İslâmî türk edebiyatı sempozyumu -...

23
İslâmî Türk Edebiyatı Sempozyumu

Upload: others

Post on 01-Mar-2020

11 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

İslâmî Türk Edebiyatı Sempozyumu

İslâmî Türk Edebiyatında Tâc ve Tâcnâmeler

Reyhan Gökben Saluk

Tâc Nedir?

Arapça kökenli bir kelime olan tâcın (تاج) çoğulu “tîcân”dır. Parlatır’ın Osmanlı Türkçesi Sözlüğü’nde tâc kelimesi;“padişahların başlarına

giydikleri mücevherli başlık”, “gelinlerin başlarına taktıkları süslü başlık”, “bazı tarîkat şeylerinin giydiği başlık, terek”, “sorguç, kuşların başlarında bulunan uzun ve süslü tüy”, “sultan giysileri motifi” anlam-larıyla geçmektedir (Parlatır, 2009:1601). Abdülbaki Gölpınarlı tâcı, “başa giyilen şey; bilhassa padişahların, mücevherlerle, sorguçlarla bezenmiş kavukları, başlarına giydikleri mücevherli serpuşları” olarak tanımla-mıştır (Gölpınarlı, 2004:297). Kültürümüzde serpûş, külâh, iklil, efser, dîhîm, isâbe gibi adlarla anılan tâc; asâlet, kudret, ihtişam ve saltanat alâmeti olmakla birlikte güzellik, hürmet ve faziletin karşılığıdır.Tasavvufî bir kavram olarak tâc; “tarîkat şeyhlerinin, ruhanî saltanat ve manevî devlet simgesi olarak giydikleri külâh”ın adıdır (Uludağ, 2001:340). Tâc aynı zamanda sülûkta belirli bir mertebeye ulaşmış dervişlerin tarîkat kıyafeti olarak kullandıkları bir başlıktır. Her tarîkatın kendine mahsus farklı şekil ve renkte başlıkları mevcuttur. Tarîkatlerin zuhuru ile birlikte zühd, takvâ ve manevî olgunluğun temsili olarak kullanılma-ya başlanılan bu kavram; tâc-ı şerîf, tâc-ı edeb, tâc-ı saâdet gibi terkip-lerle kültür tarihimizde özgün bir yer edinmiştir. Pek çok millette olduğu gibi Türklerde de tâc giymek hükümdarlık alâmetidir. Bizde bu geleneğin İslâmiyet’in kabulünden önceki dö-nemlere ait izlerinin olduğu ve İslâmiyet’in kabulüyle birlikte kendine mahsus bir seyir ve anlam alanı oluşturduğu bilinmektedir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde “saray görevlileri arasında da sonradan kendilerine taç giydirmekten sorumlu ‘şaddü’t-tâc’ adı verilen görevli-lerin bulunduğu”, minyatürlerden tarihî-edebî kaynaklarımıza kadar tâcın ve onu oluşturan unsurların ayrıntılarıyla ele alındığı ve sadece giyim-kuşam unsuru olmayan aynı zamanda sembolik manâlar da içerdiği bilinen bu unsur ile ilgili müstakil eserlerin vücûda getirildiği bilinmektedir. (İslâm Ansiklopedisi, 2010:363).

248 İ s l â m î T ü r k E d e b i y a t ı S e m p o z y u m u

Derleme Sözlüğü’nde tâc kavramı için “Sin başlarına konulan taş sütunların üst bölümü” şeklinde bir tanımlama da yapılmaktadır (Derleme Sözlüğü, C.X, 1978:3798). Gerçekten de sarık dervişin kefeni-dir, Hakk’a yürüdükten sonra da başındadır ve mensubu olduğu tarîkattan bir alâmettir.

Kastamonu Şeyh Şa’bân-ı Velî haziresinde bulunan bir Halvetî

halifesinin şâhidesindeki kırk dâllı tâc-ı şerîf motifi

Tasavvuf yolunda müridlik tâcı ve teberrük tâcı olmak üzere iki türlü tâc vardır. Müridlik tâcı, kalbi zikir makâmındaki dervişin giymeye hak kazandığı başlıktır. Teberrük tâcı ise tarîkata yeni intisap eden dervişe zâhiren verilen ve manevî olgunluğa geçişte basamak olarak görülen bir başlıktır. Hülasa, tasavvuf kültüründe her nev’i tâc, insa-nın yokluk, tevâzu ve elde ettiği ilâhî kemâlât ile ilgili herhangi bir makâmın işâretidir. Bu vesileyle diyebiliriz ki; ukbâ sultanları olan âriflerin ve dünya sultanları olan insanların tâcı farklıdır. Âriflerin tâcı, insanı Cenâb-ı Hakk’a ulaştıran risâlet sırrına, yokluk bilincine; dünya sultanlarının tâcı ise, insanı ebedî saadetten mahrûm eden, yani dünya sevgisine ve saltanatına işaret olan tâcdır.

Tâcnâme nedir?

Tasavvuf düşüncesi tarîkatler tarafından temsil edilmeye başlandıktan sonra Hazret-i Peygamber’in ve O’nun izinden yürüyen kâmillerin bazı davranış ve tavırları ilgili bilgiler ihtiva eden eserler kaleme alınmıştır. Kur’ân ve sünnetten hareketle derlenip yazıya geçirilen bu bilgiler

249Az Ta n ı n a n B a z ı T ü r l e r

Türk-İslâm Edebiyatında umumiyetle “tarîkatnâme”, “erkânname”, “adâbnâme”, “miyâr-ı tarîkat”, “hurde-i tarîkat” veya “tâcnâme” gibi adlarla anılmıştır. Abdülbaki Gölpınarlı’ya göre, tâcnâme, “tâc gelene-ğini rivayetleriyle bildiren, her tarîkatın tâclarını, şekillerini, destarlarını tespit eden kitaplar”dır (Gölpınarlı, 2004:298). Söz konusu eserler, sûfîlerin mensup oldukları erkânların fikir ve halleriyle ilgili incelikleri izah eder. Bu çerçevede tâc, vahdet-i vücûdun, marifetin tevhîd düşüncesinin idrâkiyle ilgili semboller içerir. Sûfîler manevî olgunlaşmada ve makâm tekmil etmede kurallara riayet etmenin gerekliliğini vurgulamışlar, bu sebeple de tasavvufu “baştan sona edep”ten ibaret görmüşlerdir. “Usulsüz vüsûl olmaz.” diyerek seyr ü sülûku tamamlayan kişilere tâc giydirilmesinin ve bu tâca da “edep tâcı” denmesinin sebebi budur. Bu vesileyle tâc; edep, fakr ve irfandan ibaret bir semboldür, denilebilir.

Yahyâ Agâh bin Sâlih el-İstanbulî, Mecmu’âtü’z-Zarâ’if Sandukatu’l-Ma’ârif adlı eserinde edeb ile tâcın alâkasını şu şekilde açıklamıştır: Tâc kelimesi (جات) üç harftir, edeb kelimesi de (بدا) kelimesi de üç harftir. Edeb tâcının esâsı yâni merkez kutbu olan tepesinden aşağı lengerine inen üç tane terk, tâc ve edeb kelimesinin üç adet harfine işârettir. (İstanbulî,

2005:46).

Halvetî tâc-ı şerîfinin üstten görünüşü. (Kastamonu Şaban-ı Velî haziresi.)

(Edeb, fakr ve irfan sembolü olan tâcın tepesinde kelime-i tevhîd yazılıdır.)

Tâcnâmeler, çoğu zaman hurde-i tarîkat şeklinde de anılan tarîkat cihâz ve usullerinden olan “sarık”, “destâr”, “hırka”, “tâc”, “risâle”, “ridâ” ve “asâ” vb. unsurları şekil ve muhteva yönleriyle izâh ettikleri gibi tâc giyme merasimlerini de detaylarıyla anlatırlar. Bu eserlerden yola çıkarak sâliklerin ve mürşidlerin gündelik ve resmî günlerdeki kı-

250 İ s l â m î T ü r k E d e b i y a t ı S e m p o z y u m u

yafetleriyle ilgili bilgileri, uygulamalarını; bu bağlamda da giyim-ku-şamlara bağlı mecâzlar ile bu cihâzların mahiyetine bağlı deyimleri ve atasözlerini öğrenebilmek mümkündür. Bu deyim ve atasözlerimizin her birinin tasavvuf kültürümüzde bir hikâyeye bağlı olarak oluştuğu bilinmelidir. Abâyı yakmak, Külâhı değişmek, Baş tâcı etmek, Tâc u kabâyı terk etmek…gibi örnekler bunlardan sadece birkaçıdır.

Genellikle tarîkat pîrleri tarafından ve büyük bir çoğunluğu mensur olarak yazılan veya yazdırılan bu eserler müstakil olabildiği gibi “mi’yârlar” ve “hurdeler” içinde bir bölüm olarak da kaleme alına-bilmektedirler.

Tasavvufta tâc ve hırka birbirinden ayrılmaz iki unsur olarak görülmektedir.

Tâc ve Hırka, Kastamonu Şabân-ı Velî Müzesi

Sûfî Kisvesi, Tâc ve Gelenek

Tarîkat çeyizi (cihâz-ı tarîkat), Allah’ın Hz. Muhammed’e (s. a. s.) Mirâc’dan evvel Hz. Cebrail vasıtasıyla gönderdiği çeyize verilen addır. Bu cihâzlar başa giyilen tâc(külâh), külâha sarılan sarık ile çeyizin diğer parçaları olan hırka, kemer, ibrîk, teber, keşkül, tığbend, pâpûç, asâ, teslîm taşı, palheng, kanberiyye, habbe gibi unsurlardır.

Meşâyîh-i kirâm tarîkata yeni intisap etmişlere veya bu yolda olgun-laşanlara, irşâd makâmına gelenlere merâsimle emânetlerini teslim eder. Bu merâsimlerden biri olan tâc giydirme törenidualarla, tek-birlerle gerçekleştirilir ve bu vesileyle “tekbîrleme”, “tekbîr etme”, “tekbîrletme” gibi adlarla anılır. Tâc ehline, tekbîrleme adı verilen

251Az Ta n ı n a n B a z ı T ü r l e r

törenlerde bir nev’i diploma olarak “icâzetnâme” veya “hilâfetnâme” verilir. Şeyh tarafından tarîkat silsilesinin ve icazetnâmenin okunma-sıyla tören sona erdirilir. (Cebecioğlu, 2005:620-621).

Yahyâ Agâh İstanbulî’nin eserinden aldığımız bu nev’i törenlerde okunan Tekbir-i Tâc Duası şu şekildedir:

El-hamdü li’llâhi’llezî ce’ale’t-tâce ve’l-mi’râce ve’l-minbere ve’l-mihrâbe ve’l-burâk Seyyidenâ Muhammed. Bismilâhirrahmânirrahîm. Elîf, Lâm, Mîm. Allâhu lâ ilâhe illâ Hüve’l-Hayyu’l-Kayyûm. Küllu şey’in hâlikun illâ vecheh. Lehü’l-hükmü ve ileyhi türce’ûn. (İstanbulî, 2005:114).

(Hamd, tâcı, mirâcı, minberi, mihrâbı ve Burak’ı Efendimiz Muhammed kılan Allah’adır. Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla. Elif, Lâm, Mîm. Allah, kendisinden başka ilâh olmayan, Hayy ve Kayyum olandır. O’ndan başka her şey yok olucudur. Hüküm O’nundur ve O’na döndürüleceksiniz).

Sülûkunu tamamlayan sâliklere be’yat, hilâfet, elbâs verilir ve örtü altı/mahfel adı verilen erkânla şeyhler hırkalarının/ridâlarının altından manevî sırları erbâbına emânet ederler. Hırka ve ridânın altından manevî sırların telkîn edilmesinde Mirâc’a telmih vardır; Hz. Cebrâil, Mirâc’da Hz. Muhammed’i (s.a.s.) kanadı altına alıp be’yat (Mübâyâ-i Yedullah ve Sırr-ı

Hilâfet) tâlim ettirmiştir. Tarîkat usulüne göre tekbîr töreninin sonunda dervişin kendisine verilen bu manevî sırların bilincinde hareket etmesi ve yaşamının bundan sonraki kısmında emânete hıyânet etmemesi ve edebe mugâyir davranışlar sergilememesi hususu önemlidir.

Tâcnâmelerde bahsedilen tâc giyme geleneği ilk ata ve ilk peygamber Hz. Âdem’e kadar götürülür; Hz. Âdem’e, Hz. Cebrâil tarafından tâc giydirildiği ve diğer peygamberlerin de tâc giydikleri uzun uzun anla-tılır. Bilhassa velilerin, Hz. Âdem’den peygamberimize kadar aktarılan bu sünneti ve geleneği “Sûfîleri ve hırkalarını tenkit etmeyiniz çünkü onların ahlâkı nebilerin ahlâkı, elbiseleri de nebilerin elbisesidir.” hadîs-i şerifi esasında sürdürdükleri ortaya konulur. Ayrıca tâcın pey-gamberimizden çâryâr-i güzîne nasıl hediye edildiği ve her tarîkatın da bu hususta farklı bir biçimi olduğu, bu vesileyle de tâcların nasıl terklendiği silsile halinde aktarılır.

252 İ s l â m î T ü r k E d e b i y a t ı S e m p o z y u m u

Şabâniyye Tâc-ı Şerîfi (Hüseyin Vassâf’ın Çizgileriyle)

Geleneğimizde önemli bir değer olarak karşımıza çıkan sûfî kisveleri-nin içinde tâcların yapımı bir sanat ve ustalık gerektirdiğinden bunları Türk zanaatının eşsiz numuneleri olarak görmek ve bu numunelerin yapım aşamalarını izlemek halkbiliminin çalışma alanı içindedir. Ayrıca eserlerde, tarîkat ehlinin giyim ve kuşam şekliyle ilgili olarak eserlerin yazıldığı dönemlere has düşünceler ve bu eserleri yazan muh-teremlerin giyim-kuşamla ilgili zamanın dahl ve taarruzlarına karşı verdikleri Kur’ân ve sünnet merkezli cevapları da ayrıca incelemek gerekmektedir. Bu vesileyle tâcnâme gibi erkânı izâh eden edebî eser-ler, sadece Türk-İslâm Edebiyatının bir numunesi olarak görülmemeli, halk biliminin ve sosyolojinin imkânlarıyla yeniden ele alınmalı ve bu metinlerin yazılış sebepleri ile geçmişten günümüze ne gibi ihtiyaçlara cevap verdikleri bütün yönleriyle ortaya konulmalıdır.

Tâcnâmelerde Ortak Dil

Tâcnâmeler ve emsâlî eserler tarîkat alâmeti olarak görülen kisve/kılık kıyafet (tâc, hırka, destegül, tennure, şeddü’l-kemer vs.) hakkında tarîkatlara mahsus usûl ve âdâba dair bilgilere erişmemizi mümkün kılmaktadır. Tarîkat ehlinin mensubiyetini bildiren giyim-kuşam bir tavır olarak tarîkattan tarîkata, meşrepten meşrebe değişirken, Melâmîlerin ise bu konuda kendilerini halktan ayıracak herhangi bir şekli benimseme-dikleri görülmektedir. Zira melâmet yolunu benimsemiş mutasavvıf-lar tâc ve hırka gibi şekle işaret olan cihazlara önem vermeyip bilakis her türlü şekilci tavrı kırmak için özen göstermişlerdir. Önemli olan gönlün tâc ve hırka giymesi, yani tevâzua ve ilâhî bilgiye ulaşmasıdır. Bu vesileyle Yûnus: “Dervîşlik dedikleri hırka ile tâc değil/Gönlün derviş eyleyen hırkaya muhtâc değil” ifadeleriyle edebin ve tevâzunun dervişin gönlündeki en büyük hazine olduğuna işaret etmektedir.

Kisvenin kendine mahsus zahirî ve batınî mânâlar ihtiva ettiği de ayrıca bu tarz eserlerde yansımaktadır. Tasavvuf erbabının özel gün-lerde giydikleri tâcların hangi makâma (rûh veya kalb) işaret ettiği ve tâc-ı şeriflerin ise, vahdet-i vücûdu anlattığını bu eserler vasıtasıyla öğrenmek mümkündür. Nitekim tasavvuf kültüründe, hırkanın (urba), teslimiyete ve yokluğa; tâcın Marifetullah’a işaret olduğu, Yûnus’un diliyle şu örnekte ses bulmaktadır:

Hırkam suçuma perde endîşem fâsid yerde Gönlüm ayruk bâzârda dilimde sözüm esrâr

Yûnus Emre bu sözleriyle yokluk bilincine ve marifetullaha ulaşmak

253Az Ta n ı n a n B a z ı T ü r l e r

isteyip de henüz ulaşamamış insanın çektiği sıkıntıyı dile getirirken çoğunlukla tâc ile birlikte anılan hırka mecâzına değinmektedir. Yine Gaybî (ö. H.1072/M.1662) tâcın marifet ve hakikat makâmlarının alâmeti olduğunu şu sözlerle anlatır:

Tâc marifet tâcıdır sanma gayri tâc ola Taklîd ile tok olan hakîkatte aç ola

Şu hâlde sûfîlerin indinde kıyafet, şekilden öte, bilhassa manevî değeri olan bir unsurdur. Kur’ân’daki “takva elbisesi” ile ilgili olan âyet de bu anlamda hatırlanmalıdır:

“Ey Âdem’in evlatları! Bakın size edep yerlerinizi örteceğiniz giysi, süsleneceğiniz elbise indirdik. Fakat unutmayın ki en güzel elbise, takva elbisesidir. İşte bunlar Allah’ın âyetlerindendir. Olur ki insanlar düşünür de ders alırlar.” (Araf, 7/26).

Şabânî Tâcı

Tâcı Oluşturan Unsurlar, Sembolik Mânâları ve Tâcın Terklenişi

Tâcın, dövme yünden yapılmış, “dolama”, “pâyelî”, “Cüneydî”, “Hüseynî”, “Seyfî” gibi çeşitleri bulunmaktadır. Tâcın üzerine sarı-lan sarığa destâr denilmektedir. Tâclar ve tâc-ı şerîfler, terk, taylasan (risâle), sarık veya imâme, düğme, pul gibi unsurlardan oluşur. Düğme, terk, pul veya mühr-i gül tâca dikilir; sarık, risâle ise tâca dolanır. Hz. Resul’ün (s.a.v.) de sarığında düğme olduğunu bilen tarîkat mensupları tâclarının tepesine düğme ve mühr-i gül giydirmişlerdir. Eşrefzâde, Şeyhü’l-Ekber Muhyiddin İbnü’l-Arabî’den naklen tâcdaki düğmeyi şöyle izah etmiştir:

254 İ s l â m î T ü r k E d e b i y a t ı S e m p o z y u m u

Resûlullah’ın sarığı, Safâ’da düştüğünde onu geri kabul etmedi. Ashab, bu sarığı dört yüz parçaya ayırdı. Bunların içinde sekiz parçası kayboldu, bulunamadı. Hepsi hayrete düştü. Cebrail (a.s.) gelip “O sekiz parçayı biz aldık, yedisini gök kapısına, birisini Allah’ın arşına astık.” dedi. Hz. Peygamber (s.a.v.) Mirâc’a teşrif ettiklerinde o parçayı orada görmüştür. Ashâb “Ya Resûlallah! Bu parçaları nasıl muhafaza edelim?” diye sorunca “Tâclarınızın tepesinde” buyurmuştur. Bunun üzerine hepsi, bu parçaları tâclarına düğme yapmışlardır (Atasoy,

2005:213;Eşrefzâde Abdullah Rûmî, Tarîkatnâme, s. 55).

Sikke, takye, külâh, imâme, miğfer, iklîl, kalensöve, serpenâh, âşık gibi isimlerle anılan tâcın niteliklerini ve tâca bağlı unsurları ihtiva eden geniş bir kavram alanı oluşmuştur. Tâcnâme adlı metinlerde de bu terminoloji özel anlamlarıyla, mecazlarıyla birlikte kullanıl-mıştır. Kisveyi oluşturan unsurları, tanımlarını ve sembolik dilini mevcut kaynaklardan yola çıkarak kısaca şöyle tasnif etmek müm-kündür:

KİSVENİN ADI

TANIM SEMBOLÜ/ İŞLEVİ/ÖZELLİKLERİ

Tâc-ı Şerîf Başa giyilen serpu-şun adıdır. Tâcın üst kısmına kubbe, sarık sarılan kenar kısmına lenger adı verilir. Lengeri çevreleyen tülbentin adı ise asabedir. Tâca tepe-den bakılınca kelime-i şehadet görülür.

-Lenger, şerîat evine, tepesi tarîkat kubbesine işaret eder.

- Hz. Peygamber’i, İnsan-ı Kâmil’i, Küllî Vücûd’u, insanın hilkatini anlatır.

- Siyah tâcdaki siyah risâle salikin sır ve fenâ makâmına delalettir. Siyah tâcdaki beyaz risâle mürşid-i kâmile ve bekâ makâmına delalettir.

-Tâcda risâle bulunması ve risâlenin dört par-mak miktarı sarkıtılması o kişinin zât ismine (ya Hû) mazhariyetine işarettir.

- Şeyhler tâc-ı şeriflerini tören günlerinde gi-yerler.

Risâle (taylasan, alâka, dâll)

Sarıktan aşağı sarkan nesne, sadece tâc-ı şerîfte olur. Asabenin tâca sarılış biçimi amame, destar, fenaî gibi isimlerle anılır. Destarî, Pâyelî, Hüseynî, Örfî gibi türleri vardır. Destarî tâc; ahmer, esved, neftî vb. renklerde olabilir.

- Velâyet-i tammeye, Kurbiyyet makâmına işa-rettir.

- Tâcın ortasında bulunur, baştan kalb üzerine sarkıtılır.

- Sarığa sonradan eklenir. Çünkü velâyet hil-katten gelen bir hâl değil, sonradan kazanılan bir hâldir.

- Kurbiyyet makâmının sembolü namazdır. O yüzden namazda risâle özellikle salıverilmelidir.

- “Hz. Muhammed (sav.) Mekke’nin fethinde alâmet-i sürûr olarak siyah sarınmışlardır. Bu renk geceyi, ism-i zât ve âlem-i Celâle işarettir” (Revnakoğlu, 2003, 41).

255Az Ta n ı n a n B a z ı T ü r l e r

Terk

(Terek, Dilim)

Tâcın üzerinde bölümlenmiş yerlerin adı.

- İlk defa Hz Peygamber tâca terk eklemiştir.

Düğme Tâcın tepesinde terklerin birleştiği yerdedir.

- Allah’a ve O’nun varlığına-birliğine işarettir.

- Bektaşî, Bayramî, Celvetî gibi tarîkatların tâc-ı şerîflerinde düğme vardır.

Pul

(Gül)

Tâcın tepesinde dilim-lerin birleştiği yere eklenen nesnelerden biridir, değişik renk-lerde olabilir. Kız,

Bağdad, Kafesli gibi

çeşitleri vardır.

- Sırr-ı hüviyet, sırr-ı nokta-i ahadiyyetü’z-zâta işarettir.

Sarık

(tülbent, şal, imame,

amame, destâr)

Tâc ve emsali baş-lıklar üzerine sarılan nesnedir.

- Kaygusuz’a göre, Allah arşı yarattığında arş, büyüklüğü ile kibirlenir. Allah bir yılan yarata-rak onu arşın üzerine dolar ve kuyruğunu aşağı salar ki arş bunu görsün ve kibirden kaçınsın. Buna bağlı olarak peygamberler sarık sarmayı sünnet hâline getirdiler.

- Sarık üç kulaç olmalıdır. Birinci kulaç ifnâ-yı fiile, ikinci kulaç ifnâ-yı sıfâta, üçüncü kulaç ise zâta işarettir.

Arakıyye Başa giyilen ve ter emmeye yarayan serpuş.

- Arakıyye, seyr ü sulûkta muayyen bir va-kitte ve devrânda şeyh tarafından tekbirlerle giydirilir.

- Mevlevilik, Bektaşilik, Rufailik gibi tarîkatlarda arakıye tâc altına giyilirdi.

- Şeyhler gündelik yaşamda başlarına arakıye giyip sarık sararlar idi.

- Dal arakıyye (Halvetîlere mahsustur. Bu arakıyenin kubbesi anâsır-ı erbâ, mehzib-i erbâ, kütüb-ü erbâ, aktâb-ı erbâya işarettir. Kenarındaki dallar ise kufi yazı ile Kelime-i tevhid’e karşılık gelir.

Bedâhe, Müjgan, Elif,

Sirâc, Kandil, Ar’ar

Kadiriyye ve Nakşi bendiyye meşâyihlerinin başına giydikleri takkelerin çuhaları üzerine ipek ile işlenmiş çeşitli şekillere verilen adlardır.

- Lengeri göz kenarı gibi kabul edilen isâbenin kenarını çevreleyen dokuma müjgandır.

- Sirâc, fitilli ve yanar vaziyetteki kandil resmi-dir, kandil ise tevhid ruhunu sembolize eder; Nûr-i Muhammedî’ye işarettir.

- Ar’ar (Selvi) manevî ölüme işarettir. Elif, imân esâsına delildir.

Tâcnâmelerde geniş bir yer tutan tâcların nasıl terklendiğine dair

bilgiler, Peygamber Efendimizden başlayarak Dört Halife’ye, ora-

dan da tarîkat pîrlerine kadar uzun uzun anlatılır. Terek veya terk

256 İ s l â m î T ü r k E d e b i y a t ı S e m p o z y u m u

tasavvuf terminolojisinde “fakr u fenâ ehli dervişlerin giydikleri dilimli tâclar” şeklinde tarif edilebilir. Yine mevcut kaynaklardan yola çıkarak tâcların terkleniş biçimleri ve bunların genel hatlarıyla hangi tarîkatlar tarafından temsil edildiklerini anlatan bölümler bu eserlerin muhtevasından birini oluşturmaktadır. Tâcnâme yazarları tâcın niteliklerini, tâc giyinme adabını, onu oluşturan bölümleri ve bu bölümlerin manevî açılımlarını Kur’ân ve sünnet ışığında delillendi-rerek anlatmışlardır.

Türk Edebiyatında Tâcname Yazarları

Ahmet Yesevî’nin eserlerinden itibaren edebî eserlerimizde tâc ve hırka ile ilgili bir kitaplık çapında manzume ve mensur eser kaleme alınmış ve yine pek çok eserde sûfî kisvesine mecazen dem vurulmuş-tur. Türk Tasavvuf Edebiyatında müstakil olarak tâcnâme yazan sûfî müelliflerden bazılarını şöyle sıralayabiliriz:

1. Müstakimzâde Sadettin Süleyman (1718-1787), “Risâletü’t-Tâc”: Tarîkat kisveleri ile ilgili en mühim eserlerden birisi, Müstakimzâde Süleyman Efendi tarafından yazılmıştır. Müstakimzâde, bu eserin-de tâc giymenin başlangıcından itibaren, tarîkat tâclarının tama-mını ayrıntılarıyla izah etmiştir. Bu vesileyle eserin tâcları bilhassa zâhir ve bâtın yorumlarıyla delillendiren diğer tâcname örnek-lerinden farklı olduğunu ifade etmek mümkündür. “Risâletü’t-Tâc”ın nüshaları şöyledir:

• Mustafa Tatcı Nüshası.

• Ankara Millî Kütüphanesi Nüshası.

• Mevlâna Müzesi Kütüphanesi Nüshası.

• Süleymaniye Kütüphanesi Nüshası.

• Fransa Millî Kütüphanesi Nüshası.

• Almanya Millî Kütüphanesi Nüshası.

2. Haşim Baba Bandırmalızâde Mustafa Üsküdarî Celvetî (1197/1782), “Keyfiyet-i Libâs, Tâc ve Hırka”: İstanbul Büyükşehir Belediyesi Atatürk Kitaplığı Nüshası (OE. Yz. 893/2).

3. Mesnevihan Dervîş Mehmed, “Risâle-yi Tâciyye”: Seyyid Hafız Mehmed Rızaeddin tarafından H.1254/M.1838-1839 yılında is-tinsah edilen bu eser, 06 Mil Yz A 651/14 arşiv numarasıyla korunmaktadır.

4. Seyyid Nizâmoğlu Seyfullah (ö. H.1010/M.1602), “Risâle-i Tâc”: Müstakimzâde’nin tâcnâmesinde Seyyid Nizâm ve tâcnâmesi hak-

257Az Ta n ı n a n B a z ı T ü r l e r

kında bilgi verdiği bu eserin nüshaları 06 Mil Yz FB 409/2 ve 06 Mil Yz FB 409/3 arşiv numaralarıyla Ankara Millî Kütüphane’de bulunmaktadır.

5. Sabit Ali, “Risâle-i Kisve-i Ma’rifî”: Ankara Millî Kütüphane’de bulunan eser, 06 Mil Yz. A.961 arşiv numarasıyla kayıtlıdır. Arapça ve Türkçe olarak yazılmış olan eser 50 varaktır. Mustafa Özdamar’ın “Dersaadet Dergâhları” eserinde belirttiğine göre Sabit Ali 17.-18. yy. arasında İstanbul’da yaşamıştır. Bu eseriyle Sabit Ali, bilhassa İstanbul’da şeyhi olduğu Marifî dergâhı etra-fında teşekkül eden giyim ve kuşam adabına has özellikleri dile getirmiştir. Eserde Ma’rifî tarîkatının diğer tarîkat ehline göre alâmet sayılabilecek olan kisvesi tâc, gül, saç, hırka, deste-gül, tennûre ve şeddü’l-kemerolmak üzere yedi unsurdan oluşmakta-dır. Çalgı çalmanın Hz. Peygamber zamanında Rahima bin Yeltem Hazretlerine dayandırıldığı şedd-i bend bahsine bağlı olarak ifade edilir. (Kılıç, 2007:2-36)

6. Kastamonu-Küreli Şeyh Mahmûd Efendi, “Risâletü’t-Tâciyye”: Halvetî tarîkatının Şabânî koluna mensup olan Şeyh Mahmûd Efendi’nin tâcnâme adlı eserinin nüshaları şunlardır:

• Süleymaniye Kütüphanesi Nüshası (HM. Yz. 3139)

• Tasavvuf Mûsikîsi ve Folklorunu Araştırma ve Yaşatma Vakfı Kütüphanesi Nüshası.

• Ankara Millî Kütüphane Nüshası (06 Mil Yz A 951/6) Derviş Hafız Mehmed Rızaeddin tarafından (H.1256/M.1840) tarihinde istinsah edilen eserde Şeyh Mahmud Efendi’nin tâcnâmesinden evvel haz-retin menâkıbının anlatıldığı bir bölüm vardır.

Kastamonu-Küreli Şeyh Mahmûd Efendi’nin Menâkıbı

Şeyh Mahmûd Efendi; Kastamonu’ya bağlı bir kaza olan Araç-Okçular’da dünyaya gelmiştir. Önce Sünbül Efendi’den feyz alan Mahmûd Efendi, Şeyh Şabân-ı Velî Kastamonu’ya yerleşince, O’na intisap etmiştir. Şeyh 1580’den sonraki bir tarihte vefat ettiğinde Küre-i Hadid (Demirküresi) denilen mevkide defnolunmuştur. “Şabân-ı Velî’nin Menâkıpnâmesi”ndekendisiyle ilgili şu bilgiler verilmektedir:

“Hâlâ Demirküresi (Küre-i Hadid)’de medfun bulunan Şeyh Mahmud Efendi, Sünbül Efendi halifelerinden olup memleketi olan Araç Okçular’da onun yolunda gitmekte iken bir gün rü-yalarında Resûlullahı görürler. Ondan tecelliyat ve kemalâtının artması için ricada bulunurlar. Resûlullah bu büyük kişinin pek

258 İ s l â m î T ü r k E d e b i y a t ı S e m p o z y u m u

çok kemalâta ulaşacaklarını haber vererek müjdeleyip ‘Kâmil ve kutb-ı rical bir büyük kişiden çokça hâl ve kemal tahsil edeceksin.’ diyerek sevindirdiler. O da o şerefli zâtın ortaya çıkışını bekler iken bir gün o sıralar Kastamonu’da tanınmaya başlayan Şeyh Şaban-ı Velî’nin huzuruna gelirler. Rüyâlarında verilen haberin gerçekleştiğini anlarlar. Muhyiddin Efendi (Şeyh

Şabân-ı Velî’nin dördüncü halifesi) rivayet eder ki: ‘Dervişliğim zama-nında Mahmud Efendi ile bir gün Şaban Efendi Hazretlerine gelip rüyalarını anlattıklarında teslimiyetini imtihan etmek için sessiz kaldılar. Birkaç gün içinde üç kere tekrar ettiğinde yine sessiz kaldıktan sonra Mahmud Efendi Hazretlerinin mübarek gözlerine yaş gelip: -Benim efendim! Gerçi ben Sünbül Efendi halifelerindenim ama huzurunuza en aşağı dervişiniz olmaya geldim, eğer kabul etmezseniz kıyamet gününde elim yakanız-dadır… diyerek ağladıklarında tam teslimiyetleri kesinleşince; Şaban-ı Velî Hazretleri gönülden iltifat edip, -Söyle kardaş, doğrusun, kabul ettik, buyurdular. Mahmud Efendi gâyet ehl-i ilim bir kişi olup Hazret-i Sultanla her çeşit ilimden sohbet ederlerdi. O zamana gelinceye kadar Şeyh Şaban-ı Velî’yi her-kes ümmî zannederken ileri derece ilim sahibi oldukları ortaya çıktı.’ buyurdular.” (Yazar, 1985:165-167).

Millî Kütüphane’de 06 Mil Yz. A 951/6 arşiv numarasıyla kayıtlı eserde“Menkıbe-iMahmûd Efendi el-Müellifü’r-Risâleti’t-Tâciyye” başlığını takip eden bölümde; Mahmûd Efendi’nin Hz. Peygamber’den velilik nişanına dair müjdeyi aldıktan sonra Halvetiyye tarîkatının ilk büyük şubelerinden Cemaliyye’nin Sünbüliyye şubesinin kurucusu Sünbül Efendi (1475-1480)’den ayrılıp Hazret-i Sultân Şabân Efendi’ye Kastamonu’da intisap ettiği şöyle anlatılır:

Kastamonu sancağında Küre-i Hadîd’e seccâdeleri olup anda hâlâ medfûn olan Kutbu’l-evliyâ ve zâhirü’l-asfiyâ el-ârif-i billahi’l-vedûd Hazret-i Şeyh Mahmud Efendi (k.s.) sâbikâni gülistân-ı irfân gül ü gülzâr-ı aşka bülbül-i kutbü’l-vâsılîn Hazret-i Sünbül Efendi Hazretleri (k.s.) hulefâsından olup hilâfetle Arâc kazası semtinde Okcular nâm mahalle gelip hâlâ ânda olan câmi-i şerifi binâ edip ve erkân sürüp ve mücâhede ederler. (Şeyh Mahmûd Efendi’nin Menakıbı, 06 Mil Yz. A 951/6; 1840, 144b).

259Az Ta n ı n a n B a z ı T ü r l e r

Şeyh Mahmûd Efendi’nin Sandukası

Hâsılı, Mahmûd Efendi aşkı ilmine galip olup Şabân Efendi’ye in-tisap ederek ondan hilafet alan erenlerdendir. (bk. Şeyh Mahmûd Efendi’nin Menâkıbı, 06 Mil Yz. A 951/6; 1840, 145a).

Şeyh Mahmûd Efendi’nin Tâcnâmesi Hakkında

Şeyh Mahmûd Efendi ihvanın talebi üzerine kaleme aldığını belirttiği bu eserinde tâc giymenin meşruluğunu, sünnete ve Kur’ân’a uygunlu-ğunu ortaya koymaktadır. Mahmûd Efendi’nin belirttiğine göre Hz. Peygamber dört nevi kalensöve giymiştir.

• Dâll tâçdır ki; Halvetîler giyerler.

• Örme tâçdır ki; arakiyye gibi olur.

• Bir terkli elifî tâçdır ki; Bektâşîler giyer.

• On iki terkli tâçdır ki, Zeynîler giyerler.

Şeyh Mahmûd Efendi tâcnâmesinde tâcın nasıl terklediğini, tâcın renk-lerini ve unsurlarını, tâcı oluşturan dâl ve terekin batınî mânâlarının neler olduğunu âyet ve hadîslere dayanarak izah etmektedir.

Eserde sade bir dille tâc ve tâcın nasıl dâllendiği dile getirilmiş, her birinin bâtınî mânâları anlatılmıştır. Derviş giyim ve kuşamının meş-ruluğunu âyet ve hadîslerle izaha çalışan Şeyh Efendi, bu konuda

260 İ s l â m î T ü r k E d e b i y a t ı S e m p o z y u m u

dervişâna yöneltilen taarruzları ve tenkitleri bilimsel bir dille def etmeye çalışmıştır.

Çalışmamızın sonuna koyduğumuz metin, elimizdeki üç nüshanın karşılaştırılması sonucu ortaya konulmuştur.

Şeyh Mahmud Efendi’nin Tâcnâmesi

(METİN)

Bu risâle-i tâciyye, Şa’bân Efendi (k.s.) Hazretlerinin hulefâ-i kirâmlarından Küre-i Hadid’de medfûn olan kutbü’l-vâsilin Şeyh Mahmûd el-Halvetî Hazretlerinindir.

Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm

el-Hamdulillâhi Rabbi’l-’âlemîn. Vesselâtü vesselâmü alâ seyyidinâ Muhammed ve âlihi ecma’în. Ve bâdü lemmâ kâne li bâdi’l-ihvân taleben li ma’rifeti hey’eti’l-kalensöveti’l-müsteviyeti li taârrudi’r-ricâli’l-meftûneti erâde’l-fakîru ilâ rabbihi’l-Kadîr Mahmûd bin Nefs bin Kemâl bin Mesûd en yecma’a mimmâ yufhemu mine’l-kitâbi ve’s-sünneti ve icmâi’l-ümmeti ve ma yeşâu ileyhi mine’l-’ulûmi’d-dîniyyeti li yekûne nef’an li îkâni’l-müminîn ve raf’an li şukûki’l-müteraddidîn ve def’an li inkâri’l-münkirîn ve semmâhu bi’r-risâleti’t-tâciyyeti fi tarîkâti’s-sûfiyyeti’s-safiyyeti’l-Mustafâviyye. Allâhümme yessirhü safâ ve’l-vusûl bi mütâbaati’r-rasül ve sâyiri’t-tâlibîn bi hüsni’l-kabûl.

(Hamd âlemlerin rabbı olan Alllah’a mahsustur. Salât ve selâm efen-dimiz Hz. Muhammed ve O’nun âlinedir. İhvandan bazıları kalensöve giymenin hükmünü sorunca, Fakîr Mahmûd bin Nefs bin Kemâl bin Mesûd konuyla ilgili olarak kitap, sünnet, icmâ ve dînî ilimlerde bulu-nan hükümleri toplayıp, müminlere fayda sağlamak, tereddütte olan-ların şüphelerini gidermek ve inkârcıların inkârlarını gidermek istedi. Yazdığı eseri de er-risâletu’t-tâciyye fi tarîkâti’s-sûfiyyeti’s-safiyyeti’l-Mustafâviyye olarak isimlendirdi. Allah’ım ona bu işi kolaylaştır. Hüsn-i kabûl ile diğer tâliblere ulaşmasını sağla.)

Ammâ ba’dü. Şöyle ma’lûm ola ki, hüsn-i kabûl ile istimâ edesin ve inkârı koyasın. Allah Teâlâ rahmet edip, şol münkirlerin inkârlarını def’ etsin ki bunun (Y/2) gibilere sebeb olup ya’nî ihtilâl ü ıztırârı mûris olur.

Akvâl-ı muta’assıba ile Halvetî sûfîlerinin tâcına dahl edip demişler ki:

“Bu tâcı Hazret-i Resûlullah (s.a.v.) giymemişdir. Kendilerden düzme olup hadisdir!”

İmdi, aslı budur ki, ahbâr-ı sahîha ile bir nice türlü tâc giymek sünnet

261Az Ta n ı n a n B a z ı T ü r l e r

olmuşdur. Ammâ münkirlere cevâb budur ki, -Hazret-i Resûl (s.a.v.) hadîs-i şerîflerinde buyurmuşlardır-:

“Men teşebbehe bi-kavmin fe-hüve minhüm.”

(Bir kavme benzeyen, onlardandır.)

Ve bir hadîsde dahı buyurmuşlardır:

“Men ehabbe kavmen alâ a’mâlihim huşira fî zümretihim ve in lem ya’mel bi a’mâlihim.”

(Kimki bir kavmin yaptığı işlerden hoşlanırsa, -onlar gibi davranmasa bile- onların içinde haşrolunur.)

Pes imdi, zamân-ı sâbıkda ulûm-ı şer’iyyeye kuvvetle vâsıl olan azîzler ve vera’ ve takvâda ve ilm-i ledünnîde hikmetle kâmil olan ehl-i temyîzlerden selef-i sâlihîn ve meşâyıh-i mütekaddimîn (r.a.) giye, gelip onların zamân-ı şerîflerinde hiç kimse dahl ve ta’arruz etmediler. Biz dahı onlara iktidâ ve teşebbüh kasdına ve onların zamân-ı şerîfleri ile mütenezzî olup kıyâmetde onların zümresinden haşr olmak niyetine giyeriz. Eğer şerî’at kitâbında bu makûle ulular giydiği tâcın hürmetine ve kerâhatine delâlet eder. Mahsûsen ve sarîhan bir delîl-i kat’îniz var ise getirin, biz dahı görelim. Ve Hazret-i Resûlullah (a.s.) ve ashâb-ı a’zam (r.a.) ne sûretde tâc giydiler ve ne hey’etde giymediler beyân eyle-sinler. Biz dahı görelim, bilelim. Eğer bid’atdır derlerse, bid’at oldur ki; kitâba ve sünnete ve icmâ’-i ümmete ve kıyâs-ı fukahâya muhâlif ola.

Pes imdi meşâyıh-ı a’zam ve sâlihlerin giydikleri tâcda (Y/3)bid’at ol-mak ihtimâli yokdur. Eğer muhâlif bulunursa yine onlara muhâlefet edenler de bulunur. Mesâbih-i Şerîf’de; Kitâb-ı Libâs’da Ebû Kebşe’den rivâyet edip eydür:

“Kâne kemâmu ashâb-ı Resûlillâh (a.s.) bathan ma’nâhu ennehû kâne mebsûtaten lâzikaten bi ruûsihim gayra murtefi’atin anhâ.”

Ya’nî ashâb-ı güzînin kalensöve-i müdevvereleri başlarına yine mülâhık ve mültesik olup üzeri dülbendden yukarısı uzun değil idi. Ammâ nice türlü kalensöve giymek sünnet olduğuna hikmet budur ki, Resûlullah Hazret (a.s.):

“Lâ harace fî dininâ.” (Dinimizde zorluk, sıkıntı yoktur.) buyurmuştur.

Ümmetine müzâyaka olmasın diye cem’-i ahvâlde ve akvâlde ve evzâ’ında envâ’ın işlerlerdi. Nitekim hırka giymek de; Arabî ya’nî yeñi geñ ve rûmi ya’nî dar ve yeñi uzun ve yeñi kısacık kaftanlar giymiş idi.

Kalensöve husûsunda dahı azîzlerden şöyle rivâyet olunur ki:

“Resûl (a.s.) Hazretleri zamân-ı şerîflerinde dört nev’i kalensöve giy-mişlerdi:

262 İ s l â m î T ü r k E d e b i y a t ı S e m p o z y u m u

Biri dâll tâçdır ki; Halvetîler giyerler. Ve biri örme tâçdır ki arakiyye gibi olur. Ve biri dahı bir terkli elifî tâçdır ki; Bektâşîler giyer. Ve biri dahı on iki terkli tâçdır ki, Zeynîler giyerler.”

Ve dahı şöyle rivâyet olunur ki;

“Resûl (a.s.) Hazretleri bir terkli tâç giyip sonra Ebû Bekr (r.a.) Hazretlerine verdiler. Ve ondan iki terkli giyip Ömer (r.a.) Hazretlerine verdiler ve ondan üç pâreden giyip Osmân (r.a.) Hazretlerine verdiler ve ondan sonra dört pâreden giyip Alî (r.a.) Hazretlerine verdiler. Bu cihetden cem’isini giymek sünnete muvâfık oldu. Ammâ cem’isinden evveli ve âhiri budur ki Halvetîler giyerler, dâll tâcdır ki ulviyyetine delîl-i hikmet-i şiâr ve esrâr pür-itibâr çoktur.” (Y/4)Cümleden biri bu-dur ki; bu tâç cemî’-i tâçlara şâmildir. Zirâ bir pâre olduğu cihetten Ebû Bekr (r.a.) giydiğine işârettir ve orta yerine birliğinden çekmek ile iki pâre olur. Ömer (r.a.) giydiğine işârettir ve mühürlüğünde iki bölünmek ile üç-dört pâre olur. Osmân ve Alî Hazretleri giydiklerine işâretdir. Pes dört pâre olduğu çâryâra işârettir ve biri dahı budur ki bir pâre olduğu cihet vahdete ve şerîata ve iki pâre olduğu tarîkata ve üç pâre olduğu hakikate ve dört pâre olduğu ma’rifete ve kemâlde nihâyete ve sâliklerin sefer-i erbâ’asına ve dâl olduğu Hz. Muhammed (a.s.)’ın dâlline işâretdir ki, Muhammedî’yim demek olur ve devlet dâllidir ki, “Devlet tâcını başıma giydim.” demek olur.

Ve edep tâcıdır ki, “sûfîyyenin her bir harekâtı âdâb üzeredir. demek-dir. Nitekim Şeyh Ebû Hafzan Avârif’inde:

“Et-tasavvuf kulluhû âdâb ve li külli vaktin âdâb ve men lezime âdâbe’l-evkât belaga meblaga’r-ricâl ve men dayyae’l-âdâbe fe hüve yesîru baîden min haysu yezunnu’l-kurbe merdûden ve kâle eydan hüsn edebi’z-zâhir unvânu hüsn edebi’l-bâtın. Lienne’l-nebîyye lev haşa’a kalbuhû lehaşaat cevârihuhû.” diye buyurmuşlardır.

(Tasavvufun hepsi edebdir. Her vaktin edebî vardır. Kimki vakitlerin edebine riayet eder, kâmillerin makâmına ulaşır. Kim de edebe riayet etmezse bu makâmdan uzak olur. Öyleki yakınlığı, reddedilmişlik zanneder. Ayrıca şöyle dedi: Zâhir edebin güzelliği bâtın edebin güzel-liğini gösterir. Çünkü Nebi’nin kalbi titrese, âzâları da titrerdi.)

Ve dahı diyânet tâcıdır ki, ibâdet emrini üzerime aldım.” demek olur. Ve bir terki ile beş dâli olduğu evkât-ı hamseye işâretdir. Ve erkân-ı İslâm beş olmasına işâretdir. Nitekim Hazret-i Resûl (a.s.) buyurdu ki:

“Buniye’l-İslâmu alâ hamsin: şehadetu en la ilâhe illallâh ve enne Muhammeden Resûlullah.” el-hadîs.

263Az Ta n ı n a n B a z ı T ü r l e r

(İslâm beş esas üzerine bina edilmiştir: Allah’tan başka ilâh olmadığı-na ve Muhammed’in (s.a.v.) O’nun resulü olduğuna inanmak.)

Ve cümle yirmi dâll olduğu;

“Her günün gecesiyle gündüzünde yirmi rekât farz edâ’ (Y/5) ederim.” demek olur.

Ve her terkin evvelinde elif, âhirinde mim olduğu “evveli Hazret-i Âdem Nebî (a.s.) âhiri Hazret-i Muhammed Mustafâ (s.a.v.)’dır.” de-mektir. Ve her terkte iki celâle olduğu zâhir ile bâtına işâret olur. Ve sekiz celâle olduğu sekiz cennetin hâliki Allahu zül-celâle olduğuna işâretdir. Ve celâle olduğundan murâd, “Maksûdumuz hemân zât-ı Hakk’dır. Bize mâsivâ gerekmez.” demek olur.

Ve her taraftan elifler cem’ olup, dâll olduğu tazarru’ ve niyâza işa-rettir. Nitekim tazarru’çün tevâzu’ ile ellerini du’âya kaldırasın. İki parmaklarının uçları birbiriyle zamm olsa dâll resmi olur. Ya’nî;

“Tazarru’ ve niyâzda tevâzu’da oluruz. Şânımız kibir değildir.” de-mek olur.

Ve cümle dâllların araları kesilse kırk elif olur. Ol kırk menzile işâretdir ki; “lisân-ı (=sefer-i ma’nevî)ma’nevî oluruz.” demekdir.

Ve elif olduğu istikâmete delâlet eder. Ya’nî kasd-ı ve azîmetimiz sırât-ı müstâkim üzere olup asla bizden inhirâf ya’nî eğrilik görün-memek ve kisvenin asâbesi şerîat evine işâretdir. Ve tepesi tarîkât kubbesine işarettir. Ya’nî;

“Şerîat evine girdim ve tarîkât kubbesi altında karâr ettim.” demek olur.

Ve dâll olmasına bir hikmet dahı budur ki;

“Tâ mevte kadar, abd olan ibâdetle me’mûrdur. Öyle olduysa Hak Te’âlâ’nın emrettiği üzere ibâdeti yerine getirmede âciziz ki bilinmez tâcımızda dâll olmuştur.” demek olur.

Hazinetü’l-ulemâ’da getirmişdir ki, Hazret-i Alî’den (r.a.) rivâyet eder;

“İzâ erâde’s-salâte yetavaddau ve yecîu munhaniyen ilâ babi’l-mescidi(Y/6) ve ye’huzu bihalkatihî ve yekûlu: İlâhî abdüke bibâbike. Fakîruke bibâbike. Dayfuke bibâbike. Hel te’zenu lî fi’d-duhûli em lâ? Fekîle lehû: Ya emîra’l-müminîn! Lâ nerâ alâ zahrike hamlen ve nerâ zahreke yenhanî fî hâza’l-vakt. Fekâle: Zanentum fî galat ennî hamel-tu hamlen sakîlen acezeti’s-semâvâtu ve’l-ardu ve’l-cibâlu an hamlihâ. Fekeyfe lâ yenhanî zahrî an hamlihâ? İntehâ. Kemâ kâlallâhu Ta’âla: İnnâ aradne’l-emânete alâ’s-semâvâti ve’l-ardı ve’l-cibâli.”

264 İ s l â m î T ü r k E d e b i y a t ı S e m p o z y u m u

“Yani bir gün Hz. Şâh-ı Evliyâ Aliyye’l-Murtazâ vakit namazlarının birinin edâsını murâd buyurdukda abdest alıp guyşâ arkalarında bir ağır yük varmış misillü mübârek miyânları iki kat olduğu hâlde mescidin kapısı halkasına yapışıp, İlâhî senin fakîr, zaîf kulun kapına geldi, içeriye içeriye duhûle izin var mı yoksa yok mu, diye tazarrû ve niyâz ile münâcât eylediklerinde, ashâb u ahbâbı derler ki, Yâ emîr el- Mü’minîn! Zât-ı velâyet-penâhınız zahrınızda yük görüyoruz, imdi bu vakt miyânınız neden eğri olup iki kat oldu diye suâl eylediklerinde buyurdular ki: -Sizler galat eylediniz bu vakitde benim zahrımda bir ağır ibâdet yükü vardır ki, andan semavât ve arz ve cibâl, ibâ ve istinkâf eylemişdir, deyip iş bu “İnnâ aradne’l-emânete ale’s-semâvâti ve’l-ardı ve’l-cibâli fe ebeyne en yahmilnehâ ve eşfakne minhâ ve hameleha’l-insânu innehu kâne zalûmen cehûlen.” (Biz emâneti, göklere, yere ve dağlara sunduk; onu yüklenmekten kaçındılar, on(un sorumluluğun)dan korktular; onu insan yüklendi; (fakat onun ağır sorumluluğunu tam kavrayamadı) doğrusu o, çok zâlim, çok câhildir. Ahzâb/ 72). Kırâ’at buyurdular.

Pes, Haydar-i Kerrâr Hazret-i Alî gibi tarîk hakkında kavî ve şeci’ olan zât-ı muhterem Hakk’ın ibâdeti yolunda bel büküp izhâr-ı acz edicek, bizim gibi za’îf-i zu’afâya ibâdet yükünü götürmede bilmez. Bu geldiği ulu bi’t-tarîk olduğuna işârettir ve hem silsilemiz Şâh-ı velâyet’e çıkdığına işâretdir. Bu takdîrce dâll kisve giymek tamâm münâsib oldu. Ve bir dahı dâll kisve olmasına hikmet budur ki: Sûre-i Hûd’de “Festekim kemâ umirte” (Öyleyse emrolunduğun gibi doğru ol. Hûd/112) âyet-i kerîmesi geldiği vaktin Hazret-i sultânü’l-enbiyâ Efendimiz ziyâde acz gösterip Ya’nî; “Hûd Sûresi beni kocatdı. Emr-i azîm oldu-ğu sebebden beni za’îf kıldı.” buyurdular. Tefsîr-i Kâdî’de ve Tefsir-i Bagevî vesâ’irlerinde bu cihetle tefsîr olunmuştur. Bu mahalde İbn-i Abbâs (r.a.) aydur:

“Mâ nuzzilet alâ Resûlillâhi âyatun hiye eşeddu min hezihi’l-âyeti.”

Ya’nî, “Hiçbir âyet gelmedi Resûlullah üzerine ki, bundan şiddetli ola.”

Pes imdi ibâdet yolunda bunların hâl ü şânları böyle olıcak, sonradan gelip onlara ittibâ eylemeye işâret eder. Ve bu yolda aczlerini (Y/7) ve za’iflerini anlayıp, tarîk-i istikâmetde elif gibi olmayıp ya’nî heyetü’l-elif ki doğruluk üzeredir. Onun gibi doğru olmayıp, kadleri büküldü-ğüne işâret edip dâl etdiler.

Nitekim “Elifin beli bükülse dâl olur.

Ve bir dahı budur ki, azîzlerden şöyle rivâyet oluna gelmiştir ki;

“Hazret-i Resûl (a.s.) gazâ için sefere gittiği vaktin, tuğluğu altına bir kisve-i şerîfeyi giyerlerdi. Mübârek başlarını yumuşak tutmak için

265Az Ta n ı n a n B a z ı T ü r l e r

silsile-i sâhiha ile onların yoluna sâlik olan sûfiler dahı cihâd-ı ekber -ki nefs gazâsıdır- dâ’im onunla cengde ve mücâhede olduklarına işâretdir ki hâlâ giyerler. Ve bunların cemî’-i evzâ’larında hikmet ve esrâr çokdur.

Nitekim ak imâme sarındıkları “imân nûruna” işâretdir.

Ve siyâh imâme sarındıkları; “Tarîkatde nihâyete ve kemâlde gâyete yetişdim demekdir. Ve dünyâ telvisâtından nesne kabûl etmez.” demek olur.

Nitekim siyâh renk gayrı renk kabûl etmez.

Ve risâle salındırmak, makâm-ı temkîne yetişip karâr ettim demek olur. Ve gâh salıverip gâh yukarı komak dahı; ehl-i seferim, karâr buldum demek olur.

Ve sol tarafına salındırdığı, Hak Te’âlâ meleklere Âdem Safiyullah’a secde emrettiği vaktin Âdem Nebî (a.s.) Azâzîl ki halîfe-i melâike idi, meleklerin sol tarafında vâkı olup, onun secde etmediğini melekler görsün içün melekler sol tarafına turre ettiğine teşbîhdir. Nitekim salâtımızda secde iki kere olduğuna melekler secdeden kalkdıkları vakt gördüler; Azâzîl emre muhâlefet edip secde etmediği içün (Y/8) yüzü kararmış. Kendilerinin yüzleri ak olduğuna Allâh’a şükreyleyip, tekrâr secde ettikleri muhakkak olmağla bizim dahı hâlâ secdemiz iki olmasına sebep budur.

Ve sünneti sol tarafa irsâl etmenin bir sırrı dahı budur ki, şeytânın makarr u meskeni sol tarafda olup dâ’imâ vesveseyi sol cânibden etdiğiçün Hak Te’âlâ’nın emrine imtisâl ve ibâdetine iştigâl ile def’-i izlâl kastedip, sünneti üzerine musallat eyledikleri onunla bu vecihle muhârebe ve mücâhede de olduklarına beyândır. Ve bu vecihle imâme sarınıp ve sünnet salındırmağa bir hikmet dahı oldur ki;

“Arş-ı azîm ki cümle mahlûkdan şânı ve zâtı azîm ve yüce olmakla fi’l-cümle ucb ve enâniyet galebe edip kendi de bu vecihle azîm ve şân müşâhede eyledikde Hakk Ta’âlâ arş-ı azîminin böyle ucb ve enâniyetine rızâ vermeyip acz ve kusûrunu bildirmek için bir yılan halk edip emrettikde ol yılan arş-ı azîmi üç kez dolanıp dahı kuyruğu bir mikdâr ziyâde gelip aşağı sarkmışdı. Rivâyet olunur ki, ol vecih üzere Âdem’in başı arşa benzer, cemî’-i a’zâdan yüce olduğu cihetden böyle oldu ise def’-i enâniyet için üzerine imâme sarınıp ve yukarıdan taylesân konması sünnet olmak ona işâretdir.

Ve kisvesiz imâme sarınmak kâfirlere ve münâfıklara benzediği içindir ki Mesâbîh-i Şerîf’de getirir ki:

“Müşriklerin ve münâfıkların âlâmetidir kalensövesiz imâme sarın-

266 İ s l â m î T ü r k E d e b i y a t ı S e m p o z y u m u

mak ve bıyıkların (Y/9) koyup ve sakalların kuş kuyruğu gibi düzet-mek. Siz onlara muhâlefet edin.” diye buyurur.

Resûlullah Hazreti (a.s.). Bu acebdir ki ef’âl ve akvâlde böyle kâfirlere ve münâfıklara teşebbüh edenlere kimse dahl etmez ammâ ashâb-ı güzîne ve sâlihaya ve meşâyıh-i mutekaddimîne ve fuzalâ-yı ef’âl ve akvâl ve ahvâl ve hey’âtda bunlara teşebbüh ve iktidâ eden ve dervîşân ve fukarâya seng-endâz-ı dahl ile cevr ü cefâyı ve sehm-i ta’n u ezâyı var kuvveti bâzûya getürüp atarlar. Ve bu ta’n u ta’assup ehlinden olmayan hâli zühd ve ağrâz-ı fâsideden pâk ve işbu şerîf zümrenin muhabbet ve irâdetine müteveccih olan mü’minlere ma’lûm olsun ki, bunlara bu makûle ta’n taşı atdıklarından aslâ zarar ve gezend (musibet) yokdur. Belki nef’î ve fâ’idesi kati çoktur. Ammâ ki tahammül ve sabredeler.

Li-Muharrir:

Nâkıs olan ta’n ile atsa ger seng-i cefâ Kâmil olan afv edip hem ana ihsân artırır

Böyle münkir ile mukâbele ve cidâli terk edeler. Zîrâ meyvesiz ağa-ca kimse taş atmadığı her kişinin ma’lûmudur. Ve meyvedâr olan eşcâra dahı taş atan ekser sabiyy-i gayr-ı bâliğ idiği âkil olana hafî değildir. Ammâ mü’min sahih ve müslîm sarîh olup nifâkdan ârî ve ta’assubdan berî olanlara lâyık budur ki; Resûl-i Ekrem’den beri gelen sâlihâ ve ehl-i takvâya ve evliyâya sıdk u muhabbet ile irâdet edip, hırka ve kisvelerini giyen fukarâya hüsn-i i’tikâd ile muhabbet ve sıdk-ı i’tikâd ile meveddet edip du’â ve himmetlerin(Y/10) almaz ise bârî dahl ve ta’nı terk edip onları rencîde etmekden ellerin çekeler. Bunlar Allah dostlarıdır. Bunlar ile mücâdele ve mukâbele Cenâb-ı Kibriyâ ile mühâsama etmekdir. Allahu veliyyetü’t-Tevfîk (Allah’ın yardı-

mı) bunların şânında değil midir? İmdi adüvvu’llah olmak mukadder-dir. Nitekim hadîs-i kudsîyede gelmiştir:

“Men âdâ li veliyyen fekâd âzeytuhû bi’l-harb.”

“Her kim ki Benim velime düşmanlık eder, Ben ona savaş açarım.” (Hadîs).

Eğer Allahu Te’âlâ ile husûmet ederler ise kimsenin sözü yok ve Allah azîzun zû intikâm (Gerçekten Allah Azizdir, intikâm sahibidir. İbrahim/47) âkıbetlerin sananlar zebân-dırâzlığı koyup dillerin ve ellerin kendilere çekeler; her belâdan emîn olalar. Ammâ Hazret-i Resûl (a.s.) akvâl ve ef’âlinde ve evzâ ve ahvâlinde ne buyurdukların ve ne işlediklerin bilmeyenler hod ne denlü dahl ve ta’arruz ederlerse etsinler, aceb de-ğildir. Cehli sebebiyle bulduğu yâveyi söyler. Allah Ta’âlâ kemâl-i ke-

267Az Ta n ı n a n B a z ı T ü r l e r

reminden bilip, garaz-ı nefsile ihtiyâr edenlere ve bilmeyip dalâlete gi-denlere de hidâyet ve inâyet edip insâflar vere. Ve tarîk-i müstakîmden ayırmayıp, kendi dostlarına sâdıkâne muhabbet etmek sebebiyle dünyada sır ve himmetlerinden ve yevm-i âhiretde şefâatlerinden cüdâ kılmaya. Âmin.

Yâ Hâdi’l-mudallîn ve yâ mucîbe’s-sâ’ilîn. Bi-rahmetike yâ erhamer-râhimîn. Ve sallallâhu‘alâ seyyidinâ Muhammedîn ve âlihi ve ashâbihî ecma’în.

Ey sapıtıp doğru yoldan çıkanlara hidayet eden, isteyenlerin istekleri-ne icabet eden! Ey merhamet edenlerin en merhametlisi! Bize rahme-tinle muamele et. Allah efendimiz Muhammed (s.a.v.) ve O’nun âline ve ashabına salât etsin.

Kaynakça

Abdulkerim Abdulkadiroğlu, Halvetîlik’in Şa’bâniyye Kolu Şeyh Şa’bân-ı Velî ve Külliyesi, Ankara, Kastamonu Şeyh Şa’ban Veli Derneği Yayın-ları, 1991.

Abdülbaki Gölpınarlı, Tasavvuftan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözle-ri, İstanbul, İnkılap Yay., 2004.

Atabey Kılıç, “Manisa-Demirci’de Görülen Alevî-Bektaşî-Rıfâ’î Meşrepli Bir Tarîkat:Ma’rifîlik”, Turkish Studies, Volume 2/4, Fall 2007, 2-36.

Cemaleddin Server Revnakoğlu, Eski Sosyal Hayatımızda Tasavvuf ve Tarîkat Kültürü, Yay. Haz.: M. Doğan Bayın, İsmail Dervişoğlu, İstan-bul, Kırkambar, 2003.

İslâm Ansiklopedisi-Taç Maddesi (Semih Ceyhan), İstanbul, Türkiye Diyanet Vakfı, 2010, Cilt 39, 362-365.

Nihal Yazar, Halvetiliğin Şa’baniye KoluMenakıb-ı Şaban-ı Veli ve Türbe-name, Ankara, 1985.

Nurhan Atasoy, Türkiye’de Tarîkat Giyim ve Kuşam Tarihi, Ankara, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 2005.

Şeyh Mahmûd Efendi’nin Menâkıbı, 06 Mil Yz A 951/6; 1840, 144b-145b.

Süheyl Ünver, Geçmiş Yüzyıllarda Kıyafet Resimlerimiz, TTK Basımevi, Ankara, 1958.

Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul, Kabalcı yay., 2001.

www.ilminfazileti.blogcu.com

www.okcular.blogspot.com/2008/02/okularl-eyh-mahmud-efendi.html.

268 İ s l â m î T ü r k E d e b i y a t ı S e m p o z y u m u

www.yazmalar.gov.tr.

Yahyâ Agâh bin Sâlih el-İstanbulî, Mecmu’âtü’z-Zarâ’if Sandukatu’l-Ma’ârif Tarîkat Kıyafetlerinde Sembolizm, İstanbul, Ocak Yayıncılık, 2005.

İsmail Parlatır, Osmanlı Türkçesi Sözlüğü, Ankara, Yargı Yayınevi, 2009.