sağlık haktır / sonbahar 2015 / sayı 1
DESCRIPTION
Sağlık Haktır / Sonbahar 2015 / Sayı 1 saglikhaktir.org sitesi için, tanıtım amaçlı tasarlanmıştır. Blog / site'de yer almış yazılardan yararlanılarak her üç ayda bir PDF olarak okumaya uygun tasarlanacaktır. Sağlık Haktır, serbest kürsü olmayı ve sağlığın hak olduğunu savunurken işbirliğine ihtiyaç duyduğumuz tüm disiplinleri buluşturmayı hedefleyen çok sesli, çok renkli bir platformdur. Emeğimiz ve halkın sağlık hakkı için!TRANSCRIPT
SONBAHAR
1 2015
Gündem I Söyleşi Yazarlar I Yazı Dizisi I Bir Konu Üç Görüş I Anılar
Sağlık alanındaki olası gelişmeleri
öngörmek
Asistan hekim olmak
Ankara
Göç
ABDULLAH AYSU ALAATTİN KAÇAR AYDAN TUNCA AYHAN ÇALIŞKAN BELKIS BANAZ BERİVAN SERT CUMHUR ERTEKİN ÇAĞLAYAN ÜÇPINAR ÇAĞRI DURSUN ECE ERTAN ELİF CEREN ÇÜMEN ENDAM KÖYBAŞI ERGÜN DEMİR FUAT ERCAN GİZEM KEÇECİ GÜLPERİ PUTGÜL KÖYBAŞI GÜNERİ KURUÖZ HALİS DOKGÖZ HÜR HASSOY HÜSEYİN GÜVEN IŞIL ERGİN İLKER BELEK İLKSU GÖL İNAN MUTLU MERVE SEMERCİOĞLU NİLÜFER ÇAM N. SEHA YÜKSEL RAİKA DURUSOY SERDAR ÇELİKTAŞ SEYFİ DURMAZ ŞÜKRÜ ÖZÜTEMİZ TUĞRUL ŞAHBAZ YÜCE AYHAN
2
saglikhaktir.org sitesi için, tanıtım amaçlı tasarlanmıştır.
3
Sağlık emek mücadele-sini, halkın sağlık hak-kından bağımsız gör-meyen bir tartışmayı
yürütebiliriz.
Emperyalizmin taşeronları Ortadoğu’yu ölüm bataklığına çevirdiler. Sınırlar arasında
yaşam savaşı verenlerin traje-disi uzakta değil artık. Bize
dayatılan en iyi tercih ise; savaştan medet uman bir
dille barışı savunmak.
Sağlık hizmetleri-nin metalaştırılması ile sağlık alanındaki tahribat ciddi boyutlar-da iken temel yaşam-sal ihtiyaçların karşı-lanmasında önemli engellerin yaşandığı günlerden de geçiyo-ruz.
Biz sağlık emekçileri;
güvencesiz, daha düşük
ücretle, daha çok çalışarak
yaşamaya devam
ediyoruz. Ertelenmiş
hayallerimizi bir hasta
yakınının bıçak darbesine
teslim ediyoruz.
Diyoruz ki
Sağlık Haktır, serbest kürsü olmayı ve sağlığın hak olduğunu savunurken işbirliğine ihtiyaç duyduğumuz tüm disiplinleri buluşturmayı
hedefleyen çok sesli, çok renkli bir platformdur.
4
Metafor K
ari
katü
r
drSRDR
5
4
İçindekiler
Metafor
Türkiye’de Asistan hekim olmak
Asistan hekim eylemleri
Göç
Mülteciler, yeni bir rant kapısı mı?
Bu da benim hikayem!
Aile hekimliği; kulağa hoş geliyor
La Via Campesina
Nasıl bir sağlık sistemi?
Nusret Fişek neden unutulmaz hekim?
SGK açığı yoksulun çenesini niye yoruyor?
Vurur plana ifadesi, sağlık yine bir tanesi
Planlı ve Kasten: Sağlık Hizmeti Bir Sektör Olurken
Bir Yeşilçam klasiği
Sardunya
Medikal İllüstrasyon
AKP 657’ye saldırmaya hazırlanıyor,
biz de hazırlanalım!
Ankara
Yas tutbilme, yası yaşayabilme
Kısa bir film hikayesi
İktidarın erkek şiddetine yansıması
New England Journal of Medicine'e
kardiyolojik yanıt!
Piyasacı stajyerler kumpanyası
“Şarbon hastalığına yakalanmış koyun dalağı” tam
size göre
Bilim insanı Prof. Dr. Cumhur Ertekin
Bilimsel tavır
Onlar ümidin düşmanı
İş sağlığı ve güvenliğinde AKP neleri değiştirdi?
Ateşliler komününden Paşa Sancağı’na
drSRDR
İlk ayrılık: Okul vakti gelince
drSRDR
6
8
9 10 12 14 16
18
26
28
29
30
34 35
36
38 40 41 42 45 46
6
Uzun ve yorucu,emek ve fedakarlık isteyen yılların ardından başlanır uzmanlık eğitimi-ne. Gelecek için hayaller kurulur, geçici bir dönem olarak sıkıntılara katlanılır çoğu za-man.
Her ne kadar bizler için anlamı uzmanlık eğitimi olsa da herkes için aynı anlam ifade etmeye-bilir asistan hekimlik.Kimileri için angarya yürütücüsü, kimileri için üzerinden döner serma-ye gelirlerinin kazanıldığı ucuz iş gücü olabilir anlamları. Bu yüzden sağlık hizmeti sunumun-da primer görevlendirilir asistan hekimler ve çoğu zaman tek başlarına kalırlar klinikler-de.Hasta karşısına uzmanmış gibi çıkmak zorunda kalıp sağlık hizmeti sunarlar. Çünkü hizmet sunumunda primer görevlendirilmiştir, asistan hekim.
Uygulamada hastane yönetimleri tam aksini dayatsa da hastanelerde eğitim ve araştırma kap-samında değerlendirilmeyecek tüm iş yükü asistan hekim dışı hekim kadrosu ile karşılanabilir olmak zorundadır. (TUEY madde 11/7 ''Uzmanlık öğrencisi programda bulunan bütün eğiticile-rin gözetim ve denetiminde araştırma ve eğitim çalışmalarında ve sağlık hizmeti sunumunda görev alır.")
Eğitimlerin niteliği kliniklere,hastanelere ve ülkelere göre değişmekte ve yeterlilikleri ne yazık ki çok tartışmalı. Çalışma koşulları ise yine farklılık göstermekle birlikte ortalama değerlere ulaşabilmek mümkün. Aşağıda tabloda Avrupa asistan hekim komisyonundan (European Junior Doctors) alınmış haftalık ortalama çalışma saatleri ve karşılaştırılmaları
Türk Tabipler Birliği Mart 2015 'Tıpta Uzmanlık Eğitimi raporuna yayınladı. Devlet Üniversite-leri, Vakıf Üniversiteleri, Sağlık Bakanlığı Eğitim ve Araştırma Hastaneleri'nde değişik uz-manlık dallarında 1161 kişiyle yapılan çalışmaya göre uzmanlık öğrencilerinin %73'ü ayda 20 saat ve üzerinde nöbet tutmaktadır. Haftalık ortalama kaç saat nöbet tutulduğu ile ilgili net bir veri bulunmasa da aylık nöbet sayısı 2 ile 10 arasında değişmektedir. Yani asistanlığa yeni başlayan bir hekim haftalık 40- 45 saat çalışma süresinin üzerine 176-184 saat nöbet tutmakta-dır. Sonuçta Türkiye'de 10 nöbet (TUK yönetmeliğine göre üst sınır olmakla birlikte uyulma-yan hastaneler mevcut) ile başlayan asistanın haftalık çalışma süresi yaklaşık 84- 91 saattir.
Her ne kadar ilerleyen yıllarda kıdem arttıkça çalışma saatlerinde düşüş olsa da bu duru-mun insani hiçbir yanının olmadığı açıktır. Örneğin Avrupa'da asistan hekimler için çalışma saatleri kanunen düzenlenmiştir. Aşağıdaki tabloyu da inceleyecek olursak asis-tan hekimler için Türkiye'de haftalık çalışma saatlerinin kanuni üst limitin ortalaması-nın ne kadar üzerinde olduğu görülecektir.
Hasta sayılarından, gün içindeki yoğunluktan bağımsız olarak çalışma saatlerini üst limitlere göre karşılaştırdığımızda Avrupa'da en fazla Türkiye asistan hekimlerinin çalıştığını söyle-mek mümkün.
İnsani çalışma koşulları için
sağlığın ticaretinden vazgeçilmelidir.
Bugün iyice vahşileşen kapitalist düzen
içinde nitelikli uzmanlık eğitimi bekle-
mek ya da nitelikli sağlık hizmeti talep
etmek gerçekçi değildir. Herkesin parası
kadar sağlık hizmetinden yararlandığı
bir süreçten geçmekteyiz. Bugün zengin
sınıfı beş yıldızlı hastanelerde sağlık hiz-
meti alırken bu devletin vergi ödeyen
vatandaşına üç dört dakikalık muayene
süreleri reva görülmektedir. Reklam he-
kimliği değil,toplum hekimliği için bu
ülkenin genç hekimleri mücadele
etmek zorundadır.
Türkiye’de asistan hekim olmak Çağrı Dursun
0 50 100
Macaristan
Litvanya
Estonya
Norveç
Almanya
Finlandiya
Fransa
Çalışma
Saatleri
0 20 40 60 80 100
İspanya,İtalya,Finlandiya
Avusturya,,Almanya,Macaristan, Hollanda, Portekiz
Slovenya
Norveç
TÜRKİYE
Saat / HaftaSaat/ Hafta
Türkiye
Norveç
Slovenya
Almanya Avusturya
Holanda
İspanya İtalya
0 20 40 60 80 100
halkinsagligi.org’da
yayınlanmıştır.
Gü
ndem
http://saglikhaktir.org/
turkiyede-asistan-hekim-olmak
7
4
2
1
3
Can güvenliği istiyorlar
Medyanın kışkırtıcı dili, Siyasilerin popülist açıklamaları, sağ-lıkta dönüşümün yığın haline getirdiği sistemin sadece 2. basa-mak ve 3. basamak sağlık hizmetleri üzerinden yürüye-rek kar odaklı ticarethane haline getirilerek, hastaları müşte-riye indirgeyerek onları metalaştıran ve şiddetin doğuşun-da en önemli neden olan, bu halka hizmet anlayışından nasi-bini almamış kara düzen, şiddet ortamını “agreve” etmektedir. Elinde adeta Hades’in kılıcı, alo 184 ‘babam seni döver ha’ hattı ile adeta müşteri hizmetleri konseptinde hastaneleri AVM’ye indirgeyen bu düzen, en küçük sekteye uğrayışında, hak arayı-şı vahşileşerek sağlık çalışanlarının karşısına çıkmaktadır. Anlayış metalaştıkça ve yığın iş gücü arttıkça bu tıkanmış sis-temde hizmet alan ‘şiddetin dayanılmaz cazibesine’ kapılmak-tadır. Sağlıkta şiddet diğer işyerinde şiddetin 16 katıdır. Bu tesa-düf olamaz. Bu şiddet ortamında egemen güç elinde olan en basit önleyici enstrümanı ’ müşteri kaçar’ korkusuyla kullan-mamakta, özellikle eğitim araştırma hastanelerinde sağlık çalı-şanlarının onurunu, psikolojisini ve can güvenliğini ade-ta doğrayarak yemektedir. Caydırıcı ceza yasası ve yeterli güvenlik önlemleri derhal çıkmalıdır.
Eğitim istiyorlar
Nitelikli bir uzmanlık eğitimi için dünyanın en zor sınavların-dan biri olan TUS’u kazanarak gelen binlerce hekimin arasın-dan sıyrılarak bu kutsal kurumlara gelen asistan hekimler; halkımıza daha bilimsel ve nitelikli bir hizmet verebilmeleri, ölüm ve sakatlanma, tekrar hastalanma sıklıklarını, riskleri-ni azaltabilmek için nitelikli eğitim istiyorlar. Öğle yemeği ve istirahat zamanlarında verilen eğitim(!) ancak onların özlük haklarından çalarak verilebilir, iş görme amacıyla değil. Önce-likli olarak, eğitimlerinden dolayı bu kutsal kurumlarda bulun-duklarının farkına varılması gerekmektedir.
Emeklerinin karşılığını istiyorlar.
Asistan hekimler geçim derdindedirler. Çok büyük bir kısmı kredi kartları ve kredilerle boğuşan hekimlerin ülke gene-linde ücretleri düşük ve düzensizdir. Bir çok eğitim araştır-ma hastanelerinde nöbet ücretleri başka aylarda yatmakta, çoğunluğunu kendi emekleriyle oluşturdukları milyon do-larlarca rakamlardan oluşan kaynaklardan yeri gelip 50-100 TL gibi rakamlar almakta, bu ücretler ise onların yaşamlarını tam bir kabusa çevirmektedirler. Hekimler ar-tık texbook almamakta, bunların digital ortamlardaki eski basımlarına ancak ulaşabilmektedirler. Zaten aldıkları ücretlerden de sadece maaşları emekliliklerine yansımakta-dır. Ek ödemelerde maalesef emekliliğe yansımamaktadır ve oldukça düşüktür. Polislerin ve askerlerin özlük hakları ile karşılaştırıldığında hekimin emeklilikte çalışmaması imkan-sızdır. Bu yarının güvensizliğini doğuran en büyük faktör-dür.
İnsanlık onuruna uygun şartlarda
çalışmak istiyorlar.
Bir çoğunun dinlenme odası bile yok iken 36 saat aralıksız çalışarak ayda 400 saate varan bir makinenin bile çalışma kapasitesini zorlayan insanlık dışı mesailer asistan hekim arkadaşlarımızı ablukaya almış, Türkiye genelinde sayıları 25000 olan asistan hekimlerin üzerinden, sistem çok büyük bir sömürüyü rutinleştirmiş, mobingin kıskacında adeta kölelik koşullarını asistan hekimlere kabul ettirtmiştir. Hiç bir işçi tulumu asistan hekimlere sığmamaktadır. Üreten sınıflar içinde asistan hekimler ayrı bir sınıf, ayrı bir canlı, ayrı bir tür konumuna indirgenmiştir. Bu kabusu anlatmak bile insanı çileden çıkarmaktadır.
ADÜ TIP FAKÜLTESİ DAHİLİ BİLİMLER ASİSTAN HEKİM TEMSİLCİSİ
Hekim tarihsel konumunda
artık emek mücadelesinde
yerini fiilen almaktadır. Özellikle
bunca hekim öldürülmüşken, hekimin
bu saflarda yer aldığını görmek çatır-
dayarak yıkılmaya başlayan bir made-
nin sesinden farksızdır. Haydarpaşa
EAH ve İzmir Tepecik EAH hastanesi
asistan hekimleri tek ses tek yürek
meydana iniyor. 30.11.15’de
Tepecik de bu onurlu g(ö)revi
yerine getiriyor.
Bir çok asistan hekim
arkadaşımız işyerinde psikolojik tacize,
hatta tehdide uğramaktadır. Daha çalışabile-
cekken istifa edenler, intihar edenler, artık
şartların ne halde olduğunu bize göstermekte-
dir. Vaat edilenler bizleri umutlandırmamak-
tadır. Artık dayanışmayla g(ö)reve gitmenin
ne kadar temel bir hak, ne kadar büyük bir
onur mücadelesi olduğunu herkese duyurmak
isteriz. ADÜ asistan hekimleri olarak Haydar-
paşa EAH den İzmir Tepecik EAH’ne varana
kadar, onurlu direnişlerini destekliyoruz.
Arkadaşlarımızın hak mücadelelerinde
başarılar diliyoruz.
İstanbul Haydarpaşa’dan İzmir Tepecik’e
ASİSTAN HEKİM EYLEMLERİ
Güneri Kuruöz
http://saglikhaktir.org/istanbul-haydar-pasa-egitim-arastirmadan-izmir-
tepecik-egitim-arastirmaya-asistan-hekim-eylemleri
Gü
ndem
8
Göç Hür Hassoy
Avrupa Birliği ülkelerinin
göçmenler için tutumu çok nettir. Göç-
menleri Schengen sınırları içinde iste-
memektedir. Mülteci statüsüne geçmek
için her türlü yasal zorluk mevzuatların-
da mevcuttur. “İnsan hakları”,
“demokrasi” nin beşiği Avrupa birliği
için en önemli mesele göçmenleri Avru-
pa dışında tutmaktır. Bunun için en uy-
gun ülke Türkiye’dir. Konuyla ilgili kirli
pazarlıklar sürmektedir. Göçmen kamp-
larının ucuz işgücünün sonuna kadar
sömürüldüğü çalışma kamplarına
dönüşmesi çok yakındır.
Gü
ndem
Dünyanın her yerinde göçmenle-rin temel ihtiyaçları can güvenli-ği, barınma, beslenme, sağlık, şid-det ve istismardan korunma, ço-cukların eğitimi ve çalışabilecekle-ri iştir. Türkiye’deki Suriyeli göç-menlerin ihtiyaçları da benzerdir. Göç edenlerin çok büyük bir nüfu-sa sahip olduğu bu göç dalgasına kamunun elinin dokunması şart-tır. İyi niyetli yardım çabalarıyla bu yükün altından kalkmak müm-kün değildir. Sunulacak sağlık hizmetlerinin göçmenlerin yoğun olarak yaşadığı yerlerde, tüm özel yapılanmalarıyla birlikte (tercüman vs) mümkün olduğunca yatay örgütlenme içinde olması, hizmete erişilebilirliği arttıracak-tır. Teorik olarak da olsa Türkiye’nin taraf olduğu sözleşmeler ve iç hukuk, başvuru yapmış olsun ol-masın mültecilerin, şartlı mülteci-lerin, ikincil koruma sahiplerinin ve sığınmacıların sağlık hakkını güvence altına almaktadır. Sağlık sunucuların herhangi bir hukuki kaygıya düşmeksizin temel veya zorunlu sağlık hizmetlerini vatan-daşlarla eşit koşullarda sunmaları gerekmektedir. İşte bu hizmetlerin sunumu sırasında Türkiye’de ya-şananları Dr. Ergün Demir’den öğrenelim.
Savaş, yoksulluk, siyasi baskı gibi çok çeşitli nedenlerle olan göç hareket-leri, merkez kapitalist ülkeler ve göç alan-veren ülkelerdeki sermaye biri-kimini arttırmaya dönük bir şekilde sürer. Buna paralel olarak ülkelerin göçmen politikaları, kapitalist ekonominin dönemsel ihtiyaçlarına göre değişiklik gösterir. Küreselleşme sermayenin serbest dolaşımının önün-deki engelleri kaldırmaya çalışırken, işgücü ve insanların serbest dolaşı-mıyla ilgili ayrımcı ve kısıtlayıcıdır. Özellikle gelişmekte olan ülkelerden gelişmiş ülkelere doğru olan insan hareketliliği ciddi yasal ve idari engel-lerle sınırlanmıştır. Türkiye önemli bir göç ülkesidir. 15. Yüzyılda İs-panya’dan kaçan Yahudiler, 19. Yüzyılda Avus-turya’nın baskısından kaçan Macar ve Polon-yalılar, 1980lerden Bulgaristan’dan kaçan 300 bin Türk, İran-Irak savaşı boyunca 1 milyon İranlı, Sovyetler Birliği’nin dağılma-sından sonra Asya ülkelerinden ve Kafkas-ya’dan göçler, Körfez savaşından sonra 500 bin Kürt, Yugoslavya’nın dağılmasıyla 25 bin Boşnak ve son dönemde Suriye’den gelen mil-yonlar… Göçmenler için çıkış noktasında sosyal adaletin olmaması, yoksulluk, kötü yaşam ve çalışma koşulları, savaş, bireye yönelik ya da kurumsal şiddet varlığı, sağlık hizmetlerine erişimin zor olması, var olan hastalıklar önemli risklerdir. Göç öncesi yaşanan sağlık sorunları vatandaşı oldukla-rı ülkenin toplum sağlığıyla ilgilidir. Genelde bu ülkelerde şiddet yaygın-dır, siyasal ve ekonomik istikrarsızlık mevcuttur. Göç yolculuğu da çoğun-lukla güvenli koşullarda gerçekleşmez ve sağlıkla doğrudan ilintilidir. Göç yolculuğu sırasında araçtan düşme ya da araca dışarıdan müdahale, özel-likle deniz taşıtlarında kötü hava koşulları nedeniyle boğulma görülmek-tedir. Hedef ülkede sosyal hakların olmaması, var olan hakları bilmeme, yasal olmayan konum nedeniyle kaçak göçmenler sağlık hizmetlerinden yararlanamaz. İşçi sağlığı açısından bakıldığında göçmen işçiler, sermaye birikiminin gerekleri doğrultusunda, özellikle kriz dönemlerinde yedek sanayi ordusu yaratılmasına katkıda bulunarak bir tür tampon işlevi görmektedir. Yerli işçi ile yabancı işçi arasında yaratılan rekabet unsuru işgücünün yeniden üretimi maliyetinin düşürülmesine, emeğin ücretinin ucuzlamasına, işçi sınıfı mücadelesini zayıflamasına neden olur. Yerinden edilen insanlar göç ettikleri ülkelerde en ağır aşağılanmalara, dışlanmalara, ötekileştiril-melere maruz kalır, karın tokluğuna çalıştırılır ve fiziksel sömürüye da-
yalı en ağır koşullarda çalıştırılırlar.
Türkiye; 1951 Tarihli Mültecilerin Hukuki Durumuna İlişkin Cenevre Söz-leşmesi'ne, 1967 tarihli EK Protokol'e coğrafi çekince ile taraf olmuştur. Türkiye, 1967 tarihli Mültecilerin Statüsüne Dair Protokol’e koyduğu çe-kince ile Avrupa ülkeleri dışından gelenleri mültecilik statüsü haricinde tutmaktadır. Türkiye’de 04.04.2013 tarih ve 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanununda tanımlanan mültecilik, Avrupa ülkele-rinden gelen bu ülkeler vatandaşları ve vatansızları kapsar. Şartlı mülteci Avrupa ülkelerinden gelmemekle birlikte mülteciler için aranan diğer şartları taşıyıp güvenli üçüncü ülkeye yerleştirilmeyi bekleyen kişileri kapsar. İkincil koruma statüsü ise mülteci ya da şartlı mülteci olmamakla birlikte ülkesine iadesi halinde ölüm cezası, işkence ve benzeri muamele-lerle karşı karşıya kalabilecekler için öngörülmektedir. Uluslararası ko-ruma başvurusu yapıp netice bekleyen kişilere de sığınmacı denir.
http://saglikhaktir.org/goc/
9
Ergün Demir
Mülteciler, yeni bir rant kapısı mı?
Sınırlar arasında yaşam savaşı veren göçmenlerin trajedisinin sona ermesi öncelikle
Suriye’de ve bölgede yürütülen vekâlet savaşının bitirilmesine bağlıdır.
Türkiye’ye sığınan Suriyelilerin sayılarının her geçen gün artarak üç milyona dayandığı ve artık ülkelerine
dönme koşullarının giderek zayıfladığı aşikârdır. Ülke-mizde kalıcı oldukları anlaşılan mültecilerin sorunları-
na bu çerçevede çözüm aramak gerekmektedir.
Aç gözlü ve fırsatçı işverenler tarafından çocuk, genç, erişkin her yaştaki Suriyeli merdiven altı atölyelerde, ağır ve tehlikeli işlerde köle gibi çalıştırılmakta ve her
türlü hastalıkla karşı karşıya kalabilmektedirler.
Ne yazık ki ülkemize sığınan Suriyeli mülteciler siyasi ve ekonomik rant aracı
olarak görülmektedirler.
ÖNERİLERİMİZ
Sağlık hizmetlerinin yürütülmesine ilişkin yapılacak işlemlere alt yapı oluşturulduktan sonra başlanmalıdır. Göçmen sağlığı birimlerinin (Suriyeli polikliniği) fiziki ve teknik donanımları ile tıbbi demirbaş yetersizlikleri giderilerek asgari standartlar sağlanmalıdır. Sunulan sağlık hizmet verilerinin SGK bilgi işlem siste-mine (MEDULLA) kaydedilmeye başlanmış olması nede-niyle sevk sistemine ihtiyaç kalmamıştır. Bu nedenle
kaldırılmalıdır. Koruma altına alınanların nüfus yoğunluğunun bulun-duğu illerde hizmet sunumu sırasında yaşanan sorunla-rın en aza indirilmesi için Bakanlığa bağlı bir hastane-
nin referans hastanesi olması uygun olacaktır. Hastanelerin hizmet bedeli alacak tutarları AFAD tara-fından zamanında ve aylık olarak ödenmelidir. Katılım payı ve ilave ücret kaldırılmalıdır. İlaca ulaşımda yaşanan sorunların çözülebilmesi için İçişleri Bakanlığı ile Türk Eczacılar Birliği arasında hiz-met alım protokolü yapılmalıdır. İlaç fatura bedellerinin ödenmesi ‘’ödenek gelmesine ‘’ bağlanmamalıdır. Ödenek gelmediğinde faturanın nasıl ödeneceği açıkca belirtilmelidir. Merdiven altı atölyelerde, ağır ve tehlikeli işlerde, hiçbir önlem almadan, çocukları köle gibi çalıştırıp birçok mül-tecinin hastalanmasına neden olan özellikle ayakkabıcı-
lar sitelerindeki işyerlerinin denetlenmesi ve gerekli önlemle-rin alınmasını istemek görevlerimiz arasındadır.
Gü
ndem
http://saglikhaktir.org/
multecilere-sunulan-saglik
-hizmetleri-yeni-bir-rant-
kapisi-mi-aciyor/
http://saglikhaktir.org/
hastaneler-ve-eczaneler-
goc-idaresi-merkezine-
donustu/
http://saglikhaktir.org/
altin-varakli-koltuklarda-
multeciler-uzerinden-
rusvet-pazarligi/
13 yaşındaki Suriyeli Kenan’ın haykırışını
neden duymak istemiyorsunuz?
Bu haykırışı bugün altın varaklı koltuk-larda oturup mülteciler üzerinden ‘’külfet paylaşımı’ ’yapanların duyabilmesi dileğiyle!
Ailesiyle Suriye’den
savaştan kaçan, Macaristan’da polisin
geçişlerine izin vermesini bekleyen
13 yaşındaki Kenan,
“ Suriyelilerin şimdi yardıma
ihtiyacı var. Siz sadece savaşı
durdurun, biz zaten Avrupa’ya
gitmek istemiyoruz. Sadece
savaşı durdurun.”
diye haykırıyordu.
10
Çocukluğundan’ beri Kırgızistan’da yaşamış, burada ev-lenmiş, çocukları olmuştu. Çocukluğundan hatırladığı bir
abisi vardı: Çok akıllı, çalışkan… Alıp Rus ordusunda asker yapmışlardı. Bir daha onu göremedi. Alman cephesinde kaybo-lup gitmişti. Kendisini de bir trene bindirip Kırgızistan’a gön-dermişlerdi, bir başına. Annesini ve kardeşini Türkiye’ye geçi-rip geri gelen babası, bunları kaçırmayı başaramamıştı. Çünkü köyü Rus askerleri tarafından sarılmıştı. Ardından da zaten Kırgızistan’a sürülmüştü.
Türkiye’ye geldiğinde babası, annesi artık yaşamıyordu. Tür-kiye’de doğan kardeşlerini ilk defa gördü, onların da çocukları olmuştu. Yeğenlerinin hepsiyle tanışıp kucaklaştı. Bir yeğeni okulu nedeniyle başka şehirdeydi, ama gelip yetişti amcasına. Kırgızistan’dan gelen Hasret amcası sarıldı yeğenine, yıllardır ağlamadığı kadar ağladı, baktı tekrar ağladı, gözyaşlarını si-lerken: “Aynı Alaattin abim, o da Rus ordusuna katılırken bu yaştaydı.”
Hasret, benim amcamdı. İkinci dünya savaşında Alman cephe-sinde kaybolan da diğer amcam: Alaattin… İsmimi ondan almışım.
Vatanın ne olduğunu en iyi biz, yani göçmenler biliyor. Başı-nıza felaketler gelmeden siz de bilin!
Alaattin Kaçar
Hasret, benim amcamdı.
İkinci dünya savaşında
Alman cephesinde kaybolan
da diğer amcam: Alaattin…
İsmimi ondan almışım.
Bu da benim
göç hikayem!
An
ı
http://saglikhaktir.org/
bir-goc-hikayesi/
11
Kulağa hoş gelen bir isim altında 1.basamak sağlık hiz-metlerinin yani koruyucu sağlık hizmetlerinin verili-
yor olması tereddütsüz kamuoyu için memnuniyet verici oldu. Pilot uygulama ile başlayan, daha sonra genel uygula-maya dönüşen Aile Hekimliği sistemi yaklaşık 10 yıldır ha-vada ve gittikçe irtifa kaybediyor. Geldiğimiz aşama memnu-niyet anketlerinin kriter kabul edip sağlık sistemindeki başa-rı olarak sunulduğu bir durumla karşı karşıyayız.
Başlangıçta bu sistemde hekimleri heyecanlandıran, kendi mekânlarında kendi personeliyle kayıtlı nüfusuna hizmet etmekti.
Geçici görevlerden bunalan siyasi yâda kişisel nedenlerle ora-
dan oraya sürülen, geçim sıkıntısı nedeniyle ek gelir için müca-
dele veren Birinci basamak çalışanları Aile Hekimliğini bir kur-
tuluş olarak görmüştü. Böylece mesleklerini, kendi bilgi biri-kimleri ve yetenekleri ile sürdürebileceklerdi.
Aslında IMF karşısında başka seçenekleri de yoktu ve mes-leklerini devam ettirebilmenin tek yoluydu. İlk yıllarda gelir-leri yüksek gözükse de, Aile Hekimleri bu güne gelindiğinde masrafların, angaryaların altında ezilmeye başladı.
Sağlıkta dönüşüm; uzun yıllardır sağlık ürünleri üreten ve hizmeti sunan uluslararası sektörün daha çok kazanması için sağlık sisteminin özelleştirmesinin ülke yönetimince gerçekleştirilmesinin bir aşaması. Sağlıkta dönüşüm; halkın sağlığı için gerçekleştirilen hizmetler olarak sunulan bu kurgu, hekimleri ve bilimsel verileri devre dışı bırakarak halka eşit ve nitelikli sağlık hizmeti vermek yerine kişilerin anlık memnuniyetlerini hedefleyen, bunu siyasi ranta dö-nüştürürken özelleşmenin önünü açan bir süreç oldu.
Aile hekimleri önce acil servislerde sonrada ASM ler de angarya
olarak başlayan cumartesi fazla çalıştırılma durumunu “Nöbet
Eylemi” olarak bilinen bir direniş göstererek engellemeye çalışı-
yor. Ocak ayından beri ASM’lerin cumartesi açık tutulması
“Aile hekimliği”
Kulağa hoş geliyor! Nuri Seha YÜKSEL
100 ceza puanını dolduranın ,sözleşme feshi yaşadığı düzen-leme binlerce aile hekimini ve ASM çalışanı ebe,hemşire ve diğer sağlık personelinin ciddi yaşamsal sıkıntılara düşebi-leceği,mesleği uygulamaktan mahrum kalacakları, mad-di ,manevi kayıpların oluşabileceği hale dönüş-tü.Uygulamanın başladığı günden beri bakanlık düzeyinde derneklere,sendikalara ve meslek örgütümüze yeterli görüş-me imkanı verilmeyişi,çalışanların sıkıntılarının dinlenme-yip fikirlerinin alınmadığı bu dönem ,sorunun derinleşme-sinde ve eylemin sürdürülmesinde etkili oldu.
Ardı arkası kesilmeyen savunma istemleri, onlarca sarı zarf,
sözlü ifadelerin sonrasında valiliklerin onayladığı ceza puanla-
rı gelmeye başladı. Çalışma barışı bozuldu, motivasyon yok
oldu. Gelecek kaygısı arttı.
Haklı oldukları konuda anayasa ve uluslar arası sözleşme-lerde kesin ifadelerle belirtilen haklarını kullanan aile he-kimleri ve aile sağlığı merkezi çalışanları İdare mahkemele-rinde cezaların kaldırılması konusunda hukuki sürecide başlattı. Son olarak Sakarya 2. İdare Mahkemesinin 07.10.2015 tarih 2015/455 Esas no ve 2015/861 Karar no. kararıyla bu eylemler sendikal faaliyet kapsamında değer-lendirilmiş, verilen ceza puanı esastan iptal edilmiş olması memnuniyet verici olsa da bakanlığın bu konudaki tavrı endişe ve merakla bekleniyor.
Aile hekimleri öncelikle yaptıkları işi, sahadaki uygulamanın
gerçeklerini bilen, bilmese de anlamaya çalışan bir idareyle
masaya oturabilmek arzusunda. Halkın daha iyi sağlık hizmeti
almasını amaçlarken çalışanların memnuniyetinin, motivasyo-
nunun sağlandığı ve haklarının korunduğu bir uygulama en
büyük istekleri.
Ne yazık ki
bu görüşmelerin ‘Sağlıkta
Dönüşüm Projesi’nin yeni
aşamalarının hayata geçiril-
mesine engel olamayacağı
gözüküyor. Sağlık camiasını
her alanda kıskaca alındığı
bu dönem ancak birlikte ve
kararlı bir duruşla
aşılabilir.
karşısında sendikalar, AHEF ve TTB iş bırakma kararları almış yoğun katılımla başla-yan bu eylem,Sağlık Bakanlığının yönetmelikte yaptığı değişiklikle ceza puanlarını arttırması sonucu katılımın azalmasına rağmen hala sürmektedir.
Yoru
m
http://saglikhaktir.org/
aile-hekimligi-kulaga-hos
-geliyor/
12
Y
oru
m
Tarımsal küreselleşme karşısında
LA VİA CAMPESİNA
Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Anlaşmaları (GATT) top-lantılarının sondan bir öncesi olan Tokyo Raund’unda tarımın serbest piyasa içine alınması gündem yapıldı ve tartışıldı. Fakat Türkiye dahil tüm ülke delegasyon-larının oylarıyla tarımın serbest piyasa içine alınması red edildi. Türkiye’de IMF ve Dünya Bankası marifetiy-le 24 Ocak Kararları olarak bilinen Kararlar ile tarım serbest piyasa içine çekildi. Bu biliniyor.
GATT’ın son toplantısı Uruguay’ın Punta del Este ken-tinde 1986 yılında gerçekleşti. Tarımın serbest piyasa içine alınması Uruguay Raund’unda tekrar gündem yapıldı ve tarım serbest piyasa çarklarının arasına bu Raund’da teslim edildi. Ardından 1994 yılında Marakeş’te yapılan toplantıda GATT’ın yerine Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) kuruldu, GATT, DTÖ’nün bir alt başlığı haline getirildi. O zamandan beri tüm dünyada tarımsal politikalar bu kuruluş tarafından şekillendi-rilmektedir.
200 milyondan fazla köylü ve küçük çiftçiyi tem-sil eden Via Campesina (Çiftçi Yolu), yarıyıl kon-feransının ikincisini Kasım ayında Seferhisar’da gerçekleştirdi. Kararları ve eylemleri değerlen-dirdi. Yırca köylülerini ziyaret etti, destek verdi.
Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu Başkanı Ab-dullah Aysu Via Campesina’nın Türkiye’deki en yılmaz temsilcisi. Mücadele sürecinde Evo Morales, Hugo Chavez, Aleida Guevara, Daniel Ortega, Rafael Correa gibi isimlerle
biraraya gelerek Türkiye’deki çiftçilerin mücadelesini ulusla-rarası platforma taşıyan önemli bir isim. Kitaplarında, konuş-malarında çiftçi karşıtı tarım politikalarını yerden yere vuran bir ekolojist çiftçi. Bu yazısında Via Campesina’nın öyküsünü anlattı bizlere.
Abdullah Aysu
Dünyada bu olaylar cereyan ederken Avrupa köylü örgütlerinin Avrupa tarım politikalarının değiştirilmesi yönünde seslerini du-yurmasını sağlayan Coordination Paysanne Européene’i (Avrupa Köylüler Koordinasyonu -CPE) kurmaya karar verişleri de yine aynı 1986 yılındaydı. Bu örgütler daha o zamandan başka kıtalarda-ki benzer örgütlenmelerle temas halindeydiler ama tarım politikala-rı üzerine GATT müzakerelerinde tüm dünyanın kadın ve erkek köylülerinin hayatlarını etkileyecek konular önemliydi. Söz konusu örgütler temaslarını daha da yoğunlaştırmakta karar kıldılar.
CPE, 1990 Kasım’ında Brüksel’de yapılan GATT bakanlar konferansı ile aynı anda ABD, Japonya ve Filipinler’den çiftçi liderleri ile birlik-te, GATT kapsamında yürütülen tarım müzakerelerine karşı çıkan “GATTastrophe” adı verilen bir paralel konferansa katıldı. Brüksel’-deki GATT bakanlar konferansının büyük ölçüde ABD ile AB arasın-da tarım konusundaki görüş ayrılıkları yüzünden başarısızlıkla sonuçlanması Avrupa (Birliği) tarım ve ticaret komiserlerinin ABD ile çabucak anlaşmasında ısrarlı olan Avrupa Ticaret ve Hizmetler Lobisinin şiddetli tepkisine neden oldu.
GATT toplantılarında müzakere edilen neoliberal politikaların dünya köylüleri için getireceği yıkıma işaret emek üzere İngilizce felâket anlamındaki catastrophe kelimesinden yapılan söz oyunu. yhn.
13
1992 yılının sonlarına doğru ABD ile AB küresel pazardaki hâki-miyetlerini korumalarına ve bunun için anlaşma uyarınca dam-pingde (rakiplerin aleyhine haksız fiyat kırma) dâhil çeşitli yön-temlere başvurmalarına izin veren yeni uluslararası tarımsal ticaret kuralları üzerinde anlaşmaya vardılar (Blair House uzlaş-ması).
Aynı yılın nisan ayında, Nikaragua çiftçi eylemi UNAG, Orta Amerika, Karayipler, Kuzey Amerika, Kanada ve Avrupa çiftçi liderlerini kendi oturumlarına davet etti. Managua Deklarasyo-nunda* GATT uzlaşmaları eleştirildi ve bağlantıların güçlendiril-mesi ve alternatif bir model inşa edilmesine karara varıldı.
Bir sonraki 1993 yılı birçok sebepten hayati önem taşımaktaydı. 1993 yılının 15-16 Mayıs günlerinde Hollanda merkezli Paolo Freire Vakfı, Managua Deklarasyonunda imzası bulunan örgüt-lerle birlikte, Belçika’nın Mons kasabasında CPE ile ortaklaşa uluslararası bir çiftçi toplantısı düzenledi. Bu toplantı sırasında, yeni oluşturulacak uluslararası ağın amacının ne olacağına dair Vakıf ile köylü örgütlenmeleri arasında ciddi bir görüş ayrılığı çıktı. Köylü örgütleri Uluslararası Tarımsal Üreticileri Federas-yonu’nun dışında uluslar arası köylülüğün sesini duyuracak bir ağ (network) oluşturulmasını isterken Vakıf ise sadece var olan örgütler arasında bilgi alış verişini amaçlayan bir ağ yaratmak amacındaydı. La Via Campesina bu çatışmadan doğdu ve 6 ayda bir toplanacak bir “Koordinasyon Komisyonu” kuruldu. Başlan-gıçta bu yeni ağa Via Campesina (Çiftçi Yolu) adını da bulmuş olan Paolo Friere Vakfı kısa bir süre için de komisyonun sekre-terliğini yürütmesi kararlaştırıldı.
4 Aralık’ta Cenevre’de Hint, Japon, ABD ve Kanada köylü lider-lerinin katılımıyla GATT uzlaşmaları karşıtı bir eylem gerçek-leşti.
ABD ile AB, 15 Aralık 1993’te Cenevre’de bir önceki yıl kendi aralarında varmış oldukları ön-anlaşmaya öbür GATT katılımcı-larının da onayını almayı başardı. Böylece bu ön-anlaşma Uru-guay Turu’nu da içeren genel bir mutabakat şeklini aldı, nihaî sözleşmeyi takip eden (1994) Nisan ayında Merakeş’te imzalandı. Bu sözleşmeyle GATT’, DTÖ’ye dönüştü.
Böylelikle, tarım politikalarının küreselleşmesiyle aynı anda Via Campesina da doğmuş bulunuyordu. Hâlihazırda tarım politikala-rı şu an uluslararası tarım ticaret kuralları tarafından belirlen-mektedir ancak Via Campesina 1996 ve 2002 yılları arasında DTÖ Bakanlar toplantıları (özellikle Seattle 1999, Cancun 2003, Hong Kong 2005) ve BM Gıda ve Tarım Örgütü (FAO) zirvelerin-deki eylemlilikleriyle köylü örgütlerinin ötesine ulaşan bir hare-ketlenme ve bilinçlenme yaratmış bulunuyor.
DTÖ 12 yıl önce başlatılan Doha Turunu sonuçlandırmayı başaramamıştır. Büyük “yükselen” ülkelerin artan ticarî gücü, artık ABD ve Avrupa Birliği’nin 1993’de olduğu gibi kurallar dikte etmesine engel oluyor ve yeni bir ticaret anlaşmasına varma yolunda heveslerini kırıyor. Doha Turunda karşılaştıkları zorluklar birçok devleti çoğu kez DTÖ kurallarından bile daha neoliberal nitelikte ikili “serbest” ticaret anlaşmalarını müzakere etmek zorunda bıraktı. Dahası, üretkenlik ve neoliberalizmin 20. yüzyılın sonunda yol açtığı ekonomik, sosyal ve ekolojik tahribatın büyüklüğü -küresel iklim ve finans krizleri bunu kanıtla-makta- serbest-ticaret
ideolojisinin büyüsünü büyük ölçüde bozdu. Politik sınıf tarafından tasarlanan ve uygulanan yeni liberal politika-lar ile halkın düşüncesi arasında büyük bir uçurum var: Bu politikalar geçerliğini yitirmiş ve geçmiş yüzyıla takı-lıp kalmış gibi görünüyor.
Via Campesina (VC) her dört yılda bir genel konferans yapmaktadır. Türkiye’deki Çiftçi Sendikaları Konfederas-yonu (ÇİFTÇİ-SEN) 2004 yılında VC’nın 4. Genel Kurulu’n-da Avrupa Bölgesi üzerinde üye oldu. Çiftçi-SEN bu tarih-ten itibaren küresel düşünmekte ve yerel örgütlenmeye çalışmaktadır. Daha sonra Çiftçi-SEN 2008 yılında Via Campesina Coordination Europa’nın kurucu üyesi oldu.
Bu yazının hazırlanma-
sında, Gérard Choplin,
(1988-2008 yılları arasında
CPE Koordinatörlüğü), 2008
yılından itibaren Via Campesina
Avrupa Koordinasyonu koordi-
nasyon takımı üyesinin Via
campesina 20 Yaşında Kitabın-
daki makalesindeki yazısından
yararlanılmıştır.
http:// viacampesina.org/en/index.php/our-conferences-mainmenu-28/1-mons-1993-mainmenu-47/907-managua-declaration
Bilindiği üzere uluslararası tarımsal
ticareti düzenleyen mevcut kurallar
1994’te kabul edilmişti ve bu kurallar tarımsal
politikalarda anlamlı bir değişimi kısıtlıyor. Ta-
rım politikalarının küreselleşmesine tepki olarak
Via Campesina tarafından yaratılan gıda egemen-
liği, bu kurallarla bağdaşmamaktadır. Onları de-
ğiştirmek ve uluslararası ticaret için âdil kurallar
önermek, gıda egemenliği yönünde gerekli adım-
lardan biridir. Küresel krizler ve değişimler Via
Campesina için politik alan açmaktadır.
http://saglikhaktir.org/
tarimsal-kuresellesme-
karsisinda-la-via-
campesina-kurulusu/
14
Nasıl bir
sağlık sistemi? İlker Belek
1. İLKELERİMİZ
Biz, sosyalistler, nasıl bir sağlık sistemi öngörüyoruz, vaad edi-
yoruz. Konunun en önemli başlıkları üzerinden sırayla, kısaca,
somut olarak ve ilkelerden başlamak üzere izleyelim. Böylece,
“sosyalistler eleştirmekten başka bir şey bilmezler” yönündeki
lafazanlığın ne kadar boş olduğu da ortaya çıkmış olur.
İlk yazımız ilkeler konusunda.
Bizim sağlık hizmetlerinin organizasyonu açısından birbirine
bağlı iki önemli ilkemiz var: Parasız ve kamucu hizmet.
Parasız hizmet, sağlık hizmeti kullanmak için başvuran vatan-
daştan, hizmet kullanım anında para alınmaması anlamına
gelir. Yani vatandaş, hizmeti kullanırken, daha önceden düzenli
olarak ödediği vergi ve/veya sağlık primine ek olarak herhangi
bir ödeme yapmak durumunda kalmaz. Vatandaşın oluşturmuş
olduğu vergi/prim havuzları, kullanacağı hizmetin finansmanı
için devreye sokulur/yeterli olur.
Parasız hizmet, herkesin sağlık hizmetinden eşit şekilde yarar-
lanabilmesi bakımından vazgeçilmezdir. Eşitliği ise gereksinim
belirler. Çok değişik ülkelerde yapılmış olan bütün araştırmalar,
hizmet kullanım anında hastadan para alınmasının, hangi isim
altında olursa olsun (katkı payı, fark, kullanıcı ödentisi, vb),
özellikle dar gelirli grupların hizmet kullanmasını engellediği-
ni açık olarak gösteriyor. Alınan para ne kadar çoksa gereksi-
nimlerin karşılanması o kadar olanaksızlaşıyor.
Yoru
m
http://saglikhaktir.org/
nasil-bir-saglik-sistemi-
ilker-belek/
15
Peki, hükümetlerin “vergi/prim gelirleri sağlık hizmetleri-
nin artan maliyetini karşılamaya yetmiyor, o nedenle
katkı payı ödemek zorunlu, aksi taktirde sistemi işleteme-
yiz” yönündeki uyarıları gerçekçi mi, dikkate alınmalı
mı ?
Şunu kesin olarak biliyoruz ki, kapitalist sınıflı toplumdaki
bu tür açıklamalar, sağlık harcama yükünü vatandaşların
üzerine yıkmak için geliştirilen, hiçbir gerçekçi yanı olma-
yan yalanlardır. Bunu diyen sınıfa karşı bizim yanıtımız,
sağlık hizmetleri için gereken kaynağın, gelir dağılımın-
daki eşitsizlikte somutlandığı üzere, sermaye sınıfının
serveti olarak biriktiği ve kaynak bulmak için işte bu ada-
letsizliğe müdahale edilmesi gerektiği yönünde olmalı.
Nitekim Türkiye’de nüfusun en zengin %10’luk kesiminin
toplam servetin %70’ten fazlasına sahip olduğunu, hükü-
metlerin yeri geldiğinde dolar milyarderi sayısını artır-
makla övündüklerini herkes biliyor.
Demek ki, kaynak var, fakat adaletsiz, eşitsiz dağılıyor, bu
nedenle de toplumsal gereksinimle-
rin finansmanında, gelir ve ser-
vet dağılımındaki eşitsizlikle
paralel olarak, kaynak sıkıntı-
sı yaşanıyor.
İkinci önemli ilke olan kamucu
organizasyon ise, doğrudan
parasız hizmet ilkesiyle ilgili ve
parasız hizmetin gerek
koşulu durumunda.
Eğer eşitlik adına sağlık hizmetini parasız organize edeceksek,
bunun ancak kamucu bir örgütlenmeyle sağlanabileceği açık.
Çünkü, özel sağlık sektörünün, kurumlarının tek amacı sağlık
hizmeti üretiminden para kazanmaktır. Hizmeti parasız ola-
rak organize etme niyetini, gücünü ortaya koyabilecek tek
yapı kamu ve onun günümüzdeki somut temsilcisi olan devlet-
tir.
Devlet hizmet üretimine ne ölçüde özel kurumları dahil etmiş-
se o ölçüde devlet olmaktan çıkmış demektir. Bunun en önemli
sonuçlarından birisi eşiksizlik, diğeri de verimsiz olacaktır.
Şöyle ki: Sistemin özel sektörün eline geçmesi, sağlıkta koru-
manın değil, tedavinin öncelenmesi sonucunu verir. Çünkü
özel sektör ancak tedavi faaliyetleri üzerinden para kazanır,
hatta para kazanmak amacıyla koruyucu sağlık hizmetlerini
bilinçli biçimde arka plana da iter. Verimsizlik dediğimiz şey
de tam budur. Yani tedavi hizmetleri üzerinden sağlık sektörü-
ne daha çok para çekilmesi, bu paranın özel sağlık aktörleri-
nin eline geçmesi, buna karşılık halk sağlığındaki başarının
azalması.
Unutmayalım:
Parasız ve kamucu sağlık hizmeti ilkelerinin
önündeki en önemli engel kapitalizmin, kapitalist
devletin, bu yapıyı savunan siyasi aktörlerin ken-
disidir. Sağlık hizmetinin parasız sunulması müm-
kündür. Üretilen toplumsal zenginlikten sağlık
için daha fazla para ayırmak olanaklıdır. Sorun
kaynağın olmaması değil, eşitsiz dağılımıdır. Top-
lumsal zenginlik kapitalist sınıfın banka hesapla-
rında ve servet portföyünde el konulmuş durumda
olduğu, düzen partileri de bu durumu değiştirmek
istemediği için “kaynak yaratmak” adına yine
vatandaşın üzerine gidiliyor.
16
NESİN Vakfı’nı
ziyaret eden Alman yazar Günter
Wallraff; “İlk kez bir yazarın düşleriyle
yaşam pratiğini böylesine bütünleştire-
bildiğini gördüm.” der.
Aziz Nesin’in kitaplarının arka kapağın-
da bu sözleri her okuduğumda, bir sağ-
lıkçı olarak bunun tam karşılığının
Nusret Fişek hoca olduğunu düşünürüm.
Hoca’nın bizlere bıraktığı iz ve geleneğe
üç başlıkta yaklaşmaya
çalışacağım.
Sağlıkta Sosyalizasyon ve Nusret Fişek
224 sayılı yasa olarak bilinen Sağlık Hizmetlerinin Sosyalleştiril-mesi Yasası’nın yürürlüğe girmesinden bugüne elli yıldan (12 Ocak
1961) fazla olmuş.
Yasadan yaklaşık yirmi yıl öncesine gidersek; Nusret Fişek, Tıp Fakültesi-ni birincilikle bitirmiş. İstediği uzmanlığı seçip, günün şartlarında “iyi kazanabilecek”… Ancak gözü hiç bunlarda değil: Sıtma Enstitüsü, Hıfzısıhha Enstitüsü, Sağlık Yönetimi Eğitimi, Bakteriyoloji-İstatistik ça-lışmaları, Halk Sağlığı Okulu, Fişek hocanın meslek ve hayat seçiminin yol haritasını oluşturuyor.
Önce hastalandırmamak, sağlığı bir temel hak olarak görüp kamu eliyle korumak olan 224 sayılı yasadan günümüze, sağlığın tamamen piyasa-laştırıldığı koşullara nasıl gelindi? Kamunun ilaç üretiminden elini çek-mesinin dayatılması ile başlayan son süreci, hangi dünya ve ülke şartları belirledi? Kuşkusuz herkesin durduğu, baktığı yerden bir yanıtı var.
Ancak bu süreçte uygulayıcı olarak yer alan meslektaşların bile samimi-yetle itiraf ettikleri şey; bilimsel, akılcı ve insani olanın, Nusret Fişek hocanınki olduğudur.
Sadece kuramcı olmayan Nusret Fişek, yasanın zayıflatılmak istendiği, elinden yetkilerinin alındığı dönemde Toplum Hekimliği Enstitüsü’nün başına geçmiş. Uygulanan Çubuk ve Etimesgut projelerinde bebek ölüm hızı (1960larda) Türkiye genelinde binde 150 iken, bu bölgede 2000li yıllar değerlerine düşmüş.
Bu ekip çalışması ve meslek dayanışması, bugünkü piyasalaştırmanın hekim çalıştırma mantığı olan “doktor, cebine girecek paranın karşılığı parça başı iş kadar çalışır” yaklaşımına da, sanırız en güzel yanıtı oluştu-rur.
Nusret Fişek
Hüseyin Güven
neden unutulmaz hekim?
Yoru
m
17
İnsan Hakları Savunucusu Nusret Fişek
Hocamız TTB Merkez Konseyi’nin 1984-1990 arası başkan-lığını yaptı.
1982 de, 12 Eylül Anayasası %92 ile kabul edilerek seçimler yapılmış, yönetim “sivillere” devredilmişti. Ancak idam ceza-ları durmadı. Hatırlayacağımız gibi İlyas HAS ve Hıdır ASLAN’ın idam cezaları Ekim 1984 de “sivil ikti-
dar”milletvekillerinin oylarıyla onaylanarak gerçekleş-tirildi. (Bu onay için el kaldıranlar bugün nerede, nele-ri savunmaktalar, acaba bir araştırmacı inceledi mi?..)
Nusret Fişek
Demokratik ülkelerde sosyal ve ekonomik sorunlar, toplu-mun yararına olarak hükümetlerin, kamu kuruluşu niteli-ğindeki birlikler, sendikalar ve derneklerle özgür ve eşit koşullar içinde etkileşmeleriyle çözümlenir. Bu kurumlar, toplumsal sorun saydıkları konularda görüşlerini halka duyurmalı ve hükümetlere baskı yapabilmelidir. Demokrasi böyle bir etkileşim olursa iyi ve üstün bir rejimdir”
Sağlıkta Dönüşüm Projesi ile ilgili düşüncelerini de, -yirmi küsur yıl öncesi ilk gündeme geldiğinde- kendi kaleminden okuyalım:
Hekim hakları, hekimin sorumluluğu, insan hakları kuşku-suz bir bütünü oluşturur. O dönemde sanırız ki Fişek hocaya da “hekimlik dışı konularla ilgilendiği!..” için sayısız eleştiri, telkin ya da uyarı gelmiştir.
Örgütçü Nusret Fişek
Nusret Fişek’in sağlık örgütü modeli, 1978de Alma-Ata’da Dünya Sağlık Örgütü ve UNICEF tarafından yapılan konfe-ransta tüm ülkelere örnek gösterildi.
Örgüt ve örnek sözcüklerinin hocanın ismiyle birlikte anıl-ması biz öğrencileri için bir başka örnek yönünü çağrıştırır: Örgütçülüğü.
Örgütlülük ve katılım, hoca için adeta yaşamın anahtar söz-cükleriydi. (224 sayılı yasada da halkın sağlık yönetimine katılması öngörülmüştü.)
Fişek hoca bir yazısında soruyor: “Zengin bir ülke olursak çağdaş uygarlık düzeyine erişmiş sayılabilir miyiz?
Petrol zengini ülkeler çağdaş bir toplum sayılmadığına göre milli gelirimizin yükselmesi çağdaşlık için geçerli bir ölçüt olamaz.
Çağdaşlık kavramı ekonomik olmaktan çok sosyal ve kültü-rel etmenlerin belirlediği dinamik bir kavramdır.
İnandığı doğruları yaşam pratiğine katan Fişek hoca, salt tıp ve hekimlik değil, insan haklarından nükleer karşıtlığına, barış ve çevre savunusuna dek yaşamı savunan birçok örgü-tün kurucusu ya da üyesiydi.
Toplumunda ve tarihte önemli iz bırakmış kişiler için; “bugün yaşasaydı..” ne duyacağı, nerede nasıl bulunacağı yolunda dü-şünceler, kanaatler belirtilir.
Nusret Fişek yaşamını adadığı bu değerler doğrultusunda bu-gün yine yaşam hakkını savunacaktı kuşkusuz.
Ankara’daki bombanın öldürdüğü 8 yaşındaki Veysel Atılgan, kıyıya vuran 3 yaşındaki Aylan ölmeden süreci okuyacak, daha “kara melek” Angelina Jolie geldiğinde, proaktif kişiliğiy-le bizleri hekimlik direnişine çağıracaktı. Belki tırlarla sürekli ölüm taşınırken, bu tırların yöneticileriyle “barış ve çözüm” değil kan ve gözyaşı geleceğini söyleyecekti, yine yargılana-caktı.
Bir kişinin beş silah alabileceği “bireysel silahlanma” yasasına karşı, yaşam hakkından yana olacaktı.
İçme suyu kaynaklarında bile altın madeni açılmak istenen bir şehirde halkın sağlığını, sağlıklı temiz su hakkını savuna-caktı.
Hava kirliliğinin sınır değerlerin üstünde olduğu bir bölgede, kömürle elektrik üretimi girişimlerine karşı panelist konuş-macımız olup, bizleri aydınlatmayı sürdürecekti…
Anısına sonsuz saygıyla..
Bu davada savunma görevi-ni üstlenen avukatlar ara-sında ben de vardım. Ulusla-rarası tıp kuruluşlarının ilke kararları, tıp meslek ahlakı ve bilimsel veriler ışığında savunmasını yapan Dr. Fişek, elli kişiyi ipe çe-ken 12 Eylül’cülere, ölüm cezası verenlere ve uygula-yanlara unutmamaları gere-ken bir ders verdi. Kamuo-yuna yansıyan bu davanın, Türkiye Büyük Millet Mecli-sinde onay bekleyen kesin-leşmiş ölüm cezası
Bu örgütlü mücadele,
6023 sayılı yasanın bizim
sorumluluklarımız arasında saydığı
bütünlüklü bir mücadele olmalıdır. TTB
sadece hekimlerin çıkarlarıyla ilgilen-
sin denen bir yaklaşım geçerliliği olan
bir yaklaşım değil. Çünkü, SDP sadece
hizmetin piyasalaşmasını değil, emeğin
de piyasalaşmasını öngörüyor ve bütün-
lüklü bir saldırı. Dolayısıyla hak kayıp-
larına karşı çıkarken, sadece özlük hak-
kı mücadelesi verelim sağlık hakkı ile
ilgilenmeyelim deme
şansımız yok.
İnsan Hakları Derneği kurucu üyesi olan Nusret Fişek hocanın, Türk Tabipleri Birliği Başkanı olarak verdiği yaşam hakkı mücadelesini, İHD kurucu başkanı Av. Nevzat HELVACI’dan öğrenebiliriz:
kararlarının yerine getirilmesini engellemekte önemli bir payı olduğunu sanıyorum.”
http://saglikhaktir.org/nusret-fisek-neden-
unutulmaz-hekim-huseyin-guven/
18
SGK batıyor,
ülkeyi de
batırıyor!
Bütçe
açığının
sebebi;
SGK
ödemeleri! Emekli
zam,
SGK açık
derdinde!
Seyfi Durmaz
SGK açığı yoksulun çenesini
niye yoruyor?
Son beş yıldır aşağı yukarı durum bu minvalde.
Yoru
m
Önce SGK'nın mali
istatistiklerine
bakalım:
2014 yılın-
da toplam gelirlerin
giderleri karşılaması
%90,2 oranında.
SGK’nın 20 milyar Lira
açık görülüyor.
http://saglikhaktir.org/sgk-acigi-yoksulun-
cenesini-niye-bu-kadar-yoruyor-seyfi-durmaz/
19
Görülüyor ki; halkın gündelik yaşamı
içinde geleceğiyle ilgili kaygı-sını ya da durumunu dile geti-rirken kullandığı argümanla-rın bir kısmı Dünya Bankası, TÜSİAD gibi büyük sermaye
kuruluşlarına aittir.
Sermaye'nin argümanlarına bir bakalım!
Zahmet edip
çözümü de
tanımlamışlar
Sorunu
tanımlayanlar
onlar
Faruk Çelik / Bakan iken
2002 yılından günümüze kadar oluşan açık miktarı-nın artmasında en önemli
etkenlerden biri erken emekliliktir.
Sosyal Güvenlik Kurumu
Kayıt dışı istihdam oranı-nın yüksek olması, bilinç-siz ilaç kullanımının ve
ilaç israfının fazla olması, nüfusun yaşlanma eğili-
minde olması...
Dünya Bankası
Büyüyen yaşlı nüfus, cömert kamu emeklilik harcamala-rının sebep olduğu yüksek düzeydeki sosyal güvenlik
açığına ek olarak kamu sağ-lık bütçelerinin üzerine de ilave baskılar getirecektir.
Sosyal Güvenlik Kurumu
Sağlık harcamaları kapsamı-nın daraltılması ve kapsam dışı kalan sağlık hizmetleri-
ne yönelik “tamamlayıcı sağlık sigortası, gelir kayıp-larının azaltılması için bi-reysel emekliliğin teşvik
edilmesi...
Kemal Derviş
İnsanlar 50'lerine ulaşınca-ya kadar yılda 1800-2000 saat çalışabilir, 70'lerine yaklaştıklarında 500-1000 arası saate doğru gider. Ör-neğin, bir hemşire, bir hos-tes ya da lise öğretmeni 50'li yaşlarının sonuna kadar haftada beş gün çalı-şabilir, 62 yaşına kadar dört güne iner ve belki 70'i-ne kadar iki gün çalışır.
Bu kavramların günlük hayatımıza bu kadar derin nüfuz etmesinde, sıradan-laşmasında hem politikacı-ların hem de sınıf siyaseti üretemeyen ve emekçileri
bu argümanlara teslim eden muhalefet odakları-nın payı bulunmaktadır.
Omar Arias / Dünya Bankası
Yaşlıların yarı zamanlı çalışarak kısmi emeklilik maaşı almalarına olanak tanıyarak kademeli emek-lilik seçeneklerinin sunul-
ması; yaşlı çalışanların genel üretkenlik düzeyleri-nin yükseltilmesi için bilgi-sayar ekranlarına büyüteç
takılması ve ergonomik sandalyelerin sağlanması gibi küçük işyeri düzenle-
melerinin yapılması...
20
Vurur plana ifadesi,
sağlık yine bitanesi!
Önümüzdeki döneme dair
sağlık alanındaki olası gelişmeleri
öngörmek, proaktif politikalar gelişti-
rebilmek açısından oldukça önemli. Bu
bağlamda Onuncu Kalkınma Planında (2014-18)
ve iktidar partisinin seçim bildirgesinde sağlık
alanının işaret ettiklerine bakmakta yarar var.
Bu program hedeflerinin ilkeler bütünü,
neoliberal politikaların Türkiye’de sağlık, eğitim,
tarım, ulaşım, bilim-teknoloji ve daha pek çok
alandaki yol haritasını sunmakta. Sağlıkta araç-
lar ne olacak? Yani, bu 2014-18 fazında, sağlığın
metalaşması, oluşturulan sağlık pazarının daha
da vahşileştirilmesi ya da bazı noktalarda ehli-
leştirilmesi, emeğin sömürülmesi bağla-
mında hangi yeni araçların kullanıla-
cağı ya da hangi eskileri gelişti-
receğinin ipuçları bu doküman-
larda saklı.
Işıl Ergin
Sağlık alanındaki olası gelişmeleri öngörmek
Gü
ndem
http://saglikhaktir.org/vurur-plana-ifadesi
-saglik-yine-bitanesi/
21
Dünya konjunktürü açısından da önümüzdeki dönemde kapitaliz-
min kendini yeniden üretme alanları-nın bilgi teknolojileri, otomasyon ve ileri üretim teknikleri ve sağlık tekno-lojileri olacağını bu metinlerden de anlayabiliriz. Bu yarışta Türkiye’nin kendisini rekabet edebilir bulduğu en temel alanlardan biri sağlık. Hizmet ihracatının hacmi ve öneminin artırı-lacağı sıklıkla vurgulanmakta ve “hinterlandındaki ülkelere nazaran Türkiye’nin sahip olduğu sağlık ve yükseköğretim altyapısının hizmet ihracatı açısından önemli bir potansi-yel sunduğu” bildirilmekte. Geçmişte dış ticarete konu olmayan eğitim ve sağlık alanlarının “çekim merkezi” haline dönüştürüleceği kesin. İlaç ve tıbbi malzeme üretimine odaklanma, sağlık turizmini geliştirme gibi “fırsat alanları” bu metinlerin en temel vur-gularından. Öncelikli dönüşüm prog-ramlarında sağlık alanında yer alan iki temel program var: Bunlardan birisi Sağlık Turizminin Geliştirilmesi Programı. Bu kapsamda; medikal tu-rizm, termal turizm ve ileri yaş-engelli turizmi hedeflerine kilitlenil-miş durumda. Kamu ile özel sektör işbirliğinin güçleneceği, “fiyat farklı-laştırmasına da imkân tanıyan mev-zuat altyapısının oluşturulması” ile bu alanın vahşi bir rekabete teslim edile-ceği görülebiliyor.
“Demografik fırsat penceresi”ni iyi değerlendirmek sık sık tekrar-
lanmış. Önümüze sunulacak yeni nü-fus politikaları, doğurganlık söylemle-ri, kadın istihdamı ve genç istihdamı konularına bu fırsatlar penceresinden bakılarak karar verileceği anlaşılabi-lir.
Sağlık harcamalarındaki “şişme” ile başedebilmek için yeni dene-
tim hatlarının kurulacağı da anlaşılı-yor. Muhtemelen sadece ikinci ve üçüncü basamak arası akışı düzenle-yen bir tür sevk zincirinin getirilece-ğini söyleyebiliriz. Ama bunun bildi-ğimiz anlamda bir zincir olmayacağı-nı da tahmin edebiliriz. Birinci basa-mağın bu zincire eklemlenmesi pek gündemde yok gibi, zaten aile hekim-lerinin nüfuslarının 3000’e çekilmesi hedeflenerek (iyi ve gerçek bir sevk zincirinin işlediği ülkelerde bu sayı 1000-1500 arasında) bildiğimiz anlam-da sevk zincirinin 2018 itibariyle de gelmeyeceğini öngörebiliriz.
Üniversite hastanelerini yeni yapısal reformla-rın beklediği, “Mali sürdürülebilirlik” ile “tıp eğiti-
mi ve yenilikçi araştırma” alanlarının iki rakip mua-melesi göreceği öngörülebilir. “Başta üniversite has-taneleri olmak üzere döner sermayeli işletmeler, kamu kaynaklarının etkili, ekonomik ve verimli bir şekilde kullanılmasını sağlayacak şekilde yeniden yapılandırılacaktır.” Bu bağlamda Sağlık Bakanlığı-nın kendi “yenilikçi araştırma” hatlarını oluşturaca-ğı, sanayi ile ilişkilerini geliştirip kurumsallaştıraca-ğı bir “sağlık endüstrisi” yapılanması oluşturacağı da görülüyor. Bu sayede “yüksek katma değerli ürün üretebilen, küresel pazarlara ürün ve hizmet sunabi-len ve yurtiçi ilaç ve tıbbi cihaz ihtiyacının daha bü-yük bir kısmını karşılayabilen bir üretim yapısına geçilmesi” amaçlanıyor. “Sağlıkta üreten ülke olma hedefi” sıkça tekrarlanıyor. Ar-Ge yükünden kurtu-larak kazancı artmış bir sanayi ve girişimci bir kamu ile elbette. Öncelikli dönüşüm programlarında yer alan ikinci program da bu zaten: Sağlık Endüstrile-rinde Yapısal Dönüşüm Programı. Türkiye Sağlık Enstitüleri Başkanlığı (TÜSEB), Kanser Enstitüsü, Kalite ve Akreditasyon Enstitüleri ve Türkiye Biyoteknoloji Enstitüsü, Sağlık Bilimleri Üniversitesi bu kapsamda öne çıkan kuruluşlar.
Tıp alanı; kapsamına “tamamlayıcı tıp uygulama-larını” da alarak tamamlanacak gibi görünüyor!
Bu uygulamaların, tıp eğitimi ve sağlık uygulamaları-na entegre edileceği ve uygulamaların sosyal güven-lik kapsamına alınacağı anlaşılıyor. Ancak bu duru-ma tezat bir biçimde emeklilik ve sosyal güvenlik sisteminde “gerekli tedbirlerin” alınacağı da görülü-yor. Sağlık teminat paketlerinin gözden geçirileceği (kamu harcamalarinin rasyonelleştirilmesi bağlaminda) ve bazı hizmetlerin kapsam dışına kaya-cağı ve bu hizmetlerinin sağlanması için tamamlayıcı sağlık sigortacılığının (ve yanısıra uzun vadeli hayat sigortaları ürünlerinin) teşvik edileceği belirtilebilir. “Pazarda oluşacak bu yeni fırsatların sağlık hizmeti-ne erişimde eşitsizlikleri artıracağı” vurgusu da ih-mal edilmemiş.
Başbakan Yardımcısı koordinatörlüğünde oluştu-rulacak “reform görev gücü” isimli yeni yapı ka-
mu yönetimindeki reformların hız kazanarak devam edeceğinin işaretçisi. Merkezin küçültüleceği ancak daha da etkinleşeceği belirtiliyor. Kamu yatırımların-da, Kamu Özel işbirliği (KÖİ) yönteminin özellikle Şehir Hastaneleri Projeleri ve Entegre Sağlık Kampüsleri yolu ile hızla devam edeceği ve bu alan-daki hukuksal ve kurumsal kapasitenin geliştirileceği görülüyor. Bu bağlamda bir strateji belgesi hazırlana-cağı, dağınık yapıdaki KÖİ mevzuatının çerçeve bir kanun altında toplanacağı, KÖİ politika ve uygulama-larının koordinasyonunu güçlendirileceği ve bir izleme ve değerlendirme sistemi oluşturulacağı anla-şılıyor. Yeni kamu-özel işbirliği hattının “kamu alımlari yoluyla teknoloji geliştirme ve yerli üretim programı” ile çeşitleneceği ve “savunma sanayiindeki offset uygulamasının enerji, ulaştırma, sağlık başta olmak üzere sivil alanlarda da yaygınlaştırılacağı” anlaşılıyor.
22
Planlamaya artık başvurulmuyor mu? Sanayileşmeden vaz mı geçildi? Hayır, ne planlamadan ne de sanayileşmeden vazgeçildi. Bu sorular ve sorulara veri-
len cevaplar egemen muhalif anlayışın alışkanlığının ürünü. Siyasi iktidar ve ser-mayenin belirli bir düzeye ulaşmış kesimleri için, yakın geleceğe dair hangi mevzi-lerde, ne gibi manevralar yapılacağına ilişkin, oldukça önemli ve birbirini destekle-yen raporlar, planlar yayınlanıyor (Kalkınma Planları, Hükümet Programları, Orta Vadeli Program, TUSİAD, MUSİAD, TUSKON Raporları). Birbiri ile tam olarak ittifak halinde olmazsa bile, tarihsel olarak üst üste gelmiş tarafların varlığından söz ede-biliriz. Konumuz açısından taraflar için sağlık sadece sağlık alanı ile sınırlı bir alanda tanımlanmıyor. Sağlık, tüm sistemle içsel bağlantıları olan, içsel bağlantıları kurulması gereken bir gerçeklik olarak tanımlanıyor. En genel anlamda sağlık bir sektör olarak kendi iç bileşenleri içinde ele alınıyor. Bu yönde yasal/kurumsal dü-zenlemeler gerçekleştiriliyor. Sağlık diğer sektörlerle bağlantıları üzerinden ta-nımlanıyor ve yine bu yönde yasal-kurumsal düzenlemelerle iç bağlantılarının geliştirilmesi isteniyor. Sağlık alanından devlet çekilmiyor, ama sektörün hem bu iç bağlantıları kuracak biçimde iç mimarisi değiştiriliyor ama hem de devlet bu alanda bir yatırımcı gibi davranıyor. Planlar ve düzenlemelerle sağlık, sadece ulusal ölçek-te işleyen bir sektör değil, dünya ölçeğindeki kapitalist sisteme eklemlenecek yasal/kurumsal dönüşümlere konu oluyor. Bir sektör olarak tüm bağlantıların sağlanma-sı için gerçekleştirilen dönüşümlerin en temel belirleyeni sağlığın, metalaşma süre-ci içine çekilmesi ne anlama geliyor? Sağlığın sadece alım-satıma konu olması yani sıklıkla işaret edildiği üzere ticarileşmesi, özelleştirilmesi değil ama metalaşma sü-recine çekilmesi, en azından her bir meta için gerekli olan üç önemli metalaşma sürecinin gerçekleşmesi gerekiyor. Sağlık hizmeti sektörleştiği ölçüde üretim süreci sonucunda daha çok bir meta olarak hizmet ihtiyacı olan hastalara sunulacaktır. Ama bu hizmetin sunulma halini sektör ve daha özel de metalaşma kavramı üzerin-den analiz etmemiz için iki şeyin daha metalaşması gerekiyor; sağlık hizmetinin üretimindeki sağlık çalışanlarının harcadıkları emek-gücünün metalaşması ve sağ-lık alanına yatırım yapan veya sağlık hizmetinden yararlanmak isteyenlerin para sermaye döngüsü sürecine dahil olmaları gerekiyor.
Planlı ve kasten:
Planlamaya artık başvurul-
muyor mu?
Hayır, ne planlama-dan ne de sanayileş-meden vazgeçildi. Bu sorular ve sorulara
verilen cevaplar ege-men muhalif anlayı-
şın alışkanlığının ürünü
Sanayileşme-den vaz mı
geçildi?
Fuat Ercan
Sağlık hizmeti bir sektör olurken
23
İşte X. Plan’da1 planlı ve kasten yapılmak istenen tam
da bu işleyişlerin kurumsal/yasal altyapısını oluş-turmak. Plan’a ilişkin belki en çarpıcı ifadeleri pla-nın kendisinde bulabiliriz. Planla “sermaye birikimi ve sanayileşme sürecinin hızlandırılması” amaçlan-dığı ifade ediliyor (s:39). Ama sermaye birikimi ve sanayileşmenin hızlandırılması iki temel değişken dolayında tanımlanıyor. İlki; üretim faktörlerinin verimliliğinin artırılması öneriliyor. Bu ifade üretim faktörü olarak emek ve sermayenin verimliliğinin artırılması anlamına geliyor. Emeğin verimliliğinin artırılması çalışanların ve yeni durumda daha çok kamu çalışanlarının niteliğini artırıcı ve daha da önemlisi üretim sürecinde daha yoğun çalışmasını gerektiriyor. Planda emeğin verimliliğini artıracak ve ama kamu çalışanlarını da kamu hizmeti üreti-minde metalaşma sarmalı içine çekecek ifadenin “nitelikli insan gücü” başlığı altında ele alındığını söyleyebiliriz. Nitelikli insan gücü, bir değişle beşeri sermayenin güçlendirilmesi, iş ve yaşama ilişkin bilgi ve beceri ve yeteneklerin artırılması önerili-yor. (s;41) Özellikle kamu çalışanlarının bu konuda-ki değişimin temel alanlarından biri olacağını söyle-yebiliriz; “Kamu personelinin verimliliğinin artırıl-ması amacıyla etkin bir performans sistemi oluştu-rulacak ve hizmet, personel, ücret ilişkisi daha sağ-lıklı hale getirilecektir.”
Konumuz açısından yani sağlığın bir sektör olması için, diğer alanlarındaki emek gücü nicelik olarak hem daha az hem de değişen tıbbi gereçlerden dola-yı nitelik eğitimi süreklilik arz etmesi gerekiyor. Plan açık bir dil kullanıyor; “Daha kaliteli ve maliyet etkin bir sağlık hizmet sunumu amacıyla koruyucu ve önleyici sağlık hizmetlerinde, performansa daya-lı ek ödeme sisteminde, sevk zincirinde, sağlık insan gücünde iyileştirme ihtiyacı devam etmekte-dir.” (s:46) ve yine ilerleyen sayfalarda “Sağlıkta insan gücü, demografik gelişmeler ile uzun vadede ihtiyaç duyulacak yeni meslekler de dikkate alına-rak nicelik ve nitelik olarak geliştirilecektir.” (s;47) Sağlıkta sermayenin verimliliğini sağlamanın yani katma değeri yüksek alanlara yönelmenin bir diğer belirleyeni üniversiteler ve yenilikçi araştırmalar-dır; “Üniversite hastanelerinin eğitim ve araştırma faaliyetleri ile sağlık hizmet sunumundaki rolleri net bir şekilde tanımlanarak hem hastanelerin mali sürdürülebilirliğini temin edecek hem de nitelikli tıp eğitimi ve yenilikçi araştırmaların yapılmasını sağ-layacak yapısal reformlar hayata geçirilecek-tir.”(s;47).
Sermayenin verimliliği ise doğrudan yine emek ve dış dünya ile ithalat bağımlılığını azaltacak bir dizi öneriyi içeriyor. Sermayenin verimliliği daha çok üretken ve yenilikçi yatırımlara yönelmeyi gerekli kılıyor. Geç kapitalist bir ülke olarak “artan döviz ihtiyacı ve ithalat bağımlılığını” azaltacak politikalar öne çıkıyor. Bu önermeler sağlık alanında özel bir başlık altında ele alınmış; “Sağlık Endüstrilerinde Yapısal Dönüşüm Programı.” Programın amacı da açıkça ifade edilmiş; “Uzun vadede Türkiye’nin küre-sel bir ilaç Ar-Ge ve üretim merkezi olması, ilaç ve tıbbi cihaz alanında rekabetçi bir konuma ulaşması önem arz etmektedir. Bu programla yüksek katma değerli ürün üretebilen, küresel pazarlara ürün ve hizmet sunabilen ve yurtiçi ilaç ve tıbbi cihaz ihtiya-cının daha büyük bir kısmını karşılayabilen bir üretim yapısına geçilmesi amaçlanmak”(s;192)
Peki genel olarak sermaye birikimi ve özelde ise kamu hizmetlerinin dönüşümü nasıl gerçekleştirilecek? Bu sorunun yanıtı son zamanlar-da “kurumlar önemlidir” ifadesi ile dile getiriliyor. Ve Türkiye’de son yıllarda belki de reform yorgunluğu ile birlikte oldukça farklı kurum-sal yapıların enflasyonu ile karşılaştığımızı söyleyebiliriz. Sağlık açısından da tanımlanan temel işlevin sermaye birikimi ve sanayileş-me sürecinin hızlandırılmasından önce sağlık hizmetinin ilk elden sektörel bir düzenek içinde yeniden tanımlanması ve metalaşması için gerekli kurumsal düzeneklerin oluşturulması gerekiyor. Bu ge-rekliliğin ilk adresi hiç kuşkusuz Sağlık Bakanlığı’nın teşkilat yapısı-nın tepeden tırnağa yeniden yapılanmasıdır. X. Kalkınma Planı’nda sağlık alanına ilişkin ne gibi düzenlemeler olacağını, zaten Sağlık Bakanlığı’nın yeniden tanımlanan görevlerine bakarak, yukarıda işaret ettiğimiz değişime ilişkin temel değişimleri görebiliriz. Bakanlık bu amaçla “a) Strateji ve hedefleri belirler, planlama, düzenleme ve koordinasyon yapar, b) Uluslararası ve sektörler arası işbirliği yapar, c) Denetleme, rehberlik, izleme, teşvik, değerlendirme ve yönlendirme yapar, ç) Acil durum ve afet hallerinde sağlık hizmetlerini planlar ve yürütür. d) Bölgesel farklılıkları gidermeye ve herkesin sağlık hizme-tine erişimini sağlamaya yönelik tedbirler alır, İlaç fiyatlarının belir-lenmesine ilişkin usul ve esaslar Bakanlığın teklifi üzerine Bakanlar Kurulunca belirlenir.”
Gözlemlendiği üzere planlı bir süreç ile karşı karşıyayız. Planlanan bu değişimlerin yapılması için biçimsel de olsa burjuva demokrasisi-nin bugünlerde aradığımız yasa, yürütme, yargı arasındaki eşitlik, yürütmenin güçlenmesi yönünde bozulmuş. Otoriter yapılanmadan faşizme doğru eğik düzlemde hızla yol almaktayız. Koskoca bakanlık-lar ve bakanlığa bağlı kuruluşlar kanun hükmünde kararname ve torba yasalar dolayımında biçimleniyor.
Peki bu sürecin aktörleri kimlerdir?
İttifakın tarafları
Süreç kesinlikle nötr bir süreç değil. Sürecin birbiriyle bağlantılı iki önemli aktörü var: farklı düzeylerdeki sermayeler ve devlet. Her iki aktör için söyleyebileceğimiz önemli bir değişim, Türkiye’de kapitaliz-min sahip olduğu potansiyelleri daha bir belirleyici hale gelmiştir. Bu bir yandan kapitalizm için en temel işleyişin sürekliliğini işaret eder-ken diğer yandan ise yapı-içi bir dizi önemli dönüşümler geçiriyor. Sermayeler ve ulus-devlet, kendilerini yeniden üretmek için hem var olanları geliştiriyor ve hem de bu anlamda yeni yöntem ve araçlara yöneliyor. Ulus-devlet ve sermayenin kendini yeniden üretememe yönündeki krizleri ve krizlere neden olan engelleri de aşılmaya çalı-şılıyor. Bu yönde, gerek devlet ve gerekse sermaye, işleyişin bu yeni denenecek yönlerine uygun kurum ve araçlara yöneliyor. Ama bura-da değişimin bir diğer aktörü var. Kapitalizmin akıl hocaları olan sis-temin (imparatorun) yeni terzileri; Yeni Kurumsalcı Kalkınma İktisat-çıları. Sanayileşme için şimdiye kadar doğru fiyat politikalarının sa-vunucusu olan bu Yeni Kurumsalcı Kalkınmacı iktisatçılar, artık güçlü bir performans sağlamak için doğru kurumlara sahip olma üzerinde ısrarla duruyorlar. Bu konuda AKP iktidarı ile arası pek de iyi olma-yan Dani Rodrik’in çalışmalarına bakmak yeterli olacak; “Piyasalar; kendi kendilerini yaratamadıkları, düzenlemedikleri, istikrara kavuş-turmadıkları ve yasaları belirleyemedikleri için kurumlara ihtiyaç duyarlar.” Bu nedenle “politika üreticilerinin karşısındaki soru artık “Kurumlar önemli değil mi?” değil, “Hangi kurumlar önemli ve bunlar nasıl oluşturulur sorusudur” (D.Rodrik, Tek Ekonomi, Çok Reçete, s;158). Her ne kadar demokrasi ve katılım dense bile, yeni kurumların inşası için yasalar ve yasaların yapılması için yasama karşısında yürütmenin güçlenmesi öne çıkıyor. Yürütmenin artan gücü, merkezi siyasi iktidarın otoriterleşmesi ile birlikte, hem sermayenin yeni çıkarları ve ama daha da önemlisi devletin artan finan-sal kırılganlığına karşı, kaynak yaratıcı önlemleri gündeme getirerek kurucu işlevler üstleniyor.
1- Onuncu Kalkınma Planı (2014-2018), TC Kalkınma Bakanlığı, Ankara,
24
Devlet ve sermayelerin hem kendi içinde ve hem de kendi aralarındaki dönüşümler yeni döneme ilişkin bir dizi de-ğişkeni öne çıkarıyor. Bu değişkenleri sıraladığımızda, sağlık hizmetine ilişkin düzenlemelerin nasıl sağlığın planlı ve kasti bir sektöre dönüştüğünü kavramsal düzeye taşıyarak analiz etmiş olacağız. Değişimin bu genel eğilimi-nin kapitalizm ve ulus-devletin işleyişi ile bağlantısı kurul-duğunda, X. Kalkınma Planı’nda, Orta Vadeli Programda, 61.Hükümet Programında işaret edilen 2023 vizyonunda nelerin dönüştüğünü de görmüş oluruz.
i-) Sektörlerin Metalaşma Açısından Gelişmesini Sağla-
mak Ya da Yeni Sektörler Yaratmak
İmparatorların terzilerini erken dönem terzilerden farklı kılan temel yönelimi piyasaların ve dolayısıyla fiyat me-kanizmasının her şeyi çözeceği yönündeki egemen vurgu-dan “kurumlar önemlidir” vurgusu ile ayrılmalarıdır. Ama bu ayrılma fiyat mekanizmasının daha iyi çalışması için önerilmektedir. Fiyat mekanizması dediğimiz anda, fiyat mekanizmasının daha iyi çalışması, fiyat mekanizmasının temel belirleyeni olan emek, meta ve paranın istikrarını sağlamak için kurumsal değişiklikler önerilmesidir. Böyle-ce fiyat mekanizması ve dolayısıyla sistemin daha etkin işlemesi amaçlanmış oluyor. Bu yeni kurumlar imparator-ların terzilerinin kullandığı nötr ifade ile “özel sektörün” bizim ifademizle sermaye birikiminin yoğunlaşıp derinleş-mesi anlamına geliyor. X. Kalkınma Planı’nda zaten yet-kin bir şekilde gizlemeden açıkça belirtiliyor; “Dünyadaki hâkim eğilimler, özel sektörün daha faal ve etkili olduğu bir ekonomik düzeni beraberinde getirmekte, kamu sektö-rünün artan oranda düzenleyici faaliyetlere, denetim iş-levlerine ve koordinasyona yönelmesine yol açmakta, buna bağlı olarak planlama anlayışı da değişim göstermek-tedir.”(s;2)
Metalaşma ya da sektör kavramı arasındaki ilişki ile kamu ve özel arasındaki sınır çizgileri bu yönde yeniden biçim-leniyor. Birlikte iç bağlantıları ile işaret edecek olursak;
-İlk elden sermayenin etkin olduğu ve metalaşmanın de-vam ettiği alanları derinleştirip, yoğunlaştırmayı sağlaya-cak kurumsal dönüşümleri sağlamak. (emek ve sermaye verimliliği üzerinden)
-Kamu hizmeti olarak sunulan henüz metalaşmayan alan-ları metalaşma sürecine açmak, sadece açmakla kalmayıp metalaşma sürecinde örnek olarak sağlık hizmetini bir sektöre dönüştürmenin yol/yöntemleri açılıyor. Sağlık hizmetinin metalaşma süreci içine çekilmesi bir yandan kamu sağlık çalışanlarının metalaşma döngüsü içine çek-mek, diğer yandan hizmetin üretilmesinin artan ölçüde finans döngü içinde yeniden tanımlanmasının önünü aç-mak. Ama metalaşma süreci içindeki sağlık hizmeti aynı zamanda sektöre dönüştürülüyor. Yani sağlık hizmeti bir süreç içinde üretildiği ölçüde sağlık teknik alt yapısı, ilaç sektörü, hasta hane bina inşaatı gibi tüm bileşenler arasın-da bağlantıları sağlama anlamına geliyor. Sağlık metalaş-ma ve sektörleşme sürecine çekildiği ölçüde de diğer sek-törlerle iç bağlantıları daha da derinleştirmesi sağlanacak. Sağlık turizmi ile sağlık ile turizm sektörü, MR ve bir çok alanda bilgisayar ve makine sektörü ile sağlık arasında ya da finans sektörü ile sağlığın artan iç bağlantıları, tamamlayıcı ve bireysel sigorta ile sağlık sistemi ara-sında iç bağlantının kurulması gibi. X. Kalkınma pla-nında buna ilişkin epey bağlantıları görmek olası.
-Diğer yandan daha önce metalaşmayan alanları da hızla sürecin içine çekme amacı önem kazanıyor, biyolojik çeşitli-lik, su kaynakları, yeraltı kaynaklarına yönelmek ve bunlar için kurumlar inşa etmek. Bu sağlık alanı dışında yeniden ele alınması gereken bir diğer konu.
Metalaşma ve sektörleşme süreci bir yandan farklı düzeydeki sermayeler için sermayelerin yeniden değerlenmesi yoluyla değerlenme krizine çare olurken, ulus-devlet ise finansal kaynak kısıtına karşı bu alandaki her düzenlemeden sadece eş-dosta kaynak aktarmıyor ve fakat kendisi için yeni kay-nak yaratmış oluyor. Bu devlet-vatandaş ilişkisinin değişerek devletin kamu hizmetleri konusunda metalaşmayı hızlandı-rarak bir girişim gibi (ama gibi) davranmaya başlarken, her yeni metalaşma ve sektör geliştirme ile birlikte yeni serma-yelerin yaratılmasının da önünü açmakta. Bu sermayeler için sektörel kaymalar anlamına geldiği ve aynı zamanda metalaşan sektörleşen sağlık hizmetinin mekânsal olarak da yeni örüntülere yol açtığını söyleyebiliriz.
ii-Dünya Kapitalizmi İle Entegre Olacak Kurumlar;
Bir önceki ülke içinde kapitalizmin meta, para ve emek piya-salarına ilişkin içe yönelik sermaye birikim düzenlemelerine ait kurumlarının, dünya ölçeğinde işleyen kapitalizmin genel mantığına uygun hale getirilmesi isteniyor. Üretim, finans ve ticaretin dünya ölçeğinde işleyişine entegre olacak şekilde ya yeniden düzenlenmesi ya da yepyeni kurumların inşası X. Kalkınma Planı’nda sıkça dile getirilir. “Küreselleşme sü-recinin ve yaşanan krizlerin yol açtığı belirsizlikler nede-niyle planların, ileriye dönük karar alma süreçlerinde ku-
rumların ve ekonomik aktörlerin daha tutarlı ve bilinçli bir şekil-de hareket etmelerine yardımcı olma işlevi öne çıkmakta-dır.”(s; 1, vurgu bana ait).
Metalaşma ve planlı bir şekilde sektörleşme süreci sadece ülke sınırları içinde değil, ama daha da çok dünya ölçeğinde işleyen sürece eklemlenme ya da bu olumlu-olumsuz etkileri düzenlemek için kurumlara ihtiyaç duymakta. Sağlık sektö-ründe bir zamanlar Başbakan’ın kızıp “gerekirse doktor ithal ederiz” ifadesi sağlık emek gücü ile ilgili iken, sağlık turizmi yabancı hasta çekilmesi ile ilgili. Yine sağlık alanının serma-ye yoğun kısımlarının ithalatın içinde önemli bir yekûn tut-ması, Kalkınma Planı’nda olduğu gibi, bu alanlarda araştır-ma, geliştirmeye özel bir önem verilmesini sağlıyor. Sağlık için temel girdilerin ülke içinde üretilmesi, ama sağlık hizme-tinin dünya ölçeğinde sunulan bir meta, bir sektör olmasının, hem sermayelerin (ulusal ve uluslararası) hem de ulus dev-letlerin planları ile gerçekleştiğini söyleyebiliriz.
Dönüşümün Kavramsal Belirleyenleri
Bu sermayeler için sektörel kaymalar anlamına geldiği ve
aynı zamanda metalaşan sektör-leşen sağlık hizmetinin mekânsal
olarak da yeni örüntülere yol açtığını söyleyebiliriz.
25
iii-Katma Değeri Yüksek Alanlarda Yatırım Yapmak
Yeni Kurumsalcı Kalkınmacı iktisatçıların herhalde en çok işaret ettikleri vurgu etkinlik, verimlilik ve etkinliği artıra-cak düzenlemelerin yapılmasıdır. Sermaye ve ulus devle-tin yeniden üretimlerinin kaynağı üretim sürecinde yara-tılan değerdir. Bu değeri çalışanlar yaratmaktadır. Üretim sürecinde yarattıkları değer ile aldıkları ücret arasındaki farkı, karşılığı ödenmemiş emek zamanı olarak tanımlıyo-ruz. Karşılığı ödenmemiş emek zamanını arttırmanın bir diğer adı, katma değeri yüksek alanlarda yatırım yapmak. Marksist analizde karşılığı ise görece artı-değer yaratmak-tır. Görece artı-değer yaratmanın iki temel belirleyeni emeğin verimliliğini artıracak emekle ve ölü emek dediği-miz makine ile ilgili değişikliklerin yaratılmasıdır. İmpara-torun yeni kurumsalcı terzilerinden derlediğimiz bilgileri kısaca başlıklar altında özetlersek katma değeri yüksek alanlarda yatırım yapmak yani yapısal dönüşümü hızlan-dırmak için: verimliliği arttırmak, teknoloji ve buluşlara önem vermek, nitelikli emek-gücünü geliştirmek, ülke için-de ara-sanayi malı üretimini teşvik etmek, yabancı serma-ye girişini hızlandırmak”(Chang; Rodrik, TEPAV).
Yukarıda hem genel ve hem de sağlık için bu yöndeki planları işaret etmiştik. Ama yine de Plan’daki bu ifade derdimizi anlatmaya yetiyor; “Gelişmiş ülkeler değer zin-cirlerinin yüksek katma değer yaratan aşamalarına hâkim olup, zincirin diğer aşamalarını ve üretim ağını da yönet-mektedir.
Daha düşük katma değerli aşamalar, çoğunlukla gelişmekte olan ülkeler tarafından gerçekleştirilmektedir. Türkiye he-nüz yüksek katma değer yaratan halkalar içerisinde potansi-yeli ile orantılı bir biçimde yer almamaktadır.” Sağlık alanın-da katma değerin artırılması için, hem emek üzerinde yeni kontrol biçimleri yaratmak, performans kriterleri gibi ve hem de daha teknik yoğun girdilerle toplam verimliliği artır-mak isteniyor. Görece artı-değer ya da karşılığı ödenmemiş emek zamanın, sağlık alanında gelecekteki politik örgütlen-menin de temel belirleyicisi olacağını söylemek, planlamaya gerek duymayacak kadar açık bir gerçeklik.
iii-Kamu-Özel İşbirliğini Sağlamak
Son dönem gelişmelerin işaret ettiği bir diğer değişim ulus-devletin artan ölçüde finansal kısıtı aşması için hem finansal açıdan sermaye ile farklı düzeyde ilişkiye girmesi ama hem de kendisi de doğrudan sunduğu hizmeti ya metalaşma süreci içine çekmesi ya da sermaye için hazırladığı ortam için fark-lı biçimlerde komisyonlar aldığını söyleyebiliriz. Kamu- özel işbirliğinin Türkiye’de ilk olarak sağlık alanında gerçekleşti-ğini ve Plan’da bu yönde oldukça önemli ifadeler olduğunu da söylemekle yetinelim. Diğer yandan çok sıklıkla işaret edilen TOKİ ile sağlık alanında sermaye ile bağlantılı olarak sağlık tesisi yapımı-onarımı, Şehir Hastaneleri Projeleri ve Entegre Sağlık Kampüsleri bu alana ait yeni durumları işaret ediyor.
Sonuç Yerine
Sağlık çalışanları ile hastaların kasti
eylemliliğe karşı ittifakı mı? Planlı ve dolayısıyla kasten, sağlık hizmetinin metalaşma sürecine ve daha da önemlisi sektörleşme sürecine çekilmesi-nin yol ve yöntemleri hızla, çeşitlenerek artmaktadır. Farklı sermayeler için sağlık, üretim, değerlenme ve realizasyon aşamalarında birikimlerine katkıda bulunmakta, devlet ise artan kaynak kısıtı ile kendi krizine çare bulmak için sağlık alanına yönelmektedir. Her iki aktörün ittifakı için neler yapması gerektiğinin genel çerçevesini imparatorun terzileri ama yeni terzileri, kurumsalcı kalkınma iktisatçıları, çiziyor. Sağlık hizmetinin metalaşma ve sektörel bir düzeye ulaşma-sının tüm sorunlarını sağlık emekçileri taşımaktadır. Plan bize bu yükün zaman içinde artırılacağına dair planlı bir geleceğin ipuçlarını gösteriyor. Planlanarak kasti bir hal alan sağlık alanının metalaşma sürecine çekilmesi ve sektörel bir özellik kazanmasının temel belirleyeni, taşıyıcı gücü, sağlık emekçileri olmakla birlikte, sağlık hizmetinde gerçekleşen değişim, sağlık hizmetinin kalitesini sınıfsal konumlara göre farklılaştırmanın yanı sıra niteliğinin düş-mesine yol açacaktır. Hem nitelik kaybı ama hem de nitelikli sağlık hizmetine sınırlı bir kesimin ulaşabilmesi, sağlık emekçileri ile hastalar arasında bu planlı, kasti eylemliliğe karşı planlı duruşun olanaklarını da açığa çıkarıyor.
Her ne kadar son zamanlarda has-talar ile sağlık çalışanları arasında-
ki ilişki tam tersi bir yönde biçimlen-se bile, uzun erimde hastalar ile sağlık
emekçileri arasındaki ittifakın yol ve yöntemleri üzerinde daha detaylı düşün-
menin zorunlu olduğunu gösteriyor.
http://saglikhaktir.org/planli-ve-kasten-
saglik-hizmeti-bir-sektor-olurken
26
Bir Yeşilçam klasiği
Sabahın 7 'si, 20 Ekim 2015. Son iki saat...
Ekip yorgun. Anons geldi. "Dinlemede merkez" diye cevap verdi, bendeniz. Yeşilçam mahallesi, 70 yaş, kardiak şikayetleri olan kadın hasta.
Harekete geçtik. Yolda ikinci anons geldi. Gittiğiniz vaka arrest. Sabahın 7'si, aklımda türlü senaryo: Yaşlı yata-lak hasta. Birisi işe gitmek için kalktı. Yaşlı kadını ölü buldu. Biz de başınız sağolsun, diyeceğiz.
Olay bu! Yani, bendeki beklenti bu yönde.
Ambulanstan iner inmez genç bir çocuk elimden kapmaz mı, resusitasyon çantamı! "Ne oluyor?" diyemeden ka-ranlıkta merdivenlerden yuvarlanmadan indik. Sabahın serinliği yüzümü okşadı. Burnunda nasal kanüllü mos-mor, Fatma Teyze. Nabız yok, solunum yok, pupiller dilate...
Tam "Başınız Sağolsun" diyecektim ki oğlu "Yeni morardı. Biz kalp masajı yaptık" demez mi! Başladık resusitasyona. "Kaç kişi?" diye sormayın. Odada 8 kişi, biz üç. Oğlu "Annem hastanede de gitti böyle, döner" di-yor. Ben "dönerse götürürüz, dönmez kolay kolay" demiş bulundum. Kardiak masaj arası carotis nabzına bakıyo-rum. Ayak masajı yapan oğlu "ayaklarına can geldi, morarma geçti. Hadi anne, hadi!" diye söyleniyor.
Fatma Teyze, ventriküler fibrilasyona girdi. "Ambuyu bırak, oksijeni uzaklaştır"a "Ayak masajını da bırak!" teri-mini ilave ediyorum. Aile de uzaklaşınca defibrile ediyorum. Çak bakalım Belkıs, sonu nereye varacak? Sonra tekrar devam.
Kaçıncı adrenalin, unuttum. Saate bakıyorum: 45 dakika dolsun; ‘Yapacak birşey kalmadı’ ifademi yüzüme yer-leştirip başınız sağolsun, diyeceğim.
Fatma Teyze pembeleşti. Carotiste nabız ele geldi. Çok dolgun değil gerçi. Ambulans Soförü “hocam çenesi oyna-dı” demez mi, genç çocuk! Ters ters bakıyorum. Oğlu da “evet, evet oynadı. Anne, anne, diren anne! Diren Anne!” Ambulans şoföru ile tekrar gözgöze geliyoruz. ‘Dışarıda konuşuruz, bakışları’ bunlar!
Fatma Teyze…
O da ne? Solunum da geldi.
Belkıs Banaz
An
ı
http://saglikhaktir.org/
bir-yesilcam-klasigi-
Fatma Teyze,
direndi ve kazandı. Ne olur,
bilemem. Kaç gün yoğun
bakımda kalır? Daha direnir
mi? Ama inatçı teyze! Bana
inat, döndü. Ya da ayak
masajını resusitasyona
dahil etsek mi
acaba?..
27
Sardunya Nilüfer Çam
An
ı
Sağlık ocağının kapısında duruyor, upuzun iri yarı bir adam.
Öğle saati. Mesai arkadaşım özenle soyduğu kırmı-zı elmadan bir dilimi bıçağın ucuna geçirerek önü-me uzatıyor. Elmayı çok sevdiğimi söylediğimden yüzünde hafif muzip, sevimli bir gülümseme var.
-Geldi yine bizimki , hadi sana kolay gelsin doktor hanım diyor ve ikinci elmayı soymaya başlıyor.
Yeni tayin olmuşum buraya. Anlıyorum ki gelen, sağlık ocağının gediklisi. Sessizce soruyorum ve birkaç gündür aynı diyaloğun tekrar ettiğini öğre-niyorum. Pek de hoşlanmıyorlar ondan .
-O benim çiçeğim, diyor neşeyle.
-Biraz destek alabilir miyim sizden?
“Allahım yine aynı terane” diye söyleniyor, elma-yı soyan.
Ben merak içindeyim ve aklımdan yine binbir türlü düşünce geçiyor. Meslek hayatımda her ko-nuda yardım isteyene denk gelmişliğim var. Çocu-ğunun düşük matematik notlarını nasıl yükselte-ceğinden, kayınvalidesiyle olan kavgasını günde üç posta gelip anlatan hastalar da var, iştahsız kanaryasına aspirin verse iyi gelir mi diye sorana da rastladım.
Ama bugün bir ilk. Bir adam çiçeği için yar-dım istiyor. Acaba ne tip bir psikiatrik vakayla karşı karşıyayım diye düşü-nürken, adam özenle ekliyor.
-Hiçbir şeyini eksik etmedim ben onun; ama yine de solgun, cansız .
Başımı, onu anladığımı belirten bir edayla hafifçe öne sallıyo-rum bir iki kez. O hiç oralı değil, devam ediyor yine neşe-li bir sesle:
-Bir gelip bakabilir misiniz? Evim hemen arka sokakta.
Peki, diyorum birdenbire ve ne söylediği-min farkına vararak anında pişman oluyo-rum. Odadaki diğer arkadaşlar, önce bana, sonra birbirlerine bakıyorlar. İçlerinden birini kurban olarak seçiyorum ve tarihi bir cümle söylüyorum:
- Bana eşlik eder misiniz hemşire hanım, şu çiçeğe bir bakıp gelelim?
İtiraz etmesine fırsat bırakmadan ceketimi giyip yola düşüyorum, hemşire arkadaş arkamdan geliyor ama, fakat ve benzeri bazı cümle-ler kurarak kolumdan çekiştiriyor. Hava soğuk, belki de çiçeği soğuk vurmuştur diyorum hafif gülümseyerek. Alaycı tavrım adamın yü-zünde hafif bir gölgelenmeye sebep olduysa da pek bir tepki vermi-yor. İki dakika içinde dediği gibi çok yakın olan evine varıyoruz. Ka-pıyı kendi açıyor (kapıyı açan olmadığına göre yalnız yaşıyor ve yalnızlık bazen gerçekten çok bunaltıcı diye geçiriyorum içimden, aklım sıra onunla empati kurmaya çalışıyorum).
Temiz, düzenli bir ev, mis gibi de kokuyor. Kesin obsesif-kompulsif bozukluk diyorum, yine içimden. Takıntısı profile de uyuyor hem. İçimde şıp diye teşhis koyabilmiş olmanın haklı gururu var. Odaya giriyoruz ve hayatımın en büyük pişmanlığı ve utancıyla karşılaşıyo-rum
Havalı yatakta yatan, gözlerini tavana dikmiş, 40 kilo bir kadın. Ya-nında tertemiz, pansuman malzemesi dolu bir masa, oksijen tüpü, özenle dizilmiş ilaçlar, yatağın yanında bir koltuk ve bir battaniye..
Çiçeğe özenle bakılmış besbelli.
-Biz yeni taşındık buraya, diyor iri yarı adam, çiçeğime hava değişik-liği olsun istedim.
Hemşire arkadaş hıçkırarak ağlıyor ve elleri titriyor. Tıkanan trakeostomi deliğini ben temizliyorum ve pansumanını yapıyorum. O durmadan ağlıyor, bense tuhaf bir sakinlik içimdeyim.
Ve adam son vurucu cümleyi söylüyor:
-Bana da öğretin doktor hanım, her sefe-rinde sizi rahatsız etmeyeyim.
-Dediğini yapıyor ve bir şeyler öğretiyo-rum, o pek mutlu.. Çiçeğine artık daha
da özenli bakabilecek. Kapıdan güle-rek uğurluyor bizi:
-Ellerinize sağlık, ihtiyaç olmaz-sa tekrar çağırmam merak etmeyin diyor.
-Olsun siz çağırın yine geliriz falan gibi bir şeyler geveliyo-
rum ağzımda, ne dediğimi şimdi hiç hatırlamıyorum. Sağlık ocağın-da bir sessizlik. Akşamüstü sokağın
karşısına kurulan pazardan iki sardunya alıyor ağlayan hemşirem.
Camın önüne yerleştiriyor özenle. Çiçekler sanırım hala yaşıyor.
http://saglikhaktir.org/sardunya
28
Medikal
illüstrasyon,
bilimsel verilerin
görselleştirilerek,
bilginin doğru aktarı-
mını ve anlaşılır kılın-
masını sağlayan bir
sanat-bilim dalıdır.
Medikal illüstratör
olabilmek için de hem
bilime hem de gör-
sel sanata tutkun
olmak gerekir.
Ege Üniversitesi
Tıp Fakültesinde 4. Sınıf
öğrencisiyim. Medikal çizim-
ler yapıyorum ve Association of
medical illustrators üyesiyim.
Elif Ceren Çümen
Medikal illüstrasyon
29
AKP Hükümeti 657 Sayılı devlet Memurları Kanunu’na saldırmak için kolları sıvadı. Taşeron sistemini yaygınlaştırarak iş güvencesini adım adım yok etmeyi hedefleyen hükümet, bunlar yetmezmiş gibi kıdem tazminatını kaldırmak ya da hiç olmazsa fona devretmek için bir hayli çaba sarf etti ve etmeye devam ediyor. Patronların hükümeti olduğunu var gücüyle ispatlama-ya çalışıyor.
Hatırlanacağı gibi Recep Tayyip Erdoğan1 Kasım seçimlerinin hemen öncesinde, tüm niyetini ele veren bir açıklama yaptı. Açıklamada; “Bu paralel yapı ülkemizde devletin içerisine sızmış bir virüs gibi. İstihbaratta da var, emniyet teşkilatı, silahlı kuvvetlerimiz bütün bu yerlerin hepsinde bunlar var ve ciddi iletişim sağlamaya çalışıyorlar. 657 değiştirilmediği sürece bu iş çözülmez” demişti. Minareye aranan kılıf böylelikle bulunmuştu. Nitekim AKP’nin havuz med-yasında 657 ile ilgili tartışmalar “Memurlara müjde 657 değişiyor!” başlıklarıyla verilmeye başlandı bile. Paralel bahanesi ile kamu emekçilerinin iş güvencelerinin kaldırılması hedef-lenmekte ve bu da topluma yavaş yavaş yedirilmeye çalışılmakta, kamuoyu oluşturulmaktadır.
Hal böyle olunca kamu emekçileri arasında da kara haber tez yayıldı. Biz ‘paralel’ değiliz laf-ları etrafta dolanmaya başladı. Mesele tam da Erdoğan’ın istediği boyutta tartışılıyordu. ‘Paralelci’ olup olmadığımızı nasıl ispatlayacaktık? Burada yapılmak istenen açıktır. AKP hü-kümeti tıpkı Tekel, köy hizmetleri ve yapı yol işçilerinin iş güvencelerini yok ettiği gibi devlet memurlarının da kazanılmış tüm haklarını ve iş güvencelerini yok etmek istiyor.
İş güvencesinin ortadan kalkması diğer kamu alanlarında olduğu gibi sağlık alanında da ol-dukça büyük riskler taşıyor. Öncelikle kamuda 657 dışında her türlü istihdam modeli uygula-maya açılacak. Zaten kamu hastaneleri Kamu Hastaneleri Birliği adı altında CEO’lara devredil-miş, sağlıkta piyasalaşmanın yolu açılmıştı. Bu şekilde devlet sağlık alanından yavaş yavaş değil hızlıca elini eteğini çekmeye çalışıyor. Kamu alanlarını taşeron cennetine çevirmek istiyor. Yani hastaneleri işletme, çalışanları köle ve uzun bir zamandır hastaları müşteri ko-numuna sokmuş bir istihdam modeliyle tüm sağlık alanını piyasanın acımasız ellerine terk ediyor. Sağlık kurumlarının da içinde olduğu tüm kamu kurumları belki de tamamen taşeron-laşacaktır.
Bu durum elbette sağlık emekçilerini etkilediği gibi sağlık hizmeti alan halkı da yakından ilgilendiriyor. Çünkü piyasa koşullarına terk edilmiş bir sağlık sistemi ve istihdam modeli niteliksiz bir sağlık hizmetini de beraberinde getirmek demektir. İş güvencesinin kaybı sağ-lıkta özelleştirmeyi de bir bakıma hızlandırmak demektir. Şimdilik genel sekreterler, ileride sermaye sahipleri sağlık hizmetlerinde istedikleri şekilde uygulamalar yapacaktır. Şimdiye kadar sağlık hizmetleri hala devlet eliyle veriliyorsa ve halk birçok alanda sağlık için hala ücret ödemiyorsa bu, doğrudan sağlık emekçilerinin geçmiş yıllarda yaptıkları büyük eylem-lerin ve grevlerin sayesindedir. Fakat 657’nin yok edilmesiyle beraber verilecek mücadeleler de darbe alacaktır. Çünkü artık amaç yalnızca kar elde etmek olduğu için alınan kararların hiçbirinde çalışanların söz hakkı olmadığı gibi itiraz hakkı da olmayacaktır. Bu da esnek, kuralsız bir çalışma orta-mı ve devamında artan iş yükü demek olacaktır. Tüm bu sarmal içinde sağlık hizmetlerinde aksamalar yaşanacak belki de tıbbi hatalar arta-caktır.
Peki buna karşı ne yapmak gerekir? Tek kelimeyle söylemek gere-kirse mücadele etmek! Yani yalnızca kamu emekçilerinin iş gü-vencelerini koruyarak değil herkese güvenceli kadro isteyerek. Tüm emekçileri içine alan güçlü bir mücadele hattı kurmaya baş-layarak. Kolları sıvamak, safları sıklaştırmak zamanıdır.
AKP 657’ye saldırmaya hazırlanıyor, biz de hazırlanalım!
Ece Ertan
AKP dereyi görmeden paçaları sıvadı, ama
kamu emekçileri onu bu derede boğmasını
da bilir!
http://saglikhaktir.org/akp
-657ye-saldirmaya-hazirlaniyor-biz-de-
hazirlanalim/
30
Ankara Çağlayan Üçpınar
Gü
ndem
Muğla’dan 4 otobüs dolusu insan çıktık yola. Birisi Bodrum, diğeri de Fethi-ye’den katılacak, Ankara’da buluşacaktık. Ankara’ya girdiğimizde, alanda
tuvalet işini çözmek sıkıntısıyla karşılaşmayalım diye bir akaryakıt istasyo-nunda mola verdik 10 dakika kadar. Tekrar yola koyulduğumuzda Muğla Tabip Odası Genel Sekreteri Cafer’e hiç polisle karşılaşmadığımızı, önceki gidişlerde en az 3-4 ayrı yerde durdurulup bekletildiğimizi, bu durumun ilgimi çektiğini söyledim. “Bizim için iyi şeyler düşünmüyorlar bunlar herhalde” dedi o da, gü-lerek. O sırada yanımızda getirdiğimiz erzak pay ediliyordu…
Araçların park edeceği alana yaklaştığımızda Cafer’in İstanbul’dan başka bir grupla mitinge gelen kızından bir telefon geldi. Bir patlama olduğunu, ses bom-bası olabileceğinin söylendiğini iletti. Ama kısa süre sonra ikinci patlama ve ölümlü olduğu bilgisi geldi. Panik içinde, kızın sağlık durumunu öğrenmeye çalıştık; iyiydi. İnsanın durumu ne olursa olsun, çocuğun yaşı ne olursa olsun evlatlarının sağlığını düşünmesi inanılmaz bir duygu. Cafer’in eşinin yaşadığı telaşı anlatmak mümkün değil.
Biz telefonlarla haber almaya çalışırken otobüs diğerlerinin yanına yanaştı ve inip gara doğru koştururcasına yürümeye başladık. Kısa süre içinde Gar’ın kar-şı tarafındaki “Büyükşehir Belediyesi” önünde endişeyle bekleşen kalabalığa karıştık. Ama kısa süre içinde şoka girmiş, ağlayan, beddua eden insanlar gel-meye başladı. En son da, ceketinin sırtına kan ve et parçaları yapışmış bir adam.. Epey bir saydırdı, çimlerin üstüne oturup ağladı, bağırdı, gene ağladı… Bu ana tanıklık etme kaygısı ile fotoğrafını çektim, yaptığımdan iğrenerek.
Kaç gün geçti o patla-
manın üzerinden bilmiyo-
rum, bilmek de istemiyorum.
Yazılanlara, söylenenlere inanmı-
yorum. Bu nedenle medyada çıkan
haberlere bakmıyor, olmamış gibi
davranmaya çalışıyorum. Bir süre
gidecek bu. Ne zaman iyileşirim, ne
zaman yüzleşirim içimdeki pat-
lamayla; yapabilir miyim,
onu da bilmiyorum.
An
ka
ra
31
Kaç gün geçti
o patlamanın üzerinden
bilmiyorum. Bildiğim,
hayatlarımızı çalıyorlar.
Gözyaşlarımızı, hıçkırıkla-
rımızı. Bildiğim, ayakta
durmak zor ama bunun
için yeterli öfkemiz
var.
Bu ülkede
10 Ekim sabahı 100’den fazla
insan öldü. Suruç’ta, Diyarba-
kır’da, Silvan’da, Sivas’ta, Ma-
raş’ta olduğu gibi… Yüzyıl-
lardır devlet bizi öldürüyor ve
siyaset yapanlar bu utanca
ortak olup sıradanlaştırarak
yüzümüze bakmaya devam
ediyorlar. Hiçbir şey
olmamış gibi.
TTB binasının dışında Başkan Bayazıt İlhan telefonla konuşuyordu. İçerisi çok kalabalık-tı.Kimse ile birşey konuşamadım, Gözleri-mizdeki hüzün, yüzümüzdeki acı ortaktı. Kriz masası kurulmuş, herkes bir hastane sorumluluğu almış, acillere gelenlerin sayı ve isimleri netleştirilmeye çalışılıyor, listele-nip bilgisayara aktarılıyordu. Hüseyin Demirdizen olay anında tiriaj yapıldığını, en az 50 ölü olduğunu, açıklanan rakamların doğru olmadığını söylüyordu. O sırada resmi kanallarda 10-15, özel kanallarda 25-26 ölüm telaffuz ediliyordu.
Hande Arpat “ Ayakkabılarımın içine kan dolmuştu, çıkarıp attım”dedi. TTB’de terlikle dolaşıyordu. Şeyhmus Gökalp ben oraday-ken geldi, sarıldık. Elini sıkmak istedim. “Önce yıkamam lazım kanları” diye lavabo-ya gitti.
TTB ve doktorlar organize, devlet şaşkın ve çaresizdi. Sağlık Bakanlığı Koordinatörü ”Kan ihtiyacı yok” derken, TTB’den “Şu grup kan verebilecekler şu hastaneye, bu grup kan verebilecekler şuraya gitsin” yönlen-dirmeleri yapılıyordu.
Hiçbirimiz Suruç benzeri bir olay yaşanaca-ğını düşünmüyordu. “Gaz-cop yer miyiz?” diyorduk, belki gözaltı. Böylesi bir katliama göz yumulacağını aklımızın ucundan bile geçirmemiştik. Saat 16 sıralarında otobüsle-re atlayıp geri döndük. Hiçbirimizde ağzımı-zı açacak moral kalmamıştı. Gece 01.30 gibi Muğla’ya vardığımızda büyük bir kalabalık tarafından karşılandık. Ellerinde meşaleler-le birlikte yürüdük, slogan attık. Herkeste şaşkınlık ve öfke hakimdi. Sonraki günlerin planı yapılarak evlere dağıldık...
Bu katliamın, sesi çıkmayan insanları yerle-rinden oynatacağını sanmıştım. Siyasi parti-leri, örgütleri… Ama meydanlara çıkıp “katilsiniz” diye haykıracaklarına seçim sonuçlarına göre senaryolar üretiyor, yok-sulluk edebiyatı yapıyor, hükümete ve Baş-bakan’a laf yetiştirmeye çalışıyorlar.
Olay yerine gitmedim, gitmek için çaba da göstermedim. Beni nelerin beklediğini, bir işe yaramayacağımı çok iyi biliyordum. Uzun zaman acil ve 112’de çalışınca etkilenmemişsin gibi geliyor. Ama fark ettim ki yaban-cılaşma bu, ruh sağlığını korumak için geliştirdiğin bir duruş. Belki dışarıdan baktığında boktan görünüyordur ama bir şey olmamış gibi dolaştım ortalık-ta. O anda orada olsaydım birşey dü-şünmezdim ama sonradan oraya git-mek; yapmadım.
Cafer, özellikle eşi kızlarıyla haberleş-melerine rağmen paniklerini bastıra-madılar ve onunla buluşmak üzere ayrıldılar...
Hala polis yoktu ortalıkta. Epey bir sonra trafik aracı ile bir ekip gelip yolun ortasında durdu. Olay yerinden uzaklaştırılan bir grup insan gelip polislere sataştı. Karşılıklı bir ağız dalaşı yaşandı ama çok büyümedi.
Bu arada patlama bölgesine ya-kın olan TTB MK ekibi olaya müdaha-le etmeye çalışırken polis gaz ve su sıkmaya başlamış. Olayın merkezin-dekilerin dediklerine göre çevik polis toplananların çok uzağındaymış. Saki bir olay olacakmış, bunu bildikleri için uzak duruyorlarmış gibi…Yapacak birşey olmadığını anlayınca arkadaş-ları aradım. TTB Merkezi’ne gittikleri-ni öğrenince ben de oraya yürüdüm. Yolda hiç kimsenin olaydan haberi olmadığını, yaşamın kendi çizgisinde aktığını farkettim. İçim acıdı. Mücade-lesini yaptığımız değerlere sahip çık-ması gerekenlerin, bunlara en çok gereksinimi olanların bizlerden ne kadar uzak olduklarını, kışkırtıldıkla-rında canımıza kastettiklerini, patla-mayı duyduklarında çoğunun içinden bir sevinç dalgası geçeceğini düşün-düm. Bu duygu ile küçüldüm sanki.
An
ka
ra
http://saglikhaktir.org/
ankara-caglayan-
32
G
ün
dem
Her türlü kaybın ardından ruhumuzda şekillenen süreçlerin önemli oldu-ğu düşünülür. Ölen bir yakınımızın ardından hissettiklerimizin bir çok insanda benzer yollardan geçtiği, sağlıklı ilerlediğinde bizi olgunlaştırdığı düşünülür. Sağlıklı ilerlediğinde!
Yas tutmanın da beklenen bir akışı vardır; ölüme verdiğimiz ilk tepkinin onu yadsıma, inkar şeklinde başladığı, pazarlıkla devam edip, ölen kişiye öfkelendiğimiz bir uğrağın ardından, gidenin artık yaşamadığını kabul-lendiğimiz, yaklaşık iki yıl boyunca devam eden bir süreç olduğu düşünü-lür. Artık somut olarak karşımızda olamayacak kişiyle, ruhsal dünyamız-daki temsiliyle yeniden ilişki kurma sürecidir bir yandan. Kişi hayattay-ken, kendisiyle kurmuş olduğumuz ilişkinin şekline, dinamiğine, özellik-lerine bağlı olan bu yeni form, sağlıklı bir özdeşim süreci ile gidenin ar-dından benimsediğimiz özelliklerini devralmakla sonuçlanır. Büyümek, olgunlaşmak, içimizde başkasından bize kalmış, artık kendimizin olan özellikleriyle var olmaya devam ederiz.
Kayba vermiş olduğumuz bu sağlıklı tepkiyi bozabilecek, bizi bu dizgenin, ölümü kabullenme aşamasına varamadan önceki uğraklarına sabitleye-cek durumlar vardır. Ölen kişiyle kurmuş olduğumuz ilişki çatışmalı, iki uçlu, gelgitli ise, beklenmedik, ani, travmatik bir ölüm ise, inkar, öfke aşa-masında kalabilir, çökkünlüğe girebiliriz. Genel olarak bireyin kayba, ölüme verdiği tepki için bunları anlatabilir, bu söylediklerimizin insan grupları olarak yaşadığımız topluluğu ilgilendiren kayıplarda da, birebir aynı olmasa da, benzer şekilde ilerlediğini düşünebiliriz.
Kitle, grup, topluluk olarak ülkemiz solunun, mücadelesinde verdiği
kayıplardan sonra oluşan tepkilerin duygusal ve siyasi açıdan sağlıklı
olduğunu söyleyebilir miyiz?
Bireyin vermiş olduğu ruhsal yanıtta olduğu gibi, toplulukların da yanıtında öznel ve nesnel belirleyen yanlar olduğunu hatırlamak gerekir. Öznel olarak soldaki ölümü kutsallaştıran, “şehitlik” mertebesi ile yücelten, mücadelede “olağan” bir durum olarak kavramakla kalmayıp “yöntem” olarak kulla-nan kavrayışın sağlıklı bir yas tutabilme sürecini engellediğini düşünüyorum. Yanı sıra müca-delenin insanına ölümsüzlük atfederek geliştirilen tutumların da benzer etkisi var. Bu toprak-larda, doğduğu günden itibaren, katliam, cinayet, işkence gibi yön-temlerle engellenmek ve sürekli bir tehditle karşı karşıya kalmak da işin en önemli nesnel kısmı olsa gerek.
Endam Köybaşı
Yas tutabilme, yası yaşayabilme
Topluluk olarak yaşanan kayıplara verdiğimiz ruhsal yanıtların sağlıklı olup olmadığını genel siyasal tutumlardan, yaşananlardan sonra kişi-lerde ortaya çıkan davranış şekilleri ve oluşan ruh halleri üzerinden okuyabiliriz. Bir çok örnek verilebilir, önemsediklerimden birisi, 12 Eylül’ le ilgili alınan siyasi tutumlar; “asker vesayeti” kav-ramı üzerinden “sivil” unsurlara verilen hesapsız destekler. Bir diğeri her katliamda sonra ölenle-rin siyasal kimliğini, sahiplendiği değerleri bir türlü adlandıramama, failleri seçim gibi politik hesaplar dolayısı ile belirsizleştirme, hangi sol yapıların orada olduğunu, saldırının hangisini hedef aldığını temel unsur haline getirme, orada bulunanların verdiği tepkileri insafsızca ölçme cesurca olmadığında teşhir etme, kahramanlık hikayeleri yaratma vb…
Sahiplendiğimiz, tek tek her birimizin içimizde yaşatmaya çalıştığı ve grup olarak sergilemeye, insanlığa aktarmaya çalıştığımız hangi değere/değerlere saldırıldığını, ölen kişilerin hangi özel-likleri nedeniyle hedef alındığını bilmek ve anlat-mak sağlıklı bir yas sürecinin temel koşulu. Bu-nun dışındaki tartışma ve ritüeller birey ve grup psikolojisi açısından bizi gerçekten koparacak kadar yadsımacı, kör bir öfkeye saplanmış, çök-kün, melankolik bir hale büründürebilir.
10 Ekimde
Ankara’ da gerçekle-
şen katliam ve sonra-
sında yaşananlara bir
de bu açıdan bakmak
gerek.
An
ka
ra
http://saglikhaktir.org/yas-
tutabilme-yasi-yasayabilme/
33
G
ün
dem
Kısa bir
film hikayesi Şükrü Özütemiz
10 Ekim’den sonra ‘hepimizde olan’ duygulardan bende de vardı: Hüzün vardı, acı vardı, korku vardı, sevdiklerini
kaybetmenin dayanılmaz ağırlığı vardı. Orada sadece 102 insa-nı kaybetmedik, "vicdanı" olan her insanın yaşayabileceği duy-guları yaşadık. Orada o insanları ve insanlığı kaybettik, barış ümidini kaybettik, ümidimizi kaybettik.
Sonrasında yapılan eylemlerde şunu gördüm; aslında biz bir araya gelememiş çok büyük bir grubuz. Ülkenin dört bir tara-fındayız. İşyerimizde, sokaklarda, meydanlarda, hayatın her alanındayız ve farklı şekillerde etkileniyor. Bir kısa filmde bu-nu işlemek istedim.
Ne yapsam? Ne yapsam, ne etsem derken konuyu Seyfi abiye açtım. ‘insanların Ankara’da yaşananlarla ken-dinde kurduğu mesafeyi ajite olmayan bir dil ile ve olabilecek en yalın halde yansıtma’ düşüncesi ağır bastı ve çekmeye başladık.
Filmin sonu? Bu kadar acıya, ölüme söyle-yebilecek sözümüz var mıydı? Öldürülen insanların arkasından "oh oldu!" diyebilen bir güruha karşı ne söylenebilirdi?..
Filmin müziği? Arkadaşlarımızın anısına onların kaldığı yerden devam edileceğini, edeceğimizi herkese göstermek için seçtik. Onları unutmadan, ta ki bu topraklara "barış" gelene ka-dar!
Hepimiz farklı yaşadık bu
travmayı nasıl anlatalım
derken Ankara katliamından
farklı biçimlerde etkilenen arka-
daşlarla iletişime geçtik. Birinin
tanıdığı kimsesi yoktu, bir başka-
sı son anda gidememişti,
arkadaşları orada olan vardı,
orada bizzat bulunan ve
arkadaşlarını orada
kaybeden...
Kimseyi
tanımıyordum!
Arkadaşlarım
oradaydı!
Orada
olabilirdim!
Oradaydım!
Arkadaşlarım
öldü!
!
Nihan Hafızoğlu
Gülper Şahin Ergün
Hür Hassoy
Gizem Keçeci
Merve Semercioğlu
Nehir zeren
‘Adınız Geliyor Aklıma’ Filme ulaşmak için:
https://vimeo.com/143771115
An
ka
ra
34
İktidarın
erkek şiddetine
yansıması Berivan Sert
Karısını pompalı tüfekle
vurup iyi hal indirimi alan,
13 yaşındaki çocuklarımıza
tecavüz edip “rızasını” söz
konusu yapan, 10 yaşındaki
öğrencisini rüyasında görüp
ailesinden evlenmek üzere
isteyen, zorla evine girip ya
da sokakta sıkıştırdığı her-
hangi bir köşede tecavüz/
taciz ettiği trans bireyleri
kurşunlayan katil ve sapık
zihniyet Baho’muzu sokak
ortasında tacize karşı çıkar-
ken katledenlerle
aynıdır..
Merve Semercioğlu
Kadına yönelik
tacizin, tecavüzün ve
şiddetin karşısındayız,
hayatın ateş renkli
kelebekleriyiz.
BİRARADAYIZ!
Yoru
m
http://saglikhaktir.org/iktidarin-erkek-
siddetine-yansimasi/
Bu ülke katliamlar ülkesidir..
Kahkaha atan, mini etek giyen,
ha-mileyken sokakta gezen, dans
eden, içki içen, çalışan, okuyan,
partnerini seçen kadını sevmez!
tecavüz eder, döver, köleleştirir,
hapseder, metalaştırır, pompalı
tüfekle vurur.. İktidar özgürleşen
kadının yanında olan erkeği de
sevmez; bir Kadıköy gecesi sokak
ortasında taciz edememenin
öfkesiyle saldırdılar ona..
35
Makalenin ülkemizdeki kardiyolojik hasta-
lıklarla ilgili de bir kısmı var.
''55 yaşında erkek bir hasta göğüs ağrısı ve nefes darlığı şikaye-
ti var. Büyük şehirde yaşamakta. Ailesinin ambulans çağırması sonrası 10 dakika içinde ilk tıbbi teması sağlamış. İlk müdahale-
ler yapılıp, kalp grafisi çekilmesi sonrası kalp krizi tanısı konu-larak 60 dakika içinde damarlara anjiyografi ile bakılıp, dar-lıklara müdahale edilmiş.”
Sonrası taburculuk. Taburculuk sonrası kolayca poliklinik hizmeti, çok küçük miktarlarda katkı payı ile ilaç tedavisi-ni elde etmesi ve son olarak kalpte oluşan hasarlar için kardiak rehabilitasyon programına alınmasından bahse-dilip, mutlu bir tablo çizilerek olgu sunumuna son veril-miş.
Elbette nereden başlanması gerektiğine karar vermek zor. Ancak bununla başlayabiliriz. Makalenin yayınlandı-ğı ülkeden herhangi bir insan ülkemize gelip, herhangi bir hastanede kardiyoloji polikliniğinden randevu almaya kalksa, becerebilirse o randevuyu alsa ve sabah 7’de has-tanede kuyruğa girip giriş yaptırdıktan sonra hekime ulaşsa, (bu aralarda beklediği süreleri es geçerek) ortala-ma beş dakika içinde derdini anlatsa, muayene olsa, ilaç-larını gösterip, hangisini ne kadar ve ne zaman içtiğini anlatsa, sonrasında kendisinde istenen basit kan tetkikle-ri, efor-eko gibi ileri testlerin isteklerini alıp gitse. Saat-lerce kan verebilmekle uğraşıp, sonuçlar çıkana kadar diğer tetkiklerini halletmeye gitse, birçok hastanede bun-ların randevu ile çalıştığını ve 2-3 ay sonrasına randevu verildiğini duysa, aynı gün yapılan hastanelerde ise 10-15-20 dakika bile sürebilecek tetkikleri 3-5 dakikada sonuç-landırmak zorunda olan sağlık çalışanları ile karşılaş-sa…
Daha bitmedi, ihtiyacı olan ve kullanması gereken ilaçların bir kısmına rapor çıkarması gerekse ve bu ilaçların akla mantığa sığmayacak şe-kilde, raporda SGK tarafından ödenme koşul-larını sağlamadığı gerçeği ile karşılaşsa, örneğin en azından bir süre 2 tane kan sulandırıcı kullanması gerekirken devletin yalnızca birine izin-rapor verdiğini görse, ya da kullanması gereken kan sulandırıcı ilacına rapor çıkarmak için devletin uygun gördüğü ilacı kullanıp bunun başarısız-etkisiz olduğunu kanıtladıktan sonra ilacın raporuna ulaşabileceğini görse, ya da ilaç kullandığı için normal olan kolesterol değerleri normal olduğundan, sonraki sefer rapor çıkarmakta zorluk çekeceğini anlasa.
İnan Mutlu
Uzaaar, uzaaaar... Ne mi olur? Sanırım kalp krizi geçirir! Neyseki ülkemizde hemen müdahale edilecek koşullar var.
Ambulans hizmeti örneğin: Halkımızın hizmetinde canla başla çalışmakta. Bırakın hasta olmayı, canınız gezip dolaş-mak istese bile arayıp çağırabileceğiniz, triaj meselesinin hak getirdiği bu hizmetten faydalanabilmesi için o sırada onlarca insana hizmet sunan bu birimin boş olupta kendisi-ne gelebilme ihtimalini bir düşünün. Sonra küçük bir yerde ise bırakın anjiyo yapılacak merkezi, kardiyolog bile olup olmayacağı muamma.
Sonra 7/24 hizmet veren anjioyo merkezine ulaşsa, sanı-rım bu şekilde devlete ait olup, hizmet veren hastane 4 mil-yon nüfuslu İzmir'de ya yok, ya da 1 hastane var. Anlatıldı-ğı gibi işlemler yapılsa ve 2 gün sonra taburcu olup, koca ülkede 3-4 merkezi geçmeyecek sayıda kardiak rehabilitas-yon merkezine yönlendirilse. Nasıl bir şanssa, örnek düze-yini geçmeyecek hizmetlerin hepsi denk gelse hastamı-za.Yani acil servisinde aspirin olmadığı için haber olan hastanelerden birine değil de, anlatıldığı gibi bir merkeze denk gelse.Ve bu merkezde çalışma süresinin 27. saatinde olan, ya da 32. saatinde olan bir hekimin 79. hastası olsa.
Ülkenin en büyük illerinde,araştırma hastanelerinde gece nöbetlerde kardiyoloji-göğüs hastalıkları gibi spesifik branşlarda bu konularla ilgili hastalara asistan hekimlerin, hem de bu branşların asistan hekimleri olmak zorunda değil, baktığını görse, ne olur? Sanırım tekrar kalp krizi geçirir. Eğer geçirdiği krizlerin hepsinde hayata tutunmayı başarıp, canlı kalabilirse bu kısır döngü devam edecektir. Önemli değil ama, ülkemizde öyle güzel bir sağlık sistemi var ki! Yaşayabileceği ve resmen hayatta kalma mücadelesi verdiği onlarca sorundan bahsedebiliriz.
Peki durum böyleyken, bilimselliği şüphe götürmez ve
gerçeklerin böyle olmadığını bilen bir dergi ne amaçlamış olabilir? Kapitalizm,
sömürü düzenini devam ettirmek için halka yalan söylerken, bilimi buna alet
mi ediyor? Ismarlama makaleler mi yazı-lıyor? Neyse bu konuyu ilgili branşlara,
halk sağlıkçılara, sağlıkta soygun ve yıkım düzenini daha iyi bilenlere
havale edelim.
Geçtiğimiz günlerde New England Journal Medicine'de Transforming Turkey's Health System — Lessons for Universal Coverage başlıklı bir çalışma yayınlandı.
New England Journal of Medicine'e
kardiyolojik yanıt!
Ülkemizde son 12 senede sağlık alanındaki iyileşmelerden, sosyal sigortadan, gebelerden-bebelerden tutun da, birinci basamak sağlık hizmeti sunumundan, kalp krizi geçiren hastaların aldığı sağlık hizmetinden birçok
alana dair yaşanan devrim niteliğindeki(!) değişimler dünyanın sayılı bilimsel dergilerinden birinde, hem de diğer ülkelere örnek teşkil ettiği yönünde yorumlarla yayınlandı.
Yoru
m
Bilim
sel tav
ır
http://saglikhaktir.org/new-england-journal-
medicinee-kardiyolojik-yanit-inan-mutlu/
36
Aydan Tunca
Birçoğu, bu gelişmelerin karakterlerinde meydana getirdiği değişimi fark etmez bile. Öyle doğal bir süreçtir ki bu, zaten insanoğlu salt madde/maddiyat için dünyaya gelmiştir. Hayatı boyunca rekabet peşini bırakmayacak ve o da bu yarışta, bu büyük yarışta, hiç geri düşme-meye çalışacaktır. Bu da tabi ki doğal yollarla değil türlü entrikayla, stratejiyle ve sen tatlı sona ulaşırken birilerinin hayatını karartmayı göze almakla olacaktır.
Bu süreç okula adım attığımız günden beri işliyor. Her şey o ilk yenilgiyi almamızla başladı tabi ki. Bize satın almamız için dayatı-lan ve satın alacağımız yerin dahi belli olduğu, eğitimimiz için ‘olmazsa olmaz’ materyalleri gidip aynı gün satın aldık. Fiş satın almazsak da cüzi bir miktarda kârlı olacağımızın da öğretildiği, toplamda milyarlar eden bu alışverişin sonucunda elbette kârlı olan bizdik! Laboratuvarlarımıza geri döndük ve eğitimimize kaldı-ğımız yerden devam ettik, “dönemeseydik ne olurdu”nun azıcık (!) endişesiyle.
İkinci senemizde bu sefer ayağımıza gelmeye başladı ilerde sıkça ilişki kuracağımız büyük şirketlerin aracıları. Biz tabi ki bu fırsatı kaçıramazdık ve ilerde kendi kliniğimizde de kullanacağımız mal-zemeleri -daha sonrasında sıklıkla olacağı gibi- yine satın aldık. Ucuzuna kaçabilirdik bu ürünlerin ama kaçmadık! Çünkü biz o plastik kafalara en iyi hizmeti sunmak için vardık. Durmadık, de-vam ettik.
En hijyenik koşullarda çekilmiş ve aynı hassasiyetle çamaşır su-yunda saklanmış dişleri toplamaya başladık bir sonraki sene. Bu-rada hatamızı kabul etmeliyiz ki bulaşıcı hastalık riskinin devam ettiğini o dişlere dokunduktan çok sonra öğrenmiştik. Yine de ol-sun dedik, eğitim aşkı dedik. Kanalları açtık, genişlettik , doldur-duk. Yetmedi, yetemedik aynı dişten on tane genişleştik. Kimi za-man kendi odalarımızı enfekte ettik. Yine yetemedik, yaz okulları-na kaldık. Tabi bu sırada her bir diş için malzeme satın almaya devam ettik. Neticede bir hastanın çekilmiş olan dişlerinde başka bir hastada kullandığımız aletleri kullanamayız değil mi? At çöpe.
Piyasacı stajyerler kumpanyası
Bulaşıcı hastalıklar için aşılanmayı akıl ettiğimiz dönemdeyse çoktan hasta bakmaya
başlamıştık ve sağlık alanında gelişmiş oldu-ğunu iddia eden bir üniversitenin, yine üniversi-
te gelirine katkı sağlayan öğrencilerini aşılamayı nasıl unuttuğuna anlam veremedik. Olsun, aşılandık ve devam ettik. Yeni malzemeler satın aldık çünkü laboratuvardaki malzemelerimizi kliniğe sokamazdık. Tabi ki bundan biz sorumluyduk, yeni malzemeler satın aldık çünkü biz bunun için vardık!
Mezuniyete bir kala her şey bu ironik haliyle yerinde duruyor. Piyasaya hazırlanan diş hekimleri, iyi et-mek dışında her şeyi yapıyor. Para kazanamadığımız halde performansa dahil edilip yaptığımız tedavilerin sayısı, puanı yarıştırılıyor. Hipodroma dönen klinik-lerde ne yaptığını bilmeyen stajyerler kaynıyor. İn-sanlar derdine çare bulmak için geliyor ancak bu sistem içerisinde ne alacakları düzgün bir hizmet var ne de iyileşme ihtimalleri ama tüm bunların yanında sağlık sistemini bir kez olsun eleştirmeyi denemiyor-lar. Tek eleştirdikleri sağlık çalışanları.
Bizim bu denli paracı hekim olacak oluşumuz, zengin olma hayalleriyle eğitilmemiz ve kapitalizmin kural-larına göre çalışmak zorunda olduğumuz gerçeğine maruz bırakılmamız karakter değişiminde büyük rol oynuyor. ‘Kuralına göre oynamayı’ tercih eden arka-daşlarımız oldukça fazla. Tüm bu olumsuzlukların yanında mücadele azmimizi bırakmamak için direni-yoruz. Ağız sağlığının sosyo-ekonomik farklılıklarla orantılı olduğu gerçeğine istinaden mücadele alanları-mızı bunun doğrultusunda oluşturmaya çalışıyoruz. Herkesin eşit ve kaliteli sağlık hizmeti alması müm-kün, bunu gerçekleştirmek için mücadele edecek he-kimlerin yetişmesi umuduyla.
Bir diş hekiminin fakülteyi kazanması, eğitim süreci, mezu-niyeti ve ‘piyasaya’ girişi birbirini takip eden bir savruluştur.
Peşisıra siz farkında olmadan bir süreç
başlar ve siz de o süre-cin içinde kendinizi
kaybedersiniz.
Sağ
lık
öğ
ren
cile
ri
37
İlksu Göl
“Şarbon hastalığına yakalanmış koyun dalağı”
Tam size göre!
Böyle söyleyince kulağa çok saçma gelen “Böyle şey mi olur?” dediğimiz olay bir alternatif tıp yöntemi. Son zaman-larda radyo ve televizyon programlarında, internet sitele-rinde homeopati ile ilgilinen homeopatik tedaviyi anlatan kişiler var. Tüm bu kişiler modern tıpta çözümü olamayan hastalıkların bile bu yöntemle tedavi edildiğini iddia ediyor-lar; ama aslında bu yolla “tedavi” olmayı düşünen insanalara gerçekten homeopatinin ne olduğu anlatılmı-yor.İnsanlar homeopatinin bitkilerle yapılan doğal bir teda-vi yöntemi olduğunu düşünüyor.
Homeopati nedir?
Homeopati, 18. yüzyılın başlarında Alman doktor Samuel Hahnemann tarafından bulunan ve vücudun kendini ‘doğal’ yollardan iyileştirmesine yardım eden bir alternatif tedavi akımıdır.
Homeopati üç temel ilkeden oluşmaktadır. Bunlardan biri: Benzer benzeri iyileştirir; homeopatiye göre bir belirti an-cak aynı belirtiyi ortaya çıkaran madde ile tedavi edi-lir. Örnek olarak, şeker hastasıysanız size suyla seyreltil-miş şeker verilir. Ter kokunuz varsa seyreltilmiş civa, ishal ya da grip olduğunuzda seyreltimiş arsenik, kaşıntanız oldu-ğunda size seyreltilmiş ısırgan otu özütü verilir. Aslında ” Çivi çiviyi söker, dinsizin hakkından imansız gelir.” atasözü tam da buraya uyuyor .
Seyreltme ve Çalkalama; civa, arsenik vs. bunların insan vücudu için ne kadar zararlı olduğunu biliyoruz. Bu nedenle Hahnemann bu tür maddelerin seyrfeltilmesi gerektiğini öne sürmüştür. Kullanılan maddelerin derişimi çok düşüktür bunu daha etkin bir hale gelmesi için çalkalamak gerektiği-ni söyler. Yani insanlara verilen sözde ilaçlar sudan başka birşey olmayıp hastaları maddi ve manevi olarak sömür-mektedir. T.C Sağlık Bakanlığı 27 Ekim 2014 ” Geleneksel ve Tamamlayıcı Tıp Uygulamaları Yönetmeliği” ile homeopati ve daha yüzlerce ismi bilinmeyen alternatif tıp uygulamaları yasalaşmıştır. Böyle-ce medya ve sağlık alanında güve-nilir olmayan bir çok “alternatif tıp uzmanının ” bulunması ve bu konunun sömürüye oldukça açık bir alan olması endişesi artmıştır. Ne kadar da yönet-melikte alternatif tıp ismi geç-mese de, ülkemizde düzenle-nen hacamat kongreleri, med-yadaki ve alandaki şarlatanlara göz yumuluşu ve toplumun bu konuda sömürüye açık oluşuyla bir-leştirildiğinde insan haklı olarak
tedirgin olmaktadır. Modern tıp, bilimsel bilgiye dayanan, dolayısıyla en az zararla en fazla yararı sağlayacak girişim-lerin uygulayıcısıdır. Geleneksel, alternatif ya da tamamlayı-cı uygulamalar (GAT) tıbbı ise hekimlik mesleği içierisinde değildir. Bununla birlikte, bilimsel yaklaşım kuşkuculuğu içerir; otomatik /kategorik reddiye bilimsel değildir. Bu ne-denle GAT uygulamalarına bilimsel yaklaşım, öncelikle et-kin ve güvenli olup olmadıklarını araştırmak yönünde ol-malı.
En tartışmalı GAT uygulamalarından en tartışmalı olanla-rında biri homeopati. Britanya Parlementosu’nca kurulan
Bilim ve Teknoloji Komitesi’nin homeopati üzerine raporu ise şöyle özetle:
Uygulama bilimsel olarak haklı çıkarılmamakta,
Etkisi plasebodan daha iyi değil,
Homeopati üzerine yeterince araştırma yapılmış durumda ve bu araştırmalar etkili olmadığını gösteriyor,
Daha fazla araştırma yapılmasını haklı çıkaracak bir ge-rekçe bulunmamaktadır.
Raporda bu bilgilere dayanarak hükümete şu önerilerde bulunuluyor: “Hükümet, bu ürünlere lisans verip eczane raflarında bulunmalarına sağlayarak, homeopatinin etkili bir tıp yöntemi olduğunu onaylamış olmaktadır. Hastaların güvenini tesis etmek, güvenliğini sağlamak ve seçim hakkı-nın gereğini yerine getirmek için hükümet homeopati de dahil olmak üzere hiçbir plasebo yönteminin kullanımını desteklememelidir. Hükümet homeopati ürünlerinin geri ödemesini durdurmalıdır, bu ürünlerin lisansları yenilen-melidir.”
Özetle; yönetmelikte yer alan ve otlarla, kurtçuklarla, sülük-le ve müzik gibi yöntemlerle uygulanan GAT tıbbına ilişkin bilimsel bilgiler büyük oranda eksik ya da bu yöntemlerin etkisiz olduğu yönünde. Etkisiz olan yöntemlerin de riski çok fazladır.
Etkinlik ve güvenliği olmayan
bu uygulamaların kullanımı engellen-
meli ve bu uygulamaların güvenirlili-
ği ve etkinliği araştırılmalıdır. Bilgi-
sizliğin, ızdırabın ve umuttan kay-
naklı olarak insanların maddi ve ma-
nevi olarak sömürülmesini engelle-
mek gerekmektedir. Yapılan bu dü-
zenlemeler, sağlık hizmetlerine eri-
şim hakkıyla ve bilimsel bilgiyle
uyumlu olmak zorundadır.
Şeker hastası mısınız? Bir küp şekeri alıp bir
kazan suyla iyice karıştırıp bir kaşık bu sudan
içerseniz iyileşmiş olacaksınız!”
“Sivilceleriniz mi var? Şarbon hastalığına
yakalanmış koyun dalağı tam size göre!”
http://saglikhaktir.org/sarbon-hastaligina-
yakalanmis-koyun-dalagi-tam-size-gore/
Sağ
lık ö
ğren
cileri
38
Hocam, sizin için
"kaçak akademi kurdu"
diyorlar?
Gülüşüyoruz
İstemeyerek muayenehane hekimliği yapmaya başlamıştım. Severek de yaptım. Ama ben eğitim ve araştırma yapmayı çok arzuluyordum. İlginç vakaları tartışmak,
paylaşmak istiyordum ancak bunu muayene-hanede yapmak mümkün değildi. Böyle va-
kaları Üniversitedeki arkadaşlarıma da yön-lendiriyordum.
Bunun yanında, eşim Dr. Nezihe Ertekin'in
çalıştığı klinikteki hekimlerle birlikte eğitim faaliyetleri ve araştırmalar yaptık. İçimdeki eğitim ve araştırma arzusunu böyle gider-
meye çalıştım. Kaçak akademi dedikleri bu olabilir.
Çaylar yudumlanırken
“1402 meselesinin iyice
üstüne gidiyoruz.
Omurilikte aktiviteyi ölçen bir yön-tem geliştirmiştim. Bu yöntem, bugün sık
kullanılan "Spinal Monitoring"in başlangıcı-dır ve ben Dünya’daki beş kurucusundan biri-
yim. Üniversiteden 1982'de atılmadan hemen önce bu konuda sunum yapmak için Japonya'da bir sempoz-yuma davetli konuşmacı olarak çağırıldım. Yurtdışına
çıkış yasağım sebebiyle neredeyse katılamıyordum. Sem-pozyum yönetiminin Ege Üniversitesi'ne ısrarı sonucu yasağım geçici olarak kaldırıldı ve ben de sempozyuma katılıp, öncüsü olduğum yöntemi anlattım. Döndüğümde
bana Türkiye'den de bir "ödül" verildi: ülkeme zararlı faaliyetlerde bulunduğum gerekçesiyle üniversiteden atıldığım bildirildi. Ben vatanıma bilimsel çalışma ve buluşlarımla en iyi biçimde hizmet ettiğimi düşü-
nürken, tam aksi bir gerekçe ile üniversi-teden atılarak ödüllendirildim!
Bilim insanı
Prof. Dr. Cumhur Ertekin
*Tıp Dünyası’nda yayınlanmıştır.
Vatana
ihanet
ettiniz mi,
Hocam?
Sakıncalı mı, aykırı mı?
Üniversitede dışı dönem 8 yıl sürdü. Bu şartlarda uluslararası dergilerde 16 araş-tırma makalem yayınlandı, bir de kapsamlı bir nörofizyoloji kitabı yazma şansım oldu, 1986 yılında Sedat Simavi Sağlık Bilimleri
ödülünü aldım.
İsveç Linköping Üniversitesine araştırma-lar yapmak ve doktora tezi yönetmek üze-re davet edildim. 1988 de İsveç’te 1 yıl kala-
rak 4 araştırma yaptım ve Dr. M. Hansen’in doktora tezini
yönettim.
En çok
merak
ettiğimiz
soru ile
başlıyoruz.
12 Eylül
askeri yönetiminin
sona ermesine rağmen
ülkemiz üniversitelerinin
“ihtiyaç duymadığı” bir
bilim insanı olarak neler
yaptınız?
Ayhan Çalışkan, Seyfi Durmaz
1402'likler
6 Kasım 1981'de
YÖK kuruldu. Bundan sonra 1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu’-
nun özellikle sol görüşlü olduğu düşünülen 71 Üniversite personeli
YÖK tarafından görevlerinden uzaklaştırıl-
dı. Genelkurmayın açıklamalarına göre toplam 4891 kamu personeli görevden alınmış ve 38 profesör,
25 doçent, 10 yardımcı doçent 1402'lik olmuştur. Ancak 1402'lik
olmasını istemediğinden bizzat isti-fa yolunu seçenleri dahil edildiğin-
de 20.000' civarında olduğu öne sürülmektedir.
1990'da Danıştay kararınca
uzaklaştırılan öğretim
üyelerine dönüş için
izin verildi.
Yüzünden
eksilmeyen
kahkahalardan
birini daha
koyveriyor
Söy
leşi
Bil
imse
l ta
vır
39
Namerde muhtaç olmadan, yurt dışında birtakım tanınmış kilit adamlara yılışmadan, düzeysiz ilişki-
lere girmeden pekala, insanların hakkı ve emeğinin kar-şılığı verilebilir. Benim gördüğüm bazı araştırmacılar bir bulgu ortaya koyduğu zaman, yollara düşüyor ve birçok yerde aynı bilgiyi sunuyorlar. Böylece işin pazarlaması-nı çok iyi yapıyorlar ve sadece o yıllara özgü ünlü kişi muamelesi görüyorlar.
Benim kişisel olarak zaten seyahatlere merakım hiç ol-madı. Eskiden zaten bunun için param yoktu. Kongrelere gittiğim zamanlarda da pek öyle insanların yanına so-kulmadan ve sırası geldiğinde eğer bir kişi bildirisi veya konuşmasında yanlış bir şey söylemiş ise, söz alıp bu yanlışı ve doğrusunu, çok da iyi olmayan İngilizcem ile vurgulardım ve hala vurgularım. Dolayısı ile lobiler, gruplar, yönetimler ve de “editorial board”lardan hep uzak kaldım, diye düşünüyorum.
Simdi artik çok iyi anlıyorum: Dünya bilim çevresinde veya daha doğru deyim ile uluslararası meslek çevresin-de lobi ve gruplara dahil olmaz isen kitaplara bolüm yaz-dırmıyorlar, kongrelerde görev vermiyorlar vs.. Bunları yenebilmenin herhalde tek önemli koşulu çok özgün, mükemmel ve akılcı bilimsel araştırmalar yapmak ve lobilerinde bu durumda hakkini teslim etmesi kalıyor.
Prof. Dr. Cumhur Ertekin
Bilimsel tavır
Yazarın
facebook profilinde
yayınlanmıştır.
Dünya bilim
çevresinde lobi ve
gruplar içine dahil
olmaz isen kitaplara
bölüm yazdırmıyorlar,
kongrelerde görev
vermiyorlar.
Bilim
sel tav
ır
40
Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim
akar suyun,
meyve çağında ağacın
serpilip gelişen hayatın düşmanı...
AKP iktidarı hayatımızın her alanına, yaşama yönelen saldı-rılarına son hızla devam ediyor. Saldırıyor; çünkü içerisine girdiği yönetme krizini aşabilmek için elindeki sopasından başka bir şeyi kalmadı. Yıllardır haklarımıza, özgürlükleri-mize sistemli bir şekilde saldıran bu iktidar artık doğrudan yaşamımıza kastediyor. O kadar gözleri dönmüş bir durum-dalar ki elindekileri kaybetmemek adına ülkeyi içeride ve dışarıda bir savaşın içerisine sürüklemekte, mitinglerde, alanlarda patlatılan bombalarla yüzlerce insanı katletmekte dahi tereddüt etmiyorlar. Polisiyle, MİT' iyle, cihatçı çeteleriy-le, sokak milisleriyle var güçleriyle saldırıyorlar. İnsanları-mızı katlediyor, gazetecileri tutukluyor, aydınları öldürüyor-lar. Ülkemiz bu ölüm iktidarının elinde büyük bir karanlığın içerisine sürükleniyor.
Elbette tüm bu karanlık tablo içerisinde sağlık alanının duru-mu da parlak değil. Yıllardır izlediği politikalar ile AKP ikti-darı sağlığı kar odaklı ve gerici bir anlayışla dönüştürdü. Ve yaşanan bu dönüşüm hem giderek daha esnek, güvencesiz ve şiddetin kol gezdiği bir çalışma ortamına hapsedilen sağlık emekçilerini, hem bir ticarethane haline getirilen hastane-lerde sağlık hizmeti almaya çalışanları, hem de bu sağlık sistemi içerisinde eğitim gören biz öğrencileri vurmaya de-vam ediyor.
Sağlık alanı kar odaklı bir anlayışla kuşatılırken, bizlerin aldığı eğitim de bu anlayış çerçevesinde şekilleniyor. Ör-neğin hastalığı hiç ortaya çıkmadan engelleyebilmek oldukça etkin bir yöntem olabilecekken, sağlık alanın-daki genel eğilim doğrultusunda tıp eğitimi de daha çok kar elde etmeyi mümkün kılan tedavi edici hiz-metlere odaklanarak koruyucu hizmetleri arka plana atıyor. Bakılan hasta sayısı ve yapılan işleme göre prim almaya dayalı performans sistemi nedeniyle temel önceliği eğitim ve bilimsel araştırmalar olması gereken niveriste hastanelerinde arka plana atılan yine bizlerin eğitimi oluyor.
Her geçen gün bir yenisi açılan, altyapısı yetersiz tıp fakülteleri ve sürekli arttırılan kontenjanlar ile bir yandan aldığımız eğitim niteliksizleştiri-lirken, diğer yandan da bizler geleceğin ucuz iş gücü olarak yetiştiriliyoruz.
Ayrıca son dönemde giderek ilgi odağı olmaya başlayan, alternatif tıp adı altında yaygınlaşan gerici sağlık uygulamaları da eğitimimize işgal etmeye başladı bile. Buna örnek olarak ülkemiz-deki önemli tıp fakültelerinden biri olan
Onlar ümidin düşmanı
Gizem Keçeci
Ege Üniversitesi' nde üniversite yönetimi ve bazı öğretim görevlilerinin de desteğiyle düzenlenmesi planlanan - ve bilimsel açıdan dayanağı olmayan bir yöntem olan- "Homeopati" kongresini gösterebiliriz.
Uzun lafın kısası tıp eğitiminin ve sağlık sisteminin geti-rildiği noktaya dair bunlar ve benzeri örnekleri çoğalt-mak mümkün. Ve bizler biliyoruz ki sağlık alanında tüm bu yaşananlar esasen ülkedeki genel tablonun bir yansı-masından başka bir şey değil. Ülkemiz saray rejiminin eliyle hızla bir karanlığın içerisine sürüklenirken, ben-zer saldırılar hayatımızın her alanında yoğunlaşmaya devam ediyor. Bunun karşısında bizlere düşen ise bulun-duğumuz her yerde direnişi, mü-cadeleyi yükseltmekten başka bir şey değil. Tüm güzellikleri yok etmeye yeminli bu iktidarın karanlığı, bizleri her geçen gün vur-maya devam ediyor. Evet, on-lar ümidin, yaşa-mın düşmanları.
Ancak onların ka-
ranlığını yok ede-
cek olan da bizlerin
umudu ve birleşik, örgütlü
mücadelemizden başka bir şey
olmayacak. İçerisinden geçtiği-
miz bu karanlık günlerde şimdi
her zamankinden daha fazla
bir araya gelmeye ve sesi-
mizi yükseltmeye
ihtiyacımız var.
İnanıyoruz ki
bizler bunu başardığı-
mız takdirde AKP reji-
mi de tarihin çöplüğün-
deki yerini almaya
mahkum olacaktır.
http://saglikhaktir.org/
onlar-umidin-dusmanidir
S
ağ
lık ö
ğren
cileri
41
Çalışma Bakanlığı, meslek örgütümüzü devre dışı bıra-
karak, “eğitim şartsa onu da biz yaparız” mantığıyla önce ÇASGEM içinde sürdürülmeye çalışılan eği-timler, daha sonra “eğitim şirketle-rine” havale edildi.
Yönetmeliklerle sürekli oyna-narak 100 işçi çalıştıran bir
gıda firmasına verilecek işyeri hekimliği hizmeti ayda 25 saat yerine sadece 10 saate inmiş oldu. Süreler bu denli azalınca, işveren-ler, hizmetin daha az ücretle yapıl-masını istediler.
Yeni dönemde taşeron şirket-ler özendirildi. OSGB’lerin de
alana yeni giren aktörler olarak fiyat kırmasıyla, pek çok işyeri hekimi ya işinden ayrılmak, ya da aynı işte daha az ücretle çalışmayı kabul etmek zorunda kaldı.
Yetkilendirmenin el değiştir-mesi ile, TTB’nin işyeri hekim-
liği ücretleri üzerinde zaten sınırlı denetiminin olanaksız hale gelmiş olması, bunu daha da kolaylaştırdı.
Yasa hükümlerini uygulayama-yan işverenler, büyük para
cezaları ile yola getirilecekti ama uygulanmadı.
Yasanın bütününde, sorumlulu-ğu olabildiğince işyeri hekimi-
ne ve iş güvenliği uzmanına yükle-meyi esas alan bir anlayış hakim kılındı.
AKP döneminde en önemli de-ğişimlerden birisi de, işçi sağlı-
ğı ve güvenliği alanında daha çok ortam ölçümü ve sağlık gözetimi amaçlı laboratuar yapılmaya baş-lanması. Bu alan Çalışma Bakanlı-ğı’nca yetkilendirilip denetlenen laboratuarlara terk edildi.
İş sağlığı ve güvenliğinde
AKP neleri değiştirdi? Tuğrul Şahbaz
Özetle AKP, işçi sağlığı alanında
yaptığı değişikliklerle alanın piyasalaşmasına ve işyeri he-kimi, iş güvenliği uzmanı. di-ğer sağlık personelinin daha düşük ücretlerle çalışmasına
neden oldu. İşçilerin sağlığı ve güvenliği açısından ise iyiye
giden bir tablo yok!
Yoru
m
http://saglikhaktir.org/is-sagligi-ve-guvenliginde-akp-neleri-degistirdi-tugrul-sahbaz/
42
Yüce Ayhan
Yeşilliğin ortasında bir kara tren, kadim
başkentin yarım kalmış tarihi gibi kesik raylar
üzerinde sessiz sedasız…
İlk büyük savaşın ardından
yeniden çizilen sınırların bahtsızlığında yalnız
bir istasyon...
Meşrutiyetin ilanından sonra İstanbul’u Balkanlara bağlamak üzere büyük umutlarla inşa edilen demiryolu hattı
savaş sonrasında Yunanistan toprağında kalınca, kadükleşen, yerini yenisine bırakmak zorunda kalan Karaağaç’ta-
ki Edirne tren istasyonu oldu kentteki ilk durağımız.
Ateşliler Komünü’nden
Paşa Sancağı’na
Gez
i
43
Mimar Kemalettin tarafından tasarlanan, fakat yapıldık-tan sonra kısa zamanda metruk bir hal alan yapı, yıllar
sonra restore edilerek rektörlük binası olarak kullanılmış bir süre. Şimdilerde ise Güzel Sanatlar Fakültesi olarak işlev gör-mekte, güzelliğine yakışan biçimde.
Tunca ve Meriç nehirlerini aşan köprülerle Edirne’ye bağla-nan yemyeşil bir köy, Karaağaç. Hemen yanı başındaki müte-vazi sınır kapısı Pazarkule’den Yunanistan’a geçiliyor.
İlk çağlarda Traklar tarafından kurulmuş kent, tarihin her döneminde ayakta kalmayı başarmış. Doğu seferi sırasında ağırladığı Roma imparatoru Hadrianus’un şerefi-ne Hadrianopolis adını almış ikinci yüzyılda. Roma impara-torluğu yıkıldıktan sonra Bizans’ın en önemli kentlerinden biri olarak kalmış yıllarca. İsmi de Hadrianopolis’ten Adrianopolis’e, ondan da Edirne’ye evrilmiş yüzyıllar içeri-sinde.
14.yüzyılda imparator III.Andrikonikos’un ölümünün ardın-dan çıkan taht kavgası Bizansı bir iç savaşa sürüklemiş. Edir-ne Selanik hattının ortasında bulunan Bizans başkenti Dimetoka’da imparator naipliği için sürdürülen savaş, yoksul-ların dünyayı değiştirmek için tarih sahnesine attığı ilk adımlardan birine sebep olmuş. Branos adlı bir köylünün ön-derliğinde ayaklanan halk yığınları Edirne’de bir komün yönetimi kurmuşlar. Bizans kaynaklı tarihsel metinlerde “bir
çapulcu hareketi” olarak anılan Ateşliler Komünü, ismini aynı dönemde Selanik’te yönetimi ele geçiren ve yedi yıl boyunca kenti 12 özerk konsey ile yöneten Zelotlar’dan almış. Zealot veya Zilotes gibi farklı söylenişleri de olan bu deyim aslında ilk kez 1.yüzyılda Roma imparatorluğuna karşı savaşan yahudi gerilla gruplarını tanımlamak için kullanılmış, “Tanrı
adına, şevkle harekete geçen, ateşli” anlamında.
Komün alevini Edirne’de yoksul tarım emekçileri tutuşturur-ken Selanik’te denizciler loncası başı çekmiş. Yedi yılın so-nunda savaşan tarafların uzlaşısı ve Aydınoğlu Umur bey’in yönetimindeki Türk deniz gücünün desteğiyle “istikrar” sağ-lanmış ve komün düzenine son verilmiş hem Selanik’te hem Edirne’de. Fakat on yıl sonra kent Bizansın elinden de çıkıp önce Osmanlı imparatorluğunun başkenti, payitahtın İstan-bul’a taşınmasından sonra da Rumeli vilayetinin Paşa Sanca-ğı olmuş.
Edirne’ye damgasını vuran iki önemli Osmanlı eseri var. Birisi Mimar Sinan’ın başyapıtı Selimiye Camii, diğeri II. Beyazıd Külliyesi.
Tunca nehri kıyısında geniş bir alana yayılan külliye ibadet-hane, tıp okulu ve hastane kompleksinden oluşmasıyla dik-kat çekici. Külliyenin merkezinde yer alan büyük bir kubbe-yi çevreleyen altı küçük kubbeli odadan oluşan Darüşşifa, zamanında özellikle ruh hastalıkları için önemli bir tedavi
merkezi olarak hizmet vermiş. Evliya Çelebiye göre “hastalara deva, dertlilere şifa, divanelerin ruhuna gıda ve def-i sevda olmak üzere” musiki icra edilen bu mekanın günümüzde Sağlık Müzesi olarak hizmet vermesi ise şaşırtıcı biçimde doğru bir tercih olmuş.
Edirne’nin alamet-i farikası tartışmasız Selimiye camisi. Er-meni ya da rum, bir hristiyan aileden devşirilen çocuğun islam sanatının en önemli eserlerinden birini ortaya çıkar-ması talihin cilvesi olarak görülebilir pekala ama 80 yaşında başladığı işi beş yılda tamamlayıp geride ölüm-süz bir dünya mirası bırakmak her türlü övgüyü hak ediyor.‘da yayınlanmıştır.
44
1935 yılında mezarından çıkartılarak “tetkike” alınan kafa-tası devlet emanetinde kaybedilmiş olsa da, pek çok eserinin güzelliği çarpık yapılaşmayla gölgelense de, burada, Edirne’-de hak ettiği itibara sahip Koca Sinan. Kentin orta yerinde, dönem mimarisinin korunduğu bir meydanda tüm görke-miyle yükseliyor Selimiye camisi.
Edirne’nin kayda değer mimarisinde sadece Osmanlı İslam eserleri yok. Selimiye’nin etrafındaki sokaklarda pek çok konak ve eski ev yer almakta. Pek çoğu bakımsız, onarıma muhtaç olsa da bazıları korunmuş ve iyi durumda. En şanslı-larından biri İlhan Koman evi. Kültür Varlıkları Koruma Kurulu’na tahsis edilmiş heykeltraş İlhan Koman’ın doğdu-ğu ev ve pek çoğuna göre iyi durumda.
Edirne başlı başına bir gezi güzergahı olmayı hak eden bir şehir. Türkiye’de eski kent merkezinin aşırı tahrip edilmediği, nispeten korunduğu nadir yerlerden.
Bizanstan Osmanlıya, Osmanlı’dan günümüze uzanan tari-hinde parlak günleri olmuş bu kent günübirlikçi gezginle-rin rağbet ettiği bir yer. Üstelik epey bir kısmı sınırın öte yanından gelip dönüyorlar. Sadece gezmeye değil; yanında tava yoğurdu, kırmızı biberiyle yaprak ciğer yemeye; ba-demli kurabiyelerden, badem ezmelerinden tatmaya; artık Trakya kaşarı mı olur Edirne beyazı mı, peynir alıp gitme-ye de geliyorlar.
Yaz başında yapılan yağlı güreş şenlikleri Kırkpınar’ın sadece adının kalmış olmasına aldırış etmeyen ayrı bir meraklı kalabalığı topluyor kente. Çünkü bu güreşe adını veren Kırkpınar artık sınırın ötesinde bir çayır. Yunanis-tan’ın Evros deltasında, bu gün Kiprinos diye adlandırılan, bir zamanların Samona kasabasında; veya bizim bir başka “Ateşli” isimle bir arada anmaya alışkın olduğumuz,
Simavna‘da.
http://saglikhaktir.org/atesliler-komununden-
pasa-sancagina-yuce-ayhan/
Yazar’ın blog’u agitoergosum.com
Edirne Okumaları: Zelotlar ve Edirne komünü/Ayhan Tunca.
46
Maalesef çoğu zaman milli okul şarkımızdaki gibi gitmez işler okul bahçesinde . Ayrılmanın belki bir ilk olarak yaşandığı bu mekanda, elbette biraz gözyaşı olacak, korku ve endişeyle ba-kacak küçük gözler. Ayrılma anksiyetesi( kaygısı), sağlıklı geli-şim gösteren çocuklarda yaşa özgü özellikler gösteren doğal bir tablodur aslında. Anne-baba ya da çocuğun bağlandığı kişiden (bakıcı, anneanne, babaanne) ayrılması, şiddeti çocuğa göre değişmekle birlikte sıkıntılı bir süreçtir ve zaman ister. Günümüzde özellikle kentli çalışan ebe-veynlerin çocukları çok daha küçük yaşlarda kreş/anaokulu ile tanışıp ayrılığı daha erken yaşıyorlar. “Bağlanma” nın çok önemli olduğu 0-3 yaş ara-sında çocuğun zamanının çoğunu temel bakım verenler ile geçirmesi önemli oldu-ğundan daha erken yaşlarda oyun gru-bu / yarı zamanlı kreş bakımının tercih edilmesi önerilir. 3 yaş sonrası ( kimi çocuklar için biraz daha erken ya da geç olabi-lir) çocuğun yavaş yavaş dışarıya ilgisinin artması bek-lenir. Yine de evinden, anne ya da bakıcısından uzun süreli ayrılması, yabancılarla vakit geçirmesi çok kolay olmayabilir. Pek çok çocuk ilk başta ayrılığa direnç göstere-bilir, anneye yapışmak, ağlamak, vurmak gibi isyan tepkileri verebilir. Çocuklarda henüz zaman kavramı gelişmediğinden, ayrılığın süresini kestiremez, bunu tamamen bir terk edilme gibi algılayabilir. Bu nedenle özellikle ilk ayrılık denemelerinde çocuğu sürece hazırlamak gerekir. Hele annenin tek bakım veren olduğu, çok fazla ayrı kalma tecrübesi olmayan çocuklar için bu durum özellikle önem taşır.
Peki çocuğumuzu kreş/okula nasıl hazırlayalım?
Öncelikle çocuğun yaşı ile uyumlu tepkiler vereceğini unutmamalıyız. Henüz anne ile bağımlı ilişkisini tamamlamamış 3 yaş altı bir çocuk için elbette daha yavaş ve kademeli bir alıştırma öneriyoruz. Mutlaka çocuğa orada neden bulunduğu, kendisini nelerin beklediği anlatılmalı. Müm-künse ilk günler anne/bakıcının yakın gözetiminde yeni ortamına alış-malı. Çocuklar için asıl kaygı kaynağı annenin geri gelmeyeceği korku-sudur. Bebeklik döneminde sağlıklı bir bağlanma ilişkisi yaşanmışsa (bakınız “Tekinsizlikler ülkesinde bağlanmak üzerine: Anne ve bebek ilişkisi”) bu kaygının daha az olması beklenir. Çocuğa annenin geri geleceği tercihen anlayabileceği bir zaman tarifi yaparak (öğle yemeği yedikten sonra/ saat 5 te anne işten döner dönmez gibi) söylenmeli. Her seferinde verilen sözler tutulmalı ve çocuk endişeli bakışlarla karşılan-mamalı. Bu dönemin, yaşamının doğal seyrinin bir parçası olduğu izle-nimi verilmeli, elbette değişimin yarattığı olumlu/olumsuz duygularını göz ardı etmeden. Yaşadıkları ve hissettikleri üzerine zorlamadan gün-lük sohbetler edilmesi, o okuldayken anne/babanın neler yaptığının anlatılması çocuğun rutini anlaması ve sürece uyumunu kolaylaştı-rır. Ayrılık yaşantısı çocuğun iç dünyasında pek çok kaygıyı açığa çı-kardığından, okula başlama dönemlerinde yaşamında başka büyük deği-şimlerin olmaması önerilir. Yaşadığımız toplumda sık yapılan yanlış-lardan biri eve kardeş geldiğinde büyük çocuğun kreşe yollanması. http://saglikhaktir.org/ilk-
ayrilik-okul-vakti-geldi/
Sıklıkla şartlar öyle gerektirdiği için ya da işlerin kolaylaşacağı düşüncesiyle yapılan bu değişiklik, zaten bir karde-şin gelmesini hazmetmeye çalıştığı bu dönemde çocuğu daha da zorlayacak-tır . Tahtına oturan yeni birinin varlı-ğı yetmezmiş gibi bir de yerinden yur-
dundan edilmiş bir çocuk vardır karşı-mızda artık. Kardeş doğumu, ev
değişikliği, aileden birinin kaybı gibi önemli yaşam olaylarında öncelikle var olan düzeninin mümkün olduğunca korunması,
çocuk yeni durumuna uyum sağladıktan sonra okul sü-recine hazırlanması öneri-lir.
Çocuğu ayrılığa hazırla-mak kadar önemli olan
bir diğer konu ise annenin ruhsal olarak ayrılmaya hazır olması. Ayrılık kaygısını yo-ğun yaşayan çocukların anne-lerinin de kaygılı yapıda kişiler olduğu pek çok çalışmayla gös-terildi. Çocuğun bağımsız bir
birey olmasına izin vermeyen, aşırı koruyucu, müdahaleci, endi-
şeli annelerin çocuklarında çok daha fazla ayrılma anksiyetesi bo-zukluğu görülüyor. Anne çocuğunun kendisinden ayrılmasını, dış dünya-ya açılmasını, kreşe/ okula başlama-sını doğal bir süreç olarak yaşıyorsa
çocuğun da algısı bu yönde gelişiyor. Annesinin gözünde “ zavallı çocuğum”
bakışını yakalayan hiçbir çocuk annesi-nin eteğini kolay kolay bırakmıyor.
Ayrılma ansiyetesi bozukluğu mu, doğal bir
ayrılma kaygısı mı?
Ayrılma anksiyetesi bozukluğu, çocuğun anne-den/evinden ayrılırken verdiği tepkilerin çok daha yoğun ve sürekli yaşandığı (en az 4 haf-ta) bir durum. Çocuğun bağlandığı başlıca kişile-ri yitireceğine ya da onların başına bir iş gelece-ğine ilişkin sürekli ve aşırı bir anksiyete yaşadı-ğı bu durumda, ayrılma korkusu nedeniyle okula ya da başka bir yere gitmek istemediği görü-lür. Bu durum, yukarıda bahsettiğimiz doğal ayrılma tepkilerinden farklıdır ve tedavi gerekti-rir.
soL portal’da yayınlanmıştır
İlk ayrılık: Okul vakti gelince Gülperi Putgül Köybaşı
Daha dün annemizin kollarında yaşarken, hangi ara okullu olduk?
Sınıfları niye doldurduk, etrafta koşuşturan bu çocuklar da nesi, bu sürekli bağıran kadın/adam kim?
Hiç de sevinçli değilim ki ben. Annem nerde? Annem nerde?
Annem nerdeeeeee?
47
48