sizin de lugatınızda ekol kelimesi kendine yer bulamamış olabilir. Zaten ge-rek de yoktur çoğunlukla; çocuklu-ğumuzdan bu yana bize öğretilen, yerel ve anlık başarıların kâfi oldu-ğudur, dahasını istemeyiz. Doğal olarak spor da ülkedeki tüm diğer konu başlıklarıyla aynı kaderi pay-laşır, kafalarımıza işlenmiş sınırla-rın içerisinde dolaşır durur. Ya da biz öyle biliriz...

Bir gün çürümeye yüz tutmuş spor dünyamızda bir adam çıktı ve bu-güne dek kabullendiğimiz tüm ka-lıpları yerle bir etmekten söz etti. Karşısındakiler ona deli gözüyle bakıyorlardı belki, ama o kendin-den son derece emindi. Rasyonel konuşuyordu, hamasete tövbeliy-di... Önemli olan, dönemin başka-nı Özhan Canaydın’la frekansı tut-muştu, bunun sonucunda kararın alınması gecikmedi; Galatasaray’da tekerlekli sandalye basketbol takı-mı kuruluyordu.

İşte sınırlara inanmayan adam Se-dat İncesu ve Engelsiz Aslanlar’ın hikâyesi böyle başladı. Koşan bas-ketbolu oynarken geçirdiği sakat-lığın ardından aktif spor hayatının sonlandığını düşünen ancak bir ar-kadaşının önerisiyle tekerlekli san-dalye basketboluyla tanışan İncesu, bu spora başladığı andan itibaren tutkuyla bağlanmıştı. Yıllar içinde görev tanımı değişti ve oyunculuk-tan antrenörlüğe geçiş yaptı ama içindeki ateş hep kor kaldı.2005 yılında Galatasaray’da göreve

başlarken, çıtayı en yükseğe koy-maktan imtina etmemişti. Der-ken yolculuk başladı, ilk sezonun sonunda takım Süper Lig biletini alıp hedeflediği yoldaki ilk sına-vını kazasız atlattı. Artık asıl ma-ceranın zamanı gelmişti, Engelsiz Aslanlar da kemerlerini bağladı ve gaza bastı. Süper Lig’de de ilk sezonda şampiyonluk geldi. Bu performans kimileri için yeterliydi belki ama Sedat İncesu, o ‘kimi-lerinden’ değildi. Koç, kendinden emin bir şekilde Avrupa’da başarı

Page 57: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 57

sözü verirken; bir yandan takımın tabir-i caizse beynini yıkıyor, ül-kenin ölümcül hastalıklarından “öğrenilmiş çaresizliği” yok etmek için mesai harcıyordu. Dışarıdan bakıldığında kolay görünebilecek bu sürecin ne kadar zahmetli ve hassas olduğu; kimi oyunculardaki psikolojik travmaların tedavisi, sı-fırdan kurulan bir takımı başarıya götürecek kimyanın yakalanması gibi başlıklar da göz önüne alındı-ğında daha rahat anlaşılıyordu.Bu zorlu süreç ilk meyvesini, tak-

vimler 2007 yılının Ekim ayını gösterirken verdi. Engelsiz Aslan-lar, İtalyan Olimpiyat Komitesi’nin düzenlediği ve bu sezon da kendi-lerinin davet edildiği Chieti Tur-nuvası’nda üç İtalyan ekibini geçip kupaya uzandı. İtalya’dan gelen bu kupa uluslararası başarıların ha-bercisi gibiydi. Evet, bundan önce de Türk takımları çeşitli branşlarda Avrupa’da kupalar kazanmıştı ama Engelsiz Aslanlar’ı diğerlerinden ayıran şey basitti: bu takımda kupa değil ekol hedefleniyordu.

Hedeflerin sınırı yoktu, başarıların da... Engelsiz Aslanlar yılmadan çalıştı, her geçen gün biraz daha inandı. İşte bu büyük azim, tarih sayfalarına büyük harflerle notu-nu düştü: Ligde gelen ikinci şam-piyonluk, Şampiyonlar Ligi Kupası ve Kıtalararası Kupa. Çıtayı geç-mişlerdi ama Engelsiz Aslanlar her seneye bir öncekinde yaptıklarını hatırlamıyorcasına başlıyor, kay-bolmayan hırs ve isteğiyle kükre-meye devam ediyordu.

Yıllar içinde Engelsiz Aslanlar çokça kazandı, bazen de kaybetti. Önemli olan ise onlar her zaman oradaydı; kupa ellerinde yükselse de, hüzünlü bir bakışla soyunma odasına dönseler de. İşte bu karar-lılık, takımın kurulmasının ardın-dan geçen on sezonda; biri Birinci Lig’de olmak üzere on lig şampi-yonluğu, beş IWBF Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu, dört Kitakyus-hu Kıtalararası Kupa zaferi ve bir de Chieti Turnuvası şampiyonluğu başarılarını getiren faktör oldu.

Türkiye artık bir spor branşında yerini perçinlemişti ve bunu alışa-geldiğimiz tesadüfi yollarla değil, bilimsel ve sistematik çalışmala-rın ışığında başarmıştı. 2005’te bir rüya gören Sedat İncesu, büyük başarılardan öte büyük hayallerin bile tabu olduğu ülkesine sistemin ve azmin yapabildiklerini kanıtla-mıştı.

Sedat İncesu’nun bu meydan oku-ması Galatasaray’la sınırlı değil-di. Kulüp görevinin yanında Milli Takım’ı da çalıştıran İncesu’nun yönetiminde Türkiye; Avrupa ve Dünya Şampiyonaları’ndan ma-dalyalar getirmeye başladı. Nere-

Page 58: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

58 / NİSAN 2016

sinden bakarsanız bakın rüya gibi bir senaryo değil mi? Gerçek ma-alesef ki farklıydı, her zaman farklı olmuştu. Bu ekip ülkenin gerçekle-rinden çok uzaklara yol almayı ba-şarsa da, ülkenin standartlarından şaşmaya niyeti yoktu.

Türkiye’nin en büyük gazetelerin-den birinde spor müdürü unvanıy-la görev alan bir şahıs, Engelsiz As-lanlar’ın alışkanlık haline getirdiği Şampiyonlar Ligi zaferinin üstüne “Elbette tebrik ederim ancak bu iş biraz da para işi. Bütçeniz iyi oldu mu, kupalar zaten kendiliğinden geliyor” açıklamasını yapmaktan kendini alamıyor, bu coğrafyanın dünyada zirveye oynayacağı ender branşlardan biri olan “meyve veren ağacı taşlama”da altın madalyaya çok da yorulmadan uzanıyordu.

Tamam; basının bu ekibin, bu in-sanların hakkını hiçbir zaman tes-lim etmeyeceği belliydi. Ülkedeki sporseverler arasında çok ama çok küçük bir kesim dışında bu başa-rılarla ilgilenen de pek yoktu, ona da eyvallah. Ama işin en acısı, bu insanların yaptıklarıyla koltukla-rındaki yerlerini sağlamlaştıran in-sanlar da ilgisiz kalmanın ötesine geçmiş, artık takıma köstek olmaya başlamıştı.İşte bu can acıtan sıkıntıların en büyüğü “kutsal görev” bilinen Milli Takım’da yaşanıyordu. Takım, bazı kamplarda fizyoterapist ve sağlık görevlisi olmadan çalışmaya zorla-nıyor, ayrıca oyuncuların tekerlek-li sandalyeleri ile ilgili masrafları

karşılanmıyordu. 12 Cesur Adam bu olanlara boyun eğmiyor, yola devam ediyordu. Ancak bir gün tüyler ürperten bir skandal patlak verdi... Federasyon Genel Sekre-teri, oyunculara ‘cinsel içerikli’ şakalar yapıp, “sağlam kadınlarla evlenmemeleri” adına nasihatler vermeye başladı. Hayallerinde sı-nır tanımayan adam Sedat İncesu, artık tahammülünün bir sınırı ol-duğunu keşfediyordu. Onun için sonun başlangıcı gelmişti, sürdür-düğü bu kavgada daha fazla dire-nemedi ve Milli Takım kariyeri ha-zin bir şekilde sonlandı.

Bu sırada Galatasaray’daki iklimin de dört dörtlük olduğu söylene-mezdi. Kulüp yönetimi başarısız manevralarının bedelini Engelsiz Aslanlar’a ödetiyor ve oyunculara vadedilen primler ödenmiyor, ekip her gün biraz daha yalnızlaştırılı-yordu. Kim bilir, belki de bir yıldır-ma politikasıydı bu... Kadro yavaş yavaş erimeye başlamıştı, Engelsiz Aslanlar artık kan kaybediyordu.

Tüm bu yaşananlar yetmezmiş gibi Galatasaray – Beşiktaş arasında-ki ezeli rekabetin karanlık yüzü tekerlekli sandalye basketbolunu da etkisi altına aldı. Çok şükür bu branşın da ötekilerden eksiği kalmamıştı; nur topu gibi tribün kavgalarımız, türlü türlü milliyetçi şovlarımız da vardı artık. Beşiktaş Başkanı Fikret Orman’ın “Teker-lekli sandalye basketbolu sosyal sorumluluk projesidir, para har-canacaksa bu ülkenin çocuklarına

harcansın. Başarı için bu ülkenin parası yurt dışına gidiyor” çıkışı, Beşiktaş – Galatasaray maçında Türk pasaportu da bulunan iki Po-lonyalı oyuncu Mateusz Filipski (Mete Sarı) ve Piotr Luszynski’nin (Mehmet Türk) tribünlerde mani-dar bir biçimde Türk bayrakları ile karşılanması ve Sedat İncesu’nun “vatan haini” söylemlerinin hede-fini bulmasıyla sonuçlandı.

Evet, her şey bir rüya ile başlamış-tı... Onlarca kupaya, tarifi müm-kün olmayan bunca güzel anıya rağmen, elde kalan yalnızca o bil-dik acı tabloydu... Gerek kulüp, gerekse federasyon seviyesinde ay-yuka çıkmış arsızlıklar, üzerine ku-lüpçülük sosu gezdirilmiş sıcacık milliyetçilik... Türkiye nihayet spo-runun bu arındırılmış bölgesini de talan etmeyi başarmıştı.

Aslanlar belki hikayenin sonuna geliyor, belki de uğruna yıllarını heba ettikleri o ‘ekol’ bu ülkede asla kurulmayacak... Ama onlar hala pes etmiş değil: öyle ki geçtiğimiz günlerde 8 kişilik kadroyla gidebil-dikleri İtalya’dan Şampiyonlar Ligi biletini çıkarmayı başardılar. Bu ülke onları sindirmek için topuy-la tüfeğiyle saldırırken, onlar her zamankinden daha da sıkı kenet-lenip, tüm bu yaşananlara en gü-zel cevabı vermek için çalışıyorlar. Bahanelere, engellere sığınmadan; ütopyaları uğruna, o “bir adım” uğruna omuz atıyorlar... Gelecek başarı onların vedası anlamına gel-se bile...

“...BU PERFORMANS KİMİLERİ İÇİN YETERLİYDİ BELKİ AMA

SEDAT İNCESU, O ‘KİMİLERİNDEN’ DEĞİLDİ.”

Page 59: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 59

KEŞKE DÜNYA BU KADAR

KİRLENMİŞ OLMASAYDI

Page 60: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

60 / NİSAN 2016

Page 61: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 61

YALNIZCA BİR DAHİ:MAGNUS CARLSEN

EGE KİMYONŞEN

Etraflarında çember oluşturmuş topluluk için herhangi bir geri sa-yımdı belki de, ancak akan saniye-ler Magnus için bambaşka şeyler ifade ediyordu şüphesiz. Oyun tah-tası ile saat arasında turlayan he-yecanlı gözleri ciddi bir problemin dışavurumuydu: Kontrolü tama-men kaybetmişti. Mesele yalnızca kalenin bulunduğu konum değildi. Son kalan piyonunu nasıl koruma-sı gerektiği de aklındaki en büyük soru işareti olamazdı. Kaybediyor-du işte. Saniyeler akıyordu; rakibi Levon Aronian’ın yüzündeki gü-lümseme daha da belirginleşirken Magnus, kendisini basın odasında büyük bir gerginlikle takip eden babası ve antrenörünün gözleri önünde kaybediyordu. Ve önemli olan buydu.

3, 2, 1…Büyük bir hayalkırıklığıyla gözle-rini kapattı ve arkasına yaslandı. Salonu terk etmeden önce, masa-yı çevreleyen topluluğun önünde bir süre öylece durdu. Daha son-ra bu an için: “Yalnızca bir oyun-dan sonra gece uyuyamadım, o da Aronian’a karşı olandı.” şeklinde konuşacaktı. Henüz 13 yaşındaydı; Baerum’da kız kardeşleriyle oyun oynaması, arkadaşlarıyla vakit ge-

çirmesi gereken bu çocuğun Tri-poli’de Dünya Şampiyonası’nda işi neydi?

Cevap: Magnus Carlsen yalnızca çok özel bir çocuktu. Stefan Zwe-ig’ın Czentovic’i gibi ebeveynsiz geçen sorunlu bir çocukluğun ya-rattığı dramatik bir hikayeye sahip değil belki ancak onun Grandmas-ter (Satranç Büyükustası) ve Dünya Şampiyonu olmaya giden yoldaki maceraları da oldukça ilginç. İki yaşındayken 50 parçalı yapboz-lar ile ilgilenmeye başlayan küçük Magnus, dört yaşına geldiğinde çok daha büyük yaştaki çocuklar için üretilen Lego oyuncakları rahatlık-la kurabiliyordu. Yaşıtlarından ileri olan zekasını ve hafızasını doğal olarak ailesi de fark etti ve baba-sı ona 5 yaşında satranç oynamayı öğretti. Başlangıçta satranç ile pek fazla ilgilenmedi, yapmayı en sev-diği şey futbol oynamaktı. Fakat babasının da teşvikiyle satranca gitgide bağlandı ve hızla gelişim kaydetti. Babası o dönemi şöyle an-latıyor:

“9 yaşında beni ilk yendiğinde, za-ten onun müthiş bir yeteneğe sahip olduğunu biliyordum. O dönem Oslo Satranç Kulübü’nde birçok turnuvada oynadık. Haftalık blitz (hızlı satranç) turnuvaları organize

ediyorlardı. Birkaç hafta sonra, be-nim yenmekte zorlandığım rakip-leri yenmeye başlamıştı bile.”

Norveçli Büyükusta Simen Agdes-tein’ın, Magnus’taki cevheri keş-fedip onunla çalışmaya başlaması da tam olarak bu döneme denk geliyor. Agdestein’ın önemi, Mag-nus’un satranç dünyasının kapıları-nı önce yavaş yavaş aralayıp, sonra kırarcasına açacağı kariyerinin ilk beş senesinde, bir nevi onun büyük çıkışında yanında olan isim olma-sında yatıyor. 2004 yılında, yani Agdestein ile çalışmaya başladıktan yaklaşık 5 sene sonra İzlanda’nın başkenti Reykjavik’te düzenlenen bir hızlı satranç turnuvasına katı-lan Magnus; bu turnuvayla birlik-te satrancın yaşayan efsaneleriyle maç yapma fırsatına erişecek ve henüz 13 yaşında olmasına rağmen ne kadar büyük olduğunu herke-se kanıtlayacaktı. Önce eski dünya şampiyonu Anatoly Karpov’u ye-nen Magnus, sonrasında o dönem-ki Dünya Şampiyonu Garry Kas-parov ile berabere kalarak satranç oynamayı bilen herkesin hayalle-rini kurduğu başarıya 13 yaşında ulaşmış oluyordu. Daha sonrası ise, aynı sene Grandmaster ünvanı-nı alması, 2013 yılında o dönemki şampiyon Viswanathan Anand’ı yenerek yeni ve tarihteki en genç

58, 57, 56…

Page 62: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

62 / NİSAN 2016

Dünya Şampiyonu olması gibi onun için beklenmedik olmayan başarılar zinciri.

2004 yılında Reykjavik’te Kasparov ile bir anısı, şampiyonluğa giden yolda özgüvenin ve oturmuş ka-raktere sahip olmanın, aslında ye-tenek kadar önemli olduğunu anla-mak için örnek teşkil eden cinste. Aralarında oynanacak ilk maçtan önce Kasparov ile organizatörler arasında bir iletişim kopukluğu ya-şanıyor. Maçın 18.00’da başlaması gerekirken Kasparov 19.00’da sa-lona varıyor ve 13 yaşındaki raki-bi Magnus’a “Geciktiğim için özür dilerim, ancak problem bende de-ğil onlarda.” şeklinde bir açıklama yapıyor. Berabere biten maçın son-rasında Magnus Carlsen’in olay ile ilgili açıklamaları ise hayli ilginç:

-Aslında saati 18.00’de başlatma-lıydık, bu onun ukalalığına iyi bir ders olurdu.-Peki Kasparov’un sana söyledikle-rinden sonra ona ne cevap verdin?-Hiçbir şey demedim, bence cevap verilemeyecek kadar aptalcaydı.

Olağanüstü yetenekleri, küçük ya-şına rağmen sahip olduğu büyük özgüveni ve karakteri Magnus’un asla tökezlemediği anlamına gel-mez. Başlangıçtaki Levon Aronian bahsi de bunun en büyük göster-gesi. Kariyerinin henüz başındaki

bu ilk büyük yenilgisinin önemi, aslında maçın sonucunda değil, Magnus’un kaybetme kavramına gösterdiği reaksiyonda yatıyor. Her sporcu için şampiyonluk yolu fe-dakârlıklarla, sıkıntılarla belki de acılarla doludur. Çocuk olmak, sizi yürüdüğünüz yoldaki çakıl taşla-rından korumaz. Büyük şampiyon Garry Kasparov’un dediği gibi: “Kaybedilen maçlardan sonra ta-bii ki kendinize gelmeniz gerekir, ancak aynı zamanda kendinizi ce-zalandırmalısınız. ‘Neyse, bu maçı kaybettim, başka bir tanesini kaza-nırım sorun değil’ demeyi de seçe-bilirsiniz ancak 1 numara olmak için gereken reçete bu değildir.”

Siyah ile beyazın amansız mücade-lesi Magnus Carlsen’den yüzyıllar önce başlamıştı ve ondan yüzyıllar sonra da devam edecek. O ise gö-rünüşte şansa asla yer olmayan bu oyunda bize bambaşka bir şey gös-terdi: Dahi olmak, satrançta sahip olunabilecek en büyük şanstır. Ay-rıcalıklı bir aileye veya çarpıcı bir hikayeye sahip olmanız gerekmez, hangi zaman diliminde yaşadığını-zın ve bulunduğunuz noktaya nasıl ve hangi şartlarda geldiğinizin de pek önemi yoktur. Bazen, sebebi olmaksızın doğa insanlığa hedi-yesini bahşeder. Bazen Leonardo Da Vinci’sinizdir, bazen Wolfgang Amadeus Mozart, bazen ise Mag-nus Carlsen.

“ANATOLY KARPOV’U YENEN MAGNUS, SONRASINDA O DÖNEMKİ DÜNYA

ŞAMPİYONU GARRY KASPAROV İLE BERABERE KALARAK SATRANÇ

OYNAMAYI BİLEN HERKESİN HAYALLERİNİ KURDUĞU BAŞARIYA 13 YAŞINDA ULAŞMIŞ OLUYORDU.”

Page 63: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 63

Page 64: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

64 / NİSAN 2016

TEK POTASERCAN YAZGAN

Matematik dersinde sonsuza kadar zıplayan bir basketbol topuyla ilgili sorular görmüştü Dorukhan. “Olur mu lan öyle şey?” deyip, üzerinde durmadı. Üzerinde durduğu asıl konu basketbol oyununun kendi-siydi. Öyle bir durdu ki üzerinde, oynadığı takımın kaptanı bile oldu. “Olur mu lan öyle şey?” dedi yine. Oluyordu aslında. Olurdu yani.

Bir bomba patladı. Ta burada, bu-ramızda. Bize ne oldu? Bize hiçbir şey olmadı. Ölenler ölüp giderken, yaşayabiliyor olduğumuzdan utanç duymak dışında hiçbir şey olmadı bize.

Dorukhan ne düşünüyordu o bom-ba patlamadan hemen önce? Takı-

mının puan cetvelindeki yerini mi? Yoksa basketbol geleceğini mi? Ya da basketbolundan çalan sınavlarını mı? Âşıktı belki. Sevdiği kızı düşü-nüyordu kor gibi. Belki de takımın bitirimlerinden birinin gönderdiği mesajı okumuş, gülmüş, telefonu-nu cebine sokuyordu. O gülümseme suratındayken mi gümbürdedi Kı-zılay? Silindi mi o kavruk gülüm-seme? Yoksa bu şakacıktan feleğe gülerek mi gitti yerküreden?

Ne oldu Dorukhan gidince? Başın sağ olsun diyenler. Rahmet dile-yenler. Kazadır, kaderdir deyip geçiştirenler. Çalışkan çocuktu, ya-kışıklı çocuktu bile diyenler oldu. Sanki tembel ve çirkin olsa ölmeyi hak edermiş gibi. Aynı gün yitip

giden Ozancan için ne dedilerse ay-nısını dediler. Ondan beş ay önce yok ettikleri, Ozancan’ın arkadaşı Ali Deniz için dediklerini de dediler harfiyen. Ama hep bir şeyler söyle-diler. Sürekli konuşup, kendi ses-leriyle yok saymaya çalıştılar Orta Çağ Avrupası’ndan kalmış bir hey-kel gibi apaçık ortada duran bunca acıyı.

Şimdi bir yerlerde sonsuza kadar zıplayan bir basketbol topu var. O topu zıplatan sınırsız gücün Do-rukhan’ın ellerinden geldiğini hayal edeceğim daima. Hatta Ozancan’la tek pota maçlar yapacaklardır. “Olur mu lan öyle şey?” Olsun artık. O kadarı da olsun artık!

Page 65: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 65

Page 66: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

66 / NİSAN 2016

Page 67: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 67

YENİLMEDEN KAYBEDENLER

EFE CAN ERTEKİN

Page 68: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

68 / NİSAN 2016

Her şey 20 Şubat 1984 günü Hasbi Menteşoğlu’nun başkan seçilme-siyle başladı. Samsunspor, 1982-83 sezonunda, 20 yaşındaki Tanju Çolak’ın 16 golüne rağmen 1.Lig’de tutunamamış, 2.Lig’in yolunu tut-muştu. Ertesi sezon yeniden yük-selmek için mücadele veren takım, o zamanlar, üç grupta oynanan 2.Lig’in A Grubu’nu 3. tamamlamış ve hayallerini gelecek sezona erte-lemişti. Fethi Demircan’ın yöne-timinde 2.Lig C Grubu’nu sadece 2 mağlubiyet alarak lider tamam-layan ve şampiyonluğa ulaşarak 1.Lig’e geri dönen Samsunspor için 1984-85 sezonu, altın çağın başlan-gıcı olmuştu.

Santrfor bölgesinde ülkenin en kaliteli golcüsü Tanju’ya sahip Samsunspor, savunma bölgesini sağlamlaştırmak amacıyla Zongul-dakspor’dan Muzaffer Badalıoğ-lu’nu transfer etti. Kırmızı-beyaz-lılar, Muzaffer sayesinde defansta kusursuza yakın bir uyum yakala-

dı. 25 yaşındaki stoper de, büyük takımları reddederek geldiği Sam-sun’da halinden çok memnundu. Sert oyun stiliyle tanınan Bada-lıoğlu, “Kasap” lakabıyla anılırdı. Hatta Milliyet gazetesine verdiği bir röportajda “kasap” lakabı hak-kındaki düşüncesini; “Abi insanın adı çıkacağına canı çıksın.” şek-linde belirtmişti. Gerek stoper ol-masıyla, gerek efendi kişiliğiyle ve maalesef hayat hikâyesiyle, bana Andres Escobar’la arasında bir bağ kurdurduğunu söylemeliyim.

O sezona geri dönecek olursak, -sonraki yıllarda takımın kaptanı olacak- Emin Kar ve Muzaffer’in kaliteli savunma performansına, gelecek yıllarda milli takıma kadar yükselecek, kaleci Fatih Uraz’ın da katılmasıyla o bölgede kimyayı ya-kalamayı başarmıştı Samsunspor. Rıfat Benli ve Savaş Demiral da orta sahada dikkat çeken oyun-cular olmuşlardı. Tanju’nun 33 golünü de bu uzayıp giden listeye

eklediğimizde lige daha yeni çıkan Samsunspor, sezonu Fenerbahçe ve Trabzonspor gibi şampiyonluk yaşamış takımların önünde, 3.sı-rada bitiriyordu. Tanju da Sam-sunspor’un 1.Lig’deki ilk gol kralı olarak tarihe geçerken Avrupa’da bronz ayakkabı ödülünü de kazan-mıştı.

Bu sezondan akıllara kazınan karşılaşmaysa şüphesiz ki Sam-sunspor’un Fenerbahçe karşısında aldığı 4-0’lık galibiyet olmuştu.

1986-87 sezonu, kulüp tarihinin en iyi sezonu olarak kayıtlara geçe-cekti. Ligde uzunca bir süre liderlik koltuğunu kimseye kaptırmayan Samsunspor, ikinci yarıda peş peşe aldığı Eskişehir ve Trabzon mağlu-biyetlerinin ardından şampiyonluk yarışı içinde olduğu Galatasaray’a da 4-1 mağlup olunca peri masa-lını devam ettiremedi. Ligi yine 3.sırada tamamlayıp, Türkiye Ku-pası’nda da yarı final oynayarak

Page 69: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 69

büyük bir başarıya imza attılar. Öte yandan, Tanju Çolak rakip fileleri 25 kez havalandırarak tekrar gol kralı olma sevinci yaşıyordu. Zaten sezon sonunda da bronz ayakkabı-sını altına dönüştüreceği Galatasa-ray’ın yolunu tutuyordu. Savunma-nın değerli parçalarından Muzaffer için de Fenerbahçe devreye girmişti, ancak transfer ger-çekleşmemişti.

Samsunspor’un 2 sezonluk yükseliş döneminden çı-kartılan çok enteresan bir istatistik var. Kırmızı-be-yazlılar, bu dönemde Fe-nerbahçe’yle 4’ü lig, 2’si Türkiye Kupası olmak üzere 6 maç oynamış ve bu karşılaşmaların hiçbi-rini kaybetmeden –yal-nızca kupadaki bir maç berabe-re sonuçlanmış- rakibine mutlak üstünlük kurmayı başarmıştı. Özellikle ligde Fenerbahçe’yi iki sezon üst üste 4-0 mağlup etmeleri üzerine Samsun halkının, dolmuş ve minibüslerde “Arkayı Fenerle-yelim!” esprisi yaptıkları büyükle-rimiz tarafından çokça dile getiri-lir.

Karadeniz ekibi, 1987-88 sezonu-nun başında, Tanju’nun gidişin-den boşalan forvet mevkiini dol-durmak amacıyla Kıbrıslı Mete Adanır’ı renklerine bağlamıştı. Geride kalan yılların aksine bu sezona, kötü bir başlangıç yapan Samsunspor, teknik direktörlü-ğe Şükrü Esat Goran’ın gel-mesiyle çok geçmeden toparlanmaya başladı. İç sahada Eskişehir ve Rize’yi yenip, Zonguldak deplasmanından da galibi-yetle dönüyorlardı. Geçtiğimiz yılın şampiyonu Galatasaray’la oy-nadıkları karşılaşma ise nefesleri kesmişti. Dakikalar 82’yi göster-diğinde Samsun 19 Mayıs Stadı’nı sevince boğan isim Mete Adanır

Page 70: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

70 / NİSAN 2016

men hayali bir gün memleketinin takımı Samsunspor’un formasını giymekti. Öyle ki 29 yaşında ha-len büyük takımlarda forma giye-bilecek konumdayken, 2.Lig’deki Samsunspor’a transfer olup, haya-lini gerçekleştirdi. Üstüne üstlük gittiği sezon Kırımızı-beyazlılar-la şampiyonluk sevinci yaşayıp 1.Lig’e yükselen ilk Karadeniz ekibi olarak Samsunspor’la tarih yazdı. Nuri Asan’ın Samsunspor için his-settikleri ne bir kupa ne de tonlar-ca parayla ölçülebilecek bir şeydi. Yürekten ve koşulsuz bir sevgiyle bağlıydı memleketinin takımına, öyle ki takımı da onu unutulmaz kılmak ve onurlandırmak adına kulübün tesislerine adını verecekti.

büyüklerden daha küçük bir eko-nomik yapısı yoktu. Başkan Hasbi Menteşoğlu’nun yönetimiyle Sam-sunspor, hem sahadaki oyun açı-sından hem de ekonomik açıdan büyüklerle rahatlıkla mücadele edebilecek konuma gelmişti. O za-manları yaşayan herkes o takımın efsane olarak anılacağını biliyordu.

1988-89 sezonu da geçen sene gibi iyi başlamamıştı, devre arasından 2 maç önce Şükrü Esat Goran’la ayrılan yollar, kulübün sembol isimlerinden Nuri Asan’la birleşti-riliyordu. Nuri Hoca, futbolculuk yıllarında Galatasaray’la şampi-yonluk sevinci yaşamış ve Anka-ragücü’nde oynamış olmasına rağ-

oluyordu. Mete golüyle kendini hem Samsunspor taraftarına hem de Türk futbol izleyicisine tanıtmış oluyordu. Maç sonunda büyük üs-tad Ercan Taner’le yaptığı röportajı da internetten kısa bir arama so-nucu bulmanız mümkün. Düzgün diksiyonuyla diğer futbolculardan farklı olduğunu belli eden Mete, Kıbrıslı futbolcuların ligimizdeki ilk temsilcilerinden biriydi.

Türkiye Kupası finalinde kupa-yı Sakaryaspor’a kaybeden ve ligi 4.sırada tamamlayan Samsunspor, ülkeye büyük takım olmadan da istikrar sağlanabileceğini kanıt-lamaya devam ediyordu. Bunun yanı sıra Kırmızı-beyazlıların 4

Page 71: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 71

Nuri Asan yönetiminde, ilk yarının son maçında Sakarya deplasma-nından galibiyetle döndüler. İkin-ci devrenin ilk maçı Malatyaspor deplasmanıydı. Malatyaspor, geçti-ğimiz sezonu üçüncü tamamlamış, tıpkı Samsunspor gibi dikkatleri üzerine çekmiş bir takımdı.

20 Ocak 1989, karlı ve karanlık bir gündü. Bu parıltılı dönemin son günüydü, fakat bundan kimsenin haberi yoktu. Samsunsporlu fut-bolcuları taşıyan otobüs, Havza yo-lunda bir kamyonla çarpıştı. Kaza sonucu teknik direktör Nuri Asan, Muzaffer Badalıoğlu, Mete Adanır ve şoför Asım Özkan olay yerinde hayata gözlerini yumdular. Takıma

o sezon katılan Yugoslav Zoran To-mic, kazadan sonra 6 ay komada kalmış, fakat tüm uğraşlara rağ-men vefat etmişti. Kaptan Emin Kar ve Erol Dinler’in futbol hayat-larıysa sona ermişti. Kazadan kalı-cı bir hasar almadan kurtulan Fatih Uraz, Yüksel Öğüten, Kasım Çıkla ve Uğur Terzi ise futbola devam et-melerine karşın hiçbir zaman eski performanslarına ulaşamadılar.

O sezonun ikinci yarısında hiç-bir maça çıkamayan Samsunspor, tüm karşılaşmalarda 3-0 hükmen mağlup sayılmasına rağmen, fede-rasyon tarafından oluşturulan bir statüyle ligden düşmedi. Yazının başından beri kuruluş renklerine vurgu yaptığım kırmızı-beyazın yanına bu olaydan sonra siyah da eklendi. Kırmızı-beyaz-siyahlılar, sonraki sezon 2.Lig’e düşmenin önüne ge-çemedi, bunun ardından 3 sezon bir düşüp bir çıktılar. Bundan 4-5 sezon öncesine kadar şampiyonluk yarışı veren ekip, “asansör takıma” dönüşmüştü. (Şu anki Süper Lig ile 1.Lig arasında en çok gidip gelen takımın da 14 kez ile Samsunspor olduğunu belirtelim.) 1993-94 se-zonundan, 2005-06’ya kadar Süper Lig’de mücadele etme başarısı gös-terseler de şehre futbolu sevdiren takım hiçbir zaman unutulmadı.

Elim kazadan tekerlekli sandalyeye mahkûm olarak kurtulan kaptan Emin Kar’ın futbol yaşantısı sona erse de içindeki Samsunspor aşkı tükenmemişti. Samsun 19 Mayıs Stadı’ndaki her karşılaşmayı saha kenarındaki arabasının içinden takip eden Kar, 2012’de zor günler geçiren Samsunspor için elini ta-şın altına koydu ve kulüp başkanı oldu. O efsane kadronun kaptanı,

2012’den 2014’e kadar başkanlık görevini sürdürdü.

Yazının başında her şey Has-bi Menteşoğlu’nun başkanlığıyla başladı demiştim. Bu kelimeleri sayısal dayanaklarla açıklamak zi-hinlerimizi biraz daha berraklaş-tıracaktır. Zira, 20 Şubat 1984-23 Nisan 1989, yani Menteşoğlu’nun başkanlık yaptığı dönemde Sam-sunspor, toplamda oynadığı 172 maçta, 93 galibiyet, 48 beraberlik ve 31 mağlubiyet aldı, rakip fileleri 261 kez havalandırırken, kalesin-de 125 gol gördü. Ligde her zaman zirveye oynadı.

Diğer taraftan, Menteşoğlu ve ta-kımının kaderi de paralel seyret-mişti. Başkanlığı bıraktıktan sonra 1990 yılında, 100’den fazla işlet-mesine devlet tarafından el konu-lan Menteşoğlu’nun işleri de, tıpkı Samsunspor gibi, bir girdabın için-de boğulup gitmiştir.

Tüm ülkenin, özellikle Samsun hal-kının asla unutamadığı bu kara gün 19 Ocak 2014’te Samsunspor’un Tavşanlı Linyit’i Samsun 19 Mayıs Stadı’nda ağırladığı maç öncesin-de, sahnelenen enfes bir koreog-rafiyle beynimize kazındı. Görsel şovun yanı sıra arka planda çalan Seha Okuş’un sesinden “Hasretinle Yandı Gönlüm” parçası da insanın tüylerini diken diken ediyordu.

Onları herkesten farklı kılan bir başka sebep de yenilmeden kaybet-miş olmalarıydı. Şehrin ve takımın parlak günleri, hiç kimsenin öngö-remeyeceği kadar acıklı bir finalle 20 Ocak 1989 günü sona ermişti.

Page 72: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

72 / NİSAN 2016

BİR, AZ OLURTUNA MENEVŞE

Page 73: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 73

Page 74: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

74 / NİSAN 2016

Yazıya, bir kişiden daha fazlası di-yerek başlasak doğru olur. Daya-nıklılık, güç, hız gibi spor için ge-reken bütün bileşenleri içeren bir branşı yapmasının yanında; ken-disi gibi profesyonel sporcu olup hem de aynı spor branşının benze-rinde yarışan bir eşe sahip olmak... Zor bir hayat olsa gerek. Kimden mi bahsediyorum? Dekatlonda dünya rekortmeni Amerikalı Ash-ton Eaton’dan. Her ne kadar spo-run milleti olmasa da ‘Amerikalı’ kelimesini belirtmemin nedeni bu tür başarılı sporcuların çoğunlukla o ülkenin spor geleneğinden çık-masıdır, maalesef biz o geleneğe bir hayli uzağız.

Eaton, ülkemizde bir spor marka-sı olarak bilinse de, aslında antik olimpiyatlarda bulunan pentatlo-nun geliştirilmiş hali olan ve bu branşta başarılı olanların gele-neksel olarak “dünyanın en büyük sporcusu” olarak adlandırıldığı dekatlonu tekrar gündeme getir-di. Amerikalı sporcu başarıları sayesinde son dönemde yaşanan doping skandalları ve Iaaf ’deki yolsuzluk iddialarına rağmen, atle-tizme olan ilgiyi ve desteği ayakta tutanlardan birisi oldu. Bu etkile-yicilik tabii ki profesyonel sporun bir parçası haline gelen sponsor-ların da ilgisini çekiyor. Ashton da bundan yararlandı ve güçlü bir markayla sözleşme imzalayarak bu pastadan bir pay aldı. Öyle ki, bir diğer sponsoru da bir yarışma sonrası başını yaralamasının ar-dından, bir sonraki yarış için özel başlık tasarlamıştı.

Bu yazının yazıldığı hafta; Ash-ton’ın eşi Brianne Theisen Eaton, Portland’ta yapılan Dünya Salon Atletizm Şampiyonası’nda pentat-londa son yarışa geride girip, dün-yada bu yılın en iyi derecesini yapa-rak şampiyon oldu. Eaton ailesinin

en mutlu olduğu hafta bu hafta ola-bilir çünkü eşinden bir gün sonra Ashton da, doğduğu şehirde yapı-lan bu şampiyonada, heptatlonda dünya rekoru beklentisiyle izlendi ve dünya rekorunu kıramayıp, -bu nedenle kendi seyircisini biraz da hayal kırıklığına uğratarak- eşi gibi sadece yılın en iyi derecesiyle yeti-nerek altını aldı. Sadece bir önceki cümlede geçen “hayal kırıklığı” ke-limesi bile bu atletin ne kadar etkili bir sporcu olduğunu gösteriyor.

Ashton, gelecek sporculara sadece dereceleriyle değil merak tutku-suyla da ilham veriyor. Hayatını atletizm dışında tanımlayan diğer şeyin “merak” olduğunu ifade edi-yor. İfade edilen merak duygusu tarih boyunca, insanı ve insanlığı geliştirip önce insanı fikirler üret-meye, sonra bu fikirleri gerçekleş-tirmeye itti. Bu duygunun Eaton’da küçük yaşlarda başlaması onun için ileride artı nokta olacak. Ama bütün dünyada olduğu gibi, zaman yetersizliği ve dünyanın birçok ye-rinde olan tartışmalı eğitim sistem-leri nedeniyle liseye geldiğinde ar-tık soru sormayı kesmek zorunda kalmış. Eaton’a göre kendisi için en iyi tutumun bu durumun nasıl inşa edildiğini anlamak ve ona kar-şı davranmak olduğunu fark etme-si, dönüm noktası olmuş. Merakı kendisine atletizmde de yardımcı olmuş. Teknik konularda detaylara bakarak kendi durumu hakkında bilgi edinebilen ve bu konunun bir atlet için ne kadar önemli olduğu-nu anlayabilecek kapasitede olması bugünlere gelmesinin bir tesadüf olmadığını gösteriyor.

Günümüzde Ashton Eaton’dan beklenen derecelerini ve rekorla-rını geliştirmesi. Ama asıl olarak istenilmesi gereken, merakını de-vam ettirip insanlık için değerli olan sporu ileri taşıması.

Page 75: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 75

Page 76: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

76 / NİSAN 2016

Page 77: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 77

Page 78: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

78 / NİSAN 2016

Sevdiğimiz şeyleri seven insanları görmek bizi mutlu eder, o insanla-ra karşı bir yakınlık hissederiz. En basitinden, siyasi görüşleri dışında haklarında hiçbir şey bilmediğimiz iki kişiden, siyasi görüşü bize yakın olanı tercih ederiz.

Aslında sevdiğimiz şeylerden kas-tım spor ve müzikti. Bu ikilinin bir arada içinde yer aldığı hikâyeler ilgimi çeker; çünkü bu ikili hayatı-mın çok büyük bir kısmını oluştu-ruyor.

Leicester City ve Manchester City, İngiltere’de şampiyonluğun en büyük adaylarından ikisi. Her ne kadar Leicester’ın şampiyon ola-bileceği, sıkı Leicester taraftarı Gary Lineker’in “Eğer Leicester şampiyon olursa, gelecek sezonun ilk ‘Günün Maçı’ programını iç ça-maşırlarımla sunacağım.” tweet’in-den sonra kafama dank ettiyse de; o günden bu yana, oynadıkları 15 maçta 9 galibiyet ve 4 beraberlik elde ettiler. Bu sonuçlar, Lineker’i gelecek sezonun ilk programı için çok zor bir duruma sokabilir. İşte ben de tam bu sıralarda, yukarıda bahsettiğim tercih etme aşamasına geldim. Bu iki takım kafa kafaya gi-derse, kimi destekleyeceğim? Çok basit bir şekilde düşünürsem, un-derdog* olan Leicester’ı seçerdim tabii ki ama bu işi daha eğlenceli bir şekilde yapmak istedim; olaya müziği dâhil ettim.

Kasabian vs OasisLeicester’ın şehirle özdeşleşen mü-zik topluluğu Kasabian, dinleyince yerinizde duramayacağınız şarkı-lara da, hüzünlüyseniz size uyum sağlayacak şarkılara da sahip bir

grup. Konserlerinde ise planlarını sizi yerinizde durdurmamaya dö-nük yapıyorlar ve bu konuda çok başarılılar.

Grup, Leicester City ve futbolla da oldukça içli dışlı. Teknik direktör Claudio Ranieri, sezonun açılış maçında Sunderland’i 4-2 yen-dikten sonra yaptığı açıklamada, oyuncularını motive etmek için sahaya çıkarken Kasabian’ın “Fire” şarkısının çalmasını istemiş ve on-lara: “Sahaya çıkarken şarkıyı duy-duğunuzda anlayın ki taraftarlar savaşmanızı istiyor.” demiş. 90’lar-da takımın maçlarına sık sık giden grubun gitaristi ve bazı şarkıların vokalisti Sergio Pizzorno, bu konu hakkında duygularını şöyle ifade ediyor: “Bunu duymak, grup olarak kazandığımız tüm ödüllerden daha değerli.” Sergio Pizzorno, birkaç yıl önce Four Four Two’ya verdiği röportajda şunları söylüyor: “Le-icester City’nin güzel yanı, berbat olmamız. Gerçekten çok kötüyüz ama bunun bir önemi yok; çünkü arada sırada başarılı olduğumuzda, o başarı o zaman daha tatlı geliyor.” Bu sözler Leicester’ın şu anki ko-numundan duyduğu mutluluğu bi-raz olsun hayal etmemize yardımcı olabilir. Pizzorno, aynı zamanda çocukluğunda futbolcu olma ha-yali kuranlardan; üstelik Kasabian kurulmadan önce Nottingham Fo-rest ile deneme antrenmanlarına çıkmış ama yeşil sahalardaki etki-leyiciliği sahnedeki kadar olmasa gerek, bu denemelerden sonuç ala-mamış. Kendisinin yeşil sahalarda deneyip de başardığı bir şeye örnek vereceksek; 2012’de bir yardım ma-çında, Fredrik Ljunberg’in pasın-da, Thierry Henry tarzı bir vuruşla

T E R C İ HMUSTAFA CANDAN VEZİROĞLU

Page 79: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 79

David Seaman’ı geçtiği golü, liste-nin en üstüne yazabiliriz. Oasis ise Noel ve Liam Gallagher kardeşlerin liderliğini yaptığı bir Britpop grubu; hatta birçokları için Britpop’un en büyük grubudur. Oasis, kendisinden sonra gelen birçok gruba da ilham vermiştir. Kasabian da onlardan birisidir. Sergio Pizzorno, Noel’in kendisi-ne ilham verdiğini söylemiştir ve Noel’i sahnelerinde konuk etmiş-lerdir. Britpop’tan bahsetmişken, Oasis-Blur rekabetinden bahset-memek olmaz. Bu iki grup, 1995 yılı 14 Ağustos’unda yeni albüm-lerinden single yayınladı ve Blur o dönemde 60 bin fazla sattı. Bu, bü-yük bir rekabete dönüştü; medya da bunu kullanarak olayı toplum-sal bir çerçeveye taşıdı. Oasis, daha çok işçilerin yaşadığı İngiltere’nin kuzey kısmını, Blur ise daha çok zenginlerin ağırlıklı olarak yaşadı-ğı İngiltere’nin güney kısmını tem-sil ediyormuş gibi bir algı oluştu. Bu durum, iki grubun üyeleri ta-rafından da yalanlanıyordu. Oasis sürekli tartışmaların, kavgaların yaşandığı bir gruptu ve bu durum Noel için artık çekilemez bir hale dönüşüyordu. 2009’da Paris’te bir konser öncesi Noel, Liam ile tartış-tı ve Oasis’ten ayrıldı. Ayrıldığında söylediği şu sözler ise Manchester City’nin onun için ne kadar büyük bir anlamı olduğunu anlatıyordu: “İlgilenecek başka işlerim ve bir futbol takımım var.”

Noel, eski bir holigandır ve Manc-hester City’nin bütün önemli maç-larında stadyumdadır. Basın, City ile alâkalı en ufak bir şey için on-dan görüş alır. Taraftarlar “Won-derwall” ile aşklarını haykırırlar.

Noel, çok önemli bir figürdür City için. Öyle ki; İngiliz gazeteci Dan Walker, Balotelli’yi röportaja ikna etmek için onu kullanmıştır. Ba-lotelli, sadece Noel’le konuşmayı kabul etmiştir ama Noel’in bu du-rumdan haberi yoktur. Dan Wal-ker, teklif için aradığında Noel bir turdadır ama yine de programını ayarlayıp röportajı yapmayı ka-bul eder. Noel’in dili biraz sivridir, düşündüğünü söyler. İbrahimovic için: “Aynı kardeşim gibi, çok ko-nuşuyor ama bunları destekleye-miyor. Güzel dövmeler ve koca bir ağızdan ibaret.” demiştir.

2010’da Sergio Pizzorno ile birlik-te FA Cup kura çekilişine giderler ve inanması güç bir şey gerçekleşir. Kurada, Sergio Pizzorno Leicester City’yi, Noel Gallagher ise Manc-hester City’yi çekmiştir. Kuranın ayarlanmış olduğuna dair iddialar, bu ikili ve federasyon tarafından yalanlanmıştır. Kasabian grubu, 2-2 biten ilk maçta Noel Galla-gher’ı ağırlamış; diğer maçta ise Noel Gallagherlı Manchester City, 4-2 ile rakibini geçmiştir.

Bütün bu yazdıklarım ışığında, tercih meselesinde nasıl bir tutum sergileyeceğimi kararlaştırmam kolay olmadı. Kasabian’ın rock müziğinde uyguladığı yenilikler, Ranieri’nin oyunculara Kasabian’ı dinletmesi, Sergio Pizzorno’nun futbol geçmişi, Leicester City’nin 2010 FA Cup’ta Manchester City’ye elenişi; Leicester City’yi ve Kasa-bian’ı seçmemdeki etmenlerdi. Oa-sis, dağılmış bir grup ve Manches-ter City son yıllarda yeterince üst seviyede yer aldı. Yeni gelenlerin önünü açmak lâzım.

T E R C İ HMUSTAFA CANDAN VEZİROĞLU

Page 80: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

80 / NİSAN 2016

ÇERNOBİL’DEN YÜKSELEN DOMİNASYON

BURAK PAMUK

Page 81: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 81

ÇERNOBİL’DEN YÜKSELEN DOMİNASYON

BURAK PAMUK

Page 82: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

82 / NİSAN 2016

Boks dünyasında daha önce eşi-ne rastlanmamış bir hâkimiyet Ukraynalı iki kardeş tarafından gerçekleştirildiğinde birçok insan boks tarihinin gelmiş geçmiş en iyi boksörlerini gördüklerini ama hangisinin daha iyi olduğunu tar-tışırlarken bu dominasyon 2015’in son günlerinde Tyson Fury tara-fından son bulduruldu. Geçtiğimiz günlerde bir rövanş müsabaka-sı olacağı duyuruldu. Daha önce geri dönüşü başarabilmiş Vladimir bunu tekrar yapabilecek mi önü-müzdeki günlerde bunu göreceğiz.Kazakistan’ın çetin hava koşulla-rının hüküm sürdüğü topraklarda başlayan bu hikâyenin vatanları olan Ukrayna’da devam etmesi çok uzun sürmedi. Kiev’de tek göz diye klasik bir şekilde tabir edilen bir odada kalan Klitschko ailesi kala-balık bir nüfusla yaşamlarını sür-dürürken, bu ailede, asker olan sert ve otoriter bir baba ve tam tersi bir karakterde hassas ve sevgi dolu bir anne arasında büyüyen iki çocuk vardı.

Vitali tıpkı hayatının geri kalanın-da olduğu gibi o günlerde de kar-deşi Vladimir’in yol göstericisi ve en büyük koruyucusuydu. Vladi-mir’in boksla tanışması o apartma-nın koridorlarında abisi Vitali’nin ona yaptığı birkaç aparkat şovla gerçekleşmişti ve sonrasında da söylediği gibi bu demir yumruk karşısında adeta dehşete kapılmış küçük bir çocuk olarak boks de-nen bu spordan ürkmüştü. Belki de tarihin en iyisinden boksu öğren-mesi ve bu korkuyu yenmesi onun yıllarca zirvede yalnız başına otur-masına olanak sağladı.

Çocukluk yıllarında askeri kamp-ta silah atan ve asker babaları ta-rafından dikta edilen kendinizi her koşul altında savunun ve asla dayak yiyip karşıma çıkmayın sö-züyle daha çok güçlendiler. Henüz çocukluk yıllarında gerçekleşen ve

dünya tarihinin en büyük felaket-lerinden biri olan Çernobil nükleer santralindeki patlamada babaları,

görevli olarak ilk müdahale eden-lerin arasındaydı. Etkisinin dün-yanın dört bir yanına dağılan ve

“VLADİMİR’İN BOKSLA TANIŞMASI O APARTMANIN KORİDORLARINDA ABİSİ VİTALİ’NİN ONA YAPTIĞI

BİRKAÇ APARKAT ŞOVLA GERÇEKLEŞMİŞTİ”

Page 83: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 83

ülkemizde de özellikle Karadeniz kıyılarını önemli ölçüde etkileyen, uğruna türküler yazılan ve binlerce

insanı kansere sürükleyen bu facia şüphesiz Klitschkoları da derinden sarsmıştı. Evlerinin sadece 60 km

uzağında olan santrale müdahale için bölgeye giden askeri araçların içinden geçtiği nükleer atık içeri-sindeki su birikintilerinde haber-sizce kâğıttan gemiler yüzdüren kardeşler… Bu olayın ardından aradaki güçlü bağlar kopmuş ve kardeşler ayrılmak zorunda kal-mıştı. Vitali evde kalırken daha küçük olan Vladimir evden ayrıldı.Çernobil’in onların üzerindeki en yıkıcı etkisi olaydan yıllar sonra, bölgeye korumasız bir şekilde mü-dahale eden baba Klitschko’nun kansere yakalanması ve ne yazık ki 2011 yılında hayata gözlerini yum-ması oldu.

İlerleyen yıllarda Vitali; Jules Ver-ne’nin ünlü romanında anlattığı Ay’a yolculuğun bir benzerini, o zamanın Sovyetler Birliği kick-boks takımıyla beraber Birleşik Devletler’e giderek gerçekleştirdi. O yıllarda soğuk savaşın etkile-rinde dolayı iki ülkenin birbirine olan düşmanlıkları ve Sovyetlerde Amerika hakkında uygulanan kara propaganda yüzünden insanlar Amerika’ya karşı inanılmaz bir ön yargıyla yetişiyorlardı. Bu sebeple Vitali bu yolculuğu Ay’a yolculukla bir tutuyor. “Ay’a” ayak bastığında Vitali inanılmaz bir şaşkınlık içe-risindeydi. Rahatlık ve mutluluk içerisinde yaşayan dost canlısı in-sanlar sokaklarda özgürce dola-şıyorlar, sahillerde eğleniyorlardı. Bu ona anlatılanların tam tersiy-di. Bir delikanlı olarak ilk kez co-ca-cola içtiğinde o kadar sevmişti ki, peş peşe kaç şişe içtiğini hatır-lamıyordu. Eve dönerken kardeşini de unutmadı ve bu içecekle onu da tanıştırdı.

Dövüş sporlarında ki başarılarının ardından serüven bu sefer boksta Avrupa’nın önde gelen ülkesi Al-manya’ya taşındı. Vitali dikkatle-ri üstüne çekmişti, ancak o sırada yaşadığı sakatlık sebebiyle maça çıkma şansı yoktu, fakat çare ba-

“VLADİMİR’İN BOKSLA TANIŞMASI O APARTMANIN KORİDORLARINDA ABİSİ VİTALİ’NİN ONA YAPTIĞI

BİRKAÇ APARKAT ŞOVLA GERÇEKLEŞMİŞTİ”

Page 84: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

84 / NİSAN 2016

sitti. Almanya’ya Vladimir’i öner-diler. Çünkü tıpkı Vitali’ye ben-ziyordu ve en az onun kadar iyi dövüşüyordu. Vladimir bu fırsatı iyi değerlendirdi ve tırmanışına hızlı şekilde devam etti. Atlanta 96 Olimpiyatları’nda altın madalya kazanarak gelecekteki dominasyo-nun sinyallerini verdi. Bu sırada abisi Vitali’de yoluna büyük adım-larla devam ediyordu. Profesyonel olduktan sonra en kısa sürede şam-piyon olan ağırsıklet boks şampi-yonu olarak rekor kırdı.

Vitali, profesyonel kariyerinde sa-dece iki kez ringden boynu bükük ayrıldı. İlki omuz sakatlığı yüzün-den sayı olarak önde götürdüğü Chris Byrd mücadelesinde, ikinci-si ise yine sayı olarak önde olduğu halde gözünün üstündeki açılma yüzünden yenildiği Lennox Lewis karşısında. Bu sakatlıklar yüzün-

den ünvanından olan Vitali, geri dönmeye hazırlanırken bu sefer sırtındaki başka bir sakatlıktan ötürü maça az bir zaman kala bok-su bıraktığını açıkladı. Bu sakat-lıklar değil miydi zaten gözün gör-düğü en şairane hareketleri futbol sahalarına getiren futbolcu Luiz Nazario De Lima Ronaldo’yu biz-den koparan? Senden alacağımız var sakatlık illeti. Vitali’ de sakat-lıklar yüzünden yenilmiş ve boksu bırakma noktasına gelmişti. Sakat-lıklar olmasa daha neler yapabilir-di kim bilir? Bu soru da tarihteki cevap bekleyen sorular arasındaki yerini aldı. Yıllardır Van Basten ve baba Ronaldo hakkında sorduğu-muz sorular gibi…

Yılmadı ve geri döndü Vitali. Tek-rar şampiyon oldu. Bu kardeşler bitmek tükenmek nedir bilmiyor-du. Diğer tarafta Vladimir, 1998 yı-

lında Marcus McIntgre’yi yenerek WBC şampiyonluğunu elde etmiş-ti bile. 2000’de abisini sakatlığının yardımıyla saf dışı bırakan Chris Byrd’i dövüp WBO şampiyonluğu-nu aldıktan sonra herkes ivmenin yukarı doğru çıkacağını düşünse de o dibi gördü. 2 kez üst üste aldığı yenilgiden sonra gözünü hastane-de açmıştı. Kardeşlerin beraber bü-tün şampiyonlukları domine etme hayali suya düştü. Abisine orada “Kusura bakma kardeşim işi batır-dım” dedi. Ama Vladimir şunu bi-liyor ve ona göre hareket ediyordu: Seni öldürmeyen şey güçlendirir. Güçlendi ve şampiyonluklar peşi sıra geldi. 2005’de Samuel Peter, 2006’da yine bir öç alma operasyo-nu olarak Lennox Lewis, 2008’de Sultan İbragimov, 2011’de de Da-vid Haye. Bu inanılmazdı! Dünya üzerindeki bütün kemerler artık tek bir evdeydi. Çernobil’den çıkan

Page 85: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 85

dominasyon dünyayı ele geçirdi.

Boks diğer sporlara benzemez. Şampiyon Chris Byrd’a göre yapa-cak başka bir seçeneği olmayanlar boks yaparlar. ‘’Klitschkolar için bu böyle değil, neden buradalar bazen anlamıyorum’’ diyordu Byrd. Bu iki kardeşin bir başka sıra dışı özellik-leri de Kiev Üniversitesinde Spor bilimi üzerine yaptıkları doktora. Her iki boksör de şampiyon unva-nının yanında doktor unvanının da sahibi. Boks şakası olmayan bir spor, anlık dalgınlığınızın sonu-cunda yaşamınız elinizden kayıp gidebilir. Belki de futbolu, basket-bolu, tenisi oynayabilirken tam da bu yüzden boks oynayamazsınız.İki kardeş her zaman ülkelerine yardım etmek için uğraşmış ve in-sanların yanında olmaya çalıştılar. Vitali politikaya atılarak aktif boks yaşamında dahi bunun için çabala-dı. Kiev’deki protestolar sırasında insanlarla birlikte sokağa inmiş ve onların yanında direnmiş bir ak-tivistti, tabi ki yine ayrılmaz ikili olarak kardeşiyle birlikte. Şu sıra-lar ikinci kez Kiev belediye başkanı olarak seçilen Vitali, Ukrayna’nın içinde bulunduğu yolsuzluk ve

çökmüş bürokrasi batağından çı-karmayı vaat eden UDAR “yum-ruk” partisinin de başkanlığını yürüttü. Her ne kadar ülke çapında çok sevilse ve ikinci kez başkan se-çilmiş olsa da Kiev halkından bazı dostlarımın eleştirilerine göre ne yaptığını bilmiyor.

Cevabı hiçbir zaman belli olmaya-cak bir başka soru da kimin daha iyi olduğu. Bazı efsane boksörler ve otoritelere göre, kardeşler bize bu soruya cevap verecek bir maçı borçlular. Ama bu başından beri imkânsızdı, çünkü Anne Klitschko ilk boksa başladıkları zaman onla-ra asla birbirleriyle dövüşmemele-ri konusunda söz verdirmişti. Bu söze binaen iki kardeş birbirinin yanında olup birbirine destek ve-rirken hiçbir zaman rakip olmadı-lar ve olmayacaklar. Anne oğulla-rının maçlarını izleyemiyor ve kim dövüşürse diğer kardeş telefonla ona rapor veriyor. Ne de olsa ana yüreği. Kelimelerin gücüyle belki onları karşı karşıya getirebiliriz ve kafamızda ki dövüşü kâğıda döke-biliriz, fakat bu da anne Klitsch-ko’ya saygısızlık olur. Bu yüzden iki kardeşin tarzlarını karşı karşıya

getirmeyi tercih ettim. Vitali Dr. Demiryumruk Klitschko demir gibi sağlam, güçlü, kırılması müm-kün olmayan, ama bir o kadar da esneklikten uzak çetin bir dövüş-çüyken, Vladimir Dr. Çelikçekiç Klitschko kil gibi kolay şekil alabi-lir akışkan, esnek ve uyumlu.

Hollywood yıldızı ünlü oyuncu Hayden Panettiere ile birlikteli-ğine devam eden Vladimir’in bir tane de kızı var. Vitali de yine eski bir model olan Natalia Egorova’y-la evli ve 3 çocuk sahibi. Rönesans dönemi heykelleri vari bir vücut ve uzun boya sahip iki kardeş sadece kaba kuvvete değil aynı zamanda keskin bir zekânın ve bilgeliğin de sahibi. Kariyerleri zirvede ve Vi-tali bunların üstüne bir de güzel şehir Kiev’in de başkanı. Kadınla-rın ideal erkek diye tanımladıkla-rı Klitschkolar olabilir mi? Daha ideali olamaz herhâlde. Dünyayı kasıp kavuran kardeşler önce be-raber boks dünyasını ele geçirdiler, ardından farklı kulvarlarda olsa da Vitali politikada Kievi, Vladimir boksta dünyayı domine etmeye de-vam ediyor. Fury bir parantez açsa da bu parantezin kapanışını yakın-da görebiliriz.

Page 86: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

86 / NİSAN 2016

Page 87: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 87

TANRININ ELİ&KADININ ELİ

ANIL GÜLER

Page 88: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

88 / NİSAN 2016

Tüm dünyanın bildiği insanlar ya da olaylar hakkında yazmak kolay zannediyoruz. Büyük yanılgı as-lında. Yola çıkarken kendime sü-rekli “Bu bir Maradona yazısı değil sen Claudia’yı anlatacaksın” diye uyarılarda bulundum. Asıl ama-cım tarihe damga vuran bu kıvır-cık saçlı bodur adamın imza attığı başarılarda ve skandallarda kimi zaman evde kimi zaman mikro-fon karşısında yanında olan kadını anlamaya ve aktarmaya çalışmaktı. Bugüne kadar hiçbir yazara nasip olmayan bu lütuf maalesef bana da olmadı. Her ne kadar eksik kalaca-ğını adım gibi bilsem de kadınlara ve hayata dair çıkarımlar yapmaya çalıştım ancak satırlar aktıkça fark edeceksiniz ki bir türlü Tanrı’nın Eli’nin etkisinden kurtulup da, Ka-dının Eli’ne dokunamadım.

1976 yılının sakin bir Temmuz sa-bahında bir süpermarket kasasının

kuyruğunda beklemekte olan Cla-udia Villafane birazdan içindeki safiyane duygularla yapacağı ha-reketin tüm hayatını baştan aşağı değiştirecek olduğundan pek tabii habersizdi. Ödeme kuyruğunda iki sıra öndeki kadının parası al-dıklarına yetmemiş ve telaşlı bir halde etrafına bakınıyordu. Clau-dia ürkek tavırlarla kadına yaklaş-tı ve birkaç bozuk parayla sorunu çözdü. Kadın, Claudia’ya borcunu ödemek istediğini ve nerede otur-duğunu sordu. Aldığı cevap kar-şısında sevindi çünkü Villafaneler komşularıydı.

Dalma Salvadora Franco eve dön-dükten kısa bir süre sonra 16 ya-şındaki oğlu çıkageldi. Sabahki durumu anlatıp eline biraz para verdikten sonra onu komşularının kapısına yolladı. Claudia kapıyı açıp karşısında bu garip görünüş-lü oğlanı gördüğü anda etkilendi.

Parayı aldı ve kısa bir diyalogdan sonra içeri girdi. Henüz 16 yaşında olan Diego’nun hayatından o güne kadar ve o günden sonra da olaca-ğı gibi çok kadın geçmişti ama bu kez başkaydı. El Pelusa, bu saf gö-rünüşlü çekingen kıza karşı ilk kez duyduğu bir heyecanı yaşıyordu.

Claudia’nın babası Coco Villafane, gündüzleri taksi şoförlüğü akşam-ları ise kantin işletmeciliği yapan bir adamdı. Diego’yu çok yakından olmasa da tanıyor ve daha 16 ya-şında Arjantin futbolunun geleceği olarak konuşulan bu oğlanı, kızı ve kendisi için fırsat kapısı yapmanın yolunu kolluyordu. Maradonalar Villa Fiorito gibi son derece yoksul ve tehlikenin kol gezdiği bir bölge-den gelmişlerdi. Eğitim ve kültür düzeyi olarak Villafaneler’den aşa-ğıdaydılar. Cebollitas’ta olağanüstü işler çıkaran Diego sonunda Ar-gentinos Juniors ile sözleşme imza-

Page 89: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 89

lamaya hak kazanmış ve kendisine küçük bir armağan olarak da Villa del Parque’deki bu apartman dai-resi verilmişti. Böylece Tanrı’nın bir lütfu olarak dünyaya geldiğine inandıkları oğulları, ailesine ilk dokunuşunu yapıyor ve sınıf atla-tıyordu.

Villa del Parque’deki bu apartman dairelerinin kapılarının açıldığı ve tüm komşuların ortak bir alanda toplandıkları salonları vardı, geçiş ve iletişim kolaydı. İlk tanışmadan sonra Diego sık sık Villafaneler’in evine ziyaretlerde bulundu. Coco Villafane, kızıyla Diego’nun bu ya-kınlaşmasına bilerek göz yumuyor sesini çıkarmıyordu. Diego’nun annesi Tota ise market kasasın-da yardımına koşan bu sessiz kıza önyargıyla yaklaşıyor ve Diego’yu temkinli olması konusunda uyarı-yordu.

Aradan birkaç yıl geçti. Diego, bir efsaneye dönüşeceği yolun ilk taşlarını döşerken Villafaneler ve Maradonalar artık birbirinden ay-rılmaz olmuş beraber yaşıyorlardı. Diego, Cesar Luis Menotti tarafın-dan Arjantin Milli Takımı’yla 1978 Dünya Kupası kadrosuna alınma-manın üzüntüsünü yaşayıp bir yıl sonra Tokyo’da Dünya Gençler Şampiyonası’nda zafere ulaşmanın tadını çıkarırken kameralar demeç almak için önce Tota’ya sonra da Claudia’ya dönmüştü. Sevgili ol-duklarını tüm Arjantin halkı öğ-renmişti.

Boca Juniors formasıyla ortalı-ğı kasıp kavuran Diego Armando Maradona için 1982 İspanya mace-rası pek de iyi geçmedi ancak daha sonradan ihanet edeceği çocukluk arkadaşı ve menajeri Jorge Cyter-szpiler’ın uzun uğraşlar sonunda elde ettiği kârlı anlaşma sonucu soluğu Barselona’da aldı.

Diego’nun annesinin kökenleri

İtalyan, babası Chitoro’nun köken-leri ise kızılderiliydi. Aile içinde babası çok etkin bir liderlik üst-lenmese de Maradonalar’da kabile ve kapalı yaşam anlayışı hakimdi. Anne, baba, çocuklar, arkadaşlar, menajerler, doktorlar, sevgililer hepsi bir arada kendilerine Barse-lona’dan soyutlanan bir hayat kur-muşlardı. Diego artık dünyanın en çok para kazanan futbolcularından biriydi, büyük ve lüks bir evde ka-lıyorlardı. Bunun yanında kural ta-nımaz bir kişiliği vardı. Barselona gibi milimetrik hesaplarla futbol oynayan ve futbolcuların saha dışı yaşamlarında da bu çizgide kal-masını isteyen bir kulüp için Ma-radona’yı zaptetmek yalnızca bir hayaldi. Bu transfer iki taraf için de yanlış bir tercih olmuştu. Birinin para hırsının, diğerinin politik ve yine finansal çıkarlarının doğur-duğu bu sakat buluşma çok geçme-den son buldu.

Diego arkadaşlarıyla alemler yapı-yor, bir genelevden diğerine koşu-yor, takımdaki diğer arkadaşlarını da kendine ortak etmeye çalışı-yordu. Bu sıralarda kabile reisi To-ta’nın dizinin dibinden ayrılmayan Claudia ise Maradona’nın saha dışı yaşamından habersiz evde huzur bulması için bekleyen bir liman

görevi üstlenmişti. Diego’nun onu defalarca aldatmasına göz yumu-yordu.

Diego Armando Maradona… He-nüz 10 yaşındayken kameralara “Hayalim Arjantin forması giymek ve Dünya Kupası’nı kazanmak.” di-yen küçük çocuk. Diego Armando Maradona… 15 yaşında ülkesi-nin en çok konuşulan futbolcusu. Diego Armando Maradona… Vü-cudundaki doğal gelişim bozuk-luğundan dolayı tıp bilimiyle ya-kından uzaktan alakası olmayan, kendilerine büyücü denen doktor-lar tarafından yıllarca asılsız teda-vilere, ilaçlara, kortizollara maruz kalan kaslı bodur adam. Diego Armando Maradona… 1982’de İspanya’da sırf eğlencesine koka-inle tanışan ve yıllarca kullanan, seks düşkünü, alemci, sahtekar, mafya ile içli dışlı kötü adam. Die-go Armando Maradona… Arka-daşlarına bir çırpıda ihanet eden, çevresindekilerin ayartmalarına çabucak inanan, kurallara uyma-yan, kendi kurallarını yazmaya çalışan, ülkesindeki ve dünyada-ki herkes tarafından yarı Tanrılık görevi yüklenmiş ancak bu yükü ne taşıyabilmiş ne de ondan vaz-geçebilmiş kararsız efsane. Diego Armando Maradona… Yüzyılın

Page 90: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

90 / NİSAN 2016

golünü atan, eşi benzeri görülme-miş yetenek… Diego Armando Maradona… Kişiliği ve politik gö-rüşleri tam oturmamış, her fırsatta futbolun güç odaklarına ve onların para ilişkilerine küfürler savuran ancak kendisinin ayağına gelen her fırsatta daha çok para, daha kârlı sözleşmeler, daha kârlı ilişkiler ve daha çok para getirecek sponsor-lukları kovalayan Arjantinli heye-canlı adam…

Buenos Aires’teki Maradona Kili-sesi’nde bir insan boyutunda tem-sili bir heykel vardır. Bu heykel bir kilise çanı, bir futbol topu ve bir formadan oluşur. Maradona Kili-sesi müritleri bu öğelerin anlamla-rını anlatırken futbol topu için şu ifadeyi kullanırlar: “Bu top, Die-

go’nun futbol için feda ettiklerini temsil eder.”

Maradona, Napoli’de geçirdiği yine iyi başlayan ve skandallarla biten 7 yıllık zaman diliminde futbol için çok şey feda etti. Kendi sağlığı ile beraber Claudia’yı da uçuruma sürükledi. İtalya’ya geleli henüz bir yıl olmuştu ki 1985 yılının Ocak ayında Heather Parisi ile adı çıktı. Claudia bu kez çok sinirlenmiş ve evde çıkan büyük kavganın ardın-dan Arjantin’e dönmüştü. Aynı yı-lın Kasım ayında Diego, Cristiana Sinagra adında bir kadınla tanış-tı ve söylenti o ki gerçekten aşık oldu. Claudia döndüğünde Mara-dona, Cristiana’dan ayrılmıştı ama kadın 4 aylık hamileydi. Maradona çocuğu kabul etmediğini açıkladı.

Claudia ile barıştı ve krallığını ilan edeceği Aztekler’in kalbinde dü-zenlenen Dünya Kupası’na odak-lanmaya başladı.

Meksika’da kupayı alıp Buenos Aires’te kutlamalara gelen Mara-dona’nın hemen yanında Claudia da vardı ancak çok şey değişmişti. Artık o sessiz, sakin, çekingen, sö-nük kızdan eser kalmamış, yerine saçlarını sarıya boyatmış ve este-tik ameliyatlarla “seksi” bir kadın imajına bürünmüş, bu sihirli şöh-ret dünyasında figüran olmaktansa ana karakter olmak isteyen bir ka-dın gelmişti. Maradona, Claudia’yı Cristiana ile aldattığında annesi ses çıkarmaya-rak bir nevi alttan alta destek ver-miş ancak oğlunun dönüp dolaşıp

Page 91: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 91

kürkçü dükkanına geri döneceğini bildiğinden Claudia ile mesafesini de korumuştu. Açık ve net olarak anlaşılıyordu ki Tota, Claudia’yı sevmiyordu ona katlanıyordu. Claudia bu “büyük” değişim aklı-nı kimden aldı bilinmez ancak bu hamlesi de Diego’yu evine ve sevgi-lisine sadık bir adam yapmak için işe yaramamıştı. Kokain ve mafya ile ilişkisi tırmanarak artan Mara-dona yine her fırsatta soluğu başka partilerde, başka kadınların kolla-rında alıyordu. Cristiana’nın Mara-dona’dan olan gayri meşru çocuğu dünyaya getirmesinden sonraki iki yıl içinde Claudia da dünyaya iki kız çocuğu getirdi.

Napoli’de kazandığı rüya şampi-yonluklardan sonra Maradona

yine aynı huzursuz şımarık çocuk imajına bürünmüş, her fırsatta sa-katlıklarını bahane ederek antren-manlara çıkmamaya başlamıştı. Şehirdeki “aziz” konumu giderek yıkılıyor, artık sahaya çıktığı maç-larda da gösterdiği kötü perfor-manslar neticesinde taraftarlardan protestolar yükseliyordu. Hakkın-daki “kötü” söylentiler hızla yayılı-yor, bir yandan da gayri meşru ço-cuğunun velayeti ile ilgili “Sinagra Davası” ile uğraşıyordu.

Kara bulutları dağıtmak ve in-sanların gözünün boyanması için Claudia ile 1989 yılında abartılı, şaşalı bir düğün yaptılar. Herkese gülücükler saçıp mutluyuz mesajı verdiler. 13 yıllık çalkantılı sevgili-lik hayatlarından sonra 13 yıl süre-cek olan çalkantılı evlilik hayatları böylece başlamış oldu.

Maradona Napoli’de son olarak sahaya çıktığı Pisa maçında tri-bündeki karısına yapılan el kol hareketlerine ve küfürlere daya-namadı ve bitiş düdüğü ile birlikte İtalya’yı terk etme kararı aldı. Ca-marro mafyası ile ilişkileri kopma noktasına gelmişti. Hayatı boyun-ca olduğu gibi herkesin Maradona üzerinden bir çıkarı ve beklentisi vardı. Maradona buna isyan bayra-ğı açıyor ve mafyaya meydan oku-yordu. Pahalıya patladı.

“Çin Operasyonu” adı altında yü-rütülen soruşturmada genelev pat-roniçeleriyle telefon görüşmeleri ortaya çıkarıldı. Katıldığı seks par-tileri ve Maradona ile yattığını söy-leyen onlarca kadının röportajları gazetelerde her gün manşet oldu. Maç sonunda verdiği örnekte ko-kain ve doping maddelerine rast-landı. O güne kadar göz yumulan ne varsa Camarro ile restleşmesi sonucu bir bir ortaya çıktı.

15 ay ceza aldıktan sonra Arjan-tin’e döndü. Orada bir arkadaşının

evinde uyuşturucu kullanmış hal-de polis tarafından baskına uğradı. Hapis cezasından kurtulmasının sebebi Arjantin halkının her ne ya-parsa yapsın ilahlarının hatalarını affetmesiydi.

90 Dünya Kupası’ndan sonra yine kısa süreli Sevilla ve Newell’s Old Boys maceraları yaşadı. Ancak her iki takımda da adı kavgalara karış-tı hatta Newell’s’ta oynadığı sırada kendisini evinde rahatsız eden ga-zetecilere tüfekle ateş açmış ve dör-dünü yaralamıştı.

Maradona 94 Dünya Kupası’na kadar psikolojik tedavi gördü. Cla-udia her zaman yanındaydı. Dok-torların onu zorlaması karşısında sert çıkıyor ve anlayışlı olmalarını istiyordu. Medyadan, çevresin-den koruması gereken iki küçük kızı vardı, kocası uyuşturucunun pençesine düşmüş futbolun zirve-sinden dibe çakılmıştı. Zor günler onu bekliyordu.

Lafı daha fazla uzatmanın gereği yok. 94 Amerika’da zaten büyük kı-yamet sonunda koptu ve Marado-na, futbol dünyasının görüp göre-bileceği en büyük yetenek, doping skandalıyla sahneyi terk etti. Şimdi biraz da olaylara Claudia’nın gö-zünden bakmaya çalışalım.

Emir Kusturica, Maradona bel-geselini çekebilmek için 3 yıl bo-yunca Diego, ailesi ve Claudia ile vakit geçirdi. Belgesel çekildiği sırada Maradona ve Villafane bo-şanalı 2 yıl olmuştu. Şimdilerde her ne kadar Maradona’nın Cla-udia’ya yönelttiği hırsızlık suçla-maları gündemde olsa da o za-manlarda gayet barışçıl bir şekilde anlaşarak boşandıkları ortadaydı. Maradona’nın Claudia ile boşan-dıktan sonra yaşadığı ilişkiler ve birlikte olduğu kadınlardan olan çocuklarını anlatmak bu noktada anlamsız. Futbolculuk yıllarında

Page 92: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

92 / NİSAN 2016

yaptığı kaçamaklardan bahsederek zaten yeterince paparazziye girmiş oldum. Ancak kocası sürekli ko-kain kullanan, kendisini aldatan, çocuklarını tanıyamayacak kadar uçan bir adamla bir ömür geçirme-nin nasıl bir şey olduğunu sorgula-yabilmek için bu detayları vermem gerekiyordu.

“Diego zor dönemler yaşadığında karısı Claudia onun ailesinin ka-lesinin anahtarlarını elinde tutan koruyucu meleğe dönüştü. Eğer o kaleye geri dönmeseydi, Diego’nun kurtuluşu imkansız olurdu. Za-ten filmlerim de benim kadınları çok iyi tanımadığımı ispatlasa da,

Maradona’nın durumunda ‘her ba-şarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır’ deyiminin boş bir deyim olduğunu düşünmek kolaydı”

Kusturica yanılmıştı. Onlarla bir-likte olduğu zaman içinde Mara-dona ve Claudia’nın hayatının de-rinliklerine daldıkça gördü ki eğer Claudia, Maradona’nın aldatmala-rına, hoyratlığına, başına buyruk-luğuna, kokain krizlerine ve ha-yatının karmaşasına katlanmayıp onu tamamıyla terk etseydi ortada Maradona diye bir futbolcu olma-yacaktı. Biraz iddialı olsa da Die-go’nun hayatındaki Kadının Eli’ni görmezden gelemeyiz. Diego’nun

yeteneklerinin tartışılmaz ve eşsiz olduğu ortada ancak saha içindeki kaplanı kontrol etmek onun göre-viydi. Dışarıdakini kontrol etmek ya da en azından sınırları dışına çıktığında onu yuvaya döndürmek ise saha içinde var olmasını sağla-yan esaslı nedenlerden biriydi. Ve Claudia kendini feda ederek bunu başarmıştı.Kusturica devam ediyor: “Bir de-fasında Claudia’ya Maradona’nın kurtulmayı nasıl başardığını sor-dum. ‘Kimse bana nasıl kurtulma-yı başardığımı sormadı’ diye ce-vapladı. Bu bile kadınlar hakkında ne kadar bilgisiz olduğumun ispa-tıydı. Bununla birlikte Claudia’nın

Page 93: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 93

Diego için olan savaşının sadece aşk yüzünden değil aynı zamanda alışıla gelmişin dışında bir inanç-tan olduğunu da fark ettim.”

Alışıla gelmişin dışında bir inanç? Claudia’nın yaşadığı ve hissettiği şey Arjantinliler’e has Tanrı’yı tüm hatalarıyla kabul etmek ve yaptığı iyi şeyler için affetmek olabilir mi? Bir kadın bu kadar skandala, yeri geldiğinde aşağılanmaya neden katlanır? Jimmy Burns’ün Mara-dona’yı anlattığı kitabında yaptığı türden bir çıkarım yaparsak; Mara-dona Arjantin, Arjantin Maradona demekti. Başka hiçbir şey yapma-mış dahi olsa 86’da İngiltere’ye attığı Falkland’ın intikamı olarak addedilen goller, Diego’nun tüm hatalarının affedilecek olmasının sebebiydi.

Bir başka şekilde düşünürsek; Ma-radona ile tanışana kadar Claudia sessiz bir ev kızıydı. Onunla birlik-te bu girdaba girdikten sonra kaçışı olmadığını anladı. Kaderi buydu ve kabul etti. Her çöküşünün ardın-dan ayağa kalkmayı başarmış olan Maradona kadar sağlam bir iradesi olduğu için onu her kaybedişinde

başka bir kadının kollarından ko-parıp almayı başardı. Tıpkı Mara-dona gibi onun da hırsları vardı ve bu hırslarından hiç vazgeçmedi. Estetik ameliyatlarla bambaşka bir görünüşe bürünmesini de buna örnek olarak gösterebiliriz. Üstü-ne bir de çocukları olduktan sonra annelik içgüdüsüyle savaşa daha da sıkı sarıldı.

Maradona’nın bu hayatta kıskandı-ğı ve yerinde olmayı dileyeceği biri olduğunu hiç düşündünüz mü? Kendi sözleriyle o kişiyi açıklaya-lım: “Aynen onun gibi, kızlarımı büyürken görmek beni çok mutlu ederdi. Claudia’yı kıskanıyorum. O değerli anları Dalma ve Gianni-na ile paylaşan Claudia’ydı. Şimdi bana o anları izlettiğinde kendi kendime neler kaçırmışım böyle diyorum. Tüm bunları kaçıracak kadar adileşmişim. Geri döneme-yiz. En değerli, en duygusal şeyleri kaçırdım…”Eduardo Galeano’nun tabiriyle kirli, günahkâr bir Tanrı ve Tan-rılar’ın en insancılı olan kahrama-nımızın bu hayatta olmak istediği tek bir kişi vardı. Çocukları olana kadar ‘bir gün tek kadın olacağım’

düşüncesiyle ve Tota’nın baskıla-rıyla aldatılmaya göz yuman Cla-udia’nın, çocukları olduktan son-ra hayattaki tutunduğu dalı belki de buydu. Maradona’nın en zor zamanlarında, uyuşturucu, polis, medya ile cebelleşirken yanında ve destek olarak belki de intikamını alıyordu.

Sebebi ve kaynağı ne olursa olsun yalnızlıklarımız birbirine benzer. Kafka’nın yaşadıklarının yakının-dan bile geçmezken yaşamlarımız, ara sıra uyandığımızda kendimizi Gregor Samsa gibi hissetmez mi-yiz? Maradona kamera önünde tüm ihtişamıyla yaşadığı hayatının aksine kendi kendine kaldığında sığınmaya muhtaç bir erkek çocu-ğundan farksızdı. Hayatına tanık-lık eden çok kişi bu yönde açık-lamalar yapmıştır. Maradona’nın zaferleri hayallerimizi süsler, Ma-radona’nın çöküşleri gerçekleri-mizdir. Bu yüzden ara sıra uyandı-ğımızda kendimizi Maradona gibi de hissederiz…

Her ne kadar bir kadının iç dün-yasını anlayabilmek kadar zor ol-madığını düşünsem de bir erkeğin

Page 94: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

94 / NİSAN 2016

iç dünyasını anlamak da hayli zor-dur. Maradona şuanda 56 yaşında. Dünyada kaldığı bu süre içerisinde yaşadıklarını bir psikopat gibi, pe-şindeki gizli bir ajan gibi okudum izledim. Mutlaka sizler gibi benim de kendimi bağdaştırdığım yönler var onunla.

Maradona hayallerine değil, hırs-larına yenik düştü. Bir adamın alabileceği en büyük mağlubiyet işte budur. Gittiğinde, ardından

anlamlı bir çift söz bırakabilmek belki de yaşamak. Maradona hi-lenin de sahtekarlığın da danis-kasını yaptı ancak şimdiki futbol-cuların söylemesi imkansız olan şeyleri FIFA’nın yüzüne haykırdı. En azından o bir çift sözü söyledi. Düşündürdükleri gibi yaşamadı, biliyordu ki öyle yaşarsa ömrü boyunca düşleyemeyecekti. Ken-di hayatını özetlerken “ağızlarda kalan buruk bir tat” gibi ifadesini kullandı. Kokain kullandığı için

pişman oldu, hatalarının da far-kında. Yalnız kendisi için değil fut-bol dünyasına yeteneklerini izlete-mediği için de üzgün. Dinledikçe alışırsınız bazı şarkılara, seversiniz demiyorum. Maradona işte bu tür-den bir şarkıydı. Adını duyan her-kesin hayatına girdi, alıştıra alıştıra kendini kabul ettirdi. Dünyanın yarısına kendini sevdirdi yarısına nefret ettirdi.

Hayat bazen beklenmedik yerden

Page 95: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 95

vurur. Tahmin edemeyeceğiniz ka-dar çok açığınız var. O, biraz sinsi-dir. Fırsat kollar, izler, bekler ve ya-kalar. Yakaladığında kaçacak hiçbir yeriniz yokmuş gibi hissedersiniz. Birkaç saniyeliğine nefesiniz ke-silir. Görüntü buğulanır. İşte o an buğuyu dağıtmak için içsel bir şe-kilde kendinize zarar verirsiniz. Bu zararın boyutu birkaç yumruk da olabilir bir ilmek ve bir tabure de. Seçiminiz, hayatın boğazınıza ne kadar şiddetli ve arzulu sarıldığıyla ilişkilidir. Aslına bakarsanız sahte-

dir, ancak o çöküş anlarında aslına bakamazsınız. Buğunun dağılma-sını bekleyeceğiniz o birkaç sabır dakikasını atlatabilirseniz, tabure-ye tekmeyi vurabilirsiniz.

Eğer sahip olduğunuz açıkları, za-afları liste halinde yazarsak ki hay-li cesaret gerektirir, en az birkaç defter harcamayı göze almalısınız. Kendinizi harcamaktan yeğdir. Göreceksiniz ki defterleri dolduran o kelimeler aslında şu yaşınıza ka-dar geçirdiğiniz hayatın ta kendi-sidir. Peki hayat hem sunulan hem de sunulanı ele geçirmeye çalışan olmayı nasıl başarabiliyor? Cevap basit. Bizden daha çok çalışıyor, durmadan, uyumadan…

Tekmeleri serttir, dalgaların üze-rinde sektirmeye çalıştığınız taş-lardan daha sert. Sizi istediği gibi oradan oraya sektirebilir. Ama yumrukları narindir. Genelde de yumruk kullanır. Bunun sebebi, gözünüzün üstünde, burnunuz-da, çenenizde daha fazla yumruğa ev sahipliği yapabilmeniz içindir. Pek fazla kafa atmaz. Çünkü kafa atanın, en az yiyen kadar canının acıyacağını bilir. O, zarar görmek istemez.

Duyguları yoktur. Var zannedersi-niz ama yoktur. Sitem ederken “Ne-den bu kadar gaddarsın?” diyorsu-nuz ya, anlamı yok. Çünkü hayat o duyguyu bile taşımaz. Gaddarlığın bile bir tarafında romantizm var-dır. O, biraz robotiktir, aldırmaz.

Kendinizi dart tahtasına iğrenç bir fotoğrafı konulmuş patronunuz, öğretmeniniz gibi hissedersiniz. “Neden ben?” en çok sorduğunuz sorudur. Yanılıyorsunuz, hayat özellikle hedef seçmez. Elinde bir listesi vardır ve sırayla görevini tamamlayıp yoluna devam eder. Sizinle oyalanmaz, üzerinizde dü-şünmez. O, meşguldür, sizin gibi aylak değil.

Zaman içerisinde sizi alıştırır. Göz-lerinizi kanlar içerisinde ilk açtığı-nız andan yavaş yavaş göz kapakla-rınız son kez inene kadar. Bir nevi müptelası yapar. Elinizde değildir. Hiç dişçiye gittiniz mi? Hani ağzı-nızın içinde bin bir alet edevat ve kimyasal varken acizliğinizi aklını-za getirebiliyor musunuz? Daha da önemlisi hissedebiliyor musunuz? Bu aslında onun size hazırladığı provalardan biridir, çünkü genelde onun karşısında acizsinizdir. Baş etmeniz imkansıza yakındır. O, tam bir taktik uzmanıdır.

Taktiği de şudur; tam tüm işler yo-lunda diye düşündüğünüz nadir anlarda eğer bunu dile getirirseniz hemen kulakları çınlar. O, her şey-den haberdardır. Dile getirmenize bile gerek yok, içinizden küçük bir oh çekseniz bile mağarasındaki ejderhayı uyandırırsınız. Hoşlan-maz, her ejderha gibi. Ejderhalar, huzursuzdur.

Yüzleşmek zorunda bırakır. Kaça-mazsınız. Erteleyemezsiniz. Onun zaman mefhumu yoktur. Er ya da geç yüzleşme ister. El Diego, hayat-la yüzleşti. Rüzgarı yanından eksik olmadı. Bu rüzgarda çok kişi sav-ruldu. Yalnızca tek bir noktadan bakanlar gözden kaçırdı ama bu fırtınadan yaralı da olsa sağ salim çıkan tek bir kişi vardı. Maradona hala gayri meşru çocuklarının ve-layet davalarıyla uğraşırken, daha başında biten teknik adamlık ka-riyerinin üzüntüsünü ve ezikliğini yaşarken, sağa sola ve gazetecilere saldırmaya devam ederken o kişi şuan kızlarıyla ve cebinde milyon-larca dolar parasıyla hayatının geri kalan günlerinin tadını çıkarmakla meşgul. En son bir buz hokeyi ma-çında, sarı saçlarının ışıltısıyla tri-bünde etrafa gülücükler saçarken görüldü…

This is a man’s worldBut it would be nothingWithout a woman or a girl

Page 96: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

96 / NİSAN 2016

BASKETBOLLA BAĞLANAN HAYATLAR

GÖKHAN NAZİF BİLGİN

Page 97: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 97

BASKETBOLLA BAĞLANAN HAYATLAR

Page 98: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

98 / NİSAN 2016

Coğrafyamızda topraklar talepkâr-dır. Kimsenin yaşına, cinsiyetine, hayallerine, umutlarına bakmaz yanına alırken. Sevilmez bu ülke-de huzur. Barışın adı anılmamalı, hep karmaşa hakim olmalıdır. Dili serttir, tavrı serttir. Zordur yaşa-mak, bir sebeple hayata tutunmak.

‘Biterek ölmek güzey şeydir, baş-lamadan ölmek korkunç’ demiş Cemil Meriç. İşte başlamadan bi-ten bir hayat daha. Sadece yaşan-mış 18 yıl. Ardında bıraktıklarına bakınca, ne kadar da kısa ve bir o kadar da uzun bir süre. Türkiye’nin ortasında patlatılan bomba Anka-ra Altınel Spor Kulübü Basketbol Genç Takım Kaptanı Dorukhan Yusuf Özdemir’i ayırdı ailesinden, sevdiklerinden, hayallerinden ve belki de her şeyden çok sevdiği basketboldan. Yarım kaldı bu hikâ-ye, korkunç.

Biliyorum ki dergimizin bu sayı-sı Dorukhan Yusuf Özdemir’e it-hafen çıkacak. Bu sebeple ben de basketbolla hayata tutunmaya, var olmaya çalışanlarla ilgili bir şeyler yazayım.

Bu ülkenin sokakları hoyrattır. Ölüm kol gezer özellikle doğusun-da bu toprakların. İşte orada, tam da orada, bombaların, çatışmaların altında hayata sımsıkı sarılan Bağ-lar Belediyesi Basketbol takımının hikâyesidir bu anlatacağım.

15.!f İstanbul Bağımsız filmler fes-tivali kapsamında gösterilen Bağ-lar; Melis Birder ve Berke Baş ta-rafından çekilen, Bağlar Belediyesi Basketbol Takımının serüvenini anlatan, yılın en iyi aktivist belge-sel adayıdır. 2011 yılında çekimi-ne başlanan ve yeni bitirilebilen eserde bu takımın mücadelesine şahit olacaksınız. Olaylı nevruz kutlamalarının, açlık grevlerinin, Roboski’nin bölgede tüm çarpıcılı-ğıyla yaşandığı yıllarda basketbolla hayatın içinde olma mücadelesi bu belgeselde nakış nakış işlenmiştir.

Bağlar Belediyesi Diyarbakır’ın en yüksek nüfuslu yerleşim yerlerin-den biri olmakla birlikte, Türki-ye’nin en zor ilçelerinden biridir. Yaşanılan çatışmalar, kapatılan kepenkler her gün gazete man-

şetlerindeyken, spor salonunda hayaller kuran gençlerin yaşamla kurdukları bağdır basketbol.

Basketbolla bağlanmıştır birbirine hayatlar; idealist bir koç, bölge in-sanlarından oluşan bir takım, yerel yöneticiler ve aileler.

Koç Gökhan Yıldırım’ın - ki kendi-si Diyarbakır’da bir köy okulunda öğretmenlik yapmaktadır – tüm çabası bu oyunu sevdirmektir. Okul okul dolaşarak yeni yetenekli oyuncular aramakta, takımındaki basketbolcuların gelişimlerine yar-dımcı olmakta ve yöneticilerle büt-çe pazarlıklarına girmektedir. Tüm olanaksızlıklara rağmen bu takımı 2. Ligin kapısına kadar getirmiştir. Bazı oyuncularına ise NCAA ka-pısının açılmasını sağlamıştır. Bu hizmetlerinden dolayı 2012 yılında Türkiye Basketbol Federasyonun-dan ‘Osman Solakoğlu Basketbolla Topluma Hizmet Ödülünü‘ almış, 2013 yılında ise Milli Olimpiyat Komitesinden ‘Kariyer Şeref Dip-loması Ödülü‘nün sahibi olmuştur.Yerel yöneticiler yokluk içinde kay-nak yaratmaya çalışır. Oyuncuları

Page 99: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 99

takımda tutmak için pazarlıklara girişir. Bütçeyi nasıl arttırırız der-dine düşerler. Dönem dönem ta-kımla veya Gökhan Hoca ile yap-tıkları konuşmalar uçak ve bomba sesleri sebebiyle kesilecektir, du-yulmayacaktır belgeselde.Bazı sahnelerde ise oyuncuların ta-rihsel süreç içinde yaşanılanlar se-bebiyle yaşadığı kafa karışıklıkları, ötelenmişlik hisleri, özgüven ek-

siklikleri net anlaşılmaktadır. Hep-sinin yaptığı ortak şey ise umuda sarılmak ve asla vazgeçmemektir. Güzel oyundur basketbol vesselam.

Belgeselin sonuna doğru bir gazete haberiyle değişen hayatlara tanıklık ederiz. Aslında bu takımın kurul-ması, ardından kapalı spor salonun yaptırılması, yaşanılan bölgesel başarılar Denizli’de oynanan Play-off ’lar yeni hayallerin önünü açar-

ken, 24 saniyede yapılan hücumlar, 8 saniyede geçilemeyen yarı saha-lar, girmeyen üçlükler, 2’de 2 atılan serbest atışlar, molalarda çizilen hücumlar, 5 saniyede kenardan çı-kartılamayan toplar, uzatmalarda kazanılan maçlar ne çok hayatı de-ğiştirmiştir kim bilir?

Page 100: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

100 / NİSAN 2016

Page 101: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 101

THORPEDODENİZ BALCI

Page 102: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

102 / NİSAN 2016

2000 Sidney Olimpiyat Oyunları başlarken Avustralya denince in-sanların aklına mükemmel mima-risiyle Sidney Opera Evi geliyordu. Ama turnuva bittiğinde ünlü sarı bonesiyle, bilekten bileğe bütün vücudunu kaplayan siyah mayo-suyla, kumral saçlarıyla Ian Thor-pe, Sidney Opera Evi’ni gölgede bırakmıştı.

2000 Sidney Olimpiyatları yakla-şırken 1999’da Pan Pasifik Oyun-ları’yla olimpiyatların son provası yapılıyordu. Thorpe serbest stilde kuracağı imparatorluğun temel-lerini burada attı. 200m ve 400m serbest yarışlarında altın madalya rekorlarla geldi. 4x100 ve 4x200 serbest bayrak yarışlarında ise Bir-leşik Devletler’in önünde Avustral-

ya takımıyla beraber iki altın ma-dalya daha kazandı.

2000 Sidney’de bütün bir ülke al-tınlar ve dünya rekorları bekliyor-du. Avustralya’nın altın çocuğu Thorpe doping söylentilerinden aklanmıştı ve kendi evinde seyir-cilere unutamayacakları bir per-formans sergiledi. 3 altın, 2 gümüş madalya ve 3 dünya rekoru. Artık sadece yüzme sporcusu değildi. Avustralya’da kangurulardan daha meşhurdu, dünyada ise milenyu-mun ilk süperstar sporcularından biriydi. Bu şovun kusursuz olması-nı engelleyenler ise olimpiyatlarda asla kaybetmeyen Birleşik Devlet-ler karışık bayrak takımı ve Thor-pe’un hayatındaki en büyük rakibi Pieter van den Hoogenband’dı.

14 yaşındayken ilk defa uluslara-rası yarışlara katıldığı şehir olan Fukuoka’da yapılan, 2001 yılındaki Dünya Şampiyonası’nda formu-nun zirvesindeydi. Serbest stildeki 200m, 400m ve 800m mesafelerin-de dünya rekoru kırdı. Avustralya takımı ile de bayrak yarışlarında üçte üç yaptılar. Böylelikle 6 al-tın madalya ve 4 dünya rekoruyla Thorpe, serbest stilde zirveye çivi çakmıştı.

2004 Atina Olimpiyat Oyunları yüzme tarihinin en büyük rekabeti-ne sahne oldu. Phelps 8 altın hedef-liyordu. 8 yarışın içinde 200m ser-best de vardı. Bu mesafede Thorpe dünya rekortmeni, Hoogenband son olimpiyat şampiyonu, Hackett ise her zaman korkutucu bir rakip-

Page 103: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 103

ti. Bu muhteşem dörtlü 200m fina-linde yan yana dizildiler. İlk 50’yi beraber döndüler. Hackett yavaş yavaş geride kalıyor, Hoogenband da atağa kalkmış 100‘ü geçerken yarım boy önde gidiyordu. Ama son 50 metrede Thorpedo yuvasın-dan çıktı. Phelps’in 8 madalya rü-yasını ve Hoogenband’ın ünvanını koruma isteğini havuzun serin su-larına gömdü.

Dışarıdan her şey kusursuz görü-nüyordu. İnsanlar ünlü sporcuları sadece sahnedeyken görür. Gör-dükleri süre içerisinde de yaptık-larını takdir eder veya eleştirirler. Thorpe’un 200m serbest dünya rekoru 1 dakika 44 saniye 6 salise, en uzun süren turnuva ise 1 haf-ta. Gösterinin sahne süresi 1 hafta içinde en fazla 2 dakika iken, gös-terinin başarısı sadece yıllar süren düzenli ve programlı çalışmaya değil düzenli ve programlı yaşama-ya da bağlıdır. Bu yaşam da çoğu sporcuda psikolojik sorunlara yol

açar. Thorpe’un 2006 yılında 24 yaşında yüzme sporunu bıraktığı-nı açıkladığı basın toplantısında, ‘’Kendime bir insan olarak baktım ve sordum: Hayatımda yüzme ol-masaydı geriye ne kalırdı? ‘’ diye-rek zirvedeki sporcuların en büyük çıkmazına dikkat çekti. Çünkü zirveye çıkmak için 10 yaşında ar-kadaşlarıyla istediği kadar sokakta oyun oynamadı. 12 yaşında hiçbir şeyi umursamadan evden ya da okuldan kaçmadı. 15 yaşında ba-basının arabasını kaçırıp arkadaş-larıyla 2 gün kamp yapmaya git-medi. Her zaman gitmesi gereken antrenmanı, uyuması gereken bir saati, gitmesi gereken bir turnuvası vardı. Thorpe, 14 yaşında Avustral-ya takımına giren en genç yüzücü oldu. Çoğu insan bunu sadece ba-şarı hikâyesi olarak görür. Ancak bu başarı hikâyesi aynı zamanda 14 yaşında evinden ayrılan, hayatı antrenman kamplarında, turnuva-larda, gece hiç bilmediği otellerde ve sürekli seyahatlerde geçen bir

çocuğu da anlatıyor.

Thorpe geldiği noktayı ‘’Etrafım insanlar tarafından kuşatılmıştı ama ben daha da yalnızlaşıyor-dum’’ şeklinde anlatıyor. İnsanla-rın gösteri sahnesinde gördükleri Thorpedo o kadar parıltılıydı ki kimse Ian ile ilgilenmiyordu. Gey olduğunu açıkladığı röportajda mahcup bir şekilde Avustralya’nın gey bir şampiyon isteyip isteme-yeceğini bilmediği için yıllarca bir yalanı yaşamak zorunda kaldığını anlattı. O kadar genç bir yaşta ef-saneye dönüşmüştü ki kendi cinsel yönelimini anlamaya başladığında geri dönülemez duruma gelmişti.

Ian Thorpe, genç yaşta ailesinden ayrılan, etrafını kuşatan insanların içinde yalnız, yıllarca bir yalanı ya-şayan Avustralya Takımı’na giren en genç yüzücü, sarı bonenin en muhteşemi, Avustralya’nın Olim-piyatlar’daki en başarılı sporcusu...

“...BU BAŞARI HİKÂYESİ AYNI ZAMANDA 14 YAŞINDA EVİNDEN AYRILAN, HAYATI

ANTRENMAN KAMPLARINDA, TURNUVA-LARDA, SÜREKLİ SEYAHATLERDE GEÇEN

BİR ÇOCUĞU DA ANLATIYOR”

Page 104: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

104 / NİSAN 2016

Futbol ikliminde kurak kalmış bir bölge olan Trakya’nın parlayan bir umuduydu Doğan Seyfi Atlı. Ana-fartalarspor’dan Edirnespor’a, ora-dan da Denizlispor’a uzanan bir yolculuktu onunki. Bu yolculuk, 17 Aralık 2001 günü Nazilli karayo-lunda son bulacaktı.

‘Kara Eylül 1980’in 10. günü dün-yaya gelir Doğan Seyfi Atlı. 5 yaşı-na geldiğinde hayat ona ilk oyunu-nu oynamıştır. Babası Nuri Atlı’yı trafik kazasında kaybetmiştir. Nuri Atlı, Edirne’de amatör olarak top koşturmuştu. Doğan da babasının yolundan gitmek istiyordu. Futbol topunun peşinden koşmaya 1997 yılında Anafartalarspor’da başladı. Keşan’dan Edirne’ye transferi ise fazla uzun sürmedi. 1998’de Edir-nespor, Doğan’ı 900 milyon liraya transfer etti.

Edirnespor’daki ilk sezonu olan 98/99 sezonu, ne onun için ne de kulüp için pek parlak geç-medi. Kulüp sezon sonunda küme düş-tü ve 3. Lig’in yolunu tuttu. Ancak bu düşüş, aslında Doğan için

yükselişin de başlangıcıydı. Takip eden 99/00 sezonunda 29 maçta 21 gol attı ve ‘gol kralı’ oldu. Bu per-formansı birçok kulübün dikkatini çekti ve 2000/2001 sezonu başında Denizlispor’a transfer oldu.

3. Lig’den 1. Lige âdeta ‘dikey bir geçiş’ yapar Doğan Seyfi. Deniz-lispor’daki ilk sezonunda ise, Türk futbolundaki değişmez bir yargı olan ‘genç futbolcu’ kavramının kurbanı olur. ‘Pişmesi için’ Deniz-lispor PAF takımına gönderilir. Burada çıktığı 24 maçta 21 gol atar ve dikkatleri bir kez üzerine daha çeker. Bu performansa kayıtsız ka-lamayan isimlerden biri de döne-min Denizlispor teknik direktörü Yılmaz Vural olur. Vural, sezonun son yedi maçında Doğan’a şans ve-

rir. Doğan Seyfi, 1. Lig’deki ilk golünü 6 Mayıs 2001’de

sezonun flaş ekibi Gaziantepspor’a

atar.

Doğan, ilk sezonunda lige ve De-nizlispor’a tutunmayı başarır. Kulüp, 2001/2002 sezonu öncesi teknik direktör Yılmaz Vural’ın gö-revine son verir ve Sakıp Özberk ile anlaşır. Özberk, Doğan’ı takımın değişilmez futbolcularından biri hâline getirir. Ligin ilk haftasında Yozgatspor’a karşı alınan 5-0’lık galibiyete 1 gol ile katkı sağlar. 2001 yılı, ona uğurlu gelmiştir. Ta-bii sadece ona değil; Denizlispor’a da… Zira Denizlispor o sezon Tür-kiye Kupası’nda yarı final görür ve Beşiktaş’a elenerek kupaya veda eder. Denizlispor’un peri masalını andıran bu rüya sezonundaki en müstesna maçlardan biri, belki de en önemlisi, 11 Aralık 2001’de Ka-dıköy’de Fenerbahçe’ye karşı oyna-nan Türkiye Kupası 4. Tur maçıdır.

Denizlispor, Kadı-köy’de Fenerbah-

çe’yi devirir ve

DÜĞÜN VE CENAZEMUSTAFA BERK BOZ

Page 105: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 105

takımın ilk golünü Doğan kayde-der. Maçtan sonraki röportajında, “Fenerbahçe’ye kupada gol attım ya, herhalde farkıma varmışlardır. Bir gün mutlaka İstanbul’a, oradan da Milli takıma gideceğim.” der. Hayalleri vardır Doğan’ın. Bu genç adamı izleyenler, O’nda bir ‘Hakan Şükür’ havası sezmektedir. Boyu, atletikliği ve hava toplarındaki et-kisiyle ‘Kral’ı andırır. Fenerbahçe maçı Doğan Seyfi’nin âdeta kıs-metini açmıştır. Doğan’ı transfer etmek isteyen kulüplerin başında ise Beşiktaş gelmektedir. Döne-min kulüp başkanı Serdar Bilgili, bu genç oyuncunun Ocak ayında transfer edilmesi için girişimlere başlar.

Denizlispor ise kupada gelen bu zaferin ardından, ligde Ankara-

gücü ile karşılaşır. Doğan bu maçta

son 30 dakikada

oyuna dâhil olur. Denizli, Fener-bahçe maçının rehavetinden kur-tulamaz ve Ankaragücü’ne evinde mağlup olur. Maçın ardından Sa-kıp Özberk takıma 1 gün izin verir. 17 Aralık’ta herkesin antrenmanda olmasını ister. Doğan izin günün-de, kız arkadaşıyla birlikte Kuşada-sı’nın yolunu tutar. İzin gününün ardından 17 Aralık’ta takımının antrenmanına katılmak için yola çıkar. Antrenmana geç kalmaktan endişe duyan Doğan, aracıyla hız sınırlarını zorlar. Oldukça soğuk ve yağmurlu bir Ege gününde, Ay-dın-Denizli otoyolunda refüje çar-pan araç,

60 metre sürüklenir ve takla atar. Doğan, bu kaza sonrası olay yerin-de hayatını kaybeder. 5 yaşında ba-basının canını alan trafik ca-navarı,

bu kez kurban olarak Doğan’ı seçer. Doğan’ın naaşı, Trakya’daki yoğun kar yüzünden günlerce Edirne’ye gönderilemez. Birkaç gün sonra sevenlerinin ve Denizlispor cami-asının katılımıyla son yolculuğuna uğurlanır. Bu elim olay, başta De-nizlispor olmak üzere Türk futbol kamuoyunu derinden sarsar. De-nizlispor sezonun geriye kalan tüm maçlarına ‘siyah’ formayla çıkar ve ‘18’ numara emekli edilir. Ayrıca Denizli Belediyesi’nin 2009’da aldı-ğı bir kararla ismi, Denizli Beledi-yespor’un maçlarını oynadığı stada verilir.

Doğan Seyfi ile ilgili geriye kalan anılardan en dikkat çekenlerden biri ise hiç şüphesiz, Denizlispor kariyeri boyunca tek bir kart dahi

görmemesiydi. Do-ğan sahada ne kadar

centilmense, hayat da bir o kadar za-limdi. Kim bilir, belki de aşırı hız onun ilk faulüydü ve ona karşı çıkan ilk ve son kırmızı kart da bu oldu.

Page 106: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

106 / NİSAN 2016

D A ĞL A R ID E L D İ MT E KB A Ş I M A

HÜSNA KÖŞGER

Page 107: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 107

M

A

Page 108: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

108 / NİSAN 2016

Bir özgür kızın hikâyesi bu; ken-dine has kişiliği ile bulunduğu her ortamda farklılık yaratmış bir kı-zın. Ona neden böyle dedim? Niçin benim için “özgür kız”? Hepsini bu yazımda kendime göre geçerli ge-rekçeleri ile anlatmaya çalışacağım. Işıl’ın öyküsü 1994 yılında başlar. Beden eğitimi öğretmenlerinden biri, henüz 8 yaşındayken Işıl’da-ki yeteneğini keşfeder. Basketbola âşıktır o ve aşkı için her şeyi ya-pacak kadar da cesurdur. Henüz 12 yaşındayken İstanbul Üniversi-tesi’nin altyapısında basketbol oy-namaya başlayan Işıl’ın bu takımda forma giymesini sağlayan da bu deli cesareti olmuştur. Ablasını üniver-siteye kaydettirmeye gittikleri gün ailesinden habersiz bir şekilde okul içerisinde yapılan basketbol idma-nının ortasına girer ve antrenöre giderek “Bu takımda oynamak için geldim.” der. Bu olayın sonucunda ailesi onu salonda basketbol oy-narken bulur. Bu deli ruhlu küçük kızın büyük başarılara ulaşması ise uzun sürmez. Bu takımda 2 yılı A takım olmak üzere tam 8 yıl forma giyer. Küçüklerde 1, yıldızlarda 3, gençlerde ise 5 Türkiye şampiyon-luğu yaşar. Yine altyapıda oynadığı dönemde birçok kez asist kraliçesi, en değerli oyuncu ve en iyi oyun kurucu ödüllerini alır. A takıma yükseldiği İstanbul Üniversitesi’n-de 1. oyun kurucu görevini üstlen-diğinde henüz 16 yaşındadır.

Işıl Alben’in İstanbul Üniversite-si’nden sonra yeni durağı Botaş Spor oldu. Başarı merdivenlerini birer ikişer çıkmaya devam edi-yordu. Botaş Spor ile Eurocup’ta 10 maç yaptı ve maç başına 7,5 sayı, 3 ribaund ve 4.5 asist ile oynadı. Sonraki durağı ise onunla özdeş-leşen Galatasaray oldu. Ve benim onu tanıma ve sevme hikâyem de böyle başladı.

Alben, Galatasaray döneminde ismini takımıyla özdeşleştirdi.

Onun mücadeleci ve asi tavrı se-yirciyi takıma daha da fazla bağ-ladı. Galatasaray onun için sadece oynadığı bir takım değildi, Işıl yü-rekten “Galatasaraylı” idi. Ve bu durum onun takımı için daha fazla mücadele etmesini sağlıyor ve onu takımına daha fazla bağlıyordu. Kısa süreliğine başka bir takıma gitmesine rağmen çok geçmeden eski yuvasına geri dönmesi de,

Twitter hesabında “Bize her sevda-dan geriye kalan sadece Galatasa-ray” yazması da bunun en büyük kanıtı değil mi?

Sadece bireysel başarıları ile değil bir sporcu olarak Milli Takım için verdiği mücadeleler ve kazandığı başarılar ile insanların ona olan sevgisini daha da artırdı. Potanın Perileri ile birlikte Avrupa 2.’liğini

Page 109: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 109

tadan Işıl, Olimpiyatlara da gitti. O sene Twitter’da olimpiyatlara git-meye hak kazanan Kadın Milli Ta-kımlarımız’a istinaden “Atatürk’ün Kızları Olimpiyatlar’da” başlıkları açılmıştı. Işıl da bu gurura erişen-ler arasındaydı. Her zaman ken-dine has ve özgür oldu. Kimseye benzemedi, benzemeye de çalış-madı. Bu yüzden çok sevildi ve sevilmeye de devam edecek. Milli

Takım ve Galatasaray için döktüğü her damla terde, sadece sporcu ola-rak değil büyük bir taraftar olarak da adanmışlığının izleri var.

Peki, neydi onu benim nezdimde “özgür kız” yapan? Ben ona her baktığımda Özlem Tekin’in o ha-rika “Tek Başıma” adlı albümünü anımsarım. Belki de Özlem Te-kin’in o zamanlar var olan özgür

kız imajından olsa gerek özellikle “Dağları Deldim” klibindeki bas-ketbolcu kız tarzı ve şarkı sözlerini Işıl ile özdeşleştirip ona bu imajı yükledim. Kendine has üslubu, tek başına her şeye yetecek güçte ve genişlikteki yapısı, takımına olan inancı ve mesleğine olan aşkıyla, özgünlüğüyle ve en önemlisi kendi bildiğini okumasıyla özgür kız de-ğil de nedir Işıl Alben?

Page 110: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

110 / NİSAN 2016

TÜKENMEK BİLMEYEN EFSANE:NORIAKI KASAI

EZGİ YAZICIOĞLU

Page 111: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 111

Page 112: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

112 / NİSAN 2016

2015 Temmuz’unda Holmenkollen Kayak Merkezi’nde Oslo havasını solurken aklımda tek bir düşünce vardı: İnsan buradan nasıl atlar? Kalbinin çarpıntısını bir kenara atıp, rüzgarı arkasına alarak raki-bini geçmesi için gereken motivas-yonu nereden bulur? Nitekim ben de içimdeki heyecanı tetikleyen korkumu yendim ve tam 134 met-reden aşağıya kendimi zipline ya-parak bıraktım.

4 dünya şampiyonası ve 1 adet kış olimpiyat oyunlarına ev sahipliği yapmış bu muazzam kayak disip-lini trampleni, kim bilir kaç spor-cuya ev sahipliği yapmıştır? Kaç taraftarın çığlıkları ve tezahüratları arasında madalya gözyaşlarına ta-nıklık etmiştir? 1800’lerin sonuna doğru Norveç kralı için düzenlenmeye başlayan

kayakla atlama disiplini, 1924’te Chamonix’de olimpiyatlarda yer almaya başladı, zamanla günü-müzdeki popüler haline kavuştu. 5 yaşından itibaren bu spor dalına emek veren atletlerde aranılan en önemli özellikler, sarsılmaz sinirle-re sahip olmak ve yılmak bilmeyen bir yükseklik tutkusu.

Şu sıralar efsanevi Morgenstern’in ardından henüz 23 yaşındaki Peter Prevc’in üst üste aldığı başarılar herkes tarafından konuşulurken, aslında madalyonun bir de öbür yüzüne bakmamız gerekiyor. 2014 Sochi Kış Olimpiyatları’nda bronz alarak kendini bu kadar genç yaşta gösteren Prevc’in bir üstünde, ne-redeyse kendisinin iki katı kadar dünya yılı almış başka bir efsane vardı: Noriaki Kasai.

“The Grand Old Man of Skiing “

yani “Kayağın Büyük Yaşlı Adamı” olarak adlandırılan 44 yaşındaki efsane Kasai, hiçbir şekilde vazgeç-me belirtisi göstermiyor. 1989’dan beri dünya çapında arenalarda yarışan Kasai, kendini görenleri kesinlikle hayran bırakıyor. 7. Kez hazırlandığı Sochi Olimpiyatla-rı’nda, yaşına rağmen ne için hala devam ettiği sorulduğunda ise tek bir cümle ile cevap veriyor: “Çün-kü hala bir olimpiyat altını kazana-madım.”

Kasai’nin gerçekten inanılması güç bir spor geçmişi var: 11 dün-ya şampiyonası, 427 uluslararası çapta organizasyon ve 7 olimpiyat-tan; 2 gümüş ve 1 bronz Olimpiyat madalyası olmak üzere 15 bireysel başarı ve 44 podyum finali. Kasai, bireysel alanda en fazla Dünya Ka-yakla Atlama Şampiyonası katılımı ve Dünya Kuzey Kayak Şampi-

Page 113: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 113

yonaları’nda en fazla katılım gibi ödüllerle Guiness Rekorlar Kita-bı’na da girmiş sayılı sporcular ara-sında yer alıyor.

Kaymayı çok sevdiğini ve henüz durmayı düşünmediğini söyleyen 17 kez dünya şampiyonu ünvan-lı Kasai, hepimize şu soruyu sor-durmayı başarıyor: En iyisi olmayı ne kadar devam ettirebiliriz? Hele hele spor gibi fiziksel kuvvetlilik gerektiren ve rutin dayanıklılık is-teyen bir alanda.

Başka bir efsane futbolcu Kazu-yoshi Miura ile yakın arkadaş olan Kasai, onun “50’sinde bile Japon futbol liginde oynama niyetine“ hayranlıkla hatta ilham alarak bak-tığını, birbirlerine rekabet hırsı aşıladıklarını ve kendilerini sık sık motive ettiklerini de defalarca be-lirtmiş.

Madalya kazansa da kazanmasa da, Japonya için kayakla atlama disipli-ni için baştan aşağı bir ekol yaratan efsanevi sporcu, tutkusunu sadece kendi yararına değil, dünyadaki bütün spor severler için idol haline getirmiş.

En basit anlarda bile bizi yıldıran, yorgunluk, açlık, zaman kısıtlılığı, aile özlemi, memleket hasreti gibi bahaneleri bir kenara bırakırsak, azim her şeyin önüne geçiyor. An-cak eğer çok ama çok istersek ve yaptığımız işe tutkuyla bağlanırsak zafere ulaşabiliyoruz.

Neredeyse veteran olarak adlandı-rılan Kasai’nin Lillehammer‘dan beri beklediği 20 yıl sonraki ilk bireysel zaferi, her ne iş yaparsak yapalım ona tutkuyla bağlanırsak amacımıza en doğru şekilde ulaşa-bileceğimizi gösteriyor.

Page 114: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

114 / NİSAN 2016

KELEBEK ETKİSİTOLGA TEMEL

Page 115: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 115

Page 116: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

116 / NİSAN 2016

Kıyıları kayalarla dolu bir eyalet-tir Oregon, en güçlü dalgalar bile çarparak geri döner. Oregon’un basketbol takımı Portland Tra-il Blazers da bu dalgalardan pek farklı değil. Tarih boyunca bir sürü dalga geldi, fakat hep şanssızlığa uğrayıp kıyıya vurmayı hiç başa-ramadılar. Önlerine iki kere altın tepsiyle o on yıla hükmedebilecek fırsat geldi, ancak onlar ikisinde de yanlış tercihte bulundular. Seçim-lerde yaşadıkları sorunlar iyi bir scouting ile çözülebilirdi fakat aynı şeyler sakatlıklarda çok da geçerli bir durum değil. Söz konusu takım Portland’sa, en sağlıklı sporcu bile sakatlık yaşayabilir. Yakın tarihteki en önemli örneği ise Brandon Roy.

Brandon Dawayne Roy, 1984 ya-zında, Seattle’da bir işçi sınıfı aile-nin çocuğu olarak dünyaya geldi. Ailesinde tek bir üniversite me-zunu yoktu ama ailesi tarafından eğitim ve spora teşvik her zaman vardı. Beş yaşında önce futsala başladı, sonra da beyzbol, futbol, basketbol takımlarında yer aldı. Bu takımların koçu genelde babasıydı.“En çok eğlendiğim şey olması dışında pek fazla şey hatırlamı-yorum. Mücadele içinde olmaya âşık olmuştum, daha fazla sporun içinde yer almak istiyordum. Reka-betçi ve bir takımın parçası olmak mükemmeldi.” diyordu Brandon sonradan.

Çeşitli sporları yaptıktan sonra basketbola olan yeteneğinin üs-tüne gitmeye başladı. Garfield Li-sesi’ne yazılan Roy, kısa sürede en iyi lise oyuncuları arasında adını geçirmeye başladı ve üniversiteler tarafından en çok aranan oyuncu-lardan biri oldu. 2002 yılında lise-yi bitirdiğinde NBA seçmelerine kayıt yaptırdı, fakat lisedeki koçu Roy’u mental olarak hazır olmadı-ğına ikna etti ve Roy seçmelerden çekildi. Fakat üniversiteye girmek onun için sandığı kadar rahat ol-

mayacaktı. Öğrenme güçlüğüne sahip olduğundan NCAA için ge-rekli olan minimum SAT puanını dördüncü seferde elde edebildi. University of Washington’a giren Roy burada dört yıl oynadı ve 2006 seçmelerine girdi. Bu kararla bir-likte kendine farklı bir rota çizdi, 2002 yılında NBA’e giriş yapmış olsaydı tamamen farklı bir kariye-ri olacaktı. Bir rol oyuncusu olarak uzun yıllar forma giyebilirdi. Ama o uzun ve sabır isteyen yolu tercih etti, potansiyeline ulaşmayı. Bu ka-riyerindeki ilk kırılma noktasıydı.

NBA Dönemiİkinci kırılma noktası ise, draft ge-cesi yaşandı. Minnesota tarafından

6.sıradan seçilen Roy, draft gecesi kendini 7.sıra seçimi olan Randy Foye ile takaslanmış bir şekilde Portland’da buldu. Yeniden yapı-lanma sürecindeki Portland, başka bir takasla da LaMarcus Aldridge’i kadrosuna katmıştı. Umut vadeden genç bir çekirdek kuran Portland, takımının merkezine Roy ve Ald-ridge’i koyacaktı. Kelebeğin ikinci kanat çırpışıyla birlikte Roy, NBA hikâyesine Minnesota’nın ayazı ye-rine Oregon’un gül bahçelerinde başladı.

Çaylak sezonuna başlarken Roy da takımın geri kalanı da çok bü-yük bir beklentinin altında değildi. Lige fırtına gibi girdi ve ilk ma-

Page 117: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 117

çında memleketinin takımı olan Seattle potasına 20 sayı bıraktı. İle-ride de başına bela olacak sakatlığı yüzünden ilk sezonundan 25 maçı kaçırdı. Takım 32 galibiyetle pla-yoff dışı kalırken sezonun sonunda elde gelecek için umut veren bir temel kadro, parlamaya hazır bir Aldridge ve 128 oyun 127’sini ala-rak Yılın Çaylağı ödülünü kazanan Brandon Roy vardı.

2008 yılında ilk kez All-Star seçilen Roy başarı basamaklarını tırman-maya devam ediyordu. Roy seviye atladıkça, Blazers da onunla birlik-te yükseliyordu. Yükselişi önlene-mezdi ve bu yükselişte en büyük pay, atletizmine ek olarak yüksek

bir oyun zekâsına sahip olmasın-daydı. Tam bir 1 ya da 2 numara olarak sınıflandırılamazdı, bana göre siyahi Ginobili’ydi. Alçakgö-nüllüydü, kolej sonrası ego sendro-mu yaşamıyordu ve en önemlisi bir ‘winner’dı.

İlk iki sezonunda playoffa kalama-yan Roy ve Blazers, 2009 yılında şeytanın bacağını kıracaktı. Ufak sakatlıklar haricinde sıkıntı yaşa-mayan Brandon, sadece dört maç kaçırdığı sezonda takımıyla 4.sı-radan playoffa kaldı. İlk turda Yao ve T-Mac’in önderliğindeki Hous-ton’a elendi. Başarı bekleniyordu, gelmemişti; ama herkes emindi ki, gelecekti.

2009–10 sezonu başladığında mo-tivasyon yüksekti, Brandon nispe-ten sağlıklı durumdaydı. Altıncı sı-radan playofflara kalan Portland’ın bu sefer karşısında Phoenix vardı. Fakat seri başlarken takımda bir eksiklik vardı. Normal sezonda 65 maç çıkaran Roy, üniversite yılla-rında da yaşadığı diz sakatlığını Nisan ayında tekrar yaşadı. Playoff-ların ilk turunu kaçıracağı söyle-nen Roy, hızlı bir tedaviyle serinin dördüncü maçına yetişti. Döndüğü maçı Portland kazanıp seriyi 2-2’ye getirse de, diğer iki maçı kaybedip playofflara veda ettiler. İkinci kez erken havlu atıp, sezonun devamı-nı evinden izlemek zorunda kal-mıştı.

2010 sonbaharında yeni sezon başlarken Portland taraftarları ta-kımdan ümitliydi, başarılar bek-leniyordu ve artık biliyorlardı ki takımlarının yükü iki potansiyel yıldızın değil, iki gerçek yıldızın omuzlarındaydı. NBA’de geçen dört yıldan sonra Roy da Aldridge de büyük aşama kaydetmiş, süper yıldız seviyesini zorlar hale gelmiş-ti. Fakat sizin takımınızın adı Port-land Trail Blazers ise, her zaman en kötü senaryoya göre hesaplarınızı yapmalısınız.

Nitekim de öyle oldu. Kelebek ka-natlarını 2010 Aralık ayında üçün-cü kez çırptı, Brandon’ın diz sakat-lığı nüksetti. Sakatlığından dolayı çok maç kaçıran Roy, döndüğünde de sürekli formsuzlukla ve dizle-riyle mücadele etti. Süre almakta zorlanan Roy, sadece fiziksel duru-muyla ilgili bir mücadelede değil-di. Yaşadığı şey büyük bir savaştı, çünkü bu bir yıldızın yaşlanıp yeni rolünü kabullenmesi gibi değildi. Potansiyelinin farkındaydı, NBA’e dört yıl daha sonra girmesinin de sebebi buydu zaten. Merdivenleri tırmanırken dizlerinin onu yavaş-latması yıpratıcı bir süreçti. Sadece 27 yaşındaydı ve başarmak istiyor-

Page 118: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

118 / NİSAN 2016

du. Çocukluğundaki gibi, Brandon her zaman kazanmayı ve mücade-leyi bir tutku haline getirmişti, beş yaşındayken okul arkadaşlarıyla oynadığı günlerden beri gelen bir şeydi bu. Fiziksel olarak zorlansa da, mental olarak kendisiyle olan savaşta hep ayakta kaldı. Kazanma içgüdüsüyle oyuna tutunmaya de-vam etti.

Ne kadar tutunmaya çabalarsa ça-balasın, hem dizleri hem de dış faktörler onu yormaya devam ede-cekti. Bu sefer 2011 playofflarında ilk turda rakipleri Dallas’tı. Serinin 2-0’a geldiği maçta sadece 8 dakika süre aldıktan sonra bazı sesler yük-selmeye başlamıştı. Koç McMillan ile sürtüşmüştü, spekülasyonlar havada uçuşuyordu. Dizleri artık onu taşıyamıyor muydu? Bir daha eskisi gibi olabilecek miydi?

Hakkında fazlaca soru vardı ve Roy, Iverson misali cevaplarını vermekte fazla gecikmedi. Serinin dördüncü maçında artık fark 23, bitime ise sadece bir çeyrek kalmış-ken, o anda inisiyatifi alan Bran-don, son çeyrekte 18 sayı kaydede-rek çoktan gitmiş maçı Portland’a geri getirdi. Bu galibiyet Portland’a seriyi kazandırmadı ama Roy’a “sa-kat olabilirim ama hala büyük bir oyuncuyum” deme fırsatını sağla-dı.

Bazı olayları canlı izlemek bir baş-kadır. Binlerce kilometre uzakta bile olsanız o an tarihe tanık olur-sunuz. Dallas maçının son çeyreği de böyle bir olaydı, hem mükem-mel bir geri dönüş öyküsü hem de bir insanın kararlılığıyla neleri başarabileceğinin ilham verici bir örneği vardı o gece. Bir daha dö-nemez, o bitti denilen Brandon Roy’un şovu tekrar devralması pek çok insana ilham verdi, ben de dâ-hil.

Son bir resital sergilemesine rağ-men Roy’un dizleri pek de devam edebilecek durumda değildi. Diz sakatlığı üçüncü dereceye gelmiş-ti, zaten bu sakatlığın ulaşabile-ceği maksimum nokta dördüncü dereceydi. Roy’un fazla seçeneği kalmamıştı, kendisi devam etmek istese de, sağlığını korumak adına 2011 NBA lokavtı sırasında emek-liliğini duyurdu.

Son DenemeHuy huydur, değişmez. Küçüklü-ğünden bu yana mücadeleci bir yapısı olan Roy, 2012 yılında tek-rardan NBA’e dönmeye karar verdi. Kobe’nin de dizlerini ameliyat eden doktorla bir tedavi sürecinden ge-çen Roy, antrenmanlara başladı ve tekrar NBA’de olmak istediğini açıkladı. 2012 yazında kendisini draft eden fakat formasını hiç giy-mediği Minnesota ile anlaşan Roy, bir zincirin son halkasına, belki de onun için en iyi son durağa geldi. Sezon öncesi maçlarında ümit ver-se de, normal sezonda dizleri sa-dece beş maç dayanabildi. Son bir ameliyat oldu ve sezonu kapattı. Mayıs 2013’te de kesin emekliliğini açıkladı.

Neden tekrar dönüldüğü soruldu-ğunda ise, “Eğer bir gün çocuğum neden bıraktın diye sorarsa, en azından tekrar denediğimi söyle-yebilmek istedim.” demişti.

En yaygın takma adı, isminin kı-saltması olan B-Roy’du. Fakat be-nim en sevdiğim “The Natural”, yani doğal olandı. Kendisini zirve-ye çıkaran da o doğal yeteneğiydi, daha yapacağı çok şey varken sah-neden inmesine sebep olan da in-san doğasının ta kendisiydi. Yete-neğiyle çıktığı zirvede kalabilmek için belki de dizlerini parçalamak pahasına elinden gelen her şeyi yaptı, olmadı.

İkinci emekliliğinden sonra onu oradan oraya sürükleyen kelebek bir daha kanatlarını çırpmadı ve Brandon Roy hiçbir zaman potan-siyeline tam olarak ulaşamamış, karakterli ve winner bir yıldız ola-rak tarihte yerini aldı.

Bazı yıldızlar diğerlerinden daha parlak yanar, ama üzücü şekilde daha vakitsiz söner.

Page 119: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 119

“BAZI YILDIZLAR DİĞERLERİNDEN DAHA PARLAK YANAR,

AMA ÜZÜCÜ ŞEKİLDE DAHA VAKİTSİZ SÖNER.”

Page 120: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

120 / NİSAN 2016

PLANLI KAOSDOĞA SAĞIROĞLU

Page 121: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 121

Page 122: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

122 / NİSAN 2016

Ülkemiz futbolundaki en yaygın sistem şu: Sistemsizlik. Milli takı-mımıza bile sirayet eden bu hasta-lığı kaos futbolu olarak da adlan-dırabiliriz. Aslında bu topraklarda yaşayan insanların her gün kaotik bir düzende yaşadığını düşünür-sek, bu sistemde başarılı olduğu-muz anlar olması hiç de şaşırtıcı değil.

Almanlar bu hastalığı bir aşıyla yenmeyi başardı. Futbol filozofu Johan Cruyff ’un topa sahip olmayı öneren felsefesine başka bir gözle baktılar ve “Topa sahipken gol ye-mezsiniz” fikrini “top rakipteyken gol atabiliriz” olarak yorumlayıp futbolun taktik duvarını bir tuğla daha yükselttiler.

Topu kapıp aniden pozisyon ya-ratma fikri özünde şöyle gelişti diyebiliriz. İlk olarak dominant ve rakip yarı sahaya oyunu yıkan ekipleri alt etmek için, görece daha mütevazi takımların kullandığı kontra atak ya da gerilla futbolu gelişti. Buradaki hedef rakibi en zayıf anında yakalamak ve cezalan-dırmaktı. Daha sonra bu bir kade-me daha ilerledi ve rakibi kontraya çıkarken yakalama fikrine dönüş-tü. En tehlikede olduğun an ken-dine en çok güvendiğin andır slo-ganıyla rakiplerine pres tuzakları hazırlayan deneysel takımlar oluş-turuldu. Amaç, top boş bir alana yollandığı anda rakipten daha hızlı bir şekilde pozisyon alıp, rakibin pas kanallarını hızlıca kapayıp, ani ve kalabalık bir şekilde pres yap-maktı. Bu durum oyun kurucu ya da 10 numara mevkii diye adlandı-rabileceğimiz pozisyonda oynayan ekstra bir oyuncu bakısını rakibe hissettiriyordu. Bu oyuncunun adı da PRES.

Bu ekolün en deli temsilcilerinden biri de Roger Schmidt. 2013/2014 sezonunda şampiyon yaptığı Red Bull Salzburg o kadar etkili bir

oyun sergiliyordu ki, kış hazırlık döneminde Pep Guardiola’nın ça-lıştırdığı Bayern Münih, perfor-manslarını yakından izleyebilmek amacıyla bir hazırlık maçı talep etti. O maçta Bayern’i 3-0 mağlup ettikten sonra Pep’in gözünde ayrı bir yere sahip oldu Roger Schmidt.

Antrenmanlarda top kaptırıldıktan 5 saniye sonra top hala kapılma-mışsa bir zilin çaldığı bir sisteme sahip bu çılgın hocanın daha çok

potansiyele sahip kulüplerden bi-rine gitmesi kaçınılmazdı. Nisan ayı itibariyle Leverkusen’de ikinci sezonunu geçiren Alman hocanın 2019’a kadar sözleşmesi olsa da bu sıralar projesi tehlikede gibi gö-züküyor. Avrupa Ligi ve Almanya Kupası’ndan elendiler ve ligde ilk 4 uzak gözüküyor. Mükemmel bir tam saha presi yaptıkları 0-0 biten Bayern maçı belki de 2016 yılın-daki tek övülecek performansıydı Leverkusen’in.

Page 123: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

SAYI #2 / 123

Futbolu matematiğe dökmek klasik maç sonu istatistiklerinden ibaret değildir. Sahada 23 tane hareketli obje vardır. Her saniye pozisyo-nu değişen 23 obje ve buna bağlı olarak her an değişen sahadaki en optimal oyuncu konumları bulu-nur. Takımınızın, topun ve rakibin konumuna göre her saniye gitmesi gereken bir yön, bir koşu şiddeti ve gerektiği takdirde uygulamak zorunda olduğu bir temas şiddeti vardır. Roger Schmidt bunu analiz

etme, matematikselleştirme ve ta-kımına uygulatabilme bakımından çok büyük bir potansiyele sahip.

Peki planlanmış bir kaos yarat-ma çabasındaki bir teknik direk-tör ile kaosun vücut bulmuş hali olan Türkiye arasında nasıl bir bağ olabilir? Türk futbolu böyle bir arayış içerisinde mi bilmiyorum. Ancak bana göre Türkiye’nin bir ekol haline gelebileceği futbol tar-zı bulunmuştur ve bu “Planlanmış

Kaos Futbolu” dur. Leverkusen ile ne kadar devam eder bilemiyorum ancak Roger Schmidt rol model alınması gereken bir hocadır ve li-gimizin en yakın zamanda bu oyun stiline adapte olması gerekmek-tedir. Bu kaotik plan Türkiye için modern futbola giriş bileti olabilir. Zira bu bileti bir an önce almazsak makas giderek açılacak ve biz Türk futbolseverler uzun bir süre daha geri kafalı teknik direktörleri izle-meye mahkum olacağız.

Page 124: Rotasyon Dergi 2.Sayı [Nisan]

GELECEK AY GÖRÜŞMEK ÜZERE...GELECEK AY GÖRÜŞMEK ÜZERE...