starbucks isgal gastesi sayi 2

4
İlk İşgal Gastesi’nde “Neden Starbucks? Ya da Sadece Starbucks mı?” ve “Starbucks İşgali: Bir Hayat ve Mekân Pratiği” başlıklı yazılarımızda neden burada olduğumuzu anlattık. Ama Gaste’ye ulaşamayan ya da ilgisini çekmediği için okumayan arkadaşlarımız olduğu izlenimini edindik. İnanıyoruz ki sözümüze bir kulak verseniz bu üniversitenin bileşenleri olarak her konuda olmasa da bazı temel noktalarda ortaklaşacağız. Bu sebepten kısaca burada oluşumuzun sebeplerine değineceğim. Buraya iki SOMUT dertten yola çıkarak geldik. Bunlardan birincisi kampusta “temiz, ucuz, sağlıklı” yiyeceğe ulaşamıyor olmamızdı. Bu sorun özellikle Çarşı Kantin’in tasfiyesiyle daha da yakıcı hale geldi. Çünkü en azından poğaça, börek satan yada birkaç çeşit sebze yemeği, garnitür ve salata alabildiğimiz orta ölçekteki işletmeler de kapandı ve yerine Starbucks gibi yalnızca belirli bir sosyo- ekonomik gruba hitap eden bir ulusötesi şirket kantinimizin büyük bölümünü işgal etti. Bu durumu önceleyen sürece baktığımızda görüyoruz ki üniversitemizin karar alma mekanizmalarına biz öğrenci, öğretim üyesi ve emekçiler katılamıyoruz. Kantini ihaleye açan rektörlük bizlerin ihtiyaçlarını gözetmeksizin keyfi biçimde karar alıyor ve biz ancak Starbucks okulumuzu işgal ettikten sonra durumdan haberdar oluyoruz. Dolayısıyla kendi sözümüzü ancak bu işgalden sonra söyleyebiliyoruz. Starbucks karşı-işgali (yani bizim eylemimiz) çeşitli toplantılar ve rektörlük önünde yapılan 200-300 kişinin katıldığı bir eylemden sonra gerçekleşti. Eylem sırasında rektörlüğün önüne gidip bildirimizi okuduk ve derdimizi iletmek için rektörle görüşme talep ettik. Maalesef kendisi bizi yine muhatap almadı. Dolayısıyla rektörlüğe biz öğrencilerin de bu üniversite üzerinde söz söyleme hakkı olduğunu artık açık şekilde belirtmek, bize ait olanların geri verilmesini beklemek değil, gidip almak zaruri oldu. Bu okulda Öğrenci Temsilciliği sisteminin işlemediğini biliyoruz. Örneğin İktisadi İdari Bilimler Fakültesi’nde temsilcilik seçimleri katılım azlığı nedeniyle her yıl defalarca tekrarlanıyor. Bu, biz öğrencilerin sisteme olan güvensizliğinin göstergesidir. Öte yandan, seçtiğimiz temsilciler Üniversite Yönetim Kurulu’na katılmakla birlikte oy kullanamıyor. 14 kişiden oluşan kurulun bileşenlerinden biri rektör, üçü rektör yardımcısı, biri genel sekreter yardımcısı, sekizi akademisyen, yalnızca biri öğrenci. Emekçilerin bir temsilcisi yok. Resmi internet sitesinde yayınlanan “Sayılarla Boğaziçi Üniversitesi” katalogundaki 2010 yılı verilerine göre üniversitemizde 12315 öğrenci ve 316 öğretim elemanı var. Emekçiler ise bu katalogda kendisine yer bulamamış. Öyleyse sormamız gereken soru şu: hangi temsili demokrasi? Bu okulun esas bileşenleri neden yerleşkelerine dair söz hakkına sahip değil? Hal böyleyken, bir araya gelip okula dair problemlerimizi ve çözüm önerilerimizi paylaşabileceğimiz, kendi sözümüzü üretebileceğimiz, bunları okulun yürütme organına iletebileceğimiz bir mecraya ihtiyacımız var.  Bu mecra, temsili demokrasinin temsil etme aczi ortada olduğundan ancak Katılımcı Demokrasi ile işleyen bir kurum olabilir. Kilyos, Remidial’lar, kartlı hale gelen shuttle’lar, yüksek kayıt, harç, öğrenci belgesi ücretleri gibi hemen hepimizin şikayet ettiği sorunlar yıllardır ortada. İşgal Alanında açık Toplantılarımıza katılan öğretim üyeleri ve emekçiler de benzer problemlerini dile getirdi. Örneğin okulumuzdaki taşeron işçilerin yıllarca merdiven altlarında yemek pişirip yediği, hala bir araya gelip sohbet edebilecekleri bir çayhanenin dahi olmayışından rahatsızlık duydukları iletildi. Her ne kadar bu dertleri tartışmaya açmamızın bizi çözüm üretmekten sorumlu kıldığını kabul etmesek, “madem protesto ediyorsunuz, o zaman çözüm üretin” yaklaşımını sorunlu bulsak da SOMUT ÇÖZÜMLER de üretiyoruz. Bu çözümler karşı-işgal öncesinde aklımızda yoktu. Somut dertlerimizle yola çıktık. Ve süreç içerisinde . ISGAL GAsTESi 22.12.2011 sayı 2 1 8 Somut Dertlerimize Somut Çözümler Üretiyoruz! Starbucks ne güne duruyordu? Okulun orta yerinde, üstelik 4-5 farklı işletmeden oluşan nispeten ucuz ve vasat kalitede yiyecek satan ve yakın zamanda kapatılan Çarşı Kantin’in yerine, kötü şöhretli bu yerin şube açılmasının gereği ve açıklaması neydi?” Sonra bu konuyu protesto eden toplantılardan haberim oldu. Süreci az çok biliyoruz lafı uzatmayayım, bu Salı günü (6 Aralık) kütüphane önünde toplaşılıp Güney Kampüs’e yürüneceğini öğrendim. O saatte dersim vardı, ama olayı daha çok merak ediyordum. O yüzden gittim, yürüyüşe katıldım, slogan yine atamadım; ama önemli değildi. Rektörlük binasının önünde duruldu ve birkaç gündür el ilanlarıyla da dağıtılan bildiri okundu. Daha sonra topluluk Starbucks’a ulaştı. Bu yazı yazılırken adına işgal denen bu eylemin beşinci günündeyiz, salı gününden beri Starbucks hiç kapanmadı, sayısı geçtiğimiz her gün artan eylemcilerden birileri mutlaka işgal alanındaydı. Bir iki gündür alanı da genişlettik. Gerek günlük gibi tutulan eylem blogunda gerek daha farklı alanlarda her fırsatta yapılan eleştirilere cevap verme imkanı buluyor ve kimseyle tartışmaktan kaçmıyoruz. Bu eleştiri ve tartışmaların hepsini buraya yazacak değilim. Ancak, açıklamak istediğim birkaç önemli nokta var. Birincisi, rektör yardımcısının iddia ettiği gibi işgal kelimesinin ille de şiddet içermesi gerekmiyor; ancak şiddet içermemesi üzerinden eylemi konformist olması yönünüde eleştirmek de büyük haksızlık. Nitekim ortada ulaşılmak istenen, her fırsatta dile getirilen somut hedefler var ve bir derdi/rahatsızlığı olduğu için orada bulunanların geceyi evinde rahat rahat uyumak yerine uyku tulumlarında ya da minder üstünde birkaç saatlik uykularla geçirmesi bir konformizm göstergesi olamaz. Aynı şekilde kanımca eğlenmeyi biliyor olmak, dayanışma içinde birbirimizle iyi vakit geçirmek de “bir avuç öğrencinin canı sıkılmış, toplanıp eğleniyorlar.” şeklindeki pejoratif yargıları da geçerli kılmaz. Aslında bir bakıma, evet canımız sıkıldı; çünkü bize ait olan bir alan kahveyi on liradan satan çok uluslu bir şirket tarafından gasp edildi, her fırsatta belirttiğimiz gibi okul içindeki sınırlı alanımızda ucuz, temiz ve güzel yemek yiyebileceğimiz bir yer bulamıyoruz. Canımız sıkıldı, öğrenci olduğumuzu kanıtlamak istediğimizde her seferinde 2.5 lira vermek zorundayız, kampüsler arasında ulaşım için kart almak ve miktarı sürekli değişen bir ücret ödemek zorundayız. Canımızı sıktılar; çünkü öğrencisi olduğumuz bu okulda yarın hangi uygulamayla ya da hangi zincir firma ile karşılaşmak istediğimizi kimse bize sormuyor, sormak bir yana olacaklardan haberimiz bile olmuyor. Eylemin başlangıcında tüm bu sıkıntılar ve kaygılar mevcuttu ve eylem kesinlikle Starbucks karşıtlığı ekseninden çıkıp diğer sorunları da araya sıkıştırmaya çalışma şeklinde tezahür etmedi. İkinci olarak da belirgin bir ayrım yapmak durumundayız. Starbucks’ın varlığına, uluslararası politikalarına bireysel olarak karşı çıkabiliriz, bu gayet mümkün. Eylemcilerin arasında da politik duruş olarak bunu benimsemiş insanların olduğu da gizli bir şey değil. Ne var ki kanımca, aramızda sermaye karşıtlarının olması eylemin yönünü değiştirip onu ikiyüzlü duruma düşürmez. Yahut, ayağımızda converse’lerin olması, dizüstü bilgisayar kullanmamız ya da Etiler’deki Starbucks’a gitmişliğimizin olması da bizi kendimizle çeliştirmez. Nitekim, mevzu hiçbir zaman büyük ve muhayyel bir antikapitalizm propagandası yapmak olmadı; sorun temelinde bir mekan sorunudur. Tam da bu yüzden bu sorundan muzdarip herkesin onu sahiplenmesini gerektirir. Kritik noktadaki diğer bir husus ise, yapılan eylem temellendirmesini sermaye karşıtlığından almamış olsa dahi her şekilde politiktir. Etliye sütlüye dokunmamaya çalışıp safi, ucuz ve güzel yemek istiyoruz söylemi de bir o kadar politiktir; çünkü ortada bir talep ve bu talepleri politik olarak ilişkilendirip bir araya getiren taraflar vardır. Dolayısıyla, eğri oturup doğru konuşalım, apolitik eylem diye bir şey de mümkün değildir. Politik olandan kaçış yok, çünkü toplum içinde yaşıyoruz ve malum, insan doğası gereği politik bir hayvan. Merve Haklı 19 Aralık’ta yemekhanede ucuz, sağlıklı ve lezzetli yemek yemenin mümkün olduğunu göstermek için çorbamızı, yemeğimizi, salatamızı, tatlımızı yapıp Kuzey kampüse git- tik. 250 arkadaşımızla yemek yedik ve ortak sorunlarımızı konuştuk. ODTÜ’ den işgal sesleri! “ODTÜ’de de bardağın aslında çoktan taştığının, ODTÜ’lülerin de yerleşkesine yerleşmek için sabırsızlandığının bilinmesini istiyoruz.” diyen arkadaşlarımız işgal ve Şeyma’yla dayanışma mesajlarını ilettiler. Bizden selam olsun! starbuckssenligi.blogspot.com

Upload: starbucks-senligi

Post on 28-Mar-2016

236 views

Category:

Documents


3 download

DESCRIPTION

Isgal gastesi buradan okunabilir

TRANSCRIPT

Page 1: Starbucks Isgal Gastesi Sayi 2

İlk İşgal Gastesi’nde “Neden Starbucks? Ya da Sadece Starbucks mı?” ve “Starbucks İşgali: Bir Hayat ve Mekân Pratiği” başlıklı yazılarımızda neden burada olduğumuzu anlattık. Ama Gaste’ye ulaşamayan ya da ilgisini çekmediği için okumayan arkadaşlarımız olduğu izlenimini edindik. İnanıyoruz ki sözümüze bir kulak verseniz bu üniversitenin bileşenleri olarak her konuda olmasa da bazı temel noktalarda ortaklaşacağız. Bu sebepten kısaca burada oluşumuzun sebeplerine değineceğim.

Buraya iki SOMUT dertten yola çıkarak geldik. Bunlardan birincisi kampusta “temiz, ucuz, sağlıklı” yiyeceğe ulaşamıyor olmamızdı. Bu sorun özellikle Çarşı Kantin’in tasfiyesiyle daha da yakıcı hale geldi. Çünkü en azından poğaça, börek satan yada birkaç çeşit sebze yemeği, garnitür ve salata alabildiğimiz orta ölçekteki işletmeler de kapandı ve yerine Starbucks gibi yalnızca belirli bir sosyo-ekonomik gruba hitap eden bir ulusötesi şirket kantinimizin büyük bölümünü işgal etti. Bu durumu önceleyen sürece baktığımızda görüyoruz ki üniversitemizin karar alma mekanizmalarına biz öğrenci, öğretim üyesi ve emekçiler katılamıyoruz. Kantini ihaleye açan rektörlük bizlerin ihtiyaçlarını gözetmeksizin keyfi biçimde karar alıyor ve biz ancak Starbucks okulumuzu işgal ettikten sonra durumdan haberdar oluyoruz.  Dolayısıyla kendi sözümüzü ancak bu işgalden sonra söyleyebiliyoruz.

Starbucks karşı-işgali (yani bizim eylemimiz) çeşitli toplantılar ve rektörlük önünde yapılan 200-300 kişinin katıldığı bir eylemden sonra gerçekleşti. Eylem sırasında rektörlüğün önüne gidip bildirimizi okuduk ve derdimizi iletmek için rektörle görüşme talep ettik. Maalesef kendisi bizi yine muhatap almadı. Dolayısıyla rektörlüğe biz öğrencilerin de bu üniversite üzerinde söz söyleme hakkı olduğunu artık açık şekilde belirtmek, bize ait olanların geri verilmesini beklemek değil, gidip almak zaruri oldu.

Bu okulda Öğrenci Temsilciliği sisteminin işlemediğini biliyoruz. Örneğin İktisadi İdari Bilimler Fakültesi’nde temsilcilik seçimleri katılım azlığı nedeniyle her yıl defalarca tekrarlanıyor. Bu, biz öğrencilerin sisteme olan güvensizliğinin göstergesidir. Öte yandan, seçtiğimiz temsilciler Üniversite Yönetim Kurulu’na katılmakla birlikte

oy kullanamıyor. 14 kişiden oluşan kurulun bileşenlerinden biri rektör, üçü rektör yardımcısı, biri genel sekreter yardımcısı, sekizi akademisyen, yalnızca biri öğrenci. Emekçilerin bir temsilcisi yok. Resmi internet sitesinde yayınlanan “Sayılarla Boğaziçi Üniversitesi” katalogundaki 2010 yılı verilerine göre üniversitemizde 12315 öğrenci ve 316 öğretim elemanı var. Emekçiler ise bu katalogda kendisine yer bulamamış. Öyleyse sormamız gereken soru şu: hangi temsili demokrasi? Bu okulun esas bileşenleri neden yerleşkelerine dair söz hakkına sahip değil?

Hal böyleyken, bir araya gelip okula dair problemlerimizi ve çözüm önerilerimizi paylaşabileceğimiz, kendi sözümüzü üretebileceğimiz, bunları okulun yürütme organına iletebileceğimiz bir mecraya ihtiyacımız var.   Bu mecra, temsili demokrasinin temsil etme aczi ortada olduğundan ancak Katılımcı Demokrasi ile işleyen bir kurum olabilir.

Kilyos, Remidial’lar, kartlı hale gelen shuttle’lar, yüksek kayıt, harç, öğrenci belgesi ücretleri gibi hemen hepimizin şikayet ettiği sorunlar yıllardır ortada. İşgal Alanında açık Toplantılarımıza katılan öğretim üyeleri ve emekçiler de benzer problemlerini dile getirdi. Örneğin okulumuzdaki taşeron işçilerin yıllarca merdiven altlarında yemek pişirip yediği, hala bir araya gelip sohbet edebilecekleri bir çayhanenin dahi olmayışından rahatsızlık duydukları iletildi.

Her ne kadar bu dertleri tartışmaya açmamızın bizi çözüm üretmekten sorumlu kıldığını kabul etmesek, “madem protesto ediyorsunuz, o zaman çözüm üretin” yaklaşımını sorunlu bulsak da SOMUT ÇÖZÜMLER  de üretiyoruz. Bu çözümler karşı-işgal öncesinde aklımızda yoktu. Somut dertlerimizle yola çıktık. Ve süreç içerisinde

.İŞISGAL GAsTESiİ22.12.2011sayı 2

18

Somut DertlerimizeSomut Çözümler Üretiyoruz!

Starbucks ne güne duruyordu? Okulun orta yerinde, üstelik 4-5 farklı işletmeden oluşan nispeten ucuz ve vasat kalitede yiyecek satan ve yakın zamanda kapatılan Çarşı Kantin’in yerine, kötü şöhretli bu yerin şube açılmasının gereği ve açıklaması neydi?” Sonra bu konuyu protesto eden toplantılardan haberim oldu. Süreci az çok biliyoruz lafı uzatmayayım, bu Salı günü (6 Aralık) kütüphane önünde toplaşılıp Güney Kampüs’e yürüneceğini öğrendim. O saatte dersim vardı, ama olayı daha çok merak ediyordum. O yüzden gittim, yürüyüşe katıldım, slogan yine atamadım; ama önemli değildi. Rektörlük binasının önünde duruldu ve birkaç gündür el ilanlarıyla da dağıtılan bildiri okundu. Daha sonra topluluk Starbucks’a ulaştı.

Bu yazı yazılırken adına işgal denen bu eylemin beşinci günündeyiz, salı gününden beri Starbucks hiç kapanmadı, sayısı geçtiğimiz her gün artan eylemcilerden birileri mutlaka işgal alanındaydı. Bir iki gündür alanı da genişlettik. Gerek günlük gibi tutulan eylem blogunda gerek daha farklı alanlarda her fırsatta yapılan eleştirilere cevap verme imkanı buluyor ve kimseyle tartışmaktan kaçmıyoruz. Bu eleştiri ve tartışmaların hepsini buraya yazacak değilim. Ancak, açıklamak istediğim birkaç önemli nokta var.

Birincisi, rektör yardımcısının iddia ettiği gibi işgal kelimesinin ille de şiddet içermesi gerekmiyor; ancak şiddet içermemesi üzerinden eylemi konformist olması yönünüde eleştirmek de büyük haksızlık. Nitekim ortada ulaşılmak istenen, her fırsatta dile getirilen somut hedefler var ve bir derdi/rahatsızlığı olduğu için orada bulunanların geceyi evinde rahat rahat uyumak yerine uyku tulumlarında ya da minder üstünde birkaç saatlik uykularla geçirmesi bir konformizm göstergesi olamaz. Aynı şekilde kanımca eğlenmeyi biliyor olmak, dayanışma içinde birbirimizle iyi vakit geçirmek de “bir avuç öğrencinin canı sıkılmış, toplanıp eğleniyorlar.” şeklindeki pejoratif yargıları da geçerli kılmaz.

Aslında bir bakıma, evet canımız sıkıldı; çünkü bize ait olan bir alan kahveyi on liradan satan çok uluslu bir şirket tarafından gasp edildi, her fırsatta belirttiğimiz gibi okul içindeki sınırlı alanımızda ucuz, temiz ve güzel yemek yiyebileceğimiz bir yer bulamıyoruz. Canımız sıkıldı, öğrenci olduğumuzu kanıtlamak istediğimizde her seferinde 2.5 lira vermek zorundayız, kampüsler arasında ulaşım için kart almak ve miktarı sürekli değişen bir ücret ödemek zorundayız. Canımızı sıktılar; çünkü öğrencisi olduğumuz bu okulda yarın hangi uygulamayla ya da hangi zincir firma ile karşılaşmak istediğimizi kimse bize sormuyor, sormak

bir yana olacaklardan haberimiz bile olmuyor. Eylemin başlangıcında tüm bu sıkıntılar ve kaygılar mevcuttu ve eylem kesinlikle Starbucks karşıtlığı ekseninden çıkıp diğer sorunları da araya sıkıştırmaya çalışma şeklinde tezahür etmedi.

İkinci olarak da belirgin bir ayrım yapmak durumundayız. Starbucks’ın varlığına, uluslararası politikalarına bireysel olarak karşı çıkabiliriz, bu gayet mümkün. Eylemcilerin arasında da politik duruş olarak bunu benimsemiş insanların olduğu da gizli bir şey değil. Ne var ki kanımca, aramızda sermaye karşıtlarının olması eylemin yönünü değiştirip onu ikiyüzlü duruma düşürmez. Yahut, ayağımızda converse’lerin olması, dizüstü bilgisayar kullanmamız ya da Etiler’deki Starbucks’a gitmişliğimizin

olması da bizi kendimizle çeliştirmez. Nitekim, mevzu hiçbir zaman büyük ve muhayyel

bir antikapitalizm propagandası yapmak olmadı; sorun temelinde

bir mekan sorunudur. Tam da bu yüzden bu sorundan muzdarip herkesin onu sahiplenmesini gerektirir.

Kritik noktadaki diğer bir husus ise, yapılan eylem

temellendirmesini sermaye karşıtlığından almamış olsa

dahi her şekilde politiktir. Etliye sütlüye dokunmamaya çalışıp safi,

ucuz ve güzel yemek istiyoruz söylemi de bir o kadar politiktir; çünkü ortada bir talep

ve bu talepleri politik olarak ilişkilendirip bir araya getiren taraflar vardır. Dolayısıyla, eğri oturup doğru konuşalım, apolitik eylem diye bir şey de mümkün değildir. Politik olandan kaçış yok, çünkü toplum içinde yaşıyoruz ve malum, insan doğası gereği politik bir hayvan.

Merve Haklı

19 Aralık’ta yemekhanede ucuz, sağlıklı ve lezzetli yemek yemenin mümkün olduğunu göstermek için çorbamızı, yemeğimizi, salatamızı, tatlımızı yapıp Kuzey kampüse git-tik. 250 arkadaşımızla yemek yedik ve ortak sorunlarımızı konuştuk.

ODTÜ’ den işgal sesleri! “ODTÜ’de de bardağın aslında çoktan taştığının, ODTÜ’lülerin de yerleşkesine yerleşmek için sabırsızlandığının bilinmesini istiyoruz.” diyen arkadaşlarımız işgal ve Şeyma’yla dayanışma mesajlarını ilettiler.

Bizden selam olsun!

starbuckssenligi.blogspot.com

Page 2: Starbucks Isgal Gastesi Sayi 2

2 7

bir de baktık ki katılımcı demokrasi ile işleyebilen bir meclis kurmuşuz. Açık toplantılarımız artık emekçi ve öğretim üyelerinin de katıldığı bir okul meclisi potansiyelini barındırıyor. Gördük ki aradığımız mecrayı bir araya gelebildiğimiz her yerde inşa edebiliyoruz. Açık toplantılarımız herkese açıktır. Katılmakta çekinceniz olsa dahi bir açık toplantı sırasında bir köşeden gözlemler yada http://www.livestream.com/revoltistanbul  adresinden bizi izlerseniz bu sözlerin nasıl SOMUTlaştığını göreceksiniz. Bizim  OKUL MECLİSİ  dediğimiz bu meclisin ömrüne ömür katmak hepimizin elinde!

İkinci SOMUT önerimiz de “temiz, ucuz, sağlıklı” yemek sorunu üzerine. Meclisimizin bir projesi var. Bir öğrenci kooperatifi kurmak istiyoruz. Yurtdışındaki üniversite kampuslarında halihazırda işleyen örneklerini gördük. BÜKOOP ve Çiftçi-Sen ile iletişime geçip ortak bir toplantı düzenledik. Yalnıca yediğimiz yemeğin kalitesi değil aynı zamanda üretim süreçlerini de önemsiyoruz. Dolayısıyla diğer kooperatiflerle iş birliği içerisinde doğrudan tarım üreticilerinden ürün alıp kendimiz “gönüllü sorumluluk paylaşımı” esasıyla işleyip sandviç, salata, çorba benzeri ürünlere dönüştürmek niyetindeyiz. Menümüzü birlikte geliştirmeye açığız. Bu noktada yukarıda adı anılan kooperatiflerin yanında çalışmalarımızdan haberdar olan başka kooperatiflerin de bizleri destekleyeceğini açıkladığını belirtmekte fayda var. BÜKOOP zaten okulumuz öğretim üyelerinin inisiyatifiyle meyve, sebze, salça, tarhana, baklagil, peynir ve zeytin gibi çeşitli ürünleri doğrudan üreticiden kampusa taşıyor. Yapılacak ortak bir çalışmayla bir öğrenci kooperatifi oluşturmak mümkün.

Akıllara öğrencilerin sorumluluk almaktan kaçınacağı, kooperatifin sürdürülebilirliğinin sağlanamayacağı çekincesi gelebilir. Biz, on iki gündür Starbucks’ta sadece şenlik yapmadık. Alternatif bir yaşam örgütledik. Her gün kahvaltı, öğle ve akşam yemeklerini kolektif biçimde hazırladık ve yedik. Her gün onlarca kişinin girip çıkmasına rağmen tertemiz ve düzenli bir mutfağımız, toplantı yaptığımız, film izlediğimiz derli toplu bir mekânımız var. Starbucks’ın işgal ettiği alana da oturma odamız oldu desek yeri. Şimdiye dek “Bugün kim yapacaktı yemeği? Aç kaldık.” dediğimiz olmadı. Aksine, sulu yemeğinden pilavına, tatlısından cacığına dek öğrenci evlerimizde alışık olmadığımız temiz ve güzel yemeklerle doyurduk

karnımızı. Ve tüm bunlar kendiliğinden, işi gücü olmayanın “bugün ben yaparım” diye gönüllü sorumluluk almasıyla gelişti. Bu sorumluluklar kimsenin üzerine yapışmadı (en azından şimdiye dek). Mutfağa her girdiğinizde farklı arkadaşları görmeniz mümkün. Gelin karnınızı bir kaç gün burada doyurun, çayınızı burada için ve bu kolektif yaşamın siz de bir parçası olun. (Yemek saatlerini her gün blogda duyuruyoruz.)

Toparlamak gerekirse, iki SOMUT dertten yola çıkıp, her iki alanda da kendi alternatifimizi geliştirdik. Bu alternatiflerin geliştirmeye açık formu şu anda işgal alanında işler halde. Aktif çalışma grupları bulunduğumuz alanın (eski Çarşı Kantin) mevcut açık dersler, film gösterimleri, tiyatro oyunları ve okul meclislerinin sürdürülebileceği bir öğrenci, öğretim üyesi ve emekçi merkezine dönüştürülmesi; kooperatifin hukuki ve fiziki imkânları; okul meclisinin sürdürülebilirliği gibi konular üzerinde çalışıyor. Bu önerilere SOMUT formunu kazandırmak için emek vermeye, özveride bulunmaya devam ediyoruz. Kararlılığımız ve inancımız burada üretip paylaştıklarımızla birlikte artıyor.

Boğaziçi Üniversitesi Starbucks işgalinin 15. günündeyiz. Bizi işgale götüren durumları somutlaştırmak adına Boğaziçi’nin nasıl bir yer olduğu ve Boğaziçililiğin sınırlarının nasıl çizildiği üzerine düşünmeye ihtiyaç duyuy-oruz. Üniversitelerdeki neoliberal dönüşümün tipik temsil-cilerinden biri bugün Boğaziçi’dir. Biz Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri olarak üniversitenin bir bileşeni olamıyoruz, söz-yetki-karar mekanizmalarında kendimize yer bulamıyoruz. Üniversitenin ticarileşmesi ve şirketleşmesi bir yandan bu mekanizmaların dışında oluşumuzu doğallaştırırken; bir yandan da mevcut yaşam alanlarımızı elimizden alıyor. Yemekhane pahalı ve niteliksiz yemek çıkartıyor. Öğrenci kantinleri kapanırken yerleri mutena küresel kapitalist şirketlerle ikame ediliyor. Kampüsler arası ulaşım paralı. Üstelik bu dönem ‘şatıllarda’ kart uygulamasına geçildi. Tüm bunları Boğaziçi’nin neoliberal dönüşümündeki so-mut adımlar olarak değerlendirebiliriz.

Boğaziçi Üniversitesi bir yandan kendini bir şirket gibi yönetirken bir yandan da diğer şirketlerin rahatlıkla kendilerini var edebilecekleri bir yere dönüşüyor hızla. Yeri geldiğinde meşhur ‘liberal-özgür’ vurgusundan vazgeçtiği günleri de görebiliyoruz. Örneğin, kampüsümüzde genel-de pek de karşılaşmadığımız polis, geçen sene başbakan Erdoğan üniversitemizde ‘Teknopark’ açılışına geldiğinde adeta üniversiteyi bir polis ordusu basmıştı. Çeşitli eylem ve etkinliklerde de polisin üniversiteye rahatça girdiğini görüyoruz. Son dönemde baskı-denetim mekanizmalarının

ÇARŞI KANTİN MEKANININ KULLANIM HAKKI

Ders çalışmayan öğrencinin dövüldüğü kıymetli bir ilkokulda hayatta kalmaya çalışırken kazara geçtim kapitalizmin ilk sınavını. Prestijli bir özel okulu kazanıp İstanbul’a yatılı geldiğimde on bir yaşındaydım. Böylelikle o güne kadar çoktan seçmeli test, oyuncak bebek ve Ediz Hun filmlerinden oluşan hayatımda Swatch, Timberland, Jansport ve Eastpak gibi çeşitlilikler peyda oldu. İlk sene çok zor geçti. İngilizce öğrenmek, bavul ve yatak yapmak, şiddetli psikolojik savaşlar karşısında metanet göstermek, kıymetli ailelerin kıymetli çocukları arasında bir taşralı olmaktan çıkmak gibi uğraşlarım vardı. Bir de baktım özgüvenim yerlerde. Toparlamak için yapmam gereken şey belliydi: doğru çanta ve doğru ayakkabı.

On iki yaşımda annemlere aldırdığım Eastpak çantanın üzerimdeki etkisini hala hatırlarım. Rahatça yürüyordum artık koridorlarda. Herkes övgüler yağdırmıştı çantama. Hatta alt seneden bana özenen bir kızın çantamın aynısından aldığını söylediler.

(Ve bir yandan dehşetle büyüyor ağzımın içinde bir küfür.)

Bana uygun tarzın metalcilik olduğuna karar veriyorum on ikimde. Bir görüntü meselesi kısa sürede yaşam biçimine dönüşüyor. Kara kara giyinip karanlık müziklerle yaşıyorum. Aklımın köşesinde, burnumun dibinde hep ölüm var; fakat yurt odasında yalnız kalabildiğim beş dakikalık zaman dilimlerinde yaşayabiliyorum sadece arzumu. Her şeye rağmen sosyalleşmek lazım.

Koridorlarda kafamı kaldırmadan yürüdüğümden okulda giyilen ayakkabılarla ilgili demografik verilere fazlasıyla hakimim. Ve elbette değişen trendlere. Timberland’in modası iki yıla geçiyor mesela; boğazda yalısı olan fabrikatör çocuklarından başka kimse giymiyor ondan sonra. Fabrikatör çocuğu gibi görünmek de moda değil o aralar. Asilik zamanları. Buffalo ve Ox en popüler markalar. Deriden mağazasının gözde yılları. Bütün okul oradan alıyor ayakkabısını.

Ben de Deriden’e gidiyorum bir gün ayakkabı almak için. İçimdeki kin ve öfkeyi bastırıyor uyum sağlama arzusu. Ben de bu insanlardan biri olabilmeliyim. Değerli olmak için buna muhtacım. Bakıyorum ayakkabılara; her birinden tanıdığım birilerinde var. Sanki onlarla özdeşleşmiş bu ayakkabılar. Neyse bir tane model buluyorum kimsede olmayan. O benim modelim. Ben de özneyim artık.

Ve fakat hâlâ yere bakarak yürüyorum. En çok gördüğüm ayakkabılar kendi ayakkabılarım.

(Bir küfür ki, ses olup edilememiş, edilemiyor.)Bu yalnızca herhangi bir doktor çocuğunun hikâyesi.

Bir de burslu öğretmen çocukları var. Bir arkadaşımın babasına ayakkabı aldırmak için harcadığı emekleri çok iyi bilirim. Eninde sonunda başarılı oluyor neyse ki herkes bu yolda. Böylece kim zengin kim yoksul hiç anlaşılmıyor. Hem de üniforma gibi de değil. En az on çeşit ayakkabı var; seç beğen al.

Kıssadan hisse, sanırım burada bizi ilgilendiren soru

neyin “seçim” veya “seçenek” olduğu. Paramız olmadığında “Starbucks’a gitmeyelim” demeyi mi seçeceğiz, yoksa çekici bulduğumuz birinin yanında utanıverip kahve teklifini kabul mü edeceğiz? Starbucks’a takılanlar ve takılmayanlar olarak bölünmeyi mi seçeceğiz, yoksa hepimiz bir sandviçe sekiz lira vermeyi doğal saymaya mı başlayacağız? Önünden geçerken dilimizin ucuna gelen küfrü savurmayı mı seçeceğiz, yutmayı mı?

Starbucks’ı işgal edenler biliyorlar ki asıl seçim özgürlüğü, size sunulan seçeneklerden hiçbirini seçmeme özgürlüğüdür. Timberland mi Lumberjack mi giyeceğine karar vermek seçim değildir. Hiçbirimiz on iki yaşında değiliz ve elbette artık aidiyet duymak için çırpınma ihtiyacı hissetmiyoruz. Fakat belki bu daha bile tehlikeli. Çünkü bizi kategorilere ayırıp bize sattıkları malların demografik çeşitliliğine indirgediklerinde, kendimizi yalancı özne değil, düpedüz nesne konumunda bulacağız.

Son bir haftadır kişisel ve arkadaş grubu gündemimize oturan konu hakkında bir şeyler yazma gerekliliği duyuyorum. Desteklediğim ve şöyle ya da böyle aralarında bulunduğum Starbucks işgali eyleminden bahsediyorum.

Önce itiraflarla başlayalım.

Eylemlere ve sloganlara aşina olmayan bir aile ve de lise geleneğinden geliyorum. Toplumun fakirler ve zenginler, emek verenler ve bu emekleri sömürenler olarak ikiye ayrıldığını öğrendiğim günden beri adaletsizliğin her türlüsüne karşı durma isteği uyanıyor içimde. Böyle olduğu halde, belki o mevzubahis gelenek eksikliğinden belki de kişilik özelliklerimin el vermemesi sebebiyle bugüne kadar hiçbir yerde slogan atacak cesareti kendimde bulamadım. Hayat gazetelerden, oradan buradan okuduklarıma sadece yakın çevremin bildiği tepkiler göstermekle geçip giderken bugünlere geldik.

Bir ay kadar evvel, Güney Kampüs’ün orta yerinde Starbucks açıldı, ilk şoku atlatır atlatmaz yine o yakın çevrede durumun eleştirisi yapıldı. “İki adım ötede Etiler’deki

KALİTELİ EĞİTİM

EYLEMSİZLİKTEN EYLEM’E

Page 3: Starbucks Isgal Gastesi Sayi 2

36

tutuklu. Günlerdir cezaevinde. Üstelik tutukluluk delili de staj yapmak için bir avukatla telefon görüşmesi.

Ben de yılardır devletin direkt ilgisine mazhar olacak kadar tehlikeli bulmazdım kendimi, ama Şeyma’nın tutuklanması, tanımasam da okuduğum okulun öğrencisi olmasıyla çok yakından yıktı yıllar süren “beni kim niye içeri atsın”cılık duruşumu. Korkuyorum. Çünkü Şeyma bu memleket için ne kadar tehlikeliyse ben de o kadar tehlikeliyim. Evime birgün herhangi bir sebepten baskın yapılıp kitaplıkta Komünist Manifesto olması gerekçesiyle içeri atılmayacağıma dair inancım kalmadı artık. Bir ağ atıldı ve ağa takılanların kim olduğunun aklıbaşında açıklaması kalmadı bu sıralar.

Beni Starbucks şenliğine getiren bu işte, bu korku. Ben dersler, para kazanma kaygısı, güvensizlik, iletişimsizlik; binbir dert arasında paralize olmuş, herşeyden toptan vazgeçmiş, sadece bedensel ihtiyaçlarımı karşılamak hariç odamdan çıkmaz iken öğrendim ki okulda bir bir değişen, pahalılaşan, nezihleşen, sterilleşen kantinlerle son bir yıldır neredeyse tek gidebildiğim kantinin yerini alan Starbucks tanıdığım, tanımadığım öğrenciler tarafından işgal edilmiş. “Güzel olmuş dedim, azıcık ilgilenip geçtim.” İnsanların içine yeniden dönmeye hazır değildim henüz. Güvensizdim. “Büyükler”in bana karşı koyuşun sökmez dediğine inanmış, iktidar arzusunun küçük gruplarda bile ifşa edilemeyeceğine, onunla başa çıkılamayacağına ikna olmuş vaziyette sadece ye-iç-yat yaşıyordum. Sonra Şeyma’nın tutuklandığını duydum. Çok yakın. İşte o zaman çarptı yüzüme bir kez daha, böyle yaşayamam. Ben ben olmaktan çıkarılırken

buna boyun eğerek yaşayamam, artık iyi hissetmediğim okulla ev arasında; tecrit edilmiş bedenimde yaşayamam. Neoliberal mekanizmaların direkt bedenime yüklediği stresi tek başıma kaldıramam. İçilen kahvenin niteliğinden çok, bir fincan kahveye 10 lira verebilenlerle kadife koltuklarda oturmayı önemli bir prestij kaynağı olarak sunan; herkesi, hepimizi bunu kabul etmeye zorlayan Starbucks’a ve okul dışında da diğerleri üzerinde bu yaşam biçimine üstünlük tanıyan baskıya söz söylemeden nefes alamazmışım gibi hissedip geldim buradaki öğrencilerin yanına. Çünkü bir araya gelmezsek, hayatımızı direkt etkileyen somut dertlerin şeceresini birileriyle soruşturmazsak, söz üretmezsek teker teker hepimiz gözaltına alınır, mahkemeye çıkmadan aylarca hapsediliriz.

Rahat rahat gireceğim bir kantin benim için böyle bir şey; dertte ortaklaştığım tek tek bireylerden bu zor hayatta yaşayabilmek için güç almak. Henüz bilmiyorum; güçlenir miyim yoksa yeniden hayalkırıklığıyla uzaklaşır mıyım ama çarşı kantinin mesken tutabileceğim bu hali bir nebze nefesimi rahatlattı. Bilmiyorum burası nasıl dönüşür, nasıl organize edilir ama öngörüm ve hayalim bana daha uzun süre nefes aldıracak şekilde olması.

Aslı

yoğunlaştırılmasını yaygınlaşan kimlik sorma uygulamasıyla da ilk elden tecrübe ediyoruz. Kimlik kontrolleri öğrencileri denetlerken bir yandan da üniversitenin kamusal niteliğini yok saymaktadır.

Boğaziçi Üniversitesi her daim ‘fildişinden bir kule’ olarak görülüp ve ülkenin genelinden ve politik bağlamından tecrit edilmiş bir mekan olması üzerinden eleştirilmiştir. Ancak bu durum Boğaziçililer tarafından Boğaziçi geleneği şeklinde de ifade edilmektedir: çok sesli, çok renkli, herkes-in sözünü söyleyebildiği bir üniversite... Üzülerek ifade etmemiz gerekir ki (!) Boğaziçi’nin arkasına saklandığı bu liberal gelenek farklı sınıfsal konumların dışlandığı, neolib-eral üniversitenin kurallarının hakim olduğu bir gerçekliği gizlemektedir.

Yukarıda ifade etmeye çalıştığımız bir çok durum, Starbucks Boğaziçi şubesinin açılması ile bir çoğumuz için somutlaşan bir durum oldu. Starbucks’ın sembolizmi iki yönlü işlemektedir; bir yandan küresel kapitalizmin tipik bir temsilcisi, diğer yandan da kampüsteki varoluşuyla tekil öğrencilerin ekonomik ve kültürel pratiklerini kurgulayan bir mekanizmadır. Starbucks’ın açılma sürecinin bizim nitelikli ve ucuz yemek yiyebildiğimiz bir mekanın tasfiye edilme sürecine denk düşmesi, aslında bardağı taşıran son nokta oldu.

Bizi hep ne istediğimizi ifade etmediğimiz üzerin-den hizaya getirmek istediler. Her sözümüzün eylemimizi sınırlama potansiyeli bu kadar yüksekken ve medya ma-nipülasyonu bu derece bizi ehlileştirmeye çalışırken en azından kendimiz adına konuşmayı zorunlu hissettiğimiz bir noktadayız.

Üniversitenin katılımcı bir bileşeni olarak söz-yetki ve karar hakkı istediğimizi ifade etmiştik. Sanırım en çok bunun nasıl bir şey olduğunu açmaya ihtiyacımız var. Bi-zim işgalimizn en kritik noktalarından biri, doğrudan ey-lem yöntemiyle, eylemi meselenin gerçekleştiği alanla bi-rebir temasa geçerek yapıyor olmamız. Bu bize inanılmaz bir deneyim yaşama şansı da verdi. Çünkü bu sayede, daha önce birbirine temas etmemiş bir çok kişi bir çok sorunu tartışır hale geldi. Ve bu hal, Starbucks mekanından hızla çarşı kantinin diğer bölümlerine doğru yayıldı. Bir kafe açılması düşünülen yerin mutfağını kullanmaya başladık; bu sayede kendi üç öğün yemeğimizi yapar hale gelebildik. Kolektif, ucuz ve nitelikli yemek yiyoruz her gün.

Bu meselenin açığa çıkardığı gerçek, eski çarşı kan-tini bu şekilde kullanıyor olmanın, buranın katılımcısı olan herkesi bir şekilde mutlu kılması ve ifade etme-sidir. Şurası artık açık hale geldi ki bizim bu şekilde kendi kullanımımıza açık bir alana ihtiyacımız var. Biz buralarda birlikte üreteceğiz: yemek yapacağız, ders çalışacağız ve şiir okuyacağız. Kısacası, hayatın her alanına dair birlikte üret-menin ve paylaşmanın mekanı haline gelmiştir çarşı kan-tin. Bu da, buranın kullanım hakkının bize ait olduğuyla

ilgili bir meseledir. Kullanım hakkı, bir mekanın mülki-yetini belirli bir kişiye ya da gruba bağlamaz. Aksine, onu bütün mülkiyet ilişkilerinden özgürleştirerek gerçek bir ka-musal mekan haline getirir. Örneğin şu an ticarileştirilme sürecinde olan havamız ya da suyumuz ve derelerimiz, aslında mülkiyet ilişkilerinden boşanmış ve gerçek kamus-al ilişkinin yaşandığı ilişkilerdir. Herkesin onlar üzerinde kullanım hakkı vardır. Aslında bir üniversite de, gerçek bir kamusal alan olma özelliğini herkesin kullanımına açık bir yer olma sebebiyle kazanır. O halde, çarşı kantin mekanının şu an için herkesin kullanım hakkına açık bir yer haline getirilmeye çalışıldığını söylemek mümkün. Fakat daha da önemlisi, bu fiilen icra edilen ortak mekanı gerçekten kalıcı ve herkesin erişimine açık bir mekan haline getirmek.

Bunu yapıp yapmayacağımız, bunu isteyip istemeyeceğimiz bizim kararlarımızla ve katılımımızla be-lirlenecek bir şeydir. Ama şu an zaten bunu icra ettiğimiz de söylenebilir. Belki de önemli olan şey, imkansızın mümkün olabileceğine dair mütevazi bir adım atmak, ve imkansızı herkes için imkansız hale getiren sermaye ilişkisine karşı herkes için imkanlı hale getiren bir alternatif önermenin ta kendisidir.

Şimdi, bizim hakkımızda bir çok söz söylendi ve yazıldı.

Bir de kendimiz neyi nasıl yapıyoruz biraz değerlendirelim istedik. Bazı kavramları hunharca kullanırken aslında anlamını da kaybederiz ya hani; biraz biz bizi anlatalım istedik.

İşgalimizin büyük görüntüler altında ezilen bazı

noktalarını tekrar etmenin bu açıdan bir sakıncası olmayacak. Hatta bazen biz bile unutuyoruz anlamlarını, bazen sıkılıyoruz, şiir okuyoruz onları konuşmak yerine!

Meclis

İşgalimiz demokrasinin doğrudanıdır abiler! Katılımcı ve herkese açık olan herkese açıktır. Bu şu demektir ki; bizim herkesin katılımına açık ve herkesin zamanından haberdar olduğu, içinde işgalimizin bugününü, gidişatını ve

Hayalden Gerçeğe: İşgal’in Mekanları

Page 4: Starbucks Isgal Gastesi Sayi 2

4 5

de karşınıza çıkmıştır bu. Biz, başkasının adına konuşmak derken, bürokrasiyi, tahakkümü anlıyoruz! Her birimizin tekilliğini ve kolektif bedenini sınırlayan bu davranıştan hoşlanmıyoruz. Bizim adımıza karar verilmesinde ve eylem yapılmasında büyük politik problemler olduğunu düşünüyoruz. Belki de burada Starbucks’ın açılması bunun en hafif ve küçük örneği! Bize kimse sormadı, ama bizim yerimize, ‘kamusal’ın yerine, ortaklığımızın ve muhabbetimizin yerine açtılar burayı ya, bütün politik anlamların yanında biraz da darıldık aslında politik olarak, duygusal olarak da! Neyse; dedik Starbuck’s ya, bizim kendimizin olan mekanların bizim adımıza bizim dışımızda belirlenmesine karşı çıkarak kendi adımıza konuştuğumuzu söyledik aslında! Ve aslında bu “kendi adıma konuşuyorum” demek kadar tekil ve naif, ama “sen de kendi adına konuş” demek kadar politik ve evrenseldi de bir yandan. En son toplantı demiştik...

Velhasıl, toplantı bağlayıcı değildir; çalışma grubu ya

da geçici komisyon gibidir. Belirli işleri kendi için halleder ve böylece işgalin bir sürecini kendi için örgütlemiş olur.

Komisyonlar veya Çalışma Grupları Sadece sıkıcı toplantılar ya da “büyük” meclisler yapmıyoruz burada! Daha küçük gruplar halinde, kendi ilgi alanlarımız, politik yönelimlerimiz, sanatsal isteklerimiz veya aklınıza ne gelecekse onlar için de toplanıyoruz! Bunlar ne mi? Sürpriz... Bizce bunu öğrenmek için bile gelip bir işgal alanını gezmek fena olmayacaktır. Ama en azından bunlar ne işe yarar biraz bahsetmekte fayda var.

Şöyle ki, işgal meclisinde veya bir toplantıda verilen

kararlar üzerinden ya da gelişen bir arzuya denk düşecek şekilde isteyen herkes bir çalışma grubu kurabilir. Bu gruplar (komisyon da diyebiliriz) bu kendi arzuları ve yetenekleri doğrultusunda ister toplantı/işgal meclisinde

alınan bir kararın uygulanmasını kolaylaştırmak üzere olsun; ister işgali ve kendini güçlendirmek için yapacağı bir çalışmayı paylaşmak üzere olsun çalışmaya başlarlar. Adı üstünde, çalışma grubu, bir çalışma için kurulur ve bu çalışmayı isteyen herkesle paylaşarak devam eder. Bu küçük topluluklar, kendi tekilliklerini geliştirmek ve işgali güçlendirmek için birliktedir. İşgalin adına konuşmak, işgali temsil etmek, işgal meclisinin yerine kendini koymak ve bireysel inisiyatifi geliştirmek gibi bir durumları söz konusu değildir. Yani çalışma grupları özgürce çalışır ve bir yandan kendi arzusu doğrultusunda üretir; bir yandan da bağlayıcı olabilecek her eylemden sakınır: aksine, bağlayıcı olabilecek bir kararı pekiştirmek ve geliştirmek için işgal meclisimize önerilerde bulunur.

Özetle söylemek gerekir ki burada bütün her şey

birbirine bağlı ve birbirinden ayrı düşünülemez. Her tekillik kendini güçlendirirken biz’i, ve biz biz’i güçlendirirken kendimizi güçlendiririz aslında. Demokrasi, ille de demokrasi diye tutturan bir halimiz var gibi görünüyor. Oysa ki aslında bizim icra ettiğimiz şey, tam da demokrasi diyen yüksek siyaset mecralarının aslında demokrasi olmadığının ipliğini pazara çıkarmak oldu. Alternatif ve katılımcı bir deneyimin içinden geçtiğimiz söylenebilir o halde bu günlerde! İşgale katıl sözünü söyle sloganımız da, bu durumda daha çok bir zorunluluk halini anlatmaktadır söz söylemek için. Belki dünya için küçük bir adım olabilir, ama işgal katılımcıları için öyle olduğunu kim söyleyebilir?

Şeyma Özcan’ı bizzat tanımam, ama arkadaşlarının ve annesinin söylediklerinden anladığım kadarıyla militan aktivistlerden değil; yani bireyleri düzleyen, nitelikselliğini bastıran ve nicelleyen pratiklerle derdi var ancak bunlara karşı koyuşunda radikalleşmemiş şimdiye kadar. Demek istediğim normal koşullarda devletin gözünde izole edilmesi gerekecek kadar tehlike arz etmeyen biriymiş. Ama şimdi

geleceğini konuştuğumuz; konsensus ilkesine göre kararlar aldığımız bir mekandır (ki bunun ne olduğunu telaffuz etmek yerindedir: bu, her gün icra edilen “çoğunluk” demokrasisi değildir, parmak demokrasisi hiç değildir. Konsensus, bir karar alma mekanizmasıdır. Herkesin katılımını, ve katılırken de alınan kararda herkesin kendini var olarak hissetmesini gerektirir. Yani tek bir kişi bile alınacak bir karara itiraz ederse -ki bu pek olasıdır- mesele tekrar tartışılır, itiraz noktası pekiştirilir, farklı düşünülen yerler masaya yatırılır. Konsensus birbirine değmenin demokrasisidir; açıktır, dönüşüme izin verir; ilişkiseldir. Duygulanımları taze tutar. Yani bir süreçtir; ezberleri bozar, aşkı pekiştirir ve öfkeyi azaltır. Tüm bu süreç sonunda herkes aynı fikirde olmayabilir de. Bu durumda, ki süreç her zaman yeni süreçlere devingendir, ya konuşma ve tartışma süreci devam eder ve konsensus sağlanır; ya da itiraz eden düşüncelerden bazıları “yol verir.” Yani, karar alınması o kadar da elzem ise, karar alınır ve uygulamaya geçilir. Parantezimiz de yüreğimiz gibi hücredir abiler!) Bu durumda, herkesin onayı ve katılımı olmasından dolayı aldığımız kararlar bağlayıcı ve yol açıcıdır. Bu nedenle fazlasıyla sevgi, aşk ve karşılıklı sorumluluk gerektirir. Konsensus, evet, bireyselliği öldürmek ve tekilliği ön plana çıkarmak üzere bir tertiptir! Çünkü bireysel inisiyatif, bürokrasidir! Biz tam da bu bürokrasiye karşı kendi alternatif meclisimizi oluşturuyoruz burada. Biz tam da bize dayatılan liberal birey-toplum ayrımına karşı kendimizi var edebildiğimiz bir bedene sığınıyoruz. Ve o beden bizi her gün işliyor, geliştiriyor, ve gelişmemize yol açıyor, olanak sağlıyor. Yani birey olma dayatmasına karşı

kendi tekilliğimizi geliştirdiğimiz ve çoğalttığımız bedenler oluyoruz. Siz ister buna biz deyin ister başka bir şey...

Meclis işgalin en tatlı yanıdır bir yandan... Çünkü

işgalin en doğrudan ifadelerinden biridir. Demiştik: İşgal bir hayat ve mekan pratiği diye! Meclisimiz, işgalle açtığımız alanın doğrudan ifadesidir, hayat ve mekanın yanında var olma ve özgürleşme pratiğidir.

Toplantı

Toplantı! Ah o sıkıcı başlık! İnanın artık kimse ona katılmak istemiyor. İnanın artık o gönüllerin sultanı değil! Biz ne diyoruz böyleee... Şimdi belki de anlatmak için işgali, meclis dedik genel toplantının adına; lakin meclis de bir toplanma halidir en çok; ama işlev ve bağlam olarak farklı bir şeyi imlemektedir. Toplantı toplantı diye sık sık bağırdığımız görülecektir. Ama, toplantıyı anlam ve bağlam olarak meclisten ayırmak gerekir. Çünkü toplantı, mesela, bir diğer günün programının ne olacağı üzerine yapılan bir şeydir. İşgalin o günkü işgalcilerinin bir sonraki günü planlamasıdır. Küçük bir çalışma grubudur yani. Program yapar, teknik işleri çözer, yemek ekibini öne çıkarır, hangi filmin izleneceğine karar verir, ya da tam tersi, bir film izlenmemesi önerisine sıcak bakar. Ama genele dair bağlayıcı kararlar almaz; çünkü bunu sevmez; katıl(a)mayan arkadaşlarının adına konuşmayı sevmez çünkü.

Yeri gelmişken hatırlatalım. Bizim sevmediğimiz bir şey

daha var, ve karşı çıktığımız: Başkasının adına konuşmak! Deleuze ile Foucault’un muhteşem diyaloğunda belki sizin

ANLATILAN SENİN HİKAYENDİR