sercesme dergisi, sayi 42, haziran 2008

32
S ERÇEÞM E BİLİMLE GİDİLMEYEN Y OLUN SONU KARANLIKTIR Aylik Derg (Devamı 2. Sayfada) KERAMET Mİ? MUCİZE Mİ? Keramet, uyanıkken görülen rüyada “sorumluluğa kendini öğretme sanatı”dır: Bunu başaramazsak canımız bizi “işaret eder” ve “bu bedeni yakmalı” der. Harikulâdenin Çocuğu Hârika Esat Korkmaz, Genel Yayın Yönetmeni S ûfi kültürde “keramet , peygamberlik savıyla bir ilgisi olmaksızın velilerde ve ermişlerde görüldüğüne inanılan olağanüstü duruma ya da bu durumda olan ve- lilerin, ermişlerin gerçekleştirdiklerine inanılan olağanüstü eyleme verilen addır. Keramet olgusuna ortodoks inançla yaklaşıldığında toplumsal yaşamda ya da nesnel ortamda gerçekleştiği kabul edilen bir “mucize”yle karşı karşıya kalırız: Böylesi bir olgu aklı dışlayacağından, akla “ aşkın” bir alana atlarız. Anadolu Aleviliğinde ise Keramet’e yaklaşım, bunun tam tersi durumundadır: Gerçek yaşamın kendisinde ya da nesnel süreçte mucize “yoktur; yani keramet burada yaşama geçmez. Alevilikte kerametin yeri “söylence” zeminidir. Daha doğrusu bâtıni anlamda keramet, akıl yürütme yoluyla “ akıl şına” taşınılarak, yani akıl/ mantık engellerinin bulunmadığı bir ortama gidilerek, özlem- lerin ve dileklerin, sorumluluk yüklenmiş ya da “sözcü” durumunda bulunan kimlikler ve doğa parçaları aracılığıyla dışa vurumudur. Sorumluluk yüklenmiş ya da sözcü durumunda bulunan kimlik, temsil ettiği insanların temsil gücüyle (temsil ettiği güç kendi birey gücü- nün çok üzerinde olduğundan bu ancak kerametle dışa vurabilir ve bu dışa vuruma masalsı dil uygundur) söylence zeminine aktarılır. Bir doğa parçası söz konusuysa doğanın aklını temsil etmek durumundadır: Temsil gücü, kendi iç çevriminin çok üzerinde olacağından söylence zemininde bu dışa vurum da “ doğa parçasının keramet göstermesi” biçiminde an- latılır. Demek ki sorun keramet olgusunun “zeminini” saptama sorunudur. Gelenekte, kâmil insanın gösterdiği harikalara “keramet ” adı verilirken peygamberlerin gösterdiği harikalara “mucize” denir. Keramet terimi ile mucize terimi birbirine karıştırıl- maz; çünkü, mucize gösterenle keramet gösteren kimlikler farklıdır. Genelde, tasavvuf gele- neğinde olağanüstü şey için “harkulâde” terimi kullanılır: Tanrı’nın koyduğu olağan yasaları kıran şey” olarak algılanır; Tanrı, “neden-sonuç zincirini” kırmak istediğinde ve bunu ger- çekleştirdiğinde, gerçekleştirme eyleminin kendisi “harkulâde”dir, ortaya çıkan sonuç ise hârika”dır. Bu bağlamda “hârika” yaşamın yönünü değiştirir. Tasavvuf tarihinde velilerin gösterdiği kerametler, sınıflandırılmıştır. Bu sınıflandırmada “ doğurganlık ”la ilgili olanları en yaygınlarıdır denilebilir. Örneğin bir veli, 100 yaşındaki bir karı-kocaya, üç çocuk ve- rebilir; ana-baba verilen bu çocuklara iyi bakmazsa-iyi davranmazsa onları geri alabilir. Doğurganlıkla ilgili inanç uygulamaları gereği çocuk sahibi olmak isteyen kadınlar, velinin türbesinin kapısına küçük beşikler bağlar ya da asarlar; adak adarlar. Beşik bağlamak ya da asmak, “ çocuğu veliye satmak ” anlamına gelir: Daha doğrusu, yeri-zamanı geldiğinde veli tarafından çocuğun bağışlanması, yani kadının gebe kalması için “veli eşiğinde, babanın gebe bırakma gücünü harekete geçirecek olan velinin keramet gücüne kadının teslim olma- sıdır. İnanç uygulamasıyla bir velinin eşiğinde “satıldıkları” için Anadolu’da pek çok erkek çocuğa “satılmış, pek çok kız çocuğuna “satı” adı verilir. Veli kerametlerinde yiyeceklerle ilintili olanları da belli bir ağırlık gösterir: Söz gelimi konuklar ağırlanabilsin diye erkek hayvandan süt sağılır; çok uzakta acıkan ya da çölde su- sayan birine anında yiyecek-içecek gönderilir. Veli-hayvan ilişkileri, keramet gösterilerinin seçilmiş alanı gibidir: Örneğin aslanlar ve- linin evcil hayvanlarıdır; kuşlar onun hizmetindedir; geyikler onunla konuşur-dertleşir. Eğer herhangi bir hayvan bir velide “tövbe etmesini” geerektirecek bir şey görüp “susarsa”, o veli manevi yolculuğunu tamamlayamamış demektir. Manevi gücün tecellisiyle ilgili olarak hangi velinin daha güçlü olduğunu saptayacak “yarışmaların” düzenlendiğini öğreniyoruz. Buna örnek olacak bir anlatımda Kuzey Afrikalı bir veli, bir aslanın üzerine binip başka bir velinin ziyaretine gider. Bindiği aslanı, ineğin ahırına bağlaması söylenir; isteğe uyar. Sonra eve girdiğinde ziyaretine geldiği velinin birbirinden güzel dansözlerle kuşatılmış olduğunu Antalya Konyaaltı Açık Hava Tyatrosu Konser: Aşkımız Sese Dönüştü Ahmet Altan İki Yazı: Yalancı Laikler - Alevilik Esat Korkmaz Yeryüzü “Süslenmiş” Bir Su ya da Yontulmuş” Bir Taştır İsmal Kaygusuz Makâlat-ı Şeyh Sâfi’den Batını Söylemler Erdoan Aydin Bektaşiliğin Yapıbozumu Hasan Harmanci Gerçeklerde Yalan Olmaz Hüseyn Hürrem Ulusoy Elh-i Beyt, Hacı Bektaş Veli, Gerçekler Öznur Tanal - Erol Parlak’la Söyletk: Türküleri Kâbe Bilmeliyiz Ahmet Koçak - Esrarî Baba’yla Söyletk: İnsan Olmak İçindir Bizim Çabamız Hüseyn Albayrak Yontulmamış Bir Odun: İnsan-ı Kâmil Mustafa Özcvan Siyasetname Serdal Keskn Aleviler Emel Sungur Artık Türkiye’de Kadının Adı Var Lütf Kalel Susmayan Nefes Pir Sultan Abdal İsmal Özmen İkilik Sendromu - Bölüm I Av. Muhterem Akta Tekzip Yazısı Fyati: Ytl / / Hazran Sayi: 42 42 Genel Yayın Yönetmeni: Esat Korkmaz Sahibi: Genel Ajans Basın Dağıtım Organizasyon Ldt. Şti. adına Ahmet Koçak Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ahmet Koçak Yönetim Yeri: Divanyolu Cad. No: 54 Erçevik İşhanı 102, 34110 Eminönü - İstanbul Tel/Faks: +90.(0)212.519 56 35 E-posta: [email protected] Baskı: Mart Matbaacılık, Ceylan Sk. No 24 Nurtepe Kağıthane, İstanbul - 0212.321 23 00 Yayın Türü: Yerel - Süreli Bu Sayida

Upload: esen-uslu

Post on 10-Mar-2016

284 views

Category:

Documents


5 download

DESCRIPTION

Sercesme Dergisi, Sayi 42, Haziran 2008

TRANSCRIPT

Page 1: Sercesme Dergisi, Sayi 42, Haziran 2008

SERÇEÞMEBİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

Aylik Derg

(Devamı 2. Sayfada)

KERAMET Mİ? MUCİZE Mİ?

Keramet, uyanıkken görülen rüyada “sorumluluğa kendini öğretme sanatı”dır: Bunu başaramazsak canımız bizi “işaret eder”

ve “bu bedeni yakmalı” der.

Harikulâdenin Çocuğu HârikaEsat Korkmaz, Genel Yayın Yönetmeni

Sûfi kültürde “keramet”, peygamberlik savıyla bir ilgisi olmaksızın velilerde ve ermişlerde görüldüğüne inanılan olağanüstü duruma ya da bu durumda olan ve-lilerin, ermişlerin gerçekleştirdiklerine inanılan olağanüstü eyleme verilen addır. Keramet olgusuna ortodoks inançla yaklaşıldığında toplumsal yaşamda ya da nesnel ortamda gerçekleştiği kabul edilen bir “mucize”yle karşı karşıya kalırız:

Böylesi bir olgu aklı dışlayacağından, akla “aşkın” bir alana atlarız. Anadolu Aleviliğinde ise Keramet’e yaklaşım, bunun tam tersi durumundadır: Gerçek yaşamın kendisinde ya da nesnel süreçte mucize “yoktur”; yani keramet burada yaşama geçmez. Alevilikte kerametin yeri “söylence” zeminidir. Daha doğrusu bâtıni anlamda keramet, akıl yürütme yoluyla “akıl dışına” taşınılarak, yani akıl/ mantık engellerinin bulunmadığı bir ortama gidilerek, özlem-lerin ve dileklerin, sorumluluk yüklenmiş ya da “sözcü” durumunda bulunan kimlikler ve doğa parçaları aracılığıyla dışa vurumudur. Sorumluluk yüklenmiş ya da sözcü durumunda bulunan kimlik, temsil ettiği insanların temsil gücüyle (temsil ettiği güç kendi birey gücü-nün çok üzerinde olduğundan bu ancak kerametle dışa vurabilir ve bu dışa vuruma masalsı dil uygundur) söylence zeminine aktarılır. Bir doğa parçası söz konusuysa doğanın aklını temsil etmek durumundadır: Temsil gücü, kendi iç çevriminin çok üzerinde olacağından söylence zemininde bu dışa vurum da “doğa parçasının keramet göstermesi” biçiminde an-latılır. Demek ki sorun keramet olgusunun “zeminini” saptama sorunudur.

Gelenekte, kâmil insanın gösterdiği harikalara “keramet” adı verilirken peygamberlerin gösterdiği harikalara “mucize” denir. Keramet terimi ile mucize terimi birbirine karıştırıl-maz; çünkü, mucize gösterenle keramet gösteren kimlikler farklıdır. Genelde, tasavvuf gele-neğinde olağanüstü şey için “harkulâde” terimi kullanılır: Tanrı’nın koyduğu olağan yasaları “kıran şey” olarak algılanır; Tanrı, “neden-sonuç zincirini” kırmak istediğinde ve bunu ger-çekleştirdiğinde, gerçekleştirme eyleminin kendisi “harkulâde”dir, ortaya çıkan sonuç ise “hârika”dır. Bu bağlamda “hârika” yaşamın yönünü değiştirir. Tasavvuf tarihinde velilerin gösterdiği kerametler, sınıfl andırılmıştır. Bu sınıfl andırmada “doğurganlık”la ilgili olanları en yaygınlarıdır denilebilir. Örneğin bir veli, 100 yaşındaki bir karı-kocaya, üç çocuk ve-rebilir; ana-baba verilen bu çocuklara iyi bakmazsa-iyi davranmazsa onları geri alabilir. Doğurganlıkla ilgili inanç uygulamaları gereği çocuk sahibi olmak isteyen kadınlar, velinin türbesinin kapısına küçük beşikler bağlar ya da asarlar; adak adarlar. Beşik bağlamak ya da asmak, “çocuğu veliye satmak” anlamına gelir: Daha doğrusu, yeri-zamanı geldiğinde veli tarafından çocuğun bağışlanması, yani kadının gebe kalması için “veli eşiğinde”, babanın gebe bırakma gücünü harekete geçirecek olan velinin keramet gücüne kadının teslim olma-sıdır. İnanç uygulamasıyla bir velinin eşiğinde “satıldıkları” için Anadolu’da pek çok erkek çocuğa “satılmış”, pek çok kız çocuğuna “satı” adı verilir.

Veli kerametlerinde yiyeceklerle ilintili olanları da belli bir ağırlık gösterir: Söz gelimi konuklar ağırlanabilsin diye erkek hayvandan süt sağılır; çok uzakta acıkan ya da çölde su-sayan birine anında yiyecek-içecek gönderilir.

Veli-hayvan ilişkileri, keramet gösterilerinin seçilmiş alanı gibidir: Örneğin aslanlar ve-linin evcil hayvanlarıdır; kuşlar onun hizmetindedir; geyikler onunla konuşur-dertleşir. Eğer herhangi bir hayvan bir velide “tövbe etmesini” geerektirecek bir şey görüp “susarsa”, o veli manevi yolculuğunu tamamlayamamış demektir. Manevi gücün tecellisiyle ilgili olarak hangi velinin daha güçlü olduğunu saptayacak “yarışmaların” düzenlendiğini öğreniyoruz. Buna örnek olacak bir anlatımda Kuzey Afrikalı bir veli, bir aslanın üzerine binip başka bir velinin ziyaretine gider. Bindiği aslanı, ineğin ahırına bağlaması söylenir; isteğe uyar. Sonra eve girdiğinde ziyaretine geldiği velinin birbirinden güzel dansözlerle kuşatılmış olduğunu

Antalya Konyaaltı Açık Hava Tyatrosu Konser: Aşkımız Sese Dönüştü

Ahmet Altan İki Yazı: Yalancı Laikler - AlevilikEsat Korkmaz Yeryüzü “Süslenmiş” Bir Su ya da

“Yontulmuş” Bir Taştırİsmal Kaygusuz Makâlat-ı Şeyh Sâfi ’den

Batını SöylemlerErdoan Aydin Bektaşiliğin YapıbozumuHasan Harmanci Gerçeklerde Yalan OlmazHüseyn Hürrem Ulusoy Elh-i Beyt, Hacı Bektaş

Veli, GerçeklerÖznur Tanal - Erol Parlak’la Söyletk:

Türküleri Kâbe BilmeliyizAhmet Koçak - Esrarî Baba’yla Söyletk:

İnsan Olmak İçindir Bizim ÇabamızHüseyn Albayrak Yontulmamış Bir Odun:

İnsan-ı KâmilMustafa Özcvan SiyasetnameSerdal Keskn Aleviler Emel Sungur Artık Türkiye’de Kadının Adı VarLütf Kalel Susmayan Nefes Pir Sultan Abdalİsmal Özmen İkilik Sendromu - Bölüm I Av. Muhterem Akta Tekzip Yazısı

Fyati: Ytl / / Hazran Sayi:

4242

Genel Yayın Yönetmeni: Esat KorkmazSahibi: Genel Ajans Basın Dağıtım Organizasyon Ldt. Şti. adına Ahmet KoçakSorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ahmet KoçakYönetim Yeri: Divanyolu Cad. No: 54Erçevik İşhanı 102, 34110 Eminönü - İstanbulTel/Faks: +90.(0)212.519 56 35E-posta: [email protected]ı: Mart Matbaacılık, Ceylan Sk. No 24 NurtepeKağıthane, İstanbul - 0212.321 23 00Yayın Türü: Yerel - Süreli

Bu Sayida

Page 2: Sercesme Dergisi, Sayi 42, Haziran 2008

2 Sayı 42

SERÇEÞME

görür; durum karşısında, manevi niteliklerin-den kuşku duymaya başlanır ve ertesi sabah ineğin aslanı yemiş olduğunu görür.

Konuşan Tanrı durumundaki veliye yalnız-ca hayvanlar değil bitkiler, ötesinde dağlar-taş-lar da itaat eder. Veli kerametleri arasında has-taları iyileştirme gücü özel önemdedir: Oku-yup üfl eyerek, yani velinin keramet gücünü has ta lığı uzaklaştırmak üzere harekete geçire-rek tedavi etme geleneği bugün de halk katında uygu lanmaktadır. “Nefesi kuvvetli” kalıp sözü bu tür veliler için söylenmiş bir özdeyiştir.

Veli, tanrısal eğilime-tanrısal isteğe eksik-siz uyduğu için, yaratılmış her şey onun sözü-nü dinlemek durumundadır.

Bir veli keramet göstermek durumunda mıdır?, sorusu, sûfi zeminde tartışılmıştır. Ör-neğin ağırbaşlı sûfi olarak algılanan Cüneyd keramet olgusuna fazla sevimli bakmazdı. Ke-ramet tellallığından hoşlanmayan sûfi ler, an-layışlarını sahih olmayan şu hadise bağlarlar: “Kerametler erkeklerin aybaşıdır.” Kerametin Tanrı ile insan arasına girdiğini ve insanı ta-savvufi vuslattan yoksun bıraktığını savlar-lardı. Nasıl ki koca, âdet döneminde karısıyla ilişki kurmaktan kaçınırsa, “erkeğin aybaşı” olarak algılanan keramet gösterisi sırasında Tanrı söz konusu veliyle ilişki kurmaktan kaçı-nır. Tasarım gereği keramet, hayvansı kalpleri örten “üç örtü”den (diğerleri taâtte aşırı titiz-lik ve Cennet’le ödüllendirilme beklentisi) biri olarak görülür.

Bütün bunlara karşın, “keramet sahibi” ve-li ler, görünür evrendeki olayları “olgular dün-yası”na indirme gücünün sahipleridir. Tam da bu nedenle, manevi yoldaki zorlu yolculukla-rında öğrencilerine yardım edebildiler. Kera-metin kötü amaçla kullanımı da zaman zaman tartışma konusu olmuştur. Böylesi bir “tehlike” olmasına karşın kerametin gerçekleştirilmesi-ni şöylesi bir gerekçeyle hep savundular:

“Tek bir cansız kalbe-gönle sonsuz yaşam vermek, binlerce cesede yaşam vermekten daha iyidir.”

(Baştarafı 1. Sayfada)

Harikuladenin Çocuğu

Dayanışma MesajıLezbiyen, gey, biseksüel, travesti ve transsek-süel bireylerin toplumsal haklarını savunan Lambdaİstanbul derneğinin Beyoğlu 3. Asli-ye Hukuk Mahkemesinin verdiği bir kararla “adında yabancı kelime kullanılması” ve “ah-laka, hukuka ve Türk aile yapısına” uygunsuz bulunarak kapatma kararı verildi.

LGBTT azınlığın en temel haklarını yok sayan bu karar çok sayıda demokratik kuruluş tarafından protesto edildi.

Ne yazık ki bu kuruluşlar arasında hiç bir demokratik Alevi-Bektaşi derneği yer almadı.

Bu nedenle Serçeşme çalışanları Lambda-İstanbul derneğine aşağıdaki dayanışma mesa-jını yolladı:

6 Haziran 2008, İstanbul

Lamdaİstanbul Yönetim Kurulu’na,

Mahkemenin derneğiniz için verdiği kapatma kararını üzüntüyle öğrenmiş bulunuyoruz.

Ülkemizde insan haklarının ve uluslararası hukuk normlarının ayaklar altına alınmasının

giderek yoğunlaştığı bir ortamda gelen bu ka-rar, korkarız ki, önümüzdeki dönemin Türkiye halkları ve özellikle ayrımcılığa uğrayan azın-lıklar açısından çok zor geçeceğinin habercisi olmakta.

Alevilerin-Bektaşilerin demokratik plat-formu olmayı amaçlayan Serçeşme dergisinin çalışanları olarak derneğinizin kapatılması ka-rarını protesto ediyoruz.

Ülkemizde lezbiyen, gay, biseksüel, traves-ti ve transeksülellerin ayrımcılığa uğramadan yaşama hakkı için verdiğiniz mücadeleyi des-tekliyoruz. Azınlıklara uygulanan her tür ay-rımcılığa karşı durmanın demokratlığın ayrıl-maz bir parçası olduğuna inanıyoruz.

Uluslararası hukuk normlarının bu kadar dışında duran ve bu kadar haksız bir kapatma kararına karşın bugüne dek Lambdaİstanbul’a demokratik Alevi-Bektaşi derneklerinden bir tek dayanışma mesajı bile gönderilmemiş ol-masını da üzüntüyle izlediğimizi belirtiyoruz.

Bu mesajımızın, toplumumuzun bir özeleş-tirisi olarak alınmasını rica ederiz.

Esat Korkmaz, Genel Yayın YönetmeniAhmet Koçak, Yazı İşleri Müdürü

2 Haziran 2008 tarihli Hürriyet Gazetesinde; “Bunların Devlete Bakışını Zaten Biliyorsu-nuz” başlığı altında Şükrü Küçükşahin’in yazısını okuyunca; evet biz de aynı şeyi dü-şündük: “Bu ne terbiyesizlik!...”

Küçükşahin’den öğrendiğimize göre; Ela-zığ’ın Karakoçan ilçesinde bundan üç ay ka dar önce YİBO yurtlarında kalan 28 kız öğ renci, 4 km mesafedeki okullarından dö-ner ler ken taciz edilirler. Öğrenciler bir daha böyle bir şey yaşamamak için ilçe Milli Eği-tim Müdürüne giderek servis aracı isterler. Müdür bey, öğrencilere; “size araba maraba yok, parası olan okusun, olmayan evlensin” der. Olay yerel gazetelere, “Haydi kızlar ko-caya” başlığı ile yansır. Durumdan AKP Elazığ Milletvekili Fevzi İşbaşaran haber-dar olur. Vali ile görüşerek çocuklara servis aracı sağlar, aileleri ile görüşür, gönüllerini alır. Döner, Karakoçan Kaymakamı Erdinç Yılmaz’ı arar, öğrencilerin kendisiyle görüş-mek istediklerini, ancak görüşmediklerini söyler, çocuklara aylık burs da sağladığını ekler. Kaymakam, İşbaşaran’a teşekkür ede-ceğine, şu sözleriyle onu şaşırtır: “Sayın Mil-letvekilim, 28 öğrencinin 12’si Alevi, bunla-rın devlete bakışını zaten biliyorsunuz.”

İşbaşaran küplere biner: “Bu ne terbiye-sizlik?.. Bunlar çocuk be! Bunun da ötesinde bu ayrımı nasıl yaparsınız?”

İşbaşaran, işin peşini bırakmaz. Durumu İçişleri Bakanı Beşir Atalay’a aktarır. Ama bir kez daha şaşırır: Çünkü Bakan Bey, “Di-lekçe verin konuyu inceleteyim.” der. Sorun AKP’nin Kızılcahamam kampına kadar yansır. İçişleri Bakanı özür dilemiş olsa da İşbaşaran yatışmaz; “Siz de kaymakam gibi düşünüyorsunuz.” der.

“Tüm bunları Küçükşahin’in yazısından öğreniyoruz. Öncelikle İşbaşaran’ı kutlarız:

Bir kez daha Milletvekili olamamayı göze aldığı için. Kaymakamı da kutlarız: pek ya-kında vali olacağı için.”

On iki Alevi kız öğrencinin yanında on altı Sünni kız öğrencimize de geçmiş olsun dileklerimizi iletiriz. Kurunun yanında yan-dıkları için.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası 10. Mad-desi, kanun önünde eşitliği düzenler ve dil, din, cinsiyet, ırk ayrımı olmadan tüm vatan-daşların haklar bakımından eşit olduğunu vurgular. Vatandaşlık hukuksal ve siyasal bir statüdür. Bu statü, devlet karşısında ki-şiye, başta Anayasa’da yer alan haklar olmak üzere, bütün hukuksal mevzuat içerisinde tanınmış olan hakların; kullanım koşulla-rının oluşturulmasını ve kişinin bu hakları kullanır iken sınırlanmamasını talep etme yetkisi tanır.

Bir insan hakkı olan eğitim hakkı da bu temel taleplerden biridir.

Bu hakkın kullanımını devlet adına sağ-lamak yerine, 28 öğrenciden kaçının Alevi çocuğu olduğunu merak etmek, “Terbiyesiz-lik” değil de nedir? İlkokul, ortaokul, imam hatip, üniversite, kaymakamlık kursu bu ter-biyeyi vermediyse Sayın Kaymakam’a, aile ocağı, mahalle de mi vermemiştir?

Bu ayıp Küçükşahin’in kamuoyuna du-yurduğudur.

Kim bilir, bilemediğimiz, kamuoyuna yansımayan benzer hatta daha vahim kaç olay yaşanmaktadır yurdun her yerinde her gün…

O nedenle;İçişleri Bakanı, Karakoçan Kaymakamı

ve İlçe Milli Eğitim Müdürünün bu görevle-rinden derhal çekilmeleri gerekmektedir.

Alevi-Sünni tüm öğrencilerin ortak iste-midir bu.

BASINA VE KAMUOYUNA

3 Haziran 2008

ABF: Bu Ne Terbiyesizlik Ali Balkız , ABF Genel Başkanı

Lambda (λ) antik Grek alfabesinin bir harfi dir. Fizik biliminde enerji ile ilişkili olarak dalga-boyu birimi olarak kullanılır. 1970’li yıllarda Gay Özgürlük Hareketi, enerjisini ve baskıya karşı dayanışmasını simgelemek üzere bu harfi kendisine simge olarak seçmiştir.

Lambdaİstanbul bu nedenle haklı olarak bu simgeyi adında kullanmakta ısrarlıdır.

Page 3: Sercesme Dergisi, Sayi 42, Haziran 2008

Haziran 2008 3

SERÇEÞME

Üniversite Öğrencileri Forumda Buluştu 19 Mayıs Pazartesi

DİSK’e bağlı öğrenci sendikası Genç- Sen’in Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlediği iki günlük “Üniversiteler Sosyal Forumu”nda, AKP hükümetinin neoliberal politikaları ve bu politikaların üniversiteye yansımaları ele alındı. Türkiye’nin çeşitli illerinden yaklaşık 30 üniversiteden 500 kadar öğrenci Boğaziçi Üniversitesi’nde bir araya geldi. Üniversite öğrenci ve akademisyenlerine uygulanan baskıları “özgürlük ve demokrasi sorunu” olarak değerlendiren öğrenciler başka bir üniversite kavramını, öğrencilerin derslerde yalnızca dinleyici değil, aynı zamanda katılımcı olarak da var olduğu bir eğitim anlayışı olarak tarif ettiler. Etkinlikte, “İşçi sınıfı ile öğrenci ilişkisi”, “Tuzla grevleri ile öğrenci hareketi bağlantısı” konulu atölye çalışmaları da yer aldı.

1 Mayıs’ta Yalnız İki Polis Memuru ‘Orantısız Güç’ Kullanmış 21 Mayıs Çarşamba

1 Mayıs İşçi Bayramı’nda Taksim ve Şişli’de çıkan olaylarla ilgili başlatılan inceleme tamamlandı. Emniyet Müdürlüğü bünyesinde kurulan komisyonun hazırladığı ön raporun ardından görevlendirilen müfettişler, olaylarda sadece iki polis memurunu sorumlu buldu. Orantısız güç kullandıkları öne sürülen Bahçelievler Emniyet Müdürlüğü’nde görevli iki polis memuru hakkında idari ve adli soruşturma açılması istendi. 1 Mayıs’ta yaşanan olaylarla ilgili suç duyurusunda bulunan işçi ve memur konfederasyonları ise müfettiş raporuna tepki gösterdi. İki polisin bu kadar büyük şiddeti yapamayacağını belirten KESK yöneticisi Sevgi Göyçe şöyle dedi: “Sadece iki tane kamu görevlisinin polis memurunun bu kadar şiddeti gerçekleştirebilme ihtimali yoktur. Çünkü bu İstanbul’un geneline yayılan bir şiddetti. Sadece bir vakadan ibaret değildi.”

PSAKD 20. Kuruluş Yılı Etkinliği Yapıldı 9 Haziran Pazartesi

Pir Sultan Abdal Kültür Derneği 20. Kuruluş yılı kapsamında yapılacak bir dizi etkinliğin ilki 6 Haziran 2008 günü Ankara’da Alkın Prestige Otel’de yapıldı. Etkinliğe 400 davetli katıldı PSAKD Genel Başkanı Fevzi Gümüş yaptığı konuşmada geçmişten bu güne derneğe hizmeti geçenlere teşekkür etti:“Alevi Örgütleri, 15 yıldır kararlı bir şekilde Madımak katliamının, sadece Madımak’ın da değil, bir arada yaşama kültürünü tahrip eden karanlıkta kalmış bütün katliamların aydınlığa kavuşturulması için mücadele veriyor ve laikliği, bireyin ve emeğin özgürleştirilmesini, devletin demokratikleştirilmesini savunan güçlerle omuz omuza olmayı önemsiyor. Omuz omuza verdiğimiz mücadelenin müttefi klerini şimdi 2 Temmuz’da Madımak Oteli önünde görmek istiyoruz”

Eğitim-Sen’den Türbana Tepki 25 Mayıs Pazar

Eğitim-Sen İstanbul Şubeleri, 17–18 Mayıs 2008 tarihlerinde yapılan Açık Lise Sınavları’nda türban ve kara çarşaf gibi dinsel gericilik simgeleriyle sınava girişlere izin veren okul müdürleri ve bina sorumluları hakkında inceleme başlatılmasını talep etti. İstanbul Şubeleri adına basın açıklamasını okuyan Eğitim-Sen 8 No’lu Şube Başkanı Hatun İldemir, 19 Mayıs 2008 tarihli Radikal Gazetesi’nde Fatih Kız Lisesi’ne türban, çarşaf ve takkeyle giren öğrencilerin görüntü ve haberlerini örnek göstererek ‘sınava alınmaması gereken öğrencilerin sınava alındıklarını’ söyledi.

İlahiyatta Kontenjan Katlandı 28 Mayıs Çarşamba

Yükseköğretim Kurulu (YÖK), ilahiyat fakültelerinin 800’ü bulan kontenjanını iki kattan fazla artırarak 1600’ün üzerine çıkardı. Karara “muhalefet şerhi” koyarak itiraz eden 9 YÖK üyesinin yayımladığı karşı oy yazısında, “kontenjan artışlarının gelişi- güzel ve alelacele yapıldığı, kararın siyasal gerekçelerden kaynaklandığı” belirtildi. Edinilen bilgiye göre; kontenjan artış kararları 11’e karşı 9 oyla alındı. İlahiyat fakültelerine kontenjan artırımı sırasında tartışma yaşandı. YÖK, 800’ü bulan ilahiyat kontenjanını önce 2 bin 600’e çıkarmak istedi ancak

muhalifl erin itirazı üzerine bu rakam aşağı çekildi. İlahiyatlara 1600’den fazla öğrenci kontenjanı verildi. Toplantıdan sonra yapılan YÖK açıklamasında, ilahiyat fakültelerinde yapılan kontenjan artışıyla ilgili bilgi verilmezken, “İlahiyat fakültelerindeki kontenjan artış miktarı üniversitelerin önerileri doğrultusunda belirlenmiştir” ifadesi kullanıldı.

Dinini Değiştirmek ve Ermeni Olmak İçin Mahkemeye Başvurdu 28 Mayıs Çarşamba

Malatya’da, yerel müzisyenlik yapan Kazım Akıncı, aslının Ermeni olduğunu söyleyerek adını ve kimliğindeki din hanesini değiştirmek üzere mahkemeye başvurdu. Kendi kasetini satarak hayatını kazanan Kazım Akıncı, soyunun Ermeni olduğunu ve bunu yıllardır gizlediklerini, ancak Hrant Dink’in ölümünün ardından artık kimliğini gizlemekten vazgeçtiğini söyledi. Kazım Akıncı Malatya Asliye Hukuk Mahkemesi’ne başvurarak adını Serkis Nersesyan olarak değiştirmek isteğini ifade etti. Annesiyle birlikte yaşayan Kazım Akıncı, “Malatya’da yaşıyorum ve aslımız Ermeni, benim Ermeni olmamla ilgili bir sorunum yok. Toplumun da böyle bir sorunu yok. Ancak uzun yıllardır ailem bu gerçeği gereksiz bir korkuyla kendinden bile gizledi.”

İstanbul Müftüsü: Cemevi Dinen Mümkün Değil 30 Mayıs 2008Sabah Gazetesinde Erhan Öztürk imzalı haberin detayı şöyle: İstanbul Müftüsü Prof. Çağrıcı, “Cemevlerinin camilerin muadili olarak kabul edilmesi ve ibadethane sıfatıyla açılması doğru değil” dedi. İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi’nin CHP’li üyesi Hüseyin Sağ’ın, “Okmeydanı’ndaki darülaceze’ye cemevi yapılsın” diyerek üç ay önce verdiği soru önergesiyle ilgili olarak belediyenin sorusunu yanıtlayan İstanbul Müftüsü Prof Mustafa Çağrıcı, cemevlerinin tarihsel birikim, tecrübe ve bilimsel kriterler göz önünde bulundurulduğunda camilerin muadili olarak kabul edilmesinin ve ibadethane sıfatıyla açılmasının dinen mümkün görülmediğini kaydetti. Prof. Dr. Çağrıcı yanıt yazısında Aleviliği mistik niteliği bulunan kültürel bir zenginlik olarak niteleyerek şunları söyledi: “Aleviler tarafından bazı kültürel

etkinliklerin icra edildiği cemevlerinin, camilerin muadili birer ibadethane olup olmadığı meselesi, Aleviliğin, İslam’dan ayrı bir din olup olmadığıyla ilgili bir konudur.”

PSAKD Kadıköy’de Süresiz Açlık Grevi 04.06.2008 Çarşamba

PSAKD Kültür Sanat Sekreteri ve Kadıköy Şube Başkanı Feti Bölükgiray 4 Haziran 2008 tarihinde yaptığı yazılı bir açıklama ile açlık grevine başladığını bildirdi. Bölükgiray açıklamasında şunları söyledi:“10 Yılı Aşkın bir süredir Kadıköy Belediyesinin Şubemize tahsis ettiği 2415 metrekare arsa üzerine Kültür Merkezi ve Cemevi binası yapmaya çalışıyoruz.Hükümetin Cem evlerine yaklaşımını herkes biliyor, beklentilerimize cevap vermiyor, vermekte istemiyor. Biz Alevilerin sorunlarını görmezlikten geliyor. Ancak Alevilerin sırtından siyaset yapan politikacılarımız, bürokratlarımız, işadamlarımızda bizlerin sorunlarını görmezlikten geliyorlar.Ben PSAKD Kadıköy Şube Başkanı olarak 15 yıldır yürüttüğüm mücadele sonucunda dersimi aldım. Benim dışımda ders alması gerekenlerin olduğunu düşünüyorum. Herkes payına düşeni almalı, bu nedenle 4 Haziran gününde süresiz açlık grevine başlıyorum. Kararım sonraki günlerde ölüm orucuna dönüşecektir.”

Kamuda Açılan İlk ‘Mobbing’ Davası 8 Haziran Pazar

Şimdiye kadar özel şirketlerde gündeme gelen mobbing (çalışanlara psikolojik şiddet ve baskı uygulanması) konusu ilk defa bir memurun açtığı davaya konu oldu. TEDAŞ’ta çalışan Sait Özkan, Genel Müdürlük aleyhine açtığı davada kurumun kendisine “mobbing” uyguladığı gerekçesiyle manevi tazminat talep etti.Özkan, Menemen’e harcırahsız tayin edildiğini, ağır hastalık geçirmesine karşın raporu geçersiz sayılarak çalıştırıldığını, daha sonra Şırnak’a sürüldüğünü belirtti.Sendikal faaliyetleri nedenlyle maruz kaldığı bu baskılar dolayısıyla eşinden boşandığını anlatan Özkan dava açtı.

SEÇMEHABERLER

Derleyen: Seda Coşkun

Page 4: Sercesme Dergisi, Sayi 42, Haziran 2008

4 Sayı 42

SERÇEÞME

Yalandan bıktım.Devleti, bürokratı, partisi, gazetecisiyle bir toplum nasıl bu kadar yalan söyler, kavramak gerçekten güç.Bizim en büyük sorunumuz ne bugünlerde?Laiklik, değil mi?Devlet erkânımız ve yandaşları laiklik istiyorlar ve laiklik tehlikeye düşecek diye korkuyorlar, değil mi?İşte bu, benim rastladığım en büyük yalan.Vatikan Devleti ne kadar laiklik istiyorsa bizim devlet de o kadar laiklik istiyor.Çünkü “dinî” açıdan bizim en çok benzediğimiz devlet Vatikan Devleti.Vatikan, Hıristiyan dininin Katolik mezhebinin devleti.Peki biz?Biz de Müslüman dininin Sünni mezhebinin devletiyiz.Siz bizim devletin herhangi bir kademesinde Müslüman olmayan birine rastladınız mı?Peki, Sünni olmadığını açıkça söyleyebilen birine rastladınız mı?Yahudi bir Yüzbaşımız, Ermeni bir diplomatımız, Rum bir posta müdürümüz var mı?Olabilir mi?İstedikleri kadar Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olsunlar “gayrimüslimler” devlet katlarında görev alamazlar.Onu da bir yana bırakın.Müslüman olmayan vatandaşlarımızı devlet resmen “yabancı” olarak görür, bir önceki cumhurbaşkanı onların “yabancı” olduğunu açıkça resmî kararlarına geçirtti.Kendi vatandaşlarını “dinine” göre tasnif eden bir devlet laik, öyle mi?Bu devletin laiklikle alakası yok ama sadece bu kadar da değil.Müslüman olmak yetmez.Siz hiç Alevi olduğunu açıkça söyleyen bir general gördünüz mü?“Ben Aleviyim” diyen bir Maliye müfettişiyle karşılaştınız mı?Aleviler de kimliklerini açıkça beyan ederlerse devlet dairelerinde iş bulamazlar.Bu devlet, Müslüman Sünni olmayanlara güvenmez ve onları içine almaz.Vatikan da böyledir.Hıristiyan olmayanlara orada yer olmadığı gibi Protestanlara da yer yoktur.Biz bu açıdan Vatikan’a birebir benzeriz.Vatikan’a benzemediğimiz yanımız ise en “komik” yanımızdır.Bizim devlet sadece “Sünnilere” kapılarını açar ama Sünnilerin Sünni gibi yaşamasını da yasaklar.Sünni olmayanlara devlet kapıları kapalı olduğu gibi Sünni usullere göre yaşayanlara da devlet kapıları kapalıdır.Bizim devletin istediği “ideal vatandaş”, Alevi gibi yaşayan bir Sünnidir.

Namaza gidilmeyecek.İçki içilecek.Kadınlar başını açacak.Faiz haram sayılmayacak.Konuşmalarda asla Hz. Muhammed’e ve Kuran-ı Kerim’e atıfta bulunulmayacak.Bakın üst düzey devlet memurlarına.Onların hepsi Alevi gibi yaşayan Sünnilerdir.İçki içerler, namaza gitmezler, karılarının başları açık olur.Sünniliğe kalben bağlı olan biri içki içemez.Mutlaka beş vakit namazını kılar.Öyle bir Sünni, devlet kadrolarında yer bulamaz.Siz, aynen Vatikan gibi tek mezhepli bir devlet kuracaksınız, sonra da “laiklik” istediğinizi söyleyeceksiniz.Bizim devlet “laik” falan değildir.Bizim yargıçlar, askerler, gazeteciler, Sünnilerin Aleviler gibi yaşamasını “laiklik” sanıyor.Laiklik elden gidiyor dediklerinde anlayın ki birisi Sünni gibi yaşıyor, Sünni gibi ibadet ediyordur.AKP’nin devlet kadrolarına Sünni gibi yaşayan Sünnileri de alması zaten bugün “laiklik” tartışmasını böylesine alevlendiren.Buna kızıyorlar ama devletin içine sadece Sünnileri alıp, onların Sünni gibi yaşamasını yasaklamasına “laiklik” değil, “kafa karışıklığı” derler.Burası “laik” bir ülke değil.Burası “kafası karışık” bir ülke.Laik mi olmak istiyorsunuz?Bizim yargıçlar laikliği çok mu arzuluyor?O zaman kolay.Önce devletin kapılarını her dinden, her mezhepten insana açacaksınız.Ermeniler, Rumlar, Yahudiler de devlette çalışacak.Bütün mezhepleri de kabul edeceksiniz.Sonra insanların inançlarına göre giyinmelerine, yaşamalarına, ibadetlerine karışmayacaksınız.Yapabilirler mi?Asla yapamazlar.Onlar laiklik falan istemiyorlar, onlar iktidarda kalabilmek, gerekirse darbe yapabilmek için kendilerine bir “bahane” arıyorlar.O bahaneye de laiklik diyorlar.Burası laik değil, burası aklı karışık bir Vatikan.Bir gün buraya gerçekten laiklik gelirse, şimdi “laiklik” diye tutturanlar bağırmaya başlar en önce.Gerçek laiklikten ödleri patlar çünkü onların.

Ahmet Altan “Taraf” gazetesindeki “Kum Saati” adlı köşesinde 27 Mayıs tarihinde “Yalancı Laikler” başlıklı çok çarpıcı bir yazı yazdı.

Çok beğendiğimiz ve Alevi-Bektaşi toplumunun en geri kesimlerinin tepkisini çekeceğini tahmin ettiğimiz bu yazıyı Serçeşme’de tekrar yayınlamak için kendisinden izin istedik.

Sağolsun, bizleri kırmadı, hemen izin verdi.

Belli ki, Alevi-Bektaşi toplumunun en geri kesimlerinden gelmesini beklediğimiz tepkiler kısa sürede Ahmet Altan’a yansıtıldı.

Bunun üzerine Ahmet Altan 30 Mayıs tarihinde köşesinde bu tepkileri zehir-zemberek bir yazı ile yanıtladı.

“Alevilik” başlıklı bu yazı son derece çarpıcı soruları Alevi-Bektaşi toplumunun önüne koyuyor.

Duymazdan gelinmesin ve unutulup gitmesin diye bu iki yazıyı bir kez daha yayınlıyoruz.

Yalancı Laikler

Fikret Otyam ağabeyimizsağlık nedenleri ile

yazısını bu sayıya yetiştiremedi.Kendisine geçmiş olsun der, en içten dileklerimizi iletiriz.

En kısa zamanda eski sağlığına kavuşmasını ve

yazılarını sürdürmesini bekliyoruz.

Page 5: Sercesme Dergisi, Sayi 42, Haziran 2008

Haziran 2008 5

SERÇEÞME

Pekâlâ, önce bir özür dileyeceğiz, sonra da biraz sitem edeceğiz.“Bizim devlet Sünnilerin Alevi gibi yaşamasını ister” dediğim için bazıları küfürlü, bazıları dostça olan kırgın mektuplar aldım...Ama özellikle Siverek’ten yazan bir gencin “Ben Alevi değilim Ahmet ağabey, ama Alevi arkadaşlarım biraz üzüldüler, istersen bir yazı daha yaz” demesi beni gerçekten etkiledi.Madem böyle bir kırgınlığa ve üzüntüye neden oldum, bunun için özür dilerim.Alevi dostlarımız beni bağışlasın.Özür diledik mi?Diledik.Şimdi gelelim siteme.İçinde Bektaşilik gibi muhteşem bir mizah damarı barındıran Alevilik ne zamandan beri “Aleviler namaz kılmaz” lafından alınıyor?İbadeti, “yaradılana” yapılacak bir “iyilikte” bulan Aleviler anlayış mı değiştirdi?Şekle değil “öze” önem veren Tasavvuf artık Aleviler arasında yandaş mı bulmuyor?Cemevlerinde bizzat katılıp gördüğüm, insanın yüreğini ısıtan o ibadet biçimini mi değiştirmek istiyorlar?Ne zamandan beri “kadın erkek eşitliğinin bu toplumdaki en harika örneği” olan bu mezhebin mensupları, “kadınlarının başlarını örtmezler” lafını bir aşağılama olarak görüyor?Kadını erkeği birbirinden ayırmadan yaşayan, birlikte ibadet eden, birlikte çalışan, kadını ezmeyen Aleviler bu konuda böylesine bir hassasiyeti nereden çıkardılar?Kadınlarınızın başlarını mı örtmek istiyorsunuz?Hem Allah rızası için nedir bu öfke?Ne oldu hoşgörüye?Ne oldu tevazua?Ne oldu “yaradılanı Yaradan’dan ötürü” sevmeye?Bakın her din, her mezhep tanrısına kendi itikadınca ibadet eder, hangi dinden, hangi mezhepten olursa olsun, gerçek bir dindar bir diğerini ne küçümser, ne de ona benzemediği için üzülür.“Sünnilerle Aleviler aynı değildir” demenin neresi yanlış, neresi günah?Alevi Aleviliğiyle, Sünni Sünniliğiyle övünür, “birbirlerine benzemiyorlar” demenin bir alınganlık yaratmasını gerçekten pek kavrayabilmiş değilim.Bir de tabii şu Bektaşi nükteleri var.Böylesine büyük bir mizah damarı, tuhaf bir alınganlığa ve öfkeye ne zaman dönüştü, ne zaman kurudu bu damar?Alevi dostlar kırıldığı için üzüldüm.Ama bu kadar çabuk kırılıp, hakarete uğradıklarına bu kadar kolay inandıkları, yazının “özüne” hiç bakmadan alınganlık yaptıkları için doğrusu ben de biraz kırıldım.

Şimdi yazının buraya kadar olan kısmı dostlar arası bir halleşmeydi.Ama bunun bir de politik yanı var tabii.Zaten öfke ve küfür mektuplarında işin “politik” kısmı daha çok ortaya çıkıyordu.Yüzyıllar boyu bu toplumun en “ilerici” kesimlerinden olan Alevilerin önemli bir bölümünün son dönemde politik anlamda çok “tutuculaştıkları” bilinmeyen bir gerçek değil.Sanırım “şeriat” korkusu yüzünden gittikçe daha Kemalist, gittikçe daha ulusalcı oluyorlar.Bizzat bir Alevi dedesinin söylediği gibi “Anadolu’dan geçmiş bütün dinlerden ve geleneklerden parçalar almış” ve neredeyse evrensel bir kültür geliştirmiş olan Alevilerin büyükçe bir kısmı şimdi “dünyaya Türkiye’nin kapılarını kapatmak” isteyenlerin yanında.Özgürlüğün ancak dünyayla bütünleşerek sağlanabileceğini akıllarına bile getirmiyorlar.Gerçek bir laikliği ise hiç istemiyorlar.Diyanet’in tümüyle Sünnilerin elinde olması, devletin bütçesinden sadece Sünnilere para ayırıp Alevileri yok sayması bile onların bugünkü “sahte laikliğe” karşı çıkmasını sağlamaya yetmiyor.Çoğu, mektubunda, “herkesin dinini özgürce yaşayabileceği bir laiklik” istedim diye kızıyordu bana.Bugünkü durumdan memnun musunuz?Hayır.Ama bugünkü durumun Alevilerin de gözetilerek devamını istiyorsunuz.Laik olmayan, özgür olmayan, çağdaş olmayan bir sistemden pay almak gerçekten her şeyi halledecek mi?Ben her zaman Alevilerin bu toplumun gelişmesi için çok önemli bir faktör olduğuna inandım.Ama hoşgörüsünü, tevazuunu, ilericiliğini, nüktesini, özgürlük tutkusunu, atalarının dikbaşlı geleneğini, “iyiliğin” ibadet olduğunu, içinden kötülük geçirmenin günah sayıldığını unutmayan Alevilerin.Bir de siz tartın bakalım kendinizi.İçinizden kaçınız Aleviliğin bütün dünyaya örnek olabilecek bu muhteşem ölçülerine uygun davranıyor?Gücün karşısında eğilmeyen Pir Sultan’ı bir düşünün.O, bugün yaşasaydı ne yapardı?Efendilerin, paşaların, darbecilerin yanında mı olurdu?Eğer “Pir darbecileri desteklerdi” derseniz, Aleviliği hiç anlamamış olduğumu düşünüp ben utanacağım.“O böyle yapmazdı” derseniz, utanmak aranızdaki darbecilere düşecek.

CENGİZ AYTMATOV1928 - 2008

CENGİZ AYTMATOV 10 Haziran’da Almanya’da vefat etti. 12 Aralık 1928 tarihinde Kırgızistan’ın Talas eyaleti-nin Şeker köyünde doğan Aytmatov’un adını Cengiz Han’dan esinlenen babası Törekul koymuştu.

Aytmatov, II. Dünya Savaşı koşulla-rında geçen eğitimi sırasında tüm Sov-yet gençleri gibi çalışmaya başladı. On dört yaşında köyün sekreterliğine girdi. Tarım makinelerinin sayımı, vergi tah-sildarlığı gibi işlerde çalıştı.

Savaşın ardından Kazakistan’ın Cam-bul Veteri ner lik Teknik Okulu’nda oku-du. Öğrenimine Kırgızistan’ın Frunze Tarım Enstitüsü’nde devam etti. Sonra Mak sim Gorki Edebiyat Enstitüsü’ne geçti ve 1956 ile 1958 yılları arasında Mos kova’da okudu.

Yazmaya o yıllarda Pravda (Gerçek) gazetesinde başladı. Hikaye ve romanla-rıyla üne kavuştu ve 1957 yılında Sov-yet Yazarlar Birliği’ne üye kabul edildi. 1963’te Lenin Ödülü’nü aldı. Yapıtları yüz ellinin üstünde dile çevrildi.

Aytmatov, Cemile adlı hikayesi ile ünlendi. Ünlü düşünür ve yazar Louis Aragon, Cemile’yi “dünyanın en güzel aşk hikayesi” olarak tanımladı.

Aytmatov eserlerinde mitolojiyi çağ-daş bir zeminde sentezledi ve yeniden yarattı. Mitleri, efsaneleri ve halk hika-yelerini işledi: Zorlu Geçit (1956), Yüz-yüze (1957), Cemile (1958), İlk Öğretme-nim (1962), Dağlar ve Steplerden Masal-lar (1963), Kopar Zincirlerini Gülsarı (1966), Beyaz Gemi (1970), Selvi Boylum Al Yazma lım, (1970), Fuji-Yama (1973), Gün Olur Asra Bedel (1980), Darağa-cı-Dişi Kurdun Rüyaları (1988), Toprak Ana, Cengiz Han’a Küsen Bulut, Çocuk-luğum, Kırmızı Elma, Dağlar Devrildi-ğinde-Ebedi Nişanlı (2007)

Aytmatov 1966 yılında Sovyetler Bir liği Yüksek Sovyeti üyesi seçilmiş ve 1968 yılında Sovyet Devlet Edebiyat Ödü lü’ne layık görülmüştü.

Sovyet ler Birliği’nin dağılmasından sonra Kırgızis tan’ın Lük sem burg büyü-kelçiliğini yaptı. Ayrıca, Avrupa Birliği, NATO, UNESCO ve Benelüks ülkeleri-nin Kırgız temsilciliğini yürüttü.

Aytmatov, Türkiye’de özellikle Ka-dir İnanır ile Türkan Şoray’ın oynadığı ve Atıf Yılmaz’ın yönettiği “Selvi Boy-lum Al Yazmalım” fi lmiyle ünlenmişti. Eserleri en çok satanlar listelerindeydi.

Alevilik

Page 6: Sercesme Dergisi, Sayi 42, Haziran 2008

6 Sayı 42

SERÇEÞME

DEĞİŞEN-DÖNÜŞEN doğanın “hiç değişmezmiş” gibi görü-nen bir parçası olarak algılanan taşlar, her şeyden önce “gücün-kudretin” simgeleri biçiminde

inanca taşındı; sonraları “ezeli-ebedi gücü” belirtir oldu. “Bebeğe dönüşen taşlar” olarak algılanan “taş bebekler”, gizemli bir gücün taşıyıcısı olarak inançlaştı. Bu kapsamda “ye-şim taşı”, yağmur yağdırma gücü, “niyet taşı” istekleri gerçekleştirme gücü olarak algılandı. “Yeşim taşı” simgeselliği Çin halk inanışında zenginlik gösterir: Ölenin ağzına konulması durumunda, “çürümeyi engelleme gücünü”; ötesinde “soğukluk” ve “serinlik” vermekle be lirgin “kadın tenini” ve “safl ığı” işaret eder. Yine mitolojik anlatımlarda adı geçen “yeşil taş”, kâinatın ekseninin temelini simgeler.

Tanık Taş - Tanık BilinçBir göktaşı olduğu kesin olan Kâbe’nin güney-doğu köşesindeki “kara taş” (hacerü’l-esved), hac sırasında herkesin öpmeye çalıştığı bu taş, Ortodoks inançta “Allah’ın sağ eli” kabul edilir; halk inancında ise “kara taş”, Hesap Günü’nde kendisini öpenlere olumlu anlamda tanıklık edecektir. Demek ki o, bir “tanık taş”tır ve “tanık bilincin” nesne kimlik edinmiş biçimi olarak algılanabilir. Söylenceye göre bu taş, ezeli bir taştı ve başlangıçta “beyazdı”; yıllar-yüzyıllar içinde kendisine dokunan günahkâr insanların elleriyle “karardı.” Aynı durum Kudüs’te Kubbetü’l Sahra’da bulunan “kaya” için de geçerlidir. Kutsal Ortodoks söylenceye göre Muhammet öncesi tüm peygamberler bu-rada bulunmuş, Muhammet miraç yolculuğu-nun başında namaz kılmak için onlarla burada buluşmuştur. Kaya üzerindeki Muhammet’in ayak izi, miraç yolculuğuna buradan başlandı-ğının kanıtı gibidir sanki. Tanık taş-tanık bilince “kanıt” olarak Hacı bek-taş’taki “Beştaş lar” örnek gösterilebilir. Söy-lenceye göre Beştaşlar, Hacı Bektaş Veli’nin ilişkilerinde “tanıklık” yaparlar.

Çin kültüründe “taş” ya da “kaya”, her şey den önce bir “uzun ömürlülük” simgesidir. Bu nedenle yaşlılara armağan edilen resimler-de çoğunlukla “taş ya da kaya betimi” bulu-nur. Öte yandan denizden çıkarılan bir taş ya da kaya, mitolojide, “Doğu Okyanusu’ndaki Cennet”i simgeler. Çin’in değişik bölgelerinde, farklı uygulamalarla yaşama geçirilen bir “taş tapımı” vardır: Örneğin uzun süren kuraklık günlerinde “yağmur” yağması için taşlara-kayalara “yağmur duası” okunur ya da taşlar, toprak durumuna gelecek biçimde “dövülür.” Yine kimi bölgelerin inanç uygulamasında, er-kek çocuk isteyen kadınlar, seçilmiş taşlar üze-rine oturur. Kimi tapınaklarda “beş delikli taş” bulunur: Kadınlar tapım göstermek için küçük taşlar satın alırlar ve bu taşları “beş delikli ta-şın” deliklerinden atarak geçirmeye çalışırlar. Taşı en üstteki delikten geçirirse bu simgesel anlamda, o kadının “zengin” olacağını gösterir. En alttaki delikten geçirirse “saygınlık” elde edeceğini, soldaki delikten geçirirse “oğlunun olacağını”, sağdaki delikten geçirirse “kızının olacağını” simgeler. Bizim toprağımıza yöne-lince de benzer bir durumla karşılaşırız: Ha-cıbektaş ilçesine yaklaşık 2 km uzaklıkta bu-lunan ve söylenceye göre Hacı Bektaş Veli’nin çile doldurduğu yer kabul edilen kutsal mağara “Deliklitaş” olarak bilinir. Aleviler Çiledağı olarak da bilinen Deliklitaş’ı ziyaret eder ve içinden geçerek günahlarından arınırlar ya da arındıklarına inanırlar.

Sünni tasavvufun başat kimliği Mevlana âşığı, mâşukun sözlerini yansıtıp duran bir “mermere” benzetir. Bâtıni tasavvufun kay-nak kimliği İbn Arabi ise “mürşit” anlamında Peygamberi, ilâhi mesajın kazındığı “saf taş” (hacer baht) olarak algılar. Sûfi gelenekte ise aşktan habersiz olan kimsenin “işareti” duru-mundadır.

“Taşlanma cezası” uygulamasında ya da “Şeytan taşlanması”nda kullanılan taş-lar, inanç ta “ilâhi gazab”ı simgeler. Asya’nın “obo” geleneğinde ise taş, “zil sesi” ya da “izin isteme dileği”dir: Bu gelenek İslamiyet’te “ter-sine dönüşüm” ile “şeytan taşlama” biçimine büründürülüp olumsuzlanır. Taşlanmak “la-netlenmek” anlamına geldiğine göre burada taşlar, lanetlenmeyi sağlayan “tanrısal gücün” işaretleridir.

Halk inanç uygulamasında kimi âdetler taş-larla ilintilendirilir: Bu bağlamda “kanaat taşı”, açlığı bastırma gücünü simgeler. Uzakdoğulu

dervişler, hatta Peygamber bile “kanaat taşı”nı midelerinin üzerine bastırarak açlıklarını ya-tıştırmışlardır. “Akik taşı”, Ortodoks inançta Rahman’ın nefesinin geldiği yeri; bu anlam-da Yemen’i simgeler. Eski çağlarda Girit’ten gelen kırmızı-beyaz renkli akik, kutsal kabul ediliyordu ve kişiyi zehirli hayvanlara karşı koruduğuna inanılıyordu. Kimi akik türleri hastalıkları iyileştiriyordu; vücut ateşini düşü-rüyordu. Epilepsi, uyurgezerlik ve delilik gibi hastalıklarda iyileştirici gücü vardı. Hırsızları ve her türlü kötülüğü bulunduğu yerden uzak tutuyordu. Ötesinde haziranda doğanlar için şans, sağlık ve uzun ömür sağılıyordu. Yine akik kimi tasarımlarda anlatıldığına göre “bü-yümeyi tetikleyen” bir simgeydi; bu nedenle ta-rım işlerinde çalışanlar çalışma sırasında, sarı lekeli yeşil yaprak akik taşını, sağ pazularına bağlarlardı. Akiğin cinse dayalı simgeselliği de vardı: Kadın için bir “uyarıcıydı”, erkek için ise onu “çekici” kılan bir güçtü.

Geçmiş halk inancı uygulamasında “ya-kut”, hastalıkları iyileştirme gücü olarak algı-lanmıştı: Bu nedenle, toz durumuna getiriliyor ve ferahlatıcı-sakinleştirici olarak tüketiliyor-du. Yakutun bu özelliği tasavvuf edebiyatına da yansımıştı: Mâşukun dudağını ya da kırmı-zı şarabı simgeliyordu yakut. Simya tasarımla-rında doğanın derinliklerindeki taşlar, sabırla bekler, bir bakıma ıstırap içinde “kanını döke-rek” yakuta dönüşür. Bu yönüyle yakut, doğa-daki “değişimi-dönüşümü” simgeler ya da “de-ğişimin-dönüşümün” amacı durumundadır.

“Zümrüt” zengin bir simgesellik göster-miştir: Halk inanışında “uğursuzluğu uzak tutma gücü” olarak algılanmış; yılanları ve ca-navarları “kör” ettiği kabul edilmiştir. Zümrü-dün yeşil rengi, Cennet’in rengini simgeler; bu durumuyla sûfi gelenekte “zümrüt yeşili” gö-nül soy zinciri simgesidir; Ehlibeyt soyundan gelindiğini kanıtlar. Ötesinde hem Ortodoks inançta hem de tasavvuf geleneğinde, “levh-i mahfuz”un (korunmuş levha) zümrütten ya-pıldığına inanılır. Zümrüt dağı, kimi sûfi lerce tasavvuf yolunun sonunu işaret eder.

İki Âlem Arasındaki EşikDağ-dağlar hem bâtıni hem de Ortodoks inanç-lar da zengin bir simgesellik kazanmıştır: Ön ce likle Ortodoks İslamiyet inkâr etse de dağ lar insanlar için bir “ilham” ve “kutsallık kaynağı”dır; ilham kalbe doğduğu, kalp de Tanrı’nın evi olduğu için dağlar simgesel an-lamda “tanrıların mekânı” kabul edilmiştir. Kuran’a göre dağlar, Yeryüzünü sabit tutmak için bulundukları yere yerleştirilmiş sütunlar-dır; ama diğer taraftan “bulutlar” gibi hareket ederler; yarın Hesap Günü’nde Rabbin azameti karşısında “atılmış pamuk” gibi savrulurlar, yani vecd içinde bir bakıma “dans” ederler; ötesinde Allah’a “secde” ederler. Demek ki Or-todoks İslamiyet’te dağlar, simgesel anlamda Allah’ın her yerde hazır ve nazır olduğunun işaretleri durumundadır. Kimi söylencelerde seçilmiş dağların dünyevi deneyimden daha fazla şeyler barındırdığı anlatılır: Bir hadise göre “ilk dağ” olduğuna inanılan, sonraları velilerin buluşma yeri durumuna gelen Mekke yakınlarındaki “Ebu Kubeys Dağı” buna örnek oluşturur. Yüksek dağlar ya da yüksek sıra dağlar, yaratılmış âlem ile ilâhi mekânsızlık

Yeryüzü “Süslenmiş” Bir Su ya da “Yontulmuş” Bir TaştırEsat Korkmaz

Kab

e’ni

n du

varla

rını

n köşe

sine

kak

ma

Hac

arül

Esv

ed

Hacıbektaş’taki Deliklitaş

Page 7: Sercesme Dergisi, Sayi 42, Haziran 2008

Haziran 2008 7

SERÇEÞME

arasındaki “eşik bölgesini” simgeler. Böylesi bir yaklaşımdan esin alarak tasarımlanan “Kaf Dağı”, bütün Yeryüzü’nü kuşatan bir dağ biçi-minde betimlenmiştir.

Toprak daima “dişil” bir güç olarak sim-gelenir ve “toprak ana” adı böylesi bir tasarı-mın gereğidir. Ortodoks inançlarda Âdem de topraktan yaratılmıştır: Kendisinin “dumansız ateş”ten yaratıldığını bu nedenle Âdem’e üs-tün olduğunu ileri sürmüştü Şeytan. Ötesinde toprak “arındırma gücü”nü simgeler; suyun bulunmadığı yerde-koşulda toprak ile temiz-lenilir. Yine toprak “verimliliği” simgeler; bu nedenle kutsal yerlerin ve türbelerin toprağı “bereket” ile ilişkilendirilir.

“Su”, sûfi gelenekte, kalbi-gönlü arındır-ma gücünü simgeler; suyun dalgalanması ve hareket etmesi, Tanrı’ya yaptığı hamd-ü senayı anımsatır. Bu nedenle sayısız kutsal pınar-kaynak ve göl vardır. Kâbe yakınların-daki Zemzem Suyu bunun en çarpıcı örneği durumundadır: Çöle sürgün gönderilen Hacer ile çocuk yaştaki İsmail, umarsızlık içindedir. İsmail kumda debelenirken su fışkırır ya da susadıklarında tanrısal bir isteğe bağlı olarak su yüzeye çıkar. Zemzem Suyu, inançta “bere-ket” simgesi durumundadır; bereketinden ya-rarlanmak için içilir, şişelerle taşınır, ötesinde gömülürken sarılacakları “kefenleri” kuyuya daldırılıp çıkartılır. Su tapımı kapsamında pı-narlar-kaynaklar genelde “dişil” kabul edilir. Buna karşın tuzlu pınarlar-kaynaklar-kuyular “eril”dir; kısır kadınların buralarda yıkanma-sının nedeni de budur. Yine veli türbeleri, “be-reket” ya da “sağaltma” simgesi su kaynakları yakınlarına yapılmıştır. Velinin gösterdiği ke-rametle perilerin/uçan-yüzen hayvanların “kö-keni” olduğuna inanılan “su” arasında ilişki kurulur: Bu kapsamda “timsahlı havuz, balıklı göl, vb.” kutsal mekânın bir parçası olarak ya-şama geçer. Su tapımının yaygın olduğu top-luluklarda “suya girmek”, ezeli maddeye geri dönerek arınmak, arınarak canlanmak, yani “yeniden doğmak” anlamına geliyordu. Yeni-den doğmak için ölmek gerektiğinden “suya girmek” aynı zamanda, ezeli maddeye geri dö-nerek suyun hareketiyle hareket eden bir “ölü” olmak anlamını içeriyordu. Bu kapsamda kimi sûfi ler, “başını suya sokmanın”, anlık bir süre içinde “başından sonuna bir ömür sürmek” de-mek olduğunu söylerler.

Mevlana tasarımlarında, suyun kirleri te-mizleme gücü, onun “neşesi” olarak algılanır. Suyun yaşam verme özelliği, abıhayat tasa-rımının kaynağı olmuştur; abıhayat, yeşil bir pınar gibi kara toprağın derin dehlizlerinde bu-lunduğuna inanılır. Kimi sûfi lerce dünya, ok-yanusun, yani suyun üzerindeki bir “köpüğe” benzetilir; bir bakıma “suyun süslenmiş biçi-mi” bu dünyadır denmek istenir. Genelde Tan-rı, “derya” ile aşk ise “ateş deryası” ile simge-lenir. Ortodoks inatça kimi kez Peygamber de bu kapsamda değerlendirilir. Böyle olmakla birlikte Peygamber daha çok “yağmur” ile öz-deşleştirilir. Ve Peygamber simgesel anlamda “bereketli bir yağmurdur” ya da “yağmur bulu-tu”, “inci taşıyan bulut” simgeselliği içine taşı-nır. Doğanın diriliş günlerinde yağan yağmur, özellikle “nisan yağmuru”, simgesel anlamda, hastalıkları sağaltma gücü olarak algılanır. Bu özelliği nedeniyle benim toprağımda “nisan yağmuru”, “nisan tası” adı verilen süslenmiş bir kap kullanılır. Tasarımların mantığı gereği “tufan”, fokurdayan çaydanlıktan buharlaşarak “denetim dışı” kalan sudan başlar ve sûfi ge-lenekte günahları yok etme gücünü simgeler. Dicle, simgesel anlamda, Iraklıların döktüğü

gözyaşlarından oluşur; gözyaşının nedeni, son Abbasi halifesinin Moğolların elinde ölmesi-dir. Akan suyun çoğaltılmasıyla elde edilen “ır mak”, Ortodoks inançta peygamber simgesi-dir. Kimi kez “yaşayan ırmak” olarak da nite-len miştir. Ötesinde ırmak, “ilâhi etkinliğin” simgesi olarak algılanır.

Görünüşe Taşınan Her Şey Bir Ayettir

Ateş İslam kutsal tasarımlarında genellikle “olumsuz güç”le yüklenir: Öncelikle Cehen-nem ateşini simgeler; ötesinde Şeytan’ın varlık nedenidir. Sûfi kültürde özellikle “aşk ateşi” olumlanır; kalbin-gönlün arınması için koşul durumundadır. “Kırmızı lale”, Tûr Dağı’nda yanan çalı aracılığıyla gerçekleşen “ilâhi tecelli”yi simgeler. “Ateşteki demir” ikileme-si ateşin ilâhi yönünü açıklar: Örneğin Mev-lana, Hallac-ı Mansur’un “Enel Hak” (Ben Tanrı’yım) sözünü “ateşteki demir” ikilemesiy-le ifade eder. Kırmızı kor durumundaki demir “Ben ateşim”, dese de onun özü yine demirdir. Çünkü yaratılanın “maddi ve fi ziksel” yönü devam ettiği sürece, Tanrı ile insan arasında mutlak birliğin gerçekleşmesi olanağı yoktur. Fırtına, şimşek ve yıldırım, simgesel oyarak Tanrı’nın işaretleri durumundadır.

Bu kapsamda rüzgâr, simgesel olarak, yağmur müjdecisidir. Ötesinde yine simgesel olarak, peygamberin hizmetkârıdır. Tanrı’nın “cemal” ve “celal” tecellilerinin simgeselliği-ni bağrında taşır rüzgâr. Bir rüzgâr türü ola-rak meltem, Veysel Karani’nin takvasının hoş kokusunu taşıyan ve Yemen’den Peygambere ulaşan “nefes-i Rahman” (Rahman’ın nefesi) simgesidir.

“Nur” (ışık), Tanrı simgesidir: Tanrı sim-gesi olmanın ötesinde nur, “ışık saçan kandil” ya da “kandil” olarak Muhammet simgesidir. “Nübüvvet nuru” önceki peygamberlerden Muhammet’e miras kalmış ve O’nu ışık saçan bir kaynağa dönüştürmüştür. Çünkü ışık, sim-gesel anlamda, dünyevi yaşamın karanlığını değiştiren bir “ilâhi işarettir”. Kuran’a göre ışık, simgesel olarak hem Muhammet’in do-ğumunun işareti hem de Tanrı’dan inen vahyin işaretidir. Bâtıniliğin kaynak kimlikleri duru-mundaki kimi sûfi ler, tümüyle bir “ışık felse-fesi” geliştirdiler: Sühreverdi’nin geliştirdiği felsefeye aynı zamanda “hikmetü’l-işrâk” (ay-dınlanma felsefesi) adı da verilir. Geliştirdiği felsefenin bedelini yaşamıyla ödeyen (1191’de

öldürüldü) Sühreverdi’ye göre varlık “nurdur” ve bu nur, melekler aracılığıyla insana ulaşır. İnsan madde tarafından hapsedildiği “karanlık kuyu”dan çıkıp nura yönelmesi gerekir. İnsan kendisini böylesi bir noktaya taşıdığında kalbi ilâhi nuru yansıtan ve onu başkalarına gösteren lekesiz bir “aynaya” (nur insanına) dönüşür.

Simgesel anlamda ışığın en belirgin tecel-lisi Güneş’tir: Ne var ki tektanrıcı dinlerde özellikle İslamiyet’te Güneş, çoktanrıcılıkta tapım konusu yapıldığı için olumsuzlanır. Tan-rı Güneş’i ve Ay’ı da yaratan “öncel metafi zik bir güç” olarak algılandığından Güneş ve Ay’ı simge olarak öne çıkarmak Tanrı’ya “ortak koşmak” biçiminde algılanır. Tam da bu neden-le namaz vakitlerinin saptanmasında “Güneş tapımı” ile ilişkiden sakınılmak istenmiştir: Sabah namazı Güneş doğmadan önce, akşam namazı Güneş battıktan sonra kılınır. Yine de Güneş Ortodoks İslamlıkta “ilâhi” olanın ya da Peygamber’in aydınlığının simgesi durumun-dadır. Bu kapsamda Muhammet bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: “Ben güneşim, sahabem ise yıldızlar gibidir”. Bunun da ötesinde birer ışık kaynağı olarak yıldızlar, Güneş battıktan sonra yaşayanların “rehberi”dir. Örneğin Sün-ni tasavvuf geleneğinde “geceye yemin olsun” ilâhi yeminindeki “gece”, Hz. Muhammet’in saçlarını; “kuşluk vakti güneşi” özdeyişindeki “güneş”, Hz Muhammet’in yüzünü simgeler.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi böyle ol-makla birlikte Ay, İslami yaşamda Güneş’ten daha önemlidir: Işığı ile “zamanı” gösteren bir simgedir. Sûfi gelenekte Ay, güzellik ve neşe simgesidir. Ötesinde Ay’ın parlaklığı sevgili-ye yapılan övgüyü algılatır. Bu nedenle Ay’ın “ilk hali” görüldüğünde 28 günlük Ay zama-nının iyi geçmesi için dua, gülbank ya da şiir okumak gelenektendir. Ay ile Arap alfabesi arasında kimi ilişkilendirmeler vardır: Alfabe-deki 28 harf, kameri ayın 28 gününü simgeler. Tasavvuf kültüründe “görünüşe taşınan”, yani bâtın durumdan zâhir durumuna taşınan her şey simgesel anlamda bir “ayet” olarak algıla-nır: Bu kapsamda, yıldızlar da birer ayettir ve insanlığa hizmet ederler. Simgesel olarak “yol gösteren işaretler” biçiminde algılanan yıl-dızlar astronomide ve denizcilikte olağanüstü önem kazanmışlardır.

Bu kapsamda söz gelimi Venüs, sevimli müzisyeni, Jüpiter büyük talihi, Satürn özel-likle Hint geleneğinde gök muhafızını simge-ler olmuştur. Gökyüzü ise açık olarak “ilâhi aşkınlığın” simgesi durumundaydı.

Kud

us’te

, Mes

cid-

i Aks

a’nı

n ya

nınd

aki K

ubbe

tül S

ahra

Page 8: Sercesme Dergisi, Sayi 42, Haziran 2008

8 Sayı 42

SERÇEÞME

“HER KİM BU DÜNYADA TANRIYI GÖREMEZSE, AHRETTE DE GÖREMEZ”

Makalât-ı Şeyh Sâfi ’den Bâtıni Söylemlerİsmail Kaygusuz

“HER KİM bu dünyada Tanrıyı göremez-se, ahrette de göremez. Beyit:

Dide ender-i e’ta koca bahşed Talak-ı can feza-yı dilber-i maBeyitin manası budur ki, “Bu göz kapan-madan ve kapalıyken dostunun cana can katıcı yüzünü görse gerektir.”

Şeyh Safî’nin tek cümle ve bir beyitle ver-diği bu çok ileri bâtıni inanç anlayışına, ancak aşağıdaki alıntı açıklık getirebilir:

“Henry Corbin, Şehabeddin Şah Hüsey-ni’nin ‘Risale dar Hakikat-i Din’ kitabın-dan aktardığı İmam Cafer Sadık’la ilgili bir anekdottan şu bilgiyi aktarmaktadır: ‘İmam Cafer Sadık kendisine, “Kıyamet gününde Tanrının herkese görüneceği doğ-ru mu?”diye soran adama şöyle yanıt ve-rir: “Tanrı, ben sizin Tanrınız değil miyim? (Kuran, 7: 172) diye sorduğundan beri, Kıyamet’ten önce de görünmektedir. Ger-çek inananlar onu bu dünyada bile gördü. Sen onu görmüyor musun?”(1)

* * *“Sultan Şeyh Safî Hazretleri buyurdu ki, ‘Yeryüzünde bir su vardır ki berrak nesne-lere uğrar, fakat uğramayla temiz olmaz. Bir su da yeraltında var ki gayet paktır. Lâ-kin bu iki suyun ortasında perde olan yerdir ki bu ikisinin ortasında engel durumunda-dır. Eğer bu yeri ortadan kaldırsalar bu iki su birbirine kavuşur daha temiz olur. Şöyle ki temiz ilmin suyuyla nefi s temiz olmazsa, medreselerde haram lokma karışmış oldu-ğundan, hiç temiz olmaz. Öyleyse, bâtın ilminin suyuyla içeriden nefsi mecburen temizlemek gerekir. Kelime-i tevhid gelene-ği ile perdeyi ortadan kaldırmak gerektir ki, şeriat (zâhir) ve bâtın ilminin sularını birbirine karıştırmak sebebiyle zâhir ilmi-nin suyu dahi pak olsun. Demek ki, perde (hicap) olan nefi stir, emreden nefstir, ilim değildir’.”

Yukarıdaki söylem yorum getirmeyecek kadar açık bâtıni kurallardır. Şeyh Safî med-reselerde öğretilen zâhiri dinsel bilgileri kir-lenmiş görmektedir ve onlara karşıdır. Onların bâtıni ilmin suyunu karıştırarak arındırılabile-ceğini söylemektedir.

“Kendi vücudundan sefere çık söylemi, kâdem sahibi ol demektir. Sultan Şeyh Safî hazretlerine sordular ki, ‘Tanrı ile birleşip yokolma (fenâ) kaç kısma ayrılır?’ O da ce-vap buyurdu ki ‘Üç kısımdır; birisi ebedilik (beka) sıfatıyla fenâ suretidir, yani surette fani olmaz sıfatta bâki olmayınca. Fenâdan kasıt yokolma sıfatıdır. Ölümle uyku kar-deştir ve birisi dahi sonsuzluk (beka) an-lamı ile sıfatın fenâsı, yani Tanrıda yoko-luştûr ki o, ruhtûr. O, insanlıktan yükselip yokoluştûr ki, aşkın üstün gelmesiyle ger-çekleşir; yani insanlığın izleri olur. Birisi de Hakk’ın sonsuzluğu ile ruhun fenâsı, O’nda yokolmasıdır; yani bir kimsede tan-

rısal nurlar görünüm alanına çıksa, insan-lık görüntüsünü ve insan biçimini yokeder. Bu Tanrının birliğini ispat etmektir ve bu mertebeye Tanrıda yokluğa erişim (fenâ-fi llah) derler’.”

Yukarıdaki bâtıni düşünceler üzerinde uzunca konuşmaya hiç gerek yoktur. Tanrıda yokolma, onunla birleşip Tanrılaşma, Sünni inancında şirk koşmaktır, kâfi rliktir.

* * * “Mevlânâ Yusuf suâl etti ki, ‘Türk, Tacik ve Kürt tâlipler vardır. Hak sözü (kelâm) işitince irade dışında coşup nara atar-lar. Bununla birlikte Arapça bilmezler ve Arapça yazı okumamışlardır. Bundan dola-yı okunan ayetin korku mu, rica mı olduğu-nu kendileri bilmezler. Onların bu durumu bize çok tuhaf gelir’ dediler. Sultan Şeyh Safî Hazretleri cevap buyurdu ki, ‘dilleri Türkçedir veya Farsçadır ve kendileri üm-midir; ama onların gönülleri bütün dillere yetişir.”

Şeyh Safî’nin tâliplerinin büyük çoğunlu-ğu Arap değildir ve Arapça bilmezler. Ama gönülden inanmış talipler için mürşidin sözleri yeterlidir, çünkü o İmam Âli’nin makamında-dır ve Kuran-ı natık, yani konuşan Kuran’dır. “Şeyh Zahid, Safî’ye dedi ki, ‘Ulu Tanrı seni dinin yolunu göstermek, halkı irşâd etmek için yolladı; öyleyse hakikat lokmasını, Şerîat kisvesi altında mürîdin kursağına atasın’...”

Hakikat lokmasını ya da sırlarını şerîat ör-tüsü/kılıfı altında sunmak, takiye yapmaktan başka ne olabilir?

* * *“Sultan Şeyh Safî … buyurdu ki, ‘Tan-rı ufuklarda her ne yaratmışsa … onların benzerlerini insanın nefsinde bağlamıştır, lâkin nefsin hicâbı ardadır. Bu nefs örtüsü (hicâbı) ortadan kaldırılınca ufuklarda var-olan her alâmet nefi slerde belirir ve şey-lerin marifeti ortaya çıkar. Böylece Tanrı gerçeği onda zâhir olur, açığa çıkar’.”

Hacı Bektaş Veli, her nesnenin, on sekiz bin âlemin insanda mevcut olduğunu söyle-mektedir. Alevi-Bektaşi inancında Tanrı dâhil, evrende bulunan her şey insanda mevcutur. Şeyh Safî’nin oğlu Şeyh Sadreddin’in çağdaşı Seyyid İmadeddin Nesimi’den (Ö. 1404/8) bir-kaç dize ile bunu vurgulamakta yarar var:

“Hak tealâ varlığı âdemdedirEv anundur ol bu evde demdedir...

* * *Her ne yerde gökte var âdemde varHer ne ne ki yılda ayda var âdemde varNe ki elde yüzde var kademde varBu sözü fehmetmeyen âdem davar”

* * *“Semah üçe ayrılır; tevacüd semahı ten ile, vecd semahı gönül ile, vücut semahı ruh-la birlikte olur. Tevacüd sahibine bu hâl erişinceye kadar hareket eylemiye, kendi

özüne zahmet eriştire. Vecd sahibine tan-rısal esin ve içedoğuşlar (varidat) ulaşmaya başlayıncaya kadar kendi özünü harekette tuta, onun gönlüne hastalık erişe... Bu üç tür semah mübahtır: Tevacüd semahı bütün sufi lere nasiptir. Vecd semahı has sufi lere nasiptir ve vücud semahı en has sufi lere na-siptir. Mübah olan semah odur ki, edenler gönül ehlilerine bağlı olup, tanrısal sohbet içinde semah edeler; zevk ve şevk esrikliği hakikatta ola. Nefsin zevkleri için semahı tutmak ve çalmak haramdır.”

Hacı Bektaş Veli’nin semah üzerine söyle-diği bir sözü vardır: “Semah bizim ibadetimiz-dir, hâşâ ki oyun değildir.”

* * *“Bu (gönlü ölmeyen) taife, Hak ehli katın-da yokluğun sürekli kalıcılığında bulunur; yani kendiliğinden geçmeyince kalıcı ol-maz ve ‘hayati fi memati ve memati’ demek olur ki manası şudur: ‘Diriliğim ölümümde ve ölümüm diriliğimdedir.”

Bu sözü Hâllac-ı Mansur kullanmıştır. Louis Massignon’nun Hüseyin Mansur Hâllac Divan’daki 10. Kaside’nin 3. dizesi “Ölümüm yaşamam, yaşamam ölmemdir.”(2)

“Hakikat Hak tealâyı bilmek ve gözlemek, müşâhade etmektir. Şu üç nesne dahi iyi anlaşılmalı; belki tarikat şeriatsız olmaz, hakikat tarikatsız olmaz. Ayrıca şeriat, şeriat taraftarının ve emirlerin yükümlü-lüğüdür. Tarikat, sürekli tapınma, dinsel yasaklardan kaçınma, Tanrı’dan korkarak yasaklardan kaçınma zorunluğu ve buna benzer nesnelerdür. Hakikatın yükümlülü-ğü ise dünyayla ve yaratıklarla ilgi herşeyi anlamak, gönlü onlardan soyutlamaktır...”

* * *Yukarıda söz ettiğimiz Hacı Bektaş Veli’ye ait olduğu ileri sürülen eserde(3) şerîat, tarîkat ve hakikatten sözedilirken şöyle ilginç bir benzer-lik vardır:

“Tâlibin yemesi içmesi üç çeşit olur; birin-cisi şerîatte, ikincisi tarîkatte ve üçüncüsü hakikatte olur. Şerîatte yemek odur ki, yi-yen kişi rızk vereni anar ve Tanrısına itâa-tını yerine getirir. Tarîkatte yemek odur ki, yiyen kişi yemede ve içmede israfta bulun-maz. Hakikatte ise yemek odur ki, yiyen ve içen kişi Hakk’ı kendi zatında gözlemleme-lidir. Çünkü hiç bir şey Hak olmadan var olamaz. O hâlde bu gözlemlemede yiyen kişi ve yenilen şey birdir.”

* * *“Hak ile tanışıp dost olmak için o kişinin kendü özünü, önce kendisini bilmesi ge-rek. Nitekim inananların emiri hazreti Ali

İsmail Kaygusuz’un Almanya Alevi Akademisi

tarafından yakında yayınlanacak olan

Makalat-ı Şeyh Safi adlı kitabının

Sunuş bölümünden aktardığımız yazıları sürdürüyoruz

Page 9: Sercesme Dergisi, Sayi 42, Haziran 2008

Haziran 2008 9

SERÇEÞME

aleyhisselam buyurmuşdur ki, ‘kim kendini bilirse Tanrısını da bilmiş olur; kim kendini kullukla bilirse Tanrısını sahiplikle bilmiş olur kim kendini yok olucu bilirse Tanrısını da kalıcı olarak bilir’ Doğrusu (budur) (…) Şeyhler, buna terketme makamı derler ve terketme odur ki kendini ortalıktan yoket-mek, yani Hakk’ın varlığında bilmekdür; Şeyhlerin söylemiyle buna marifet makamı denir.”

Şeyh Safî, Marifet’i bir makam ve mertebe olarak nitelemektedir. Bu makama eren hay-vanlıktan çıkıp insan mertebesine ulaşır. İnsanı kâmil olarak Tanrıyla dosttur artık. Hak ile ta-nışıp dost olmanın ilk koşulu, Âli’nin “kendisi-ni, nefsini bilen Tanrısını bilir” buyruğuna uy-maktır. ... Hacı Bektaş Veli de Makalât’ında(4) Ma’rifet makamlarının “dokuzuncusu marifet, onuncusu ise kendü özin bilmektir” dedikten sonra aynı sözü Muhammed’in hadisi olarak zikreder.

* * *“Allah bir nurdur; nihayeti yoktur, yukarda ve aşağıda değildir; önü ve ardı ve sağı ve solu, yani hiç bir yanı yoktur; denizdir ki, dibi ve kıyısı yoktur ve tüm varlıkları saran çevredir … hiç bir zerre yoktur ki, onda Al-lah nuru olmasın.”

Şeyh Safî’inin Tanrı tanımı Kaygusuz Ab-dal’ın Tanrı anlayışından hiç de farklı değil-dir:

“Eşya-yı mahlûk Hâlik’den ayrı degüldür (ya ratılmış nesneler-maddeler, yaratıcı-sıyla birdir, ayrı olamaz) ... Yirde ve gökte her ne var ise âdem(de)dür. İşte yirün gö-gün ‘hâlifesi’ ‘âdem’dür. Her ne ki istersen âdemde bulunur.”(5)

* * *Makalât-ı Şeyh Sâfi ’nin tümünde geçen yo-lun ilkeleri, mürşid, pir, tâlib; bunların görev ve sorumlulukları ve Safevi tarîkatının ku-rallarına ilişkin tüm bilgileri ya aynen ya da biraz değişik anlatımlar içinde İmam Cafer ve Şeyh Sâfi Buyrukları’nda görmekteyiz. Daha önce yayınlamış olduğumuz “Kuzey Irak Ale-vilerinin (Şebek, İbrahimi, Kakai...) Dinsel İnanç Kitaplarından Buyruk Örnekleri ve Sün-bülnâme” makalemizde(6) belirttiğimiz gibi, Safvatu’s Safâ’nın Alevi-Bektaşi’lerin kutsal saydıkları, Hak-Muhammed-Âli Yolu’nun ki-tabı olarak tanıdıkları Buyruk’un en önemli kaynağı olduğunu gördüğümüz için, karşılaş-tırmalı örneklemeler yapmaya gerek duyma-dık. İlgili okuyucu bunları rahatlıkla görecek-tir. Makalât-ı Şeyh Sâfi metninin Hacı Bektaş Veli’nin Makalât’ıyla büyük benzerliklerine ortaya koyduk. Bu gösteriyor ki, eser hazırla-nırken Makalât dikkatle incelenmiştir.

Buyruk’tan vereceğimiz birkaç paragrafl ık benzer örnekle yetineceğiz:

“Tarikat kavli Âli’nindir. Bir sufîye gerek-tir ki kademini tarikata basa ki insaniyetliği belli ola. Çünkü Hak teâla buyurmuştur ki, ‘Ya Muhammed bu cihanı yarattım insan için ve insanı yarattım kendim için. İnsan demek ya Muhammed, iki âlemdir. Birisi âlemi kübradır, biri âlemi suğradır ve biri âlemi ulvîdir, biri âlemi süfl idir. Ve biri âle-mi hayattır, biri âlemi memattır’.”(7)

“İmam Cafer-i Sadık buyurmuştur ki, ‘tarî-katın anlamını on iki nesne tamamlar: İlkin sufi kendisini yer (gibi) bilmek gerek, ikin-

ci marifet tohumunu (bu) yere saçmak ge-rek, üçüncü şevk suyu ile suvarmak gerek, dördüncü riyâzet orağıyla biçmek gerek, beşinci kibrini-gururunu bile düşürmek gerek, altıncı velâyet harmanına götürmek gerek, yedinci hâlvet yerde öğütmek gerek, sekizinci sabır ile pak eylemek gerek, do-kuzuncu kanaat köşesine koymak gerek, onuncu yokluk değirmeninde un eylemek gerek, on birinci muhabbet fırınında pişir-mek gerek, on ikinci cömertlik sofrasında yedirmek gerek; örtücü, yani örten-gizle-yen ve zehir içici olmak gerektir. Her ne ki Hak’dan gele ve halktan gele sabır ile (kar-şılamak gerektir)’.”

Şeyh Sâfi ’nin Makalât’ı bâtıni tasavvu-fun büyük üstadı ve kuramcısı 6. İmam Cafer Sadık’ın tarîkatın anlamı ve kurallarını on iki madde hâlinde simgelerle açıkladığı bu çok önemli paragrafl a bitiyor. İmam Cafer Sadık’tan nakledilen bu “on iki nesne” Buyruk’a “Oniki İşlek” olarak yansımıştır. Bazı sözcüklerdeki değişikliklere rağmen aynı özü vermektedir:

“Sual etseler ki, Tarikatın icabı kaçtır? Ce-vap ver ki on ikidir. Birinci: Evvel kendi özün hassasıdır, yani özel yaratıldığı niteli-ği (olan yer?)dir. İkinci: Marifet tohumunu ekmektir. Üçüncü: Şefkatle beslemektir. Dördüncü: Riyâzetini tutmaktır... Sekizin-ci: Özünü sabır eline vermek... Onuncu; Takvâ değirmeninde özün barındırmaktır. O nbirinci: Su ile yoğrulmak. On ikinci: İradet fırınında pişmek ve ihlâs sofrasına girerek özünü dervişlere ve fukaralara ver-mektir.”(8)

NOTLAR:(1) H. Corbin, Temps Cyclique et Gnose

İsmaélienne, Paris, 1982, s. 144.(2) Hâllac-ı Mansur Divanı’ndan aktaran İsmail

Kaygusuz, Alevilikte Dâr ve Dârı Pirleri, 2. Basım, İstanbul, 1995, s. 109.

(3) Hacı Bektaş Veli, Haz. Dr. Gıyaseddin Aytaş; Dr.Hacı Yılmaz, Makalât-ı Gaybiyye ve Kelimat-ı Ayniye, Ankara, 2004, s. 14–15.

(4) Makalât, Haz. Sefer Aytekin, Ankara, 1954, s. 54.

(5) Kaygusuz Abdal, Vücudnâme’sinden aktaran İsmail Kaygusuz, Anadolu Bilgeleri, Su Yayınları, İstanbul, 2005, s. 205.

(6) Bkz. Serçeşme Dergisi, Sayı: 19, Şubat-2006.(7) Tam ve Hakiki İmam Cafer-i Sadık Buyruğu,

Haz. Heyet, İstanbul, 1989, s. 147.(8) Age, s. 147., s. 126.

DÜZELTME: İ. Kaygusuz’un 41. sayımızda yayınlanan yazısında

8. sayfa, 2. sütün, 2. paragrafın sondan bir önceki tümcesi, “Gerçekten bu elyazmasını görmüş olsaydı, metnin tarihini 200 yıl beriye, yani H: 968/M: 1560 yılına getirmezdi.” olmalıydı. Düzeltir, özür dileriz.

Hak ile tanışıp dost olmak için o kişinin kendü özünü,

önce kendisini bilmesi gerek. Nitekim inananların emiri Hazreti Ali

aleyhisselam buyurmuşdur ki, ‘kim kendini bilirse

Tanrısını da bilmiş olur’ Doğrusu (budur)

KESİK YUSUF

Bilesin DiyeHayata renk veren gülün goncanınSuladım toprağın büyüsün diyeBahar aylarından güneş topladımBuzdağının karı erisin diye!...

Benlik dünyasında bizi aradımTarih olmuş hayatları taradımİnan bana senin için feryadımGelecek baharda gülesin diye!...

İşledim toprağı hasat eyledimGezdim yeryüzünü baktım izledimHer dilin türküsünü ayrı dinledimYüreğimde mihman eylesin diye!...

Sendeki özlemde kendimi buldumBen sevdamı ellerimle yoğurdumDostluk sarayında ömür savurdumAşikar yaşadım bilesin diye!...

Fransa, 18 Nisan 2008

Sivas’ta İki Temmuz Günlügüİnsanlık çığlığı göğe yükseldiSivas’ta bedenler yakıldı neden?Vahşetin boyutu utanç belgesiCanlar bedeninden söküldü neden?

Yobaz sürüleri molla mahluklarInsan iskeletli korkunç varlıklarYirminci yüzyılda bu hayvanlıklarOrada burada yapılır neden?

Yaktılar sazımızı susmaz türkülerKırılmıştır nice dost güzelliklerZindana çevrildi aydınlık günlerAskeri polisi bakıyor neden?

Akarsu’yum Gültekin’im ölmediOtuz yedi canın koru sönmediAğlayan gözlerin yaşı dinmediMazlumlar bir türlü gülmedi neden?

Kanlı senaryolar perdeleniyorDüzenbaz çeteler emir veriyorŞapka yere düştü kel görünüyorAdalet yerini bulmuyor neden?

Fransa, 29 Haziran 1994

Verilen Söze Dairİkrar alıp ikrarında durmayan,Gelmesin boşuna, yol kabul etmez.Yaralanmış komşusunu sormayan,Gelmesin sormayan, yol kabul etmez.

Kolay değil; ikrar sahibi olmak,İkrarın görevi; mazlumu sormak,Bu aydınlık yolda olmaz yorulmak,Gelmesin yorulan, yol kabul etmez.

Tarihsel Kerbela cenginden beri,Dünya güzelleşti ikrar göreli,Gerçek ikrarcılar dönmedi geri,Gelmesin dönenler, yol kabul etmez.

İkrarcı örneği, bakın Pir Sultan,Zalim ferman verdi, demedi ‘aman’Hesaplaşma günü geldiği zaman,Gelmesin kaçanlar, yol kabul etmez.

Fransa 23 Ekim 1998

Page 10: Sercesme Dergisi, Sayi 42, Haziran 2008

10 Sayı 42

SERÇEÞME

ÖNCEKI yazımda, Hacıbektaş şenlikle ri nedeniyle Bektaş-ı Veli’ye dair üre tilen efsanelerden söz etmiştim. Bu efsa-

neleri esas almamız halinde “bilimden gidil-meyen yolun sonu karanlık” diyen bu Ana dolu bilgesini, tarihsel gerçekliği ve misyo nuyla anlayamayacağımıza işaret etmiştim. Os manlı iktidarının çıkarlarına göre yeniden kurgu-lanmış bu gerçek dışı “Hacı Bektaş”ı kıla vuz edinenlerin de Onun olmazsa olmazı olan hü-manist, barışçıl, ama aynı zamanda hak ihlal-lerine karşı Babai kimliğine tümüyle yabancı çıkarların aracı olacağını vurgulamıştım.

Bu noktada Bektaşi misyonu ve tarihsel gerçeklere ters efsanelerin, Vilayetname olarak yazılı “kaynak” haline getirilmesinin neden ve sorumluluğunu da aydınlatmaya ihtiyacımız var. Bunun için söz konusu yabancılaşma süre-cinin yaşandığı Osmanlının kurumlaşma süre-cine gitmemiz gerek:

Cihan Bu Gibilerle DoluBaşka halkların birikim ve topraklarına el koy-ma siyaseti temelinde gelişen Osmanlı devleti, kurumlaşırken bir dizi değişime gidecekti. Bu kapsamda, içinden çıktığı Türkmen halktan kendini ayıracak, onları tahakküm altına alıp hareket alanlarını kendi çıkarına göre daral-tacak, fethettiği toprakların kolonizasyonuna gidecekti. Bunun için özellikle iki alanda ku-rumsallaşmaya yönelecekti: Bunlardan birinci-si devletin ideolojik aygıtı olarak dinsel alandı ve dışarıda fethi, içeride kullaştırmayı öngören medrese geleneği üzerinden kurumsallaştırıla-caktı. İkincisi bunları kurumsallaştırabilmesi için profesyonel bir silahlı güç olarak Yeniçeri teşkilâtının kurulması yoluna gidecekti.

İşte bu dönüşümlerin neden olacağı tepki-leri azaltmanın bir diğer aracı olarak da, halkın içinde saygınlığı ve etkinliği olan kurumlardan azamî yararlanma politikası izleyecekti. Söz konusu dönemde Anadolu, gerek batılı ge-rek doğulu gözlemcilerinin de belirttiği gibi, ezici çoğunlukla “ehli-Sünnet harici” Bâtıni topluluk ların yaşam alanıdır. On dördüncü yüzyılda Nigidi Kadı Ahmet’in belirttiği gibi, “cihan bu gibi lerl e dolu”dur. (T. Akpınar, Ta-rih ve Toplum, Sayı 82, s. 15).

Bu nedenle Osmanlı, halkın büyük çoğunlu-ğunun Bâtıni dinsel tercihleriyle örtüşen, halk-tan büyük saygı gören Bektaşîlikten, devletleş-mesinin meşrulaştırılmasında faydalanılacak-tı. Bu yolla, kökü Baba İshak Ayaklanması’nda ve bizzat halkta olan bu muhalif potansiyelin, kendine yabancılaştırılarak sistemin güvenlik supabı haline getirilmesi amaçlanıyordu.

Bu dönemde henüz kurumsal bir kimlik kazanmamış olan Bektaşî Dergâhı ve baba-larının önemli bir kesimi, en önemli Bektaşî önderi Abdal Musa’ya rağmen, Osmanlı’nın gir diği yabancılaşma sürecinin işbirlikçisi konu muna düşürülecek, kendi değerleri yeri-

ne bu fetih devletinin talanına ortak edilecek veya zorla buna boyun eğdirilecekti. Böylece Bektaşi ağırlığı Osmanlı dönüşümüne ortak olacak, hem Balkanlar’ın kolonizatörü hem de Yeniçeri’nin eğitmeni olarak Osmanlının sivil uzantısı olacaktı.

Âleme Nişan OlsunBu bağlamda Osmanlı tarih yazımı, Yeniçe-ri teşkilatını kurma izninin bizzat Hacı Bek-taş’tan alındığı söylencesi geliştirir. Oysa ge-çen hafta da işaret ettiğim gibi bu iddia doğru değil; hem Bektâş-ı Veli bu karardan çok önce, bırakalım Orhan’ı, Osman Bey iktidarından bile otuz yıl önce, 1271’de ölmüştür. Buna rağ men bu gerekçelendirme, denetim ve fetih gerek sinimiyle Yeniçeriye ihtiyaç duyan Os-manlı egemenliğinin durumu meşrulaştırma amacını taşımaktadır. Aşıkpaşazade ise “iz-nin” Abdal Musa tarafından verildiğini söyler ki, bu yargı da, birazdan göreceğimiz gibi yan-lıştır. Bununla birlikte Yeniçeri kurumlaşma-sıyla birlikte kurumlaşan Bektaşî Dergâhı’nın sürece eklemlenmesi bir realitedir. Ancak bu sürece eklemlenmesiyle birlikte Dergâh, piri-ne, bir kısım kurucusuna ve tabii değerlerine yabancılaşacaktır. Bâtıni halkın içinden çıkan, üstelik bu geleneğin en saygın isimlerinden birinin adını sürdüren bu dergâhın Osmanlı işbirlikçisi, daha sonra da kendi insanlarının katline araç üretmesi ağır bir gölge olacaktır.

Gerçekten de “72 milleti bir” gören, “eline beline diline hâkim olmayı” temel düstur ya-pan, “incinsen de incitme” diyen bir önderin is mi nin yayılmacı ve talancı bir despotizme payanda yapılması trajik bir durum oluştu-rur. Bundandır ki kendilerini Bektaşi geleneği içinde konumlandıran yazarların çoğu, soruna dair; kâh Yeniçerinin kuruluştan sonra Bektaşî Dergâhı’yla ilişkilerinin koptuğu, kâh Bektaşî-liğin Yeniçerilerle hiç ilişkisi olmadığı gibi an-laşılır, ama doğru olmayan yorumlar geliştirir.

Oruç Bey tarihine göre, Bektaşîler ile sıkı bir bağ içinde olup derviş yaşamı sürerek yö-netim yetkilerinden feragat etmiş olan Orhan Gazi’nin kardeşi Ali (Alâeddin) Paşa, Yeniçeri Ocağı’nın Bektaşî Dergâhı’na bağlanmasında temel bir işlev görecektir. “Ey kardeş” diyecek-tir Ali Paşa kardeşi Orhan’a:

“Bütün askerin kızıl börk giysinler. Sen ak börk giy. Sana ait kullar da ak börk giysin-ler. Bu da âleme nişan olsun demişti. Orhan Gazi de bu sözü kabul edip adam gönder-di. Amasya’da Horasanlı Hacı Bektaş’tan izin alıp ak börk getirtti” (Oruç Bey Tarihi, s. 34)

Böylece Osmanlı kurumlaşması halkın bu en saygın ve etkin akımıyla ilişkilendirilir-ken, Bektaşi kadrolar da dışarıda ve içeride halk ların fethi ve denetimi için kullanılacak ordunun askerlerine döndürülecekti. Bu süreç-te Abdal Musa gibi azınlıkta kalan bir kesim hariç, Bektaşi babaların çoğunluğu, Osmanlı kurumlaşmasının halktaki meşruiyet payanda-sı olur. Özetle kendine yabancılaştırılmış Bek-taşiler, fethedilen toprakların kolonizasyonu, dev şirmelerin kültürel dönüşümü ve eğitimi fonksiyonunu da yerine getirecek, bunun kar-

HACI BEKTAŞ VELİ ANMA ETKİNLİKLERİ YAKLAŞIRKEN

Bölüm 2: Bektaşiliğin YapıbozumuErdoğan Aydın

Bu yazı daha önce Cumhuriyet gazetesinin

25 Ağustos 2007 tarihli sayısında yayınlanmıştır.

KUL VELÎ

Hakk’a Döndüm YönümüSabah kalktım Hakk’a döndüm yönümüMuhammed Ali’yi göreyim diyeDünyanın malından çektim elimiBir kâmil mürşüde ereyim diye

Yolumu kâmile yoldaş olmağaİkrar verdim ikrarda durmağaDört duvarın binasını kurmağaAradım ustazım bulayım diye

Sevdasız serimi sevdaya saldımBu aşkın elinden kül olup yandımEvliya embiya cemine girdimSerimi tercüman veriyim diye

Âşık oldum imam Hasanı sevdimMazlum Hüseynin darına durdumZeynel Abidin’le zindana girdimKendimi kırk pare böleyim diye

Divane aşığım kesmem sıdkınıAdına aşığım imam BakırınGünü güne verdim Cafer’i Sadığaİsmin okurum ereyim diye

Musa’yı Kazım’a vardır niyazımİmam Rızaya bağlıdır özümTağı, Nağı Askeri ile pazarımMehti ile kılıç çalayım diye

Kul Veli’yim hakka niyazım ederimCemalini göster ben dünyayı ne ederimOn İki İmamın ismin güzeliOn İki İmama ereyim diye.

PROF. DR. HALİL ÇİVİ

Ulu DivanBir yanda zalim var, bir yanda mazlum;Bir “Ulu Divan”dır insan vicdanı.Bir yanda adalet, bir yanda zulüm;Bir “Ulu Divan”dır insan vicdanı.

Hak mizan terazi orda kurulur;İnsanlık hesabı orda görülür;Yaradana orda hesap verilir;Bir “Ulu Divan”dır insan vicdanı.

Adaletin terazisi vicdandır;Onu doğru tartan olgun insandır;Vicdanı olmayan azgın hayvandır;Bir “Ulu Divan”dır insan vicdanı.

Vicdan insanlığın gerçek özüdür;Er olan kişinin doğru sözüdür;Mazlumların kulağıdır, gözüdür;Bir “Ulu Divan”dır insan vicdanı.

Halkın mahkemesi, halkın sesidir;Ahlakın adilce kükremesidir;İnsanlığın kalitesi, süsüdür;Bir “Ulu Divan”dır insan vicdanı.

Zalim, zorba hiçe sayar insanı;Hırsızın, hainin yoktur vicdanı;Özünde eşittir herkesin canı;Bir “Ulu Divan”dır insan vicdanı.

Halil Çivi derki öğrendim, bildim;Ahlakın özünü vicdanda buldum;Elim vicdanımda huzura geldim;Bir “Ulu Divan”dır insan vicdanı.

17 Eylül 2007 Malatya

Page 11: Sercesme Dergisi, Sayi 42, Haziran 2008

Haziran 2008 11

SERÇEÞME

şılığı olarak da Dergâh, devlet desteğinde hızla kurumlaşacaklardır. Bu ilişki üzerinden aynı zamanda Bâtıni halkın sisteme entegrasyonu sağlanmaya çalışılırken, Bektaşi denetimine gir meyen diğer Bâtıni tarikatlar ve tabii Kızıl-baş halkın ensesinde boza pişirilecektir.

Bâtıniliğin MahiyetiBektaşi geleneği içinde, Osmanlıya karşı tavır konusunda ayrışma ve iktidarla gerilimler de bu sürecin kaçınılmaz yansıması olacaktır. Ni-tekim Mustafa Akdağ, egemenin penceresin-den bu gerilime işaret eder:

“Daha Orhan zamanında, bol imaretler te-sis olunmasından ve ulema ile şeyhlere pek ziyade hürmet gösterilmesinden dolayı, yeni fethedilen Marmara sahasına doğru-dan pek çok derviş gelerek tekkeler kurmuş ve cihet’ler elde etmişlerdi. Fakat Bâtınili-ğin mahiyeti icabı, bunlar derhal halk ara-sında propagandaya girişip, bir takım fesat hareketlerin tertibine çalışmaktan kendi-lerini alamadılar. Böylece Bursa-İznik ve sair muhitlerde siyasî ve içtimaî düzen teh-likeye maruz kaldı. Sultan Orhan‚ ‘Işıklar’ denilen bütün abdalları yakalatarak şuraya buraya sürdürdü. Kemal Paşazade’nin ifa-desine göre, İnegöl civarında tekkesi olan Geyikli Baba, Turgut Alp adındaki gazinin (İnegöl’e tımar üzere sahipti) dürüstlüğü-ne şahitliği sayesinde kendini kurtardı ve hatta yeniden taltif olundu. Anlaşılıyor ki vaktiyle Selçuklular devrinde tehlikeli is-yanlarını gördüğümüz Batıniler, Osmanlı rejiminin ilk başladığı yerlere daha yayıla-rak, aynı hareketi tekrarlamak istemişler-di...” (Türkiye’nin İktisâdi ve İçtimaî Tarihi, c. I, s. 340)

Bu ayrışma kaçınılmazdı; çünkü Bâtıni inanç, gazanın sistematizasyonu, ötekinin düş-manlaştırılması, yöneticilerin aristokratlaşma-sı (ak budun haline gelmesi) ve sınıf ayrıcalık la-rını yasallaştırıp pekiştirmesine uygun değildi. Oysa devletleşme aynı zamanda kendi otorite ve ayrıcalıklarının halk nezdinde pekiştirilme-si, kabile eşitlikçiliğinden halkın kullaştırıldığı yeni bir ilişkiye geçiş demekti. İşte bunun so-nucu olarak Osmanlı’nın, devletleşmeyi mü tea-kip Kızılbaş gelenekten Sünnî geleneğe, baba-ozan şeyhlerden ulema-şeriatçı şeyhlere doğru tercihte bulunması kaçınılmazdı.

Ancak Osmanlı, Türkmenler ve onların et-kisiyle din değiştiren Rumi halkı üzerinde bü-yük etkisi olan Bektaşî dervişlerden de dışlan-mak istemiyordu; çünkü bu dervişler, ya henüz kurumlaşan devletin halk üzerinde yeri doldu-rulamaz toplumsal kontrol aracı olacaklardı ya da tam tersine, onun kurumlaşma ve ayrı-calıklarını dayatmasına karşı halk direnişinin dinamikleri. Onların en baştan tavır alacağı bir Osmanlı’nın kurumlaşması çok daha zor veya imkânsızdı. Bu dervişlerin bir imparatorluğu bile sallayabilecek bir potansiyele sahip oldu-ğunun somut göstergesi olan Selçuklu dönemi Babaî Ayaklanmasının anıları henüz tazedir.

Dünyalık İçin Ehl-i Mansıba Varma!

Başta Ede Bâli olmak üzere Osmanlı’nın kuru-cu aklı, bizzat o ayaklanmanın kılıç artıklarını da içerdiğinden, baba ve dedelerince kullanıl-mış silâhın dönüp kendisini vurması olasılı-ğına karşı tedbir üretecek bir bilinç sahibidir. Dolayısıyla kurumlaşma ve ayrıcalıklarını

halka kabul ettirmek için sadece Sünnî huku-ku ve halkı tebaalaştırıcı bir inanç olarak Sün-nîliği yaygınlaştırmakla yetinmeyecek, aynı zamanda çoğunluğu oluşturan bu Bâtıni inanç alanının da bir şekilde devlete bağlanması ve kontrol edilmesine çalışılacaktı.

Bu sürecin sonunda Osmanlı, kendini kızıl börklü halktan ayırmanın kurumlaşması olan ak börklü Yeniçerinin silahlı gücü yanında bu derviş ağırlığını da yedekleyerek, egemenli-ğinin belki de en kritik aşamasını atlatacaktı. Bunun sonucu olarak Bektaşîlerin önemli ismi Abdal Musa, iktidarla bütünleşen dervişlere karşı azınlık kalma ve Osmanlı’nın kuşatıcı baskısına dayanamayarak Osmanlı egemenlik alanının terk etmek zorunda kalacaktı.

Orhan Bey’in, pasif bir dini hayatı kabul etmesi karşısında Bursa kaplıcaları çevresin-de tekke ve arazi teklifi ni reddedip Antalya’ya göçen Abdal Musa, geride, Kızılbaş geleneğin önemli sözleri arasına girecek olan şu öğüdü bırakacaktı:

“Zahir padişahına karıp (yakın) olma. Dün-yalık için ehl-i mansıba varma (mevki sahi-bi kimselere yüzsuyu dökme), meğer ki irşat ola (aydınlanmış ola). Maslahat (dünya iş-leri) içün vezir ve ricalin kapusuna varma. Elden geldikçe yalnızca nimet yeme; Tari-kat pirdaşını ve karındaşını ayru görme. Kal laş ve pirsiz adamlarla yoldaş olma!” (Abdal Musa Velâyetnamesi, s. 46)

Abdal Musa, sadece siyasal etkinliğiyle de ğil, aynı zamanda Bektaşî tarikatının ilk ger-çek örgütlenişi ve etkinliğinde de en öndeki şah si yettir. Mehmet Eröz, Asıkpaşazade’den hare ketle, “Bektâş-i Veli’nin şeyhlik yapma ve mürit elde etme gücünde olmayan, kendi halin-de meczup bir derviş olduğu, fakat Hacı Bek-taş’ın ölümünden az sonra, birçok ‘mürit ve muhibbinin’ ortaya çıkmış bulunduğunu ve bu kimselerin Bektaşî adını alan bir tarikata men-sup oldukları” (Türkiye’de Alevîlik Bektaşîlik, s. 58) bilgisini aktarır. Bu süreçte Abdal Musa, Bektâş-ı Veli’nin, “kerameti kendine gösterilip miras bırakılmış” olan karısı veya kızı Hatun Ana’nın (Kadıncık Ana) muhibbi ve onun üze rinden halifesi, bu bağlamda Bektaşîliğin Osmanlıların kurumlaşma alanındaki bilinen en önemli şahsiyettir. İşte Bektaşîliğin, ilk ya-yılması ve örgütlenmesinde bu işleviyle Abdal Musa, Osmanlı’dan ayrılırken, geride kalan ve Yeniçeri üzerinden Osmanlı ile bütünleşenle-rin Bektaşîliği ise özünü yitirmiş bir ‘Bektaşî-lik’ olacaktı.

Böylece Bektaşi prestijinin Osmanlının halk üzerindeki etkisinin kurumsallaştırılması için istismarı yanında, bu çok önemli gelene-ğin devlet sistemi içine alınarak kontrolü sağ-lanmış oluyordu. Dolayısıyla devlet açısından Kızılbaş-Bâtıni inanç, geçiş aşamasının sorun-larını çözen, yolu düzleyen bir fonksiyon üst-lenmiş oluyordu. Aynı uygulama, Balkanların kolonizasyonunda Bektaşîlere yüklenen mer-kezi sorumlulukta da karşımıza çıkar. Nitekim Balkanlar, bu muvazaalı ‘Bektaşîlik’ açısından geniş bir yayılma alanı olurken, özgünlükleri-ni sürdürmek isteyen diğer Bektaşi ve Alevîler, giderek artan ağır bir baskı altında alınacak-lardı.

1826’daki Yeniçeri tasfi yesine kadar İstan-bul’daki bu resmi Bektaşî dergâhları tam bir özgürlük içinde kurumlaşırken, Anadolu’da Kı-zılbaşlar ve onlarla örtüşen Bektaşi, Kalenderi, Hurufi , vb., çevreler yoğun bir Sünnîleştirme baskısına uğrayacak, inancında direnenler ise, “haklarında defter tutulup” katledileceklerdi.

ÂŞIK FEZALÎ (HACI CIRIK)

Mum Yaktık Işık OldukKaranlık YıllardaKaranlık yıllarda ışık ararkenMum yaktık söz oldu dinle bahtiyarBin yıl eveli ilm irfan ararkenSaz çaldık söz oldu dinle bahtiyar

(. . .)

Sınırlı takımlı bölündü dünyaİlmin yolunda olan gitti ayaRüyalar görürken cennetten yanaBaş koyduk söz oldu dinle bahtiyar

Halife molla hoca kadı kanunHak kelamı sözde özleri melunBu çark yıllar bela başına kulunDur dedik söz oldu dinle bahtiyar

Ülkeler kuruldu yöneten olduİnsanlık aynada kendini gördüBilinen dinciye bu dünya dardıBil dedik söz oldu dinle bahtiyar

Yaratan adına verildi fermanYakıldık kesildik insaf el amanMaraş’ta Çorum’da Sivas’ta dumanGör dedik söz oldu dinle bahtiyar

Emperyalist paylaşım yapar planSöyledik ezilen topluma uyanSistemi içinde halkları soyanSor dedik söz oldu dinle bahtiyar

Atmışlı yıllarda direndik ayıkSırtımız söküldü kesildi bıyıkİşkence zindanlar kazıldı oyukDur dedik söz oldu dinle bahtiyar

Tam bağımsız bir Türkiye adınaSemeri vurdu Demirel kır atınaKeyfi kıyıldı yiğitler canınaOf dedik söz oldu dinle bahtiyar

Kapalı ikili kararlar alındıHükümler verildi ipe salındıDoğru gerçek daha sonra görüldüVah dedik söz oldu dinle bahtiyar

Göbekten bağımlı ağabey devletiDiyarı gurbete attı milletiGörmedik gerici olan zihnetiUy dedik söz oldu dinle bahtiyar

Toprağı olmayan vatana âşıkKarnı aç evinde bulunmaz ışıkÜlkemde evimde kabedir eşikBu dedik söz oldu dinle bahtiyar

Eğitim öğretim görmeyen bizlerKimin adına öldük içim sızlarBir gün elbet çözülür erir buzlarŞu dedik söz oldu dinle bahtiyar

Altmış yıl da sağ zihniyet adınaSüs oldu emek beyler yatınaSaygı olmaz daha ana kadınaVer dedik söz oldu dinle bahtiyar

Kuran’dı imandı bağlanır başımCahil koyarlar boşa geçer yaşımSıkıntı töbekar söküldü dişimZor dedik söz oldu dinle bahtiyar

Fezali insandır sorarsan eğerTanışıp anlamak muhabbet değerDünyanın merkezi insanmış meğerBil dedik söz oldu dinle bahtiyar

Page 12: Sercesme Dergisi, Sayi 42, Haziran 2008

12 Sayı 42

SERÇEÞME

KONYA, Beyşehir, Şamlar köylülerinin çoğu Beyşehir’de yaşıyor. Orada yaşa-maları biraz olsun köylerine, dostlarına

özlerine onları yakın tutuyor. Birlikte yaşama-nın getirdiği bir güven ve huzur taşıyorlar. İk-rar vermek için talibi oldukları Dertli Divani Dede’nin gelmesiyle günlerini daha bir canlı hale getirmiş durumdalar. Bir yandan çevrede yaşayıp da haberdar olmayanlara haber salını-yor, bir yandan Dertli Divani ile hasta, yatalak olup da gönlü yapılacak olan Görgü Cemi’nde olanlar ziyaret ediliyor. Küslerin işlerinin ön-ceden çözülmesi unutulmuyor. Ceme kadar herkesin rızalık sorunu bitsin istiyorlar.

Bütün bunlar için hazırlık yapılırken, akşa-mın alacasında başka konuklar sökün ediyor. Konuklar Seydişehir’de yaşayan Abdallar. De-denin geldiğini duydukları için onlar da söz-cülerini toplayıp gelmişler. Onların derdi bam-başka. Dedeleri (Hüseyin Dede) Ramazan’da oruç tuttuğu, namaz kıldığı için Dedeye görül-mek (yıllık ikrar-görgü) istemiyorlar. Bu ne-denle Hüseyin Dede’nin önüne geldiklerinde Dede ile konuşuyorlar. Dede bundan on-on iki yıl önce de oruç tutarmış. Talipler olarak fark edince uyarmışlar ve Dede de onlara Ra-mazan Orucu’nu tutmayacağına söz vermiş. Sadece Cuma’ya gideceğini belirtmiş. Dede de onlardan söz almış. Muharrem Orucu’nu tam tutmaları karşılığında, Ramazanı tutmayacak. Talipler kabul etmişler. Ancak geçen bu süreye rağmen Hüseyin Dede Ramazan Orucu’nu tut-maya devam etmiş.

Yezid’in Yoluna Giden DedeTalipler son zamanlarda yeniden toplanıp De-deye, “Ya Yezid’in yoluna gitmesini ya da Ehli-beyt yoluna gelmesini, sürdürmesini” istemiş-ler. Dede, “Yolu bırakırım, Ramazan Orucu’nu, namazı bırakmam” diye diretmeye başlamış. Bunun üzerine talipler çözüm için Rehberleri ile Postnişin Veliyettin Ulusoy’a durumu bil-dirmişler. Bu arada, Dede’nin oruç tutup na-maz kılmasının yanında, başka taliplerini de etkileyerek onlarla birlikte namaza vs. gitme-ye başlamış. Bu nedenle gruplaşan talipler ve dede küs. Hüseyin Dede’den şikâyetçi olanlar-dan biri de musahibi.

Dertli Divani’nin Beyşehir’e gelmesini uzun süredir gözleyen Abdallar sorunlarının çö zül mesinde onun da taraf olmasını istiyor-lar.Dertlerini anlatmaya başlıyorlar: “Dede bizim

başımız. Talipler tek tek isterlerse camiye gidebilirler, ancak Dede önderimizdir. Yolu sürdürendir. O yapamaz bunu.”Seydişehir Abdalları bir süredir görgüden

ge çe medikleri için kendilerini suçlu hissettik-lerini söylüyorlar. Hüseyin Dede hala dedeleri olduğu için başka bir dedeye gidip talip olamı-yorlar. Durumlarını tartışıyorlar.

Divani Dede görüyor durumlarını; “Bu sü-reçte toplum zaten inanç olarak sıkıntılı” di-yor, daha fazla üzülmemeleri için. Şamlılar da biliyorlar Abdalların bu durumlarını biraz ol-sun. Birisi, “Dede de talipler de biraz hoşgörü göstermeliler” diyor. Seydişehir’den daha önce aralarını bulmak için dede gelmiş. Ancak bir şey değişmemiş. Hüseyin Dede de bu durum-dan rahatsızmış. Bu belirsizliğin çözülmesi ge-rek. Düşünceler ve sorular oluşuyor konuklar arasında; “Arada bir gidiyordur camiye, size de camiye gelin veya oruç tutun diyor mu?”; “Ha-yır demiyor ama yavaş yavaş çocuklarımızı etkiliyor.” “Çok söyledik: Yapma bunu çocuk-larımız Sünnileşiyor”; “Ortak yara bulununca merhemi de bulunur.”Rehber söze karışıyor: “Bu canlar ağzıyla ik-

rar veriyor. Bu canlar yalan söylemiyor. De miş ki ben Ramazan Orucu’nu da tuta-rım, camiye de giderim. Yolu da bırakırım,

Serçeşme’nin verdiği kâğıdı, icazeti de yır-tarım.” demiş. Rehber izin verince diğer talipler konuşma-

ya başlıyor. Hüseyin Dede’nin musahibi karışı-yor ilkin söze: “Yezid’e görünmek için, içinden gelmeden yapıyorsan bir şey demeyiz dedim” di yor. Dede, “Ben içten gelerek yapıyorum” demiş. Taliplerden biri: “Ben gerçekten gitmiyorum,

içten yapmıyorum dese anlarız” diyor. Baş-ka bir talip; “Alevi korkak olmaz. Ben bu-raya şahıs için gelmedim. Hak için geldim. Buraya bu sorunu çözmek için geldim. Ço-cuklarımız var bizim. Geleceğimiz var.”Dede ayrıca yaptığı ceme taliplerinin önem-

li bir kısmı gitmeyince, Seydişehir’den, Kara-man’dan, çevreden kişilerle cem yapmış.Başka bir `talip söz alıyor: “Biz bu insanı çe-

viremiyoruz. Bizim derdimiz sadece Hüse-yin Dede değil. Emmimiz, dayımız, çocuk-larımız var. Ayrıca cemde hizmet yapan 12 Hizmetli’nin sadece ikisi onunla beraber.”

Taliplerden biri: “İkrar veren doğru konuşma-lı, yalanı olmaz. Küs olmayan talipleri de görgüye çağırtmamış. Bacılarla beraber otuz kişi ile cem kurmuş. Peyki var, haber-cisi var. Bizden habersiz on iki hizmeti ha-zırlamış. Düşküne bile haber verilir. Belki müşkülü için söyleyeceği vardır. Biz haber alsaydık da gitmezdik. Nasıl gidelim. Di-vani Dede, Hüseyin Dede’yi çağırsanız da yüzleşsek.”

Cemevi’ni Kapatma Tehdidi

Dertli Divani: “Bu sorun Mürşidin çözeceği bir sorun. Mürşidin bir nutku olmadan çö-zülmez. Hüseyin Dede de burada olsa söy-letemeyiz. Bu konuda biz aracı olacağız. Burada sizin dışınızda olan dedeler, canlar var. Onlar da bizimle konuşuyorlar. Onları şahit yapmak istemiyorum. Ancak onlar da duydular, biliyorlar. Keşke kendi aranızda parçalanmasanız. Talip de dede de yolda eşit tir. Hepsinin görevleri vardır. Kimse kim se den üstün olamaz. Siz Dede’ye değil posta saygı duyuyorsunuz öncelikle. Mürşit de dede de talip de görevini yapmak duru-munda. Yol herkesten uludur.”

Talipler sorunlarının derinliğine iniyor-lar. Dede, Cemevi Dede’nin evinin yanında, kendi mülkü içinde. Taliplere kızdığında, “Bu cemevi’ni yıkarım, kapatırım dermiş”

Rehber söze giriyor: “Gerçeklerde yalan ol-maz. Ancak Dede bunları dedi. Ben bura-yı kapatacağım burada bir şeyi olan varsa (asılan posteri, bıraktığı kilimi, vs.) gelip alsın.”

Taliplerden biri: “Dedem bizim bazı insanları-mız diyor ki o da hak o da. Bu konuda bizi aydınlat.”

Dertli Divani yanıtlıyor: “Herkesin inancı, iba-deti kendine. Ancak sen Alevi’sin, senin yo-lun inancın belli. Kurallar, gelenekler belli. Hele toplumun önünde olanlar daha dikkat-li olmalıdır. Veliyettin Efendi’nin camiye gidip vaaz vermesini nasıl karşılarsınız.

Gerçeklerde Yalan OlmazHasan Harmancı

[email protected]

Seydişehir’de yaşayan Abdallar, Dede’nin geldiğini duymuşlarsözcülerini toplayıp gelmişler.

Onların derdi bambaşka. Dedeleri Ramazan’da oruç tuttuğu,

namaz kıldığı için Dedeye görül mek, yıllık ikrar-görgü

istemiyorlar.

Page 13: Sercesme Dergisi, Sayi 42, Haziran 2008

SERÇEÞME

13Haziran 2008

Hak olan herkesin inancını özgürce yeri-ne getirmesidir. Kimse niye oruç tutuyor-sun, namaz kılıyorsun demez. Ancak yol belli. Bunun dışındakiler gereksiz. Görgü Cemi’nde neyin hak olduğunu biliyoruz. Önder olanlar emsal teşkil etmemesi için, içinde de olsa yapmaması gerek. Gönlüm-den geçen bu cemi Hüseyin Dede ile birle-menizdir. Ancak hak sizindir, cem sizindir. Siz buna razı olmazsanız Mürşide gerek yok. Ben olsaydım kendim çekilirim rıza alamadığım cemden. Zorla güzellik olmaz. Sizin seveceğiniz bir dede gelir. Yolumuz-da çözülmeyecek sorun yoktur. Toplumun çoğu istemiyorsa o dedenin o görevi yap-ması mümkün değildir. Bu yola benlik ile gidilmez. Ancak siz de Hüseyin Dede’nin azledilmesini istemeyin. Tabii ki şikâye-tinizi dile getirmekten çekinmeyiniz. Bu yola inanan hiç kimsede art niyet olamaz.”

Canı Acıyan TaliplerTaliplerden biri: “Dedem bu dünyanın kurulu-

şundan beri bu yolu engellemek isteyenler oldu. Bir dedenin camiye gitmesini onay-layamam. Bu bir çocuğun annesinin sü-tünden zorla ayrılmasıdır. Hüseyin’in bu durumunu söylerken tutuluyorum. Yalnız bu da makul, bu da makul demesi iyi değil. Benim ailem de parçalandı. Biz yüz aile her yıl görgüden geçeriz. Bu dedeyi biz istedik ama iyi değil. Biz on iki yolu birden sürdür-mek istiyoruz. Vazgeçerse yaptıklarından, onu yolu sürdürmesi için kabul ederiz. Ka-bul etmezsek suç işleriz. Bir canımız kay-betmiş oluruz. Görgüyü duyduk. Ancak çağrılmadık. Çağrılmayan yere gidilmez.”

Talip: “Dedenin kardeşi musahibimdir. Bana da o söyledi. Gitmedim. Musahibim be-nimle küs. Karşı karşıyayız.”

Rehber: “Biz dede ile karşılıklı oturup görgü için gün belirlerdik. Şimdi öyle olmadı.”

Divani Dede: “Siz yinede toplum içerisinde birbirinizi yıpratmayınız. Siz başka, Hüse-yin Dede’nin çevresindekiler başka konu-şur. İyice dağılırsınız.”

Talip: “Bizim yanımızda soyunup, dökünüp abdest alıyorlar. Ben Hacı Bektaş’a, Şah-ı Merdan Ali’ye, Abdal Musa’ya ikrar ver-dim. Ancak onların yaptığı beni eritti. Canım acıyor. Şah-ı Merdan Ali’nin yolu düne kadar böyle değildi. Duyduk dedemiz gelecekmiş geldik Dedemizin yanına ki bir fi kir alalım. Ben onun yanına gitsem dıştan giderim. İçten gitmem. Dedem biz köylere yazın çobanlığa gidiyoruz. Önümüze mil-yonluk mal, davar koyuyorlar. Bize Kızıl-baş diyorlar. Kestiğimizi yemiyorlar. Mec-bur kalıp camiye gittiğimiz oluyor. Ancak içten gitmiyoruz.”

Başka bir talip: “Yöremizde Sünnileşme var.”Şamlılardan bir talip söze karıştı: “Çok sürdü

bu söz erenler. Bir kişinin arkasından bu kadar çok konuşmak iyi değil.”

Taliplerden biri: “Şahsına yönelik konuşmuyo-ruz ki. Alevi toplumunun olduğu yere iki-lik sokulmaya çalışılıyor. Fetullah kanadı ayrı, Diyanet kanadı ayrı yükleniyor. Di-yorlar ki Allah’ımız bir, kitabımız bir, ce-mevi fazladan zikirdir. Ancak camiye git-mek şarttır. Benim köyüme dört kez cem günlerinde gelip konuştular. İlahi okudular, ceme katılmadan gittiler. Son gelişlerinde

oradaki canlardan biri onların bu oyununu bozmak için şöyle dedi: ‘Biz Türkçe ko-nuşuruz, Türkçe söyleriz. Ya oturup cemi mühürleyene kadar kalırsınız ya da şimdi gidersiniz...’ Bunlar nereden cesaret alıyor sanıyorsunuz. Bu yola kimsenin toz kon-durmaya hakkı yoktur.”

Dertli Divani: “Böyle yapanlar örnek teşkil eder. Toplumu zehirler. Yola zarar verir. Tatlı tatlı yaptırılamayana bir çözüm vardır elbet. Şikâyet Mürşide taşınır. Ancak birbi-rimizi kırmayalım.”

Dedenin Musahibi: “Bu bizim şikâyetimiz on yılın birikimi. Artık sorunumuz çözülme-li. Oturup muhabbet etsek, bizi inandırsa olur. Ancak öyle de yapmıyor. Düğünümüz derneğimiz oluyor, birbirimize gitmiyoruz. Biz dedeyi severiz. İyiliklerini çok gördük. Bilgili biridir. Övüncümüzdür. Ancak bun-lar bizi kırıyor, üzüyor.”

Dertli Divani: “Sen musahibisin, muhabbetini eksik etme.”

Dedenin Musahibi: “O yola giderse esirgerim dededen. Hatır kalsın, yol kalmasın. İçi-mizde başka sorun yok. Tek müşkülümüz budur…”

Ya Cami Ya CemeviDertli Divani sorunun yakıcı kısmını görüyor. Veliyettin Ulusoy’un da haberli olduğu bu du-rumun artık kendi aralarında çözülemeyeceği-ni görüyor. Aradan geçen bir aylık süre içinde soruna yönelik konuşmalar görüşmeler yapı-yor. Hüseyin Dede’yi arıyor. Onun tutumuna yönelik söylenenleri paylaşıyor. Rahatsızlıkla rı dile getiriyor… Postnişinle görüşüyor ve sonun-da ne yapılması gerektiği konusunda bir karara varıyorlar.

Son zamanlarda İslami baskı ve propagan-da lardan Alevilerin çok etkilendiğini ve iki-lemde kalmaların arttığını dile getiriyor. Bu nedenle başta dedelik görevini yapanların tutum larında net olmaları gerektiğini söylü-yor. Aradan geçen süre içinde alınan kararları Hüseyin Dede’ye bildiriyor; “Sen yol sürdürü-cüsün talip değilsin. Aleviliği biliyorsun. Cem yapmakla yaptığın diğer şeyler bağdaşmıyor. Ya Dede kimliğinle yolda hizmet sürersin veya gideceğin yere gidersin” biçiminde konuşarak Serçeşme’nin kararını bildiriyor. Hüseyin Dede yolu sürdürmeye ve eksiklerini tamamlayarak talipleri ile birlik olacağını söylüyor.

Bu konunun böyle aydınlanmasını yazımı-za eklerken asıl gezimize geri dönüyorum. Şam lar lılarla birlikte köylerine gidiyoruz. Gü-ney-batıya kurulmuş tüm ovayı ayakları altına alan altın değerinde bir yer. Bir yüzü de Ali olan nice can gönül gönüle yar yara and içmiş-çe sine, topraklarının bereketine gün boyu bu-lan dık tan sonra özlemle cem sırrına kattılar ken di lerini. İçlerinde bu cihanın harab olmuş yüzünü, eskimiş umudunu göre göre cem kapı-larındaydılar. Bağları bahçeleri boşalmış, köy-lerine Perşembe’den Perşembe’ye uğrarken, bir yanları özlem. Köylerinin baharına kışına özlem.

Yol KalmazNorveç’ten cem’e kurban, pay göndererek avu-nuyor, gurbette olanlar. Kimi bu katılan kur-banda kendi kardeşinin özlemini, kimi eşinin, oğlunun, kızının, kimi ayrı kaldığı musahibi-nin rızkı, nimeti olarak cemde, iki can, iki yol-daş, kandaş olarak cem oluyor.

Nerde kaldı günlerimiz, cem gecelerimiz? Kimi aralarında, kimi yok. Herkes hakkına ya-kın uzak teslim.

Tüm heyecanları yüzlerini unutulmuş kül-türlerinin yeniden alevlendirilerek genç ku-şaklara öğretilmesi için. Yeni yeni Dertli Di-vani Dede ile görgüden geçiyorlar… En büyük mahrumiyetlerden biri bir Alevi için görgüye girmeden, dar’a durmadan yaşamak. Bu ne-denle bu gece dar’a durmak, ikrar almak, can katarına katılmak, Şah Hüseyin’in yoluna can bırakmak için dostları ile birlikteler.

Hak yolundan mahrum kalmamak, niyaz etmek, gönüllerini şad etmek, şarta bağlamak, Pir, Mürşit huzurunda iman tazelemekteler. İkrar alarak bu dünyanın bütün kirlerinden arı narak, rızalık alarak can-ı gönülden teslim olmayı arzuluyorlar…

İşte başlayan Cem’in tüm safhaları tamam-lanıyor. Artık tek tek dar’a gelmenin heyecanı başlıyor. Yeniden doğmak, aklı beliğ olduktan sonra Hak Erenler katına katılmak için özleri-ni teslim ediyorlar. İkrar veriyorlar. Bu safhaya gelinceye kadar bir yandan Dertli Divani’nin, bir yandan Garip Kamil’in nefesleri ile iyice bellekleri tazelenen canlar, Delil ve Dede’nin karşısında, Üçlerin, Beşlerin, Kırkların şahitli-ğinde Hakk’a sığınarak, doğruluklarını köylü-lerinin yüzü önünde dar’a çektiler.

Dertli Divani’nin deyimiyle: “Cümle canlar meydana baş kestiler. Birbir-le rinden razı olup, ikrar verdiler. Gönül bir liğiyle kurbanlarını tenlerine tercüman eylediler.”Abdallar bu yakınlarında yapılan ceme ge-

lip katılsaydılar acaba ne yaşarlardı? Yaşaya-madıkları sorguları, görgüleri yüzlerinde, duy-gularında ne yaralar açardı acaba? Ancak her şeye karşın yaşamın doğruluğuna tutunmak, öze dönmenin ve özü paylaşmanın bir karşı-lığını bulacaklardır. Kendi sorunlarını onlar deşme cesareti gösteriyorlar. Dışsal olana, ken-dilerine yabancı olana direniyorlar.

Ya biz? Ya kentlerde yaşayanlar? Ya Alevi köylerindeki camilerde imamlığa başlayıp da arkalarında köylülerini bulamayan diğerlerine ne diyeceğiz? Bunun bir karşılığı olmak zorun-da değil mi? Sizin bireysel tercih gibi görünen bu soruna bakışınız ve tutumunuz ne zaman netleşecek?

Page 14: Sercesme Dergisi, Sayi 42, Haziran 2008

14 Sayı 42

SERÇEÞME

ŞAİR HAYALİ bir beytinde der ki:

“Cihân ârâ cihân içtedir ârâyı bilmezlerOl mâhiler ki deryâ içtedir deryâyı bilmezler.”

“Dünya içinde dünyalar vardır; bunu her-kes bulamaz, göremez. Denizin içinde yüzen balıklar vardır ama yüzdükleri denizden ha-berleri yoktur.”

Alevilik hakkında sayfalar dolusu yazılar yazanlar vardır. Ciltler dolusu kitaplar çıka-ranlar vardır. Lâkin bütün bunlar bu kişilerin Aleviliği bildikleri anlamına gelmez.

Aleviliği bilmek için önce “Alevilik ruhu” gerekir. Alevilik-Bektaşilik bir inançtır. Alevi-lerin “itikat” dedikleri duyum yüreklerde yok ise materyalist bakış açısı ile Aleviliğe inile-mez.

Bazı aydınlarımız Anadolu’yu dolaşırlar; halk onlara geleneksel konukseverliğini göste-rir, yedirir, içirir, söylediklerini dinler. Ancak bu sevgi ve saygı onlara tamamen katıldıkları ya da misafi rleri kendilerinden saydıkları anla-mına gelmez.

Alevi halk, kendi gibi yaşayan, düşünen, inanan; kendi öz bağrından çıkmış olan inanç önderlerine, yani babalara, dedelere, mürşitle-re, pirlere büyük güven ve saygı duyar.

Bazı aydınların, halka dayanmadan; dede-le rin, babaların, mürşidin, postnişinin gö rüş ve onayını almadan yazmış olduğu “gülbank la-rın”,”Cenaze Erkânının” halk indinde kıymet-i harbiyesi yoktur. Hariçten okunan, kulağa hoş gelen bir gazelden ibarettir.

Bizim için asıl önemli olan bunlardan ziya-de Hacı Bektaş Veli’nin yaşamı, soyu, kişiliği üzerinde ezbere dayanan, basmakalıp, birbiri-nin kopyası görüş ve düşüncelerdir. Bunlara değineceğiz.

Alevi aydınlardan bazıları, kendilerini her ne kadar hümanist görseler de, bilinçaltların-da gizli bulunan ulusçuluğu dışarı vuruyorlar. (Aşırı milliyetçi de diyebiliriz)

Bu vurum, Alevi-Bektaşilerin gönülden bağ lı oldukları Ehlibeyt’e, Hacı Bektaş Veli’ye inanç sızlığın da ifadesini teşkil ediyor.

Konunun özü şu:“Hacı Bektaş Veli bir Türk, Türkmen bü-yüğüdür. Ehl-i beyt ise Arap’tır. Dolayı-sıyla Hacı Bektaş Veli, Ehl-i beyt, On İki İmamlar soyundan olamaz.”

Hâlbuki Alevi halk bunun tam tersine inan-maktadır;

Pir Sultan Abdal’ın uzunca bir deyişi var, biz bunun birkaç kıtasını almakla yetineceğiz.

“Arzuladım size geldimHünkâr Hacı Bektaş VeliEşiğine yüzler sürdümHünkâr Hacı Bektaş Veli

Bahçende gördüm gülünüErenler sürsün deminiİmam Rıza’nın torunuHünkâr Hacı Bektaş Veli

Pir Sultan’ım gerçek VeliErenlerden çekmem eliOn İki İmam’ın serveriHünkâr Hacı Bektaş Veli.”

Kalender Abdal şunları söylüyor (Şehit Ka-lender Çelebi)

“Dün gece seyrimde, batın yüzündeHünkâr Hacı Bektaş Veli’yi gördümElifî tac başında, nikab yüzündeAslı imam Nesl-i Ali’yi gördüm.”

Kanberi neler söylüyor:

“Mustafa’nın sırrısın hem Şah-ı Merdan oğlusunŞebper ü şebper ibâd-ı Nûr-ı Yezdan oğlusunBâkır u Câfer ki Hakk’ın hâs Sultan oğlusunHazret-i Kâzım dâhi Şâh-ı Horasan oğlusunEsselâm ey Hâdi-i Râh Hûda Nesl-i AliEsselâm ey Kûtb-i âlem Hacı Bektaş Veli.”

Azbî de Hünkâr’ı On İki İmamlara bağlar:

“Şah Hasan ile Hüseyn-i Kerbelâ’nın aslısınAşıka Sertaç olan Zeyn-ül-ibâd’ın aslısınHem Muhammed Bâkır u Câfer İmâm’ın aslısınMûsi-i Kâzım Ali Mûsa Rızâ’nın aslısınFahr-i âlem Nûr-ı Çeşm-i enbiyâ Nesl-i AliŞâh-ı Ekrem Kûtb-u âzâm Hacı Bektaş Veli”

Görüldüğü gibi Alevi gelenekleri ve ne-fesleri Hacı Bektaş Veli’yi Peygamber soyuna bağlamakta, onun soyu Evlâd-ı Resul olarak tanımlamaktadır.

Hacı Bektaş Veli’nin bir Türk büyüğü oldu-ğu, Türkçe konuştuğu, ibadeti Türkçeleştirdiği doğrudur. Türklerin çoğunlukta olduğu Hora-san Bölgesi’nde doğmuş ve yaşamıştır.

Ancak bütün bunlar, bir Arap’la bir Türk’ün akrabalık kuramayacakları anlamına gelmez. İnsanları ırklarına göre katı sınıfl ara ayırmak “Yetmiş İki Millete Bir Nazarla Bakmak” felse-fesine de ters düşer.

İmam Musa Kâzım’ın, Abbasi halifesi Harûn Reşid’in emriyle 786 yılında zehirle-nerek öldürülmesinden sonra, baskı ve zulme katlanamayan İmam Ali Rıza, kardeşi Seyyid Mükerrem El Mücebla, yakınlarıyla birlikte Türkistan’a göçmüş Merv şehrine (daha sonra Tûs şehrine) yerleşmiştir.

Ahmet Cemâlettin Çelebi’nin Müdafaa’sın-da soy dizisi şu biçimdedir:

“Seyyîd İbrahim Sâni (Hacı Bektaş’ın Ba-bası)-Seyyîd Mûsa-Seyyîd İshâk-Seyyîd Muhammed-Seyyîd İbrahim-Seyyîd Ha-san-Seyyîd İbrahim-Seyyîd Mehdi-Seyyîd

Muhammed Sânî, Seyyîd Hasan, Seyyîd Mükerrem Mûcab, İmam Mûsa Kâzım”

Bugün yurtdışında yaşayan birçok vatanda-şımız Almanlarla, İtalyanlarla, Çinlilerle ya da Yunanlılarla evleniyorlar. Bunlar hemen Türk-lükten ya da Alevilikten düşmüş mü oluyorlar.

Kaldı ki köken olarak (etnik) Türk olmayan (Arap, Arnavut, Zaza, Kürt, vb.) Alevi-Bekta-şiler vardır. Ulusçuluğu ön plâna çıkararak bu insanları üzmüyor muyuz?

Mir’at-al-Makasîd fi Def-al-Mefâsîd, Cüz 1, s. 31–32 de soy dizisi şöyledir:

“Musa-İshâk-Muhammed-İbrahim-Hasan-İbrahim-Mehdi-Muhammed-Hasan-İbra-him Mükerrem Mûcab-Musa Kâzım.”

Merhûm M. Tevfi k Oytan “Bektaşiliğin İç Yüzü” adlı eserinde soy dizisi kısa olarak sıra-la nıyor:

“Seyyîd Mehmet Vâridü’l Horasanî, Seyyîd Ali Harunü’l Horasaniyyü’n Nişâburî, Seyyîd Cafer Tayyar, Seyyîd İbrahim Sânî, Seyyid Musa Sânî, Seyyîd İbrahimü’l Mükerremü’l Mûcab, İmâm Musa-i Kâzım.”

Türklerin dışındaki diğer Müslüman halk-ları aşağı görmek, bir kısım aydınlarımızın ezeli hastalığıdır. Türkçü-Turancı görüş ve dü-şünceler solcu aydınlarımızın (Aleviler de dâ-hil) bilinçaltına kazılmıştır. Bir türlü bundan kurtulamazlar.

Şüphesiz bütün ulusların dünya tarihinde, kültüründe, ekonomisinde, siyasetinde oyna-dıkları rol aynı değildir. Örneğin Çin, Hint ya da Yunan-Roma Medeniyetleri ile bir Kongo halkının rolleri bir tutulamaz.

Bu bağlamda Türkler de büyük bir halk-tır. Türk kültürü zengin bir kültürdür. Türkçe, güzel ve güçlü bir dildir. Bugün bir bilim dili olmuştur. Yüzlerce üniversite bu dilde eğitim yapmakta, bilimsel yayınlar çıkarmaktadır. Türk lerin şiir, mizah, müzik, edebiyat dünyala-rı çağdaşlarından eksik değil, hatta fazladır. Pek çok yazınsal ve görsel yayın vardır Türkçe.

Geçenlerde Milliyet Gazetesi’nde bir haber okudum. Bu habere göre Türkiye’de yayımla-nan kitap, dergi ve gazetelerin tirajı bütün İs-lâm ülkelerinin toplamından fazlaymış.

Yine de bütün bunlar diğer İslâm toplumla-rı nı küçük görmeyi gerektirmez. Türklerin İslâm’da öne çıkması; egemen oluşlarından, örgütçü olmalarından, zaman zaman gerçek-leştirilen yenilikçi hareketlerden (Hacı Bektaş Veli’nin din reformu, Tanzimat Hareketi, Ke-malist Devrimler vb) kaynaklanmaktadır.

Hacı Bektaş Veli sivil ve askeri alanlarda iyi bir örgütçüdür. Gelecek yazılarımızda bu-nun üzerinde duracağız:1. Hacı Bektaş Veli, Osmanlılar, Yeniçeri

Ocağı2. Hacı Bektaş Veli’nin Babailerle ilişkisi var

mı, yok mu?3. İran’ın Hesapları4. Sünnileştirme Yöntemleri5. Dergâh’ın örgütlenmesi (El ele, el Hakk’a)6. Dergâh’ın sözcü ya da sözcüleri var mıdır?7. Değişen ve gelişen şartlara göre

yapılanma.Gelecek yazılarımızda bunlara benzer ko-

nulara değineceğiz. Dergâh’ın sesine kulak ve-rin. Hoşça kalın.

Ehl-i Beyt, Hacı Bektaş Veli, GerçeklerHüseyin Hürrem Ulusoy

Bazı aydınların, halka dayanmadan; dede le rin, babaların, mürşidin, postnişinin gö rüş ve onayını almadan yazdığı “gülbank ların”,”Cenaze Erkânının” halk indinde kıymet-i harbiyesi yoktur. Hariçten okunan, kulağa hoş gelen bir gazelden ibarettir.

Page 15: Sercesme Dergisi, Sayi 42, Haziran 2008

Mart 2008 15

SERÇEÞME

(Devamı 16. Sayfada)

OCAK ayının başından beri dergimiz sayfa-larında Antalya’nın Alevi-Bektaşi Tahtacı

köylerine yaptığımız ziyaretlerden bahsediyo-ruz. Ve yine bu çalışmanın giderlerini de An-talya Abdal Musa Kültür ve Tanıtma Derneği ile birlikte yaptığımız konser vb., etkinliklerle karşılamaya çalıştığımızı yazmıştık.

Bu çalışmamızın devamının geleceği ve dergimizin mali sorunlarının kısmen çözül-mesi için dönem sonu etkinliğimizi kapsamlı yapmaya karar verdik. Bunun üzerine hazırlık-larımıza başladık.

Konsere katılacak sanatçı dostlarımız kesin-leş tikten sonra, afi ş ve davetiyelerimizi hazır-layıp çalışmamıza iki ay önce başladık. Dernek Başkanı Gülçin Akça bu sürecin nasıl geçtiğini bize şöyle anlattı:

“Davet edilmesi gereken kurumlar, yasal izin ler derken yoğun bir dönem geçirdik. Gece yarılarına kadar afi ş yaptık. Sekiz bin tane el ilanını piknik alanlarında, pazar

yerlerinde dağıttık. Bu arada çocuklarımı-zın boylarının uzadığını bile sonradan fark ettim.Antalya Murat Paşa Belediyesi iki adet oto-büs verdi. Konser çıkışı davetlilerin evleri-ne dönebilmesi için. Antalya CHP Merkez İlçe Örgütü anons için hoperlosu olan bir mini büs tahsis etti. Konyaaltı Belediye Baş-kanı kişisel hesabından aracın yakıtını dol-durdu. Gençlerimiz bu minibüsle iki gün boyunca Antalya’yı bir baştan bir başa do-laşıp duyuru yaptılar. Hasan Ağa Lokanta-sı, Senfoni Müzik, Hacıvat Kuryemiş bilet satışlarında yardımcı oldular. Radyo Umut ve Radyo Akdeniz duyuru konusunda gere-keni yaptı. Radyo Umut’tan sevgili Barış Uçu rum bıkmadan canlı yayınlarda bile anon sumuzu yaptı.”

Konserden bir gün önce Antalya’ya git-miştik. Gülçin Akça, derneğin diğer yönetici

ve üyelerinin çabalarının anlatılanlardan daha fazla olduğunu gördük.

Antalya Abdal Musa Kültür ve Tanıtma Derneği ile Serçeşme Dergisinin ortaklaşa dü-zenlediği kültür etkinliklerinin üçüncüsü 31 Mayıs’ta yapıldı. Antalya Konyaaltı Açık Hava Tiyatrosunda Cumartesi akşamı yapılan kon-sere yaklaşık bin beş yüz kişi izleyici olarak katıldı. Sunuculuğunu Burcu Asil’in yaptığı konser akşam sekizde başladı.

Dernek yöneticisi ve zâkirlerinden Süley-man Demir ve Mehmet Ali Çağlak iki deyiş seslendirerek konuklara merhaba dediler. Daha sonra zâkirlerin sazları eşliğinde sahneye çı-kan Antalya Abdal Musa Kültür ve Tanıtma Derneği Semah Ekibinin gösterisini izledik.

Semah ekibinin gösterisinden sonra konuş-masını yapması için Serçeşme Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Esat Korkmaz sahneye davet edildi. Korkmaz kısaca şunları söyledi:

ABDAL MUSA KÜLTÜR VE TANITMA DERNEĞİ İLE SERÇEŞME DERGİSİNİN BİRLİKTE DÜZENLEDİĞİ

Antalya Konyaaltı Açık Hava Tiyatrosu Konseri: Aşkımız Sese DönüştüAhmet Koçak

Sunu

cum

uz B

urcu

Asil

Der

neği

n Se

mah

Eki

bi

Page 16: Sercesme Dergisi, Sayi 42, Haziran 2008

16 Sayı 42

SERÇEÞME

“İçimizden, bedenimizi tekmeleyerek çı-kan aşkımızla birbirimizi eğitmek derdi-miz. Derdimize çare olsun diye sözümüzü, telimizi sese dönüştürüyoruz. Sözümüzü, sesimizi tele dönüştürdüğümüzde yaşam bizi çağırır. Ölümü fethederiz, ölmeden evvel ölüp yaşarken diriliriz. Sözümüz, sesimiz dağların, taşların hafızasına kay-dedildiğinde, aşkımızla tenimizin eylemi birleşir. Aşkımızla tenimizin eylemi birleş-tiğinde, bizler birbirimizin gönlüne akarız. Birbirimizin gönlüne aktığımızda toprak yeriz, deniz içeriz. Tutsaklık diye tanımla-dığımız yaşamımız, mutsuzluklar ve sıkın-tılarla doludur. Mutsuzluklar ve sıkıntılar-dan oluşan bir zincirdir ama biz direniriz, ölmeden evvel ölür yaşarken diriliriz. O zincirleri kırarız, ama mutsuzluk, ama sı-kıntı çok iyi bir ustadır, o zincirleri yeniden yapar. Onları kırmak için telimizi ve sözü-müzü sese dönüştüreceğiz. Ben diyorum ki kederimiz ölmesin. Kederimiz ölürse fazla yaşamayız. Kederimizi sese dönüştürelim. İyi dinletiler diliyorum, teşekkür ederim”.

Korkmaz’dan sonra teşekkür konuşmasını yapması için sahneye davet edilen Antalya Ab-dal Musa Kültür ve Tanıtma Derneği Başkanı Gülçin Akça’da şunları söyledi:

“Sevgili canlar merhaba. Bu çalışmada yediden yetmişe gençlerimiz canla, başla, inanır mısınız aç, susuz, yorgun, büyük bir mücadeleyle bu salonu doldurmak için çaba sarf ettiler. Ancak kırgınlıkla, üzgünlükle seyrediyorum, bakıyorum salon tam dolma-dı. Emeklerimiz boşa gitmedi ama biz der-yada bir damla olmak için çaba sarf ettikçe biz birbirimize sahip çıkamıyoruz galiba. Ben çok üzgünüm. Gönül isterdi ki burası hınca hınç dolsun, oturacak yer bulamaya-lım. Bu çalışmada bize destek veren, omuz veren, CHP il ve ilçe örgütüne, Konyaaltı Belediyesine, Muratpaşa Belediyesine, Bü-yükköy Belediyesine, Radyo Umut çalışan-larına, Radyo Akdeniz çalışanlarına, sevgi-li DSL Elektronik emekçilerine, Hasanağa

Restoran çalışanlarına, video çekimlerimi-zi yapan Mor Yapıya yönetim kurulu arka-daşlarım adına çok teşekkür ediyorum. Ve beş yıldır bize omuz veren, sevgili Ahmet

Koçak’a, Esat Korkmaz’a yüreklerine sağ-lık diyorum, çok çok teşekkür ediyorum. Daha uzun yıllar birlikte çalışacağız ben bundan eminim. Sizler bizi bugün yalnız

(Baştarafı 15. Sayfada)

Antalya Konyaaltı Açık Hava Tiyatrosu Konseri

Cav

it M

urte

zaoğ

lu

İhsa

n G

öğer

cin

Cen

giz Ö

zkan

İhsan Güvercin

Page 17: Sercesme Dergisi, Sayi 42, Haziran 2008

Mart 2008 17

SERÇEÞME

bırakmadınız. Yüreğinize sağlık. Türküler-le kalın, sevgiyle kalın. Aşk-ı niyaz ediyo-rum efendim. Sağ olun”.

Gülçin Hanımın teşekkür konuşmasından sonra Burcu Asil’in güzel takdimiyle Cengiz Özkan sahneye çıktı. Kadife sesi ve mütevazı kişiliğiyle tanınan Cengiz Özkan Âşık Veysel, Âşık Daimi, Pir Sultan Abdal ve Mahzuni gibi üstatların eserlerini seslendirdi. Söylediği bir-birinden güzel deyiş ve türkülerle yüreğimizi bedenimizden ayırıp diyar diyar dolaştırdı. Ağzına, yüreğine sağlık Cengiz Özkan. Kat-kın ve ilgin için sonsuz teşekkürler.

Cengiz Özkan’dan sonra sahneye Cavit Mur tezaoğlu çıktı. İranlı sanatçı Cavit Murte-za oğlu kendisine özgü eserleri ve yorum ile iz-leyenleri coşturdu. Cavit Murtezaoğlu, Dadal-oğlu’nun “Kalktı göç eyledi Avşar elleri” adlı eserini İhsan Güvercin ile birlikte söyledi. Ca-vit Murtezaoğlu’na, orkestra ekibine ve İhsan Güvercin’e katkılarından dolayı çok teşekkür ediyoruz.

Cavit Murtezaoğlu’ndan sonra Erol Parlak sah neye çıktı. Özellikle Orta Anadolu yöre-sine ait türküleri, bozlakları seslendirmesi ve bağlama da şelpe tekniğini kullanmasıyla ta-nınan Parlak, sevenlerini yine mest etti. Erol

Parlak repertuarını daha çok güncel eserlerden seçmişti. Adıyaman Gölbaşı’lı genç ozanları-mızda Fedai’nin “Hey Can” adlı eseriyle prog-ramına başlayan Parlak, türkülerle yurdun dört bucağına yolculuk etti. Erol Parlak dostumuza, dostluğu ve katkısı için teşekkür ediyoruz.

Sebahat Akkiraz konserde sahneye çıkan son sanatçımız oldu. Sebahat Akkiraz türkü-leri yorumlaması ile inancı ve duruşuyla yıllar önce kendisini kanıtlamış değerli bir sanatçı-mızdır. Sebahat Akkiraz ve orkestrası konser-de yaklaşık bir saat izleyenleri türkü, deyiş ve halaylarla coşturdu. Sebahat Ablaya ve orkes-trasındaki dostlara da katkılarından dolayı te-şekkürler ediyoruz.

Ses tesisatından, ışık düzenine kadar, su-numdan sahne düzenine kadar hemen her şey başarıyla organize olunmuş bu etkinliğin tek eksiği katılımın düşük olması idi. Antalya Ab-dal Musa Kültür Derneğinin yöneticileri ve üyeleri üzerine düşeni fazlasıyla yaptılar. Buna inancımız tamdır. Gülçin Akça’nın konser bi-timinde yaptığı şu yorum önemlidir:

“Bu etkinlikte gösterdiğiniz özveri ve mü-ca de lenin toplum tarafından yeterince al-gı lan madığını düşünüyorum. Bilet fi yatla-rının yüksek olduğunu düşünüp gelmek istemeyen dostlar bize bunu uygun bir dille söyleselerdi hepimiz gereken indirimi ya-pardık. Kardeş kurumlarca etkinliğimizin engellendiğini çok sağlam kaynaklardan öğrendik. Aynı gün alternatif programla-rında olduğunu biliyoruz. Salon yeterince dolmadı, gereken para toplanmadı. Ancak değerli sanatçılarımızın o güzel yürekleri bu konseri zararsız atlatmamızı sağladı”.

Gülçin Hanımın tespitleri yerinde ve doğ-rudur. Bizim de yakından takip ettiğimiz bu çalışmanın karşılığı böyle olmamalı idi. Her şeyiyle mükemmel organize olmuş bu etkinli-ğin daha fazla kişi tarafından izlenmesi, katılı-mın çok olması gerekirdi. Ama ne yapalım ki halimiz ortada. Kapitalizmin ayak oyunları bu toplumun içine girmeye başlamış. Çürüme de her zaman olduğu gibi “başta” başlıyor. “Balık baştan kokar misali.” Bizim bu organizasyon-da kaybımız yok. Tam tersine kazançlı çıktık. Bu etkinlik dostlarımızı, düşmanımızı tanıma-mızı sağladı. Bizce bu etkinliğe katılmayarak Antalyalı canlar çok şey kaybettiler.

Sanatçı dostlarımız bu etkinliğe dayanışma amaçlı geldiler. Bizden ciddi bir talepleri olma-dı. Buna rağmen sanatçı dostlarımızın emekle-rinin karşılığı olmasa da küçük miktarda öde-me yapmak istiyorduk. Bu etkinlikte bizi üzen tek şey, sanatçı dostlarımıza az da olsa verece-ğimiz katkıyı verememiş olmaktır.

Yapılan bu etkinlik tüm engellemelere rağ-men bizce her yönüyle başarılı olmuştur. Eme-ği geçen tüm dostlara teşekkür ediyoruz.

Erol

Par

lak

Seba

hat A

kkir

az

Page 18: Sercesme Dergisi, Sayi 42, Haziran 2008

18 Sayı 42

SERÇEÞME

EROL PARLAK ile 31 Mayıs 2008 ak-şamı Konyaaltı Açıkhava Tiyatrosu’nda Antalya Abdal Musa Derneği ve Serçeş-

me Dergisi’nce düzenlenen konserin bitiminde söyleştik. İşte Bektaşi meşrepli bir insan olma-ya çalıştığını dile getiren bir müzik adamının kendi ağzından portresi...

Türkü Giren Eve Kötü Düşünce Girmez…

Sahnede şelpe çalarken neler hissettiğinizi düşündüm.

Her seferinde başka bir şey çalarım, bu ne-denle ne olduğunu hiç düşünmedim. Aslında ötekilerden çok da farklı bir şey hissetmiyo-rum. Bir şey düşünmekten çok sesin duygusu-nu yaşamaya, hakkını vermeye çalışırım.

Sizi türkü söylemeye yönelten duygu neydi?

Ses bir dışavurum, hatta hayatın en temel dışavurumu. Şu anda da sesle iletişim kuru-yoruz. Müzik de bu dışavurumların en güzeli ve bunun için Anadolu benzersiz bir coğrafya. Ninemi hatırlıyorum ben, normal cümle kur-maz, manilerle, türkülerle konuşurdu. Bu yüz-den söylediği her şey büyük oranda aklınızda kalırdı. İşte böyle bir toprağın evladı olarak yolum zaten kendiliğinden çizilmişti.

`Müzikal anlamda Türk Halk Kültürü’nün hangi alanları daha çok araştırılmalı?

Şu ana kadar yapılan araştırmalar çok yeter-siz, adeta buzdağının görünen yüzü. Anadolu Kültürü içine girdikçe derinleşen bir derya, asıl cevher de aşağıda. Şimdiye kadar yapılan-ları yüzeysel buluyorum ve yapılaması gereken çok şey olduğunu düşünüyorum. Hepimiz za-man zaman bu derindeki verilerin kaybolduğu duygusuna kapılıyoruz, ama bir gün öyle bir yerden çıkıveriyor ki, şaşırıyorsunuz: çünkü o bu toprağın verisi. Kaybolduğunu düşündüğü-

nüz şey öyle bir yerde can buluyor ki şaşırıyor-sunuz.

TRT’nin 1967 derlemelerinde bölgeler se-çilmiş, Ankara Devlet Konservatuarı’ndan bir ekip Burdur havalisine, Yörüklerin yaşadığı yerleşimlere derlemeye gidiyor. Bu ekipte Batı Müziği bölümünden yeni mezun öğrenciler ve hocalar da yer alıyor.

Orada Yörüklerin parmaklarıyla çaldıkları ezgilerin en temel halini dinliyorlar ve kulak-larına inanamıyorlar. Bu en ileri klavsen tekni-ğine benzeyen inanılmaz ezgilere Anadolu’nun bir dağ köyünde rastlamaktan şaşkına dönü-yorlar. Kaydedip getiriyorlar, anlatmaya çalı-şıyorlar.

Yıllar sonra ben, o 67 derlemelerindeki hocanın adını buldum, kimdir diye ve dokto-ra tezimle ilgili olarak Mimar Sinan Konser-vatuarında yanına gittim. Hem ona bir şeyler sorayım hem de o derlemelerle ilgili deneyim-lerinden yararlanayım dedim.

Kimdi o hoca?

Sarper Özsan Hoca. Gittim, tanıştım, “Mer-haba” dedim, “ben bu teknikle ilgili doktora tezi hazırlıyorum.” Şaşırdı. “Aa, ilgileniyor musunuz bu teknikle? Uzun zamandan beri hiç ilgilenen olmadı. Çalıyor musunuz?” dedi. Ben yenilenmiş şekliyle bir şeyler çaldım, hoca oturdu, ağladı biliyor musunuz? “Ben sandım ki kayboldu gitti! Bir gün çıkıp gelecekmiş bir yerden.” dedi.

Az evvel dedim ya, onu hiçbir şeye baskıla-yamıyor, civa gibi bir yerden mutlaka çıkıyor. Çünkü o bu toprağın verisi, mutlaka can bu-luyor.

Bence biraz ruhu ya da şekli değişebilir, ama asla kaybolmaz. Kulaktan kulağa taşınır, toprak onu saklar. Sizi de o şekilde duymaya, düşünmeye, saklamaya mecbur eder. Size öyle bir yol çizer ki, o ruh, o duygu ile o yolda şekil-lenir ve onun dışına da çıkamazsınız.

Mümkün olsaydı hangi yüzyılda ve hangi coğrafyada dünyaya gelmek isterdiniz?

Dünyaya yüz kere de gelsem Anadolu’da gelmek isterim. Anadolu’nun ne olduğunu, ne olmadığını gerçekten çok iyi biliyorum. Öm-rüm Anadolu’yu anlamaya çalışmakla geçti. Dünya’da böyle bir toprak parçası daha yok. Anadolu’dan Doğu’ya gittikçe; İran, Azerbay-can tarafl arına, oralar da çok renkli coğrafya-lar, ama Anadolu, çevresinde ne varsa içinde barındıran bir kaynak. Suların ona doğru akıp biriktiği bir göl gibi. Çin’den Kuzey Avrupa’ya kadar nerede ne varsa gelip akmış içine, olağa-nüstü bir karışıma dönüşmüş.

Ben Anadolu toprağıyla gurur duyuyorum. Bir müzisyenin Anadolu’dan başlaması kadar da büyük ve önemli bir şey yok. Bir sıfır önde başlıyorsunuz, çok büyük bir şans.

Yüzyıl olarak da, Cumhuriyet’in ilk yılla-rında olmak isterdim. Ama olsun, ben kendi-mi yine de şanslı hissediyorum. Çok önemli bir devreyi ucundan yakaladım. Bizden son-raki kuşakların bulamayacağı bir devreyi ben ucundan yakaladım. Saz atölyelerinde Zeke-riya Bozdağ’dan Hacı Taşan’a, Neşet Ertaş’a o kadar büyük ustalarla çalıştım ki, kendimi çok şanslı sayıyorum.

“Gönül” kelimesi yalnız Türkçede ve Azericede varmış, biliyor musunuz? Bana göre gönül kelimesinin yaşam bulduğu insanlardan birisiniz.

Çok teşekkür ederim, ben de Hacı Taşan diye ceğinizi sandım, gönül adamları onlardı. Ben gerçekten baktım O’nun aşiretine, yaşama bakışına.

Sadece sanatçı kimliğinizle değil, kişiliğinizle de çok yalın bir insansınız. En yakınlarınız bunu neye bağlıyorlar?

Adımın önünde doçent, vb., bir sürü şey ya zıyor, ama ben oralara bakmıyorum. Onlar benim emek vererek kazandığım şeyler, ama aslolan benim bir Anadolulu halk çocuğu ol-mam. Her şeyin kimyası orada.

Neşet Ertaş gibi bir dehanın bir ortama girdiğinde nasıl naif, zarif olduğunu, sırtınıza kendi ağırlığını yüklemeden, varlığını ortamın üstüne karabasan gibi bastırmadan gelip, usul-ca ortama eklemlendiğini gördüm, yaşadım. Herkesin hatırını tek tek sorduğunu.

Demek ki güzel olan buymuş. Ben yıllar yılı büyük ustalarda, eski kuşaklarda hep bunu gördüm. Naçizane olabildim mi, bilmiyorum, ama gönlüm o yönde oldu.

Gönül kelimesinin kaç söylenişi var biliyor musunuz? Azeriler “könül”, Sivaslılar “gonul”, İstanbullular “gönül”, Kırşehirliler, Abdallar “gonül” diyorlar. Hepsi sevgiyle söylüyor, gön-lün anlamına uygun olsun diye.

Öykündüğünüz bir halk ozanı var mı?

Ben Davut Sulari Baba’yı çok sevdim, onun dehasına hayran kaldım. Muharrem Usta’yı çok sevdim, Hacı Baba’yı çok sevdim, rahmetli oldu hepsi. Hisarlı Ahmet Usta’yı, Özay Gönlüm’ü (ki onunla arkadaşlığımız oldu, birlikte de ça-lıştık), ama Neşet Ertaş’ın dehası mükemmel. Türkülerinde bir tane kusur bulamıyorsunuz, bir kelime, bir ses çıkarıp ekleyemiyorsunuz, o kadar kusursuz. Sesi, şu anda yaştan, hasta-lıktan etkilenmiş olsa da, tam kendisi olduğu dönemler mükemmel, cam gibi, sazı…

Ben O’nun çırağı olmak isterdim, kendisi-ne de söyledim. Ama O’nun toprağından olma-sa da saksıda bir çiçeği yetiştirmeye çalıştık. Sağolsun teveccüh gösteriyor, “Benim türkü-lerimi en iyi çalan, söyleyen, yazan sadece O’dur” diyor benim için.

Erol Parlak: Türküleri ‘Kâbe’ Bilmeliyiz…Öznur Tanal

Page 19: Sercesme Dergisi, Sayi 42, Haziran 2008

Haziran 2008 19

SERÇEÞME

O söylüyorsa doğrudur, mutlaka yürekten söylemiştir. Türkülerinizi seçerken hangi duygudan beslenmekten keyif alıyorsunuz? Keder mi, sevinç mi, umut mu?

Hayat beşikten mezara, hatta mezar ötesi ve türkülerde hepsi var. Ben bir gurbetçi çocuğu-yum. Babam yurtdışına gitmişti, annem son-ra gitti, biz Türkiye’de kaldık. Yalnızlık, okul derken sıkıntılı bir yaşamımız oldu. Gönlüm biraz hüzünden yana, ama hareketli türküler de dâhil bütün türküleri okudum.

Ne var ki deyişler benim için çok değerli. Deyişlerle, onların evrensel olan, bütün insan-lığı ilgilendirenleriyle kendi yaşam duruşumu, düşünce yapımı oluşturmaya çalıştım. Olabil-diğince bir bütün halinde, bütünün parçalarına tek tek bakabilmeye çalışıyorum. Onları yan-sıtmaya çalışıyorum.

Bir türküden duygulanıp mutlaka ağladığınız oluyordur.

Hiç unutmuyorum, birkaç kez oldu. Derse gidiyorum saat dokuzda. Antep Gâvur Dağı ağzı bir Barak Havası var:

Kalkın gidelim de boru sesi var,Bilmem şu zalimlerin de bende nesi var?Benim sevdiğimi vurmuşlar Gene bizim aşiretin yası var?Aman dumanı da oğlum, Muhammed’im, yavrum dumanı,

Sadece bir çocuk, daha yeni öğretmişim, acemi daha, pelteliyor diyeyim; bir okudu, onun sesi o sabah bana çok ağır geldi, ağlattı.

Türküler dışında ağırınıza giden, düşüncede sizi ağlatan bir şey var mı?

Çok ağlamam öyle. Babam Anadolu’ca bir miras bıraktı bana. “Bir düğüne bir de cena-zeye mutlaka gideceksin” dedi. Anadolu insa-nının erdemleri böyle önümüze tek tek geliyor. Düğünde gitmezsen belki bir şey olmaz, çünkü iyi gündür, ama cenazeye mutlaka gideceksin. Ben elimden geldiğince bütün cenazelerde ol-maya çalışırım, ama cenaze beni kötü yapıyor. Sağlam durmaya çalışıyorum.

Hangi üstadın cenazesinden en çok etkilendiğinizi anımsıyorsunuz?

Semih Mat diye bir ağabeyim vardı İstanbul Radyosu’nda. Tam bir Anadolu delikanlısı, be-yefendisi, “erkek güzeli”, çok yakışıklı bir ağa-beyimizdi. Kendisinden çok şeyler öğrenmiş-tim. Çok genç kaybettik onu, lenf kanseriydi. Cenazesi TRT’ye geldi, birlikte saz çaldığımız stüdyoda tabutunu görünce çok kötü oldum.

Nezahat Bayram ustanın ölümü de beni çok etkilemişti.

Bu kültüre hizmet eden bir nefer olarak olmazsa olmaz ilkeleriniz nelerdir?

Öncelikle sanatçının bir dünya görüşünün olması lazım. Dünya görüşü olmayan müzis-yendir. “Sanatçı” terimi yeni çıktı, ne kadar doğru bir terim, yaptığımız işi ne kadar kar-şılıyor bilemiyorum aslında. Anadolu’da “Sa-natkâr” derler, “sanatın ehli.” Dünya görüşü olmayan ve bunu sanata yansıtamayan bence müzisyendir. Çalgısını iyi çalar, istemleri çalar geçer gider, ama sanatkâr olmak başka bir şey.

Benim dünya görüşümde de “İnsanlığa bir gözle bakma” var. Bektaşi meşrepli bir insan olmaya çalışıyorum, ne derece başarabilirsem. O öğreti insanlığa sözde değil, özde bir gözle bakmayı gerektiriyor. İnsan ayrımı yapmadan bütün dünya insanlığını bir kabul edip, dilleri,

dinleri, renkleri, ırkları insanlığın farklılıkları, zenginlikleri olarak görebilmeyi öne koyan bir düşünce. Buna gerçekten inanıyorum ve böyle düşünüp davranmaya çalışıyorum. Bunu müzi-ğime de yansıttım, asla ayrımcılığa girmedim.

Cemaatçiliğe, cemiyetçiliğe, ümmetçiliğe asla prim vermedim. Varolma savaşı verdiğim, kimi zaman ailemi geçindiremeyecek duruma geldiğim en zor zamanlarda bile. Çok sancılı süreçlerimiz oldu. Belki karşıdan farklı algıla-nıyor, ama halk ne yaşıyorsa biz de onu yaşıyo-ruz aslında, biz de onun bir parçasıyız, halkız. Bu devrelerde bile ben bunu yapmadım. Bun-dan sonra hiç yapmam. Anadolu’da ileri hangi değer varsa onun yanında yer aldım, alırım, alacağım da. Beceremesem bile destekleye-ceğim ve onun yaşaması için çabalayacağım. İlkem budur.

Zaten türküler hep geleceğe bakar, geleceğe akar, değil mi?

Ve içinde zerre kadar ayrımcılık yoktur. Ay-dın böyle olmalı.

“Özgürlük getiriyoruz” diye bir coğrafya-nın ortasına günde yüz kişi ölüyor ortalama. Şimdi Amerika öldürmüyor, birbirlerini öldü-rüyorlar, çünkü aralarında ayrımcılık var. Ya-rın sıra bize geldiğinde kullanacakları en temel malzeme bu: Ayrımcılık. Dikkatli olmak, bu-ralara prim vermemek lazım.

Anadolu 72 milletin bulunduğu bir coğrafya.

72 millet de bir insanın içinde. Anadolu’da kim diyorsa; “Ben şu ırktanım;” yalan söyler. Mümkün değil, o kadar iç içe geçmiş. Türkî Cumhuriyetleri gezdim, oradakiler tornadan çıkmış gibi. Biz hep karışmış, kaynaşmışız.

Aydına düşen görev bence, “Bu karışımı daha nasıl sağlamlaştırırız, nasıl perçinleriz, nasıl zamk oluruz, harç oluruz?” diye çabala-maktır.

Sizce insanlar neden türkü dinlemeli, türküler insanlara neler kazandırır?

İnsan, üstüne bastığı toprağın sesini çıkarır. İngiltere’ye Galler Bölgesi’ne gidin, konuşma-sına bakın, sizin tonunuz değil. Siz bu toprak-tan alıyorsunuz sesinizi. Bakın, bir köyden bir köye coğrafya değişir, sesli ifade değişir. Hepi-miz, bu toprağın binbir çeşit seslerini gururla duymalı ve anlamaya çalışmalıyız. Bunun yolu da türkülerdir.

Türküler Anadolu geleneğinin sesidir. Tür-külerde bu toprağın insanlarının hayat algısı, düşüncesi, insana bakışı, kısacası yaşamın ta kendisi var. Bizim türkülerimiz bütün bu algı ve yaratımların en zirve anlatımıdır. İçinde sevgi var, barış var, kardeşlik var, öfkenin bile adam gibisi var. Bütün bunların biri için bile türküleri “Kâbe” bilmeliyiz.

Kangallı Âşık Veli Kaplan bana bir şey an-lattı; bir kilisede saz çalıyor, deyişler söylüyor, papaz tercüme ettiriyormuş. Sürekli tercüme, tercüme, tercüme... Konser bitiminde gelmiş aşığa, demiş ki, “Sizin söyledikleriniz İncil’de yok, bu öğreti İncil’de yok.”

Bence de yok. Ben de kilisede konserler verdim ve bunun üzerine düşündüm:

“Acaba bizde camide konser vermeyi bırak, elinde sazla camiye girsen ne olur?”

Bütün bunları yan yana koyduğumuzda türkülerin değerini bilmek lazım. “Türkü giren eve kötü düşünce girmez, Saz olan eve silah girmez. Onlar her şeyi, gönülleri yuvar, arın-dırır”.

Erol Parlak’ın olmazsa olmaz ilkelerin nelerdir?

Bütün insanlara bir gözle bakıyor, sanatın bir paylaşım, bir dostluk yolu olduğunu biliyo-rum. Bir gönül ummanı bu... Gönülle, aşk ile alıp, aşk ile vermeye çalışıyorum. Bu, kavgay-la, dövüşle olacak iş değil. İçinizde kavgalar, kötü duygular varsa saf temiz sözlerin çıkması olası değildir.

Sanat adına, insanlık adına bildiğim her şeyi, bir tanesini bile sakınmadan paylaştım, öğrettim, paylaşmayı da sürdüreceğim. Özel-likle gençler bunun değerini biliyorlar.

Paylaştıkça çoğalacağınıza, çoğalacağımıza inanıyorum…

Manevi anlamda gerçekten tarifsiz hazlar alıyorum. Bu alanda muhteşem bir ruh, ben-zersiz bir duygu paylaşımı oluşuyor. Bunun hiçbir karşılığı yoktur.

Çalışma disiplini olarak da yüreğimle Do-ğulu, ilkelerimle Batılıyım. Ben Doğu’yu da Batı’yı da gözledim. Bizim Doğu insanı çok duygusal ve dünyayı sadece duygularıyla al-gılıyor. Batı insanı da konuşmaya bir başlıyor, uzun uzun cümleler kuruyor. Düşünüyorum, “Acaba anlattıkları çok önemli şeyler mi?” Ha-yır, bizim bir cümlenin yarısıyla anlattıkları-mız! Duygusal ifadeleri çok zayıf, ama bizde, “Aah, ah!” derler, içinde neler vardır. “Bin ah vardır, bir ah içinde, ah bir bilen olsa!” diye bir söz var.

Biz Doğu insanları bir el hareketiyle, bir bakışla, bir mimikle, bir gülücükle çok şey an-latırız, ama “Aah, ah!” dedirtecek cinsten bir miskinlik de var. Bu miskinlik olduğu için bu muhteşem altyapı bir türlü üretime dönüşemi-yor. Batılılarda donuk bir ruh, ama alabildiğine bir disiplin var.

Ben ikisinin ortasını bulmak gerektiğini düşündüm ve hep öyle olmaya çalıştım. “Yü-reğimle Doğulu, Üretim ve Disiplinle Batılı” olmaya çalıştım.

Bunun mümkün olabilirliğini gösteriyor, yaşama geçiriyorsunuz gerçekten.

Umarım başarılı oluyoruzdur.Çok teşekkür ederim. Yıllarca daha çok türkü dinlemek, güzellikleri paylaşmak isteriz.

Hep birlikte. Anlayanla anlatan birmiş bili-yor musunuz? Anadolu’da bir söz var; “Göre-ne, köre ne?” Anlayan olmasa anlatan, anlatan olmasa anlayan hiçtir. Hepsi bir bütün...

Umuyorum ki anlaşılırız, anlayanlar hiçbir zaman eksik olmaz. Anlayanlar çoğaldıkça an-latanlar da çoğalacaktır.

İyi ki varsınız, gerçekten çok teşekkürler.

Neşet Ertaş gibi bir dehanın bir ortama girdiğinde

nasıl naif, zarif olduğunu, sırtınıza ağırlığını yüklemeden,

varlığını ortama karabasan gibi bastırmadan gelip, usulca

ortama eklemlendiğini yaşadım. Demek ki güzel olan buymuş.

Ben yıllar yılı büyük ustalarda, eski kuşaklarda hep bunu gördüm.

Page 20: Sercesme Dergisi, Sayi 42, Haziran 2008

20 Sayı 42

SERÇEÞME

Esrari Baba hayat hikâyeni dinleyelim.

Ben aslen Malatyalıyım. 1958 Hatay, Kırık-han doğumluyum, ama kütüğe 1953 olarak geç miş. Evliyim, dört çocuk babasıyım. Asıl ismim Mehmet Şahan. Biz Kaşanlı aşireti ola-rak, Kaşanlı olarak biliniyoruz. İsmail İpek, Meçhuli, Vicdani, Emekçi bunlar hep dayıla-rımız.

Kaşanlı Elbistan’a mı bağlı?

Kaşanlı beş köy, üç tanesi Afşin’de, bir tane-si Elbistan’da, bir tanesi de Doğanşehir Toprak-tepe’de. Yani aynı bölgede bir dağın etrafında oluyorlar.

Sizinki hangi bölgeye bağlı?

Malatya Doğanşehir Topraktepe’ye bağlı.

Çocukluk ve yetişme dönemi nerede geçti?

Fransızlar döneminde Malatya, Sivas, Elbis-tan yörelerinden bizim toplumumuz göç ettiril-miş, Hatay topraklarına yerleştirilmiş. Hatay sancak iken, egemenliği kendi sancağı altında iken gelmişler. Bizde Kırıkhan, Hassa bölge-sine yerleşmişiz. Bizim o döneme aklımız er-miyor, öyle söylüyor büyüklerimiz. Göçebe hayatı yaşıyorlarmış. Gelmişler orada Fransız-larla beraber, Fransızların içinde yaşamışlar. Hayvancılıkla uğraşırlarmış. Zaten yerleşik

düzen yok, arazi, toprak yok. Mal, davar, hay-vancılık, göçebe yaşarlarmış. O bölgelerde ya-şadık. Hatta bizim bir kısım akrabalarımızda Suriye’de Kürtdağı denen bir bölge var, halen orada yaşıyor. Elbistan’da bizim dedelerimiz Suriye’ye bile gidip dedelik yapıyorlar.

İskenderun’da işçilik hayatın başlıyor.

1994 yılına kadar İskenderun Belediyesi’nde çalıştım. ANAP’tan şu an belediye başkanı olan kişi, MHP kökenlidir. O gün bu gündür belediye başkanlığı yapmaktadır. Gelir gelmez bizlerle uğraştı. Biz insan ayrımı yapmayız ama bu bir gerçektir. İskenderun nüfusunun yüzde sekseni Alevi toplumundan oluşuyor. Arap Alevisi, Anadolu’dan gelen Aleviler.

İskenderun Belediyesi belediye olduğu tarih ten itibaren 1994 yılına kadar solun elin-dedir. Sol 1994 yılında bölündü, parçalandı. Belediyeyi bu vatandaşlara teslim ettiler. Bele-diyenin iki bin personeli var. İki bin personelin içinde elli kişi Alevi bulamazsın, nüfusun yüz-de sekseni Alevi olan bir bölgede. Bu ellinin de beş-altı tanesi kadrolu, ben de vardım içle-rin de. Bunların haricinde mevsimlik, geçici işçi ler var.

Sular idaresinde abone şefl iğini yapıyor-dum. Yaklaşık 16–17 yıl yaptım. Sular idare-sin de memurluk görevi yapıyordum işçi kadro-sunda, ama geldi, beni kazma-küreğe gönderdi.

Orada bir ay çalıştım, beni temizliğe gönderdi. Oraya buraya sürdü. 1994 yılında ayrılmak zo-runda kaldım.

7128 işgünüm vardı. Yirmi beş yılı doldur-mak içinde dört yılım kalmıştı. Ne tazminat alabildim, ne bir şey alabildim. Dört yıl bekle-dim, en düşük ücretle de emekli oldum.

Ondan sonra Mersin’e geldin?

Hanımın köylüsü olduk, Mersin’e geldim. Şu an da Mersin Tarsus Çamalan köyünde ya-şıyoruz.

İki evlilik yaptın.

İki evlilik yaptım. Birincisi amcamın kızıy-dı. Biraz önce anlattım ya 1958 doğumluyum, ama 1953 yazılmışım. Benden beş yaş önce bir kardeşim doğuyor. Babam onun kaydını Kırık-han nüfus idaresine, Mehmet olarak yapıyor. Sonra o ölüyor, ben doğuyorum. Onun kaydı-nı silmiyor. Babam, “Kim gidecek onu silecek bunu yazacak, işte gelirlerse sorarlarsa Meh-met budur” dersiniz diyor.

Ben ilkokulu bitirdim bir sene sonra askere gittim. Yani ben on dört yaşında askere gittim. Ortaokulu, liseyi, açık öğretimi askerden sonra okudum.

Askerdeyken bana mektup geldi. Babam, “Seni amcanın kızına nişanladık” dedi. Amca-larım Kırıkhan bölgesinde, biz Hassa bölgesin-de oturuyoruz. Fazla gelip gitmezlerdi, birbiri-mizi fazla görmezdik, ne tanırız, ne biliriz. Ne kadar karşıt durduk, ne yaptıksa olmadı.

Daha sonra ikinci bir evlilik oldu. İkinci evlilik kaç yılında oldu?

1995’te Birsen’le evlendik. Birsen’den de iki çocuğum var; bir erkek, bir kız. Ercem on bir yaşında, Esra altı yaşında.

Ozan Esrari mahlasını kimler verdi?

Ozan Esrari mahlasını rahmetlik Âşık Mah-rumi Baba verdi. Benim ustam, Elbistan’da yaşı yor du kendisi. 2006’nın Kasım’ın 18’inde dünyasını değiştirdi. Mahrumi Baba’nın be-nim üzerimde emeği çok.

Rahmetlik Müslüm dede miz vardı. Seyit Müslüm dede. Tunceli’liydi, İsken derun’da ya-şıyordu. Bir de Mehmet Çoban babamız vardı. Kayseri Sarız Söbeçimenli, Hacıbektaş da ya-şıyor. Kendisi hem şair, hem yağlıboya tablo-lar yapıyor. Çok mukallit, güzel bir dostumuz, babamız. O da gitmek üzere, yaşı epey ileride, birazda rahatsız.

Mahrumi Baba, Seyit Müslüm Dede, Meh-met Çoban’la birlikte verdiler. Yani Mahrumi Baba’nın Esrari demesini onlarda onayladılar.

Esrari ne demek?

Sır, giz anlamında; gizem, gizli sır anlamın-da kullanılabilir. Zaten esrardan almıştır. Esrar bilinmeyen şeydir. Meçhul olduğu, sır olduğu, gizemli olduğu için o sırdan geliyor Esrari.

Gelenekte mahlas, artık sen olgunlaştın anlamına gelmektedir.

Eğer onu hak edebiliyorsak ne mutlu. Onla-rın bize verdiği o yüce değere layık olabiliyor-sak ne mutlu.

Peki, halk ozanlığı nedir?

Halk ozanı halkın, hatta kâinatın, toplumun gözü, kulağı dilidir. Toplumun sıkıntılarını, dertlerini dile getirir. Çözümsüzlükler içinde kıvranan sorunları gündeme taşımaya çalışır. Onlara çözüm önerileri getirir. Bir nevi toplu-mun önderi, lideri görevini üstlenir.

ESRARİ BABA İLE ARALIK 2007’DE SÖYLEŞMİŞTİK, ANCAK YAYINLAYABILIYORUZ:

İnsan Olmak İçindir Bizim ÇabamızAhmet Koçak

Page 21: Sercesme Dergisi, Sayi 42, Haziran 2008

Haziran 2008 21

SERÇEÞME

Şiirlerinde genelde hangi temaları, hangi konuları işliyorsun?

Sevgi üzerine yazdığım şiirler var. Taşla-ma içerikli olan şiirlerim var. Alevi-Bektaşi ozanlık geleneğindeki deyiş, semah ve düvaz-ı imam tarzında şiirlerim var. Elimizden geleni yapmaya çalışıyoruz karınca kararınca.

Bu müzik yolculuğu ne zaman başladı?

Bilmem. Yani hep öyle söylerler, ama ger-çekten de öyle; ben ilkokul dördüncü sınıfta şiir yazmaya başlamıştım. O zamanki şiirlerimi de muhafaza edemedim. Ama o gün bu gündür o aşk vardı içimde zaten. Dokuz yaşlarında iken küçük bir curam vardı. İlkokula gidiyordum. O zaman Cumartesi öğleden sonra ve Pazar gün-leri tatil olurdu. Bizim ineklerimiz, koyunları-mız vardı; çobanlık yapardım. Cumartesi, Pa-zar giderdim onları güderdim. Sazımı, curamı beraber götürürdüm. Ağaçların başına çıkar, türkü söylerdim. Ta köyün başından duysunlar diye sesimi.

Son yıllarda Esrari’nin birçok eseri okundu, bir albüm yapıldı: Bad-ı Sabah. Eserlerin kimler tarafından okundu?

İlk akla gelen Sabahat Akkiraz. Hemen he-men her kasetinde bir eserimi okudu. Arif ho-camız, Belkıs Akkale, Deste Günaydın, Tolga Sağ, Aynur Haşhaş okudu. Yani şu anda aklıma gelmiyor, ama çok sanatçılar tarafından okun-du. TRT repertuarına kazandırılmış otuz sekiz tane eserim var. 146’ya yakın da şiirim var.

Bunların hepsi müzikli mi?

Hemen hemen hepsi müzikli. Çok azı değil. Piyasada okunmayan bir hayli eserin var. Kendi kasetinde daha çok herkesin bildiği türküleri okudun.

Evet, öyle yaptım. Sağ olun sizler yardımcı oldunuz.

Aleviler 1400 yıldır neyin peşine düşmüş?

1400 yıldır biz her zaman haksızlığa karşı, yanlışa karşı mücadele etmişiz. Hz. Hüseyin başını vermiş. Niye? Yanlışa, zulme, haksızlı-ğa karşı başkaldırdığı için. 1400 yıldır diren-mişiz bugüne kadar gelmişiz. Kâinatın kuru-luşundan beri bu vardır: Haklı ile haksızın mü-cadelesi. Biz her zaman haklının, mazlumun yanında yer almışız.

Mazlum olduğumuz için mazlumun yanında yer almışız. Bunun yanında önemli isimler felsefe yönünü geliştirmiş.

Mesela Enel Hak demiş. Yani tanrıyı insan-da, güzelliklerde görmüş; kâinatta, tabiatta, doğada görmüş. Kâinatta var olan bütün var-lıklarda tanrıyı görmüş. Öyle güzel bir felse-fe, öyle güzel bir düşünce biçimi ki, hümanist, insan sevgisiyle dolu. Hangi milletten olursa olsun.

Pirimiz Hünkâr Hacı Bektaş Veli efendi-miz diyor, “72 milleti bir gözle görmeyen biz-den değildir.” Yani insanlar arasında din, dil, ırk lazım değildir; bize insan lazımdır. İnsan olması içindir bizim çabamız mücadelemiz 1400 yıldır böyledir, kâinatın kuruluşundan beri de böyledir.

Âşığın sözü Kuran’ın özü diyorlar. Ne demektir “Âşığın sözü Kuran’ın özü”?

Yani Ahmet’im, beş bin sayfalık bir kitabı ozan larımız beş dörtlüklü dizelerin içine sığdır-mışlar.

Ozanlar, beş dörtlük şiirin içerisine beş bin sayfaya sığabilecek şeyleri sır edebiliyorlar.

Evet, evet.

Yeniden o sırrı çözmek kime kalıyor?

E onu da artık çözsünler yani.

Aşığın sözü Kuran’ın özü derken, öyle mi oluyor?

Muhakkak.

Peki, Esrari Baba hayatta beklentin nedir? Son olarak eklemek istediğin, söylemek istediğin şeyler nelerdir?

Benim toplumdan istediğim var. Toplumu-muz birlik, beraberliğini sağlayabilsinler.

Pir Sul tan Abdal boşuna çağırmamış “Ge-lin canlar bir olalım” diye. Eğer bir olmazsak kurda kuşa yem oluruz. Birlik beraberliğimizi sağlamak zorundayız.

Dört beş isim altında derneklerimiz, vakıf-larımız kurulmuş olabilir, ama o derneklerimiz bir çatıda, bir federasyonda toplanabilirler.

Parçalanmasın, bölünmesinler; kurda-kuşa yem olmasınlar. Arzumuz isteğimiz budur.

Eyvallah. Ağzına sağlık, yüreğine sağlık.

ESRARİ BABA

Uyan Gayri Uyan Kardaş İşçim, köylüm selvi boylum Uyan gayri uyan kardaş Vay garibim sefi l huylum Uyan gayri uyan kardaş

Şu bizleri yönetenler Yıllar yılı uyuttular Ekmeğe muhtaç ettiler Uyan gayri uyan kardaş

Sağa sola ayırdılar Canı tene düşürdüler Kanımızı sömürdüler Uyan gayri uyan kardaş

Uyansaydı ulu önder Acep halimize ne der Memleketim olmuş heder Uyan gayri uyan kardaş

Gelin el ele vererek Gonca gülleri dererek Esrari’yi dinleyerek Uyan gayri uyan kardaş

Hakikat İlminin Gerçek Kapısı Hakikat ilminin gerçek kapısı, Sensin bu Âleme Pir Hacı Bektaş. Sevgiyle yoğrulmuş temel yapısı, Biz olmuşuz sana yar Hacı Bektaş.

Bütün Kâinatın sensin yücesi, Zahir, batın ilmin elif hecesi, Hemi âlemlerin gündüz, gecesi, Sensin gönüllere nur Hacı Bektaş.

Musa’nın, İsa’nın nur’undan aldın, Muhammet, Ali’nin soyundan geldin, İnsan sevgisini Dünyaya yaydın, Ne güzel hallerin var Hacı Bektaş.

Ele, bele, dile şartı koyarak, Kadınla, erkeğe eşit diyerek, İnsan haklarına değer vererek, Gönüllere kurdun yer Hacı Bektaş.

Esrari kulunun sen keremgâhı, Sensin gönüllerin hem Kıblegâhı, Gördüm bir güzelsin Şah’ların, Şah’ı, Medet, mürvet sende car Hacı Bektaş.

Sevgiyi Ekelim Biçelim DilberAşkla muhabbetle sevgiyle dolan, Gönülden gönüle göçelim dilber. Ledün’i İlmini sevgide bulan, Sevgi deryasından içelim dilber.

Sözüm bütün insanlığa hitaptır, Sevgi insanlığa hem mahitaptır, Sevgi insanlığa hem dört kitaptır, Varıp kapısını açalım dilber.

Esrari kısadan bir nefes estim, İnsan birliğidir emelim kastim, Dünya servetinden ilgimi kestim, Sevgiyi ekelim biçelim dilber.

Page 22: Sercesme Dergisi, Sayi 42, Haziran 2008

22 Sayı 42

SERÇEÞME

Yazının başlığını okuyanlardan yükselen itiraz seslerini şimdi-den duyar gibiyim. Hatta bazıla-rımızın başlığa bakıp da, “Olur mu öyle şey? Bak şu edepsizin

yaptığı benzetmeye! Sen kendine bak, odun sensin!” gibilerinden ilk bakışta haklı gibi görünen itirazları olabilir. Ama uzak doğu ir-fanının önemli bir geleneği olan Tao irfanının deyim yerindeyse piri olan ve milattan önce VI. yüzyılda Çin’de yaşamış olan üstat Lao Tzû’nun sözleri, gündelik dilde genellikle ham ervah kişileri betimlemede kullanılan “yontul-mamış odun gibi adam” ifadesi üzerinde ye-niden tefekkür etmemizi sağlayabilir. Üstadın sözleri bizlere bir kez daha gündelik hayatı-mızda rastgele kullanmış olduğumuz sözlerin ve de kavramların mana boyutunda tek yönlü olmadıklarını kanıtlamakta sanki. Şöyle diyor Lao Tzû:

“... ve eğer bir kimse Semâ’nın (arş’ın) altın-da ne varsa hepsinin de sel çukuru olursa gerçek ezeli Fazilet çok olur, ve böylece o da sonunda ‘yontulmamış odun’ haline geri döner.Yontulmamış odun (kendine has basitliği içinde potansiyel olarak bütün kap türlerini ihtiva eder);eğer yontulursa çeşitli kaplar üretir. Benzer şeklide kutsal insan da (in-san-ı kâmil) yontulmamış insan faziletini kullanarak herkesin efendisi olur. En büyük yontma hiç yontmamadır.”

Ünlü dilbilimci merhum Prof. Toshihiko İzutsu, Lao Tzû’nun “en büyük yontma hiç yontmamadır.” sözünü şöyle yorumluyor:

“Yontulmamış odundan yontularak üretil-miş olan her bir kap bizatihi mükemmel bir ürün olabilir, ama o artık yontulmuş olup yalnızca belirli bir kullanım için uygundur. Bunun tersine yontulmamış odun bu haliy-le belki işlenmemiş olabilir, ama o bütün kapların üretildiği kaynağın kendisi olmak haysiyetiyle bütün kapların efendisidir.”

Gerçektende yontulmamış odun kendisin-den yontularak üretilmiş olan ürünlere göre (mobilya, kap, enstrüman, vs.) aslî unsuru olan ağaca en yakın olma özelliği taşır. Bizim Anadolu irfan geleneğinde de kâmil insan ha-lifetullah, yani Allah’ın halifesi olarak tanım-lanmakta ve Hakk’ın en mütekâmil tecelligâhı olması nedeniyle Hakk’a en yakın varlık olarak kabul edilmektedir.

Üstad bağışlasın, ama her ne kadar kapların rabbi (efendisi) yontulmamış odun olsa da odu-nun rabbi de (efendisi) ağaç oluyor galiba. Tabii bu rab durumunu daha da ilerletmek mümkün. Ağacın efendisi de tohum olmakta. Ya tohu-mun rabbi ne oluyor? Aslında tüm bu tohum, fi dan, ağaç, meyve, çekirdek (tohum) durumla-rı birbirlerini içinde barındıran süreçler. Tohu-mun gayesi fi dan, fi danın gayesi ağaç, ağacın gayesi meyve olmakta. Sunullah Gaybi’nin o çokça bilinen dörtlüğünü burada hatırlatmakta fayda var gibi:

Ağaçtır bu âlemMeyvesi olmuş ÂdemMaksut olan meyvedirSanma ki ağaç ola

Maksat meyve ise meyvenin gayesi acaba toprağa düşerek yer ile yeksan olup sonrasında yeniden ağaç olmak mı yoksa birileri tarafın-dan yenmek mi? “Senin gayen ne peki?” diye sorabilirsiniz. Ya da “Gaybi söylemiş zaten maksat meyve diye. Daha üzerine söz söylemek gerekli mi?” de diyebilirsiniz. Durun kızmayın hemen benimde gayem “meyveyi” (üzümü) ye-mek zaten yoksa bağcıyı dövmek değil. O se-beple bu yazıyı kaleme aldım. Neyse efendim.

Bu döngüsel süreç içersinde “yontulmamış odun” sanki bu süreci kesintiye uğratan bir du-rum gibi gözükse de aslında tüm bunlar tohu-mun farklı şekillerde taayyün etmesi, yani gö-rünmesi olarak da tasavvur edilebilir. Sonuçta tüm bu taayyünlerin hepsi gün gelip tohumun ağaç olmasına imkân verecek olan ortamı oluş-turan unsurun bir parçası olmakta, yani toprak olmaktadır.

Aslında tüm bu simgesel anlatımların ga-yesi simgenin de işaret etmiş olduğu hakikat ile kişinin kendi “kabını” doldurmasıdır gali-ba. (Geldik mi yine “yontulmuş kap” meselesi-

ne?) Ee, dolan kap da Kâbe olur zaten. Peki, bu kap nasıl dolar acaba? Odun taşımak ile tabii ki! Menkıbeye göre Yunus Emre’nin Tapduk Emre’nin dergâhına kırk yıl odun taşıdığı söy-lenir. Bakın, “yontulmamış odun” burada da çıktı karşımıza. Üstelik Yunus’un, “dergâha eğri odun girmez” diyerek dosdoğru, munta-zam odunları taşıdığı da söylenir.

“Efendim, burada aslında simgesel olarak bir şeyler anlatılmakta ve bu simgede aslında şunu anlatmakta” gibisinden ukalaca bir cüm-leye alelacele girişmek bi-edep bir davranış biçimidir. Evet, menkıbevi anlatımlar simgesel anlatımlar içermesine karşın bu durum ora-da ifa edilmiş olan hizmetin aslında olmadığı anlamına gelmez. Güzel Hünkârın; “Biz eren-lerden hal bekleriz.” sözünden hareketle diye-biliriz ki Alevi-Bektaşi erkânında aslolan kaal ve laf değil, hal ve de hizmettir. Bu sebeple erenler anlatmak istediğini laf ile değil hali ve de hizmetiyle anlatır. Aslolan hal u hizmettir, gerisi laf u hezimettir. Çünkü bilir ki“laf ile peynir gemisi yürümez.”

Yani Nuh’un gemisi tufanda cehd u gayret ile inşa edilmiş ve de denizde yürümüştür. Tu-fan ile birlikte Nuh’un gemisi dalgalı denizde yol almaktadır. Aradan uzun süre geçmiştir. Nuh’un oğullarından biri babası Nuh’a biraz da sitemkâr bir şekilde, “Baba, yola çıktığımızdan beri hiç konuşmadın. Bu suskunluk daha ne kadar devam edecek” diye sorar. Bunun üze-rine Nuh oğluna dönerek, “Evlat, bu gemi nasıl yol alıyor sanıyorsun. Konuştukça batıyoruz! Gemi sükût ile menzil alır. Laf ile hem peynir gemisi, hem de bu gemi yol almaz.” diye cevap verir. (Laf aramızda, aslında Nuh’a dair böyle bir menkıbe yok. Deyim yerindeyse ben uydur-dum, mesaj vereceğim diye! Bağışlasın, Hz. Nuh’u da mesaj kaygılı nefsime alet ettim.)

Tabii burada kelam ile laf’ı birbirinden ayırmak gerek. Çünkü kelam hal ile yoğrul-muş ve o halin sonucunda gerçekleşmiş sözdür. Deyim yerindeyse, kelam, hal’den doğmuştur. Tohum hakk, ağaç âlem, meyve âdem çekirdek de kelamdır diyebiliriz. Kelam cennetten, laf ise cehennemden çıkmadır. Hani diyor ya Ha-rabi Baba:

Bir cehennem kazdık gayet derinLafz ateşiyle eyledik tezyin.

Laf kalabalığı sever, kelam ise sükûneti. O sebeple menkıbevi anlatımlar sükûnet ile kelam ederler. Yunus mevzusuna dönersek şa-yet, Yunus’un dergâha düzgün odun taşıması hususu için –yapılan hizmeti de yok saymadan tabii– diyebiliriz ki; gönül dergâhına girmek eğri sıfat ve fi illerle değil; ancak dosdoğru, müstakim bir hal ile mümkündür. Bu da ancak ormanda mevcûd olan ağaçlardan kesilecek odunları (çevreci dostlar bunu duymasın) sır-tında taşıyarak gerçekleşir, yani âlemde sey-ran eden insan-ı kâmil’in, deyim yerindeyse, o azametli ağırlığını omuzlarında, sırtında taşı-yarak; bir başka deyimle de kâmilin kelamını ve da halini gönlünde taşıyarak gerçekleşir. Bu da Muhammedî bir hal gerektirir ki, ancak o zaman “Aliyyevi” ağırlık omuzlara alınabilir ve Beytullah’taki “taştan yontulmuş(!) putlar” yıkılabilir.

Kuru odun deyip geçmemek lazım azizim. Değil mi ki Hz. Musa yontulmamış kuru odun olan asası ile Nil Nehri’ni yarmış. Yani; (Hüse-yin Bey! Her simgesel anlatımı şerh edeceğim diye, “yani” girizgâhıyla başlayan şu ukala ve bilgiç cümlelerinizi bıraksanız artık, ama ner-deee?) kâmil insan muhabbetli sohbetiyle dur-maksızın akan bir nehri andıran insan bilincin-

Yontulmamış Bir Odun; İnsan-ı KâmilHüseyin Albayrak

İşin doğrusu görüntüyü dengede tutan

yontulmamış bir ayna, bükeysiz bir kişilik sahibi olmak

yani eğilip bükülmeyen dosdoğru, müstakim bir Âdem olmaktır

İÖ 6. yüzyılda Çin’de yaşadığı varsayılan Lao Tsu (Yaşlı Bilge) Tao (Yol) felsefesinin kurucusu sayılır. Efsaneye göre Kralın arşivlerinin sorumlusu olan Lao Tsu, ahlak çöküntüsü içine düştüğünü gördüğü başkentten üzüntü içinde ayrılmak ister. Mandasına binip kentten çıkarken kapıda muhafızlar tarafından durdurulur ve bilgeliğini kanıtlaması istenir. Bir gecede felsefesinin temeli sayılan beş bin kelimelik Tao Te Çing adlı eserini yazar. Bunun üzerine geçmesine izin verilir ve bir daha kimse onu görmez.

Page 23: Sercesme Dergisi, Sayi 42, Haziran 2008

Haziran 2008 23

SERÇEÞME

de bir açılma, açılım meydana getirmektedir. Aynı yontulmamış asa, bu sefer cemlerde göz-cünün elinde karşımıza da çıkabilmektedir. Bu yontulmamış asa ile gözcü cemde taşkınlık ya-panları, edebe ve de erkâna uymayanları uyar-maktadır ki kâmil insan da uyarandır zaten.

Bu ağaç ve odun meselesi birçok yerde karşımızda çıkmakta. Örnek vermek gerekir-se, Allah, Hz. Musa’ya yanan bir çalıdan ses-lenmiştir. Hz. Peygamber’e Rıdvan (anlamı memnunluk, razılık, hoşnutluk) adı verilen ağacın altında biat edilmiştir. Cennette kökleri yukarda, dalları yerde olan Tuba Ağacı vardır. Tevrat’ta bahsi geçen bilgi ağacı. Hz. Pir’in menakıpnamesinde adı geçen ve Rum diyarı-na atılan ucu yanık ağaç ve Hz. Pir tarafından Hasan Dede’ye verilen ve de sonradan yeşeren kuru odun parçası, vs.

Odunu anlatmak kolay da odun olmayı göze almak herkesin harcı olmasa gerek. İşin sonunda yanmak var çünkü. Hele kuru odun olmak daha da zor. Hangisi zor acaba? Dergâ-hın kara kazanında kaynayıp pişmek mi yoksa kuru odun olup kazanı kaynatmak için yanıp kül olmak mı? İşte dergâha girmek böyle bir şey olsa gerek: Ya kaynarsın harlı ateşte ya da yanıp kül olursun.

Oysa modern insanın tahayyül ettiği der-gâh bir tatlı huzur(!) almaya gelinen bir sana-toryum sanki. Bir elin balda bir elin yağda. Elbette bir elin balda, yani muhabbet ve de cemalde; diğer elin ise yağda, amma “kızgın” yağda, yani kahhar ve de celalde tabii.

Şeyh Bedrettin Varidat adlı ünlü mensur eserinde insanları ilginç bir sınıfl andırmaya Tabii tutarak konuyu yine ağaç ve odun mese-lesine getirmekte. Diyor ki:

“İnsanlar ormanlardaki ağaçlara benzerler. Ağaçların bir kısmı çok kurudur, az ateşle tutuşturulunca yanar, sönmez ve yana yana tamamen ateş haline gelirler. Keza insan-ların bir kısmı da bu kuru ağaçlar gibidir. Bunlar hakkında bir hadiste, ‘Saf ve pak kalpli bir kişinin her yanından yokluğu

tamamlanınca Allah ona tecelli eder’ bu-yurulmuş olması bu anlama gelir. İşte bu gibiler tam istidat (eğilim, yetenek) sahibi olan yüksek makamdaki insanlardır.Ormanlardaki bir kısım ağaçlar da çok nemlidirler. Nemleri giderilmedikçe yan-mazlar. Önce bu ağaçların nemleri giderilir, kurutulur sonra yakılır fakat çok güç ya-narlar. İşte insanların bir kısmı da aynı bu nemli ağaçlar gibi istidatları az olanlardır. Bunlara ne kadar emek verilse boşunadır.Bazı ağaçlarda vardır ki orta kısmı teşkil ederler. Tam değilse bile iyice kurumuş ağaç gibidir. Pek az zahmetle tutuşur. Dik-kat edilirse sonuna kadar yanar aksi halde sönüverir. Bunları kendi haline bırakmaya gelmez. İşte insanların bir kısmı da böyle sahip oldukları kötü hallerini, alışkanlık-larını içlerinden atarak yakıp kül ederlerse tam istidatı olan insanlar gibi yüksek dere-ce sahibi olabilirler. Bunlarla meşgul olup uğraşılması lâzımdır. Kendi hallerine bıra-kılmaya gelmezler.”

Denilir ki, Hak, kendi güzelliğini temaşa edebilmek maksadıyla Âdem’i kendine ayna kılmak için vücûda getirmiştir. Bilindiği üzere aynanın yüzeyi ne kadar pürüzsüz, saf ve de “yontulmamış” olursa görüntü de deforme ol-madan karşıya o derece pürüzsüz yansır. Ama ne zaman ki ayna yontulursa deformasyon ka-çınılmaz olmakta.

Söz gelimi, dışa doğru yontulan dış bükey aynalarda görüntü olduğundan küçük görülür. Modernizmin bizlerden istediği tam da böyle dışbükey kişilik ya da moda deyimiyle, dışa dönük ve de prezantabl(!) olmak değil mi za-ten? Etrafımız dışa dönük, ama içi sönük(!) insanlarla dolu.

Tersi durum da istenilen bir durum değil tabi. İçe doğru yontulan, yani içbükey aynalar-da ise görüntü olduğundan büyük görünür ki bu aynalara da “dev aynası” da denilir. İç bü-key ya da içe dönük kişiliklerin ise bu sefer de dışı sönük olmakta ve kişi kendisini dev ayna-sında(!) görebilmektedir. Gündelik dilde içsel ya da ruhsal zenginlik genellikle yanlış biçim-de içe dönük kişilik olarak tanımlanmakta.

Oysa ki işin doğrusu bunları dengede tutan yontulmamış bir ayna, bükeysiz(!) bir kişilik sahibi olmak yani eğilip bükülmeyen dosdoğ-ru, müstakim bir Âdem olmaktır vesselam. Bu denge sağlanmadığı takdirde ruhumuz gittikçe içe veya dışa doğru yontularak ya da kemirile-rek hastalıklı bir duruma sürüklenmektedir. O zamanda gelsin Prozac türü ruhu sözde teskin edici ve yapay cennet yanılsaması yaratan ilaç-lar. Anlayacağınız modern insan hapı yutmuş.

Medikal ya da kıl ü kal tat ve zevk hapı yutmakla, tanrısal-ilahi zevk ve lezzet ise kâ-millikle mümkündür. Çünkü Kâm-il’i kelime olarak açımlarsak şayet kâm; zevk, tat, lezzet; il ya da el ise, Sami (İbrani-Arabî) dil ailesinde tanrı, ilah anlamına gelir ki İbranice de Elo-him ve Arapçadaki Allah bu kelimeden gelir. Dolaysıyla kâmil; tanrısal-ilahi zevk ve de lez-zet anlamına gelir. Cümle meleklerin kendisi-ne secde ettiği Âdem-i Kâmil de aslîyette baş melektir. Çünkü Azazil, Cebrail, Mikail, İsrafil ve bir de “Kâmil” ki dördü de Âdem’deki bu kâmilane ilahi zevk ve de lezzet ile kendinden geçerek secdeye varmıştır.

Efendim, bu aşktan ve de irfaniyetten yok-sun, haylice kıl ü kal barındıran yazı dolaysıyla sürç-i lisan eylediysek affola. Onu da “odunlu-ğumuza” verin lütfen. Aşk gele…

İbranice bir elyazmasında kökleri gökte, dalları yerde bir Tuba Ağacı tasarımı.

SiyasetnameMustafa Özcivan, 10 Haziran 2008

Büyük Selçuklu veziri Nizamülmülk (1018–1092) bugünden bin yıl önce yazdığı Siyaset-name adlı kitabında siyaseti bilgelik sanatı olarak tanımlar. İÖ 428–328 tarihleri ara-sında yaşamış büyük felsefe insanı düşünür Platon (Efl atun) Devlet adlı kitabında devleti ve siyaseti bilgelerin yönetimi olarak tanım-lar. Ülkemizdeki siyaset ve devlet yönetimi ne iki bin beş yüz yıl önceki Platon’un; ne de bin yıl önceki Nizamülmülk’ün siyaset yöne-timi ve siyaset yöneticisi tanımına uymakta-dır. İçişlerimize müdahale eden Avrupa’daki ülkelerin kendi iç siyasetlerinde tam bir de-mokrasi ve hukuk düzeni hâkimdir.

Ülkemize baktığımızda siyaset, bilgelik sanatı olarak değil, el çabukluğu marifet ola-rak görülmektedir; bunu yapan siyasetçi de en makbul insan olarak kabul görmektedir. Halk, hukuka inananlar-hukuka inanmayan-lar olarak ikiye ayrılmış durumdadır.

Böyle bir ülkede siyaseti bilgelik sanatı olarak görmek mümkün mü? Ya da böyle bir ülkede siyaseti bilgeler yönetebilir mi?

Yerel seçimlere bir yıldan az süre kaldı. Ülkemizin içinde bulunduğu siyasi açmazlar hangi şartları önümüze koyacak bilemeyiz, ama aydınlığımızla, demokratlığımızla(!) övün düğümüz Hacıbektaş’ta siyaseti bilgele-rin yönetimi olarak algılayabilecek miyiz? Hacıbektaş için bilge, akîl insanların şapka-larını(!) bir kez daha önüne koyup düşünme-leri gerekir: “Ben mi? Biz (Hacıbektaş) mi?”

Bu yazıyı yazarken bir vatandaş olarak objektif olmak istedim. Sokaktaki bir insan olarak, ama duyarlı, siyasetle ilgilenen, so-runları ve çözümleri bilen bir vatandaş ola-rak, az çok insanları tanıyan vatandaş olarak yazmak istedim. İşte böyle bir pencereden yerel yönetime baktığın zaman: “Şapkamı koysam kazanırım!” tavrı, güçlü görünme psikolojisi ile “Benim kimseye ihtiyacım yok; bu halk beni seçmek mecburiyetinde!” hava-larında. Yerel muhalefete baktığın zaman, herkesin kendine göre bir hesabı var. “Ben belirlerim! Benim dediğim olur! Ben kendi-mi … partisinden atattırırım! Ben olmazsam oyunu bozarım! Benim adayım etrafında toplanılsın!” gibi lafl ar, tavırlar ortalıkta dolaş makta. Vatandaşa baktığın zaman; va-tandaş izlemede, sessiz, kafası karışık, “Şap-kaya mı, adama mı oy verecek?” bilemiyor. Nereye oy vereceğini bilemiyor. Nereye oy vereceğini bilenler de sanki sıkıyönetim ida-resi(!) var gibi sesini çıkartamıyor.

Görünen o ki yerel yönetimin karşı sın-da mevcut yönetimi ikiye katlayacak oy var. Ama o oyları kim bir araya toplaya-cak? Sorun orada! İşte burada sorunu çöz-me CHP’nin yerel yöneticilerine düşüyor. CHP’yi yerel iktidar yapmaya niyetleri varsa; yarından tezi yok sivil toplum kuru-luşları olan sendikalar, esnaf odaları, çiftçi temsilcileri, yerel dernek yöneticileri, önceki belediye başkanları, önceki belediye meclis üyeleri, yerel basın, kanaat önderleri, hal-kın ileri gelenlerini toplantıya çağırmalılar. Ortak çözüm yolu arayışları, ileriye yönelik konsensüs çalışmaları ile yol haritasını belir-lemelidirler. Geçmişe yönelik hesabı unutup, geleceğe yön verme hesabını yapmalılar. Aksi takdirde yarın çok geç olabilir.

Page 24: Sercesme Dergisi, Sayi 42, Haziran 2008

24 Sayı 42

SERÇEÞME

YILLARINI Türkiye’deki diğer sorunla-rın hiç birine değinmeden sadece daya-

nışma adı çerçevesinde “Türban” sorununun çözümüne odaklayan kadın dernekleri, kadın örgütleri, kadın yazar, çizerler, daha kısacası zaten “kadının adı”nın olmadığı ülkemizde, sadece bu konuyla ilgili hizmeti yerine getiren-ler umarım görmüşlerdir ve görevlerini yerine getirmenin mutluluğunu konuşmayı izledikten sonrada yaşamışlardır. Başbakan’ın bütün ne-ferlerinin hazır bulunduğu kadın toplantısında “Türkiye’de kadının tek sorunu olan türban sorununun çözülmüş olması” nedeniyle, artık kadını konuşmanın hiçbir anlamı kalmamıştır.

Ellerinde birer bayrak haline getirdikleri türbanlarını sallayan kadınlar, kazandıkları zaferin farkındalar. Ve binlerce kez kutluyo-rum bu kadınları. Dünyada, gelişmiş ülkelerde dahi henüz çözümlenemedik sorunlar durma-sına rağmen Türkiye sorunlarını çözdü. Bağla bezi başına, özgürsün!

Nerede diye sormayın, yanıtları hazır: Mut-fakta! Acaba nasıl tencere kaynatacaksın bu koşullarda? O zaman yatak odasında! Acaba hangi saatte gelirse gelsin, ne zaman isterse istesin, nasıl isterse istesin, kaç çocuk isterse istesin mecbursun hizmet sunmaya. O zaman sokaklarda! Acaba yürüyün bakalım sizleri türbanınız koruyacak mı erkek saldırılarından, tacizden, tecavüzden, parayla satılmaktan, on beşinde verilmekten kırk yaşındakine. İşyerin-de ensenizde hissetmekten erkek nefesini ba-kalım koruyacak mı türbanınız.

Ama AKP’nin toplantısına katılan kadınla-ra değil benim söyleyeceklerim. Onların büyük bir bölümü zaten kabullenmiş ikinci cins olma-yı; evin içinde yaşam sürdürmeyi. Mersin’de bir koyda kendisi Tisan Sitesi’nin bikinili ka-dınlarını uzanmış seyrederken, eşlerini ken-dilerinin yarattığı sadece kadınların gittiği bir başka koya bırakıp, adeta pamuk işçileri gibi, fındık toplayıcıları gibi akşam belli saatte alıp eve götüren, ertesi gün yine kendi bir koya, eşi diğer koya giden egemen erkek toplumuyla il-gili sorunlarımız çözüldü türbanla, ellerinize sağlık!

Yazar-çizerler, özgürlüğü kadının türba-nına bağlayanlar, Duygu Asena–saygıyla an-dığım kadın mücadelesinin ilk yazarı çizeri ve emek vereni-keşke bu günleri görseydi ne mutlu olurdu. Artık “kadının adı” var, türbanla çözümledik sorunlarımızı, artık evlatlarımız öldürülmüyor, işsizlik yok, dayak yiyen kadın-lar başlarını bağlayınca dayak atmıyor eşleri. Saygı, sevgi, değer, sonsuz bu kumaşa eğer başındaki kumaş ipek olursa belki bu saydık-larımda azalma-artma olabilir.

Şimdi modacılar kokulu türbanlar çıkar-mışlar. Elbette haklı olarak kadını bu denli öz-gürleştiren türban da ödüllendiriliyor. İngilte-re Kraliçesi’nin ziyareti sırasında Hayrünnisa Gül’ün kıyafeti modacıların bazıları tarafından beğeni ile karşılanmış el insaf bu söyledikleri-nizde samimiyseniz siz modacı, siz yenilikçi olamazsınız moda zaman zaman nostaljide yaşatmaktır, ancak o kıyafetlerin hangisi size böylesine bir nostalji yaşattı? Uyum mu? Vücut ölçülerini kapatıp hataları göstermeden bizle-re yansıyan fotoğraf mı? O renk bütünlüğü mü? Takıların tamamlayıcılığı mı? Ama onlar modacıymış ve beğendiler, anlaşılabilir bir ta-vırdır işe ticari yaklaşmak, ama bunu, bu yak-

laşımı topluma doğru diye sunmak bu ülkeyi bilmemektir ve anlayamamaktır.

Modacıların dikkatini Anadolu’ya çekmek isterim. Doğanın tüm renklerini üzerinde taşı-yan Anadolu kadını pazen entarisinde, basma donunda, kızını evlendirirken sıraladığı çeyiz-lerinde, yazmasının oyasında, poşisinin renk-lerinde, peştamalının çizgilerinde bulsun. Altı üstü ayrı, ne yansıttığı belli olmayan ve ülkeyi temsil edenlerde değil.

Biliyoruz, ne yazık ki bu iktidar değişirse ötekine de elbette ayak uydururlar bu moda-cılar hemen. Moda yeniliktir, estetiktir, aykı-rılıktır, bir kültürü ve kimliği de yansıtabilir, ancak böyle başı sonu belirsiz göz kirliliğine neden olanı desteklemek herhalde değildir.

Ben modamı kendimce yaratırım hep. Alı, moru, yeşili hiçbir rengi yasaklamadan gülü, papatyayı, menekşeyi de alırım giysilerimin desenleri içine gözyaşı da vardır mutlulukta anlaşılır. Elbette bana anlatmak zorunda de-ğilsiniz, ikna etmek zorunda da hiç değilsiniz, ama bundan sonrada ben sizi modacı ne diyor, toplum bu sene neler giyecek diye söyledikle-rinizi asla önemsemeyeceğim ve ciddiye alma-yacağım. Siz demek ki iktidar modacısınız.

Gelelim 25 Mayıs Kadın Toplantı’sına: Ka-dın lar doldurmuştu salonu, bunu inkâr ede-mem. Hem de demin bahsettiğim gibi portakal kokulu ipek türbanlılar. Türkiye’de son bir haf-tada konuşulanları dinlediler daha erkeksi, (bu ne demek diye düşünebilirsiniz) kadının sıcak uzlaşmacı, sevgi dolu dili yerine ve doğurgan-lığından kaynaklı kucaklayıcı tutumunun yan-sıması gerekirken. Başbakan bağırdı, yumruk sıktı, hırçınlaştı ve o günkü toplantıdan her zaman ki gibi dinleyen kadınlar ve ders veren erkek fotoğrafı kaldı, ne yazık ki, aklımda.

Ama demiştim ya zaten, türbanla kadın so-runu çözülmüştü, konuşmaya ne gerek?

Artık Türkiye’de Kadının Adı VarEmel Sungur, 26 Mayıs 2008

LÜTFİ KALELİ İslam’da Kadınlar

Alev Yayınları 0212.519 56 35

AlevilerSerdal Keskin

Lise Öğrencisi, Bozdoğan, Aydın

Yüzyıllardan beri katliamlara uğrayan çeşit li etnik bölücülerle karşılaşan toplumdur, Ale-viler. İnançlarında samimi oldukları için kim-liklerini asırlardır acı çeke çeke koruyabildiler. Fakat buna karşı “incinsen de incitme” anlayı-şından vazgeçmediler, tarihin kanlı hesabını sorarken sadece kendi dizlerine vurdular.

Tanrıya ulaşmanın insanı sevmek oldu-ğundan vazgeçmediler. Onlara göre tanrı insanın kalbindedir. Kadın-erkek ayrılmaz Kadın önemli bir candır aleviler için. Aleviler ırkçılığa karşıdır. Kendilerine ırkçı politikalar uygulansa da, ikinci vatandaş konumuna düş-seler de, bu ülkenin azınlığı olarak görünseler de asla Atatürk’ten ve devrim yasalarından vazgeçmediler.

Aleviler için Arap etkisi taşıyan namaz değil, Cem ayini vardır. Diğer mezheplerdeki gibi ibadette kadın erkek ayrı değildir. İba-detleri insan, insan sevgisi ve saygısı üzerine odaklıdır.

Aleviler tanrının yarattığı her canı sevdi-ler. “72 millete aynı can gözüyle bakmak” iba resinden asla vazgeçmediler. Çünkü insan tanrının benzeri ve yansımasıdır.

Aleviler eşitlikten, yiğitlikten, barıştan ve laiklikten asla taviz vermediler. Hep sömürül-me faaliyetleri içinde gösterildiler, fakat ken-dileri sömürüldüler. Siyasi partilerin oy avcı-lığı yapmak için seçim zamanlarında hatırla-dıkları Aleviler dürüstlükten vazgeçmediler. Her zaman laik Türkiye Cumhuriyeti’nden yana oldular. Bundan asla taviz vermediler.

Bu ülkenin yüz akıdır, aydındır, iyi vatan-daştır, yiğit insanlardır. Kadını hor görmezler, ikinci sınıf vatandaş olarak görüp, kapı ardına hapsetmezler. Mal olarak görmezler.

Aleviler, “El, dil, bel sağlamlığı” isterler. Çağdaş dünyanın kabul etmediği, akıl dışı hu-rafelere, batıl inançlara ve abuk-sabuk cisim-lere kanmazlar.

Aleviler kökten dinciliğe ve Sünni şeriatı-na karşıdırlar. Böyle bir dinci-şeriat eksenli devlete karşıdırlar. Eşitlikten yanadırlar. Din ayrımı yapmazlar. Hep kardeşlik naralarıyla yollarına devam ederler.

Aleviler birçok asimilasyon politikalarına maruz kaldılar. Her gelen iktidar tarafından unutuldular. Her zaman ateist olarak görüldü-ler. “Mum söndü”, “cinsel ilişkiden sonra te-mizlenmemek” gibi birçok asimilasyon yalan la-rına karşı dimdik ayakta durdular. Ama kendi inançlarından, ibadetlerinden ve Alevi-Bekta-şi felsefesinden vazgeçmediler. İnançlarından ve felsefelerinden koparılmak için köylerine, mahallelerine cami yaptırdılar, imam atadılar. Ama buna rağmen Anadolu’dan Alevi varlığı-nı ve inancını atamayacaklar.

Aleviler iktidara yalakalık etmezler. Cem evlerine yasal statü getirilmesini, zorunlu din derslerinin kaldırılmasını ve Alevilerin her yerde eşit sayılmasını istediler. Bu isteklere, asimilasyon ve sildirme politikalarına karşı hep beraber: “Gelin Canlar Bir Olalım, İri Olalım, Diri Olalım” dediler.

Türkiye’de Alevilerin gerçek sesi olan yo-lunda ilerleyen dergimiz Serçeşme’ye sahip çıkalım. Unutmayalım ki bilgi güçtür ve Ale-vilerin kurtuluşu bilginin peşi sıra koşmakla olacaktır.

Page 25: Sercesme Dergisi, Sayi 42, Haziran 2008

Haziran 2008 25

SERÇEÞME

Avcılar, Bakırköy ve Beşiktaş Belediyelerinin desteklediği; şair-yazar Ataol Behramoğlu’nun Danışma Kurulu’nda yer aldığı; Fatih Kork-maz, Leyla Ünver ile Mahmut Karakaya’nın derlemelerini yaptığı; Lütfi Kaleli’nin drama-turg olduğu ve Aytekin Özen’in yazıp yönettiği “Susmayan Nefes Pir Sultan Abdal” adlı iki perdelik müzikli oyunun galası, seçkin konuk-ların katılımıyla yapıldı. Nisan 2008’de perde-lerini açan Anadolu Meydan Sahnesi; Akatlar Kültür Merkezi Beşiktaş, Barış Manço Kültür Merkezi Avcılar ve Yunus Emre Kültür Merke-zi Bakırköy’de izleyen dostlarıyla buluştu…

Bir Halk Destanı olarak kurgulanan bu ti-yatro oyunu, 1500’lü yıllardan günümüze uza-yan baskı ve sömürü politikasını; halkın ma-lını “babalar gibi satmak” anlayışını; açlığını haykıran ve haksızlığa başkaldıran insanlara “al ananı da git lan!” diye azarlayan despot mantığını eleştiriyor…

1500’lü yıllarda başkaldırının şairi olarak ortaya çıkan ve inandığı yoldan dönmediği için idam sehpasında can veren halk önderi Pir Sul-tan Abdal kimdir diye sorarsak, şu bilgilerle karşılaşıyoruz:

Öner Yağcı, “Pir Sultan” adlı yapıtında Pir Sultan Abdal’ı özetle şöyle tanımlıyor:

“16. yüzyılda yaşamış olan Pir Sultan Ab-dal, şiirleriyle ve yaşamıyla Osmanlı toplu-munun aynasıdır. Halkın yaşama biçimine, yönetenlerin halka karşı davranışlarına tutulan bir halk aynasıdır. Aynı zamanda bir geleneğin kurucusu olarak da Anadolu halkının tarihini bugünlere aktaran büyük sanatçılarımızdan birisidir…”

Asım Bezirci, Pir Sultan Abdal’ın çokluğu-na “Pir Sultan” adlı yapıtında şöyle değiniyor:

“Doğrusunu söyleyeyim, şimdiye değin bir tek Pir Sultan Abdal olduğunu biliyordum; o da Hızır Paşa’nın astırdığı halk şairi... Me-ğerse aynı adı taşıyan altı şair daha varmış! Pir Sultan üzerine çalışmaya başlayınca öğ-ren dim bunu. İbrahim Aslanoğlu’nun Pir Sul tan Abdallar adlı kitabında açıkladığına göre, bu şairler bugüne dek bir tek kişi ola-rak görülmüşler! Nitekim Sadettin Nüzhet, Pertev Naili Boratav, Abdulbaki Gölpınar-

lı, Ali Balım, Cevdet Kudret, Selami Mü-nir Yurdatap, Cahit Öztelli, Memet Fuat, Ahmet Köklügiller ve diğer araştırmacılar/incelemeciler, adları ve yaşamları gibi on-ların ürünlerini de birbirine karıştırmışlar. Oysa yaşamları, kişilikleri ve şiirleri kadar çağları da değişik şairlermiş bunlar. Onları tek bir şair gibi görmek bir takım tutarsız-lıklara yol açıyor. Buna karşın Sabahattin Eyüboğlu ve İlhan Başgöz ile Mehmet Bay-rak ve Atilla Özkırımlı gibi onları pamuk ipliğiyle birbirine tutturup ‘Pir Sultan gele-neği’ şemsiyesi altında toplamaya çalışmak da sözü geçen tutarsızlıkları gidermeye yetmiyor...”

Pir Sultan, şiirlerinde ‘Pir Sultan Abdal’ değil, ‘Pir Sultan’ tapşırmasını (mahlasını)

kul lanıyor. Üstelik yalnızca hemşehrileri Âşık Veysel ile Âşık Ali İzzet değil, bir takım halk ozanları da aynı adla anıyorlar onu. Örneğin, çoğunlukla kızı Senem’e, kimilerince de oğlu Pir Mehmet’e, ya da Senem’in kızı Elif’e mal edilen bir ağıtta, adı ‘Pir Sultan’ olarak geçi-yor:

Pir Sultan kızıyım ben de Banaz’daKanlı yaş akıttım baharda yazdaDedemi astılar kanlı Sivas’taDarağacı ağlar Pir Sultan diye...

Bu dizelerden, Pir Sultan’ın Banazlı olduğu ve Sivas’ta asıldığı anlaşılıyor. Ünlü halk ozan-larımız ile Pir Sultan’ın soyundan geldiğini söyleyen çağımız şairlerinden Banazlı Mustafa Şimşek ile Âşık Nuri de ve ünlü ünsüz diğer ozanlar da ondan ‘Pir Sultan’ olarak söz edi-yorlar:

Ali ile gezer idin sırlardaHatem ile balkıyordun nurlardaSenin gibi hiç yoktu illerdeArzuladım geldim Pir Sultan diye. (Mustafa Şimşek)

Banazlı Nuri de Mevlâ’nın kuluHıdır’ın dertleri sinemde doluKölelerin olam Yenihan yoluSöyle Pir Sultan’ım nerde bulunur? (Âşık Nuri)

Niyaz kılın Pir Sultan pirimeHer kul dayanır mı böyle zulümeZayıf Yusuf melhem etsin yaramaGöremedim pirimi dertliyim dertli. (Kul Himmet)

Kalender yok bu sözümün hatasıBeş harftendir âşıkların futasıÜç âşıktır cümle âşık atası Hatayi, Kul Himmet, Pir Sultan geldi. (Kalender Abdal)

Sefi l Kerem arzulayıp gelirse Sultan Hatayi’den destur alırsaKoca Pir Sultan’ı her kim görürseMuharrem gününde, Aşur ayında. (Âşık Kerem)

Susmayan Nefes Pir Sultan AbdalLütfi Kaleli

30 Nisan Çarşamba günü saat 20 30 da

Yunus Emre Kültür Merkezi salonunda galası yapılan

“Susmayan Nefes Pir Sultan Abdal” oyununa destek veren

Bakırköy Belediyesi Başkanı Ateş Ünal Erzen’e plaketini eski bakan ve milletvekili

Ercan Karakaş verdi. Danışma kurulu üyesi

ve dramaturg olarak katkı sunan Lütfi Kaleli’ye de plaketini

eski İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı ve eski milletvekili

Nurettin Sözen verdi. Oyun sonunda izleyenlere

sahneyi paylaşan tüm oyuncular 93 Sivas can kırımında

şehit olan canların anısına kırmızı karanfi ller attılar.

(Devamı 26. Sayfada)

Page 26: Sercesme Dergisi, Sayi 42, Haziran 2008

26 Sayı 42

SERÇEÞME

Yardan mı ayrıldın, nedir fi rkatin?Çık Yıldız Dağı’na bir semah tutunOrda Pir Sultan var ervah-ı zatınO seni geçirir coşkun sellerde. (Âşık Veli)

Pir Sultan Abdal’ın doğum ve ölüm tarihle-ri hakkında kesinlik yoktur. Araştırmacı İsmail Kaygusuz, Şubat 2005’te yayınladığı “Anadolu Bilgeleri” adlı yapıtında tanınmış araştırmacı-ların ortak görüşünden yola çıkarak üç olasılık sunuyor:

“Birinci olasılığa göre Pir Sultan, II. Bayezit’in 1483–1512, Yavuz Sultan Selim’in 1512–1520 ve Kanuni Sultan Süleyman’ın 1520–1566 yıllarını kapsayan padişahlık dönemlerinde yaşamış ve bu dö-nemin kırımlarına başkaldırdığı için müridi olan ihanetçi Hızır Paşa tarafından asılmış-tır. İkinci olasılık, Aziz Mahmut Hüdai’nin, I. Ahmet’e yazdığı mektupta adı geçen Hı-zır Paşa tarafından Pir Sultan’ın 1603–1608 yılları arasında astırıldığıdır. Üçüncü ola-sılık, son zamanlarda en çok kabul görmüş olan ve ilk kez araştırmacı İlhan Başgöz’ün, Sabahattin Eyuboğlu’nun ‘Pir Sultan Ab-dal’ derlemesine yazdığı önsözde ortaya attığı, Pir Sultan Abdal, 1577-1578’de elli bin kişiyi toplayarak Osmanlı’ya büyük bir başkaldırı hazırlıklarına girişen ve yöneti-mi dehşete düşüren ‘Düzmece Şah İsmail’ hareketiyle doğrudan ilişkisi yüzünden, 1588–1590 yılları arasında Sivas’ta valilik yapmış olan Hızır Paşa tarafından asılmış olabileceği savıdır... Bize göre Pir Sultan, 1475–80 yılları arasında doğmuş, 1547–1550 yılları arasında da asılmıştır. (s. 281.)

Mehmet Fuat, Ekim 1999’da yayınladığı “Pir Sultan Abdal” adlı yapıtında şunları söy-lüyor:

“Pir Sultan Abdal’ın yaşamı üzerine yazılı kaynaklarda pek bilgi yoktur. Doğum ve ölüm tarihleri bilinmiyor. Uzmanlar, yaz-malarda gördüklerini ya da ağızdan ağıza sürüp gelen Pir Sultan şiirlerinden hangi-lerinin gerçekten onun olduğunu, hangile-rinin onun adına başkalarınca söylendiğini anlamakta güçlük çekiyor, çaresiz kalıyor-lar.” (s. 7, 36.)

Azra Erhat, 1983’te yayınladığı “Pir Sultan Abdal” adlı yapıtında diyor ki: “Darağacına giden bir adam o an şiir söyleyemez; şiir dü-şünmüş ve söylemiş olsa bile, kim onun ağzın-dan bu dizeleri almış da aktarmış olabilir ki?..” (s. 8.)

Ali Yıldırım, Temmuz 1998’de yayınladı-ğı “Yaşayan Pir Sultan Abdal” adlı yapıtında; “Pir Sultan geleneğinde, Pir Sultan Abdallar, halkın türlü-türlü ozanları onun kimliğine, ki-şiliğine bürünür, Pir Sultan Abdal adında erir-ler...” diyor.

İbrahim Aslanoğlu, 2000’de üçüncü bası-mı yapılan “Pir Sultan Abdallar” adlı yapıtın-da, birden çok Pir Sultan olduğunu belirtip şu mahlasları kullananları sıralıyor: “Pir Sultan Haydar, Pir Sultan Abdal, Divriğili Pir Sultan Abdal, Abdal Pir Sultan ve Pir Sultan.”

En çarpıcı saptamayı da Erdoğan Çınar, Ni-san 2007’de yayınladığı “Kayıp Bir Alevi Efsa-nesi” adlı yapıtında şöyle yapıyor:

“Tunceli-Pülümür ile Erzincan-Tercan ara-sında uzanan yüksek plato milattan sonra ilk yüzyıllarda Mananalis olarak adlandı-rıldı. Silvanus, yedinci yüzyıl başlarında Ortodoks Kilisesi tarafından sapkınlığın önemli merkezlerinden sayılan bu böl-genin küçük bir köyünde dünyaya geldi. Silvanus’un yaşamı dervişlik yıllarında Elazığ-Palu’da devrin en ünlü mürşidi Dra-conus ile tanışmasından sonra büyük deği-şikliğe uğradı... Ezilen halkı ezen Bizans İmparatoru 4. Kostantinos’a karşı ayaklan-dırdı. İmpa rator Kostantinos, geniş yetkiler vererek Symeon adında bir valiyi Sivas’a gönderdi. Vali, hiç zaman geçirmeden ya-kalattığı Pir Silvanus’u, Sivas Kelesi zinda-nına koydu. Sonra da kent meydanında taş-lanmasına emir verdi. Pir Silvanus, bir za-manlar Justus adında bir çocuğu dergâhına almış, onu özenle yetiştirmiş, ‘yol oğlu’ ve sırdaşı yapmıştı. İşte bu Justus, büyük bir ihanetle çakmaktaşı gibi sert ve keskin bir taşı yerden kaldırdı ve hırsla Pirine fırlattı. Taş Pirin başına değdi. Pirin başı al kanlara bulandı. Pirin müritleri, sinsi bir depremin yıktığı koca kayaların altında nefessiz kal-mış gibi çaresizliğe düştüler. Ve ihanetçi Justus’tan cesaret alıp askerlerle beraber Pirlerini taş yağmuruna tuttular. Pir, bu iha-netle 680 yılında öldürülmüş oldu.” (s. 150-159)

İşte bu Pir Silvanus, tarihi süreçte ad deği-şik liğine uğrayarak önce Pir Silvan, 800 yıl sonra da Pir Sultan olarak ortaya çıktı. Bu tarihi bilgileri sunmakla kendisine tepki vere-ceklerin olabileceğini söyleyen Erdoğan Çınar, uygarlıklar coğrafyası olan Anadolu’da değişik adlarla yaşayan birçok toplulukların olduğunu, daha sonra göçler yoluyla buraya gelen halk-ların bu topluluklarla kaynaştığını, evlilikler yoluyla kan bağlarının bulunduğunu belgelerle kanıtlamaya çalışıyor ve şu örneği veriyor:

“1996 yılıydı. Burdur’a bağlı Ağlasun İlçe-sinin 19 km. kuzeyinde yer alan Ağlasun Dağı’nın yamaçlarında 1500 metre yüksek-likte kurulu antik Sağalassos kentinde ya-pılan kazıda üç bin yaşında bir insan iskele-ti bulundu... Kazı ekibinin başında bulunan Belçikalı Prof. Dr. Mare Waelkens, kentin agorasında (çarşı) yıkılmış bir sütunun al-tından çıkarılan iskeletten aldığı kemik parçaları ile kazı ekibinde çalışan Ağlasun-lu işçilerden aldığı saç örneklerini DNA testi için Belçika’ya gönderdi... Belçika’nın bir üniversitesinde yapılan iskelet ve saç teli analizleri sonucunda antik Sağalassos kentinde bulunan üç bin yaşındaki iskelet ile kazıda çalışan işçilerin akraba oldukları anlaşıldı... Sağalassos’ta ilk yerleşimin gü-nümüzden sekiz bin yıl önce başladığı tah-min ediliyor...” (s. 200.)

1200’lü yıllara gelindiğinde Anadolu’da İslamlaştırma ve Türkleştirme hareketi boyut-lanıyor. 1299’da Osmanlı Devleti’ni kuran Os-man Bey, kendisine suikast düzenleyen Bizans-lı Yarhisar Tekfurunu öldürüp, kızı Holofi ra’yı oğlu Orhan Gazi’ye eş olarak alıyor ve adını Nilüfer olarak değiştiriyor. Orhan Gazi’den olan çocuklar melez olarak dünyaya geliyorlar. Bundan sonra tüm evlilikler yabancılarla yapı-lıyor, Saray’a dönme devşirme sadrazamlar ve paşalar alınarak devlet yönetiliyor. Salt değişik

ırklardan küçücük çocuklar alınarak Yeniçeri Ocağı’nda eğitilip asker olarak savaşlarda kul-lanılıyorlar... Bu kaynaşma 700 yıllık tarihi gerçek olarak önümüzde duruyor...

İşte Sivas’ta ortaya çıkan Pir Sultan, diyar-dan diyara dolaştı, dilden dile çoğaldı, yü-rekten yüreğe yerleşti, gönüllere taht kurarak ezilen mazlum halkın yanında yer alıp, ezen zalimlere karşı başkaldıran bir halk karamanı olarak ezilenleri, 1500’lü yıllarda birlik olma-ya şu dizeleriyle çağırdı:

Gelin canlar bir olalım Zalime karşı duralım Mazlumun öcün alalım Tevekkeltü teallallah

Böylesine bilinmezlikten bilinirliğe ulaşan Pir Sultan Abdal efsanesini yaşatan halkımı-za saygı duyarak biz de eldeki bilgiler ışığında tiyatro oyununda sergilenen gerçekleri özetle-mek istiyoruz:

Döneminin tüm baskılarına, kırımlarına ve haksızlıklarına karşı dik duran ve başını hiçbir zaman eğmeyen Pir Sultan Abdal, bir zamanlar kendisine mürit olan, ancak dünya nimetlerine kapılıp padişaha köle olarak Sivas valiliğine atanan Hızır Paşa karşısında inancından hiç dönmedi:

Yürü bre Hızır Paşa Senin de çarkın kırılır Güvendiğin Padişahın O da bir gün yıkılır!

Diyerek kükredi ve hakkında ölüm fetvası çıkaran ulema ile ferman yazan kadılara dire-nerek onlara da şöyle seslendi:

Koyun beni Hakk aşkına yanayım Dönen dönsün, ben dönmezem yolumdan Yolumdan dönüp mahrum mu kalayım Dönen dönsün, ben dönmezem yolumdan.

Kadılar müftüler fetva yazarsa İşte kement, işte boynum asarsa İşte hançer, işte kellem keserse Dönen dönsün, ben dönmezem yolumdan

Pir Sultan’ım arşa çıkar ünümüz O da bizim ulumuzdur, pirimiz Hakk’a teslim olsun garip canımız Dönen dönsün, ben dönmezem yolumdan

Pir Sultan Abdal’ın direncini kırmak için zindana attılar, türlü işkenceden geçirttiler. Ama onu hiç yıldıramadılar... Çünkü onun inancı, ezilen yoksulun hakkını savunan ulu Şah’ından geliyordu. Ondaki Şah sevgisini hiç kimse ve hiçbir işkence yok edemezdi... Onun yaşamı Şah sevgisine balıydı. Şah’sız nefes alması olası değildi... Padişah da işte buna kı-zıyor; “Benim hüküm sürdüğüm topraklarda benden üstün kimse olamaz!” diyor ve Pir Sul-tan Abdal’ın Şah sevgisini İran Şahı’na yönelik bir sevgi olarak algılayıp tüm kiniyle öfkesini kusuyordu...

Oysa Pir Sultan Abdal’ın Şah sevgisi, İran Şahı’ndan değil, Tanrı’nın aslanı, zalimlerin düşmanı, mazlumların serdarı, uluların ulusu Ali’den ve Ali ile bütünleşen Tanrı’dan geli-yordu. Tüm deyişlerinde Ali ile Tanrı birlikte-liğini simgeleyen bu Şahı dillendiriyor ve onda kendisini buluyordu:

Pir Sultanım şu dünyada Dolu geldim, dolu benim Bilmeyenler bilsin beni Ben Ali’yim, Ali benim

(Baştarafı 25. Sayfada)

Susmayan NefesPir Sultan Abdal

Page 27: Sercesme Dergisi, Sayi 42, Haziran 2008

Haziran 2008 27

SERÇEÞME

Ali’yi sevip, yolunu sürdürenler de Cem tö-renlerinde; “Hak la-ilahe illallah, illallah Şah illallah. Ali mürşit güzel Şah, eyvallah Şahım eyvallah!” diyerek tapınmalarını yapıyorlar-dı...

Hızır Paşa, zindanda ziyaret ettiği Pir Sultan Abdal’ı inadından caydırmak için, “Şu Şah’tan vazgeçiniz Pirim. Bugüne dek o Şah’tan ne yarar gördünüz ki bunca tutkun-sunuz ona? Bırakınız onu, bizleri üzmeyiniz!” dedi. Pir Sultan, öfkelendi ve olanca sesiyle gürleyip şöyle haykırdı:

Padişah katlime ferman dilese Yine geçmem âlâ gözlü Şah’ımdan Cellâtlar karşımda satır bilese Yine geçmen âlâ gözlü Şah’ımdan

On yedi yerimden açsalar yara Cerrahlar derdime kılsalar çare Kemendi bent ile çekseler dâra Yine geçmem âlâ gözlü Şah’ımdan

Ahiri katlime ferman yazsalar Çıksam teneşire tabut düzseler Kefenim biçilse, mezar kazsalar Yine geçmem âlâ gözlü Şah’ımdan

Hızır Paşa bu kez de, “Bize içinde Şah sözü geçmeyen üç şiir yazarsanız sizin canınızı ba-ğışlarım Pirim!” diyordu. Pir Sultan sevdiği Şahı’ndan hiç vazgeçer miydi? Hızır Paşa ne sanıyordu kendini? Kendisi gibi dönek miydi ki Şahı’na ihanet etsin? Şunları söyledi hemen:

Hızır Paşa bizi berdar etmeden Açılın kapılar Şah’a gidelim Siyaset günleri gelip çatmadan Açılın kapılar Şah’a gidelim

Çıkar da bakarım yolun başına İşi olan hep gidiyor işine Bir ben mi düşmüşüm can telaşına Açılın kapılar Şah’a gidelim

Pir Sultan Abdal’ım mürvetli Şah’ım Yaram baş verdi sızlar ciğergâhım Arşa direk olmuştur benim ahım Açılın kapılar Şah’a gidelim

* * *

Kul olayım kalem tutan ellere Kâtip arzuhalim yaz Şah’a böyle Şekerler ezeyim şirin dillere Kâtip arzuhalim yaz Şah’a böyle

Münafığın her dediği oluyor Gül benzimiz sararıp da soluyor Gidi münkir şad olup da gülüyor Kâtip arzuhalim yaz Şah’a böyle

Pir Sultan Abdal’ım ey Hızır Paşa Gör ki neler gelir sağ olan başa Hasret koydun bizi kavim kardeşe Kâtip arzuhalim yaz Şah’a böyle

* * *Karşıda görünen ne güzel yayla Bir dem süremedim giderim böyle Ala gözlü Pirim sen himmet eyle Ben de bu yayladan Şah’a giderim

Bir bölük turnaya sökün dediler Yürekteki derdi dökün dediler Yayladan ötesi yakın dediler Ben de bu yayladan Şah’a giderim

Dost elinden dolu içmiş deliyim Üstü kan köpüklü meşe seliyim Ben bir yol oğluyum yol sefi liyim Ben de bu yayladan Şah’a giderim

Pir Sultan Abdal’ım dünya durulmaz Gitti giden ömür geri verilmez Gözlerim de Şah yolundan ayrılmaz Ben de bu yayladan Şah’a giderim

Bu sözler karşısında Hızır Paşa çılgına dön-dü. Bunca sabır göstermesine ve onu asmamak için türlü yollar denemesine karşın O, hiçbirine itibar etmedi, inadım inat dercesine hep bildi-ğini okudu. Artık yeterdi, sabrın da bir sınırı vardı. Büyük bir kinle emrindekilere buyruk verdi hemen:

“Tez davranın, dağı taşı dolanıp yarın kent merkezinde Pir Sultan Abdal’ın asılacağı-nı herkese haber verin!.. Gelmeyenlerin de asılacaklarını söyleyin!..”

Emir alan uşaklar hiç zaman geçirmeden her yana dağılıp çığırtkanlık yaptılar. Yarın mey dana gelmeyenlerin de asılacaklarını duyur-dular. Kent merkezine darağacı kurdular.

Zalimin korkusundan sindirilmiş olan halk, sabahın köründe yola koyulup kente akın etti-ler. Pir Sultan Abdal’ı sevenler de sevmeyenler de yığıldılar kent merkezine...

Öğlene doğru zindandan çıkartılan Pir Sul-tan Abdal’ı, işkenceden perişan edilmiş halde meydana getirdiler. Ama O, her zamanki yiğit-liğiyle zalimlerin karşısında dik durmasını bi-liyor ve onları sevindirecek en ufak bir zayıfl ık sergilemiyordu...

Hızır Paşa, tüm öfkesiyle onu aşağılıyor ve toplanan halka, Pir Sultan Abdal’ı taşlamalarını emrediyordu. Halkın arasında dolaşan askerler herkesi denetliyordu. Düşman olanlar kıyasıya taşlıyor, düşman olmayanlar, ellerindeki taşları atıyormuş gibi yapıp Pir Sultan Abdal’ın sağına soluna düşürüyorlardı... Taş yağmuru altında kalan Pir Sultan, bedenine değen hiçbir taşın acısını duymuyordu. Hızır Paşa ve yanındaki kadılar, gördükleri karşısında şaşırıp kaldılar. Nasıl olur da bunca taş yağmuru altında kalan Pir Sultan devrilmez, ayakta dik durabilirdi? İnanılacak gibi değildi. Sanki atılan o taşlar taş değil, birer pamuk yumağıydı!..

Taşlayanlar arasında Pir Sultan Abdal’ın mu sahibi, yol kardeşi, can yoldaşı, ahretliği Ali Baba da vardı. O, musahibini incitmemek için taş yerine bir gül atıverdi. İşte o an, tüm taş lardan incinmeyen Pir Sultan, atılan bu kır-mızı küçük gülden incindi. Bu gül, yüreğine saplanmış bir ok gibi acı verdi. Gülün geldiği yöne başını çevirip baktığında musahibi Ali Baba’yı gördü, göz göze geldiler. Sanki 800 yıl önce Pir Silvanus’a taş atarak ihanet eden “yol oğlu” Justus gibi duruyordu Ali Baba. Ancak Ali Baba, Justus gibi taş değil, gül atıyordu. Ne fark ederdi? Taşlamak için elini kaldırdık-tan sonra ha taş atmıştı, ha da gül! İnanılır gibi

değildi... Üstelik Ali Baba, atmaya hazır bir gül daha tutuyordu elinde...

Gördükleri karşısında gözleri yaşaran Pir Sultan, direncini yitirdi, sessizce yere yıkılıp dedi ki:

Şu kanlı zalimin ettiği işler Garip bülbül gibi zar eyler beni Yağmur gibi başıma yağar taşlar Dostun bir fi skesi yaralar beni

Dar günümde dost düşmanım belli oldu On derdim vardı şimdi elli oldu Ecel fermanım boynuma telli oldu Gerek asalar, gerek vuralar beni

Pir Sultan Abdal’ım can göğe ağmaz Hak’tan emir olmazsa rahmet yağmaz Şu ellerin taşı hiç beni yakmaz İlle dostun gülü yaralar beni

Pir Sultan Abdal’ın sözleri Ali Baba’yı de-rinden yaraladı, yaptığından bin pişman oldu. Ama olan olmuştu... Yüreği alev-alev yanan Ali Baba, birden “Haydar, hey koca Hay daaaar!” diye bağırarak koşup yerde yatan Pir Sultan’a sarıldı, “Bağışla beni Pirim, bağışla!” diyerek yalvardı. Ne var ki Pir Sultan onu hiç duymadı. Tüm sevenlerini acı içinde bırakıp çok sevdiği Şahı’na kavuştu...

Pir Sultan Abdal’ı sevenler, 1976 yılında Banaz Köyü Pir Sultan Abdal Turizm ve Tanıt-ma Derneği’ni kurdular. 1978’de sekiz metre boyunda görkemli bir Pir Sultan Abdal heyke-lini köylerine diktiler. 1989 yılında başlattıkla-rı Pir Sultan Abdal’ı Anma etkinlikleriyle onu yaşatmaya çalıştılar.

Ne var ki 2 Temmuz 1993 günü Sivas’ta dü-zenledikleri etkinliği hazmedemeyen yobazlar, onun merkeze dikilen anıtını yıktılar, gözlerini tornavidayla oydular ve 35 sevenini de Madı-mak Oteli’nde yaktılar...

1976 yılında Banaz Köyü Pir Sultan Abdal

Turizm ve Tanıtma Derneği kuruldu. 1978’de Pir Sultan Abdal

heykelini köye dikildi. 1989 yılında başlayarak

Pir Sultan Abdal’ı Anma Etkinlikleriyle

onu yaşatmaya çalıştılar

Page 28: Sercesme Dergisi, Sayi 42, Haziran 2008

28 Sayı 42

SERÇEÞME

ÇAĞIMIZDA kültürel, inançsal ve felsefî konularda ana kökenlere çok yönlü ve

derinlemesine inmemek, sadece bir yönde ça-lakalem özellikle de siyasal düzlem ve ortam da kalarak yazı yazmak bence bir tür düşün-sel kuruluk olup, giderek konunun düşünce ve inanç yapılarını çölleştirerek zayıfl atıp çö-kertir. Bu açıdan konu ve olgulara gözlemsel nitelikle baktığımızda, değişik perspektifl erle karşılaşabiliriz. Örneğin Anadolu Alevilerinin her nedense sürekli kendilerine bir kimlik ve konu arayışı içinde olduklarını görürüz. Oysa böyle hallerde, en önemli belirleyici öğe, tarihe ve felsefî ana kökenlere inmekle bulunabilir; çünkü gerçek hep dipte, orada gizlenir, orada yatar. Bu aramada, Anadolu Alevileri felsefî kökenlerini derinlemesine araştırıp, yanlışsız ve tam olarak, sağlıklı biçimde tanıyabilecek-leri oranda, hızla oportünist, fırsatçı ve çıkarcı güçlerin etki alanı dışına çıkabilmenin üste-sinden gelebilecekleri gibi, ana kök ve köken-lerini bilinçli ve sağlıklı biçimde arayıp-bulup sergileyerek, kimin kim olduğunu gösterip, işi kökünden çözüp tamamlayabilirler. Ancak, bu şekilde, kimilerinin Şia ile Anadolu Aleviliği arasında sıkı bağlar bulunduğunu öne sürüp, örtüştüklerini söylemelerini; hatta bazılarının da Marks’la Hallacçı düşünce sistemini birbir-lerine “musahip kardeş” etme gülünçlüğünden uzak durmalarını sağlar. Yine politik güçlerin Alevi potansiyelini iktidar aracı olarak kul-lanmaya kalkmaktan çekinmelerini; ayrılık-çı eğilimlerinse Alevi kültürüne sahip çıkma aymazlığından hızla uzaklaşmalarını sağlaya-bilir, diye düşünüyorum. Eğer, bugün hâlâ bu gereksiz sorunlar iki de bir toplum gündemin-de tutulabiliyorsa, topluluğu açmazlara taşıyıp, sıkıntılara sokarak bizleri bunları söylemeye ve düşünmeye gerek duyduruyorsa, demek ki, Alevi yurttaşlar kendilerini ve yolaklarının fark ve inceliklerini doğru-dürüst, bilinçli, donanımlı biçimde topluma, özellikle de o tür düşünen insanlara ve kurumlara tanıtıp anlata-mamışlar demektir.

Aslında toplumların yaşamında, düşünce ve inanç zemininde durmadan değişen oluşum aramaları sırasında, kendi içinde ve dışında bu tür ayrışmalar, ayrılıklar, bölünmeler doğal sayılmalıdır. Bu bağlamda, Aleviliğin zaman süreci içinde durmadan kimlik ve kişilik ara-yışı içinde oluşu da yine normal mi karşılan-malıdır? Topluluk bunları ararken, ana ilke ve temellerini, belli kurumlarını herkese tüm açıklığıyla ve sağlıklı biçimde anlatıp kabul ettirmek ihtiyacını da duymalı mıdır? Elbette bunlar gerekir ve gereklidir. Çünkü Alevilik kuruluş ve oluşum aşamalarını çok gerilerde bırakmıştır. Ama kapalı bir topluluk hayatı ya-şadığı, sözlüye ve gizliye dayandığı için, dur-madan kendini anlatmalı, her şeyini gün ışığına dökmelidir. Öyleyse gelin biz de bu kapsamda, bugün ki Aleviliğin içinde yuvalandığı temel öğelerinden biri sayılan ve Allah’a ulaşmada bir yol olarak kabul edilen tasavvufun, yani İslâm sûfîliğinin bazı yönlerinden, özellikle de ortodoks sûfîlikle heteredoks sûfîliğin ana hatlarla içeriğine şöyle bir değinelim:

Tarihlerinde Bektaşilik, Kızılbaşlık ve gi-derek Aleviliğin yapılanma dönemlerinde bü-

yük önem verdikleri, bağdaşımlarına aldıkları ve kendi düşünce sistemlerinin oluşmasında, inanç bazında ana kaynakları arasına soktuk-ları, temel motifl erden biri saydıkları Hallac-ı Mansûr (ö. 922)’a bu açılardan baktığımızda tüm yaşamı ve felsefesiyle donanımının sis-tematik temellerini atarken, ne aklın, ne de naklin Allah’la insanı tam olarak bütünleştire-meyeceğini, bütünleşmenin tek yolunun dünya nimetlerinden el etek çekmekle, gönül yoluyla oluşacak ibadetlerle mümkün olabileceğini öne sürmüş olduğunu, ancak miskinliğe, atalete ve tembelliğe saplanıp kalmadığını, hep arayıp araştırdığını, yine bu arada, onun yaşamında “Ene’l-Hak” kavramına geçişin, başlangıç sü-recinin beklenen bir sonucu olduğunu, ancak bu belirgin ilkeyi ondan sonra oluşturarak koy-duğunu, bu yolda feci işkenceler görüp öldürül-düğünü, sonradan da şehit ve kutsal sayıldığını hepimiz biliyoruz.

Bilgi kuramı açısından ona baktığımızda ise, Hallac-ı Mansûr’un sezgici, giderek bir tür vahiyci(iç-gözlem yoluyla tanrısal iradeyle ile-tişim kurması) olduğu yadsınamaz. Bir başka anlatımla, bildiğimiz klasik Aristoteles mantı-ğı karşısında sezgiye dayalı bilgi edinme yön-temi ile düşünce ve inanç sistemini oluşturan-lardan biridir Hallac-ı Mansûr. Bu olgu, onun her yönüyle açık ve bellidir. Sezgide bilginin sujesi olan (ben-insan) bilginin kendisiyle (nes-nesiyle) doğrudan, aracısız-direkt iletişim kur-makta, onu her yönüyle böyle çırılçıplak iken tanımaktadır. Oysa bildiğimiz Aristoteles mantığında, rasyonalizmde “tasım” denilen yöntemle, belli aşamalar geçildikten sonra an-cak bilgiye ulaşılmaktadır. Yaratılış konusun-da, gerek Hallac-ı Mansûr, gerekse geleneksel sûfî anlayış kuşkusuz özün fışkırması olgusu-nu benimsemiştir. Ama bunun içinde herkes istese de, istemese de salt doğruyu kavrayıp algılayamaz. Bunu, yani salt Hakikat’ı ancak çilekeş, abdal ve veli sezip algılayabilir; onla-rın bile bu sezgilerini her önüne gelene anlatıp açıklaması gerekmez. Yanlış olur. Çünkü bu sırdır. Vahdet-i vücûd felsefesinde, “Allah bir-dir; bu özerk ve soyut bir Birliktir. İnsan O’nun birliğine sadece tanıklık eder; bu birliği ifade etmek, mantıksal olarak sujenin obje ile bir-leşmesi demektir. Değişik sujelerin bu Birliği ifadesi bütünde birleşme anlamına gelir.” Hal-lac-ı Mansûr yapıtlarında verdiği bazı uslama ve yaklaşımlarla Allah’la birleşme ve bütünleş-meyi kanıtlamak ister. Tevhid olayında, man-tıksal uslamaları seçen Hallac, akılcılığa kay-mış sayılabilir. Akıl yürek karşılaştırmasında, öne çıkardığı yüreğe öncelik tanırken, kullan-dığı yöntem akıldır; aklın verilerine dayanarak yüreği yeğlemekte, aklı dışlamaktadır.

İranlı Attar ve Türk ozanı Nesîmî’ye göre, “Ene’l-Hak” sözü; Hallac’ın darağacında iken ağzından dökülen sözlerden biridir. Aslında bu, bir tür miraç olayıdır; yanarken yere dö-külen küllerinden de ayni sözler yükselmiştir. Ama Hallac-ı Mansûr’un hiçbir eserinde bu söz geçmez. Yine yaşamı ve öğretisi de bu tür yaklaşımları haklı gösterip doğrulamaktadır. Tarihsel ve sosyolojik açıdan baktığımızda, “Ene’l-Hak” söz ve kavramının Arap âlemin-den ziyade İran, Türk, Hind ve Malezya düşü-

nürleri arasında tutunup yaygın hale geldiğini, oralardaki birçok cemaat ve yolaklarca da be-nimsendiğini, sonradan genelleştiğini görü-rüz.

Geleneksel Sünnî yoruma yerleşmiş dü-şünceler doğrultusunda, bu yorumda yer alan Allah’ın tekliği anlayışına dayanarak diyebi-liriz ki: Monizim zındıklıktır. Çünkü insanın aklının sınırları O’nun boyutlarını algılaya-cak güç ve yetenekte değildir. Hallac ise tıp-kı Aleviler gibi Kuran’ın bâtınî anlamı içinde Tanrı’nın özünün tanımlanabileceğini söyler. Örneğin anlamları henüz tam olarak bilinme-yen, Kuran’ın bazı surelerinin hemen ilk aye-ti sayılan ‘Elif, Lâm, Mim, Ra’ gibi simgesel Arapça bazı harfl erin bâtına ilişkin kanıtlar olarak öze inişin göstergeleri sayılabileceği söylenmiştir. Bütün bu olgular belki iç-içeli-ğin bilinmez aşama evreleridir. Aslında bütün bunlar bir tahminden, sezgiden, inançtan ile-ri gitmez. Çünkü O’nu her türlü bölünmeden, nitelemeden, boyutlamadan ayıklamak; O’na nüfuz etmeden; sınırları hakkında düşünce-ler ileri sürmekten insanı uzak tutmak gere-kir. İnancın temeli budur. Çünkü bu inanç da (O’ndan uzaklaşana O’da kayıtsız kalır.) ilkesi halen de geçerlidir.

Tarihsel zaman sürecinde görülen o ki; İs-lâm sûfîliğinin temel konu ve sorunlarından biri, insan ile Tanrı arasındaki bu bilinme-yen mesafeyi kapatma sorunsalıdır. Cüneyd Bağdadî’ye göre bu mesafe ancak tasavvuf köprüsüyle kapanabilir. Bunun için her inançlı kişi, bizzat kendisi içinde durup yaşadığı ta-savvufu, yani “Her şeyden ilgiyi kesip Tanrı ile bir olmak” ve “Tanrı’nın sendeki seni öldürüp kendisiyle diri kılması” şeklinde tanımlanan olguların gereğini yerine getirmek ihtiyacını duyar. Demek ki böyle bir sûfî, birinci aşama-da Tanrı’dan başka her şeyden ilgisini kesecek; ikinci aşamada ise kendisindeki beşeri nite-likleri tamamen ortadan kaldırarak Tanrı’nın niteliklerini tanıma aşamasına geçecektir. Böylece inançlı insan, özünde Hakk’ın var ola-

İkilik Sendromu - Bölüm: Iİsmail Özmen, Yargıtay Onursal Üyesi

Anadolu Alevilerinin her nedense sürekli kendilerine

bir kimlik arayışı içinde olduklarını görürüz. Oysa böyle hallerde,

en önemli belirleyici öğe, tarihe ve felsefî ana kökenlere

inmekle bulunabilir; çünkü gerçek hep dipte,

orada gizlenir, orada yatar.Bu şekilde kimilerinin ...

Marks’la Hallacçı düşünce sistemini birbirlerine “musahip kardeş”

etme gülünçlüğünden uzak durmalarını sağlar.

Politik güçlerin Alevi potansiyelini iktidar aracı olarak kullanmaya

kalkmaktan çekinmelerini; ayrılıkçı eğilimlerinse

Alevi kültürüne sahip çıkma aymazlığından hızla uzaklaşmalarını

sağlayabilir, diye düşünüyorum.

TASAVVUF - TASAVVUF - TASAVVUF - TASAVVUF - TASAVVUF

Page 29: Sercesme Dergisi, Sayi 42, Haziran 2008

Haziran 2008 29

SERÇEÞME

SERÇEŞMEOKUYUCULARININ KATKISIYLA

ÇIKIYOR VE DAĞITILIYORSerçeşme’nin gerçek sahibi Serçeşme’den

niyaz alan okuyucularıdır.Serçeşme’yi çıkaranlar ve dağıtanlar yurt

içinde ve dışında çalışan, emeğiyle geçinen insanlardır.

Serçeşme canların özverisine, paylaşımcılığına, çalışkanlığına güvenir ve zorlukları birlikte aşma gücüne dayanır.

Serçeşme eli kalem tutan tüm canlardan yazı, haber, fotoğraf, yorum, nefes, deyiş bekliyor.

Serçeşme tüm canları temsilci olmaya, canları abone yapmaya, yörelerine derginin toplu getirtilmesine ve elden dağıtılmasına katılmaya çağırıyor.

TEMSİLCİ CANLARYURTDIŞI

Avrupa Baş Temsilciliği Hüseyin Akın +49.177.871 58 44Almanya: Berlin Zeki Konuk ................. +49.172.305 92 29 Darmstadt Salih Uzunkavak ............ +49.176.221 45 67 Frankfurt İbrahim Küdük ..................+49.179 972 43 11 Gladbach Behçet Soğuksu ............. +49.173.510 03 54 Heidelbeg Sedat Bican ................... +49.170.751 25 35 Hamburg A. Varol ............................ +49.172.453 14 62 Hanau Kemal Nayman ..................... +49.173.667 72 91 Kassel Hüseyin Öztürk .................... +49.162.153 33 20 Kiel Erdoğan Aslan .......................... +49.174.164 98 33 Köln İda Kitabevi ............................. +49.221.620 04 95 Müncen Metin Karataş .................... +49.179.207 20 65 Mönchengladbach Vedat Bican ....... +49.177.426 56 68 Oberhausen Mehmet Kaz ............... +49.173.612 01 95 Stuttgart Kılavuz Bakır .................... +49.162.909 70 70Avusturya: Tirol Hüseyin Polat ............ +43.650 841 55 99Belçika: Brüksel Kazım Bakırdan .......... +32.473 49 37 12Fransa: Laxou Nancy Ahmet Kesik ........ +33.682 07 76 16 Evry Erdal Bulut-Hasan Yağmur ........ +33.612 65 20 50Hollanda: Schieadan Halil Cimtay ......... +31.619 92 22 84 Ulft Ali Rıza Ağören ........................... +31.651 25 63 19İngiltere: Londra İsmail Büyükakan ..... +44.776 822 07 62İsviçre: Bienne İbrahim Bakır ................. +41.788 89 15 54K. Kıbrıs: Lefkoşe A. Muzaffer Şimşek .......0533 845 21 02Norveç: Drammen İsmail Doğan ...............+49.419 21 505

YURTİÇİAdıyaman: Merkez Aşık Özeni ..................0532.624 83 09 Gölbaşı Kenan Tezerdi ..........................0535.949 43 13Afyon: Sandıklı Metin Özdemir ...................0536.886 48 56Amasya: Merzifon Ali Kiziroğlu ..................0535.644 27 25Ankara: Merkez İsmail Metin .....................0532.644 95 37 Sıhhiye Av. Timurtaş Özmen .................0532.313 87 78Antalya: Merkez Gülçin Akça .....................0532.283 72 80Aydın: Bozdoğan Metin Acar ......................0505.583 71 90Burdur: Merkez Mehmet Turan .................0248.234 37 17Çorum: Merkez Aşık Cefaî ..........................0536.632 63 28Denizli: Merkez Hasan Erden .....................0532.577 58 73Diyarbakır: Merkez Mehtap Ürer ...............0535.872 63 03Eskişehir: Merkez Bekir Güven .................0222.233 06 90Gaziantep: Merkez Hüseyin Uğur ..............0533.525 42 52Hatay: İskenderun Haydar Kalkan .............0326.614 26 50İstanbul: Alibeyköy Veysel Köse ................0544.305 39 23 4. Levent Hüseyin Düzenli ....................0555.204 73 79 Avcılar Mustafa Kılçık ...........................0536.552 68 75 Beşiktaş Suat Akoğlu ............................0532.314 63 69 Çağlayan Ali Ulvi Öztürk .......................0212.224 22 42 Kadıköy Kazım Erol ..............................0533.553 33 86 Sarıgazi-Taşdelen Ergül Şanlı ..............0532.410 51 79 Sultanbeyli Sadegül Çavuş ...................0535.491 07 58İzmir: Bornova Hüsniye Çınar .....................0532.512 59 62Kars: Kağızman Miskini ..............................0535.601 02 19Kırklareli: Merkez-Kofçağız Mustafa Can ..0533.648 81 22Kocaeli: İzmit Ali Buğdacı ..........................0532.252 12 06Malatya: Merkez Hasan Karahan ...............0539.348 64 87Manisa: Salihli Muhammet Petekkaya ........0538.218 90 52Maraş: Elbistan Derviş Şahin .....................0544.217 98 05 Nurhak Hasan Çadır .............................0535.511 12 99Muğla: Yalıkavak Yasemin Sağlam .............0535.829 39 84Samsun: Terme Emrah Çolak ....................0542.341 33 03Tekirdağ: Merkez Hasan Arslan .................0282.263 05 79Tokat: Merkez Ali Rıza Yıldız ......................0536.212 49 54Urfa: Akpınar Cafer Özel .............................0543.949 84 07 Kısas Ahmet Aykut ................................0536.777 63 47 Sırrın Sadık Besuf .................................0535.472 05 45Zonguldak: Merkez Bahattin Arı .................0544.246 09 17 Karadeniz-Ereğli Cemal Kenanoğlu.. .....0532.740 42 50

BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIRbileceğini kavrama aşamasına ulaşabilir. Ya-şam süreci boyunca Hallac-ı Mansur, bütün bu aşamalardan geçerek, ancak gönlünde sadece “Ene’l-Hak” diyebilmiştir. Bu sözü söyleyince, inanç açısından bir Eş’arî ve Şâfî olan Cüneyd Bağdadî ona, “Dikkat et bu ben Tanrı’yım an-lamına gelir; ayrıca tevilli de olsa Hakikat’im deme, hakikatin bir parçasıyım de”, demiş ve “Bu söz ile bakalım hangi darağacında kanın akacak?” diye de eklemiştir. Aslında konuya doğru ve derinlemesine baktığımızda, Hallac’ın bu görüşü ve sözü, kuşkusuz “Tanrı ile yek vü-cûd olma, O’nunla bütünleşme” anlayışlarını da kapsar, içerir. Hatta bir Türk söylencesine göre, Hallac’a Tanrı: “Dile benden ne diler-sen?” diye sormuş; Hallac da: “Benim için cen-net, cehennem, bu dünyada hiçbir şey önemli değil. Cennete girmek istememin nedeni seni görmek arzusudur.” diye yanıt verince Tanrı Hallac’a yeniden ne istediği konusunda ısrar etmiş, O da sonunda: “Kendi dilimde senin ki-şiliğini bana söylet.” dileğinde bulunmuş; Tan-rı da: “Olmaz o benim hazinemdir, çalmak iste-yenleri sadık kullarım cezalandırır” demiştir. Hallac da: “Sen bana kişiliğini verdikten sonra onlar senin iradenle ne yaparlarsa yapsınlar” diye yalvarmış ve böylece izni adeta koparıp almıştır. Bu ve benzeri söylencelere göre, Tan-rı sevdiklerine kişiliğine varıncaya kadar her şeyini verir. Yeter ki sevdikleri istesin; işken-ceye, en büyük acılara rağmen, kendisine du-yulan sevgi ve aşk uğruna durmadan çaba gös-tersin, yoğun biçimde sevgilerini sürdürsünler. Ancak o zaman birden bire kutsal ışık karan-lığı deler, gerek kişinin özünde, gerekse inanç bazında yalın ve köklü kıpırdanmalar oluşur, böylece insanın özünde, ruhun derinliklerinde bir ayaklanma başlatılmış olur. Yeri gelmişken hemen şunu da açıklayalım: “Hakikat” sözü Allah’ın Kuran’da geçen 99 sıfatından biridir. Allah’ın sıfatlarından birini kendinde görüp kabullenmek, ben salt Hakikat’im demek, dogmatik görüşlü Müslümanlar açısından ola-naksızdır. Bu tür yaklaşım onlara göre sadece abartmadır. Belki de olsa olsa insan, kavram olarak, sadece Tanrı’ya ait Hakikat’in bu sıfa-tın bir parçası olabilir, tümü olamaz ve insan onun tümünü algılayamaz. Oysa Yunus Emre ve Aleviler tıpkı Hallac-ı Mansur gibi düşü-nürler. Bazı Sünnî tasavvuf erbabına göre, bu tür bir yaklaşım din bilimi açısından belki ola-naklı sayılabilir; ama toplumsal bağlam içinde bu çok yanlış ve tehlikeli bir olgu sayılmalıdır. Ortodoks İslâm’da bu tür yorum ve açıklama-yı, sadece İmam-ı Gazali (ö. 1111) ve Fahred-din Râzî gibi çok tutucu ve şekilci düşünürler yeğleyip öngörmüşlerdir.

Bu tutucu ve şekilci açıdan biraz uzaklaştı-ğımızda, tekçi “monist” var oluş anlayışı için-de, Allah’tan başka hakikatin olamayacağını, tüm evrenin Tanrı olduğunu belirten Attar ve Muhiddin-i Arabî, Hallac-ı Mansûr felsefe sis-teminin bilinçli ve sadık izleyicilerinden ikisi olarak görülür. Öyle ki, El Arabî, onun görüş-lerini adeta kalıplaştırmıştır. Ona göre, Tanrı kendisini evren olarak dışlaştırmıştır. Evrenin bütünsel olarak bilincine varmak, Hakikat’in içinde erimek, O’nunla özdeşleşmek, örtüşmek olur. Muhiddin El Arabî’ye göre bu gerçeği peygamberler içinde sadece Hz. Muhammed bilmekteydi, ama o dahi bunu açıklamamış-tı. Bazılarına göre Hallac-ı Mansur bu tür bir açıklama yapmakta çok erken davranmıştır. Bir başka görüşe göre de, Hz. Muhammed bu deyimi insanlara tebliğe Hallac-ı Mansur’u manen memur etmiş; o da bir tür vahiysel olan bu emri yerine getirerek, “Ene’l-Hak” sözünü

açığa çıkararak darağacında tebliğ etmiş, so-nunda da bedelini kellesiyle ödemiştir.

Bu açıdan baktığımızda, bilge-mistik Fe-ridüddin Attar’a göre Nur-u Muhammedî, Allah’ın nuru olarak Tanrısal boyutta etkin bir nurdur. Bu nur, zaman ve uzam olgularını aşa-rak, edilgin (pasif) nurlara sırları iletmeyi sür-dürür. Bu bağlamda Hallac da pasif nurlardan biridir. Tebliğ işi, görev olarak ona bu şekilde iletmiş olabilir. İmam-ı Gazâlî de konuya bu tür bir görüşle yaklaşımda bulunur ya da bunu be-nimser görünür. O halde bu olgular karşısında Hallac hem şehit, hem de kutsaldır. Onun ida-mı tarihin en büyük haksızlıklarından biridir. Bu görüşlere Aleviler de aynen katılır. Yine bu konuda İbni Masara gibi düşünürler, Hallac bu dünyada, Nur-u Muhammedî’nin devamı olarak bu olguya, “Evrensel akl”ın dile geliş şekillerinden biridir derler; onlara göre burada Tanrı dolaylı olarak kendini ortaya koymuştur.

Düşünce bazında da olsa, Ortodoks İs-lâm’ın bu tür görüşleri kabul etmesi elbette dü şü nülemez. Çünkü o şekilci ve yasakçıdır. Hal lac-ı Mansur’un öldürülmesinden sonra bile, bu yasaklama ambargosu yüz yıl daha de-vam etmiştir. Bu konuda olumlu kabul şimdi bile yoktur. Ancak tevilli benimseyişlerden söz edilebilir. Arkadaşı Şiblî bile, onun felse-fesini bütün baskılara, yasaklara rağmen, ya-şamı boyunca benimseyip, etkinliğini gizliden sürdürme ye çalışmıştır. Tarih içinde Aleviler, Hallac-ı Mansur’u inançlarının içine değin ta-şımışlardır.

Gerçek İslâm’ın dışında duran ve Cahiliyye döneminin devamı sayılan, karanlık, baskıcı ve yoz devrin, yozlaşma dönemi olan Emevilik saltanatının, tarihin sayfalarına gömülmesine kadar sürmüştür. Düşünce ve inanca konulan yasak ve baskının az da olsa biraz hafi fçe kaldı-rılması sonucu, sûfi lik yeşermiş, öz inanca ve düşünceye yöneliş başlamış, böylece yeni öz-gür düşünce ve görüşler oluşup sergilenmeye çalışılmıştır. İslâm da olan budur.

Elbette, tasavvufta ve inanç boyutunda bas kıların azalmasıyla ya da bir başka açıdan bence daha da artmasıyla, gide gide biçim dar kalıplarını toplayıp alanı boşaltarak yerini öze, dibe bırakmıştır. Öz arka planda/altta dururken birden ön plana geçmiştir. Artık hata, yanlış, yoz susacak; karanlık az da olsa kımıldanıp geriye çekilecektir. Bu aşamada inançlı sûfî, derviş kişi her türlü çabayı göstererek zengin özü, biçimin önüne çıkaracaktır. Böylece kişi-de iç âlem aydınlanıp, uyanış başlar, hakikate ulaşma safl aşmaya, insanı billurlaştırmaya gö-türür.

Böyle yarı kapalı ortam ve aşamalarda alt-tan alta kendini gösteren sûfîlik, yani tasav-vuf sistemi karşısında Ortodoks İslâm’ın tavrı nedir, ne olmalıdır? Bence bu çok önemli bir konu sayılmalıdır. Keşmirli ozan-mistik bilge Muhammed İkbal’e göre akıl ve aklın ürünü olan kültür ve uygarlık, insanı tümel bir sev-gi-akıl sentezi olan Tanrı’ya taşıyıp götürecek-tir. Tanrı ve insan sevgisi uğruna kendini feda eden, insanlara doğru yolu gösteren herkes kut-sal dır. Tüm insanlar Allah’ın çocuklarıdır. Bu, “Vahdet-i vücûd”un doğal bir sonucu dur.(Zeki Mübarek).Hallac’a göre marifet bilgelik üzeri-nedir. Ancak Allah’a akıl yoluyla değil, aşkla varılır. Bilgelik akıl olarak ele alınırsa, mad-di dünyanın boyutlarını aşamaz. Ama yine de gerçek bilge kişi yüreğiyle Tümel Hakikate ulaşandır. Gerçek bilgelik kendini dünyadan uzak durmaktan geçer. Dünyasal nesneler maddi acılara yol açar. Ona göre yürek akıldan üstündür.

Page 30: Sercesme Dergisi, Sayi 42, Haziran 2008

30 Sayı 42

SERÇEÞME

TEKZİP YAZISI(Aynen Yayınlıyoruz)

İstanbul 03.06.2008

SERÇEŞME DERGİSİ SAYIN YÖNETİMİNE

Konu………….: Derginizin 41. Sayısının 30. Sayfasındaki (Esen USLU imzalı, El İnsaf ! Başlıklı) Yazısı Hakkında.

Yazarınız Esen USLU’nun derginizin 40. sayısının arka kapak yazısındaki Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Genel Kuruluna ilişkin tesbitlerinin bilimsel gerçeklerle bağdaşmadı-ğını belirtmiş ve buna ilişkin 06.05.2008 tarih-li bir tekzip göndermiştim.

Yasal mevzuat ve basın ilkeleri gereği tek-zip yazımın 41. sayınızda anılan yazarın her zamanki sayfası olan arka sayfada yayımlan-ması gerekirken iç sayfalarda yayımlanması benim açımdan bir sorun teşkil etmemiştir. Fakat tekzip yazımın yayımlandığı 30. sayfada tekzip yazıma ilişkin olarak anılan yazarınızın tek sütunluk, hakaretamiz, kerameti kendin-den menkul yazısının da yayımlanmış olması işbu yeni tekzipi yazmamı zorunlu kılmıştır. Şöyle ki;

Ben yazar değilim. Kendimin ve ailemin hayatını idame ettirecek kadar gelir elde etti-ğim bir mesleğim var. Ekmeğimi, bazıları gibi saldırarak değil, tam tersine başkalarını savu-narak kazanmaktan gurur duyuyorum. Hatta bu gelirimin bir kısmını hayata bakış açımı yansıtan kültürel faaliyetlere ayırmaya çalışı-yor ve derginizi de bu çerçevede (ileriye dönük üç yıllık ücretini de peşin ödemek suretiyle) takip ediyorum.

Yazarınız Esen USLU’ya sürekli tekzipler yazarak zaman harcamaya niyetim yoktur. An-cak; Bekçisiz köy bulmuş değneksiz gezen biri tavrıyla hareket eden, adı var kendi yok anılan yazarınızın dayanaksız karalamaları yüzünden gerçeklerin açıklanmasına ihtiyaç vardır.

Derginizin 40. sayısındaki anılan yazarın yazısı ile ilgili olarak Derginizin Genel Yayın Yönetmeni Sn. Esat KORKMAZ ile Sorum-lu Yazı İşleri Müdürü Sn. Ahmet KOÇAK’a telefon ederek; anılan yazıyı yazan Esen USLU’nun, Alevi-Bektaşi kamuoyu tarafından tanınmadığını, gerçekleri anlatabilmem için kendisi ile görüşmemin mümkün olup olma-dığını sormama rağmen hiçbir sağlıklı bilgi alamadım.

Yaptığım araştırma sonucu Esen USLU isimli birinin olmadığı, yani Esen USLU’nun adı var kendi yok birisi olduğu, kerameti ken-dinden menkul birisinin Esen USLU takma ismiyle yazı yazdığı kanaatine varmış bu-lunmaktayım. Serçeşme dergisinin kapak (1. sayfa) sayfasında yazarlar arasında Esen USLU’nun adının geçmiyor olmasından, 41. sayının 30. sayfasınındaki yazısının girişinde Serçeşme dergisinin yayın politikasını birinci ağızdan ifade ediş tarzından, derginizin arka kapağında düzenli olarak yazı yazmasından anlaşılan o dur ki, derginin yayın politikası üzerinde ciddi etkisi olan birisi “Esen USLU” takma ismiyle yazı yazmaktadır.

Alevi-Bektaşilerin inanç önderlerine, ku-rumlarına, kurum yöneticilerine, kurum üyele-rine, değerlerine pervasızca saldırma cüretinde bulunan ve insanlarımızı birbirine düşürmeyi meslek haline getiren Esen USLU takma isimli kışkırtıcının (eğer bu kişi matbaa aşamasında

yazısını korsan olarak dergiye yerleştiren bir meczup değilse) derginiz yöneticileri tarafın-dan derhal açıklanmaması, bu saldırgan adına Alevi-Bektaşi kamuoyundan ve şahsımdan özür dilenmemesi halinde anılan yazıların so-rumluluğunun doğrudan Serçeşme Dergisinin üzerinde kalacağı muhakkaktır.

-1-Gelelim Derginizin 41. sayısının 30. sayfasın-daki Esen USLU imzalı “el İnsaf !” başlıklı “incilerin” değerine;1-) Benim 40. sayınızdaki Esen USLU imzalı yazıya karşı yazdığım yazının hukuki ve ba-sın terminolojisindeki karşılığı “TEKZİP” tir. Esen USLU’nun “yalanlama” olarak Türkçe’ye çevirdiği “tekzip” teriminin yasal karşılığı “cevap ve düzeltme hakkı” dır. Esen USLU gerçek dışı yazma uzmanı olduğundan tek-zip kelimesini “yalanlama” olarak Türkçe’ye çevirmesi kendine uygun bir tarz olmuştur. “tekzip” teriminin hukuki ve basın ilkelerine ilişkin mevzuat çerçevesinde derinlemesine açıklamasını yaparak okuyucuların değerli va-kitlerini almak istemiyorum. 2-) “Tekzip” terimini hukuk Apça bir kavram olarak küçümseyen birinin yazısının başlığını kahvehane Arapçasının bir kavramı olan “El insaf” terimiyle başlatması Esen USLU’nun ruh halininin İRONİK bir yansımasıdır. 3-) Esen USLU’nun yazısının başlığı olan “El insaf” terimi; “Yeter artık bu kadar da olmaz” anlamında kullanılan bir türlü “yuh ünlemi” anlamına gelmekte olup, arkasına ayrıca ünlem (!) işareti konulması Türkçe’de yeri olmayan bir uygulamadır. Esen USLU, yazdıklarından kendisi de bir şey anlamamış olacak ki ayrıca ünlem (!) işaretinden de destek almaya çalış-maktadır. Dolayısıyla anılan yazım şeklinden yeni bir dilin türemekte olduğu ve bu dilin yaratıcısının da Esen USLU olduğu sonucuna varılabilir. 4-) 06.05.2008 tarihli Tekzip yazımda Esen USLU’nun kısacık bir cümlesindeki sayısız hataya vurgu yapmak için cümlesinin sözcük sayısını da belirmiştim. Bunun üzerine Esen USLU üşenmeden tekzip yazımın kaç sözcük olduğunu saymış ve 588 sözcük olduğunu mal bulmuş mağribi edasıyla tesbit etmiş, bunu yazısına da taşımıştır. Bu sayma işlemini ya-parken de yazımın sondan ikinci cümlesinde Dertli Divani Dede Baba’nın “Cahiller kendini aklar, kamiller özünü yoklar” dizelerini alt alta değil fakat yanyana yazıp bir cümle içinde kul-landığımdan, farkına dahi varamamış, 41. sayı-nızın 30. sayfasındaki yazısının sonunda aynı dizelerle bana akıl vermeye kalkmıştır. Benim tekzip yazımın altına da Alevi-Bektaşi litera-türünün başat sözü olan “Eline, beline, diline sahip ol” sözü yazılarak bana gözdağı veril-meye çalışılmıştır. Halbuki o güzelim sözün, aslında Esen USLU takma ismini çıkarttıktan sonra geriye kalana (geriye bir şey kalırsa tabi) ne kadar da uyduğunun farkında bile değil.5-) Esen USLU, benim yazımın sondan ikinci cümlesinde bulunduğu halde kendisi sözcük-leri saymakla meşgul olduğundan ne yazdı-ğını anlayamamış, bunun için yazısını “Dertli Divani’den bir beyitle bitireyim” diyerek “Ca-hiller kendini aklar, kamiller özünü yoklar” di-zelerini alt alta yazarak kendini temize çıkar-maya çalışmıştır. Herşeyden önce Dertli Divani Dede Baba’nın anılan dizeleri “beyit” değildir. Beyit; “İki satırdan oluşan divan edebiyatı na-zım (şiir) şeklidir”. Halbuki, Derti Divani Dede Baba’nın anılan dizeleri, sekizlik hece ölçüsü-ne göre yazılmış bir halk şiirin ilk iki dizesidir. Anılan dizelerin devamında “Kurudu çaylar

Yalancı Pehlivana‘Muhbir Vatandaş’ KispetiYaraşırEsen Uslu

KIRKINCI sayıda yayınlanan yazımda, PSAKD Genel Kurulunda merkez yöneti-

minin örgütü dikensiz gül bahçesi gibi göster-meye çalışmasına karşın örgütün içinde yaşa-nan ciddi sorunlara değinmiştim. Bu arada hiç kimsenin adını vermeden demokratik Alevi-Bektaşi derneklerini “bineni milletvekilliğine taşıyan yürüyen merdiven gibi gören” yönetici tipini de eleştirmiştim. Geçen sene yapılan ge-nel seçimlerde bu tipin çok örneğinin görüldü-ğünü; kendilerini istemeyen partiler de içinde olmak üzere “kapı kapı dolaştıklarını”, bu kapılardan yüz bulamayınca “bağımsız” aday bile olduklarına değinmiştim.

Bu sözlerim, belli ki Muhterem canın ya-rasına fena dokunmuş. “O benim işte” diyerek kendisini tarif ettiğimi ileri sürerek ortalığa döküldü ve adının geçmediği yazıma karşı bir yalanlama yazısı yolladı.

Neyi yalanladığını açıkça söylemeden gön-derdiği “yalanlama” yazısını 41. sayıda yayın-ladık. Yanına da benim kısa yanıtımı ekledik. Serçeşme’nin yayın ilkelerini hatır lattıktan sonra Muhterem cana “Neyi yalanlıyorsun?” diye sordum ve o yazımda kanıtlayamayaca-ğım tek satır bile olmadığını hatırlattım.

Muhterem can, şimdi de bu yazıma karşı daha da uzun bir “yalanlama” yazısı yolladı Bu yazısını da aynen gönderdiği biçimde yan sütunlarda okuyacaksınız. Yazısını aynen ya-yınlamamızın nedenini Ziya Paşa’nın Terkib-i Bend’inden bir beyitle açıklayayım:

Âyînesi iştir kişinin, lâfa bakılmazŞahsın görünür rütbe-i aklı eserinde

Demokrat Alevi-Bektaşi basınında tartışma üslubuna hiç uymayan bu yazısında Muhterem can, hâlâ yalancı pehlivan gibi kaçak güreşi-yor. Bir sürü yakışıksız söze karşın kendisine sorduğum soruyu yanıtlamıyor, neyi “yalanla-dığını” belirtmiyor.

Serçeşme’de kimsenin kişiliği tartışılmaz. Alevi-Bektaşi aydınlığının dergisinde işimiz fi kirlerledir. Muhterem can da bir fi kri, bir eleştiriyi kimin yazdığına bakmadan ele alma-yı öğrenmek zorundadır.

Yayınladığımız bu yazısı, kendisine açtığı-mız son kredidir. Alevi-Bektaşi edep-erkânına, okumuş insanlar arasındaki tartışma üslubuna uygun yazmazsa başka yazısını yayınlamayız. Bir daha böyle pespaye bir tekzip yazısı yol-lamak isterse kendisine önce pek güvendiği mahkemelere başvurmasını tavsiye ederim.

Sarıkadı-Karakadı mahkemelerine güvene-nin kim olduğunu her Kızılbaş bilir. Muhterem canın, “Var mı idi, yok mu idi? İn miydi, cin miydi?” belli değil diye “iyi saatte olsunlar”a üfl ediği ben “dinsiz-imansız komünist” oldu-ğum için mahkemelere hiç mi hiç güvenmem. Ama Alevi-Bektaşi adaletine güvenirim. O ne-denle Muhterem cana bir önerim var:

Temsilcisi olduğun Yol TV’de bir Koldan Kopma Cemi düzenle. Bu cemi de Ergül Şanlı Dede gibi her ikimizi de tanıyan ve konuştu-ğumuz konuyu iyi bilen bir dede yönetsin. Bir-likte dâr’a duralım. Ya birimiz özeleştiri yapar kardeşleşir, cemden can olarak çıkarız ya da birimiz yol düşkünü çıkar. Ne dersin?

Page 31: Sercesme Dergisi, Sayi 42, Haziran 2008

Haziran 2008 31

SERÇEÞME

SERÇEŞMEAçıklık, Açtığı Yarayı İyileştiren Kılıçtır

Serçeşme, Alevi-Bektaşi toplumunu ilgilendiren tüm fi kirlere açıktır.

Serçeşme, Alevi-Bektaşi hareketinin farklı kesimlerini, görüşlerini, örgütlerini temsil eden yazarlara açıktır.

Serçeşme, farklı görüşlerin yan yana yer aldığı, hoşgörü, tartışma ve eleştiri platformu olacaktır.

Serçeşme, imzasız yazılara, kişisel ve örgütsel çekişmelere yer vermez.

Serçeşme’de yayımlanan yazıların içerdiği fi kirler yalnız yazarlarını bağlar.

Serçeşme, yollanan yazıları içerdiği fi kirler nedeniyle sansür etmez.

Serçeşme, bilimsel çalışmaya, araştırmaya dayalı nitelikli yazılara ağırlık verir.

Serçeşme, tartışmalı konuları gündeme getirmekten kaçınmaz.

Serçeşme, kısa ve özlü söze öncelik verir, boş sözlerden ve bilinenlerin tekrarından kaçınır.

Serçeşme, olanakları sınırlı bir dergidir. Yollanan yazıları yayımlamamak, kısaltarak ya da bölerek yayımlamak ve düzeltmek hakkını saklı tutar.

Ancak fi kirleri değiştirmemeye ve yazarın onayını almaya özen gösterir.

Serçeşme’ye gönderilen yazılar yayımlansın, yayımlanmasın iade edilmez

YILLIK ABONE BEDELI

Türkiye YTL40 - Avrupa Birliği €50 İngiltere £40

Türkiye’den abone olmak isteyen canlarlütfen abone bedelini bir postaneden

Genel Ajans Basım DağıtımOrganizasyon Ltd Şti

Posta Çeki Hesabına (No 1629127)yollayın.

Adınızı, Soyadınızı ya da Kuruluşun Unvanını; İş, Ev ya da Cep Telefonunuzu,

varsa Faks Numaranızı ve E-posta adresinizi, ayrıca mahalle, cadde/sokak, kapı no,

daire no, ilçe, il ve posta kodunuzu içeren posta adresinizi okunaklı olarak yazın

ve ödeme dekontunuz ile birlikte büromuza fakslayın:

+90.(0)212.519 56 35

Avrupa’dan abone olmak isteyen canlar, abone bedelini aşağıdaki

adrese yollayabilir:Avrupa Baş Temsilciliği

Hüseyin AkınTel: +49.177.871 58 44

E-posta: [email protected]

Kontonummer: 826 857 303Bankleitzahl: 25 01 00 30

BIC: PBNKDEFFIBAN: DE48250100300826857303

BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIRırmaklar, Serçeşme’nin gözü kaldı” da den-mektedir. Esen USLU buradaki Serçeşme’yi, takma isimle yazı yazdığı dergiyle karıştırma-ya ve kapmaya kalkmasın diye şiirde değinilen Serçeşme’nin “Hacıbektaş Dergahı” ve “Alevi Batıni Yorumu” olduğunu peşinen belirtmekte fayda var. Esen USLU kendisinde bulduğu sı-nırsız cüretle hızını alamayıp “Dergahımıza” da sahip çıkmasın diye şimdiden bu yalın ger-çeği vurgulamak istedim.6-) Adı var kendi yok Esen USLU’ya Dertli Di-vani Dede Baba’nın dizelerini verdiğimiz aynı şirinin bir önceki dörtlüğüde “Bizden geçinen kalleşler, Döner geri bizi taşlar, Sıvıştı yaren yoldaşlar, Ne özü ne sözü kaldı.” şeklindeki, 15 sözcükten ibaret olan bu sözler, Hz. Ali’nin “Ben iyilik etmediğim insandan kötülük bek-lemem” sözünü de şiirsel

-2-dil ile açıklayan bir abide dörtlüktür. Bu hu-susta Esen USLU sözcük sayısını saymaya değil okumaya zaman ayırsın diye sözcük sa-yısını baştan açıklamayı vicdani bir borç bil-dim. Kuşkusuz okumak ile anlamak aynı şey değildir. Kendisinin bu dizelerin anlamını id-rak etmesi zor olacağından ve Alevi-Bektaşi terminolojisi de kendisini aşacağından, anılan dizelerin batıni anlamını telefon ederek dize-lerin yazarı olan Dertli Divani Dede Baba’dan öğrenebilir.7-) Esen USLU’nun, derginizin 41. sayısı-nın 30. sayfasındaki yazısında her seferinde “Muhterem can” yazdıktan sonra, aba altın-dan sopa göstermeye kalkması, takiyye kül-türünün derinliklerine battığının kanıtıdır. Yukarıda 6. maddede belirtilen Dertli Diva-ni Dede Baba’nın dizeleri böylesi durumla-rı da tarif eden veciz sözlerdir aslında. Esen USLU’nun bizi eleştirirken adımızın arkasına “can” terimimizi koyması bizden görünüp bize saldırmak üzere canımızı yakmak, canımıza kastetmek için geliştirdiği bir şirin görünme taktiğinden başka bir şey değildir. 8-) Esen USLU yazısında “yarası olan gocun-muştur.” … “Muhterem can tartışma-eleştiri değil, yalanlama yapmayı tercih edince farklı bir durum doğar.” demekle neyi ifade etmek itemiştir?. Gerçekdışı beyanlarına karşı “tek-zip” yazarak düzeltme hakkımı kullandığım için şahıs varlığıma pervasızca saldırma hak-kını kendinde görebileceğini sanıyorsa yanılı-yor. Esen USLU’ya, bu vesileyle herkesin ken-disi gibi düşünmek zorunda olmadığını ve bu cümeleden olarak, her kuşun etinin yeneme-yeceğini hatırlatmak isterim. Bir an için Esen USLU’nun yazdığı şeyin doğru olduğunu, yani milletvekili adayı olmak için kapı kapı dolaştı-ğımı düşünelim. Peki, benim kapı kapı dolaştı-ğımı gördüğüne göre, bu arada Esen USLU’nun “O” kapılarda ne işi varmış? Kendilerinin mil-letvekili adaylığı gibi bir düşünceleri de olma-dığına göre bahsettiği kapılarda ne arıyormuş? Eğer Esen USLU bahsettiği kapılarda ne aradı-ğını açıklamazsa kendisinin bize saldırtılmak üzere bahsettiği kapılarda “besleme” olarak tutulduğunu düşünmemiz yanlış olmayacaktır. Herşeyden önce şu bilinmelidir ki; birisine ça-mur atmaya kalkışan kişinin önce kendi elleri kirlenir. Bunun bilincinde olan kişiler kimseye çamur atmazlar. Çünkü o çamurun izi karşı tarafta çıkmadan önce atanın ellerinde çok-tan yer edinir. Esen USLU şunu iyi bilsin ki; Kapıkulu olanlarla bizim işimiz olmaz. Alevi-Bektaşi tarihinin derinliklerine bakıldığında, bizim davamızın kapı kulları ile değil ve fakat o kapıların sahipleriyle olduğu anlaşılacaktır.

9-) Adı var kendi yok birisiyle neyi tartışaca-ğım? Eğer, Esen USLU veya ipini elinde tutan ağababaları benimle bilimsel bir tartışmaya gi-rebilecek yeterliliği kendilerinde görebiliyor-larsa, derginizin 38. sayısının 20.,21. sayfala-rındaki “Aleviler ve Hukuk” başlıklı yazımın bilimsel çözümlemesini yaparak ve varsa ken-di argümanlarını ortaya koyarak işe başlayabi-lirler. Alevi-Bektaşi dünyasının ve kurumları-nın sorunlarını adı var kendi yokların kerameti kendinden menkul saldırıları çerçevesinde mi tartışacağız.? Böylesi bir durum karşısındaki beyanım iki kelimeyle şöyle olacaktır: Hadi ordan!.. 10-) Ben 22 Temmuz 2008 genel seçimlerinde bağımsız milletvekili adayı olurken sadece bir adet garanti oyum vardı. O da kendi oyum idi. Seçimlerde bölgemdeki 4 siyasi partiden ve on-larca bağımsız adaydan fazla olmak kaydıyla 7111 net oy ve bir siyasi parti ile müşterek ola-rak da otuz binin üzerinde oy aldım. Buradan söz veriyorum; Esen USLU (böyle biri varsa tabi) veya ipini elinde tutan ağababası bağım-sız milletvekili adayı olma cesaretini göstersin ilk oyu ben kendisine vereceğim. Böylece iki garanti oyu ile kendisini seçime girmeye davet ediyorum. Yukarıdaki cümlelerimi okuyunca karşılaşacağı seçim atmosferinin ağırlığı kar-şısında ürpereceğinden kuşkum olmayan Esen USLU’ya ismini ve soyismini onun anlayacağı düzeyde heceleyerek “e – sen – us - lu” ol… tavsiyesinde bulunuyorum. Tek sözcüklük so-yadından dahi bişey alamayan birine benim verebileceğim şey bundan ibarettir. İşbu tekzip yazısı 1629 sözcük olup, Esen USLU’nun ayrı-ca saymasına

-3-gerek yoktur. Zamanını yazdığım sözcükleri saymaya değil, anlayarak okumaya ayırması kendi yararına olacaktır. Yazımı Alevi-Bekta-şi literatüründen uygun bir dörtlükle bitirme-ye çalışmadım. Çünkü literatürümüzde Esen USLU’nun konumunu anlatan yüzlerce dörtlük olup onlardan birini yazarak diğerlerini dışar-da bırakmak istemedim.

Sayın Serçeşme Dergisi Yöneticileri; Esen USLU’nun görüşlerini paylaştığınız veya en azından anılan görüşlere karşı olmadığınız hususu 41. sayınızın 30. sayfasını (eğer sayfa mattabaa aşamasında korsan olarak başkası tarafından dizayn edilmediyse) dizayn edişi-nizden anlamışılmaktadır. Dolayısıyla Esen USLU’nun yazıları hakkında sizinle görüşme-nin olumlu bir sonuç doğurmayacağı da aşikar-dır. İşbu tekzip yazımın üslubunun 06.05.2008 tarihli tekzip yazımın üslubu ile (perdesi ile) uyumlu olmadığını ve fakat Esen USLU’nun yazılarının ve derginizin 41. sayısının 30. sayfasının dizaynının yanında halen çok üst perdede olduğunu, buradan bakınca Esen USLU’nun perdesinin çok daha aşağılarda kal-dığını, oralara kadar inmemizin ise mümkün olamayacağını bilmenizi isterim. Beni yeni bir tekzip yazmak zorunda bırakmayacağınızı umuyor, bilimsel tartışma adabına uymamakta ısrar edilmesi halinde anılan yazarınızla (öyle biri varsa tabi) ve / veya ağababalarıyla yargı organları nezdinde tartışmak zorunda kalaca-ğımızı hatırlatıyor, bu seferlik hukuksal başvu-ru yoluna gitmeyeceğimi beyan ediyor ve işbu tekzip yazımın anılan yazarın tescilli sayfası olan arka kapak sayfasında yayımlanmasını talep ediyorum.

Av. Muhterem AKTAŞİlgi………: Serçeşme DergisiBilgi…….: Alevi-Bektaşi Kamuoyu

-4-

Page 32: Sercesme Dergisi, Sayi 42, Haziran 2008

SERÇEÞMEBİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR

TÜRKİYE KAYNIYOR, DEMOKRATİK ALEVİ-BEKTAŞİ HAREKETİ TOPARLANMAK ZORUNDA

“Sadece Bana Demokrasi” Yok: Ya Hep Beraber, Ya HiçbirimizEsen Uslu

ABF kongresiyle birlikte demokratik Alevi-Bektaşi örgütleri kongre mevsimini arkada bıraktı. Yeni yönetimler göreve başladı. Seçilen yeni yönetimler çok ciddi bir krizle karşı karşıya olan Türkiye siyasetinin Alevi-Bektaşilerin önüne koyduğu sorunlarla boğuşmak zorunda. Türkiye siyaseti-

nin ortamını iki kanadı arasındaki gerginlik belirliyor. Siyasi parti li-derlerinin sultası altında seçilmiş milletvekillerinden oluşan dinci-sağcı Meclis çoğunluğu ile seçilmemiş, ama “etkili ve yetkili” memurlardan oluşan devletçi-cuntacı-Kemalist asker-yargı-üniversite kanadı ve bu kanadın temsilcisi azınlık siyasi parti arasındaki çekişme büyüyor. De-mokraiyi türbanla sınırlayanlar ile laikliği türbana karşı çıkmakla sınır-layanlar arasındaki mücadele siyaseti belirliyor.

Anayasa Mahkemesi’nin türban konusundaki kararı bu ortamın belir-leyici adımı oldu. Hükümetteki AKP ile muhalefetin ucundaki DTP’nin kapatılması davalarının sonucu ortamı daha da gerecek. Herkes, Meclis çoğunluğunu oluşturan bu iki partinin kapatılacağına muhakkak gözüy-le bakıyor. Siyaset katarı yolda kalmasın diye “yedek lastik” partiler ku-rulmaya başlandı bile. AKP’nin geçen seçimlerden sonra gündeme geti-receğini söylediği “Anayasa değişikliği” ve bu çerçevede “Alevi açılımı” buhar olup uçtu bile.

Basınç altına girdikçe hızla “aslına rücu” edip, özgürlükçü kisveleri-ni bir yana atmakta olan dinci gericiliğin Alevi-Bektaşi düşmanlığı tır-manıyor. Verilen fetvalara bir bakmak bile bunu görmeye yeterli.

Alevi-Bektaşi kökenli siyasetçilerden kaderini cuntacı-devletçi parti-ye bağlayanlar bu krizde bir umutla, ikbal fırsatının kendilerine yeniden göz kırpmasını bekliyorlar. Kaderini AKP’nin “Alevi açılımı”na bağla-yanlar ise son günlerde “katardan düştüler”, ama “düşmedim, isteyerek indim” havası çığırıyorlar.

Devletin-hükümetin Bir Mayıs saldırısından sonra emekçi halka ya-pılan demokrasi dışı baskılar ve insan hakkı ihlalleri boğucu bir sis gibi toplum yaşamına çöküyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararına karşın din dersini zorunlu olmaktan çıkartacak adım atılamıyor.

Avrupa Birliği Bakanlar Komitesi’nin “Türk yetkililerin … Sözleşme ihlallerinin önlenmesi amacıyla gerekli olan yasal reformun derhal ka-bulü için tüm gerekli tedbirleri almalarını ısrarla tavsiye eder” kararı-na karşın temel bir demokratik hak olan vicdani ret konusunda hâlâ bir düzenleme yapılamıyor. Ne var ki, askerlik yapmak istemediğini altı yıl önce belirtmiş vicdani retçi Mehmet Bal yeniden tutuklanıyor ve yetkili-lerin gözetimindeyken kötü muameleye maruz kalıyor.

Yasa kırkambarından bulunup çıkarılan hükümlere uygun, ama uluslararası hukuk normlarına aykırı kararlar ard arda geliyor. Örneğin Lambdaİstanbul derneği, adında yabancı sözcak kullanıldığı ve “ahlaka, hukuka ve Türk aile yapısına” uygunsuz görüldüğü için kapatılıyor.

Çalışanların emeklilik ve sağlık haklarından sonra sendikal hakla-rı da budanmaya hazırlanırken, Tuzla’da iş cinayetlerinde canını yitiren işçilerin sayısı yüze vardı. Ekonomide duraklama ile birlikte işsizlik ve pahalılık yeniden fırladı. Tarımda küçük üretici kan ağlıyor. Zamlar ve enfl asyon haberleri başlıkları kaplamış durumda. Irak Kürdistanı’nda sı-nır ötesi operasyonlar sürüp gidiyor. Yerel seçimler ve belki de bir erken seçim gündemde.

Bu ortamda düzene muhalif tüm güçleri bir araya getirmeyi amaçla-yan “Çatı Partisi” girişimi bir kez daha gündemde öne çıktı. Hızla topar-lanması, etkin çalışmasını beklediğimiz demokratik Alevi-Bektaşi ör-gütlerinin yeni seçilen yöneticilerinin bu konudaki ilk tepkilerini, Dicle Haber Ajansı’ndan Cem Eren’in 9 Haziran tarihli haberinden okuyalım:

Alevilerin YaklaşımıSon dönemlerde birliktelikten yana en çok sesin çıktığı bir diğer kesim ise Aleviler. Bir kısmı çatı partisine sıcak bakmasa da, bir kısmı “Direk içinde yer almasak bile destekleriz” diyor. Hükümetin kendisine yedek-lemeye çalıştığı Alevilerin çatı partisine dair yaklaşımları şöyle:Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Genel Sekreteri Kemal Bülbül: “He-

nüz bizimle iletişime geçilmedi. Çatı diye tarif edilen şeyin özellikle Türkiye’deki ötekileri kapsaması, çok kimlikliliği, çok kültürlülü-ğü, farklı inançları ve Alevi toplumunun sorunlarına vurgu yaparak, bunu programına alarak, mücadele yürütmesi gerektiğini düşünü-yoruz. Bunun ötesinde Türkiye’de demokrasi sorunu, Kürt sorunu, emek sorunu, insan hakları sorunu var. Çevre sorunu var. İnsanlık değerlerinden, hümanizm değerlerinden yana olan her insanın sıra-layabileceği talepleri biz de sıralayabiliriz. Bu sıralama içerisinde bir sorunun diğerinin önüne geçmesi birinin diğerini boğması ye-rine bütün sorunların eşgüdüm ve koordinasyon içinde tanımlandı-ğı ve bütün sorunlarına ait kesimlerin kendi rahatlıkla ifade ettiği, renklerin bariz bir şekilde görüldüğü oluşum olması gerekir diye düşünüyoruz. Çatı partisi Türkiye’nin sorunlarını çözmek için bir gereklilik.”

Alevi Bektaşi Federasyonu Başkanı Ali Balkız: “ABF’ye gelen bir grup arkadaş konuyu intikal ettirdi. Biz de çalışmaların seyrini, ilkeleri-ni, öğrendik. Oturup bunları konuşacağız, tartışacağız. İlkesiz bir birleşme değil elbette. Zor olsun bu buluşma, bu güç birliği, ama akıl birliği oluşturulabilsin. Ama sürsün yeter ki. Biz Aleviler de solun birlikteliğini önemsemiş, bunu arzu etmiş ve buna gücümüzün ve aklımızın yettiği kadarıyla katkı koymuş bir kesimiz. Şu aşamada bunu sevgi ve umutla karşılıyoruz. ABF’nin her hangi bir partide, çatı partisinde kurumsal olarak yer alması mümkün değil. Bu bizim ilkemiz. O parti, Türkiye de demokrasiyi laikliği, arzu ettiğimiz ek-siksiz karşılayacak bir parti olsa dahi. Kürt sorununu, Alevi soru-nunu çözecek, vergi adaletini sağlayacak, gelir adaletini sağlayacak bir parti olsa bile biz kurum olarak herhangi bir partinin içerisinde olmayız. Destekleriz, alkışlarız, koşarız, seviniriz, mutlu oluruz.”

Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı Genel Başkanı Ercan Geçmez: “Çatı partisi yıllardır tartışılıyor. Sol yeni bir arayışın içerisinde, ama nasıl olacak? Bu tabandan ziyade, yukarıdaki entelektüellerin, birkaç kişinin tartışması niteliğinde. Buna tabanı katamazlarsa, çatı partisi bir şeyi ifade etmez. Sol ‘başarısızdır’ imajını yaratmaya ya-rayacak bir oluşum olacaktır. Başka bir şey olmayacaktır. Bunun yöntemi nasıl olur bilmiyorum, ama her kesimi, tabanı, bulundukla-rı sınıfsal konuma göre ikna etmek zorundalar. Bunlar dört-beş ente-lektüelin yan yana gelip konuşacağı şeyler değil. Türkiye’yi gezmek gerekiyor, köy köy, bucak bucak. Ancak böyle başarılı olunabilir. Elbette ki Türkiye’nin sola ihtiyacı var. Bu çok renkliliği, tek bir çatı partisi altında toplama becerisini göstermek zorundadır Türkiye solu. Türkiye solunun sıkıntısı burada. Türkiye’nin gecekonduların-daki Türk ve Kürt milliyetçilerinin niçin kavga ettirildiklerini çok net ortaya koymak zorundalar. Onlara bu kavganın bizim kavgamız olmadığını söylemek lazım. Sosyalistlerden tutun sosyal demokrat-lara, Kemalistlere kadar. Herkes burada kendisini görüp, ‘asıl sorun şudur’ ve ‘bu soruna karşı bir savaş vermeliyiz’ diyebilmeli. Benim istediğim çatı bu. Yoksa slogan çatıcı hiçbir şey getirmiyor.”