sayi30 · 2016-05-14 · merhaba, endülüs’ün fethinin 1300. yılındayız.. bir başka...

39
sabah ülkesi üç aylık kültür ve sanat dergisi SAYI30 Ocak 2012 Endülüs’ün Tarihsel Dinamikleri Endülüslü İlk ‘‘Psikanalist’’ İbn Rüşd Psikolojisine Dair Bir Deneme Akif Emre ile Röportaj Çelebi Bir Şair Asaf Hâlet Çelebi Müdeccen Sanat Trabzon

Upload: others

Post on 22-Feb-2020

7 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

Page 1: SAYI30 · 2016-05-14 · Merhaba, Endülüs’ün fethinin 1300. yılındayız.. Bir başka deyişle İslam’ın Avru-pa’daki 1300. yılı. Tarık Bin Ziyad’ı İber yarımadasının

sabahülkesi

üç aylık kültür ve sanat dergisi

SAYI30Ocak 2012

Endülüs’ün Tarihsel Dinamikleri

Endülüslü İlk ‘‘Psikanalist’’ İbn Rüşd Psikolojisine Dair Bir Deneme

Akif Emre ile Röportaj

Çelebi Bir Şair Asaf Hâlet Çelebi

Müdeccen Sanat

Trabzon

Page 2: SAYI30 · 2016-05-14 · Merhaba, Endülüs’ün fethinin 1300. yılındayız.. Bir başka deyişle İslam’ın Avru-pa’daki 1300. yılı. Tarık Bin Ziyad’ı İber yarımadasının

Yazıların hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.Gönderilen yazılar iade edilmez.

ICINDEKILER

4

8

Endülüs’ünTarihsel DinamikleriAli Çiçek

İlim, İrfan, EndülüsZeynep Kaya

15

Endülüslüİlk ‘‘Psikanalist’’İbn Rüşd PsikolojisineDair Bir DenemeAhmet Faruk Çağlar

12

18

38son ülkeEndülüs DüşünceyeDüşünceEmine Medik

Müdeccen Sanat Hüsnü Yavuz Aytekin

20Batı’da iz bırakanDoğu güneşiSümeyra Keleş

30 Çelebi Bir ŞairAsaf Hâlet ÇelebiYahya Kurtkaya

36TanıtımKitap

32 TrabzonÖmer ipek

Endülüs ve Umut Mualla Kapusuz

34 MelancholiaYusuf Kocamaz

37

TanıtımFilm

24 Akif Emre ileRöportaj

Page 3: SAYI30 · 2016-05-14 · Merhaba, Endülüs’ün fethinin 1300. yılındayız.. Bir başka deyişle İslam’ın Avru-pa’daki 1300. yılı. Tarık Bin Ziyad’ı İber yarımadasının

Merhaba,

Endülüs’ün fethinin 1300. yılındayız.. Bir başka deyişle İslam’ın Avru-pa’daki 1300. yılı.

Tarık Bin Ziyad’ı İber yarımadasının derinliklerine kısa zamanda ulaştı-ran zaferlerin üzerinden yüzlerce yıl geçti. Dünyanın dörtbir yanındaki herhangi bir Müslüman yoktur ki zihninin bir köşesinde hep bir Endülüs sesi yankılanmasın. Bu yankı belki de bize atalarımızdan miras kaldı; öyle ki onu unutmayalım ve ona baktıkça sürekli ders çıkaralım ve ibret alalım diye.

Endülüs coğrafyasına bakınca orada ilmi, kültürel, mimari, medeni, edebi keşifler görüyoruz… Dokunduğu toprak parçalarının herbir kare-sine medeniyet havzaları inşaa eden bu topluluk, arkasında gözyaşı de-ğil gül yaprakları ile bezenmiş binalar, bahçeler, sokaklar bırakıyordu..

Hangi unsurlar böyle ihtişamlı bir medeniyetin kurulmasında etkili ol-muştu? Ve tersi bir soruyla gene hangi unsurlar böylesi bir medeniyetin yıkılıp, tuz-buz olmasına sebep olmuştu?

Roger Garaudy, “Batı, hikmeti kaybettiği için gayesini de kaybetmiştir. Dengeli ve ideal medeniyetin numunesi Endülüs Medeniyeti olmuştur.” demiş. Nasıl oldu da yıkılırken bile Endülüs, tüm dünyaya ilham kayna-ğı oldu ve halen olmaya devam ediyor.. Ektiği tohumların özünde neler vardı da arkasından bakan herkes gözyaşı döküyor halen.

Ali el-Cârim de “Gerekli olan gözyaşı değil göz nuru dökmektir” tespi-tine şu ilâveyi yapıyor: “Batılı zihin, Endülüs'ü anlamak suretiyle ondan yeni bir medeniyete temel oluşturacak malzemeyi çıkarmasını bildi. Ya bizler?”

Evet, ya bizler? Ders çıkarabildik mi?

Tüm bunları düşünerek sizler için kapsamlı bir ‘Endülüs’ kapaklı yeni bir dergi hazırlamaya çalıştık bu sayımızda. Günümüz İslam dünya-sının tam da Endülüs’e olan ilgisinin arttığı yıllarda mevzulara bir de Avrupa’dan bakan genç kalemler sizler için sıkı yazılar yazdı. Zevkle okuyacağınız bir sayı olmasını diliyoruz.

Kendimize dönelim... Yaradan’a dönelim... Ellerimizi sıkı sıkı tutup, yalnızca O’na güvenelim...Her buluşmada gönlümüzü ve zihnimizi karşılıklı emanet aldığımızı ve bunun bir sorumluluk gerektirdiğini hatırlayalım. Bir değerde hep beraber buluşmanın ve ruhsal anlamda çoğalmanın ör-neği olsun bu ve gelecek sayılarımız. Hoşçakalın.

sabahülkesiSahibiIslamische Gemeinschaft Milli GörüşIGMG e.V.Amtsgericht Bonn, VR 6621

Vertreten durch den Vorstand:Kemal Ergün, VorsitzenderOğuz Üçüncü, GeneralsekretärHakkı Çiftçi, stellv. Vorsitzender

Genel Yayın YönetmeniÖmer Faruk Altıntaş

EditörYusuf Dursun

Yayın KuruluAli ÇiçekHüsnü Yavuz AytekinAhmet Faruk ÇağlarÖmer İpekYahya KurtkayaYusuf KocamazZeynep Kaya

Layoutmusdi

BaskıYavuzsöhne-Duisburg

İ[email protected] 61-6550171 KerpenAlmanya

Yıllık Abone ücreti: 59,- EUROJahresabonnement: 59,- EUROIGMG Genel Merkez üyelerine ücretsizdir.Für Vereinsmitglieder der IGMG kostenlos.

Der Bezugspreis ist imMitgliedsbeitrag enthalten.

Sabah Ülkesi Dergisi 12.000 adet basılıyor olup: Türkiye, Bosna-Hersek, Lichtenstein, Mısır, Avusturya, İsviçre, İsveç, Norveç, Danimarka, Kanada, Amerika Birleşik Devletleri, Avustralya, Almanya, Belçika, Lüksemburg, Hollanda, Fransa, İngiltere ve İtalya’ya dağıtılmaktadır.

3sabahülkesi

EDITORDEN

sayı3001 | 2012

Page 4: SAYI30 · 2016-05-14 · Merhaba, Endülüs’ün fethinin 1300. yılındayız.. Bir başka deyişle İslam’ın Avru-pa’daki 1300. yılı. Tarık Bin Ziyad’ı İber yarımadasının

4sayı 30

01 | 2012

sabahülkesi

Page 5: SAYI30 · 2016-05-14 · Merhaba, Endülüs’ün fethinin 1300. yılındayız.. Bir başka deyişle İslam’ın Avru-pa’daki 1300. yılı. Tarık Bin Ziyad’ı İber yarımadasının

5sabahülkesi sayı 30

01 | 2012

Mâlum olduğu üzere Osmanlı’nın küçük bir beylik iken nasıl oldu da kısa sürede bu kadar geniş bir coğrafyaya yayılarak hem siyasî hem

sosyal bakımdan oturmuş bir yapı haline geldiğine dair özellikle son yüzyılda artan sayıda yorumlar ortaya kon-makta. Paul Wittek ile başlayıp, Halil İnalcık, Cemal Ka-fadar ve Heath Lowry ile devam eden bu yorumlamaların ana eksenini de ‘Gaza’ kavramı oluşturuyor. Ancak İslâm Medeniyeti’nin gerçekleştirdiği büyük hamlelerin bizce yalnız Osmanlı’dan ibaretmiş gibi algılanması diğer nok-talarda yüzeysel bir görüş sahibi olmamıza da yol açıyor. Bunu destekleyecek elimizdeki en önemli gösterge de hiç şüphesiz literatürümüzde Endülüs’teki yedi asırlık Müs-lüman varlığının gereğince yer etmemiş olmasıdır. Bir taraftan her fırsatta Endülüs’ün insanlığa katkılarını dile getirmek, diğer taraftan da bunun nasıl olduğuna yönelik titiz çalışmalar üret(e)memek koca bir ikilem olarak kar-şımızda durmaktadır. Bahis konusu ettiğimiz bu noksan-lığı gidermek adına atılmış küçük bir adım mahiyetinde olmak üzere biz de İspanya’daki Müslüman fetihlerinin genel yapısı ve çıkış noktalarını, bu fetihler sırasında ve sonrasında elde edilmiş başarı yahut başarısızlıkları te-tikleyen sebepleri yorumlamaya çalışalım.

Evvelâ 711 tarihini merkeze almayarak olayları efsane boyutundan çıkarmakla kanaatimizce faydalı bir iş yap-mış oluruz. Fakat bunu yaparken elbette 711-715 yılları arasında meydana gelen ilk fetihleri ve bu fetihlerden dolayı bize miras kalmış sembolik değeri de bir kenara bırakmayacağız. Öncelikle İspanya topraklarında Müs-lümanlardan önce nasıl bir siyasî ve toplumsal bir yapı olduğu meselesine değinmemiz gerekiyor. Avrupa’nın toplumsal yaşantısının şekillenmesinde Roma’nın yıkılı-şı sonrası halkların hangi coğrafyalarda kendilerine bir gelecek kurma gayreti içinde olmalarının belirlenmesi büyük rol oynamıştır. Kendilerini Batı Avrupa’nın bu en uç topraklarına kanalize eden kavimlerden Vizigotlar, bir ölçüde Vandallar ve diğer halklardan farklı olarak kalıcı

Endülüs’ünTarihsel Dinamikleri

Ali Çiçek

Page 6: SAYI30 · 2016-05-14 · Merhaba, Endülüs’ün fethinin 1300. yılındayız.. Bir başka deyişle İslam’ın Avru-pa’daki 1300. yılı. Tarık Bin Ziyad’ı İber yarımadasının

6 sabahülkesisayı 30

01 | 2012

olmayı denemişler ve kısmî bir başarıya da ulaşmışlar-dır. Vizigotlar 468 tarihinde Toledo’yu merkeze alan bir devlet kurduklarında istikrarı sağlamak adına bir ara-lık işler kötüye giderken ülke bölünmüşlüğünün önüne geçmeye çalışmışlar ve bu amaçla 586’da Katolik Hris-tiyanlık devletin resmî dini olarak benimsenmiştir. Bu yüzyıllardaki Katolik dünyasının durumunun pek iç açıcı olmadığı ise hepimizce bilinmektedir. Mutlaka zikredil-mesi gereken diğer bir nokta da şu ki; Müslümanlar bu topraklara girmeden 17 sene önce yani 694’te buradaki tüm Yahudilerin bütünüyle köle statüsüne düşürülmele-ridir. Kısacası Kuzey Afrika’daki geniş alanların fethi-ni tamamlamış olan Müslüman fatihler yayılma bölgesi olarak belirledikleri topraklara keşif kolları gönderirken aslında orada ülke yönetiminin anlaşmazlıklarla boğuş-tuğunu, ticari durumlarının Yahudilerin köleleştirilmesi yüzünden sarsıldığını ve yaklaşık iki buçuk asır boyunca 33 Vizigot kralından 11’inin taht konusundaki iç çekiş-melere kurban gittiğini biliyorlardı.

Tam bu noktada 711’e dönüp ilk geçişi ve taşıdığı sem-bolik değerden dolayı Tarık bin Ziyad’ın gemileri yakıp yakmadığı meselesini ele almamız gerekiyor. Öncelikle Kuzey Afrika valisi Musa bin Nusayr’ın İspanya’nın gü-ney kıyılarına gönderdiği rivayet edilen 500 kişilik keşif kolunun, Müslüman gemileriyle çıkarma yaptıklarını be-lirtelim. Ancak keşif kolunun akabinde önce 7000, son-rasında da 5000 kişilik orduyu bu bölgeye taşıyacak do-nanmanın yetersiz olması yüzünden olsa gerek; gemiler Vizigotlarla arası açık olan Ceuta valisi Julian tarafından tedarik edilmişti. İşte bu kesin bilgiden yola çıkarak ge-milerin yakılması meselesinin bir gerçeklik taşımadığını, olsa olsa güzel bir yakıştırmadan ibaret olduğunu söy-leyebiliriz. Yani Tarık bin Ziyad gemileri yaktırmamış, İspanya topraklarına ayak basar basmaz bu gemileri sa-hibine iade etmiştir. Olayın bize bu şekilde aksetmesinin herhangi bir temeli yoktur; çünkü gemilerin yakıldığının yazılı olduğu ilk kaynak Endülüs’ün fethinden yakla-şık üç asır sonra kaleme alınmıştır. Bu eser İdrisî’nin Nüzhetü’l-müştâk isimli tarih-coğrafya kitabıdır.

Endülüs’teki ilk fetihler, tarihçiler tarafından ortak ka-naatle İslâm’ın ilk fetihlerinin son halkası olarak ta-nımlanmaktadır. Fetihlerin karakteristiğini ele almadan önce dönemsel ayrıma gitmemiz gerekir. İlk olarak 711 yılından 732’deki Tours Savaşı’na kadar Müslümanların Paris’in 30 km yakınına gelmesi bu fetihlerin nasıl bir dinamizm taşıdığını açıklar niteliktedir. Fetih hareket-lerinin içinde taşıdığı dinamizmin nasıl yorumlanması gerektiğine gelecek olursak birkaç sav öne sürebiliriz. Tarık bin Ziyad’ın Büyük Vâdî Lekkü/Barbate Savaşı

öncesi askerlerine yapmış olduğu varsayılan konuşma-nın içeriğinden anlaşılacağı üzere Müslümanları teşviken hem dünyevî hem de uhrevî mânâda mesajlar verilmiştir. Müslümanlar geri dönmeyip, niyetlerini halis tutarak za-fer kazanırlarsa sonucun öncelikle İslâm dinini yaymak anlamında emek verilmiş olduğu için rızâ-yı ilâhî ola-cağının; bunun yanında da zengin İspanya topraklarının ganimetlerinden faydalanacaklarının bilincindeydiler. Dikkat edilmesi gereken husus şu ki; ilk fetihleri ince-leyip amacın ne olduğuna dair yorumlama yaparken bi-rinci kısma, yani i’lâ-yı kelîmetullah kavramına ağırlık verilmesinin isabetli olacağıdır. Bunun nedeni karşıt te-zin çıkmazıdır. Yani birisi eğer Müslümanların asıl amacı ganimetlerdi derse -ki bu orduların içindeki bazı askerler için elbette doğru olabilir- şu sorunun cevabını da ver-mesi gerekir: Zengin İspanya topraklarından ayrılarak Pireneler’i geçmeye çalışmanın; Orta Avrupa’ya yelken açmanın ne gibi bir açıklaması olabilir?

Endülüs’teki ilk yılların dinamizminin kayboluşu, 732 yılındaki meşhur savaşta alınan yenilgi sonrası Müs-lüman unsurların arasında ortaya çıkan anlaşmazlıklar nedeniyle yeni fetih hamlelerinin planlanamamasıyla başlar. Böylelikle genişleme durmuş, Pireneler’in ardın-da mücadele vermekten vazgeçilmiştir. Kaybolan azmin Müslümanlar için ilk etapta daha büyük karmaşa anlamı-na geleceği çok geçmeden dâhilî mücadelelerle tecrübe edilmiştir. Bu anlamda ilk dâhilî mücadele Araplar’la Berberîler arasında meydana geldi. Berberîler fetihlerden elde edilenin kendilerine daha az yansıdığını iddia edi-yorlardı. Söz gelimi Araplar fethedilen şehir ve kalele-rin en müstesnâ yerlerine yerleştiriliyor, ancak kendileri dağlık ve kıraç arazilerde yaşamak zorunda bırakılıyor-lardı. Soydaşlarının da Kuzey Afrika’da Emevî yöneti-mine karşı başlattıkları isyandan cesaret alarak ilk defa Endülüs topraklarında ayaklanma başlattıklarında yıl 741, yani fethin 30 sene sonrasıydı. Bu da bize, girişilen büyük fetih çabalarının içeride çok geniş bir yelpazeden insanlar barındırdığını göstermektedir.

Elbette Endülüs tarihini bu kısa yazıda tüm olaylarıyla ele alacak değiliz ancak bu tarihin kanayan yarası olan iç karışıklıkların kaynağının amaç farklılaşması olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Endülüs bir ideal olarak karşıda dururken bütün Müslümanlar aynı amacın çatısı altında mücadele vermişlerdi. Bu idealin ele geçtiği vâki olunca, bahsettiğimiz geniş yelpazedeki her unsur, ya amaç ya da bu amaca ulaşmadaki araçlar konusunda çatışma içine girdiler. Yukarıda ele alınan durumu destekler nitelikte gelişen 756’daki gelişmeler Endülüs tarihi için dönüm noktası olmuştur. Endülüs’te karışıklıklar yaşanırken

Page 7: SAYI30 · 2016-05-14 · Merhaba, Endülüs’ün fethinin 1300. yılındayız.. Bir başka deyişle İslam’ın Avru-pa’daki 1300. yılı. Tarık Bin Ziyad’ı İber yarımadasının

7sabahülkesi sayı 30

01 | 2012

Abbasiler Emevî hanedanına son vermiş ve bu aileden geriye kim kaldıysa onların peşine düşmüştü. Bu takipten kaçarak önce Kuzey Afrika’ya, sonra da Endülüs toprak-larına geçen Abdurrahman bin Muaviye (Emevî halifesi Hişam bin Abdülmelik’in torunlarındandı) 755 yılında, bir anlamda Emevî ailesi adına yeni bir devlet kurma-nın çalışmalarına başlamış ve Emevî yanlısı Arap, Su-riyeli asker ve diğer unsurlardan faydalanarak harekete geçmişti. Buna cesaret edebilmesinin en büyük nedeni, o bu topraklara ayak bastığında hiç kimsenin Endülüs’te-ki durumdan memnun olmayışıydı. Destekçileriyle bir-likte 756 senesinde sırasıyla İşbiliyye de (Sevilla) dahil olmak birkaç önemli şehri ve Kurtuba’yı kontrol altına alarak kendini bağımsız ilan etti. Böylelikle Endülüs Emevîleri’nin Emirlik Dönemi başlamış oldu.

Bundan sonraki iki asır boyunca gerçekleştirilen strate-jilere göre Endülüs’te genel olarak müsbet bir hava es-miştir. Şöyle ki; Arap kabilelerinin kendi aralarındaki çekişmelerini çözüme vardıramayacağını anlayan devlet başka yollar aramış, meselâ otoriteyi sağlamak amacıy-la orduyu çoğunlukla Kuzey Afrika’dan getirtilen para-lı askerler ve harp esirlerinden oluşturmaya başlamıştı. Esasen bu yöntemin bir benzerini sonraki yüzyıllarda Osmanlı’da da ‘Kul Sistemi’ ismiyle görüyoruz. Başka bir tez üzerinde de durmak gerekirse; herhalde iç bütün-leşmenin en mühim harcının kendi içinde değil, düşmana karşı mücadele sürdürmenin olduğu en açık biçimiyle Endülüs tarihinde açığa çıkmıştır. Gerçekten de ne za-man Kuzey’deki Hristiyanlara karşı bir savaşım verilmiş olsa, o dönemde Endülüs Müslümanları her açıdan en yoğun üretim merhalesine ulaşmışlardır. Bu bütünleşme-nin sağlanması amacıyla siyasî zekâ sahibi bütün emir yahut halifeler bir şey üzerinde titizlikle durmuşlardır ki, o da; devlet kapılarının yalnızca belirli bir zümreye değil bütün unsurlardan temsilcilere açılmasıdır. Kaza-nılan tüm başarılardan elde edilen gelirlerin bu unsurları tatmin edici bir biçimde dağıtılması ise Müslüman varlı-ğının perçinlenmesini sağlamıştır.

Buraya kadarki kısımda toprak kayıplarının yaşandığı yıllara dek çizilen zikzaklara değindik. Şimdi de 1085’te Tuleytula’nın (Toledo) kaybedilmesini temsili bir döne-meç olarak alıp, hristiyan ilerleyişinin ritmini körükle-yen nedenleri kısaca anlamaya çalışalım. Tekrar dönem-sel bir ayrıma gidecek olursak Reconquista’yı (yeniden fethetme-Hristiyanların Endülüs’ü Müslümanların elin-den geri almaya yönelik gerçekleştirdiği siyasî hareket-lerinin bütününe verilen isim) üç parçaya ayırabiliriz. Reconquista’nın temellerinin atıldığı birinci dönem, 750 yılından Tuleytula’nın düşüşüne kadarki süreci kapsar.

İkincisi Tuleytula’nın düşüşünden Muvahhidler’in En-dülüs’teki hâkim statüsünü kaybetmelerine kadarki sü-reci (1085-1238), üçüncüsü ise bu tarihten Beni Ahmer Emirliği’nin yıkılışına, yani Gırnata’nın Hristiyanların eline geçişine kadarki süreci kapsar (1238-1492). Bu ritmin artmasının en büyük nedeni Müslümanların yu-karıda bahsedilen bütünleşmeyi sağlayıcı mekanizmaları dikkate almayarak 1085’ten önce yaklaşık yirmi kadar küçük devletçiğe bölünmesi ve daha da ileri giderek ken-di nüfuzunu diğer emirlere karşı artırmak isteyen bazı Müslüman grupların İspanyollar ile anlaşıp dindaşları-na saldırmaktan çekinmemeleridir. Vaziyeti iyi okuyan Hristiyan İspanyolların Müslümanlara karşı topyekûn bir saldırıya geçmesi tüm bunların doğal bir sonucu ola-rak ortaya çıktı ve Tuleytula’da ilk defa bir Haçlı Seferi hem düzenlenmiş oldu hem de başarıya ulaştı. Gerçek-ten de Haçlı Seferleri Doğu’ya yapılan saldırılarla değil Batı’daki Müslümanlara karşı direniş ve karşı hamley-le; reconquista ile başlamıştır. Bu mühim meseleyi daha geniş bir açıyla seyrettiğimiz vakit anlıyoruz ki; aslında Hristiyanlar 1096 yılında Doğu’ya doğru düzenledikleri Birinci Haçlı Seferi’ni, çıkış noktası olarak bu tarihten 11 sene önce 1085’te, Batı’da; Tuleytula’da elde ettikleri zafere borçludurlar. Buna kanıt olarak sunabileceğimiz en önemli vakıa o dönem; 1085 yılında Avusturya’nın bile İspanya’ya, Müslümanlara karşı savaşmak için ordu göndermiş olmasıdır.

Toparlayacak olursak, Endülüs’te gerçekleştirilen me-deniyet hamlesinin kazandığı yükseliş ivmesi ve sonra-ki yüzyıllarda esnekliğin kaybedilmesi belli başlı tarihi olayları değil; ancak adaletin uygulanabilirliğinin ba-şarılabildiği ve başarılamadığı süreçler merkeze alına-rak anlaşılabilir. Buna göre doğal yayılma alanı olarak Müslümanların önünde duran İspanya’ya geçiş ideali bir ülkü olarak fatihlerin zihinlerinde yer ettiği sürece ortak hareketten dolayı hep ilerleme kaydedilmiş, bu ilerleme-lerin iç ve dış zorlamalar sonucu direncinin kırıldığı dö-nemlerde de etkinlik kaybedilmiştir. Buna dair müşahhas bir tespit Endülüs Müslümanlarında merkezî otorite mef-humunun yeterince yerleş(e)memiş olmasıdır. Gerçekten de Müslümanlar yedi asır boyunca İspanya topraklarında varlıklarını sürdürürken fetih yılları ve birbirinden ayrı çok kısa dönemler hariç olmak üzere istenilen bütünleş-meyi bir türlü sağlayamamışlardır. Bu durum ise kuş-kusuz farklı alanlarda çalışmalar yapan düşünce erbabı tarafından geniş çaplı bakış açılarıyla incelenmeyi, yo-rumlanmayı hâlâ beklemektedir. Bu çalışmaların artması neticesinde ancak Endülüs tarihini ve mirasını enine bo-yuna kavrayabiliriz; romantik söylemler geliştirerek her ağza sakız olmuş övünç cümleleri sarf ederek değil.

Page 8: SAYI30 · 2016-05-14 · Merhaba, Endülüs’ün fethinin 1300. yılındayız.. Bir başka deyişle İslam’ın Avru-pa’daki 1300. yılı. Tarık Bin Ziyad’ı İber yarımadasının

8 sabahülkesisayı 30

01 | 2012

İlimİrfan

Endülüs

Page 9: SAYI30 · 2016-05-14 · Merhaba, Endülüs’ün fethinin 1300. yılındayız.. Bir başka deyişle İslam’ın Avru-pa’daki 1300. yılı. Tarık Bin Ziyad’ı İber yarımadasının

Açık seçik tanımlanmış bir konu etrafında belli bir yöntemle elde edilen nazariyeler bütünlüğü-nün bilimsel bilinç sayesinde adlandırılması ile

oluşan düzenli bilgi kümesine bilim denir.(1) Medeniyet-ler bilim çerçevesinde varlıklarını ispatlarlar. Medeni ola-bilmek de kısmen bu çizgiden geçmektedir.

Endülüs, ilim ve bilimi birleştirerek ortaçağın ışıksızlığın-da tabiri caizse, bataklıklarda debelenen Avrupa’nın üzeri-ne fenerler yakmış tek medeniyettir.Endülüs bir rahibin dilinden "Dünyanın İncisi" olarak ta-nımlanıyordu. Dünyanın incisi olabilmek parlak bir bü-yüklüğe sahip olmanın sonucudur.

Bir sözü dinleyen veya bir kitabı okuyan, ancak ondan ka-pasitesi kadar istifade eder. En değerli eserler boş olarak okunsa bir adım yol alınamaz. İlmin irfâna dönüşmesi, hareketin oluşumu açısından zorunludur. Aksi halde ilim hamallıktan öteye geçmez. Bilgi, düzgün amele ulaşmak için şarttır. Hazmedilip şahsileştirilmeyen bilgiler de irfan haline gelemezler.

9sabahülkesi sayı 30

01 | 2012

'Ve sen dahi fani olan nesneye gönül bağlamayasın'

K.S.Süleyman

Zeynep Kaya

Page 10: SAYI30 · 2016-05-14 · Merhaba, Endülüs’ün fethinin 1300. yılındayız.. Bir başka deyişle İslam’ın Avru-pa’daki 1300. yılı. Tarık Bin Ziyad’ı İber yarımadasının

10 sabahülkesisayı 30

01 | 2012

Üstad Bediüzzaman işaret ediyor; “Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisi-nin imtizacıyla hakikat tecelli eder.”Endülüs bu hakikatin bir delili niteliğindeydi, zira o dö-nemdeki hakiki huzur ve mutluluk dini ilimler ve fenni ilimlerin birlikte elde edilmiş olmasındandı. Zira bir me-deniyetin yayılabilmesi ve etrafını aydınlatabilmesi buna bağlıdır.

Bugün Avrupa’nın dünyayı hayrete düşüren ilerlemesi, hatta sadece maddi ilerlemesi Emevilerin gerçekleştirdik-leri Endülüs Medeniyeti temellidir. Elbette Endülüs Mede-niyeti, İslam Medeniyeti sütunlarına dayalı idi.

İslam fetihleri Kuzey Afrika’ya kadar gelmiş ve hedef artık Müslümanlar için İber yarımadası olmuştu. Günümüzde İspanya ve Portekiz’in bulunduğu bölgede idare güçlünün zayıfı ezdiği usulde idi, devletin bütün geliri imtiyazlılara akmaktaydı.

Gazali‚ “şekavetin iki nedeni cehalet ve gaflettir” der. Cehalet etrafı bilmemek, gaflet ise kendini bilmemektir. Cehalet ve gaflet içindeki insanlar arasında varlığı ispat etmek, elbette güzel ahlakın temeli olan ilim, ubudiyet ve çalışmayla mümkündü.

Endülüs Müslümanları bu ahvalde kurdukları medeniyet-le, Kurtuba şehrini Bağdat ve Kahire’den sonra dünyanın üçüncü büyük ilim ve medeniyet merkezi yapmışlardı. Avrupa’da sadece papazlar okuma yazma bilirken Endü-lüs Müslümanlarının neredeyse tamamı okuma yazma bi-liyordu. Endülüslü âlim İbn-i Rüşd’ün, hayatında sadece iki gece kitap okumadığı kayıtlarda geçiyor.

Ziya Paşa bunu şöyle anlatır; “...İspanya’da ise, her dört haneli köyde bir mekteb bulunduğundan, artık şehir ve kasabadakiler bu hesaba kıyas oluna. Avrupa’da ilk defa mekteb-i umumi tesis eden Kardinal Albirnuz zaten İs-panyol olup, Gırnata’da terbiye görmüş ve sonradan Polonya’da bina eylediği ‘Sen Kalmen’ mektebini orada

görmüş olduğu İslam mekteblerine taklid eylemiştir.”(2)

İngiliz yazarı Stanley Lenpol’den iktibasla da görmekte-yiz ki; “Sarayları, bahçeleriyle pek güzel olan Kurtuba’nın ilim müesseseleri insanı hayrette bırakırdı. Kurtuba mü-derrisleri ve muallimleri, memleketlerini batının bilgi hazinesi haline getirmişlerdi. Kurtuba’ya Avrupa’nın her tarafından talebe akını olurdu. Hekimlik, Endülüs bilgin-lerinin buluşlarıyla ‘Galinos’ devrinden beri ulaşamadığı yüksekliğe çıkmıştı. Astronomi, Kimya, Coğrafya, Biyo-loji gibi bilgiler Kurtuba’da bütün ihtişamıyla gösterildi. Edebiyat ise, Avrupa’da hiçbir zaman bu kadar ileri gide-memişti.”

Birçok medrese açıldığı gibi ilim ve fen adamları da daima himaye ediliyordu. İlim adamlarına gösterilen saygı saye-sinde, fen ilimlerinde İbn-i Rüşd gibi büyük mütefekkirler; içtihat sahasında Şâtibi ve İbn-i Hazm gibi müçtehitler ve İbn-i Arabî gibi manevîyat sultanları yetişmiştir.

Bu mütefekkir ve âlimlerin kaleminden çıkmış ve dünya-nın hiçbir yerinde olmayan kıymetli eserler, Endülüs’teki kütüphaneleri doldurmuştur. Avrupa’nın karanlıktan ve barbarlıktan uzak ilimle ve medeniyetle tanışık olduğu Endülüs dönemi ilmi, mimari, ticari, medeni ve zirai geliş-mişliğini, yüzyıllar sonra bile yakalayamadı.

Medeniyetin etkin olabilmesi için Musa (a.s)’ın bilgisi kadar Hızır (a.s)’ın irfanı da gereklidir. Zira Müslüman, akıl nuru ile müspet ilimleri, kalp ışığı ile dini ilimleri bü-tünleyebilen, terakki eden özel bir noktadadır. Himmet de akıl ve kalp kanatlarıyla pervaz eder. Böylece toplumsal değişim köklenerek varlık sağlar. Sıradan ya da çirkin bir şeyi ortadan kaldırmak veya değiştirmek için ondan güzel olanı ortaya koymak şarttır. “elmayı görmeden kokulu so-ğanı elinden bırakılır mı?”. Endülüs ilim ve irfana değer vererek bunu yapmıştı.

‘Bir an-i seyyale vücud-u enver Binler sene vücud-u ebtere müreccahtır‘

Page 11: SAYI30 · 2016-05-14 · Merhaba, Endülüs’ün fethinin 1300. yılındayız.. Bir başka deyişle İslam’ın Avru-pa’daki 1300. yılı. Tarık Bin Ziyad’ı İber yarımadasının

11sabahülkesi sayı 30

01 | 2012

Bir an yaşanılan aydınlığın bile bin yıl yaşanılacak karan-lıktan evla olduğunu İmam-ı Rabbani hazretlerinin bu be-yitinden okuyoruz.

Güzelliğe yönelişin sonundaki aşk, gaflete düşürürse olay-lar elbette tersine rücu edebilir.Müslümanlar da asırlar sonra güzel ahlakın gereğini bı-rakıp; bir taraftan sefahatle diğer yandan da makam ve mevki kavgalarıyla ilgilenir olmuşlardı. Bu sebeple, ihsan edilen hâkimiyet nimeti geri alınmış ve Endülüs tekrar Hı-ristiyanlar tarafından işgal edilmişti.

Endülüs olmasaydı rönesans olmazdı. Bugünkü Avrupa ilim ve tekniğinin temelinde Endülüs Medeniyeti yatmak-tadır. O devirde Avrupa, Endülüs için hiçbir şey ifade et-mezdi ama Endülüs Avrupa’nın her şeyi idi. Talebelerin Avrupa’ya dağılmasıyla rönesans gerçekleşmiştir zira.

Buna rağmen yine Katolikler Endülüs’teki kütüphaneler-de bulunan bütün eserleri suya döküp imha ettiler. Eserler imha edilmeseydi bugünkü gelişme çok daha evvel yaka-lanmış olabilirdi. Tarihi olduğu gibi aktaran birçok Hıris-tiyan yazar olduğu gibi, tarihi gizleyerek habis karakterle-rini örtmeye çalışanları da var.

“Hıristiyan görünen, ancak gerçekte İslâmiyet'i bırakma-mış Endülüslülere ‘Morisko' deniliyordu. ‚Bir Morisko, eğer domuz eti yemezse, Cuma günü evini temizlerse, ço-cuğuna Müslüman ismini verirse, ‘Allah' veya ‘Muham-med' derse, Ramazan ayında kendine sunulan bir yeme-ği yemezse, Arapça konuşursa ya da yatak odasında haç bulundurmazsa Papa’nın müsadesiyle kurulan Engizisyon mahkemesine sevk ediliyordu. Tarihte eşi benzeri görül-memiş ve burada yazmakla sayfalara sığamayacak kadar çok maddî-mânevî işkence görmüştür Endülüslü Müslü-manları”

En sonunda Müslümanlar İspanya’dan sürüldü. Böylece İspanya’nın ekonomisi büyük çöküş yaşadı. Ve bir daha asla eski parlak günlerine dönemedi.

Geriye kalanlar için Ziya Paşa: “Yazık ki, medeniyet âlemine ilk numune olan (Endülüs gibi) böyle bir mille-ti hanifeden bize vasıl olan eserler, yalnız şurada burada baykuş ve karga yuvası olmuş harap binaların duvarları ile biraz perişan evraktan ibarettir.”(3) der.

“Quien tiene moro tiene oro”(4) atasözü o dönemden kal-madır. O kadar değerlidir Araplar, zira ellerinden ve dille-rinden emin olunan çalışkan kimselerdi. Etkileri de elbette küçük değildi.

“Serin Gırnata akşamında bir masa etrafında İspanyol asıllı Müslümanlarla konuşurken adeta tarihin akışının de-ğişmekte olduğu hissine kapıldım. Gecenin karanlığında başımızın üstünde gökte asılı yanan bir meşale zinciri gibi duran Elhamra sarayına bakarken, dinlediğim hidayet öy-küleri aslında bir medeniyet bilincinin yeniden dirilişinin işaretleri gibiydi. Kendisi bir zamanlar ünlü bir müzisyen olan Endülüslü Müslüman birisi; ‘Fas'a ilk gittiğimde duy-duğum müzikle çocukluğumda köyümde duyduğum mü-ziğin aynı olması yaşadığım ilk şok oldu’ diyor. Daha sonra sufi Müslümanların okuduğu ilahilerin ritmine kapılarak Müslüman olduktan sonra, çocukluğunun geçtiği köyü ve oradaki gelenekleri tekrar hatırlamaya çalışınca köyünün aslında Müslümanlığını gizleyerek varlığını sürdürmüş bir Müslüman köyü olduğunu keşfediyor. Ninelerinin gizli gizli çocuk ruhuna üfledikleri duaların Müslümanlıktan başka bir şey olmadığını keşfediyor. Ve ilave ediyor, 20. yüzyılın başına kadar pek çok Endülüs köyü Müslüman olduklarının bilincinde olarak gizlice Müslüman kalmayı başardılar”(5)

(1) İslam Medeniyeti’nde Bilgi ve Bilim(2) Endülüs Tarihi, Ziya Paşa(3) Endülüs Tarihi, Ziya Paşa(4) Morisko’yu tutan altın tutar (5) http://yenisafak.com.tr/yazarlar/default.aspx?i=16753&y=AkifEmre

Page 12: SAYI30 · 2016-05-14 · Merhaba, Endülüs’ün fethinin 1300. yılındayız.. Bir başka deyişle İslam’ın Avru-pa’daki 1300. yılı. Tarık Bin Ziyad’ı İber yarımadasının

12 sabahülkesisayı 30

01 | 2012

Endülüslü İlk

İBN RÜŞD PSİKOLOJİSİNE DAİR

BİR DENEME

‘‘Psikanalist’’

Page 13: SAYI30 · 2016-05-14 · Merhaba, Endülüs’ün fethinin 1300. yılındayız.. Bir başka deyişle İslam’ın Avru-pa’daki 1300. yılı. Tarık Bin Ziyad’ı İber yarımadasının

13sabahülkesi sayı 30

01 | 2012

Endülüslü filozof İbn Rüşd, XIII. yüzyıldan iti-baren Latin ve Yahudi dünyası ve özellikle de modern dönemdeki İslam dünyasına olan etkisi

sebebiyle felsefe geleneği içerisinde önemli bir yere sa-hiptir. Bu kısa deneme boyunca sık sık atıfta bulunaca-ğımız, Atilla Arkan’ın ilk hâli doktora çalışması olarak hazırlanan İbn Rüşd Psikolojisi isimli eseri bu cümlelerle başlar. Denememizin yapmak istediği karşılaştırma ya da karşılaştırmalar bağlamında, İbn Rüşd psikolojisinin Ya-hudi dünyasına olan etkisini sürekli aklımızda tutmamız gerekecek. Nitekim onun İslam dünyasından ziyade La-tin ve Yahudi dünyasına çok ciddi etkileri olmuş ve her iki çevrede de İbn Rüşdçü okullardan bahsedilebilmiştir. Öyle ki, örneğin Kurtubalı filozofun Fiziğe Dair Sorunlar adlı eserinin Arapça orijinalleri bulunmayıp günümüze İbranice çevirileri ile gelmiştir.

Aristo’nun tüm eserlerini (bazılarını üç farklı büyüklük ve tarzda) şerh etmiş İbn Rüşd’ün psikoloji şerhi de esa-sen Aristo’nun De Anima’sına düşülmüş bir şerhtir, her ne kadar kimi zaman üstadın izinden sapmış olsa dahi, De Anima’ya da üç tür şerh yazmıştır İbn Rüşd: Şehru’l-Kebir li Kitâbi’n-nefs li Aristo, Telhîsu Kitâbi’n-nefs ve el-Muhtasar fi’n-nefs. Modern psikoloji öğrenimi görmüş biri için, psikoloji (ilmu’un nefs) başlığı altında işlenen konuların çeşitliliği ve farklılığı ise hayret uyandırır, zira Ortaçağ’daki psikoloji ilminin kapsamı modern psiko-lojide ele alınan konulardan çok daha geniştir. Arkan’ın da belirttiği gibi, Aristo’nun etkisini gösteren bir şekilde Ortaçağ’daki hakim anlayış ve yaklaşım insanı bir bütün olarak kabul edip, insan ile ilgili tüm hususları bir bütün halinde nefs teorisi altında incelemektir. O yüzden eseri okurken kendinizi kimi zaman bilişsel (cognitive) psiko-lojiye giriş dersinde, bazen de biyoloji dersinde hissede-bilirsiniz.

‘‘...Evrendeki gaye ve sebeplilik psikolojiyi de içeren bir şekilde onun bütün çalışmalarının arkaplanını oluştu-

Ahmet Faruk Çağlar

Page 14: SAYI30 · 2016-05-14 · Merhaba, Endülüs’ün fethinin 1300. yılındayız.. Bir başka deyişle İslam’ın Avru-pa’daki 1300. yılı. Tarık Bin Ziyad’ı İber yarımadasının

14 sabahülkesisayı 30

01 | 2012

rur...’’ Aristo psikolojisini takiben İbn Rüşd psikolojisin-de, (Aristo fiziğinde ve metafiziğinde olduğu gibi) her şey bir amaca matuftur, ‘‘...her bir imkan, muayyen yakın bir gaye-sebebe ve bunu takip eden uzak bir gaye-sebebe... atıfta bulunmaktadır.’’ İlmu’n nefste insanın fiillerinin ve varoluşunun yakın sebepleri açıklanmaktadır, metafi-zikte ise varlık, özellikle, insanın bilgisinin nihaî amacı olan uzak sebepler... Kısaca, her şeyin bir amacı vardır, dolayısıyla her davranışın da bir amacı ve sebebi vardır. Esasen nedensellik ilkesi Spinoza (öl. 1677) felsefesi için de birincil önemdedir. Ona göre de hiçbir davranışımız nedensiz, rastgele ya da şansa bağlı değildir. Ve ‘‘benzer-liklerin’’ ilki burada karşımıza çıkar; Freudyen psikolo-jide olduğu gibi İbn Rüşd psikolojisi için de tesadüfi bir davranıştan bahsetmek mümkün değildir ya da İbn Rüşd gibi Freudyen psikolojide de davranışlarımız asla rastgele değildir ve tesadüflerle açıklanamaz, her edimimizin ar-kasında (bilinçdışı) bir sebep ve amaç vardır. Bu sebep sonuç arasındaki ilişkinin zorunluluğu kendini dil sürç-melerinde ve espirilerde dahi gösterir, hatta en çok dil sürçmelerinde ve espirilerde gösterir. Yaptığımız hatalar bizi (ve niyetimizi) ele verir. Eskilerin deyimiyle, kazanda olmayan kepçeye gelmez.

Aşağıdaki satırlarda ise bir başka ‘‘benzerliği’’ sezer gibi oluruz (!): İbn Rüşd, nefsi nâtık, gazabi ve şehevî olmak üzere üç kısma ayırarak, canlının hareketini izaha çalışır. Atilla Arkan’ın Türkçesi ile: İnsan akıl (müfekkire gücü) ve tahayyülün (mütehayyile gücünün) dürttüğü arzu-layan güç sebebiyle harekete geçer... Böylece canlının mekândaki hareketi ile ilgili olarak tahayyül, akıl ve istek yetisinin çok sıkı bir ilişki içerisinde olduğu ortaya çıkar... İstek, lezzet veren bir şeye yönelik olursa buna şevk, inti-kama yönelik olursa gazap; düşünce ve akıl yürütmekten kaynaklanırsa da irade adı verilir... Hayvanın hareketi insandan farklı olarak sadece lezzet sebebiyledir... Nâtık hayvanlarda ise bazen şehvet gücü; bazen de reviyye (dü-sünme) gücü galip gelip harekete geçirir. Farklı güçlerin istek gücüne olan bu etkisinden dolayı insanda çatışma çıkabilir. İbn Rüşd’ün el-Muhtasar fi’n-nefs şerhinde yap-tığı bu açıklamalarda olduğu gibi, Freud’un davranışları-mızı açıklamak için 1900’de ve 1923’de yaptığı tasnifler de, (hem İbn Rüşd ile, hem de kendi aralarındaki) kimi farklılıklara rağmen, üçlü tasniflerdir. (Esasen üçlü tasnif İbn Rüşd’e de değil Platon’a attir, ve Galen’in metinle-rinden hareketle İslam filozoflarınca benimsenmiştir.) Freud’un 1900 yılındaki ilk varsayımına göre (birinci To-pik) ruhsal aygıt, bilinçöncesi (Vorbewusste), bilinç (Be-wusstsein) ve bilinçdışından (Unbewusste) müteşekkil iken, 1923’teki ikinci ruhsal aygıt varsayımı (ikinci To-pik) Es, İch ve Über-ich’den oluşur (İd-Ego-Superego), ve aralarında kimi zaman vuku bulan çatışmalar psikolo-jik rahatsızlıkların temel sebebini oluşturur. Çok kabaca, Es arzularına anında ve doğrudan doyum ararken (ki, İbn Rüşd’e göre, mütehayyile gücünün insanı harekete geçiri-şi olan şehvete tekabül eder), İch bu arzuların iptali ya da doğru yer ve zamana kadar tehir edilmesi için Es’e karşı koyar (müfekkire gücünün insanı harekete geçirişi olan irade/ihtiyar) ve fakat bu çatışma tolere edilemeyecek ka-

dar sınırları aşarsa psikolojik rahatsızlıklar baş gösterir. Çok daha çarpıcı bir başka ‘‘benzerliği’’ rüyalar bahsin-de görmek mümkündür. Bilindiği gibi Rüyaların Yorumu (Traumdeutung, 1900), Freud’un en önemli eseri olarak kabul edilir. İbn Rüşd ise Freud’un ilgilendiği tür rüya-ları, el-Hâs ve’l-mahsûs adlı eserinde, üstadı Aristo’dan farklı olarak, uykunun mahiyetini açıkladıktan sonra aynı kategori altına giren ilâhî idrâklerin mahiyeti ile birlikte araştırır: (1) rüya olarak isimlendirilen idrâkler, (2) keha-net olarak isimlendirilen idrâkler ve (3) nübüvvet olarak isimlendirilen idrâkler. İbn Rüşd, Aristo’nun bu idrâk tür-lerinden sadece rüya hakkında konuşmuş olduğunu bil-dirir... Rüyalar Freud’a göre, yine çok kabaca, arzuların tatminidir, İch (ya da bilinç) uyku sırasında etkisini azat-tığından Es arzularını farklı kılıklara bürünerek doyurur. İbn Rüşd’ün açıklamasında ise, müfekkire uykuda faal olmadığından dolayı, uykuda (ve rüyalarda) etkili olan mütehayyile gücüdür. Ancak İbn Rüşd’ün burada bahset-tiği rüyalar, görülen bütün rüyaları kapsamaz (Freud’dan farklı olarak). Onun kastettiği bir tür ‘‘yalancı’’ rüyalardır ki, nefsin istekleri sonucu ortaya çıkarlar. Çünkü behimî (Hayvanî) nefs bir şeyi arzuladığında, -bu ise ya bir şeyi elde etmek veya yok etmek arzusudur- mütehayyile, tabiî olarak arzulanan şeyin, arzulandığı şekilde bir kopyasını ya da benzerini üretir. Ve İbn Rüşd ekler; bu tür rüyalar bedende hakim olan karışımı göstermesi bakımından ta-bipler için yol göstericidir.

Esasen ‘‘tespit ettiğimiz benzerlikler’’ çok şaşırtıcı değil-dir. Düşünürlerin birbiri üzerindeki etkileri bilinir ve çoğu zaman düşünürlerin kendileri tarafından dahi yadsınmaz. Nitekim, İbn Rüşd kendisinden önceki filozoflardan fay-dalandığı gibi, İbn Rüşd’ün eserleri de ölümünden yak-laşık yirmi beş sene sonra hızla Arapça’dan Latince’ye ve İbranice’ye çevrilerek Batı dünyasına intikal etmiş ve Paris ve Londra gibi kültür başkentlerinde bilinmeye başlamıştır. Etienne Gilson’un Thomas Aquinas ile ilgi-li yapmış olduğu tespit, İbn Rüşd’ün Batılı düşünürler üzerindeki etkisinin anlaşılması bakımından önemlidir: Aquinas, Aristo metinlerinin kapalı ve müphem kısımla-rını anlayabilmek ve yorumlayabilmek için sürekli olarak İbn Rüşd şerhlerine başvurmak durumundaydı. Ernest Renan’ın 1852 gibi geç bir tarihte kaleme aldığı Averroës et l’averroïsme (İbn Rüşd ve İbn Rüşdçülük) adlı eser ise, İbn Rüşd’ün Batı üzerindeki etkisinin ne olduğunun 19. yy’da dahi tartışıldığının bir başka örneğidir. Freud’un faydalandığı kaynaklar konusundaki ketumluğu ise uz-manlarınca bilinir. ‘‘Esinlendiği’’, kendisine çok yakın olan (ya da olmuş) diğer psikanalistlerin görüşleri konu-sunda dahi pek açık sözlü davranmamış, bu ‘‘esintilerin’’ boyutu, psikanaliz tarihi boyunca tartışma ve araştırma konusu olmuştur. Kim bilir, İbn Rüşd ve diğer Müslüman alimlerin Freud üzerindeki etkileri de belki bir gün yeni bir araştırma konusu olacaktır.

Kaynaklar:Atilla Arkan, İbn Rüşd Psikolojisi, İz Yayıncılık, 2006İbn Rüşd, Kitâbu’n-Nefs, Psikoloji Şerhi, Litera Yayıncılık, 2007Aristoteles, Ruh Üzerine, Alfa Yayınları, 2000

Page 15: SAYI30 · 2016-05-14 · Merhaba, Endülüs’ün fethinin 1300. yılındayız.. Bir başka deyişle İslam’ın Avru-pa’daki 1300. yılı. Tarık Bin Ziyad’ı İber yarımadasının

15sabahülkesi sayı 30

01 | 2012

MÜDECCENSANAT

Page 16: SAYI30 · 2016-05-14 · Merhaba, Endülüs’ün fethinin 1300. yılındayız.. Bir başka deyişle İslam’ın Avru-pa’daki 1300. yılı. Tarık Bin Ziyad’ı İber yarımadasının

16 sabahülkesisayı 30

01 | 2012

Sanat insandan yola çıkar ve insan içindir. Bu başlık altında tek bir olguyu ifade etmek ise imkânsızdır. Sanat insan eli ile üretilir ve niha-

yetinde bir ifade şeklidir. Bu nedenle kendisini çevreleyen gerçeklikle sahici bir bağa sahip olmak zorundadır. Muh-telif dinlere mensup insanların yaşadığı Ortaçağ İspan-yasının sanatı da o zamanki toplum temelinden bağımsız olması düşünülemez.

Müslümanlar İber Yarımadası’nda siyasî otoriteyi kay-bettiklerinde köpük gibi aniden kaybolmadılar ortalık-tan. Yeniden şekillenen sosyal yapı içerisinde kendilerine biçilen/dayatılan rolleri üstlenerek beraber yaşadıkları insanlarla imece usulü bir üslup ortaya koydular mimari ve küçük sanatlarda. Bu sanat Müdeccen (Mudejar) sanat olarak bilinmektedir.

Müdeccen kelime olarak “bir yere yerleşmiş ve oraya uyum sağlamış olanlar” manasına gelir. Özelde ise Endü-lüs şehirlerinin yeniden Hristiyanlar’ın eline geçmesi ile XV. yüzyıldan itibaren bazı anlaşmalar çerçevesinde ciz-ye ödeyerek Hristiyan hâkimiyeti altında şimdiki İspanya topraklarında yaşamış olan Müslümanlar’a denilir. Müdeccen sanatın meydana gelmesinde iki tarihî vakıa büyük önem taşımaktadır: Toledo’nun VI. Alfonso tara-fından 1085 ve Zaragoza’nın Aragonlu I. Alfonso tarafın-dan 1118 yıllarında ele geçirilmesi.

Artık büyük şehir merkezleri Hristiyanların elindedir. Bu tarihlerden itibaren Hristiyanlar toplumsal yapının yeni-den alacağı şekile önemli ölçüde etki edecek olan bir is-kan politikası benimserler.

Müslümanlara Hristiyan idaresi altında belirli şartlarla yaşama hakkı tanınır. Onlar artık -Müslüman idaresi al-tında yaşayan Hristiyanların vaktiyle yapmış oldukları gibi- cizye vererek yaşamak durumundadırlar.

Sanattaki bütün yönelişler bir ifade tarzından, şekil dilin-den faydalanırlar. Bir eseri belli bir sanat üslubuna dâhil edebilmek için bu ifade tarzı ve dilin tam olarak tarif edil-miş olması gerekir. Müdeccen sanatın tarif edilmesindeki zorluk buradan kaynaklanmaktadır.

Son tahlilde bu sanatın belirli bir zaman diliminde İspanya’da yaşamış muhtelif inançlara sahip insanların dünya tasavvurlarının sanat alanındaki izdüşümü olduğu-nu söylemek yerinde olacaktır.

Müdeccen sanat birçok açıdan Avrupa’da yaşamış olan diğer sanat üsluplarından farklıdır. Bu nedenle belli bir kategoriye dâhil edilmesi çok zordur. Bu üslubun sanat ta-rihi içerisinde tuttuğu yer bu nedenle öteden beri tartışma konusu olmuştur. Bu konuda iki zıt anlayış bulunmakta-dır. Bunlardan biri Müdeccen sanatı Müslüman Endülüs kültürünün bir ürünü ve İspanya’da yaşamış olan Müs-lümanların sanattaki son hamlesi olarak görme eğilimin-dedir. Burada romantizmden beslenen bir tutarsızlık söz konusudur zira İspanya’daki İslâm sanatı ile Müdeccen sanat arasında siyasî otoritenin Hristiyanlar lehine el de-ğiştirmesi (reconquista) gibi çok önemli bir tarihî çizgi bulunmaktadır.

Diğer anlayış ise Müdeccen sanatı batının sanat gelene-ği içerisinde konumlandırmakta ve onu Roman ve Gotik sanatlarının İslâm süsleme sanatları ile zenginleştirilmiş hali olarak algılamakta, bu nedenle Müdeccen-Roman, Müdeccen-Gotik gibi tabirlere yer vermektedir.

Bu anlayışı benimsemiş olanların gözden kaçırdığı önem-li bir nokta var: İslâm sanatının Müdeccen sanata etkisi ne süsleme sanatları ile sınırlıdır, ne de süsleme sanatlarının bu sanat içerisindeki işlevi batı sanatlarında olduğu gibi ikincil dereceden bir öneme sahiptir. Bu güruh, Müdeccen sanata İslâm sanatının katkısının yapıların yapısal unsur-

Hüsnü Yavuz Aytekin

Page 17: SAYI30 · 2016-05-14 · Merhaba, Endülüs’ün fethinin 1300. yılındayız.. Bir başka deyişle İslam’ın Avru-pa’daki 1300. yılı. Tarık Bin Ziyad’ı İber yarımadasının

17sabahülkesi sayı 30

01 | 2012

ları ile alakalı olmayıp sadece süsleme sanatlarıyla sınırlı olduğu iddiasını taşımaktadır. Süsleme Müdeccen sanat-ta da aynı İslâm sanatında olduğu gibi birinci dereceden öneme sahiptir. Bunun dışında İslâm sanatı Müdeccen sa-natı yapısal unsurlar yönünden de beslemiştir. Müdeccen sanat incelenirken dikkatler genellikle Müslü-man-Arap kültüründen gelen geometrik şekiller örgüsüne, bitki motiflerine yahut kûfî yazılara yönelmiştir. Hâlbuki sonsuz mekân anlayışı ile bütün yüzeyleri tamamen süs-lemek heveslisi sanatın kompozisyon ilkeleri sıklıkla göz ardı edilmektedir.

Müdeccen sanat ne İslâm, ne de Hristiyanlık Sanat Tarihi’ne dâhil edilemez. O daha ziyade bu iki kültürün arasındaki gerilimden doğan verimlilikle ortaya çıkmış, İspanya Sanat Tarihinin önemli bir episodudur. Ayrıca be-lirtmek gerekir ki, Müdeccen sanat yalnızca Hristiyanlar tarafından geri alınan Endülüs topraklarında kalmamış, daha önce İslâm hâkimiyetine girmemiş olan kuzey top-raklarında da kendini göstermiştir.

Müdeccen sanatın dini mimaride verdiği en önemli eser-ler arasında Burgos’ta bulunan Las Huelgas Manastırı ile Zaragoza’daki Seo Kilisesi gösterilebilir. Bu iki bina bil-hassa tezyinatları ile dikkat çekerler. Daha sonra kiliseye tahvil edilmiş olan Toledo ve Kurtuba havraları da Mü-deccen sanatın dini mimarideki başat eserleri arasındadır.Müdeccen sanat farklı gelenekleri o kadar mükemmel bir ustalıkla meczetmiştir ki, Gotik sanatının bitki motiflerini dahi bünyesine kolaylıkla katabilmiştir. Bu mecz olma ile beraber artık bambaşka bir sanat söz konusu olduğu için bu motifler eski halleriyle kalmayarak İslâm süsleme sa-natlarının ritmine harmonik bir biçimde uyum sağlamıştır.

Yukarıda da değindiğimiz gibi İslâm sanatının Müdeccen sanata etkisi sadece süsleme sanatları ile sınırlı değildir, aynı zamanda yapısal unsurlarda da etkili olmuştur. Bu-nun en güzel örneği minare modele alınarak geliştirilen kilise kuleleri ve yine mimarî bir unsur olarak kullanılan ahşap çatı gövdeleridir. Hafif yapıları ve yükü duvara eşit dağıtıp dengesiz duvar yapılarını tolere edebildiği için zamanında Gotik sanatına tercih edilmiş. Bu nedenle Müdeccen sanatın bulunduğu her yerde (İspanya, Latin Amerika) bu ahşap yapıya rastlanır.

İslâm sanatı tarih boyunca beraber yaşadığı halkların sa-natsal formlarını kendi bünyesinde eritmek hususunda çok yüksek bir kabiliyet göstermiştir. Bu hususiyet farklı ifade tarzlarının bir yerde toplanmasına imkân sağlamış-tır.

Müdeccen sanat, tarihin bir döneminde yaşamış insanların varlık tasavvurunu yansıtmaktadır. Bugün tasavvurumuz parçalanmış olduğu için dünyaya söyleyecek bir sözümüz de yok. Endülüs rûyaları ile avunmamız da bu yüzden!

Kaynaklar:Türkiye Diyanet Vakfı İslâm AnsiklopedisiDie Mudejar-Kunst: Islamische Ästhetik in christlicher Kunst. Spanien, Museum ohne Grenzen.

Page 18: SAYI30 · 2016-05-14 · Merhaba, Endülüs’ün fethinin 1300. yılındayız.. Bir başka deyişle İslam’ın Avru-pa’daki 1300. yılı. Tarık Bin Ziyad’ı İber yarımadasının

18 sabahülkesisayı 30

01 | 2012

Uzaklığı, hüznü, hasreti, özlemi, inancı ve umu-du üzerinde barındıran bu şiir aynı gerekçelerle gelip zihnime yerleşiveriyor. Dilime dolanıyor

da dolanıyor. Nihayet zihnimin derinliklerine nüfuz edi-yor. Adeta mahzene kapatıyor. Kilitli kapılar ardında kal-dım Ey Dost, bana bir yudum umut verir misin?

Umut; ne umutlar içeren bir kelime, dört başı mamur, ihtişamlı, iksir kıvamında etkili ve güçlü. Sıksam umu-du çıkacak her bir hücresinden bana ve yanımdakilere yüzyıllarca yetecek kadar bereketli ve aziz tılsım. Üstelik kutsalı ve muktediri içinde barındırıyor. Bu açıdan takdi-re ve kullanıma değer.

Umut inançla birleşince akabinde başarı geliyor. En kor-kulu savaşlarda bile zafer kaçınılmaz oluyor. Meydanlar-da Ziyad’lar beliriyor. Ziyad ve Umud. Ziyad ve özlem. Haşim’in beldesine duyduğu özlem ve kavuşma umudu nasıl ısrarlı ve diri ise Ziyad’ınki de okyanusları aşacak kadar inançlı. Umudun yalnızca adı değişir. Bazen sevgi-li bazen belde. Ziyad’ın istediği zafer Endülüs'te.

Kaleler soğuk, düşman mağrur ve Emir! Kudretli Emir! Neferi için onun her sözü emir. Emir vaat ediyor, Emir gülümsüyor, Emir azığında yokken kalbinden veriyor. Ve “gemileri yakmak” sadece söz değil, eylem oluyor. Ölüm ensede... Nefer safta. ..Kelle şahadetle aynı sofrada...İman bir imtihan. Ve tevekkül..Koltuğun altındaki küçük boşluktan içeri girmeye çalışan endişeye kulaklarını son-suza dek tıkamak. Kendini yalnızca ve yalnızca zaferin ve şahadetin coşkusuna programlamak. Ve bu ince mu-hasebede nefere düşen “kabullenen olmak” Ey Nefer! Ne yerinde bir susuş; çok asıl ve kudretli bir duruş.

Gün ısır etrafta muştular...

Ve İslam bu topraklara sancağıyla beraber safi duru me-deniyetini de taşıyor.

Umut ve inançla elde edilen Endülüs, Emevi hanedanla-rından Abdurrahman b. Muaviye için de umut olmuştur. Abbasilerden kaçmış ve Endülüs'ün nihayet Emevi Emiri olmuştur. Hasret ve sıla bir Emir'e işlemez mi? Kanadık-ça yaraları; bir tuhaf inilti. Belki bir avuç hurmada teselli bulur sıla hasreti.

Emir'den yarenine dökülen iki gözü yaşlı cümle: “Sen ve ben bu topraklarda iki yabancı. Ne yapalım kader hük-münü böyle icra etti”

Ha bir avuç hurma, ha bir avuç umut! Artık matemden çıkan gözler umut umut.

Umut toprakla buluştu, toprak umutla. Ve yeşerdi hur-malar en cennet mekânlarda. Hurmaları palmiyeler, pal-miyeyi portakal ağaçları takip ediyor. Şehir renkleri keş-fediyor ve şehir renklerin raksına tanıklık ediyordu. Bu karanlık ve içi geçmiş beldenin renklerle ve İslam mede-niyetiyle tanışması böyle oldu. Griye aşinalık, gökkuşa-ğıyla son buluyor. Kırmızı daha göz alıcı, yeşil çok daha huzurlu... Renkler kimliğini buluyor, özgüvenini tazeli-yor ve nihayet sanatta yer alıyor. Sadece resimde değil ibadet mekanı camilerde, nakış nakış işlenen tezhiplerde, çeşmelerde, elyazması çinilerde dahası her yerde.

Bu mülayim insanlar ilmi, bilimi, keşfettiklerini kendi inançları doğrultusunda sanat ve estetiğe yansıtabili-yorlardı. Yaptıkları her bir zanaatta ve eserde bir felse-

ENDÜLÜSUMUT

Mualla Kapusuz

VE

Page 19: SAYI30 · 2016-05-14 · Merhaba, Endülüs’ün fethinin 1300. yılındayız.. Bir başka deyişle İslam’ın Avru-pa’daki 1300. yılı. Tarık Bin Ziyad’ı İber yarımadasının

19sabahülkesi sayı 30

01 | 2012

fe ve mesajın yer aldığını algılamak çok da zor değildi. Matematiğin ve geometrinin kısaca, bilimin sanata uy-gulanmasına bir kale sütununda rastlamak mümkündü. İslam’ın insanlara kazandırdığı o ince zevk Elhamra Sarayı’nda sus havuzlarındaki detaylara yansır. Ku-ran’daki cennet tasvirlerinden ilham alan medeniyet taşı-yıcıları oluşturdukları eserlerde kişiye ferahlık ve huzur hissi veren yapıtlarla karşımıza çıkıyor. Dini hoşgörü zirve yapmış, „farklılık zenginliktir“ anlayışı benim-senmiştir. Dev adımlar dev hamleler... Kuran ahlâkıyla ahlâklanan zihinlerde; adalet ve merhamet daima vicdan terazisinde... Portakal bahçesinin o müthiş gölgesinde; huzurun beş çayı... Ne hoş ikram! Cezbediyor ziyaretçi-lerini bahçenin ve mabedin beyaza dönük yüzü!

İnsan ve su ayrılmaz bir bütün. Vizigotlar’ın suyla tanış-maları da İslam medeniyeti sayesinde olmuştur. Hayatı önem arz eden su, bu devrede Endülüs’te, temizliğe ve tarıma katkısı, rahatlatıcı musikisi ve göz zevkine hitap etmesi bakımından da çeşitlilik kazanmıştır.

Savaşın girdiği topraklarda sefalet, açlık, sömürü ham-maddeye uzanan kara ve pişkin el Avrupa medeniyeti-ne has bir özellikti. İslam medeniyetinin ılıman rüzgârı Endülüş’ü büyülemiş, kalkındırmış ve dünyanın üçüncü bilim merkezi haline getirmişti. Müslümanlar okuyor, okutuyor sanat icra ediyorlardı.Salgın hastalıkların teda-

vi yöntemleri, tıptaki bilgi ve donanımlar kitaplara yansı-yor artık herkese ulaşması için kütüphanelerdeki raflarda yerlerini alıyorlardı.. Ne medeniyet hamlesi ne dev adım!Gün geldi şehre perdeler indi. Gökkuşağının renklerini sildi griler..Elhamra yorgun. Elhamra boynu bükük! Yok edilen sanat, ateşe verilen medeniyet... Acı katre katre, hüzün oluk oluk.

Ey yiğit komutan! Ey Tarık! Seni boğazdan selamlıyor Cebel-i Tarık! Gitti Herkül’ün Sütunları, gitti Calpe`ler. İhtişamıyla halen büyülüyor Cebel-i Tarık!

Saygıyla selamlarken dökülüyor bir nefeste Fatiha, Her-kesin bir umudu olmalı ve de beldesi, yeni Ziyad’lar çık-malı! Yeni Endülüsler. Ha tahayyülde belirmiş; ha haki-katte yer tutmuş. Umut inançla kutsal, bir Muhammed-ul Emin telakkisi.

Bir ılık rüzgârda savruluyor önüme dört yapraklı yonca. Abdurrahim’in emanetidir belki avucumdaki hurma.

DenizlerdenEsen bu ince hava saçlarınla eğlensin.

BilsenMelal-i hasret ü gurbetle ufk-ı şama bakan

(Ahmet Haşim)

Page 20: SAYI30 · 2016-05-14 · Merhaba, Endülüs’ün fethinin 1300. yılındayız.. Bir başka deyişle İslam’ın Avru-pa’daki 1300. yılı. Tarık Bin Ziyad’ı İber yarımadasının

20 sabahülkesisayı 30

01 | 2012

Page 21: SAYI30 · 2016-05-14 · Merhaba, Endülüs’ün fethinin 1300. yılındayız.. Bir başka deyişle İslam’ın Avru-pa’daki 1300. yılı. Tarık Bin Ziyad’ı İber yarımadasının

21sabahülkesi sayı 30

01 | 2012

Batı’da iz bırakan Dogu günesi~ ¸Batı’da iz bırakan Dogu günesi~ ¸

Page 22: SAYI30 · 2016-05-14 · Merhaba, Endülüs’ün fethinin 1300. yılındayız.. Bir başka deyişle İslam’ın Avru-pa’daki 1300. yılı. Tarık Bin Ziyad’ı İber yarımadasının

22 sabahülkesisayı 30

01 | 2012

Ne güzel ifade etmiş Melîk-üş Şuarâ olan Hayalî “Ol mahîler ki deryâ içredür deryâyı bilmezler”. Asırlar önce Müslüman Araplar ta-

rafından fethedilen, ilmin ve kültürün zirveye ulaştığı bir medeniyet, asırlar sonra yine Müslümanlarca unu-tulmuş durumda. Ne hazindir ki deryâ içreyiz, deryâyı bilmiyoruz. Oysa Avrupa’nın ilk kez İslam’la tanışması, Endülüs’ü fetheden ve bölgeyi İslâm diyârı haline geti-ren Müslümanlar vesilesiyle olmuştur. Bununla birlik-te Endülüs Avrupa’da siyasî ve askerî güç bakımından zirveye ulaşmıştır. İber Yarımadası, tarihine Müslüman hâkimiyeti ve Endülüs adı altında yaklaşık sekiz asrı, sosyal hayata üç büyük semavî dini ve yedi ırkı sığ-dırmış; tıp, eczacılık, felsefe, astronomi, matematik ve fizik gibi çeşitli dallarda tarih boyunca diğer medeni-yetlere öncü olmayı başarmıştır. İslâm dünyasına karşı Avrupa’da Hıristiyanların haçlı düşüncesinin doğuşuna ve başlamasına sebep olmuş bu “Avrupalı İslâm” deni-lebilecek Müslüman devlet; Avrupa, Kuzey Afrika ve Orta Doğu gibi bölgelerle doğrudan ilişkili olması ve sekiz asır boyunca zirvelerde kalması sebebiyle tarihte ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Çok kültürlü yapısıyla da tarihte belki de bir ilk, Ortaçağ boyunca gelmiş geçmiş en parlak ve en zengin medeniyet olmuş, ancak ne yazık ki Müslüman toplumu aynı başarıya tekrar ulaşamamış-tır.

Farklı ırk ve din mensubu milyonlarca insanın ahenk içerisinde yaşaması teoride günümüzün demokrasi an-layışına yakın ancak pratikte realiteden uzak bir du-rum olmasına rağmen, Müslümanlar bunu asırlar boyu Endülüs’te başarılı bir şekilde sürdürmüşlerdir. Çünkü azınlıklar dışlanmamış, ötekileştirilmemiş, bunun aksi-ne diğer din ve ırklara mensup kimseleri devletin üst kademelerine yerleştirecek kadar toleranslı yaklaşımlar sergilenmiştir. Bununla birlikte toplum huzuru istisna-sız herkese sunulan can ve mal emniyeti ile mümkün ol-muştur. Tıpkı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun da dediği gibi “Endülüs, İspanyolların yıkımına kadar Müslüman, Hıristiyan ve Yahudi kültürlerin dinamik bir tarzda alış verişte bulundukları bir medeniyetler bileşkesini asırlar boyu sürdürmüştü.” Endülüslü Müslüman, Hıristiyan ve Yahudiler sadece barış içerisinde bir arada yaşamak-la kalmamış, aynı zamanda Avrupa -belki bilinçli veya bilinçsiz- Endülüs’ün ilim, kültür, siyaset ve sanat ha-yatından etkilenmiştir. O kadar ki, çoğunluk, Müslüman olmadığı halde Müslümanlar gibi giyiniyor, düşünüyor ve onlar gibi yaşamaya çalışıyordu. Böylelikle Müslü-man Endülüs etkileyen ve Hıristiyan İspanya ise etkile-nen taraf olmuşlardır. Bugün Avrupa’da İslamofobi ve entegrasyon gibi konular en önemli gündem maddele-riyken, belki de hayâl bile edemediğimiz bu durum, ta-rihte günümüzün güney İspanya’sında sekiz asır boyun-ca sürmüş ve Endülüs âdeta Batı’da doğan Doğu güneşi, İslâm medeniyeti ve tarihinin de bir aynası olmuştur. Yine Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun “Medeniyetlerin ben-idraki” adlı makalesinde, Endülüs medeniyetini “güçlü ve sert ben-idraki” prototipi ile örneklendirir.

Bu durumda yerel medeniyet ve kültür havzalarının yan yana var olabildiklerini savunduğu tezini şu cümleyle açıklar: “İslam medeniyet tarihinin önemli merkezleri olan 9. ve 10. yüzyıl Bağdat’ı, 12. ve 13. yüzyıl Kahire ve Granada’sı, ve 16. ve 17. yüzyıl İstanbul ve Delhi’si de farklı medeniyet ben-idraklerinin, kurumlarının ve hayat biçimlerinin birlikte yeniden üretilebildikleri ha-yat alanları (Lebenswelt) olmuşlardır.”

Paris, Londra ve Roma gibi merkezî şehirler cehalet içerisindeyken, İslâm hâkimiyeti altındaki Kurtuba, Se-villa ve Granada gibi şehirler ilim, siyaset ve kültür-de zirve yapmış ve Batı’nın karanlığını aydınlatmıştır. Yine Avrupa şehirlerinin büyük üniversitelerinde daha geçen yüzyıla kadar Endülüslü Müslümanların eserleri akademik kitaplar olarak kullanılmış, İbn Bâce ve İbn Rüşd gibi filozofların eserleri ders kitapları olarak oku-tulmuştur. Doğu’dan bağımsız olarak gelişmiş olan bu değer-eksenli medeniyet ve tefekkür akımı, 17 üniver-site, 70 halk kütüphanesi, 400 bin eserlik yazma eser kütüphanesi ve 7’den 70’e halkın ilim ve kültür sevi-yesinin yüksek olmasının doğal bir sonucudur. Endülüs sokakları İslâm hâkimiyeti altında halkın kitap ve ilim aşkını, bunun yanı sıra halkın fazlasıyla yüksek kültür ve eğitim seviyesini yansıtacak şekilde kitapların sergi-lendiği bir ortam haline gelmiştir. Bu sebeple Endülüs âdeta bir kitap medeniyetidir. Kâğıdın dahi Avrupa’ya Endülüslü Müslümanlar tarafından getirilmesiyle, ilim bu coğrafyada daha hızlı bir şekilde yayılma imkânı bulmuştur. Günümüzün Paris ve Oxford gibi dünyaca ünlü ve saygın üniversiteleri tamamen Endülüs üniver-site eğitim modeline göre kuruludur ki, bu çoğunluk ta-rafından ne yazık ki bilinmez. Bununla birlikte Endülüs ortaçağ Avrupa’sını özellikle felsefe dalında etkilemiş ve sözgelimi Avrupa’nın Yunan filozofu Aristo’yla ta-nışması, aydınlanma çağının başlamasına eserleriyle katkılarda bulunmuş olan meşhur Endülüslü Müslüman düşünür İbn Rüşd’ün eserleriyle mümkün olmuştur. Bunun gibi birçok tercüme faaliyetleri, ilmin doğudan batıya aktarılmasında büyük rol oynamıştır. Dönemin üniversitelerinin en iyilerine sahip Endülüs toprakla-rında, dünya çapında çeşitli dallarda bilgin, fikir ada-mı ve filozofların yanı sıra, en büyük Yahudi âlim ve sanatkârlar da yetişmiştir. Keza İslâm dünyasında da büyük âlim, düşünür ve bilim adamları Endülüslü Müs-lümanlardandır.

Müslüman hâkimiyeti öncelikle kendi içinde parçalara ve beyliklere ayrılmış, Müslümanların iç karışıklıkla-rından istifade edilmiş ve Endülüs’ün son kalesi olan, en büyük ve en gelişmiş şehirlerden biri, Granada’nın da 1492 yılında düşürülmesinin ardından Müslümanla-ra, bölgeyi terk etmeleri, etmedikleri takdirde ise ya vaf-tiz edilip Hıristiyan olmayı kabul etmeleri, ya da çeşitli işkencelerle öldürülmeleri ferman edilmiştir. Katolik kralların başlattığı Müslüman soykırımında bir insanlık suçu işlenmiş ve acımasızca büyük bir katliam gerçek-leştirilmiştir. Topraklar geri alınırken Endülüs’ün birer masal şehri ve medeniyet aktarım istasyonları olan Kur-tuba ve Granada gibi şehirler kan deryâsına çevrilmiş

Sümeyra Keleş

Page 23: SAYI30 · 2016-05-14 · Merhaba, Endülüs’ün fethinin 1300. yılındayız.. Bir başka deyişle İslam’ın Avru-pa’daki 1300. yılı. Tarık Bin Ziyad’ı İber yarımadasının

23sabahülkesi sayı 30

01 | 2012

ve idamlar dini törenler eşliğinde gerçekleştirilmiştir. Kralların da izlemek için geldiği engizisyon mahkeme-lerinde halk Müslümanların, Hıristiyan olmayı kabul et-mediği takdirde acımasızca öldürülmelerine, bir zaman-lar huzur ve refahın hüküm sürdüğü, modern çarşıların bulunduğu Endülüs sokaklarında şahit olmuştur. Avrupa ülkeleri birleşmiş, bütün milletlerin müşterek vatanı En-dülüs’teki Müslüman hâkimiyetini kaldırırken aynı za-manda oradaki huzur ve refahı da bir çırpıda yok etmiş-tir. Afrika ve Arap yarımadası da desteğini Endülüs’ten esirgediğinden, Endülüslü Müslümanlar artık tamamen yalnız kalmış ve bu yıkıma engel olamamışlardır. Bu sebeple yaklaşık 300 bin Müslüman istemeyerek de olsa kendi vatanlarını terk edip, Afrika’ya göç etmişler-dir. Müslüman hâkimiyetinin düşürülmesinin ardından Endülüs’te tek bir Müslüman barındırmamak için, İber yarımadasının son İslâm kalesi Granada’nın düşürülme-sinin üzerinden yaklaşık 120 yıl geçmesinin ardından Müslümanlar topluca sürülmüşlerdir.

Endülüs’ün yüzyıllar önceye ait İslâm, kültür, ilim ve sanat izlerine bugün özellikle mimarî zenginliklerde şahit olunur. Bu tarihi eser ve kalıntıların ehemmiyeti Endülüs tarihine ışık tutmalarındadır. Endülüslü Müs-lümanlar Batı ve Doğu’nun sanatını bir araya getirmiş, yoğurmuş ve mimarîde bunu bir özet haline getirmiştir. Bu sebeple şehirleşmesi, ihtişamlı sarayları ve köprüleri ile Endülüs kendine özgü bir mimarîye ve sanat anlayı-şına sahiptir. Dünyanın en büyük katedrali olan ve ünlü denizci, kâşif Kristof Kolomb’un da mezarını içinde ba-rındıran Sevilla Katedrali Müslüman hâkimiyeti zama-nında inşa edilmiş bir cami olup, sonraları Hıristiyan-lar tarafından katedrale dönüştürülen, aslında Endülüs İslâm sanatının yansıtıldığı bir mirastır.

Müslüman hâkimiyeti zamanında diplomasi merkezi olan Endülüs’ün kalesi, başkent Kurtuba, hâkimiyet dü-şürülürken, el yazmalar ve kıymetli eserler acımasızca mahvedilmiş, şehir baştan aşağı yakılmış, kütüphaneler, camiler, saraylar ve medreseler yıkılmış, Kurtuba Bü-yük Cami de kiliseye çevrilmiştir. 80 bin sarayın, 600 caminin, 50 mektebin, 60 hastanenin ve 800 hamamın bulunduğu Kurtuba’da, yıkımdan sonra geride sadece Elhamra sarayı ve kiliseye çevrilen Kurtuba cami kal-mıştır.Endülüs’te Müslümanlara dair her şey yok edilmeye ça-lışılmışsa da, bugün hâlâ bu izlere rastlamak mümkün. Belki de Endülüs’ün güzelliği ve örnek olmasının gü-nümüz dünyası tarafından bilinmesi ve örnek alınması korkusu tüm izlerin yok edilmesinin asıl sebebiydi. Bir gün yolunuz Endülüs’e düştüğünde o sokakların söyle-mek istediklerini duyabilir, Endülüs’ün şahit oldukları-nı yüreğinizle işitebilirsiniz.

Yahya Kemal Beyatlı’nın “Endülüs’te Raks” şiirinin o güzel mısralarında tarif ettiği gibi:“Alnında halka halkadır aşüfte kâkülü,Göğsünde yosma Gırnata'nın en güzel gülüAltın kadeh her elde, güneş her gönüldedirİspanya varlığıyla bu akşam bu güldedir”

Kaynaklar:Prof. Dr. S. Hayri Bolay, “Endülüs’te Gelişen Düşünce Hayatı ve Batıya Tesirleri”, Endülüs’ten İspanya’ya, TDV, AnkaraMoshe Sevilla–Sharon, Türkiye Yahudileri: Tarih-sel Bakış, Jerusalem 1982Bekir Karlığa, “İslam Düşüncesinin Batı’ya Ge-çişinde Haçlı Savaşları, Endülüs ve Sicilya I-II”İhsanoğlu, Ekmeleddin, “Endülüs Menşe’li Bazı Bilim Adamlarının Osmanlı Bilimine Katkıları” (1994)Krş. J. Brignon, “Murabıtlar”-“Muvahhidler”-“Merînîler”Prof. Dr. Philip K. Hitti. Siyasî ve Kültürel İslâm Tarihi. Terc. Salih Tuğ. 111/840. İst. 1989.

Page 24: SAYI30 · 2016-05-14 · Merhaba, Endülüs’ün fethinin 1300. yılındayız.. Bir başka deyişle İslam’ın Avru-pa’daki 1300. yılı. Tarık Bin Ziyad’ı İber yarımadasının

24 sabahülkesisayı 30

01 | 2012

Moriskolar’ın izini süren bir belgesel yaptığını-zı biliyoruz. Bu belgesel hakkında “Endülüs’e olan vefa borcumuzu ödemeye çalıştık” diyor-

sunuz. Endülüs’e olan vefa borcumuz nedir tam olarak ve Endülüs bizim için neden bu kadar önemli?

Vefayı ben tarihte olmuş bitmiş, defteri kapanmış bir hatıraya saygı anlamında algılamıyorum. Afrika’da, Asya’da, Avrupa’da olması fark etmez, İslam medeniyeti hâlâ diri ve canlıysa tek başına olmasa da, bunu besleyen en önemli damarlardan biri de Endülüs’tür. Endülüs’ün temsil ettiği medeniyet, değer yargıları, insanlık ve dün-ya tasavvuruna, bir dönem tarihte işlevini gördü ve ka-pandı gözüyle bakılamaz. Öyle olmuş olsaydı yeryüzün-de Müslümanların bugün dünyaya söyleyecek sözleri de olmazdı. Evet, siyasi olarak Endülüs’te Müslümanların varlık alanları ortadan kaldırılmış olabilir. Ama bu me-deniyetin, medeniyet tasavvurunu diri tutması için orayla entelektüel, ilmi düzeyde sağlıklı ilişki kurmamıza en-gel değil. Bu işin bir boyutu, bir de yaşanan gerçeklik açısından, orada yaşanan bir macera var. 1492 sembolik olarak, Endülüs’ün siyasi olarak sona erdirildiği tarihtir. Tabii bu, medeniyetin, kültürün etkilerinin tümüyle silin-diği anlamına gelmez. Endülüs’ün ne muhteşem bir me-deniyet olduğundan, Avrupalılara örneklik ettiğimizden, Avrupalılarla, Yahudilerle iç içe, ne güzel yaşadığımız-dan çok övünerek bahsediyoruz, ama bunun bugün için ne anlama geldiği konusunda pek bir şey yapmıyoruz.

Roger Garaudy, “Batı, hikmeti kaybettiği için gayesini de kaybetmiştir. Dengeli ve ideal medeniyetin numunesi Endülüs Medeniyeti olmuştur” der. Katılır mısınız bu ifa-delere? Batı’nın bir zamanlar elinde bulundurduğu hik-met ne idi Garaudy’e göre ve Batı’nın kaybettiği hikmete ve gayeye bizim sahip olduğumuz söylenebilir mi?

Batı merkezli okumak istemem ben medeniyeti. Batıyı referans alarak yorumlamak bence doğru değil, karşılaş-tırma yapabiliriz ama bizatihi sadece Endülüs’ün değil İslam medeniyetinin bir özelliğidir bu. Dengeli ve orta yolda olmak, Müslümanlar her tarafta orta bir ümmettir.

Page 25: SAYI30 · 2016-05-14 · Merhaba, Endülüs’ün fethinin 1300. yılındayız.. Bir başka deyişle İslam’ın Avru-pa’daki 1300. yılı. Tarık Bin Ziyad’ı İber yarımadasının

25sabahülkesi sayı 30

01 | 2012

Page 26: SAYI30 · 2016-05-14 · Merhaba, Endülüs’ün fethinin 1300. yılındayız.. Bir başka deyişle İslam’ın Avru-pa’daki 1300. yılı. Tarık Bin Ziyad’ı İber yarımadasının

26 sabahülkesisayı 30

01 | 2012

Endülüs için ‘kuvvetli bir kimlik’ ve ‘kendine güven psi-kolojisi’ üzerine kurulan bir medeniyet olduğu yorumu sıklıkla yapılmakta. Bu psikoloji üzerinde duralım biraz, Endülüs’ün mensuplarına bahşettiği muayyen bir kimlik bilinci var mıydı? Ve bu kimlik psikolojilerini ne yönde etkileyip, nasıl hareket etmelerine yol açtı?

Aslında klasik dönem İslam medeniyetinin, en önemli özelliklerinden biri ve bu bağlamda altı çizilmesi gere-ken şeylerden biri şu bence. O kadar kendine güveni olan bir ümmet, topluluk ki kendi dışındaki bütün görüş ve düşünceler, felsefi ve bilimsel sistemlerle yüzleşmekten kaçınmamıştır. Farklı kültür ve düşünce sistemleriyle temas kurmaktan, yüzleşmekten, entelektüel meydan okumalara cevap yetiştirmekten kaçınmıyor. Yani dü-şünsel anlamda da içine kıvrık bir toplum ve medeniyet tavrı sergilemiyor. Farklı inanç ve düşünce sistemleriyle yüzleşiyor, inceliyor, analiz ediyor, hükmünü veriyor, alacağını alıyor, almayacağını almıyor, bir korkusu yok. Hint felsefesiyle de, Antik Yunan felsefesiyle de temasa geçmiş önce bu düşünce sistematiğini anlamaya, çözüm-lemeye çalışmış, bunlarla müthiş bir mücadeleye girmiş. Tercüme dönemi sadece aktarım değil, aslında yüzleş-me dönemi. Antik Yunan felsefesi çok güçlü bir felse-fe. Müslümanlar ilk defa o felsefe ile karşılaştığında bir çalkalanma dönemi var. Sarsılıyorlar, fakat Müslüman tasavvuru o kadar güçlü ki sonuçta sentez ediyor, alaca-ğını alıyor, sistematize ediyor. Klasik Osmanlı medrese-lerinde bile Aristocu mantık rahatlıkla okutulabilmiştir. Kozmoloji öğretisinden evren tasavvuruna, geometriden coğrafyaya alınabilecekleri almıştır. Varlık tasavvuru, insan-evren ilişkisi gibi temel kadim insanlık sorularına dair meselelerde çok ciddi yüzleşmeye gidiliyor Yunan felsefesiyle. Bu durum Endülüs için de geçerli. Aslında Endülüs’ü konuşmak İslam medeniyetinin genel karak-teristiğini, paradigmatik haritasını çıkarmak demektir. Çünkü bu küçük coğrafya, Müslümanların düşünsel ve sanatsal birikimleriyle beşeri ve fikri anlamda farklı olan-larla yüzleşmenin en yoğun yaşandığı zaman ve mekân dilimidir.

Günümüzde İslam dünyasında, özelde de Türkiye’de Endülüs’e olan ilgide zannederim bir artış var. Bunun temelinde “biz bir zamanlar neydik” gibi, sadece nos-taljik, ya da “Yunan felsefesi muhafaza edip ve geliştirip Batı’ya aktaran İslam medeniyetidir, dolayısıyla Batı me-deniyetinin temelleri de bir yönüyle oradadır” sözünde özetlenebilecek bir tavır mı yatmaktadır? Yoksa başka amaçlar güden, sahici bir ilgiden söz edebilir miyiz?

Nostaljik görüyorum bunu. Bu hem olumlu hem de olumsuz bir şey. Endülüs’ü yeniden keşfederek, bunun entelektüel temelleri neydi, kaynaklara geri dönme anla-mında ciddi çalışmalar olursa bu anlamlıdır. Ama hiçbir ciddi çalışma yapmadan sadece bir nostaljik tatmin ar-zusu ile Avrupa’da biz de bunu yapmıştık noktasındayız. Aynı medeniyeti Patagonya’da yapmış olsaydık muhte-melen övünmeyecektik. Şu andaki psikoloji onu gösteri-yor. Yani mevcut ilgiyi ben nostaljik görüyorum, biraz da politik. Ama inşallah sahici adımlar atılır. Bazı şeyler de

böyle başlar. Hevesle başlar. Ama burada kalırsa hiçbir anlamı yok. Bazı kavramlar vardır ki yaygınlaştığı, kulla-nımı popülerleştikçe içeriği boşalmaya başlar, anlamsız-laşır. Ama içeriğini doldurarak bunu yaygınlaştırdığınız vakit bir değer katmış oluyorsunuz. Böylesi bir yerdeyiz şu anda. İçi dolu değil. İşte İbn-i Arabî’yle kendi dilinde biz temas kurabiliyor muyuz? İbn-i Rüşd’ün yaptığı tar-tışmayı ve onun etrafında olan entelektüel tartışmaya, o zamanki kavramlara biz bugün nüfuz edebiliyor muyuz? Yapılan tercümelerde bile nüfuz etmemiz mümkün de-ğil. Niye? Çünkü oradaki kavram dünyası o kadar farklı ki tartışmanın ruhuna giremiyoruz. O günü olduğu gibi bugüne taşıyalım anlamında değil, eğer bir medeniyetin yaşıyor olması aynı zamanda süreklilik demekse orayla bir temas kurup yeni açılımlar üretmeyi gerektirir. Çün-kü insanlık artık başka şeyler tartışıyor. Gündemde başka şeyler var ve bunlara yeni cevaplar bulup kendimizi ve değerlerimizi hayata yansıtmak zorundayız.

Özellikle Endülüs’teki ‘bir arada yaşama kültürüne’ vur-gunun öne çıktığını görüyoruz. Size göre o günün “bir arada yaşamı” ile bugün bundan kastedilenler arasında nasıl bir irtibat var?

Bunlar hem örtüşen hem ayrışan şeyler. Pluralizm yani çoğulculuk, Avrupa’nın modern dönemde keşfettiği bir şey. Avrupa’da Batı toplumlarında böyle bir şey yok. Do-layısıyla geçmişlerinin verdiği eksikliği kapatma yönüy-le fazlasıyla abartılan bir şey. Oysaki İslam toplumları başlangıcından itibaren farklı kültür ve medeniyetlerle, farklı dinlerle bir arada yaşama tecrübesine sahipler. Sa-dece Endülüs değil. Emevi, Abbasi, Osmanlı, Selçuklu, Hint İslam medeniyeti... Hem sadece kitabi toplumlarla değil, Hindistan’da olduğu gibi Budist, Hindu gibi kita-bı olmayan kültürlerle de bir arada yaşamak tecrübesini göstermiş ve buna göre fıkıh geliştirmiştir. Sadece hoş-görü değil bu. Hukuku olan bir ilişki biçimi. Hoşgörü çok aşağılayıcı bir tabir. Sana lütfen burada bir yaşama hakkı veriyorum demiyor. Onu bir insan olarak kabul ediyor. İnanıp inanmamayı o insanın iradesine bağlıyor. Bu çok önemli. Ona bir değer veriyorsun inanıp inanmamak gibi bir tercih veriyorsun. İnanırsan hukukun belli inanmaz-san hukukun belli. Dolayısıyla her şey ölçülü. Lübnan’lı bir gayrimüslim olan meşhur romancı Amin Maalouf’u biliyorsunuz. Maruni gibi, marjinal bir Hıristiyan mez-hebe mensuptur. Hıristiyan dünyasının başka yerlerinde de pek bulunmayan bir şey. Bir makalesinde diyor ki, marjinal bir mezhep mensubu olarak hâlâ bu cemaatin yaşıyor olmasını, Müslüman bir toplum içerisinde olma-sına borçluyuz. Çünkü biz eğer Batı Avrupa’da olsaydık ya Katolikleştirilecektik veyahut Ortodoks haline getiri-lecektik. Ama Müslümanların verdikleri haklar sayesin-de, biz burada geniş İslam denizi ortasında bir ada olarak yaşamayı başardık. Bunu İslam medeniyetine borçluyuz diyor. Bu içten bir itiraftır. Her şeyi özetleyen bir şeydir aslında. Ama İslam toplumundaki bu çoğulculuk, mo-dern toplumlardaki çoğulculuk ilkesiyle, önerdiği toplum modelleri bire bir örtüşmez. Hukuku daha farklıdır. Fıkhı gelişmiştir. Toplumsal tarihe baktığımızda onların örnek-leri de görülür. Bu Batının bugünkü kullandığı anlamda

Page 27: SAYI30 · 2016-05-14 · Merhaba, Endülüs’ün fethinin 1300. yılındayız.. Bir başka deyişle İslam’ın Avru-pa’daki 1300. yılı. Tarık Bin Ziyad’ı İber yarımadasının

27sabahülkesi sayı 30

01 | 2012

pluralizm anlamına gelmiyor. Fakat kendi deneyimi içe-risinde bir arada yaşamayı üretebilmiş ve başarmış bir medeniyet.

Endülüs’ün fethiyle başlatırsak İslam’ın Avrupa’daki 1300. yılındayız, Günümüzde Avrupa’da milyonlarca Müslüman yaşıyor. Çok kültürlülük, bir arada yaşam ar-gümanlarının revaçta olduğu bugünlerde Endülüs tecrü-besinin bize söyleyeceği şeyler var mıdır?

Şüphesiz var. Burada şöyle bir kıyaslama yapmak lazım. Muhtemelen oradan bakmamız lazım. Belki İslam tari-hinde ilk defa fiziki zorlama olmaksızın gönüllü olarak Müslümanlar, sosyal, ekonomik ve siyasi olarak daha alt bir düzeyde Müslüman olmayan bir toplulukta yaşama-yı tercih ettiler. Herhalde Almanlar da, tarihlerinde ilk defa bu kadar yoğun bir Alman ve Hıristiyan olmayan -Yahudileri ayrı tutarsak - Müslüman bir toplulukla bir arada yaşamayı deniyorlar. Onların da böyle bir tecrübe tarihlerinde yok. Felsefi olarak ne kadar çok kültürlülük deseler de, bu çok kültürlülük aslında biraz da kendi kül-türel çeşitlilikleri arasındaki çok kültürlülüktür. Bu açı-dan, tarihe sağlıklı yaklaşmaları kaydıyla, Avrupalıların Endülüs’ten öğreneceği çok şey var. Sadece Endülüs’ten değil tabii ama onu konuşuyoruz şu anda. İkinci bir nok-ta, Müslümanların 1492’den sonra başlarına gelenler. Modern Avrupa’nın bir bakıma genlerinin oluştuğu mo-dern öncesi bir takım reflekslerin temellerin atıldığı bir süreçtir. O sürecin doğru okunması lazım.

Ben de oraya gelecektim. Siz belgeselinizde, 1492’den sonra Müslümanların başında gelenlerin izini sürdünüz. O dönemde Hıristiyan yönetimi altında yaşamak zorunda olan Müslümanlara Morisko deniyor. Hıristiyanlaşmaya zorlanan kişiler mi bunlar? Bu konuyu biraz açabilir mi-siniz?

BiyografiKayseri'de doğdu. İlk ve orta öğre-nimini memleketi olan Kayseri’de tamamladı. İstanbul’da mühendislik eğitimi aldı. Yayıncılık, gazetecilik ve televizyonculuk yaptı. Akabe yayınla-rında başladığı yayıncılık deneyimini İnsan, Küre ve Klasik yayınlarının ya-yın yönetmenliği ile sürdürdü. Yeni Şafak gazetesinin kurucuları arasında yer aldı ve genel yayın yö-netmenliğini üstlendi. Hâlen Yeni Şa-fak gazetesinde köşe yazarlığını sür-dürüyor. Aynı zamanda Türkiye'nin çok dilde yayın yapan ilk uluslararası haber portalı olan Dünya Bülteni'nin genel yayın yönetmenliğini yürütüyor. Aynı zamanda belgeselci olan Akif Emre, başta Osmanlı şehirleri Sa-raybosna, Mostar, Üsküp, Selanik, Kudüs üzerine belgeseller çekti. Mi-mar Sinan hakkında altı bölümlük bir belgesel de çeken Akif Emre, son olarak Endülüs hakkında henüz ya-yınlanmayan bir belgesele imza attı. Küreselliğin Fay Hattı (2001), Gös-tergeler (1997),Türkiye Yazarlar Birli-ği ödülüne layık görülen İzler (2001) adlı eserleri bulunuyor.

Page 28: SAYI30 · 2016-05-14 · Merhaba, Endülüs’ün fethinin 1300. yılındayız.. Bir başka deyişle İslam’ın Avru-pa’daki 1300. yılı. Tarık Bin Ziyad’ı İber yarımadasının

28 sabahülkesisayı 30

01 | 2012

Şimdi şöyle, iki tip var. İspanyolların, Mudahhar dedikle-ri, Arapça müdeccen olarak ifade edilen, bir de Morisko dedikleri Müslümanlar var. Müdeccenler veya Müdahhar, Hıristiyan işgali altında yaşamak zorunda kalan, hatta gö-nüllü de olsa orada kalmayı kabul eden, ama Hıristiyanlığa zorlanmayan Müslümanlar. Çünkü Endülüs 1492’de ani-den düşmedi. 1492’de küçük bir şehir devleti haline gel-mişti. Sevilla 1200’lerde düşmüştü mesela, arada 200-300 yıllık gerileyerek düşme süreci var. Bu süreçte orada Müs-lümanlar hâlâ var. Müslümanların bir kısmı göç etti, ama edemeyen büyük bir kısım var. Üstelik kalan Müslüman-ların belki de büyük kısmı da yerli, Arap değil. Bugünkü İspanyol resmi tarih yazımı İslam İber yarımadasına Arap-lar tarafından getirildi, işgalci Arapları geldikleri yere geri gönderdik diyor. Hikâye o kadar basit değil. Demografik olarak belki de oradaki Müslümanların çoğunluğu yerliydi. Dolayısıyla orada kalmayı kabul etmiş, Hıristiyan yöneti-mi altında kalan Müslümanlara Müdeccen deniyor. Gırna-ta teslim anlaşması içinde orada kalan Müslümanların her türlü dini, ekonomik, kültürel haklarına dokunulmayacağı yönünde bir anlaşma yapılıyor. İstisnaları olmakla birlikte 1492-1499’a kadar Hıristiyan olmaya zorlanmıyorlar, an-laşma şartlarına uyuluyor. Ekonomik ya da sosyal baskı-lar, teşvik var, ama teorik olarak zorlanmadılar. Morisko ise Hıristiyan yönetimi altında yaşamak durumunda kalan fakat din değiştirmeye zorlanan ve dinlerini gizleyen Müs-lümanlara deniyor. İşte 1499’dan sonra Katolik yönetim tam yerleşip kilisenin de etkisiyle Müslümanların zorla Hıristiyanlaştırılma süreci başlıyor. Müslümanlar Arapça konuşmaları, yazmaları, Müslüman kadınların peçe giy-meleri yasaklanarak tam bir asimilasyon uygulanıyor. Ve engizisyon devreye giriyor. Katolik kilise kayıtlarından hâlâ nerde, ne sebepten, kaç Müslümanın engizisyonda yargılanıp cezalandırıldıklarını bulmak mümkün. Gizlice dinlerini yaşamaya çalışıyorlar. Ama tezahür anlamında da inancını saklayan kişiler. Ve bunların bir kısmı da bir iki nesil sonra asimile oluyorlar. Belki bir kısmında şekli, vicdani bir Müslümanlık kalıyor ama hayat tarzı, isimleri, dilleri tamamen değişiyor. Bunlara da Morisko deniyor.

Günümüzde yaşayan Moriskolar var mı?

Genetik olarak kökleri Müslümanlara dayanan insanlar çok. Birazcık araştırdığınızda benim soyum Morisko di-yenler var. Mesela bir kilise görevlisiyle konuşuyordum, ben de Moriskoyum dedi. Bugün için konuştuğumuzda, inancını gizlice saklamış, korumuş yeni yeni inancını açıklama güvenini edinmiş insanlar pek yok. Sonradan Müslüman olanlar, Müslümanlığa geçenler en azından psikolojik olarak kendilerinin Morisko olduklarını var-sayıyorlar. Belki araştırınca o bağı da buluyorlardır. Ama şunu da tespit ettik, Müslümanlığın etkisi 1492’den sonra bıçakla kesilmiş gibi orada bitmedi. Müslümanların mü-cadelesi de bitmedi. Hıristiyanlaştırma ve engizisyonun devreye girmesiyle ağır cezalara, çok ciddi işkencelere rağmen, çok ciddi direnişler oldu. Biz bunu unuttuk, atla-dığımız bir şey bu. Tarihe daha çok sarayların yönetimle-rinin tarihi gözüyle baktığımız için, toplumsal, kültürel, iktisadi hayatta neler döndüğünü atlıyoruz. Hâlbuki esas hayat orada ve tarihte odur bir bakıma. Elhamra Sarayı

çöktü, son Endülüs sultanı orayı terk etti ve bitti; bu ka-dar basit değil. Bu çok düz bir tarih okuması. Biz genel-likle bu yanlışa düşüyoruz. Oysa Müslümanların direnişi çok uzun sürdü.

Ne zamana kadar?

1492’de Gırnata teslim edildiğinde bir anlaşma yapılmıştı. Anlaşmaya göre burada kalan Müslümanların ve Yahudile-rin, - Yahudiler de dâhil ediliyor bu anlaşmaya - dini, şahsi hakları, mülkleri, eğitim kurumları, ibadethaneleri her tür-lü hakları korunacak bunlar çiğnenmeyecek. İspanyollar hâkimiyeti kurduktan bir yıl sonra Yahudiler aleyhine bu anlaşmayı feshediyorlar. Beş yıl sonra da Müslümanlar aleyhine feshediyorlar. Gerekçe şu: Buraları ele geçirdik fakat bu toprakların temizlenmesi lazım. Temiz olmasın-dan kasıt ise gayri Hıristiyan unsurların ortadan kaldırıl-ması, Katolik Kilisesi’nin klasik anlayışı. O toprakların temiz kılınması ise ancak bunların ya Hıristiyanlığı kabul etmeleri ya da tümüyle sürülmeleri veya katledilmeleriyle mümkün. Tümünü katledemeyeceklerine göre sürülmeleri de kolay değil o zaman. Niye kolay değil? Çünkü henüz İspanyol ekonomisi onların sürülmesini kaldıracak güçte değil. Tarımda, ticarette, sanatta Müslümanlar pek çok alanda kritik yerlerdeler. Merkezi yönetim feodaliteye da-yandığı için, feodal beyler merkezi yönetimin denetimine karşı Moriskoları güçlendirerek, onların iktisadi ve sosyal gücünü arkasına alarak ancak otonomisini koruyabiliyor. Böyle bir iç denge var. Müslümanlar da uzun süre bu den-ge üzerinde oynayarak çok ciddi bir avantaj sağlıyorlar. Mesela 1499’da alınan kararlara göre Arapça konuşmak, yazmak, Arapça kitap bulundurmak kesinlikle yasak. İlk alınan kararlardan biri de kadın bedeni üzerinden. Bu çok anlamlı, bunun modern örneklerini de bulmak mümkün. Camiler kiliseye çevriliyor. Dolayısıyla İslam’ın görünür yanları ortadan kaldırılıyor ve herkesin vaftiz olması zo-runlu kılınıyor. Hıristiyan olarak vaftiz olmak zorundalar. Vaftiz de çoğu zaman semboliktir. Topluyorlar bir yere su serpiyorlar, kabul ettiniz mi, ettik tarzında. Hatta su değmesin diye arka taraflardakilerin eğildiğine dair bazı anektodlar vardır. Engizisyon ise bundan sonra devreye giriyor. Biliyorsunuz, Engizisyon aslında Hıristiyanlar içindir, Hıristiyan olmayanlar için değil. Siz madem Hıris-tiyan oldunuz, o zaman iyi Hıristiyan olmak zorundasınız. Dolayısıyla gizlice Müslüman ibadeti yapıyorsunuz diye korkunç bir şüphe ve insan avı başlıyor. Müslümanlar da bu arada kendi aralarında zaman zaman rüşvet toplayarak krallara binlerce dukka altın vererek o yasaklara uymu-yor, ertelettiriyorlar. Dolayısıyla kendileri bir nefes alanı açmaya çalışıyorlar. Buna karşılık Müslümanlara yönelik; sahil şeridinde oturmaları, şehirden şehire gitmeleri, silah taşımaları yasaklanması gibi değişik tedbirler uygulanıyor. Dolayısıyla böyle bir baskı altında zaman zaman isyanlar var. 1500’lerde bir isyan var mesela. Fakat en büyük is-yan 1568’de, 3 yıl kadar sürüyor bu isyan. Osmanlı isyanı desteklemek için içeriye Cezayir’den yeniçeri gönderiyor. 400 kadar yeniçerinin girdiği söyleniyor. 4000 olduğunu, sadece dışarı çıkanların ancak 400 olduğunu söyleyen, Broudel gibi önemli tarihçiler de var. İspanyol imparator-luğunun da en güçlü olduğu dönem. Amerika’yı keşfetmiş,

Page 29: SAYI30 · 2016-05-14 · Merhaba, Endülüs’ün fethinin 1300. yılındayız.. Bir başka deyişle İslam’ın Avru-pa’daki 1300. yılı. Tarık Bin Ziyad’ı İber yarımadasının

29sabahülkesi sayı 30

01 | 2012

koloniler kurmuş, halk ticareti başlamış. Tabii bunlar as-keri deneyimi olmayan örgütsüz karizmatik bir liderlikten yoksun isyanlar. Sonuçta 1571’de bastırılıyorlar ama 3 yıl sürüyor. Al Pujara isyanı diye bilinir. İspanya’da çok meşhurdur. Belgeselde o isyanın çıktığı köyleri gezdim. İsyanın çıktığı ilk köy, kararın alındığı yer bile duruyor. İlk bastıkları kilise hâlâ duruyor. Kiliseyi basmaları da çok sembolik, çünkü kilisede Müslümanlıktan geçmiş, soyu Müslüman olan bir papaz var ve en çok zulmeden de o. Biraz da ondan intikam almak için.

Bunlar bilinmeyen şeyler miydi daha önce?

Morisko uzmanları biliyor bunu ama çok popüler de-ğil. Moriskoları isim olarak duyan olayın bu kadar ay-rıntısını, Osmanlıyla olan ilişkilerini bilen çok nadirdir. Osmanlı Yahudileri kabul etti, Müslümanları niye kabul etmedi veya Endülüs’e niye yardım etmedi gibi sade-ce popüler bir söylem var. Hâlbuki karşılaştırmalı tarih okumadığımız için bilmiyoruz. 1492’de Endülüs düş-tüğünde, Osmanlının gücü neydi, neyi yapabilirdi, neyi yapamazdı? Bir şey yapmadığımız için böyle rahat konu-şuluyor. Bu isyanlardan dolayı 1571’den sonra müthiş bir sivil katliam yapılıyor. O katliamın yapıldığı yerleri çek-tik, gördük. İyice bastırılıyor bu isyanlar, zaman zaman yine direnişler var, ama sonuçta 1609-1611 arasında iki yıl içerisinde bütün Moriskolar, yani kökü Müslüman ol-duğu bilinen ama aslında bir kısmı samimi Katolik olmuş insanların toptan sürülmesine karar veriliyor. Düşünün o zamanki şartlarda 400 binden fazla insan sürülüyor.

Nereye sürülüyorlar?

İki tür sürgün yolu var. Eğer Katolik bir ülkeye gitmeyi seçerseniz on yaşından küçük çocukları yanınıza alabili-yorsunuz. Ama Müslüman toprağına gitmeyi seçerseniz on yaşından küçük çocukları bırakacaksınız. Yani dram içerisinde dram. Büyük kısmı mağribe gidiyor; Cezayir, Tunus, Fas. Osmanlının orada önemli bir organizasyonu var, gelen insanları yerleştiriyor. Belgeler var, arşivde hepsi görülüyor. Beş yıl bunlardan vergi alınmayacak, her türlü kolaylık sağlanacak gibi kararlar var. Bir kısmı İstanbul’a kadar getiriliyor, Galata’ya yerleştiriliyor. Çu-kurova ve Filistin’e yerleştirilenler de var.

Osmanlı orayı takip ediyor o zaman?

Tabii! Mesela Al Pujara isyanı gün gün takip ediliyor. Liderlerden biri orada ihanet ediyor, hemen onu indirin onun yerine falan getirilsin diye gizli yazışmalar var. Bu gizli yazışmalardan bazılarını arşivde bulduk. Osmanlı-dan yardım isteyen mektuplar arşivde duruyor. İspanyol arşivlerinde de gizli gönderilirken ele geçirilmiş mektup-lar var. Resmen arşive girmiş belgeler var, gizli geliyor, ama sonuçta devlet katında işlem görüyor. Dolayısıyla çok yakın ilgisi var, ama 1492’de Osmanlı deniz gücü değil henüz. Suriye’yi Mısır’ı bile almış değil. Karada, Bosna’ya kadar gelmiş ama oradan İspanya’ya müdahale etmesi mümkün değil. Askeri gücü zaten imkân vermez-di buna.

Belgesel çalışmaları esnasında orada gördüğünüz, yaşa-dığınız en ilginç şeyler nelerdi? Toplumsal hayata yansı-yan unsurlar vs...

Bir kere mimari etkiyi hiç kimse yadsıyamaz. Normal bir adam evinin bahçesini yaparken Endülüs tarzının ne kadar güçlü olduğunu görüyorsunuz. Günlük hayatta konuşulan İspanyolca’da, Arapça etkisi çok fazla. Birkaç kişiden ayrı ayrı duydum. Müslüman olanlardan biri, Simon Pelerez isimli Müslüman olmuş bir edebiyatçı, öykü yazarı. Ben küçük çocuktum babam tarladan geldiğinde elini yüzünü yıkardı. Daha sonra Müslüman olduktan sonra fark ettim ki babam aslında abdest alırdı, diyor. Ama abdest aldığının farkında değil. Artık el yıkama tarzı öyle böyle kanıksan-mış. Gırnata yakınındaki köylerde yılda bir kere hayvan kesip etini dağıtmak gibi bir gelenek var. Hıristiyan ge-leneğinde olmayan bir şey bu. Yani bu tip şeyler var. Çok gizli olarak kalmasının etkisi olarak zikredebiliriz belki. Bir Müslüman anlattı, kendi deneyimi. Kendisi bir müzis-yen, Müslüman olduktan sonra en çok annesi karşı çıkıyor buna. Bir ara kardeşi de Müslümanlığa ilgi duyuyor. Kar-deşine de namaz kılmayı öğretmeye başladığında, annesi tam üstüne geliyor. Napıyosun sen? diyor. Yaptığı hareket-leri görünce kadın ağlamaya başlıyor. Niye ağlıyorsun? Ben küçükken ninem yoktu halamın yanında kalırdım, bazı sabahları kalkar bir suyla elini yüzünü yıkar sizin yaptığınız hareketleri aynen yapardı. Bu Müslümanlığın çok derinlerde devam ettiğini gösteriyor. Endülüs edebi-yatında, sanat çevrelerinde, akademide Müslüman olup da Müslüman olduğu bilinmeyen pek çok insan var. Bunun iki sebebi olabilir. Bir, zaten Batıda var olan kültür sanatta ve akademik hayatta Müslümanları dışlayan bir psikoloji vardır, bundan dolayı gizlediği varsayılabilir. Endülüs öze-linde düşündüğümüzde ise İspanyolların tarihinden dolayı pek çok insanın gizlediğini gördüm ben, bizzat bir iki aka-demisyende şahit oldum.

Size söylediler mi Müslüman olduklarını?

Söylemediler ama Müslüman olduğundan şüphelendim. Söyleminden, konuşma tarzından ancak bir Müslüman böyle söyleyebilir, bu yorumları yapabilir diye düşün-düm. Asistanına sordum, evet Müslüman dedi.

Belgeselin çekimleri bitti mi ve tam olarak neleri içeriyor?

Kısa bir Endülüs tarihi veriyoruz. Ardından Gırnata’nın düşüş şartları, nasıl teslim edildi, düştükten sonra neler yaşandı. Kuşatma bir yıl sürüyor yaklaşık, o arada müthiş kahramanlık hikâyeleri oluyor. Sonra Endülüs’ün düşüşü Moriskolaşma süreci, sürgünler, isyanlar 1610’a kadar getirdik ve belgeseli bitirdik.

Kaç bölüm olacak?

5 bölüm oldu. Her bölümü ortalama otuzar dakikalık bir belgesel.

Belgeseli merakla bekliyoruz. Röportaj için çok teşekkür ederiz.

Page 30: SAYI30 · 2016-05-14 · Merhaba, Endülüs’ün fethinin 1300. yılındayız.. Bir başka deyişle İslam’ın Avru-pa’daki 1300. yılı. Tarık Bin Ziyad’ı İber yarımadasının

30 sabahülkesisayı 30

01 | 2012

Edebiyat, bilhassa şiir vefalı bir türdür. Onun vefası, edebiyatçının, şairin niteliğiyle alakalı-dır. Bir bakmışsınız geçen yıl övgülerle yücel-

tilen bir şairin bugün esamisi bile okunmazken yüz yıl hatta binlerce yıl evvel bu dünyadan göçüp giden bir şair için gündem hala sıcaktır. Bu biraz da o şairin insa-na verdiği değerle alakalıdır. Metinlerinde insan oluşun kadim dertlerine dokunan, ateşli bir çocuğun alnına eli dokunan baba gibi onun derdiyle tasasıyla meşgul olan bir şaire tarih kayıtsız kalmayacaktır. Bugün eğer bu yazı vesilesiyle Asaf Hâlet Çelebi’yi anıyorsak bunu onun bize bıraktığı mirasa borçluyuz.

Bu çelebi şair, dünyaya öyle bir zamanda gelir ki; san-ki şair olması için her şey hazırdır. Yirminci yüzyılın hemen başına tesadüf eden 29 Aralık 1907 tarihi, kafa kâğıdında yazılıdır. İçine doğduğu toplum, dönüşmekte olan bir toplumdur. O toplumun nezdinde yeni ile eski arasında süre giden bir çatışma söz konusudur. Toplu-mun bir kesimi kökten bir değişmenin gerekli olduğunu savunurken bir diğer kesim de köklerinden ayrılmanın ne demek olduğunu dert edip, onun acısını yaşamaktay-dı. Böyle bir ortamda dünyaya ‘merhaba’ diyecek olan Çelebi, İstanbul’un en güzel muhitlerinden biri olan Cihangir’de açar gözlerini. Devlet önemli kademelerin-de bulunan ecdadı tarafından inşa ettirilen bir konaktır onu karşılayan. Dört katlı, ahşap, boğazı gören ve bah-çesinde türlü çiçeklerin boy verdiği bir konak…

Bu konak, Çelebi’nin hayatında önemli bir mekândır.

Ailesi, bir yandan Osmanlı kültür hayatının içindedir; bir yandan da devrin şartlarından ileri gelen bir Batı kül-türü etkisi vardır. Batı kültürü derken, fikri bir kültür-den ziyade günlük hayatın içinde kullanılan eşyalar gibi maddi bir kültürden bahsediyoruz. Çelebi de böylelikle hem kadim kültürü yaşayan, bilen hem de dünyaya açık bir ailenin elinde büyür kendini. Kadiri Tekkesi’ne bağlı olan babasından henüz küçük yaşlarda aldığı dil eğitim-leri –Fransızca ve Farsça- hem de Mesnevî okumaları onun hayatının ileriki dönemlerinde tesirli olacaktır.

Eğitim hayatı çok güzel başlayan Çelebi’nin maale-sef aynı güzellikle devam edememiştir. Galatasaray Lisesi’nin ilk kısmına başlamıştır. Henüz küçük yaşlar-da babasından aldığı Fransızca derslerini burada daha da pekiştirmiştir. Fakat liseyi bitiremeden bırakmıştır. Bırakır bırakmaz, kendine bir iş bulmuş ve çalışmaya başlamıştır. Aslında gayet iyi olan maddi durumları, babasının işinden edilmesiyle bozulmaya başlamıştır. Eğitim hayatını terk etmesinde bu durumun etkili ol-duğu söylenir. Ardından Güzel Sanatlar Akademisi’ne kaydolmuşsa da bu okula da devam etmez. Nihayet en sonunda Adliye Meslek Mektebi’ne kaydolmuş ve eği-tim hayatını bu okulla noktalamıştır. Mezuniyetinden ölümüne kadar memuriyetten bankalığına kadar çeşitli işlerde bulunmuş, en son İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Kütüphanesi’nde çalışmıştır.

Asaf Hâlet Çelebi’nin şiirine gelince… Dönem olarak Garip Akımı’nın gündemde olduğu vakitlere rast gelir Çelebi’nin şiir serüveni. Ancak, poetik olarak bu guru-ba dâhil değildir. Garip akımının savunduğu bazı şiir

ÇELEBİ BİR ŞAİR

Asaf Hâlet Çelebi

Yahya Kurtkaya

Page 31: SAYI30 · 2016-05-14 · Merhaba, Endülüs’ün fethinin 1300. yılındayız.. Bir başka deyişle İslam’ın Avru-pa’daki 1300. yılı. Tarık Bin Ziyad’ı İber yarımadasının

31sabahülkesi sayı 30

01 | 2012

fikirlerini benimser aslında; ancak bazı noktalarda da onlardan ciddi manada ayrılır Çelebi. Bu ayrıldığı nok-talarla Yahya Kemal-Ahmet Haşim çizgisinde seyrettiği söylenebilir olsa da; tam olarak onların halefi de değil-dir. Bambaşka bir serüvendir onda şiir. Bildiğimiz gibi, Garip akımı, şiirde gündelik dili kullanır, şiirin müziğin etkisinde olmaması gerektiğini savunur. Şiirde anlamın peşindedirler. Şiiri, mısracı bir yapı olarak değil de bü-tüncül bir nazarla bakarak algılarlar. Çelebi de şiirin bü-tüncül bir yapısı olması gerektiği hususunda onlara yak-laşır. Ama şiirde anlam bakımından incelediğimizde, anlam Çelebi için her şey değildir. Müzikalite, ritim gibi öğeler Çelebi şiirinin vazgeçilmez unsurlarındandır.

Asaf Hâlet Çelebi şiirinin belki de en önemli özelliği mistik/metafizik bir özelliğe sahip olmasından kay-naklanmaktadır. Üç şiir kitabı vardır Çelebi’nin: He, Lâmelif, Om Mani Padme Hum. Kitapların henüz is-minden de anlaşılmaktadır bu mistik/metafizik yan. Bunu kendisiyle yapılan söyleşilerde kendisi de kabul etmektedir. Asaf Hâlet Çelebi şiirinde gezinirken bir bakarsınız bir Mevlevi Tekkesi’nde Sema’a durmuş dervişlerin zikirleriyle soluk alıp vermişsiniz; bir ba-karsınız Nirvana yolunda bir Budist ile karşılaşmışsı-nız. Bazen Şeyh Galib’in dizi dibinde oturmuş Hüsn-ü Aşk’ı terennüm ederken bulursunuz kendinizi bazen de Cüneyd-i Bağdadi’nin cübbesinin altında… Bütün bu mistik/metafizik evren, Asaf Hâlet Çelebi şiirinin esrarlı havasını solutur bize. Bu yüzden de hiç tükenmez onun şiir pınarı.

Şiirlerinin yanı sıra düzyazı eserler de vermiş, velut bir

şairdir Çelebi. YKY tarafından yayınlanan ‘Bütün Yazı-ları’ isimli, hacimli kitap; Çelebi’nin hayat görüşünden tutun da şiir fikrine kadar pek çok konuda görüşlerini ulaştırmaktadır bize. Çocukluğu boyunca yaşadığı çevre vesilesiyle pek kültür bir mizacı olan Çelebi, etrafında da beyefendiliği ile tanınan bir şairdir. Ancak onun bu beyefendiliği, miskin bir havada değildir. Aksine, yeri geldiğinde meselelere karşı gösterdiği sert ve dik tavır; onun edebiyatı, şiiri ve bilhassa hayatı ne denli önem-sediğinin göstergesidir. Şiirde aradığı ‘safiyeti’ sürekli savunmuş ve ‘pislik edebiyatı’ diye anılan edebiyat yö-nelişlerine sesini yükseltmiştir.

Asaf Hâlet Çelebi, yaşadığı zamanda kimilerince ciddi-ye alınmamış bir isimdir. Bunun çeşitli sebepleri vardır elbette. Örneğin, nüktedan kişiliği, şiir okumalarındaki teatral tavrı, giyim kuşamındaki nezaket ve kibar hava-sı kimilerince eleştirilmesine sebep olmuştur. Oysa bir konuşmasında, hayatta, insanın yanında diğer her şeyin, gayrı ciddi olduğunu; ciddiye alınacak şeyin sadece ‘in-sanlığımız’ olduğunu vurgulamıştır. Onun bu ciddiyet-siz görülen tavrı, kanaatimce hayata sunduğu çocukça bakışından gelmektedir. Çocukça ama basit değil; safi-yane bir eda. Bir nükteyle bitirelim:

Asaf Hâlet Çelebi, birkaç arkadaşıyla edebiyat dediko-dusu yapıyordu. İçlerinden biri, Orhan Veli’den bahset-ti ve dedi ki: “Orhan Veli, kendisinin buradan ziyade yabancı memleketlerde sevilen bir şair olduğunu iddia ediyor. Ne dersin?” Asaf Hâlet Çelebi kestirdi, attı: “Her hâlde mütercimlerin hatasıdır.” (Mizah, nr. 164, 26 Ağustos 1949, s. 1244)

Page 32: SAYI30 · 2016-05-14 · Merhaba, Endülüs’ün fethinin 1300. yılındayız.. Bir başka deyişle İslam’ın Avru-pa’daki 1300. yılı. Tarık Bin Ziyad’ı İber yarımadasının

32 sabahülkesisayı 30

01 | 2012

Karadeniz’in doğusunda, evvelce merkeze uzak bir eyalet, 1864 yılında çıkarılan Teşkil-i Vila-yet Nizamnamesi’nden sonra ise vilayet ve ora-

ya bağlı sancaklardan oluşan Trabzon şehrinin tarihi, tah-min edildiğinden çok daha eskidir. Yunan mitolojisindeki Lycaon’un oğlunun ismi olan Trapezeus’dan geldiği iddia edilse de, Kafkasya’dan getirilen kölelerin Trabzon’da “Trapezus” denilen masalar ve düz platformlar üzerinde satıldığı ve Trabzon Boztepe mevkisinin dik yamaçlar ile yükselen fakat üstü düz bir platformu andıran görünü-münden esinlenilmiş olabileceği düşünüldüğünde, diğer teorilere göre ikinci teori ağırlık kazanmaktadır. Bütün bunların yanında şehrin ismi, Evliya Çelebi’nin Seya-hatnamesinde bu kelimenin etimolojik bir bozulmasıyla “Tuğra-bozan” şeklinde zikredilmiştir.

Kuruluş tarihini M.Ö. 756 olarak veren Eusebius’un bu bilgisinin doğru olduğu düşünülürse, bu tarih Trabzon’u Sinop’tan ve hatta İstanbul’dan daha eski bir koloni yapmaktadır. O tarihlerde şimdi bölgede bulunan lazla-rın ataları olarak kabul edilen Kolkhlar’ın yaşadığı bu topraklar, Pontus kralı Mithridates’in Roma kumandanı Pompey ile giriştiği bir savaşı Kolkhlar tarafından destek bulamayarak kaybetmesiyle Romalılar’ın eline geçmiş ve Trabzon daha o tarihlerde Roma Siyasi yapısında ser-best şehir statüsü kazanmıştır. Roma- Bizans döneminde liman inşa edilen ve Ermenistan bölgesine yapılan ticare-tin de en önemli ayağı olan bu liman şehri, İstanbul’a ya-pılan latin işgalleri sebebiyle “Komnenos” hanedanının Trabzon’a gitmesi ile Komnenos hanedanlığının yöneti-mine girmiştir. Fakat bu hanedanlık kendisini İstanbul iş-gal altındayken Roma imparatoru olarak ilan etmişse de,

Ömer ipek

Page 33: SAYI30 · 2016-05-14 · Merhaba, Endülüs’ün fethinin 1300. yılındayız.. Bir başka deyişle İslam’ın Avru-pa’daki 1300. yılı. Tarık Bin Ziyad’ı İber yarımadasının

33sabahülkesi sayı 30

01 | 2012

Roma ve Vatikan tarafından “laz hükümdarı” denilerek küçümsenmiştir. Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’dan sonra rotasını Trabzon İmparatorluğuna çevirmesinin sebepleri de tam olarak burada yatmakta, çünki Trabzon İmparatorluğu yukarıda da bahsedildiği gibi Bizans’ın yıkılmasından sonra yine kendisini Bizans’ın ve dolaylı olarak Roma’nın varisi saymakta idi. 1461 yılında şehir, Rum imparatorunun başmabeyncisi Yorgi Amiruki’nin delaletiyle savaşsız olarak Fatih Sultan Mehmed’e teslim edilmiş ve sancağın başına Gelibolu Sancakbeyi Kazım Bey getirilmiştir.

Bu dönemlerde bölgeye istiskân edilen Çepni Türkleri ile bölgenin yapısı Türkler’in lehine değiştirilmeye ça-lışılmış, bu sayede Rumlar, Lazlar, kısmen Ermeniler gibi bölge halklarının türkleşmesi sağlanmıştır. 1916-1918 Rus işgalinden sonra her ne kadar bölgede kalan Hristiyan-Rum nüfus Yunanistan’a mübadele yoluyla gönderilmiş olsa da, Yunanistan’daki nüfus halen dahi Türkçe konuşmakta, Trabzon’daki geçmişlerinden teva-rüs ettikleri kültürü günümüzde de yaşatmakta ve ken-dilerini Trabzonlu olarak addedebilmektedirler. Aynı şe-kilde merkezden uzak olmakla beraber merkezi düşünce yapısının çok baskın olduğu Trabzon şehrinin, çok kül-türlü, çok dilli yapısına rağmen bu refleksinin nedenle-rini, özellikle günümüz koşullarında benzer yapıda olan bölgelerle kıyaslandığında, siyasi argümanlarla açıkla-mak zordur.

Bölge halkının bu koşulsuz, pratik ve doğrudan tavrı, özellikle Rize ve Trabzon bölgesinde “Temel” olarak ka-rakterize edilmiş, dilden dile dolaşan halk hikayelerine ve fıkralara konu olmuştur. Yüksek dağlardan, birbirine uzak köylerden oluşan ve sahil kesiminde Karadeniz’in hırçınlığını gündelik hayatlarında hisseden bölge halkı,

son yıllarda tabiat ve sportif turizme kapılarını açmış ve Uzungöl bölgesi, Çaykara Sultanmurad, Hıdırnebi yay-laları dünyada az rastlanır güzellikleriyle turizmin yeni parayan yıldızları olmuştur. Spor ve doğa turizminin yanı sıra, Trabzon’u asıl önemli kılan eserler ise, geçtiğimiz yıl Ortodoks dini liderlerinin ayin yaptıkları, Ortodoks Hristiyanlığı için çok önemli bir yer tutan Sümela Ma-nastırı ve tarihi kiliselerdir. Aynı şehirdeki “Vazelon Ma-nastırı”, Gregorius Peristera Manastırı, Kaymaklı ve Kız-lar Manastırı’ndan farklı olarak Sümela (Meryem Ana) Manastırı, tarihi anlamı ve bulunduğu mevki itibariyle çok ilgi çekmiş ve birkaç yıl evvel tamamlanan restoras-yonun ardından ziyarete açılmıştır. Hâkim mevkisi sebe-biyle eski zamanlarda ileri bir karakol görevi de gören bu Manastır, bölgedeki diğer kiliselerle güvenliğin ve iletişimin sağlanmasını da sağlıyordu. Bizans dönemine ait yapılar anlamında çok zengin olan Trabzon’un sadece Maçka bölgesinde yaklaşık 10 tane eski kilise ve kilise kalıntısı bulmak mümkündür. 1461 yılında Trabzon’un Osmanlı İmparatorluğu’na katılmasından sonra Fatih Sultan Mehmet tarafından, şehrin Bizans döneminden kalma en önemli kilisesi olan Chrisokephalos kilisesi, camiye dönüştürülmüş ve günümüzde Ortahisar Fatih Camii olarak anılmaktadır. Aynı zamanda Yeni Cuma Ca-mii ve Ayasofya Müzesi de zamanında kilise iken camiye dönüştürülmüş, günümüzde turistik anlamı olan yapılar-dan sayılabilir.

Muhkem kalelerinin kalıntıları, dünyanın az yerinde rast-lanacak tabiatı, bol çeşnili zengin folklorü ve en önemlisi Bizans Dönemine ait tarih kokan yapıları ile Trabzon, Türkiye’de belki de ilk ziyaret edilmesi gereken, manas-tır avlularında nice keşişlerin gözyaşı döktüğü bir dua, kale dehlizlerinde nice tarih devirlerini kapayıp açan bir isyan gibidir.

Trabzon

Page 34: SAYI30 · 2016-05-14 · Merhaba, Endülüs’ün fethinin 1300. yılındayız.. Bir başka deyişle İslam’ın Avru-pa’daki 1300. yılı. Tarık Bin Ziyad’ı İber yarımadasının

34 sabahülkesisayı 30

01 | 2012

Klasik anlayışımızda Dünya, cismen olmasa da manen kâinatın merkezidir. Çünkü eşrefi mahlûkat olan ‘İnsan’ bu küre üzerinde yaşa-

maktadır. İnsan zahiren yer küre üzerinde vuku bulan ha-diselerden etkilendiği gibi bâtıni manada tüm kâinat ile etkileşim içerisindedir. Bunun en bilinen örneği burçlardır. -Dünya’nın uzay içerisinde, doğum anımızdaki konumu itibarı ile- diğer gök cisimlerinin üzerimizdeki etkilerini izah eden burç sistemi binlerce yıllık bir geçmişe dayanır. İnsanoğlu, altında gezdiği yıldızlar ve gezegenlerle kendi-sini sürekli irtibat halinde hissetmiştir. Öyledir de… Her ne kadar kimileri bu irtibat sayesinde geleceği okuyabi-leceği yanılgısına düşmüş olsa da kimileri, tüm kâinatın ahenkli bir yekvücut olduğunun farkında olarak kendi varlıklarını konumlandırmışlardır. Çok nadir yaşanan ay ve güneş tutulmaları sırasında farklı dua ve ibadetlerin tavsiye edilmesi, bu gök olaylarının etkilerinin hayırlara vesile olması için niyaz etmemiz gerektiğini bize öğretir. Herhangi bir yanlış anlaşılmaya da mahal vermemek için

şu açıklamayı da yapalım: Eşyanın bizzat kendisi tesir et-mez, mutlak tesir edici Allah’tır. Yani ateş kendi zatı itibarı ile yakmaz, ona yaktıran Allah’tır. Bu meseleye de bu göz-le bakılmıştır.

İnsanlığın büyük bir histeriyle semadan bir şeyler bekle-diği bir çağdayız. Kimi Mehdi’yi bekler, kimi Mesih’i, kimi küçük yeşil adamları, kimi ansızın gelecek olan kı-yameti… Herkesin beklediği bir çıkış yolu var ve insanlık olarak çıkış yolunu semadan beklemekteyiz. Çünkü her-kes ahir zamanın yaşandığını hissetmekte en derinlerde. Zamanın ruhunu bozup Dünya’yı giderek daha zor yaşa-nan bir yer haline getiriyoruz. Birey olarak yalnızlaşsak da hastalıklarımızı toplumlar halinde yaşıyoruz. Her şeyin, bilimin ilerleyişiyle, giderek mükemmelleşiyor görünme-sine karşın hiçbir şeyin daha iyi olmadığını hissediyoruz. Ve nihayet büyük topluluklar halinde yaşayabileceğimiz en büyük hastalığa tutuluyoruz: Melankoli. Bildiğimiz ha-liyle insanlığın sonu.

Mel

anch

olia

Yusuf Kocamaz

Page 35: SAYI30 · 2016-05-14 · Merhaba, Endülüs’ün fethinin 1300. yılındayız.. Bir başka deyişle İslam’ın Avru-pa’daki 1300. yılı. Tarık Bin Ziyad’ı İber yarımadasının

35sabahülkesi sayı 30

01 | 2012

Lars von Trier hiçbir şeyin iyi gitmediğini tekrar tekrar söyleyen ümitsiz bir yönetmen. Son filmi “Melancho-lia” bu söylemin (şimdilik) son halkasını oluşturuyor. İki bölümden oluşan filmin ilk bölümünde yeryüzüne iyice yerleşmiş insanoğlunu görüyoruz. İnsan kendiyle birlik-te yaşadığı Dünyayı da yozlaştırmaktadır. Taş üstüne taş koyarak medeniyet kurduğunu düşünür insan ve tabiatı kendince ıslah eder. Başkalarıyla kendi arasında çetrefil-li dengeler kurar ve karmaşık ilişkiler. Bunları da kendi tanımladığı normlar üzerinden meşru hale getirir. Bu normlara ters düşenleri (yani yozlaşmaya karşı çıkmaya çalışanları) “anormal” olarak nitelendirir ve yargılar. Oysa hakikat penceresinden bakıldığında asıl yoldan çıkmış olan kendi kendini yücelten insandır. Hakikatte bir zerre mesabesinde olan fert kendi yarattığı illüzyon sebebiyle bu hakikatten oldukça uzaklaşmıştır. Vicdanen bu insan eliyle örülmüş ağlardan kurtulmaya çalışan kişi onun için anla-şılmaz olmuştur. Gitgide mutlak sona yaklaşıyor olma his-si, bu garip yaşama formunu gittikçe anlamsızlaştırır. Ve

Dünya’ya gitgide yaklaşan bir yabancı gezegen etkisi altı-na almaya başlar herkesi. Fakat herkes kendi kabınca etki-lenir bu semavi olaydan. Gezegenin adı “Melancholia”dır ve Dünya’yı kaçınılmaz bir sonla tehdit etmektedir.

Filmin ikinci kısmı Melancholia’nın Dünya’ya giderek yaklaşmasını konu alır. İnsanoğlu, kurduğu medeniye-tin sona ereceğine ve koskoca kâinatta toz zerrecikleri halinde savrulup unutulacağına inanmak istemez. İnsani bilincin de yok olacağı anlamına gelir çünkü bu. Ve aynı zamanda insanın binlerce yıllık serüveninin hakikatte an-lık olarak bile bir mana ifade etmediği sonucuna ulaştırır. Ki bu çok saçma ve anlamsızdır. Bu yüzden Melancholia Dünya’yı yutmayacaktır. Fakat yaklaştıkça etkisi altına alır insanları Melancholia. Herkesin içinde bir korku ve endişe... Çocuk korkmaz bir tek, bir de insan yaşamının artık matah bir şey olmadığının farkında olan sezgileri güçlü kadın. Semavi bir dev Dünya’yı ve içindekileri bir anda yok edecektir.

Page 36: SAYI30 · 2016-05-14 · Merhaba, Endülüs’ün fethinin 1300. yılındayız.. Bir başka deyişle İslam’ın Avru-pa’daki 1300. yılı. Tarık Bin Ziyad’ı İber yarımadasının

36 sabahülkesi

Yönetmen: Adam Elliot Oyuncular: Toni Collette, Philip Seymour Hoffman, Eric Bana

Tür: Animasyon Süre: 80 dk Yapım: 2009 Avustralya

Mary Avustralya'da yaşayan, sekiz yaşında, içine kapanık ve yalnız bir kızdır. Bir gün eline hasbel kader New York'a ait bir telefon rehberi geçer.

Rehberde karşısına çıkacak ilk kişiye kafasına takılan soruları sormaya karar verir. New York'un orta yaşlı, kendi halinde, biraz şişmanca bir sakini

olan Max'a yazmaya başlar. İkisi arasında mektuplaşma şeklinde sürüp giden diyalog güzel bir animasyonla birleşince, ortaya iyi bir seyirlik

çıkar.

Mary ve Max

Yönetmen: Terry George Oyuncular: Don Cheadle, Joaquin Phoenix, Nick NolteTür: Dram Süre: 110 dk Yapım: 2004, İngiltere , Güney Afrika , İtalya

Özellikle son zamanlarda sürekli zorla gündeme getirilen soykırım söylentilerinin üzerine seyredilebilecek en mantıklı filmlerden biri. Fransa'da kabul edilen, sözde Ermeni soykırımı iddiasına karşı çıkanlara ceza öngören yasa incelenir ve üzerine bu film seyredilirse, modern batı ile ilgili algılarımız daha iyi şekil alır. Yıl 1994. Rwanda'da Hutular ile Tutsiler savaş halindedirler. Tüm dünyaya gelişmemiş bir ülkenin iki kabilesinin ilkel bir savaşı gibi gösterilen bu olay aslında Avrupa devletlerinin kendi sınırları dışında birbirlerine karşı yürüttükleri ve insan vicdanının kaldıramayacağı bir vahşetin yaşandığı bir savaştır. Bu vahşete gözlerini kapayamayan bir otel sahibi, kapılarını kendine sığınanlara açmıştır.

Hotel Rwanda

Yönetmen: David Lean Oyuncular: Alec Guinness, William Holden, Jack Hawkins

Tür: Macera Süre: 161 dk Yapım: 1957, ABD, İngiltere

Bir İngiliz subayı olan Albay Nicholson 1943'te Burma'da Japonlar’a esir düşmüştür. Komutan Saito'nun hüküm sürdüğü bir esir kampına getirilir. Saito ondan, adamlarıyla birlikte Rwai nehri üzerine bir köprü inşaa etmesini talep eder. Hem Saito'nun işkencesinden bir nebze kurtulmak hem de adamlarına

değişiklik olması amacıyla bu talebi kabul eder. Köprü inşaatı zamanla Nicholson'nun Saito üzerinde psikolojik bir baskı oluşturmak için bir araç

olur. Köprü ne kadar mükemmel olursa Nicholson o kadar muzaffer olacaktır. Kendini öyle kaptırır ki, köprünün, düşmanına stratejik avantaj sağlayacağını

unutur.

The Bridge on the River Kwai

TANITIMFILMsayı 3001 | 2012

Page 37: SAYI30 · 2016-05-14 · Merhaba, Endülüs’ün fethinin 1300. yılındayız.. Bir başka deyişle İslam’ın Avru-pa’daki 1300. yılı. Tarık Bin Ziyad’ı İber yarımadasının

37sabahülkesi sayı 30

01 | 2012

Mudejares & Sefarades Dr. Lütfi Şeyban / İz Yayıncılık

Reconquista sürecinin tamamlandığı 1492 yılı İspanya´da İslam hâkimiyeti ya da Endülüs Devleti´nin sona erişine tanıklık etti. Orada kalan Endülüs Yahudileri (Sefarades) hemen ve tamamen, Müdeccen (Mudejares) olarak anılan Endülüs Müslümanlarının ise pek çoğu 1610 yılına kadar ülkeden çıkarıldılar. Kendi tercihleriyle göç edenler de az değildi. Bu arada yoğun bir Hıristiyanlaştırma faaliyeti başlatan Hıristiyan İspanya, Hıristiyan din adamlarının yönetimindeki Engizisyon Mahkemesi vasıtasıyla bir etnik temizlik kampanyasına imza attı. İnsanlık tarihinde eşi benzeri az görülen bir hadise olarak Endülüslülerin Hıristiyan-laştırılması ve göçleri, gerçekte büyük ıstırap ve katliamlarla dolu bir facianın adıdır. Elinizdeki kitap Endülüs faciasının ardından Müslüman ve Yahudilerin Osmanlı ülkesine göçlerini ve Osmanlı devletinin Endülüs´e duyduğu ilginin boyutlarını incelemektedir.

Endülüs Tarihi W. Montgomery Watt / Pierre Cachia / Küre Yayınları

Endülüs sadece bir bölge değil, bir kültürdür. Farklı din, dil ve ırkların birarada yaşayabilece-ğine açık bir delil, farklılıkların toplumsal zenginliğe dönüştüğü bir vatandır. Doğu kültürü Avrupa’ya Endülüs aracılığıyla girmiş ve ardında görkemli eserler bırakmıştır. Endülüs bu ihtişamını ürettiği eserlerin zarafetine mi yoksa yüksek kültür öğelerinin Avrupa’ya geçiş

kanalı olduğu gerçeğine mi borçludur? İslam dünyasıyla temasını nasıl sürdürmüştür? Sa-hanın yetkin isimlerinden W. M. Watt ve P. Cachia bu sorulara tarihsel sürecin tüm detay-ları eşliğinde cevap arıyorlar. Elinizdeki kitap, Müslümanların 711’de heyecanla başlayıp

1492’de hazin bir şekilde sona eren, XVII. asrın başlarına kadar da türlü meşakkatlerle devam eden Endülüs serüvenini konu ediniyor.

Meçhul Şaheser Honore De Balzac / Şûle Yayınları

Meçhul Şaheser (Le Chef-d’oeuvre inconnu), dünya edebiyatında sanat temalı hikâyeler arasında önemli bir yere sahiptir. Eser, ilk olarak 1831 yılında Fransa’nın önemli edebiyatçılarının bir arada bulunabilecekleri ‘L’Artiste’ isimli dergide ‘Üstad Frenhofer’ ismiyle neşredilmiştir. Aynı yıl içe-risinde bu eser ‘Catherine Lescault, Fantastik Bir Hikâye’ (Catherine Lescault, conte fantastique) ismiyle yeniden sunulur okuyucuya. Sanatın mâhiyetine dâir esaslı bir tavır gösteren bu hikâye son olarak da 1837’de Honore de Balzac’ın ‘İnsanlık Komedyası’ (La Comédie humaine) isimli eserinde yerini almıştır. Sanatın ontolojisine dair bu hikâye, bilhassa sanatçılar tarafından defaatle okunmayı hak etmektedir. Sanatın patolojik bir vakıa olup olmadığı tartışıla dursun; sanat eserinin sanatçısı tarafından bir fetiş hâline getiriliyor olması süre gitsin; sanatçının, insan oluşun hayatiyet kes-beden yanında gezinmesinin ne manaya geldiğini bu hikâyeden çıkarabilmekteyiz. Balzac’ın, bu hakikati enfes bir şekilde bize miras bırakması; sanata olan borcunu fazlasıyla ödemiş olduğunu düşündürmeli bize.

TANITIMKITAP

Page 38: SAYI30 · 2016-05-14 · Merhaba, Endülüs’ün fethinin 1300. yılındayız.. Bir başka deyişle İslam’ın Avru-pa’daki 1300. yılı. Tarık Bin Ziyad’ı İber yarımadasının

İnşirah dileyen bir kalbin, feraha uzanan dualarla titrediği hasret dolu günlerde, ilk akla düşen, eski; lakin eskimeyen sevgili;

Sözde unutulmuş; fakat arkaya dönülüp her bakıldığında tekrar zihne düşen saklı yara; Dar-ı dünyanın sevgi, saygı ve hoşgörüyle çok daha güzel olabileceğinin canlı kanıtı Endülüs...

Gurbete düşmüş nazlı gelin gibi anılarını hâlâ bağrında saklayan “Birgün belki yeniden!” umutlarını yorgun yüreklerimize serpen kutlu vatan. Ne kadar manidardır azadlı bir köle olan Tarik b. Ziyad ile ezan sesine kavuşmuş olman, özgürlüğe İslam’la hür olan bir komutan ile adım atman. Senin kadar bizler de kaybettik hürriyetimizi şimdi inan…

Avrupa’da olupta hiçbir zaman yabancı vasfını üzerinden atamayan bizler, belki de bu yüzden senin varlığını unutturan zihniyete muhtaç hissettik kendimizi senelerdir. Halbu ki sekiz asır boyunca İslam’ın insana varlığından ötürü verdiği değerin en güzel kanıtıydın sen; “Dinde zorlama yoktur!” derken, bunun gerçekten böyle yaşanması gerektiğini ve yaşanabileceğini öğreten. Bilgiden mahrum, egoist bilinçlerde Avrupa’daki İslam son elli seneye indirilirken, neredeyse bin yıllık aktif, yön veren varlığımızın en bariz göstergesiydin. Özgürlüğün sadece kısıtlanmış fikirlere, kalıplara uyan ve dönen dolaplara karşı göz kapatan bir topluma değil, herkese koşulsuz, şartsız, sulh içinde verilmesi gerektiğinin isbatıydın Endülüs; bizler misali vatanında yabancı kalmış, gizemli ülke...

Acı bir tebessüm kaplıyor simaları seni düşününce. Bir “Keşke!” yükseliyor ister istemez... Din hürriyeti, ibadet hürriyeti, dini sembollerin kullanılması, eğitim-öğretim hürriyeti, mabetlerin korunması ve daha neler neler... Asimile olması beklenen bir toplum değil, elele birlikte yaşamayı başarmış; Hristiyanı, Yahudisi, Müslümanı ile birlikte bir bütün oluşturmuş bir toplum... Kimliğini, kendini kaybetmeden, daima ileriyi düşünen, ilme gerektiği kıymeti veren kutlu bir toplum... Ne gariptir ki senin yüzyıllar önce istisnasız yaşatabildiğin bu özgürlükler bizim hala uğurlarına mücadele etmemizi gerektiren birer hedeften ibaret..

Kıymetli hatıralarla dolu hâlâ her köşen... Duvarlarında yazan “El-Hafız” ne de güzel bir sigortaymış meğer; geride kalan mükemmel mimarinin bir nebze de olsa hâlâ bize yaşatmakta o günlerin ihtişamını... Sonsuzluğu hatırlatan, en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş, matematiğin ve ahşap sanatının o dönem ki zirvesini teşkil eden o eşi bulunmaz motifler; hiç şüphesiz ilhamını, imanı yüreklerde çarpan, kudreti sonsuzdan (c.c.) almaktaydı. Aslında tüm sözler nafile... Bir kez gidip görülse anlaşılır ne kadar müstesna bir yer olduğun senin, Avrupa’nın, kalbi Müslüman şehri; Endülüs...

Belki de yeter; sadece Alhambra sarayını hatırlasam... Belki de özetler o iman dolu simaların sana neler getirdiğini o zamanlar... Gözlerimi kapatsam örneğin, ruhumda o

38 sabahülkesi

sonülke

Endülüs Düşünceye Düşünce

Emine Medik

sayı 3001 | 2012

Page 39: SAYI30 · 2016-05-14 · Merhaba, Endülüs’ün fethinin 1300. yılındayız.. Bir başka deyişle İslam’ın Avru-pa’daki 1300. yılı. Tarık Bin Ziyad’ı İber yarımadasının

39sabahülkesi sayı 30

01 | 2012

zamanın tüm ihtişamını seyretsem...Yemyeşil bir zümrüt gibi açan bahçelerinde dolaşsam Alhambra sarayının, ciçeklerini koklasam... Usulca akan suyun sesini dinlerken farkına varsam o suyun o kadar uzaktan nasıl bir zekâ ve beceri ile getirildiğini... Nasıl hiç taşmadan tüm şehirde dolaşmasının elde edildiğini; bu mühendislik zirvesini fark etsem... Müslümanlar’ın eliyle gelen rahmetin; su, aş, ihtişam, özgürlük ile kısıtlı olmadığını anlasam birden... Nasıl o temiz yüreklerin; insanların kalbine hoşgörüyle İslam tohumlarını ektiğini hissetsem... Surlarla dıştan korunan halkın, nasıl imanlı bir duruşla, orta yolla içten fetih edildiğini görsem ruhumda. Senin ne kadar muntazam bir yer olduğunu anlar belki o zaman kendi tarihine yabancı şu gönlüm.. Sarayın içinde dolaşsam sonra, sanki akarcasına duran, en güzel renklerle; okyanusun mavisi, ateşin kırmızısı, altının sarısı ile neredeyse büyüleyen tavandaki işlemelerde kaybolsa düşüncelerim... Tabi nereden bilecek tarihin puslu dürbününden bakmayan insan, akan zamanın beyaza bürüdüğü bu şaheserlerin, vakti zamanında ağırlığınca altın verilen renklerle boyandığını. En ince detayına kadar düşünülmüş bu sanat eserlerinin Es-Sani`den (c.c.) ilham alınarak meydana getirildiğini söylememek ise belkide en büyük gafillik.

Endülüs, ümmetin son baharı, ne zaman uyanırız bu uykumuzdan dersin? Müslüman alimlerin ilme olan aşkları ruhumuzda canlandığında mı? Avrupa ülkelerinin kütüphanelerindeki kitapları onbinleri geçmez iken; senin milyonları aşan el yazısı kitaplar ile dolu kütüphanelerini, en yüce hazine olarak gören ecdadın izinden gitmeye başladığımızda mı? Öyle tatlı uyutmuşlar ki bizi; ortaçağ diye cehalet devrinden bahsederlerken, biz de üzerimize alınmışız. Halbu ki öğretmediler; İslam hiçbir zaman bir ortaçağ yaşamamış. Ve sen buna en güzel şahitsin, iki kıta arasındaki maddi ve manevi ma’ber Endülüs.

„Oku!“ derken Furkan, kalplerdeki ilim aşkını alevlendirmeliydi, senin hala bağrında barındırdığın alimlerimizde olduğu gibi.. Okumalıydı insan elbet; örneğin antik çağdaki felsefe, acaba rönesans devrine kadar nasıl ve kimler tarafından muhafaza edilmişti? Bunu Müslüman bir genç bilmeliydi, aksi ecdada hakaretti. Bilmeliydi tıp bu zamana nasıl gelmişti, cebir ilmini (algebra) kim öğretmişti, kimya kimin eseriydi? İlmi, müminin kayıp malı bilmeliydi; almalı, geliştirmeli, ileri götürmeliydi! Aksi iki günü bir olanın işiydi, ziyandaydı okumayan.. Binbir yeni icada mucit olan ilim ehlini öğrenmeliydi inandım diyen genç, günümüz avrupasına İslam’ın Endülüs ile neler kazandırdığını bilmeliydi. Saydıkları sayılar kadar gözler önünde olmalıydı tüm bunlar, ilmin menbasına haksızlık edilmemeliydi. Tarih kitaplarında bilinçli bir şekilde gözardı edilemezdi belki o zaman, Mevla’nın dininin getirdiği ilim gerçekleri...

Endülüs, güzel hatıraların barındığı şehir! Belki seni anlasak, ne kadar da yerli olduğumuzu fark ederdik buralarda.. Memleketin hürce kulluk edilen heryerde olduğunu, kalıcı olduğumuzu, gitmeyeceğimizi ve hatta gitmememiz gerektiğini fark ederdik..

Cebeli Tarık boğazın gibidir insanın kalbi; okyanuslara ve denizlere aynı anda açılabilir.. Düşlerimizi dayandırırız okyanuslar kadar derin, kutlu mazimize ve yeni denizlere yelken açarız; “Birgün, belki yeniden!..”