tasavvufi bir terim olarak fakr

53
Tasavvufi Bir Terim Olarak Fakr, Mücahede ve Riyazet 1- TASAVVUFİ BİR TERİM OLARAK FAKR Bir nimet olarak dünya ile ilgili üç durum olduğu görülmektedir. Birincisi dünya nimetlerinden mahrumiyet, ikincisi dünya ve dünya malını elde etmeye yöneliş ve üçüncüsü dünya malına sahip oluş. Sufiler birinci konum için fakr, tevekkül ve bilhassa isar ağırlıklı olmak kaydıyla cömertlik türleri, ikinci konum için kesb ve tevekkül, üçüncü konum içinse vera, zühd, zikir, tefekkür, şükür, cud ve seha gibi kavramlar çevresinde gelişen bir terimler örgüsü oluşturmuşlardır. Bu üç boyutun tamamını kapsayan kavramlar arasında da sabır, şükür, fütüvvet, hürriyet ve fena gibi kavramlar yer alır. Fakr, klasik tasavvuf kaynaklarında zühd gibi zaman zaman tasavvuf kelimesiyle eşanlamlı, bazan da onun yerine kullanılan bir kavramdır. Kur'an'da fakr, fakir, fukara gibi türemiş şekilleriyle ondört yerde geçmekte, hadislerde ise değişik anlamlarda olmak üzere pek çok yerde kullanılmaktadır. Fakr terimi sözlükte fakirlik, yoksulluk maddi ve manevi bakımdan muhtaçlık gibi mânâları ifade eder. Varlıktan kurtulup, Allah'da fani olmaktır. Çoğulu "fukur"dur. Fakir'in kelime anlamı ise, yoksul, aciz ve sıkıntı içinde olan kimse demektir. Çoğulu fukaradır. Bir başka deyişle fakir, her şeyden vazgeçerek, Allah Teala'nın rızazası ve inayetini araştıran sufidir. Fakir de ‘'derviş"

Upload: ruhiseyfullazad

Post on 23-Dec-2015

249 views

Category:

Documents


4 download

DESCRIPTION

uiuy

TRANSCRIPT

Page 1: Tasavvufi Bir Terim Olarak Fakr

Tasavvufi Bir Terim Olarak Fakr, Mücahede ve Riyazet

1- TASAVVUFİ BİR TERİM OLARAK FAKR 

Bir nimet olarak dünya ile ilgili üç durum olduğu görülmektedir. Birincisi dünya nimetlerinden mahrumiyet, ikincisi dünya ve dünya malını elde etmeye yöneliş ve üçüncüsü dünya malına sahip oluş. Sufiler birinci konum için fakr, tevekkül ve bilhassa isar ağırlıklı olmak kaydıyla cömertlik türleri, ikinci konum için kesb ve tevekkül, üçüncü konum içinse vera, zühd, zikir, tefekkür, şükür, cud ve seha gibi kavramlar çevresinde gelişen bir terimler örgüsü oluşturmuşlardır. Bu üç boyutun tamamını kapsayan kavramlar arasında da sabır, şükür, fütüvvet, hürriyet ve fena gibi kavramlar yer alır. Fakr, klasik tasavvuf kaynaklarında zühd gibi zaman zaman tasavvuf kelimesiyle eşanlamlı, bazan da onun yerine kullanılan bir kavramdır. Kur'an'da fakr, fakir, fukara gibi türemiş şekilleriyle ondört yerde geçmekte, hadislerde ise değişik anlamlarda olmak üzere pek çok yerde kullanılmaktadır. Fakr terimi sözlükte fakirlik, yoksulluk   maddi ve manevi bakımdan muhtaçlık gibi mânâları ifade eder.   Varlıktan kurtulup, Allah'da fani olmaktır.   Çoğulu "fukur"dur.   Fakir'in kelime anlamı ise, yoksul, aciz ve sıkıntı içinde olan kimse demektir. Çoğulu fukaradır.   Bir başka deyişle fakir, her şeyden vazgeçerek, Allah Teala'nın rızazası ve inayetini araştıran sufidir.  Fakir de ‘'derviş" demektir,  Fakr, ihtiyaç duyulan şeyin yokluğu demektir. Tasavvufta kulun kendinde bir varlık görmemesi, her şeyi Hakk'a irca etmesi, şahsının, amelinin, halinin ve makamının Allah'ın lütfu olduğunu kabul etmesidir. Her şeyin gerçek sahibi Allah'tır. Bu yüzden bütün varlıklar ona muhtaçtır. Nitekim:" Ey insanlar siz Allah'a karşı fakir(muhtaç)sınız. Allah ise gani(zengin) ve övgüye layıktır." Ayetiyle ‘'Allah ganidir, siz fakirlersiniz" ayeti bu anlamdadır.  Fakr, genellikle tasavvuf ve zühd kavramlarına yakın anlamda kullanılır.  "Allah'a muhtaç olduğunun farkında olmak!' anlamına gelen fakr kavramı fenaya yakındır.  Sûfîler, fakir yaşamayı şeref biliyorlardı. Mülkün Allah'a ait olduğu

Page 2: Tasavvufi Bir Terim Olarak Fakr

düşüncesinden hareketle Allah'tan başka herkese karşı müstağnî davrandıkları için fukara adıyla anıldılar. Bazıları, hükümdarlığa kadar varan maddesel üstünlüklerini, İlâhî huzura erebilmek için yere sermeyi mutlulukların en yücesi sayıyorlardı. Bunu görenler onlara, fukara (fakirler) diyordu.  Fukara, bizim bildiğimiz anlamdaki yoksullar anlamında değildir. Manevî ihtiyaçlılık hissedenlerdir. Olanca varlığına, mal ve servetine rağmen Hz. Süleyman (a.)'a fakir dendiği gibi, Zâhidlere de malın kölesi olmadıkları, para-pula gönül bağlamadıkları, kendi varlıklarını Hakk'ta fânî kıldıkları için fukara adı verilmiştir. “Ey insanlar, sizler fakirsiniz, Allah'a muhtaçsınız”   âyetinin sırrı gereği, Zâhidler kendilerine nisbet edilen varlıkların, aslında Hakk'a ait olduğunu düşünmekte ve kendilerini her an Allah'a muhtaç bilmekteydiler. Zira onlar, mülklerden kendilerini boşaltmışlar, yani içlerinde mal-mülk sevgisi bırakmamışlardır. Bu nedenle bütün sebeplerden uzaklaşmaya çalışmışlar, yoklukta feryat edip sızlanmamışlar, sükûnetlerini korumuşlar, ellerine bir şey geçince, onu başkalarına vermeyi, başkalarını kendi nefislerine tercih etmeyi meziyet haline getirmişlerdir. Kibir ifade eden “ben” sözü yerine tevâzu gösterip kendilerine “fakir” denilmesinden hoşlanmaktaydılar. 

Hal ya da makam oldukları tartışılan fakr  ve gına  kavramlarından hangisinin üstün olduğu yönündeki tartışmaların da, sadece kavramların ilahi ya da insani nitelikler olup olmadığı noktasında değil, aynı zamanda insan varlığındaki ait olma niteliğini hangisinin güçlendirdiği noktasında ortaya çıktığı söylenebilir. Bu çerçevede problem, gınanın ilahi, fakrın ise insanı birer nitelik olmasıyla ilişkilendirilerek çözülmeye çalışılmıştır. Buna göre, Hakk'ın gınasıyla halkın gınası, görünüşte aynı ismi taşısa da, gerçekte aynı şeyi ifade etmemektedir. İnsandaki zenginlik ne kadar çok olursa olsun, sonradan kazanılmış bir sıfattır, Allah'ın zenginliği ise ezelidir. Öte yandan sufilerin, tasavvufi terim anlamı içerisinde fakr ve gınaya yer verirken, genel anlamı içerisinde fakrı insanı

Page 3: Tasavvufi Bir Terim Olarak Fakr

bir sıfat saydıkları halde, gınayı insanı bir sıfat olarak görmedikleri görülmektedir. İnsana ait olan zenginlik şarta bağlı bir zenginlik olup insan, özü itibariyle muhtaç bir varlıktır. Bu muhtaçlık, onun hem maddi, hem de manevi yönüne şamildir. Dolayısıyla onun maddi ya da manevi her türlü zenginliği, bir yönüyle kendi beşeri varlığının dışından gelmektedir. Bu durum da onun ait olma yönünün temelini oluşturmaktadır. 

Fakr'ın Istılah (terim) anlamı, kişinin mevhum olan varlığından kurtulması ve fenafillah 'a mazhar olmasıdır.  Fakr, bizim bile geldiğimiz yoksulluk değildir. Bu manevî ihtiyaçlılık hâlidir. Nazarî olan mevhum varlığını terkeden (ef'âl, sıfat ve zâtını)Hak'ta fânî kılan kimse, hakiki fakra ulaşmış kişidir. Böyle birinin ne kadar malı olursa olsun, hiç birine gönül bağlamaz. Böyle birinin malı cebindedir, gönlünde değildir. Yine buradaki kişiler, malın kölesi değiller bilakis mal onların kölesidir. Bu mânâda, en zengin insanlardan sayılan Hz. Süleyman, onca mal ve servetine rağmen fakirdir.  Fakr, şerefli bir makamdır. Mutasavvıflara, fukara adı verilir. Zira onlar, mülklerden kendilerini boşaltmışlar, yani içlerinde mal-mülk sevgisi bırakmamışlardır. Fakrın hakikati, kulun Allah'tan başka hiçbir şeye ihtiyaç duymamasıdır. Fakrın şekli, bütün sebeplerden uzaklaşmaktır.  Fakr, kişinin nefsine değil, Allah'a aid olduğunu idrak etmesidir. Bu yüzden fakr, bütün nefsanî arzuları, hırs ve tamahı atmak, içinde Allah düşüncesinden başka bir şey bırakmamaktır. Bütün ruhunu Allah sevgisi kaplayıp Allah'tan başka hiçbir şeye meyil ve muhabbet kalmayınca kişi gerçek fakra ermiş sayılır. Böyle bir fakirlik, mal sahibi olmaya manî değildir. Mal sahibi olmayan fakir dervişlerin 'fakr" anlayışı arkasına sığınıp, ondan bundan istemelerini, hazır yiyici konumuna düşmelerini önlemek için de çözümler konulmuştur. Nitekim büyük sufilerden Ebu Hafs Haddad: "Bir kimse almaktan çok vermeyi arzu etmedikçe sıhhatli bir fakr anlayışına ulaşamaz" demektedir. Fakir ise, dünyanın peşinde boş yere koşmaktan yüz çevirerek, hakikati, yani kendi varoluşunun sırrını soruşturandır. Bir

Page 4: Tasavvufi Bir Terim Olarak Fakr

başka deyişle fakir, her şeyden vazgeçerek, Allah'ü Teala 'nın rızası ve inayetini araştıran sufidir.  Fakirlerin en belirgin özelliği şudur: Onlar yoklukta feryâd etmez, sızlanmaz, sükûnetlerini korurlar, ellerine birşey geçince de, onu başkasına verirler, başkalarını kendi nefislerine tercih ederler. Cüneyd-i Bağdadi, fakirler hakkında şunları söyler: Bir fakire rastladığında, onunla söze, ilimle değil rıfk ile başla (yani önce tanış, arada sevgi hâsıl olsun, ondan sonra ilim ile resmiyetle konuş). Zira ilmin resmiyeti onu korkutur, rıfk ısındırır.  Tasavvufa konu olan fakr ise manevi fakirliktir.  Kişinin yalnızca Allah'a muhtaç olduğu bilinci olması bakımından fakr ile sözlükte zenginlik, tasavvufta ise Allah'tan başkasına muhtaç olmamak anlamına gelen gına kavramının bu tanımlar çerçevesinde hemen hemen aynı şeyi ifade ettikleri görülmektedir. Süfi, görünüşte kendisine "zengin" denecek kadar mal sahibi olsa da durum değişmez. Bu durum süfilerin hedefinin, hiçbir dünya malına sahip olmamak anlamında fakirlik ya da Hıristiyanlıkta anlaşıldığı anlamda bir ruhbanlık olmadığı anlamına gelmektedirir. 

Tasavvuf söz konusu olunca, bu kavramların maddi zenginlik ve fakirlikle ilgili olmayıp, nefis, arzular ve Allah'la ilişkilerle ilgili olduğu bilinmektedir. Maddi bir fakirliği hayat tarzı olarak benimsemiş süfiler bulunmakla birlikte, tasavvufi terim anlamı içerisindeki fakir, bir şeye sahip olamayan değil, arzularından arınmış, Allah'la ünsiyet peyda edebilmiş insan anlamını taşır.  Fakrın, içte hiçbir burkulma duymaksızın yapılan isar türü cömertlikle sıkı sıkıya ilişkili olduğunun ifade edilmiş olması da  bu arzulardan arınmış olma durumuna işaret etmektedir. 

İlk sufiler “yoksulluk” anlamına gelen fakr ile “Allah'a muhtaç olma” anlamındaki fakrı birleştirecek bunu kendi meslekleri ve gayeleri haline getirmişlerdir. Onlara öre fakr Allah'a giden yol, fakir de bu yolun yolcusudur. Bu anlamdaki fakiri sufi gibi tarif ederek ona “ehl-i tecrid” ve “ehl-i terk” adını vermişlerdir. Maddi anlamda ki fakrın

Page 5: Tasavvufi Bir Terim Olarak Fakr

zeminlikten üstün olduğu konusunda farklı görüşler ileri sürmüşlerdir. Ahmed b. Ebü'l-havari, Haris el-Muhasibi, Ebu Said Ebü'l Hayr gibi sufiler ise Allah'ın kendisine gani, insanlara fakir sıfatını verdiğini göz önüne alarak insanın fakrın daha çok yakıştığını belirtmişlerdir. Söz konusu iki hal arasında fark görmeyen Cüneyd-i Bağdadi ise bu hususu “Allah'a muhtaç hali sağlam olmayanın Allah ile müstağni olma hali de sağlam olmaz; bu iki halden biri olmadan öbürü tam olarak gerçekleşmez “ sözüyle dile getirmiştir. Öte yandan sufiler tasavvufun maddi zenginliği de asla reddetmediğini vurgulamışlardır. Örneğin Mevlana, “Dünya mal mülk, altın ve kadın değil Allah'ı unutmaktır” sözüyle mal sahibi olmanın fakra ve sufiliğe engel olmadığına dikkat çekmektedir. Herevi fakrı, sahiplik iddiasında bulunmak şeklinde tanımlayarak üç kısma ayırır. Birincisi dünyayı bütünüyle terk etmek ve ondan hiçbir şekilde bahsetmemek anlamındaki Zahidlerin fakrıdır. Zahidler dünyalık şeyleri elde edebilmek için sebeplere sarılmadıkları gibi, dünyaya ait herhangi bir şeye yönelmez ve onu edinme çabası içinde olmazlar. Kendilerine dünyevi bir şey verildiğinde onu bezleder, verilmezse de asla talep etmezler. Zahidlerin diğer bir özelliği de her ne sebeple olursa olsun dünyadan bahsetmemeleridir. Zira ister övmek, isterse kötülemek amacıyla olsun dünyadan bahsetmek onunla ne kalben ne de ahiren meşgul olmayan kişidir. Ancak sufiler böyle bir zühd anlayışında gizli bir tehlikenin varlığına dikkat çekmişlerdir. Onlara göre zahid, dünyayı terk ettiği için kendini beğenme duygusuna kapılıp ucb ve riyaya düşebilir. Buna benzer duygulardan kurtulabilmesi için dünyayı terk etmenin veya istemenin onun açısından herhangi bir değerinin bulunmaması gerekir. İkincisi; müridin külli yokluk olan ezeldeki geçmişine dönmesi, diğer bir ifadeyle ezelde yokluk âleminde iken Hakk'ın lütfu ve fazlı ile varlık âlemine geldiğini bilmesidir. Bu sayede amellerini kendine nispet etmekten, en üst mertebelere ulaşmayı amaç edinmekten ve ulaştığı hal ve makamlara değer vermekten kurtulur. Hakk'ın dışındaki hiçbir şeye itimat etmez ve yönelmez. Mutasavvıflar

Page 6: Tasavvufi Bir Terim Olarak Fakr

sufinin kendine ait bir varlık görmesini kıyas kabul etmeyen bir günah kabul etmişlerdir. Dolayısıyla salikin başta varlığının bulunduğuna dair düşüncesi olmak üzere maddi ve manevi her türlü arzu ve tutkudan arınmadığı sürece fakr mertebesine ulaşması mümkün değildir.Üçüncüsü; salikin ilahi bir zorunlulukla Hakk'ın vahdaniyetine kapılması ve tecrid bağına hapsolmasıdır. Benliğin bütünüyle kaybolduğu ve fakrın tam manasıyla yaşandığı bu dereceyi Kaşani şöyle izah etmektedir: “Söz konusu hale ulaşan sufi, kendisine ait herhangi bir vasfın ve fiilin bulunmadığın görür. Zira varlığı yoktur ki fiili ve vasfı olsun. Başına gelen her şeyin ezelde belirlenmiş bir hüküm olduğunu müşahede eder. İlahi bir zorunlulukla Hakk'ın vahdaniyetine kapılır. Burası, ağyarın bütünüyle yok olduğu cem'mertebesidir. Masiva olmadığı gibi masivanın adı dahi yoktur. “Onun vechinin dışında her şey yok olucudur” ayetinin manasının tahakkuk ettiği yerdir. Böylece salik tecrid bağına hapsolur, yani herhangi bir resim, isim ve sıfatın bulunmadığı ahadiyyet mertebesinde kalır(beka) ki burası aynı zamanda zat mertebesidir. Sufilerin fakrı zatın birliğinde fani olmaktır; bu makamdan daha yüksek bir makam yoktur.”Herevi'ye göre gerçek sufilerin fakrı budur. Fakr çerçevesinde mutasavvıf ile sufi arasında ki fakra işaret eden Tilimsani tasavvufu, sufiliğin alt mertebesi olarak kabul eder. Zira tasavvuf, güzel ahlaka ahlaklanmak(tahalluk) olup sonu, velayet makamına seyrin başlangıcı olan fütüvvet mertebesidir. Velayet makamı ise ilahi hakikatleri gerçekleştiren ve fakr vasfına sahip olan sufilerin mertebesidir. Bu açıdan bakıldığında İskender'inin ifadesiyle ilk derecedeki fakr, amel ve halleri görmemek olup mutasavvıfların, üçüncü derecedeki fakr ise, kemal ile tevhidin hakikatinde müstağrak olup sufilerin fakrıdır.                                                                                                                                                                                                                                                                                                

Meşhur sufi İsmail-i Ankara vi fakr teriminin ıstılahi

Page 7: Tasavvufi Bir Terim Olarak Fakr

anlamıyla ilgili olarak Şunları  ifade eder: "Fakr, salikin hiçbir şeye malik olmadığını kabullenmesi, nefsinden, bütün mali varlığından uzaklaşması ve her şeyin sahibinin mutlak gani olan Allah (c.c) olduğunu bilmesidir. Kendini yalnız Hak Teala'ya muhtaç bilen salik, sair eşyanın esaretinden kurtulmuş ve gerçek zenginliğe kavuşmuş demektir"   Tasavvuftaki "başkalarını kendine tercih" anlamındaki "îsar" düşüncesinin temsilcisi Ebu'l-Huseyn Nurî, fakr anlayışını da îsar ile temellendirerek şunları söylemektedir: "Fakirin vasfı bulamadığı zaman sükun içinde olmak bulduğu zaman da elinde bulunanı başkalarını kendisine tercih (îsar) ederek ihsan ve ikram ile dağıtmaktır."  Yahya b. Muaz (258/872)22, "Fakr, kul için zenginlikten daha hayırlıdır. Zira zillet fakirlikte, kibir ise zenginliktedir. Zillet ve tevazu ile Allah'a dönmek, amelleri çoğaltarak ona dönmekten daha hayırlıdır." 

Fakr ve fakir terimleri, bazan önde gelen sûfîlerin kabul edemeyecekleri kadar yanlış şekillerde yorumlanmıştır. Aristo geleneğine bağlı bir ahlâk anlayışının savunucusu olan filozof İbn Miskeveyh, dünya işlerinden uzak durmayı fazilete engel olduğu gerekçesiyle en büyük rezîletlerden biri sayar ve, “Bu yüzden zâhidleri yerdik” der. Râgıb el-İsfahânî de mutasavvıf olduklarını ileri sürerek dünya işlerini bırakanların kaçınılmaz olarak başkalarının kazançlarıyla geçinmek zorunda kalacaklarına, bunun da ahlâken kabul edilebilir bir durum olmadığına işaret eder. Ebü'l-Ferec İbnü'l-Cevzî ve Takıyyüddin İbn Teymiyye gibi Selefi âlimler de sûfîlerin fakrı zenginlikten üstün tutmalarını tenkit etmişlerdir. İbnü'l-Cevzî'ye göre servetin miktarı yerine servet biriktirmedeki niyete ve bunun ne şekilde kullanıldığına bakmak gerekir. İbn Teymiyye, Kur'an ve Sünnet'te fakr kavramının dar ve zâhirî anlamda ganînin zıddı olarak kullanıldığını, tasavvufun ilerlemiş dönemlerinde bu kavrama yüklenmiş olan anlamlarla ilişkisi bulunmadığını ileri sürer. Ona göre zengin ile fakirden hangisinin daha üstün olduğu yolundaki sorunun cevabı, hangisi takvada daha ileri ise onun üstün olduğu şeklindedir. Bu sözler aslında sûfîlerin

Page 8: Tasavvufi Bir Terim Olarak Fakr

takva anlayışından farklı bir görüşü içermemektedir. İbn Teymiyye, bazı mutasavvıfların ashâb-ı Suffe'nin durumunu delil göstererek sabreden fakirin şükreden zenginden daha üstün olduğu tarzındaki görüşlerine de katılmaz. Zira ashabın en faziletlileri aşere-i mübeşşeredir ve bunlardan sadece Sa‘d b. Ebû Vakkas ehl-i Suffe'dendir. Ancak, “İnsanların en üstünü oldukları tartışmasız olan peygamberlerden bir kısmının hayli zengin olduğu da bilinmektedir” derken peygamberlerin büyük çoğunluğunun fakir olduğunu göz ardı eder. Ayrıca çok varlıklı sûfîler de vardır. Öte yandan Mevlânâ, “Dünya mal mülk, altın ve kadın değil Allah'ı unutmaktır” diyerek tasavvufun maddî zenginliği asla reddetmediğini özellikle vurgulamıştır. 

Ebu Abdurrahman es-Sülemi (412/1021)'ye (k.s) göre: Fakr, kulluk sıfatlarındandır. Kulluk ancak itaati ve boyun eğmeği gerektirir. Fakir, fakirliği ile zenginlere karşı direnirse kalbinde dünya ve dünya adamlarına değer vermiş olur. Fakirlikte tevazu, gözünün iliştiği herkesi kendisinden üstün görmektir. Zira insan kendi eksikliğini kesin olarak bilir. Başkasının kusurunu ise kesin olarak değil zan ile bilir. Fakirliğin usul ve adabına riayet etmeden hiç kimse fakirliğin hakikatine ulaşamaz. fakir şu özellikleri nefsine güzelce yerleştirmeden tasavvuf yolunda olduğunu iddia edemez. Dünyadan tamamıyla yüz çevirmek, dünya peşinde koşanları mazur görmek, her an ya farz ya vacip yada nafile bir ibadetle meşgul olmak, halkın kabul ve reddinden dolayı evradından ayrılmamak, bir şey biriktirmemek, hiç kimseye karşı kalbinde bir kırgınlık veya kin bulundurmamak, insanları görmekle amelini bozmamak, insanların övmesi yüzünden kendisini beğenmemek ve insanın kendisinden yüz çevirmesine bozulmamak. Akıllı olan kimse bilsin ki, kardeşlerinin kusurlarını gören ve onları anlatan kimseye Allah Teala kendi kusurlarını göstermez, Burada fakirin mutasavvıf ile eşanlamlı olarak kullanıldığı açıkça görülmektedir. 

Page 9: Tasavvufi Bir Terim Olarak Fakr

Sülemi (412/1021) bazı sufilerin fakr hakkındaki kanaatlerini şu şekilde sunmaktadır:

Sehl b. Abdullah et-Tüsteri (283/898) der ki, "Allah Teala mahlukatı yarattığında kendisi için zenginliğe, onlar için de fakirliğe hükmetti. Kim zenginlik iddiasında bulunursa Allah'tan menedilir. Kim ki, fakirliğini ikrar ederse fakirliği kendisini Allah'a ulaştırır. Kula yakışan Allah' a muhtaç olmak, başkasından uzaklaşıp Allah' a bağlanmaktır ki, kulluğu halis olsun. Kulluk, zillet ve boyun eğmektir. Alameti ise, kimseden bir şey istememektir." Ebu Bekir Muhammed el-Vasıti (320/932 ?) ise, "Kim Allah ile mahlukattan müstağni olursa fakir düşmez, kim de Allah ile izzet bulursa zillete düşmez" demektedir. Hucviri (465/1072)'ye göre, "Fakir serveti olmayan kişi değildir; arzusu ve isteği olmayan kişidir" 

İlk sûfîler “yoksulluk” anlamına gelen fakr ile “Allah'a muhtaç olma” anlamına gelen fakrı birleştirerek bunu kendi meslekleri ve gayeleri haline getirmişlerdi. Onlara göre fakr (dervişlik) Allah'a giden yol, fakir de (derviş) bu yolun yolcusudur. Tövbe, verâ, zühd, fakr, sabır, tevekkül, rızâ şeklinde sıralanan tasavvuff makamların dördüncüsü olarak fakr kabul edilmiştir. Fakat fakr çok defa tasavvufî bir makam değil bir yol yahut metot olarak görülmüştür. Nitekim Müzeyyin, “Allah'a giden yollar yıldızlar kadar çoktur, bunların en iyisi fakrdır” derken bu hususa işaret etmiştir. Fakir de aynen sûfî gibi tarif edilmiştir. Sûfîler fakirin vasıfları ve uyması gereken kurallar üzerinde de durmuşlardır. Ebü'l-Hüseyin en-Nûrî'ye göre fakir maddî bir şey bulamadığı zaman sükûn ve huzur halinde olur, bulunca da onu başkalarına verir. Kendi kendine yettiğinden dilencilik yapmaz. Çünkü fakr Allah'ın kuluna emanet ettiği bir sırdır; kul dilencilik yaparak bu ilâhî sırrı ifşa etmemelidir. Fakir almaktan çok vermeyi sevmeli, İbrâhim b. Edhem gibi el emeği ve alın teriyle geçinmeli, kazandığı malı da elinde tutmamalıdır. Gerçek fakir halinden şikâyet etmez, yoksulluğa razı olur, hatta ondan hoşlanır, fakir olduğu için Allah'a şükreder, böylece huyu

Page 10: Tasavvufi Bir Terim Olarak Fakr

ve davranışları güzelleşir. Kimseden bir şey istemez, bir beklentisi olmaz. Fakir olduğu için yakınmaz, sızlanmaz, hatta zenginmiş gibi görünmeye çalışır. Zengin nasıl zenginliği nimet bilir ve onu korursa gerçek fakir de fakrı ilâhî bir lütuf olarak görür ve onu korur. Nitekim bundan dolayı fakr, “fakr halinin sona ermesinden korkmaktır” diye tarif edilmiştir. 

İlk dönem âbid ve zâhidleri İslâm toplumunun yükselen sosyal ve siyâsî refâh düzeyini ve buna bağlı olarak ortaya çıkan entelektüel yönelişlere karşı bir tepki ortaya koymuşlar, refahın ve zenginleşmenin dînî hassasiyetleri ortadan kaldırdığını ve bir bakıma Hz. Peygamber zamanının rûhuna aykırı olarak dünyevîleşmenin insanı Allah'tan uzaklaştırdığı üzerinde durmuşlardır.Dünyevîleşmeye karşı ahrete yönelmenin dindarlık açısından gerekli olduğunu  ileri sürmüşler, Allah'a yönelmek için de insanı meşgul edecek alaka ve ağırlıklardan kurtulmanın gereği üzerinde durmuşlardır . Alaka ve ağırlıklardan kurtulmak yanlış bir şekilde fakirlik olarak anlaşılmış ve daha sonraları mecrasından saptırılacak şekilde, söz konusu olan fakirlikle ilgili bazı hadislerin yanlış anlaşılması, zayıf ve mevzû hadislerin delil kabul edilmesi neticesinde zenginlik mi üstün, fakirlik mi?  gibi bir tartışmanın içine girilmiştir. Bu konuda ilk dönem âbid ve zâhidleri fakîrliği dînî kurtuluş için daha ihtiyâtlı kabûl etmekle birlikte zenginliği de kötülemişlerdir. Ancak zamanla fakrı aşırı derecede öven ve zenginliği yeren bazı zümreler ortaya çıkmıştır. Bu şekilde fakr ile sabır, zenginlik ile şükür arasında bir bağ kurularak sabırlı fakîrin şükreden zenginden daha fazîletli olduğu ileri sürülmüştür. Fakat bunun aksini savunanlar da ortaya çıkmıştır.

Fakirlik üzerine kurulu zahidane hayat daha ilk yüzyıllardan itibaren İslâm dünyasında görülüyordu. İbrahim b. Edhem sekizinci yüzyılda yaşamıştır (öl. 778) ve hayat hikâyesi gönüllü fakirlik üzerine kuruludur. Rivayetlere göre kendisi çok zengin bir ailenin, bir

Page 11: Tasavvufi Bir Terim Olarak Fakr

rivayete göre de Belh Sultanı'nın oğluydu ve genç yaşında bütün mülkünü terk ederek fakirlikle dolu bir hayatı tercih etmişti. Memleketinden uzakta geçimini bekçilik, ırgatlık gibi işlerle temin ederken babası vefat ettiği zaman mirasından da hiçbir şey almamıştı.7 Yine sekizinci yüzyıl sufilerinden Mâlik b. Dînar ile Muhammed b. Vasi'nin dünyayı terkin mahiyeti konusunda tartıştığını görüyoruz. Malik bir parça araziye sahip olup kimseye muhtaç olmadan yaşamayı dilerken, İbn Vasi bir öğün yemeği olan ve sonraki öğünü düşünmeyen bir kişi olmayı istiyordu. 

Hz. İsa (a.s) ise fakr konusunda şöyle buyurmaktadır: "Fakr, dünyada meşakkat, ahirette sevinç; zenginlik ise, dünyada sevinç, ahirette meşakkattir"  Hz. Ali'nin şöyle dediği

rivayet edilmiştir: "Allah Teala, fakrı, mahlukatı için hem bir lütuf, hem de bir kahır kılmıştır. Lütuf olması durumunda fakir adam güzel ahlaklı olur, Allah Teala'ya itaat eder ve halinden şikayetçi olmaz, aksine fakirliğine karşılık Rabbine (c.c) şükreder. Fakrın bir kahır olarak verilmesinin işareti ise, kişi kötü ahlaklı olur. Allah Tealaya isyan eder ve sürekli olarak halinden şikayet ederek kaderine karşı gelir." 

Fakr terimi, Kur'an-ı Kerim'de bir yerde, fakir kelimesi, beş yerde ve fukara kelimesi ise, yedi yerde geçmekte olup, yoksul ve muhtaç olan veya fakr'ın eş anlamlısı olarak muhtaç olma anlamına gelmektedir.  Kur'an'da yer alan fakirlik, genelde maddi ve manevi ihtiyaç anlamında kullanılmıştır. Manevi anlamda bütün insanlar fakir ve Allah Teala 'ya muhtaç olup zengin olan yalnız Allah 'tır. Bu anlamdaki fakrın insanın temel niteliklerinden biri olduğu hususunda görüş birliği vardır. 

Kur'an'da yer alan fakirlikle ilgili kelimeler maddî veya manevî ihtiyaç anlamında kullanılmıştır. Manevî mânada bütün insanlar fakir ve Allah'a muhtaç olup zengin olan

Page 12: Tasavvufi Bir Terim Olarak Fakr

yalnız Allah'tır. Bu anlamdaki fakrın insanın temel niteliklerinden biri olduğu hususunda görüş birliği vardır. Söz konusu âyetlerin çoğunda ise maddî anlamdaki fakirlik üzerinde durulmuş ve bununla ilgili hükümler konulmuştur. Buna göre fakirlik Allah'ın insanları imtihan ettiği yollardan biri olup sabredenler bu imtihanı kazanmış olurlar (el-Bakara 2/155). Zenginlerin mallarında ihtiyacından dolayı isteyenin ve yoksulun belirli bir hakkı vardır (el-Meâric 70/24-25). Zekâtın kimlere verileceğini açıklayan bir âyette (et-Tevbe 9/60) sıralamanın başında fukara yer atmaktadır. Hadislerde fakirlik konusu daha geniş olarak ele alınmıştır. Hz. Peygamber fakirliğin tabii olarak korkulan ve istenmeyen bir durum olduğuna işaret eder (Müsned, II, 231, 250, 410; İbn Mâce, “Vesâyâ”, 4; Nesâî, “Vesâyâ”, 1, “Zekât”, 60). Bizzat kendisi fakirlik fitnesinin şerrinden Allah'a sığınmış (Müsned, VI, 57, 207; Ebû Dâvûd, “Edeb”, 101, Nesâî, “İsti'âze”, 14, 16, “Sehiv”, 90), çevresindekilere de şu tavsiyede bulunmuştur: “Fakirlikten, kıtlıktan, zilletten, kötülük etmekten ve ve kötülüğe uğramaktan Allah'a sığının” (Müsned, II, 540). Bununla birlikte Resûl-i Ekrem o günün güç şartları içinde yoksulluk sıkıntısı çekenlere sabır ve metanet tavsiye etmiş, iffetli ve onurlu yoksulları âhirette nail olacakları üstün nimetlerin müjdeleriyle sevindirmiştir. Bu hadislerde fakirlerin zenginlerden önce cennete gireceği, cennet ehlinin çoğunu dünyada fakirlik sıkıntısı çekenlerin oluşturacağı haber verilmiştir (Müsned, III, 224; IV, 443; Buhârî, “Bed'ü'l-halk”, 8, “Rikak”, 16, 51; Müslim, “Zikir”, 94). Bazı hadislerde ise fakirliğin ve zenginliğin dinî ve ahlâkî bakımdan hem faydaları hem de tehlikeleri bulunduğu belirtilmiş, insana görevini unutturan fakirlik yanında azgınlığa sürükleyen zenginliğe de dikkat çekilmiştir (Tirmizî, “Zühd”, 3). Hz. Peygamber insanlar hakkında fakirlikten çok, zengin olup da benlik ve çıkar kavgalarına girişenlerden kaygılandığını, geçmişteki bazı toplumların bu yüzden yıkılıp gittiğini ifade etmiştir (Buhârî, “Cizye”, l, “Megazi”, 13; Müslim, “Zühd”, 6). İlk dönem zâhidleri dünyayı kötüleyip fakrı zenginliğe tercih ederken bu konuda fakir

Page 13: Tasavvufi Bir Terim Olarak Fakr

sahâbîleri ve özellikle ashâb-ı Suffe'yi kendilerine örnek almışlardır. Fakirlerin zenginlerden önce cennete gireceğini ve cennet ehlinin çoğunu fakirlerin teşkil edeceğini ifade eden hadisler de ilk zâhidlerin yoksulluğu zenginliğe tercih etmelerinde etkili olmuştur. İlk dönem âbid ve zâhidleri fakirliği dinî kurtuluş için daha ihtiyatlı bir yol kabul etmekle birlikte zenginliği de kötülememişlerdir. Ancak zamanla fakrı aşırı derecede öven ve zenginliği yeren bazı zümreler ortaya çıkmıştır. Bu şekilde fakr ile sabır, zenginlikle şükür arasında bir bağ kurularak sabırlı fakirin şükreden zenginden daha faziletli olduğu ileri sürülmüştür. Fakat bunun aksini savunan sûfiler de olmuştur . 

Serrac (378/988)' a göre, fakr ehli üç derecedir: a. Mukarreblerin fakrı: Ne dille ne de içinden kimseden bir şey istemez ve kimseden bir beklentisi olmaz, bir şey verilince de kabul etmez. Bunlar Allah'a yakınlık makamında bulunur. b. Sıddikların fakrı: Kimseden bir şey istemez ama istenmeden verildiğinde kabul edenlerin makamıdır. c. Kanaat ehlinin fakrı: Bu gruptakiler de muhtaç durumda kaldığı zaman bu ihtiyacını, söylenildiğinde sevinerek yerine getireceğini bildiği bir dostundan ister, Yine Ebu Nasr es-Serrac (378/988) dört büyük halifenin tasavvufi hayat içindeki yerleri konusunda şunları söylemektedir: Dünyayı bütünüyle terk ederek elinde avucunda bulunan her şeyi Allah (c.c) yolunda infak ile fakr-ı tamını seçenlerin imamı Hz. Ebubekir (r.a)'dir. Dünyanın yarısından geçip, yansını aife efradı ve akrabaların hukukunu yerine getirmek için ayıranların önderi Hz. Ömer (r.a)'dir. Dünyalık malı Allah için biriktiren ve yine onun için biriktirmekten sarfı nazar eden, biriktirdiğini Allah (c.c) için infak edip dağıtanların rehberi Hz. Osman (r.a)'dir. Gönlünde bir dünya meyli olmadan dünyayı istemediği halde dünya kendisine doğru geldiğinde reddederek ondan kaçanların imamı ise Hz. Ali (r.a)' dir. 

Kur'an ve hadislerde geçen "Fakr" kavramının iki ayrı

Page 14: Tasavvufi Bir Terim Olarak Fakr

anlamda kullanıldığı görülmektedir. Bunlardan biri "suret fakirliği" de denilen "maddî fakirlik", diğeri ise "manevî fakirlik"tir. 

1. Maddî Fakirlik veya Suret Fakirliği:

İhtiyaç duyulan mala ve eşyaya malik ve sahip olmamak demektir. Kur'an'daki:

'Ganimet malları, yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılan fakir muhacirlerindir" (el-Haşr, 59/8) ayetiyle benzer ayetlerde anlatılan fakrdır. Bu anlamdaki fakirlik hadislerde de: "Fakr insanı nerede ise küfre düşürecekti." [Keşfü'l-hafa, II, 106; (1918)] Fakirlik, iki cihanda yüzkarasıdır."[Keşfü'l-hafa, II, 87 (183)] ifadeleriyle anlatılmakta ve bu manada gönle sıkıntı veren fakirliğin makbul olmadığı ifade buyrulmaktadır. Tasavvufa konu olan ise bu tür fakirlik değil, manevi fakirliktir

2- Manevî Fakirlik: Kulun kendinde varlık görmemesi, herşeyi Hakk'a irca etmesi, şahsının, amelinin, hal ve makamının Allah'ın lütfu olduğunu kabul etmesidir. Kur'an'daki: "Ey insanlar, siz Allah'a karşı fakir; yani muhtaçsınız. Allah ise ganîdir; yani herşeyden müstağnidir." (Fatır, 35/15) ayetiyle "Allah ganîdir; siz fakirlersiniz; yani O'na muhtaçsınız." (Muhammed, 47/38) ayetleri bu anlamdaki fakrı anlatmaktadır. "Fakr, benimi medar-ı iftiharımdır." [Keşfü'l-hafa, II, 87 (1835)]. "Allah'ım beni fakir yaşat, fakir öldür ve fakirlerle hasret!" (Tirmizî, Zühd, 37); Allah'ım beni sana karşı muhtaç (fakir) kılarak müstağni eyle, kendinden başkasına muhtaç (fakîr) etme! (el-Müfredat, Kahire 1970, sh. 577) hadisleri bu anlamdaki fakra dairdir. Kulun Allah'a muhtaç olması demek olan bir fakirlik, elbette fakiri de zengini de kapsar. Bu anlamıyla fakir ve fukara, malı olmayan anlamına değil, "süfî ve derviş" manasına gelir. Bu yüzden eskiden şeyhler kendilerine "Hadimu'l-fukara" (Fakirlerin hizmetkarı) derlerdi. Bazı sufiler, fakirliği

Page 15: Tasavvufi Bir Terim Olarak Fakr

herkese efendi olan ihtiras ve tül-i emeli köle yapmak olarak görürler, fakîrin yanında mal ve servetin var oluşuyla yok oluşunun müsavî olduğunu belirtirler. Hatta "fakir, serveti olmayan değil, muradı olmayandır." derler. Çünkü gönülde mal muradı bulundukça kalb, ağyardan kurtulmuş sayılmaz. Fakrın bir başka tarifi, kalpte ağyarın bulunmamasıdır. Kalpte ağyar ve masiva varsa, gönül henüz fakrı gerçekleştirmiş sayılmaz. Hakk'tan başkasından müstağni olunmadıkça fakra erişilmez.Manevî fakirlik, beşerî sıfatlardan sıyrılıp kendini hiçbir şeye malik görmemektir. Böylesi insanlar sayısız mal ve mülke sahip olsalar da onlara gönül bağlamazlar. O mal ve mülkün gerçek sahibini düşünüp kendilerini fakir sayarlar. Mala sahip değil, köle olmazlar. Nitekim Cüneyd de fakrı öyle tarif etmiştir: "Fakr, senin hiçbir şeye, hiçbir şeyin de sana malik olmamasıdır." Bu anlamda fakr anlayışına eren kimse, kendisinin eşya üzerinde şahsî iradeyle değil, ilahî irade ile kaim olduğunu görür. Bu yüzden Allah'ın kendisini muvaffak buyurarak yönlendirdiği işleri Hakk'ın izni sayar. Böyle bir yönlendirilişle zenginliğe ulaşırsa, onu da hakkında hayır olarak değerlendirir. Bu yüzden ilk sufilerden İbrahim Kassar, fakr ile rıza ara-sında bir ilişkiye dikkat çekmiştir "Fakr öyle bir libas ve vasıftır ki, kendinde bu vasfı gerçekleştiren rıza derecesine erer."  Serrac'a göre, fakr şerefli bir makamdır. Eğer sabredebilirsen. Yine İbrahim bin Ahmed'e göre, “Fakr, şeref cübbesidir. Peygamberlerin, salihlerin, müttakilerin ve mü'minlerin süsüdür. Ariflerin ganimetidir. Müridlerin uyarıcısıdır. Müttakilerin kalesidir. Günahkârların hapishanesidir. Hasenelerin en kıymetlisi, derecelerin en üs tünüdür. Velayet makamının mirasıdır."  Harakani Hazretleri'ne göre fakr, kıymetli ve değerli bir mücevherdir. Nitekim Hz. Peygamber (sav): “Fakr, övüncümdür. Fakir bendendir.” Ve “Fakirlik benim özümdür. Onunla iftihar ederim.”16  Yine, “Fakr dünyayı terketmek ve teslimiyettir.” buyurmuştur. Keza Kur'an-ı Kerim'de Allah (c.c.) şöyle buyurur: “Rabbinin makamından korkan ve nefsini kötü arzulardan uzaklaştıran için ise şüphesiz cennet yegâne

Page 16: Tasavvufi Bir Terim Olarak Fakr

barınaktır."  Manevi fakirlik: Beşeri sıfatlardan sıyrılıp(fena-i sıfat) kendini bir şeye malik görmemektir. Böylesi insanlar, sayısız mal ve mülke sahip olsalar da onlara gönül bağlamazlar, o mal ve mülkün gerçek sahibini düşünüp kendilerini fakir sayarlar. Hz. Peygamber(s.a.v)'in ‘'Fakirlik benim iftihar vesilemdir." ‘'Allah'ım beni fakir yaşat, fakir öldür, fakirlerle haşret!" sözü bu anlamdadır.  Manevi fakirlik mala sahip olmamak değil, köle olmamaktır. Bu da iffete ve haysiyete zarar vermeyen fakirliktir.   ‘' fakirlik,  insanı nerde ise küfre düşürecekti.", ‘'fakirlik iki cihanda yüz karasıdır." hadisleri ilk anlamdaki fakirliktir. İhtiyaç duyulan şeye malik olmamak ve bunun bir ateş gibi kişinin gönlünü yakmasıdır.

     Gazali, ihya'da fakr, zühd, istiğna, kanat ve hırs kavramları arasında ilgi kurup, bunları birbirinin dereceleri sayarak fakrı beş derecede inceler:

Zühd: Muhtaç olduğu mal kendisine verilse de bundan hoşlanmayan, kendisini meşgul edeceği düşüncesiyle mal biriktirmekten kaçınan kimselerin hali.

Rıza: Mala heves etmediği gibi,eline geçmesiyle sevinmeyen, geçmemesiyle de üzülmeyen kişinin hali.

Kanaat: Kendisine malın varlığı, yokluğundan daha sevimli olan fakat mala rağbet edip peşinden koşmayan kimselerin hali.

Hırs: İhtiyaç duyduğu servetin peşinden koşmayışı aczinden ötürü olan, yoksa mala rağbet ve sevgi ateşi, içinden eksik olmayanın hali.

Iztırar: Elde olmayan mala muhtaç olma hali. Ekmeği olmayan aç, elbisesi bulunmayan çıplak gibi.

Gazali devamlı diyor ki: Bunların ötesinde istiğna denilen bir hal vardır ki, o da malın varlık ve yokluğunun kişinin

Page 17: Tasavvufi Bir Terim Olarak Fakr

gözünde müsavi olması halidir.

Gerçek fakr, kişinin nefsi için değil, Allah için olmasıdır. Bu yüzden bütün nefsani arzuları, hırs ve tamahı atmak, içinde Allah düşüncesinden başka bir şey kalmamaktır. Bütün ruhunu Allah sevgisi kaplayıp Allah'tan başka hiçbir şeye meyil ve muhabbeti kalmayınca kişi fakra ermiş sayılır. Böyle bir fakirlik, mal sahibi olmaya engel değildir. Hatta denilebilir ki, sabr ve rıza ile beraber bulunmayan fakirlik eksikliktir. Böyle bir fakrın hiçbir fazileti yoktur. İbn Ata'nın:"Servetinin hakkını vererek şükreden zengin, sabreden fakirden iyidir." Dediğine bakılırsa, sabretmeyen fakirin durumu hiç de iç açıcı değildir.

Deylemi'nin rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber(s.a.v)" Zorlukla kazandığını infak edebilen fakir, en efdal amel yapan kimse" olarak değerlerndirilirmiş.    Zühdü, ilim, hal ve amel olarak üçe ayıran Gazali'nin zühd anlayışı, bilgi (ilim) bakımından dünyanın değersizliğini, eylem ( ameli) bakımından ibadet ve her ne iş olursa olsun dünya için değil, ahiret için yapmayı, yani her işi ibadet bilinci içerisinde yerine getirmeyi, ruh ya da bilinç durumu (hal) bakımından kısmen fakr ve fenayı içermektedir. O, gerçekte zühdü saliklerin makamları arasında görmekte, dolayısıyla tasavvufi terim anlamı içerisindeki marifetin zühdden daha üstün olduğunu kabul etmektedir. Çünkü zühdün anlamı "herhangi bir şeyden vazgeçip onun yerine daha hayırlı olan bir şeye dönmek'tir. Bu da dünyaya karşılık, ibadete yönelerek nefsin terbiye edilmesidir. Öte yandan, insanda bir şeye karşı istek (rağbet, hubb) olmalıdır ki, o şeye karşı zühd tavrı ortaya konması mümkün olabilsin -ve bu tavrın sahibi "zahid:' ismini almaya hak kazanabilsin Bu da kişinin fakr ve fena konusunda henüz tam bir olgunluğa kavuşamamış olduğunu göstermektedir. 

Hz. Mevlana (672/1273), Hz. Süleyman'ın mal ve mülkü gönlünden çıkardığı için, kendisine fakir denildiğini ifade

Page 18: Tasavvufi Bir Terim Olarak Fakr

eder.  Yine o, "Hatem-i Süleymaniyi her şey içinde aradık fakr içinde bulduk. Mahbuba (Hakk'a) varmak için bütün yolları denedik Fakra razı olduğu kadar hiçbir şeye razı olmadı. Çünkü fakr manileri kaldırır ve perdeleri yakar. Bütün taatlerin aslı budur, gerisi ayrıntıdan ibarettir."demektedir. 

Fakr, mana yolcusunun varmak istediği önemli hedeflerden biridir. Çünkü tasavvuftaki yüce mertebelere ermenin yolu fakr'dır. Manen fakir olan, beşeri sıfatlardan sıyrılıp kendini bir şeye malik görmeyen kimse, sayısız mala mülke sahip olsa bile hiç birine gönül bağlamaz. Sahip olduğu mülkün kulu olmayıp onu kendine kul eder. Fakr, onu övünç vesilesi olarak kabul eden Hz. Peygamber'in (s.a.v) sıfatlarından birisi sayılmıştır. Sufiler, zahiri fakirliği seyr u sülükun başlangıcında gerekli bir makam saymışlar, bu nedenle bir çok sufi, ömürleri boyunca yoksul kalmayı tercih etmişlerdir. Abdülkadir Geylani (561/1165-66)'ye göre, Hz. Peygamber "el-fakru fahri/fakr övünç vesilem'dir" buyururken, dünyalık yoksulu olan kimseleri kastetmemiş, belki, Allah Teala'nın zatından gayrı her şeyi terk edip, O'na ihtiyaçlarını arz etmeye vurgu yapmıştır. Moalla Cami (898/1492)'ye göre, fukara, öyle bir zümredir ki, dünyalık mallardan ve sebeplerden hiç bir şeye sahip değiller, onlar Yüce Allah'ın fazlını, İhsanını talep etmekten gayrı her şeyi bırakmışlardır. Adı geçen zümrenin her şeyi terk etmelerinin sebebi üçtür:

1. Ahirette verilecek hesabı hafifletmek, ceza veya azap korkusu.

2. Çokça sevap elde etmek arzusu.

3. Taatı artırmak ve taatta gönül huzuru bulmak, kalbi dağıtmamak ve manaya yönelmek

arzusudur. 

Page 19: Tasavvufi Bir Terim Olarak Fakr

Ahmed Ziyauddin Gümüşhanevi 'ye göre fakr yani Allah Teala'ya ihtiyaç halinde olma durumu üç kısımdır:

1-Avamın fakrı: Var olanı kaybetmemek için yok olanı istememektir.

2-Has insanların fakrı: Olmadığı zaman susmaktır.

3- Hassın hassı insanların fakı: Olduğu zaman esirgememektir. 

Fakr, mana yolcusunun varmak istediği önemli hedeflerden biridir. Çünkü tasavvuftaki yüce mertebelere ermenin yolu fakr'dır. Manen fakir olan, beşeri sıfatlardan sıyrılıp kendini bir şeye malik görmeyen kimse, sayısız mala mülke sahip olsa bile hiç birine gönül bağlamaz. Sahip olduğu mülkün kulu olmayıp onu kendine kul eder.  

                 2-TASAVVUFİ BİR TERİM OLARAK MÜCAHEDE VE RİYAZET 

Sözlükte “yabani bir hayvanı evcilleştirmek, serkeş atı eğitmek; egzersiz yapmak” gibi mânalara gelen riyâzet kelimesi tasavvuf terimi olarak nefsi eğitmek için onu birtakım tabii ve meşrû arzularından mahrum etmeyi ifade eder. İslâm'da nefsin haramlardan uzak tutulması emredilmiş, mekruh olan hususlardan sakınılması tavsiye edilmiştir. Sûfîler, sâlikin nefsini mubah olan hazlardan da mahrum ederek nefis üzerinde hâkimiyet kurması gerektiğine inanırlar. Riyâzet “nefsin şehvet denilen beden ve dünya ile ilgili arzularını kırmak, bunları etkisiz hale getirmek, nefsi aklın ve dinin tesbit ettiği sınırlar içinde tutmak” şeklinde de tanımlanmıştır. Bu anlamda riyâzet zühd, mücahede, mücadele, tahallî, nefis tezkiyesi ve tasfiyesi gibi tasavvuf terimleriyle yakın anlamlıdır. Tasavvufta, Hakk'ın emrine uymak ve akl-ı selîmin gösterdiği yolda yürümek için bütün kötülüklerin kaynağı olan nefisle (Yûsuf 12/53) mücadele halinde bulunmak, ona muhalefet etmek esastır. Nefsin yeme içme ve cinsel

Page 20: Tasavvufi Bir Terim Olarak Fakr

arzularını, mal mülk, makam mevki, şan şöhret gibi dünyevî talep ve tutkularını denetim altında tutmak için yemeyi içmeyi, uyumayı, konuşmayı azaltarak zaruret ve ihtiyaç haliyle sınırlamak, diğer taraftan nefsi zor işlere koşmak, nefsin hileleri karşısında uyanık olmak riyâzetin esasını teşkil eder. 

Riyazet ise, Arapça terbiye ve ıslah etme, idman yapma, eğitme vs. gibi anlamları olan bir kelimedir. Nefsi eğitmek üzere onu aç, susuz ve sevdiği şeylerden mahrum bırakmaya riyazet denir. Nefsi ibadete alıştırmak üzere eğitmek de, riyazettir. Nefis cihadı bir ömür boyu sürer. Bu yüzden sufiler, tasavvufu “barışı olmayan savaş” olarak nitelendirmişlerdir.  Mücâhede, nefsi iyiliğe zorlamak, riyazet ise onu bu işe alıştırmaya çalışmak olarak da tanımlanmıştır.  Riyazat aslında zor bir iştir. Canını dişine takmaktır. Fakt tabi, yani manevi hekim sayılan şeyh, mütehassıs olup, yolun inceliklerini bilirse, zorluklar kolaylaşır. Mürid, başlangıçta tam ihlas sahibi olmayabilir. İnsanlık icabı kendisine mevcud bir takım zaaflar, çeşitli metodlarla ıslah edilir. Mesela dünya ihtirasından kurtulunca içinde kendini beğenme duygusu meydana gelirse dilencilik yaptırılır. Bu hal hoşuna gider ve bunu kabullenirse hela temizliği gibi daha aşağı işler yaptırılır. Riyazatta ve daha sonra yapılması gerekenler önceden yaptırılacak olursa, müridin dengesi bozulabilir.  İbn Sînâ'ya göre riyâzetin bu üç hedefi gerçekleştikten sonra sâlik önce fenâ, ardından beka hallerine erip Hakk'ı devamlı şekilde müşâhede eder 

Riyazet, kişinin nefsini terbiye etmek ve ahlakını güzelleştirmek amacıyla zor ama faydalı şeyleri yapmaya kendini alıştırması, bir taraftan benliğin arzularını kırmak maksadıyla bedenini güç ve çetin işlerle koşarken, diğer taraftan da düşüncesini masivadan arındırarak Allah üzerinde yoğunlaştırmasıdır. Mutasavvıflar bundaki amacın ilahi hitaba muhatap olan kalbi her daim temiz

Page 21: Tasavvufi Bir Terim Olarak Fakr

tutma çabası olduğunu söylerler. Nitekim İmam Gazali bu hususu şöyle dile getirmiştir: ‘' Kulak ve göz kalbin kanatlarındandır. Arınmamış kalp, his nehirlerinden kirli, pis ve bulanık suların döküldüğü bir havuza benzer. Riyazetle bu havuz temizlenerek kirli suların ona akması engellenir ve böylece kalp hayat bulur. ‘' Öte yandan riyazet ve mücahedeyi baştan sona kadar nefse muhalefet etmektir diye tanımlayan Hücviri, sufiler arasında özellikle Sehl b. Abdullah et- Tüsteri'nin tasavvuftaki yolunun riyazet ve mücahedeye dayandığına ve sadece onun mücahede ve riyazeti müşahedenin temel sebebi saydığına işaret etmiştir.

Riyazet uygulamalarından maksat, nefsin şehevî arzularını kırmaktır. Riyazetsizsülûk düşünülemez. Ancak herkesin riyazeti, nefsânî duygularının güçlü olup olmamasına göre ağır ya da hafif gerçekleşmektedir.  Nefisle mücadeleyi esas kabul eden İslâm tasavvufunda, fıtrî duyguları bastırmak ve nefsi öldürmek söz konusu değildir. Tasavvuf erbabı nefsi terbiye ederek onu yaratılış amacına matuf bir hâle dönüştürür. Bu, bir çeşit ‘'aşma" yöntemidir. Kur'ân, günahlara karşı müteyakkız olma durumu olan takva ile bizatihi şüpheli olan şeylerden kaçınma anlamına gelen verâyı teşvik etmektedir. İnsanın gönül dünyasını zenginleştirmeyi hedefleyici olmak üzere farz ibadetlerin yanında nafile olan oruç ve gece namazlarına yönlendirmektedir.Bilindiği gibi bu ibadetlerden amaç, insanı iman ve ahlâk yönünden olgunlaştırmakla birlikte, asıl onun irade-sini kuvvetlendirmektir.

Gazzâlî'ye göre riyâzet dört türlüdür: Az yemek, az uyumak, az konuşmak, insanların eziyetlerine katlanmak. Az yemek şehveti öldürür, az uyumak iradeyi saflaştırır, az konuşmak tehlikelerden korur, eziyetlere katlanmak amaca ulaştırır. Zira cefaya tahammül ve eziyetlere sabretmekten daha zor bir şey yoktur.  Riyâzet ehlinin

Page 22: Tasavvufi Bir Terim Olarak Fakr

haline ve maksadına göre de riyâzetin çeşitli şekilleri vardır. Halk (avam) düzgün bir ahlâka sahip olmak, ihlâsla ibadet etmek, davranışında dürüst olmak, özel kişiler (havas) kendilerini tamamıyla Hakk'a vermek, daha özel kişiler ise (havâssü'l-havâs) mâsivâ ile olan ilgilerini kesip Hak'la dâimî beraberlik sağlamak için riyâzet yaparlar. 

Mücahede ve riyazat birbirine yakın anlamlarda iki kavramdır. Mücahede nefsi iyiliğe zorlamak, riyazat da nefsi bu işe alıştırmaya çalışmaktır. İşin başı mücahede, devamı riyazat, nihayeti de müşahededir. Mücahedenin esası, nefsi alışkanlıklarından kesip, daima arzu ettiğinin tersini yapmaktır. Nefsin hayra engel iki sıfatı vardır: Heva ve heveslerine dalmak,

İbadet ve taatlardan kaçmak.  

Muhyiddin İbnü'l-Arabî edep, talep ve ilim olmak üzere üç türlü riyâzetten bahseder. Edep riyâzeti nefsin tabiatından çıkmak ve ondan kurtulmaktır. Fakat riyâzetle nefsin tabiatından kurtulmak ve varlığını ortadan kaldırıp başka bir tabiat kame etmek mümkün değildir. Ancak nefsin tabiatının talep ettiği şeylerin sağlıklı ve doğru olması sağlanabilir. İbnü'l-Arabî riyâzetin ikinci türüne talep riyâzeti adını verir. Talep riyâzeti nefsin zelil kılınıp kullukta bulunmaya sevkedilmesiyle ahlâkın düzeltilmesidir. İbnü'l-Arabî'ye göre riyâzet

iyi ve kötünün üzerinde dolaştığı dünya gibi olmaktır. Böylece nefis Hakk'ın bütün tasarruflarına râzı olarak rızâ makamına ulaşır. Rızâ makamındaki sûfî zelilliğine, sınırlı varlığına ve cehaletine nisbetle Hakk'ın izzetine ve ilminin sonsuzluğuna boyun eğer. Üçüncü riyâzet türü ilim riyâzetidir ve riyâzetlerin en faydalısıdır. Âlim bir kulun en yüksek riyâzeti, Hakk'ı bir sûret üzere müşâhede ettiğinde onu inkâr etmeyip tenzihle sınırlamamasıdır. Talep riyâzeti nefsin ıslahıdır, ilim riyâzeti ise kulun Hakk'a dair bilgisini tenzihte teşbih, teşbihte tenzih ilkesince düzenlemesidir. (el-Fütûhâtü'l-Mekkiyye, II, 635;

Page 23: Tasavvufi Bir Terim Olarak Fakr

İsmâil Rusûhî Ankaravî, s. 153). 

Eşrefoğlu Rûmî (ö. 874/1469) ise riyazetle sağlanan kazanımları şu şekilde sıralamaktadır: Göz şerri terk eder, basiret gözü açılır, batın kulağı açılır, batın eli ilahi hazinelere erişir, batın ayağı tayyı mekân eder hâle gelir, nefsi ıslah eder, Allah'ı tanır, nefsin acizliğini bilir, nefisteki benlik gider, kulluk makamı elde edilir, gönül saflaşır, zihin güçlü olur, insan alçakgönüllülüğü elde eder. 

Mücahede insanın nefsinin arzularına, kötü isteklerine ve şeytanın askerlerine karşı direnip savaşmasıdır. Bu savaşın silahı ibadetler, zikir, tesbih ve duadır. Nefs düşmanına bu silahlarla saldırıp onun ikbal kaynağının etrafını riyazat mayınlarıyla döşemek gerekir, riyazat nefsin ve tenin isteklerini kesmek, asgariye indirmek ve ona zor gelen şeyleri yaptırmaktır. Az yemek, mideyi doldurmamak ve suretle nefsi inceltmektir. Mücahedeye ‘'nefs ile cihad" veya ‘'cihad-ı ekber" denilir. Nefs ile cihad, düşmanla cihaddan daha zordur. Çünkü görünen düşmanın şerrinden korunmak, görünmeyen düşmanın şerrinden korunmak gibi olmaz. Bu yüzden Hz. Peygamber(s.a.v), mücadehesini ‘' büyük cihad" olarak nitelendirmiştir. Allah Teala'nın ‘' Bizim uğrumuzda mücahede edenleri yollarımıza iletiriz." ayeti bir bakıma bu manevi cihada işaret sayılmıştır. Nitekim Ebu Ali Dekkak ‘' Dışını mücahedeyle süsleyenin içini Allah, müşahedeyle güzelleştirir." sözünü bu ayetle irtibatlandırarak, başlangıçta mücahede sahibi olmayan kimsenin, bu yolda bir tek ışık huzmesi göremeyeceğini belirtmiştir. Nefs, heva ve hevesleri peşinde koşmak isteyince ‘'takva" yularıyla dizginlenir,ibadet  ve taatlarda tembellik gösterince tersi  yaptırılır. 

Tasavvufta sâlikin asıl amacı, Hakk'a vuslattır. Riyazet ve riyazetle birlikte ele alınan mücâhede bu yolda bir vasıtadırlar. Riyazetle kişi nefsinin istek ve arzularını dizginlemeyi öğrenir. İnsan nefsi, yeme içme, konuşma,

Page 24: Tasavvufi Bir Terim Olarak Fakr

cinsel isteklerin peşinde koşma, uyuma gibi şeylerden lezzet alır. Ancak bu istekler kontrol edilmediği zaman kişiye zarar verebilmektedir. Riyazet ise bunların tedavisinde sûfilerin kullanmış olduğu bir metottur. Ancak şu da unutulmamalıdır ki, insandaki olumsuz sıfatlar tamamen yok olmaz, sadece kontrol edilebilir. Nitekim tasavvuf kitaplarında riyazetle birlikte ele alınan mücahede ile ilgili olarak “Bizim uğrumuzda mücâhede edenleri yollarımıza iletiriz.” (Ankebut, 69) ayeti bu uğurdaki çaba ve gayretin sürekli olduğunu ifade etmektedir. Meşhur sûfilerden Ebu Ali ed-Dekkâk ise konuyla ilgili olarak şöyle demiştir: “Dışını mücahadeyle süsleyenin içini Allah müşahedeyle güzelleştirir”. 

Manası üzerinde düşünerek Kur'an okumayı, karnı boş tutmayı, geceyi ibadetle değerlendirmeyi, seher vakti niyazda bulunup sızlanmayı, salih insanların sohbetlerine katılmayı kalbin devası ve riyazetin esası olarak gören İbrahim Havvâs (ö.291/903) gibi Ha-san el-Kazaz (ö. ?) da riyazetin özellikle şu üç noktada sağlanması gerektiğini dile getirmektedir: Muhtaç olduğunda yemek, zorlandığı zaman uyumak, zaruret anında konuşmak. 

Sufiler az yemeye, az uyumaya, yalnız kalmaya sürekli zikir ve tefekkür etmeye alışan nefsin kurtulacağına inanırlar. Nefsi terbiye için bazen onu zor ve ağır işlere koşarlar. Bir deri tabaklanmadan ve terbiye edilmeden önce pis, sonra temiz olduğu gibi nefs de mücahede ve riyâzetten evvel pis, sonra temiz sayılır. “Nefsini eğiten kurtulur, kirleten hüsrana uğrar.” (Şems, 9, 10) ayeti ile bu hususa işaret edilmiştir. Çile çekmek, erbaîn çıkarmak, sefere çıkmak, inzivâya çekilmek riyâzet şekilleridir. Hucvirî'ye göre nefis köpektir. Avladığı şeyin mubah olması için eğitilmesi şarttır. Riyazet sayesinde sâlik nefsine hakim olur, aşağı arzularını dizginler, kendisini disiplin altına sokar.

Page 25: Tasavvufi Bir Terim Olarak Fakr

Nefs tezkiyesine ermek için yapılan mücahede ve riyazatın, genellikle kabul edilen görüşe göre, üç esası vardır: Açlık (cu') ve az yemek (kıllet-i taam),az uyumak (kıllet-i menam), az konuşmak (kıllet-i kelam). Bunlara bazen halvet veya uzlet denilen çile ve erbani de ilave edilmektedir. 

a) Açlık (cu') ve Az Yemek (Kıllet-i taam):

    İnsan  nefsini azdıran şeylerin başında yeme –içmede sınır tanımamak gelir. Yemek ve içmekten başka nimet bilmeyenin ilmi az, sıkıntısı çok olur. Çünkü yeme-içmeye mahkum olanlar bitki(nebat), şehvetin emrinde olanlar hayvan, ilim ve irfan emrinde olanlar ise insan mesabesinde görülür. Bu yüzden insanın amacı, süfli duyguları harekete geçiren yeme ve içme peşinde koşmak değil, ulvi duygulara yardımcı olacak kadar yemektir. Nitekim Kur'an'da : ‘' Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz. Çünkü Allah israf edenleri sevmez." buyurulur. Kafirlerin yemeğe düşkünlükleri hayvanlara benzetilir."Kafirler, dünyada zevk peşinde koşarlar ve hayvanlar gibi yiyip içerler." Bu yüzden mutasavvıflar, yemeğin insanın kendisini taşıyacak kadar olmasını, insanın taşımak zorunda kalacağı bir dereceye ulaşmamasını şart koşarlar. Azgınlığın ve isyanın genellikle tokluktan kaynaklandığını, Firavun ve Karun'un isyanının tokluk sebebiyle olduğunu belirtirler.Hz. Peygamber ve ashabının açlık ve oruca devamları tasavvuf ve tarikat çevrelerinin bu konudaki dayanağı olmuştur. Nitekim Peygamberimiz(s.a.v)." İnsanoğlu karnından daha kötü bir kap doldurmamıştır. İnsana belini  doğrultacak birkaç lokma yeter." buyurmaktadır. 

Tasavvuf düşüncesinde benimsenen katı riyâzet uygulamaları daimî değil geçicidir. Nefse hâkimiyet sağlandıktan sonra riyazet hafifleştirilir.  Kimi zahitler orucu ve açlığı ileri derecede abartmışlardır. Bazı sûfilerin açlıktan öldükleri durumlar olmuştur. Bazıları "da sadece oruç tutmakla ve gıdalarını en aza indirmekle kalmamış

Page 26: Tasavvufi Bir Terim Olarak Fakr

üç günde bir müshil almışlardır. 

Eşrefzâde az yemekle ilgili şu dörtlüğü söylemiştir: 

Az yemekten evliyâ olur kişi

Az yiyenlerin Hak'dır teşvîşi

Çok yiyenlerdir ibadet etmeyen

Çok yiyendir doğru yola gitmeyen 

Açlığın simyasından söz eden Şakîk-i Belhî(ö.194/809), kırk gün boyunca aç durmanın, kalbin karanlığını aydınlığa çevireceğini ileri sürmüştür. Tasavvuf erbabının ifadesiyle açlık, Allah katındaki hazinelerdendir ve Allah aşkına mazhar olanlara verilen ilahi bir lütuftur. Açlık, Allah'ın özel bir ikramıdır. Allah dürüstlerin beden-lerini onunla diriltir. Zira Allah, oruç tutana daha güzelini, yani ruhsal besini verir. Çünkü sûfîler açlığı zahitlerin, zikri de âriflerin gıdası olarak görmektedirler. 

İnsanın nurunu ve kemalini artıran bir lokma, helâl kazanılmış bir lokmadır. Lokma bir tohumdur, meyvesi düşüncelerdir. Lokma bir denizdir, cevheri düşüncelerdir. Helal lokmadan ruhta, ibadet meyli ve öteki dünyaya gitmek kararı doğar. Ebu Bekr Dukkî (ö.363/973), “Mide, yeneceklerin toplandığı bir yerdir. Oraya helâl yiyecekler atarsan, organlardan salih ameller zuhûr eder. Helâl olduğu şüpheli gıdalar atarsan, Allah Teâlâ'ya giden yol hususunda şüpheye düşersin, haram gıda attın mı seninle Allah'ın emri arasında bir perde olur.” demiştir.

Mideyi derdin, perhizi ise devanın başı olarak gören Ebû Süleyman ed-Darânî (ö. 285/998) mide şehvetinin tehlikesine şu şe-kilde işarette bulunmaktadır: “Allah'a karşı vazifelerini yapmaya mânî olan husus, karın

Page 27: Tasavvufi Bir Terim Olarak Fakr

tokluğudur.”  Diğer yandan Bayezid-i Bistâmî (ö.261/875) de marifeti aç karın ve çıplak bedenle bulduğunu belirtmiştir.  Ebu Abdullah Rüzbârî (ö. 322/933), müritleri ile birlikte mutasavvıf olmayanların da bulunacağı bir umumî ye-meğe davet edildiği zaman, müritlerine davetli olduklarını evvel söylemez, onlara evinde bir şeyler yedirir, sonra davetli olduklarını bildirerek müritlerini alır davet yerine giderdi. Müritler biraz evvel bir şeyler yedikleri için davet yerinde naz ile az miktarda yemek ile iktifa ederlerdi. O bu hareketi, sadece, halk sûfîler taifesine (günlerce aç kalan dervişler çok ve istekli yiyorlar diye) suizanda bulunup da vebal altına girmesinler maksadı ile yapardı. 

Akşemseddin (ö. 863/1459) açlığın manevî tekâmüle çok büyük katkısı olduğundan bahsederken,   Seyyid Burhaneddin Tirmizi (ö.638/1244), cihadın metafizik boyutuna dikkat çeker ve oruçla gerçekleşen riyazetin anlam boyutunu şu şekilde yorumlar: “Oruçtaki riyazetler, hepsinden de daha büyüktür. Geri kalan öteki riyazetler, buna nispetle bir oyuncaktır. Burada, oruç hususunda anlatılması icap eden şeyler var. Ama yavaş yavaş, hem de nefsin duymaması için hırsızlamaca anlatmak gerek. Her gün yenmesi âdet olan yemekten bir dirhemceğiz yahut biraz daha fazla, azar azar yiyeceği kısmakla mide boşalır, riyazet meydana gelir. (Böylece) ‘Allah için, hakkıyla savaşın'  hükmüne uyulmuş olur.” 

İbrahim Hakkı hazretlerine göre; gıdanın bedene yardımı dokunur. Halbuki gıda için Bedene yerleşen tabii kuvvetler vardır. Bunlar şeytanın askerleridir. Bu askerler gıdadan fazla miktarda pay alırlarsa nefsin arzu ve istekleri hem artar hem de kuvvetlenir. Nefsin karanlığı bedeni sarar. Gıdalardan oluşan nem ve yaşlılık beyin damarlarını tembelleştirir. Bu da duyuların hareketini kaybettirir. Uyku gelir. Hatırlama düşer. Yemek az yenirse nefsin bu istekleri yemeğin azlığına göre azalır. Tabii kuvvetlerin karanlığı gider. Şeytanın askerleri zayıf düşer. Kalp parıldar. Kalp temizlenince de parlak ruhunda aklın

Page 28: Tasavvufi Bir Terim Olarak Fakr

çalışması daha mükemmel olur. Ruh bedenin hâkimi olur ve kişi insanlık derecesine erer. Bundan şöyle bir sonuç çıkarılabilir: Kendini yemeğe veren ve onun emrine giren kimse bitki derecesinde, şehevi arzularının esiri olan insan, hayvan derecesinde, kendisini ilme ve irfana veren kimse de insanlık derecesinde olur. Çünkü insanın hayvandan daha aşağı olduğu mertebeler vardır. Akıllılar bu sözü edilen süfli mertebede kalmaz. Çalışması ve ibadeti için kendisine kuvvet verecek kadar yer ondan fazlasını terk eder. Tatlı ve lezzetli yemeklere itibar etmez ve onları elde etmek düşüncesinden kendisini kurtarır. İnsanlık derecesini elde ederek Üns derecesine erer. Her muradına kavuşur. Çünkü bitki ve hayvan derecesinden kurtulup insanlık derecesine ulaşmanın en mühim şartı yemek yemeyi azaltmaktır. Kâmil insan olana açlık zarar vermez. Zira açlık sabrın en güzel numunesidir. Onun uzun süre aç kalması, huzurlu olmasının da uzun süre devam etmesi demektir. 

Seyr ü sülûku bir yaşam tarzı olarak kabul eden sufiler, kişinin bu yoldaki azmi kadar, zahirî yönüne de önem verirler. Buna göre sâlik, helal lokma yemedikçe maksadı hasıl olmayacaktır. “Ey insanlar! Mallarınızı aranızda bâtılla (haksızlıkla) yemeyin”   âyetini nak-leden Çerhî, Hz. Peygamber'in; “İbadet on kısımdır. Bunun dokuzu susmak, biri helal lokma talebidir”   hadisini de bu çerçevede değerlendirir. Bu, Allah'ın nehyettiği bir şeye azamî ölçüde riayetin yanında, zahir bâtın dengesinin de bir gereğidir. Zira haram lokma ile beslenen vücudun neticeye ulaşması mümkün değildir. Sufilerin işaret ettiği gıda ve maneviyat arasındaki ilişkinin doğu düşüncesinde önemli bir yere sahip olduğu görülmektedir. 

İsmail Hakkı Bursevî mide şehveti ile ilgili bizlere şu tavsiyelerde bulunmaktadır: 

Hakkı! Yemek az ye, az uyu, az söyle.

Page 29: Tasavvufi Bir Terim Olarak Fakr

Can sağlığı, dil hoşluğu bul sen öyle. 

Gündüz olur kesbü gece aşk-ı yar,

Âşık eder her gece zikr-i Hüdâ. 

Açlık ki tamam-ı hıffet u iffettir,

Her derde şifadır ol tene sıhhattir. 

Bulan açlıktan bulmuştur fenadan devlet-i fakri,

Duyan açlıktan duymuştur rumûz-ı sırr-ı Sübhanı

Eren açlıktan ermiştir huzur-ı Hazreti Hakk'a,

Bilen açlıktan bilmiştir ulum-ı bahr-i irfanı. 

b) Az Uyumak(kıllet-i menam):

İnsan dünyada rızkını elde ederken, çeşitli görev ve sorumlu-luklarını yerine getirirken yorgunluk ve acizlik hissetmekte, aktivite ve canlılık kazanmak, geçim ile ilgili sorumluluklarını yerine getirmeyi sürdürmeye güç yetirebilmek için de istirahat ve uyku ihtiyacı hissetmektedir.  Ayetlerde uyku ile ilgili olarak dinlenmeye vurgu yapılır ve geceyle gündüzün yaratılışının Allah'ın ayetlerinden olduğu belirtilir: “Yine gecede ve gündüzde uyumanız ve lütfundan nasib aramanız da O'nun âyetlerindendir. Şüphesiz ki bunda dinleyecek bir kavim için nice ibretler vardır.” (Rum, 30/23) “Uykunuzu bir dinlenme yaptık. Geceyi bir örtü yaptık. Gündüzü de bir geçim zamanı yaptık.” (Nebe, 78/9-11) “Rahmetinden dolayı, Allah, geceyi ve gündüzü yarattı ki geceleyin dinlenesiniz (gündüzün) ise O'nun lütuf ve kereminden (rızkınızı) arayasınız. Umulur ki şükredersiniz.” (Kasas28/73) “Sizi geceleyin ölü gibi uyutan, gündüzün ne yaptıklarınızı bilen, sonra ölüm ânı

Page 30: Tasavvufi Bir Terim Olarak Fakr

gelinceye kadar gündüzleri sizi uyandırıp kaldıran O'dur. Sonunda da dönüşünüz ancak O'nadır. Sonra bütün yaptıklarınızı size O haber verecektir.” (Enam, 6/60) Ayetleri konuyla ilgili ayetlerden birkaçıdır. 

Kur'an'da geceleyin sıcak yatağından kalkıp Rablarına korku ve ümidle dua edenler seher vakitlerinde uyumayıp istiğfar ile meşgul bulunanlar ve gecenin pek azında uyuyup sabahın erken saatlerinde istiğfar edenler övülmekte, uzun gecelerde tesbih, geceleyin teheccüd namazı emredilmektedir. Ancak buradaki gece namazı, Hz. Peygamber hakkında vacip, ümmeti kakında müekked sünnettir. Az uyumak, Allah'a dönüşün ifadesidir. Çünkü uyku, organları tembelleştirir. Az uyumak kalbi cilalandırır, nurlandırır. Az uyumak, açlık ve az yeme sonucu elde edilir. Çünkü tok karın, uykuyu arttırır. Hz. Peygamber'in gelmiş ve geçmiş bütün günahları bağışlandığı Kur'an lisanıyla haber verilmiş olmasına rağmen, gece az uyuyup, kalan zamanını ibadetle geçirmesi ve bunu şükredici bir kul olarak yaptığı ifade buyurması düşündürücüdür. Mutasavvıflar, yeme ve uykunun zaruret miktarı olması sayesinde gayb sırlarının açılabileceğini belirtmektedir. Nitekim abdalların vasıfları sayılırken:" ölmeyecek kadar yemek, takat verecek kadar uyumak, zaruret olmadıkça konuşmamak" denilmektedir. Çok uykunun genellikle çok su içmekten geçtiği kabul edilir. Normalden fazla uykunun dimağı rutubetlendirdiğine inanılır. İrfan ehli kişiler, az yemek ve az içmekle vücuddaki faydasız şeyleri atar, az uyumakla, hem bedene, hem ruha rahatlık verirdi. Tabii ki bunda ölçü, vücudun dinlenmesine yetecek bir ölçüdür. Yoksa vücuda eziyet olacak bir uykusuzluk değil.  Şu halde Allah'a daha iyi kul olmak amacıyla geceleri uykusuz geçirmek ya da gündüz yapılması gereken işleri geceye aktarmak fıtrata aykırı bir davranıştır. İnsan, diğer ihtiyaçlarda olduğu gibi dinlenme ihtiyacını da gidermezse fizyolojik ve ruhsal dengesini bozmuş olur. Nitekim gece ibadetini teşvik eden Kur'ân, bunun uykuyu aldıktan sonra yapılmasını ister: “Ey örtünen!

Page 31: Tasavvufi Bir Terim Olarak Fakr

(Peygamber) Gecenin birazı hariç olmak üzere geceleyin kalk (namaz kıl). Gecenin yarısında kalk yahut yarısından biraz eksilt. Veya bunu artır ve ağır ağır Kur'ân oku.”   Bir diğer yönden uyku, insanda korkudan ötürü meydana gelen gerginlikten, günlük hayatta oluşan problem ve zorlukların birçoğundan kurtulmaya yardımcı olmaktadır. Kur'ân'da Hz. Peygamber ve beraberindeki Müslümanların Bedir savaşı öncesindeki tedirginliklerinin, hafif bir uyku ile giderildiği anlatılmaktadır: “O sırada size, yine katından bir güven ve esenlik olmak üzere bir uyku sardırıyordu, sizi temizlemek, şeytanın vesvesesini sizden gidermek, yüreklerinize kuvvet vermek ve ayaklarınızı sağlam durdurmak için gökten üzerinize yağmur indiriyordu.”  Böylece Müslümanlar uyandıklarında tedirginliklerinden kurtulmuşlar, güven ve huzura kavuşmuşlardır. 

Uykusuzluk, tasavvuf yolundaki en etkili araçlardan biri olarak kabul edilmiştir. Göz, uyumak yerine ağlar. Halife Ömer'in, “uykuyu ne yapayım ben? Gündüz uyursam Müslümanları, gece uyursam ruhumu kaybederim” dediği rivayet edilir. Pek çok mutasavvıf, uyku bastırdığında bacaklarını uzatmaz ya da yere uzanmazdı; bütün bu mutasavvıflar yıllar boyu süren uzun uykusuz gecelerin sonunda ilham alacaklarına inanıyorlardı. Bu tutumla ilgili olarak anlatılan en güzel hikâye yüzyıllarca dilden dile aktarılmıştır: Şah Kirmâni kırk yıl uyumamış, fakat sonunda uykuya yenik düşmüş ve ilahi tecelliye mazhar olmuştur. Bunun üzerine Şah Kirmânî şöyle demiştir: "İlahi! Ben seni geceyi uykusuz geçirerek aradım, ama rüyada gördüm seni." Kalbine doğan ilhamla ilahi seda kendisine şu şekilde seslenmiştir: "Ey Şah! İşte o uykusuz geçirdiğin geceler sayesinde aradığını elde ettin. Şayet orada uyusaydın, burada göremezdin." 

Nakşî Ali Akkirmânî (ö. 1062/1651), uyumakla Hakk?ın nuru-nun görülmeyeceğini, kişinin nefsi ile mücahede ederek cihad- ı ekber yapması gerektiğini, kul bu yola girdiğinde de Allah'ın ona lütf u keremi ile yardımcı

Page 32: Tasavvufi Bir Terim Olarak Fakr

olacağını şöyle dile getirmektedir: 

Yatup hayvân gibi tâsubh olunca

Görünmez Hak nûruzâhid yatana. 

Resûlüllah Efendimizin (SAS); “Her kim Allah' a ve ahiret gününe inanıyorsa hayır söylesin, yoksa sussun.” (Nevevi, Riyazu's-Salihin, hadis no: 1509) hadisi bu konudakidengeyi çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Sûfi müelliflerden Ebû Tâlib el Mekkî sükûtun aklı geliştireceğini, sahibini takvâ ve verâya ulaştıracağını söyler. Allah, sükût edene doğru söz, güzel amel ve iyi bir ilim nasib eder.

   

c) Az Konuşmak(Kıllet-i Kelam):

Konuşmak insanın terazisidir, fazlası ziyan, azı vakar ifadesidir. Az konuşan kınanmadığı gibi, itibarı da çok olur. Çok konuşmak ise utanç verici ve yüz kızartıcıdır. Dilini tutan kötülüklerden kurtulur. Lüzumsuz konuşma kişinin ayıplarını ortaya koyar ve kişiliğini küçültür, dilini tutup kalbini söyletenin günahları az, kalbi rahat olur. Az konuşmanın faziletini dile getiren bir takım ayet ve hadisler bulunmaktadır. Nitekim ayetlerde" Ben Rahman olan Allah'a söz verdim. Bugün hiçbir kimseyle kesinlikle bir şey konuşmayacağım." buyurulduğu gibi, hadislerde de" Susan kurtulmuştur", ‘'İki dudağı ile iki bacağı arasındakine garanti verene cenneti garanti erdim " buyurulur.  Tirmizi'nin rivayetine göre Ukbe b. Amir, Rasul-i Ekrem'e kurtuluş çaresini sorduğunda şu cevabı almıştı;" Dilini tut, evin geniş olsun, günah ve hatana ağla!" 

Allah insana iki kulak, bir ağız verdiğine göre, insanın iki

Page 33: Tasavvufi Bir Terim Olarak Fakr

dinleyip bir söylemesi esastı. Kur'an'ın ilk emri  oku olduğuna göre, konuşmak değil ilme sarılmak gerekir. Mevlana da Mesnevi'sine ‘'dinle"  diye başlıyor, çünkü insanın konuşmaktan çok dinlemeye ihtiyacı vardır.      

İbrahim Hakkı hazretlerine göre, kişi konuşunca doğruyu söylemeli, söz verince mutlaka yerine getirmelidir. Yumuşak söz söylemeli, selâmı yaymaya çalışmalıdır. Çok gülmek hafiflik alâmetidir ve kalbin ölümüne sebebtir. Lafın çok olması mânânın eksikliğine dalalettir. Söz kısa ve özlü olmalıdır  

Kalp ve dilin insandaki en önemli iki organ olduğuna dikkat çeken İbrahim Hakkı Hazretleri, çok konuşmanın ve gülmenin kalbi öldürdüğünü belirtir.   Susmak dille sınırlı değildir. Bilakis kalbin ve diğer organların da sukutu olduğu gibi kalbin de konuşması vardır. Kalbin konuşması kendisine gelen hatıralar ve ona münkeşif olan sırladır. Gerçek sûfi sırlarının emînidir ve Rabbına olan aşırı sevgisinden dolayı bu sırlara başkasının muttali olmasını istemez. Dilin sukûtu avâmın, kalbin sukûtu ise âriflerin sukûtu olarak tanımlanmıştır. 

Sonuç olarak riyazet, nefsin arzularına gem vurma, nefsânî duyguları ıslah etme, şehevî dürtüleri kontrol etme çabasıdır. Riyazet nefsin zayıflatılması, ruhun hâkim konuma gelmesini sağlar. Zorluklar, sıkıntılar, arzulardan vazgeçmek, bayağı duyguların esaretinden kurtulmak sâlikin olgunluk kazanmasını sağlar. Hakk'ın dostluğunu kazanmak benlik duygusundan sıyrılmaya, nefsin esaretinden kurtulmaya, şeytanın tuzaklarından kaçınmaya, dünyanın aldatmasına kanmamaya bağlıdır. Bedenin ve kalbin selameti dile hâkimiyete bağlıdır. Günün koşuşturması, günlük hayatın meşgale-si, sıradan hayat serüvenleri gecelerin ihyası, gaflet uykusunun terki, gecenin sükûnetinde gerçekleşen tefekkür ve zikir zevki ile sağlanacaktır. Bedenin yıpranması ruhun güçlenmesine yol açacaktır. Maddeye karşı duyarlı yaklaşımlar maneviyat deneyimlerinin kemale ermesini

Page 34: Tasavvufi Bir Terim Olarak Fakr

sağlayacaktır. Riyazet dervişin hayatı anlamlandırmasına, varlık mertebelerini idrak etmesine, ilahi vecde bürünmek için arınma serüveni yaşamasına yol açmaktadır. Bu gerçekten hareketle Câhidî Ahmet Efendi de riyazeti üç mertebede değerlendirmektedir. Birinci mertebe; riyâzet kötü huylardan kurtulup iyi huylar kazanmak olduğuna göre, öncelikle sâlik ilim ili kötü huylarını temizlemelidir. Yani her işini samimi bir ihlasla yapmalı, dünya sevgisin-den uzak durmalıdır. Hak ve hukuka dikkat etmelidir. İlim sahibi olmalı ve ilmin kendisine kazandırdıkları sayesinde riyzetini yapma-lıdır. İkinci mertebe; Allah'ı hiçbir zaman akıldan çıkarmamalı ve her durum da Allah'ın rızasına aykırı iş yapmaktan kaçınmalıdır. Üçüncü mertebe; nefsine ağır gelen şeylere karşı çıkmalı, nefsin arzuladığı kötülüklere Allah'a fânî olmayı düşünerek itiraz etmelidir. Böylece kötülüklerin mahvı için kapı açılmış olsun.    İlim ve irfan ile mücehhez olan ve nefsini tezkiye sürecine koyulan derviş, yeme içmedeki ölçüye riayeti, konuşma edebindeki hassasiyeti, uykusunu kontrol sonucu keşfe mazhar olmak ister. Riyazet eğitimi gereğince gerçekleşen çile, halvet, itikaf, hizmet, seyahat, tesbihat, evrad ve ezkar deneyimleri ile kalbî kıvama er-meye çalışır. Tahalluk boyutunda edindiği zirve deneyimle tahakkuk erbabı olmaya başlar. Dilinden hikmet, kalbinden rikkat, ruhundan iştiyak, tüm organlarından şefkat emarelerini belirmeye başlar. Hayır ve istikamet yolunda gösterilen sabır ve sebat dene-yimleri ile Hakk'a dost olma ve felaha erme nimetine mazhar olur. Riyazetle kaybeden değil kazanan olur. Riyazetle tükenmişliğin değil kazanmanın sevincine erer. Geçici tutkulardan kurtulurken ebedi saadete ermenin hazzını duyar.           

                                                                                            KAYNAKÇA 

Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevi, Camiü'l-Usul/ Veliler ve Tarikatlarda Usul. Rahmi Serin,(çev), İstanbul: Pamuk

Page 35: Tasavvufi Bir Terim Olarak Fakr

Yayınları, 1979. 

Bilgin, Vecdi Dinî, ‘'Yaşantı Bağlamında Yoksulluğun ve Zenginliğin Değişen Anlamı", Köprü Dergisi, Güz, sy.88, 2004.

http://www.koprudergisi.com/index.asp?Bolum=EskiSayilar&Goster=Yazi&YaziNo=640 (03.11.2014) 

Eşrefoğlu Rûmî, Müzekkin-Nüfûs, İsmail Efendi,(nşr.), İstanbul, 1321. 

Cebecioğlu, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü. Ankara: Rehber Yayınları, 1997. 

Cebecioğlu, Ethem,  “Hoca Ahmed-i Yesevî”, Yesevîlik Bilgisi, Ankara: Ahmet Yesevî Vakfı Yayınları, 1998. 

Cyprian Rice, O. P. , The Persian Sufis, George Allen Unwin Ltd. , London, 1964. 

Çetiner, Bedrettin, Ebu'I-Berekat Abdullah İbn Alımed en-Nesefi ve Medariku't-Tenzil ve Hakaiku't-Tevil Adlı Eseri, (Yayınlanmamış Doktora Tezi, Atatürk Ün. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Erzurum, 1984). 

Çakır, Abdullah, ‘'Fakr kavramı ve Tasavvuf Yolunun Esası Olarak Seyyid Ahmed Er Rıfai'de Fakr ve Fütüvvet 1", Burhan Dergisi,  02 Mayıs, 2013.

http://www.burhandergisi.com/butun-yazarlar/120-abdullah-cakir-/1184-fakr-kavrami-ve-tasavvufi-yolunun-esasi-olarak-seyyd-ahmet-er-rfai-kaddesallahu-sirrahul-aziz-de-fakr-ve-fuetuevvet--i.html (03.12.2014) 

Çelik, İsa,"Tasavvufi Bir Terim Olarak Fakr", Ekev Akademi Dergisi, c.3, s.2, Güz 2001. 

Page 36: Tasavvufi Bir Terim Olarak Fakr

Ebû Nasr Serrâc, el-Lüma, İslam Tasavvufu. Hasan Kâmil Yılmaz(hzl.) İstanbul: Erkam Yayınları, 1996. 

Ebu'l-Kasım Abdülkerim el-Kuşeyrî, er-Risâletu?l-Kuşeyriyye fi ilmi't-tasavvuf, Ma'ruf Zerrik ve Ali Abdulhamid Baltacı (haz.), Beyrut: Daru'l-Hayr, 1993. 

Ebu Şuca Şiruye b. Şehredared-Deylemî, Firdevsü'l-ahbârbime'sûri'l-kitabi'l-muharrec, Beyrut:  Daru'l-Kitabi'l-Arabî Yay. , c. III, hno: 4062, 1987. 

El-Firuzabadi, el-Kamusu'l-Muh'it, II. 

Eraydın, Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatlar, İstanbul: İFAV Yayınlan, 4.baskı, 1994. 

Erginli, Zafer, ‘'Temel Tasavvuf Klasiklerinde Dünyâ AlgısınaToplu Bir Bakış", İSAM,

http://ktp.isam.org.tr/pdfdrg/D00193/2006_15_2/2006_XV_2_ERGINLIZ.pdf  (6.11.2014) 

Ebu'l-Alâ Afîfî , Tasavvuf, İslam'da Manevî Hayat, Ekrem Demirli ve Abdullah Kartal.( çev.),  İstanbul: İz Yayıncılık,2009. 

Göktaş,. Vahit, Ekev Akademi Dergisi, Yıl: 16 Sayı: 50, Kış,  2012. 

Hucvirî, Ali b. Osman Cüllabi, Keşfu'l-Mahcub. Süleyman Uludağ(hzl.), İstanbul: Dergâh Yayınları, 1982. 

İbn Sînâ, el-İşârât ve't-tenbihât: İşâretler ve Tembihler, Ali Durusoy (nşr. ve trc.). 

İbn Kayyim el-Cevziyye, Medâricü's-sâlikîn, Kahire, I, 1403/1983. 

İbrahim Hakkı Erzurumi, Marifetnâme, Abdullah Aydın.

Page 37: Tasavvufi Bir Terim Olarak Fakr

(sad.),  İstanbul: Akpınar Yayınları. 

İmam Gazalî, İhyâu ulumiddin, Mehmet Serdaroğlu(çev.), İstanbul, , c. III, 1973. 

Mevlana Celalettin-i Rumi, Fihi Ma Fih, Ahmed Avni Konuk (ter.),  Selçuk Eraydın (hzl.), İstanbul: İz Yayıncılık, 1994. 

Nakşî Ali Akkirmânî, Dîvân, Hikmet Atik(hzl), Ankara, 2003. 

Öncel Demirdaş, ‘'Riyazet Eğitimi İle Gerçekleşen Manevi Yolculuk", Din Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi,  c. 11, sy.1, 2011. 

Özköse, Kadir, ‘'Züh ve Sufilerin Zühde Yüklediği Anlam", Cumhuriyet Üniversitesi Dergisi, http://eskidergi.cumhuriyet.edu.tr/makale/338.pdf  (8.11.2014) 

Pakalın, Mehmet Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Milli Eğitim Basımevi, c. I, 1993. 

Seyyid Burhanettin Tirmizî, Ma'ârif, Konya Mevlânâ Müzesi, no: 2118. 

Schimmel, Annemarie, İslamın Mistik Boyutları, Ergun Kocabıyık(çev), İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 1999.

Tahirü'l-Mevlevi, Şerh-i Mesnevi, I-XIV, 2.bs., İstanbul: Şamil Yayınevi, ts. 

Tek, Abdurrezzak, Tasavvufi Mertebeler.( Hace Abdullah el-Ensari el- Herevi Örneği),Emin Yayınları,1. Baskı, 2008. 

Üzüm, Hamza, 21. Yüzyılda Eğitim ve Toplum, c. 2, Say.

Page 38: Tasavvufi Bir Terim Olarak Fakr

5, Yaz,2013. 

Uludağ,  Süleyman, "Fakr", DİA, XII, 1995. 

Uludağ, Süleyman, "Ruhbanlık ve Tasavvuf', Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi,

(Ankara 2004), Yıl 5, sy. 13. 

Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, II. Baskı, İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 2005. 

Uludağ, Süleyman, ‘'Riyazet", DİA, c.35, 2008. 

Yılmaz, H. Kamil ve Gündüz, İrfan, Tasavvufun Esasları, İstanbul: Erkam Yayınları, 1993. 

??, Altınoluk Dergisi, Mayis, 1994. 

??, Kaşif, ‘'Fakr",  DİA, c.12, 1995. 

??, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatler, Ensar Neşriyat, 2. Baskı, Ocak, 1997. 

Ziyauddin Nahşebi, Silku's-Suluk Ariflerin Yolu, Mustafa Çiçekler ve Halil Toker(çev), İnsan Yayınlan, İst. 1999.