t.c. ankara Ün İvers İtes...
TRANSCRIPT
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
FELSEFE VE DİN BİLİMLERİ
(İSLÂM FELSEFESİ)
ANABİLİM DALI
MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ’NİN
HAYATI VE ESERLERİ
Yüksek Lisans Tezi
OSMAN GÜRÜN
Ankara- 2006
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
FELSEFE VE DİN BİLİMLERİ
(İSLÂM FELSEFESİ)
ANABİLİM DALI
MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ’NİN
HAYATI VE ESERLERİ
Yüksek Lisans Tezi
Danışman: Hazırlayan:
Prof.Dr. Mehmet BAYRAKDAR Osman GÜRÜN
A.Ü. İlâhiyat Fakültesi
Öğretim Üyesi
Ankara- 2006
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
FELSEFE VE DİN BİLİMLERİ
(İSLÂM FELSEFESİ)
ANABİLİM DALI
MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ’NİN
HAYATI VE ESERLERİ
Yüksek Lisans Tezi
Tez Jürisi Üyeleri
Adı ve Soyadı İmzası
Prof. Dr. Mehmet BAYRAKDAR . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Prof. Dr. Murtaza KORLAELÇİ . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Prof. Dr. Mustafa AŞKAR . . . . . . . . . . . . . . . . . . .
Tez Sınavı Tarihi : 13.10.2006
III
Ö N S Ö Z
19.Yüzyıl, farklı fikir hareketlerinin etkin bir şekilde kendini gösterdiği,
düşünce tarihimizde önemli bir zaman dilimidir. Üstün bir medeniyetin yüzyıllar
süren hâkimiyeti, Batı Dünyası karşısında gerilemeye başlamış ve farklı fikir
hareketlerinin ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır.
1886- 1924 yıllarında, İzmir basın yayın hayatında önemli bir yeri olan
Mustafa Kâmil Mar’aşî, aydın kimliğiyle çevresine ışık tutmuş, ilim ve irfanın halkın
her tabakasına ulaşmasını sağlama gayreti göstermiş, engin bir mevkie sahip,
mümtaz bir şahsiyettir. O, birçok gazete ve dergide yayınladığı makaleleriyle,
fikirlerini yüksek bir sesle ifade etmesini bilmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun en sıkıntılı günlerinde, ümidini kaybetmeden ilim
ve irfan ışığı olma yolunda çaba sarf etmiş birçok aydından biri olarak, karşımıza
çıkan Mustafa Kâmil, gerek mücadelesiyle, gerekse verdiği eserlerle, yaşadığı
coğrafyada önemli yankılar meydana getirmiş, eğitimci kimliğiyle kendinden sonraki
nesillere ışık tutmuştur.
Mustafa Kâmil, küçük yaşta eğitim hayatına başlamış, medresede yetişmiş bir
kişi olmasına rağmen yeniliklere kendini kapatmamış, klasik kalıpları kırmasını
bilmiş, toplumun yararına ve gelişmesine katkıda bulunan her türlü faaliyete destek
vermesini bilmiştir. Sosyal hayattan kopmayarak, realist, tutarlı ve gününün
şartlarına uyan fikir ve çözümleriyle takdir görmüş, aydınlar arasında aranan bir
kişilik olmuştur.
Bu çalışmamda; çevresine ışık tutmuş böyle bir şahsiyetin, hayatı hakkında
bilinenlerle, yazarlığı, şairliği, eğitimci kimliği, gazeteciliği ve basılan ve basılmayan
birçok eserleriyle fikirleri incelenmiştir.
IV
Eğer, döneminin önemli bir şahsiyeti olan ve kültür tarihimiz açısından bir
değer taşıyan bu âlim, fazıl mütefekkir, müellif ve fikir adamımızı az da olsa
tanıtabildiysek kendimizi bahtiyar sayacağız.
Çalışmalarımız sırasında yardımlarını esirgemeyen ve bana yol gösteren
Değerli Hocam Prof. Dr. Mehmet BAYRAKDAR Bey’e, kaynaklara ulaşmamda
değerli katkılarının inkâr edemeyeceğim kıymetli kardeşim Ahmet Can ERDEM’e,
Hasan AKKANAT’a ve Kıymetli Hocam Yaşar ALPARSLAN Bey’e ve tüm
arkadaşlarıma teşekkürü bir borç bilirim.
Osman GÜRÜN
V
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ .............................................................................................III-IV
İÇİNDEKİLER ...............................................................................V-VII
GİRİŞ…....................................................................................................1
A. METOT............................................................................................... 1
1. Araştırmanın Konusu ……......................................................1
2. Araştırmanın Amacı ve Önemi …….......................................4
3. Araştırmanın Yöntemi…….....................................................4
B. MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ’NİN HAYATI, KİŞİLİĞİ VE
ESERLERİ ………..........................................................................6
1. Hayatı………............................................................................6
1.1.Çocukluğu ve Eğitimi……………........................................8
1.2. Müderris ve Muallimliği…….............................................10
1.3. Basın Hayatındaki Yeri … …….........................................11
1.4.Vefatı...................................................................................19
2- Eserleri....................................................................................21
2.1. Matbu Eserleri.....................................................................21
a. İbn Sina……………………...........................................21
VI
b.Usul-i Akisa…….............................................................22
c. Müntehap-ı Sarf-ı Osmani…….………………………22
d. Dini ve Tarihi Menakıb-ı İmam-ı Azam…….….……..23
e. Kavaid-i Arabiyye……………..……………….………24
f. Güfte-i Kâmil………………………………….………25
g. Manzume-i Harp…………………….……….………..25
h. Abdülvahhap Haşiyesi……………….…….………….26
2.2. Matbu Olmayan Eserleri…………….………..…………..28
I. BÖLÜM
MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ VE DÖNEMİNDEKİ İLMÎ VE
FELSEFÎ ORTAM………..................................................................29
II. BÖLÜM
MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ’NİN EDEBÎ VE FELSEFÎ
DÜŞÜNCELERİ……………………………........................................37
A. Edebî Düşünceleri:..…….….………….………………………….37
1. Hikayeciliği.................................................………………..37
2. Şairliği……………………….……………………………..58
a. Eski Tarz Şiirleri……………..…………………...59
b. Yeni Tarz şiirleri………………….……………...64
VII
B. Felsefî Düşünceleri:…………..……………………………………..73
1. Eğitim………………….………………………………….74
2. Medeniyet ve İlerleme………………………………….....77
3. Dil………………………………….……………………...84
4. Ahlak ve fazilet…………………….……………………..90
5. Devlet………………………….………………………...100
6. Ruh ………………………….…………………………..102
7. Mantık……………….…………………………………..106
SONUÇ.................................................................................................116
KAYNAKÇA.......................................................................................118
1
GİRİŞ
A. METOT:
1. Araştırmanın Konusu:
Düşünce tarihimiz üzerinde yapılacak araştırmalar ve tahliller günümüzü daha iyi
anlamaya ve geleceğimizi bu bilgiler ışığında planlamaya önemli ölçüde fayda
sağlayacaktır. Tanzimat’ın (1839) ilanıyla başlayıp, 19. yüzyılın ikinci yarısını içine alan
dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nda ortaya çıkan sosyal, siyasî, fikrî akımlar ve bu
dönemin önde gelen isimlerinin fikirleri konumuz açısından önem taşımaktadır.
Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu bu geçiş döneminde birçok sıkıntı ve
bocalama yaşanmıştır. Özellikle batı dünyasıyla olan yakınlaşma ve tanışma,
ülkedeki fikir ve sanat adamlarının çeşitli konularda fikirler ortaya koymalarını, ülke
sorunlarıyla yakından ilgilenmelerini sağlamıştır. Bu dönemde ülkenin içine düştüğü
durumla yakından ilgilenen, sıkıntıların aşılması yönünde çözümler üretmeye çalışan
fikir adamlarımız, ülkenin çeşitli yerlerinde bu gayretlerini sürdürmüşlerdir.
Özellikle II. Meşrutiyetle (1908) başlayan süreç, dinî ve felsefî hayatımızda büyük
etkilere sahiptir. Değişik fikir ve akımlarla tanışma bu dönemde gerçekleşmiştir.
Türkiye’de, din felsefesi deyiminden, II. Meşrutiyet döneminde söz edilmeye
başlanmıştır.1
Mustafa Kâmil Mar’aşî de, bulunduğu coğrafya içerisinde dönemindeki sosyal
ve kültürel olaylara tarafsız kalmayıp ülkesinin, halkının ilerlemesi ve gelişmesi
yönünde kalemini sonuna kadar kullanmış, bu uğurda bütün gayretini sarf etmiştir.
1 Mehmet, Bayrakdar, Din Felsefesine Giriş, 1997, s. 17.
2
Biyografisini hazırladığımız Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin neşriyat faaliyetinde
bulunduğu hayat devresi -elimizdeki verilere göre- 1870’den ölümüne, yani 1924
yılına kadar geçen 54 yıllık süredir. Kendisinin bir ifadesine göre, henüz 14- 15
yaşlarında bir medrese öğrencisi iken şiir tecrübelerinde bulunmaya başlamış ve
bunlar bir yekûne ulaşınca, bir kısım arkadaşları tarafından bir kitap olarak
yayınlanmıştır.
Bu süre göz önünde canlandırıldığında ülke genelinde Ziya Paşa (1825- 1880),
Namık Kemal (1840- 1888), Ahmet Midhat Efendi (1844), Recaizâde Mahmut
Ekrem (1847- 1914), Abdülhak Hamit (1852- 1937), Muallim Naci (1850- 1893),
Tevfik Fikret (1867- 1915), Cenap Şehabettin (1870- 1934), Halit Ziya (1866- 1945),
Hüseyin Rahmi (1864- 1944), Ahmet Rasim (1865- 1932), Menemenlizâde Tahir,
İsmail Safa (1867- 1901), Ömer Seyfettin (1884- 1920), Ziya Gökalp (1876- 1924),
Mehmet Akif (1873- 1936), Ali Canip (1887- 1967), Mehmet Emin (d.1907) gibi
yeni edebiyatçıların, yeni eski tartışması yapan kalem ehlinin hepsinin en önemli
yayın faaliyetlerinde bulundukları bir zaman dilimi karşımıza çıkmaktadır.
Bu yıllar İzmir için, matbuat hayatı bakımından verimli bir devre sayılabilir.
Sözü edilen dönem içinde İzmir’de epey gazete ve dergi çıkartılmış, edebiyat
heveslisi gençler yayın faaliyetleri yapmışlardır. Burada şu isimleri sıralayabiliriz:
Halit Ziya, Tevfik Nevzat, Baha Tevfik (1884), Necip Türkçü (1871- 1950), M. Şeref
(Aykut), Tokadizâde Şekip, Müstecâbîzade İsmet, Bıçakçızâde Hakkı, Şair Eşref,
îbni Hazım Ferit, M. Nuri, M. Sait, Doktor Midhat, Hasan Rüştü, İzmirli Mustafa
Kâmil, Kâmil (Dursun) (1887- 1951)...vs.
3
İşte böyle bir kitlenin içinde Mustafa Kâmil Mar’aşî, âlim ve yazar kimliğiyle
temâyüz etmiş ve ölümünden sonra da devrinin önemli isimlerinden biri olarak
hatırlanmıştır. 1944 yılında “Anadolu Gazetesinde” yayınlanan Kâmil Dursun (1887-
1951) ve Hasan Rüştü’nün hatıralarında, ondan önemle bahsedildiğini görüyoruz:
“Merhum Maraşlı Kâmil Efendi, güzel yazı ve şiirleriyle ve tedris-i ulûm ile muhitte
şöhret kazanmış müderrislerdendir.”2
Hasan Rüştü: “O sıralarda İzmir’de bulunan şair Müstecâbîzade İsmet, Mustafa
Kâmil Mar’aşî, meşhur hicivci şairimiz Eşref, Ruhî, Nevşehirli Sait’le arkadaşlık
yapıyor.”3
Mustafa Kâmil Mar’aşî, adı geçen yazarlardan bazıları ile karşılıklı yazışmıştır.
Mesela; M. Şeref Bey, Hafız İsmail ve M. Sait ile dil konusunda, Necip Türkçü ile
dil ve içtimaiyat konularında yazışmışlardır. Bu yazarların Mustafa Kâmil
Mar’aşî’ye hitap şekli de, onun, devrinde gördüğü kabulün derecesini göstermesi
bakımından ilgi çekicidir: Mehmet Şeref; “îzmir Üdeba-yı Ulemasından Maraşî
Faziletlü Kâmil Efendi Hazretlerine”4, M. Sait; “Edib-i şehir Üstad-ı Ekrem Faziletlü
Maraşî Ebu’l-Muhterem Mustafa Kâmil Mar’aşî Hazretlerine”5, Hafız îsmail;
“Faziletlü Hoca Kâmil Efendiye”6 diye hitap ederler.
Mehmet Şeref İzmir’e geldiğinde İzmir’de dil konusuna alâka çekmek istediği
zaman, İzmir basınını harekete geçirebilecek potansiyele sahip bir şahsiyet olarak
Mustafa Kâmil Mar’aşî’yi görür ve eğer onu meselenin içine çekerse hedeflediği
2 Aysevil Akköy, İzmir Edebiyat Tarihine Dair Hatıralar II, Lisans Tezi, s. 77. 3 Aysevil Akköy, a.g.e., s.82. 4 Ahenk, nr. 1272, 21 Temmuz 1900. 5 Ahenk, nr. 1481, 1 Temmuz 1901. 6 Ahenk, nr. 1441,(-46- 47- 49- 51), 16 Mayıs 1901…
4
ortamı meydana getirebileceğini düşünür. Nitekim bu düşüncesi beklediği etkiyi
fazlasıyla yapar. Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin meseleye ilgi göstermesi sonucu
gazetelerde bu konuda pek çok yazılar görülmeye başlar. Hatta ünlü Necip Türkçü’
nün bile bu ortam içine çekilmesinde, onun bu fonksiyonunun rol oynadığı
söylenebilir.
İşte bütün bunlar göz önünde bulundurulduğunda Mustafa Kâmil Mar’aşî,
devrinin önemli adamlarından biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Onun hayatını,
şahsiyetini, çeşitli konulardaki görüş ve düşüncelerini elimizdeki imkânlar
ölçüsünde, gücümüzün elverdiği kadarıyla tanıtmaya çalışacağız.
2. Araştırmanın Amacı ve Önemi:
Yakın tarihimizde yaşamış, mücadelesi ve eserleriyle çevresindeki kişilere ışık
tutmuş bir şahsiyet olan Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin incelenmesi, bu döneme
(Osmanlının son dönemine) ışık tutması bakımından oldukça önemlidir. Çünkü bugün
bile, o dönemde ortaya çıkan fikir akımları ve sosyal alandaki sorunlar varlığını devam
ettirmektedir. Bu nedenle dönemin fikir akımlarının ve Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin bu
akımlarla etkileşiminin de ele alınması, tezimizin amaçları arasında yer almaktadır.
Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin o dönemde ürettiği fikirlerin ve ortaya koyduğu
değerlerin incelenmesi, günümüzde de var olan sorunlara yaklaşımımızda ve çözüm
arayışımızda bize kaynak olması açısından önemlidir.
3-Araştırmanın Yöntemi
Araştırmamızda Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin kendi eserlerine öncelik
verilmiştir. Daha sonra Mustafa Kâmil Mar’aşî hakkında yapılan çalışmalar
5
incelenerek konumuzla ilgili olan bölümlerinden yararlanılmıştır. Çalışma esnasında
konuyla ilgili kavramların incelenmesinde, İslâm felsefesi esas alınmıştır.
Çalışma yapılırken Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin yaşadığı dönem göz önünde
tutularak, dönemin fikrî ve siyasî akımları, düşünürle bağlantılı olarak işlenmiştir.
Düşüncelerinin ortaya konulmasında eserlerinden sıkça yararlanılmıştır. Bu noktadan
hareketle, Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin düşünceleri olduğu gibi yansıtılarak
değerlendirilmiştir.
Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin, fikirleri ortaya konularak ta, onun fikir
hayatımıza kattığı yenilikler ve zamanı içerisindeki etkisi ortaya konmaya
çalışılmıştır. Bu fikirler yine Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin kendi eserlerinden hareketle
ortaya konmaya çalışılmıştır.
6
B. MUSTAFA KAMİL MAR’AŞÎ’NİN HAYATI, KİŞİLİĞİ VE ESERLERİ
1- Hayatı:
Yaygın adıyla Mustafa Kâmil Mar’aşî, özellikle Sultan II. Abdülhamit
Devrindeki eserleriyle İzmir’in fikir çevrelerinde geniş ölçüde tanınan, ancak bölge
dışında fazla tanınmayan seçkin bir aydın, şair ve fikir adamıdır. Sade bir kişilikle
dikkat çekmekte olup, elimizdeki kaynakların gösterdiği kadarıyla öyle zikzaklı,
entrika ve maceralarla dolu bir hayatı bulunmamaktadır.
0; kanunlara, nizamlara, şeriata riayetkâr; kendi içinde barışa ulaşmış;
çevresinde takdir uyandıran bir hayatı ömrünün sonuna kadar sürdürmüş; faziletli,
dürüst bir şahsiyettir. 0nun hayatında; bilgi, görgü ve düşünceleri ile çevresine
faydalı olmak isteyen kimselerin yaşantılarında bulunabilecek türden düz çizgiler
halinde bir seyir görülmektedir. 0; doğmuştur, büyümüştür, okumuştur; eski sistem
içerisinde icazet almış; müderris, muallim olmuş; yazı yazmaya daha çocukluk
yıllarından ilgi duymuş, her nevheves gibi işe şiirle başlamış, daha sonra bu ilgisi
diğer alanlara da yayılmıştır. Devrinin yayınlanan gazete ve dergilerinde yazılar
yazmış, ilmî, edebî eserler kaleme almış, bunlardan çoğunu neşretmiş, bir kısmını da
bastıramamıştır. Zamanın yenileşmesinden de büsbütün uzak kalmayarak; ama
şüphesiz yetişme tarzına muvazi bir biçimde, Müslüman topluluğun değer hükümleri
paralelinde görüş ve düşüncelerini dile getirmiştir.
Onun hayatında, düşüncelerinde içinde yaşadığı topluma ve devlet düzenine
aykırı hiç bir çizgi yoktur. 0, Abdülhamit Zamanında muvafık olduğu gibi, İttihat ve
Terakki İktidarı Döneminde de muvafıktır. Onun için, muhalefete muhaliftir dersek
sanıyoruz söylemek istediğimizi ifade etmiş oluruz. Onun çabaları iktidarın, devleti
7
temsil etme durumunda bulunan kimse veya kimselerin başarılı olması
istikametindedir. Tabii kötü şöhret olanlara da tabiatıyla karşı çıkmıştır. Buna;
“İyilikte yardımlaşın, kötülükte yardımlaşmayın.” hikmeti doğrultusunda bir tavır
gösterme demek doğru olur.
Onun hayatı hakkında kaynaklarda ulaştığımız bilgiler çok fazla ve ayrıntılı
değildir. Hüseyin Avni’nin “İzmir Şairleri Antolojisi’nde” verdiği bilgiler, onun
hayatının bir çerçevesini veriyor denebilir.
“ (H.1272/ M.1855) tarihinde Maraş’ta doğdu ve İzmir’de tavattun etti. Maraş
eşrafından Üzümsuyuzâde ( Şirevizâde) Debbağ Halil Efendi’nin oğludur. İlk tahsili
Maraş ve Kilis'te bitirerek Manisa'ya geldi. Bir müddet meşhur âlimlerden
Hacıevliyazâde Hacı Ali Rıza Efendi’den (Ölümü.M.1885) Arapça okudu. Ondan
sonra İzmir’e azimet ederek Yozgatlı Hacı Mustafa Keşfi Efendi’nin derslerine
devamla (H.1305/ M.1877) tarihinde icazet aldı ve müteakiben Umur Veli Medresesi
müderrisliğine tayin olundu. Mumaileyh İzmir’de pek çok talebe yetiştirdi. Sanatlar
Mektebi’nde on sekiz sene muallimlik yaptı. Mantık ilminde vukufu yüksekti.
Edebiyat âleminde hayli hizmeti geçen mumaileyh İzmir, İstanbul gazetelerine yazılar
yazmış ve Şair Eşref ve emsali zevatla kalem münakaşalarında bulunmuştur. İbn
Sina’nın meşhur “Ruh” kasidesini Hizmet Gazetesinde neşretmiştir. Pek kalender,
laubali, deryadil hoş meşrep olan bu şair ve âlim adamımız 15 Temmuz tarihinde
vefat etmiştir.(H.15.07.1340/M.1924)7
O’nun küçük yaşlarda öğrenim görmek için gurbet yollarına düştüğü, “Gurbet”
başlıklı olarak bir gazetede yayınladığı şu şiirinden de anlaşılmaktadır:
7 Hüseyin Avni, İzmir Şairleri Antolojisi Aydın Vilayeti, 1934, s.101- 104.
8
“Tıfl iken attı bizi tali diyar-ı gurbete
Eyleyip ömr-i giran- mayem feda-yı gurbet ah!”
Daha sonraları birçok türde yazılar yazan, birçok gazete ve dergide fikirlerini
halka sunan ve kitaplar yazan Mustafa Kâmil Mar’aşî, Sultan Abdulhamit ve
Meşrutiyet Dönemlerinde, İzmir fikir hayatında önemli bir şahsiyet olarak karşımıza
çıkmaktadır.
1.1. Çocukluğu ve Eğitimi:
Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin çocukluğu hakkındaki bilgilerimiz sınırlı olmakla
beraber; ana hatlarıyla da olsa bazı bilgilere sahibiz. Günümüzde K.Maraş ve
çevresinde kendisini tanıyan kimseler yok denecek kadar azdır. Yaptığımız
araştırmalara göre, tanıyanlarda onun K. Maraş’ta doğmuş olmasından mütevellit bir
ilginin eseri olarak tanımaktadır. Yoksa bir akrabalık bağı ile tanıyana rastlayamadık.
K. Maraş’ta seçkin bir kitaplığa sahip olan ve şehre ait bilgileri toparlayan değerli
hocamız Yaşar Alparslan’dan edindiğimiz bilgiler de, bize onun K.Maraş bölgesinde
tanınmadığını göstermektedir.
Yukarda verdiğimiz bilgilerden de anlaşıldığı gibi Hüseyin Avni şöyle
demektedir; “M.1857/H.1274’de Maraş’ta doğmuştur. Maraş’ın ileri gelenlerinden
Şirevizade Debbağ Halil Ağa’nın oğludur. Maraş ve Kilis’te mahalle mektebi ve
medreselerde ilk tahsilini yaptıktan sonra, tahsilini ilerletmek için; İstanbul, Balıkesir
ve Kırkağaç’ı ziyaret etmiş, daha sonra Manisa’ya gelerek bir müddet Manisa’nın
9
tanınmış bilginlerinden Hacı Evliya Zade Rıza Efendi’den(Ö.M. 1885) Arapça
okumuştur.”8
Yazarın Manisa’da tahsil gördüğünü gösteren bir belge de, bir gazeteci olarak
gazetede yayımladığı bir yazısında geçen şu ifadedir: “Evail-i tahsilim olan bundan
on beş on altı sene evvel henüz hengâm-ı şebab içinde bulunduğum bir sırada saika-i
nevheves ile söylemiş olduğum bazı eş’ar-ı acizanemi cami olmak üzere bundan
birkaç sene evvel bera-yı tahsil Manisa'da bulunduğum esnada bazı rüfekam
canibinden kasaba-i mezkûrede tab’ettirilen divançe-i acizanemden alınmış olan
öyle bir gazeli bugün huzur-ı sami-i nakkadanelerine takdime cür’et edecek kadar
saygısızlardan olmadığım cihetle şu hal bendenize hayret vermiştir.”9 Çok küçük
yaşlardan itibaren ilim tahsilinde bulunduğu ve kedini yetiştirmek için ilimle uzun
süre iştigal ettiği açıktır.
“Daha sonra İzmir’e azimet ederek Yozgatlı Hacı Mustafa Keşfi Efendi’nin
derslerine devamla (H.1305/ M.1877) tarihinde icazet aldı.”10 Zaten bundan sonraki
hayatı da İzmir ve çevresinde geçmiştir.
Çocukluğu hakkında bunların dışında bir bilgiye sahip olmamakla beraber,
Mar’aşî’nin memuriyet dolayısı ile yazmış olduğu özgeçmişi elimizde olsa daha
geniş bilgiye ulaşacağımız kanaatindeyiz. Bu yüzden şimdilik bu kadar bilgiyi
vermekle yetiniyoruz.
8 Hüseyin Avni, a.g.e., 1934, s.101- 104. 9 Saadet Gazetesi, nr. 607, 5 KS 1896. 10 Hüseyin Avni, a.g.e., 1934, s.101- 104
10
1.2. Müderris ve Muallimliği.
Mustafa Kâmil Mar’aşî, 1887’de icazet aldıktan sonra, İzmir medrese ve
okullarında müderrislik ve muallimlikle ömrünü geçirmiştir. Müderris olarak
bulunduğu medreseler Sultan Selim’in Kurşunlu Medresesi, Moralı (Hacı Hüseyin
Ağa) Medresesi ve Umur Veli Medresesidir.11 Bu medreseler bölgenin en tanınmış
medreselerindendi. O medreselerde Arapça, Farsça ve Lisan-i Osmanî öğretmenliği
yapmıştır.
Hüseyin Avni’nin, “İzmir Şairleri Antolojisi Aydın Vilâyeti” adlı eserinde
bununla ilgili şu ifade bulunuyor; “Sanatlar Mektebinde on sekiz sene muallimlik
yaptı.”12
Onun muallimliğinden bahseden bir başka kaynakta ise şu bilgilere yer
verilmektedir: “1897 yılında Sanayi Mektebi müdürü Tahir Raci Bey, derslerin bir
program dâhilinde öğretilmesini sağlamak için Daru’1-muallimin müdür muavini
Lofçalı Mustafa Bey’i görevlendirmişti. Yeni bir program hazırlayan Mustafa Bey,
bu programdaki dersleri vermek üzere yeni öğretmenler belirledi. Bunlar:
Arapça ve Din Dersleri hocası Müderris Maraşlı Kâmil,
Türkçe, Hesap, Hendese öğretmeni; Celâl (Saygun),
Farsça öğretmeni; Şâkir,
Tarih- Coğrafya öğretmeni; Hasan Rüştü idi”.13
11 Ö.Faruk, Huyugüzel, İzmir Fikir ve Sanat Adamları, Ankara- 2000, s.437. 12 Hüseyin Avni, a.g.e., 1934, s.101- 104
11
Hamidiye Sanayi Mektebi’nde on sekiz sene öğretmenlik yaptığı belirtilmektedir.
Ancak söz konusu medresede 1897’ den 1917’ ye kadar, yirmi sene, müderris ve
muallimlik yapmıştır. Bundan başka O, 1902’de Çırak Mektebinin gece eğitiminde Farsça
dersleri vermiş, 1913’te açılan Özel Şark Mektebi’nde Arapça ve Farsça okutmuştur. 14
Bununla beraber yazarın bu medreselerde tam olarak ne zaman ve ne kadar çalıştığını
bilmiyoruz.
Özellikle medreselerdeki görevleri sırasında pek çok öğrenci yetiştirmiş olan Mustafa
Kâmil Mar’aşî, II. Meşrutiyet Devrinde yapılan bazı ilmî ve pedagojik faaliyetlere de
katılmıştır. Mesela; Ege Bölgesindeki medreselerin eğitim sisteminin ıslahı için Mahmut
Fuat, Milaslı Mehmet Sadık ve diğer eğitimci ve din adamlarının gayretleriyle Aydın,
Manisa ve İzmir’de “Mu’temer-i İlmî” adıyla düzenlenen toplantı ve kongrelere İzmirli
diğer aydınlar gibi o da katılmıştır.15 Onun eğitimci kimliği hayatının hemen hemen
tamamına yayılmış olup, fikirleri de bu mecrada cereyan etmektedir. Eğitimci tecrübesiyle
ortaya koyduğu fikirler, medrese kökenli bir kişi olmasına rağmen yenilikçi ve değişime
açıktır.
1.3. Basın Hayatındaki Yeri:
Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin yazılarının çok büyük bir ekseriyetinin İzmir’de
neşredilen gazetelerde yayınlandığını biliyoruz. İstanbul’da yayınlanan “Saadet
Gazetesi”ile “Malûmat Mecmuasında” da birkaç şiir ve yazısı yayınlanmıştır. Ancak
bunların bütün yazıları içinde tuttuğu yer oldukça azdır. 0nun, İzmir’de o yıllarda
13Gülnaz, Koyuncu, İzmir Sanayi Mektebi, Yüksek lisans Tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü,1993,s.24. 14 Ö.Faruk, Huyugüzel, a.g.e., s.437. 15 Ö.Faruk,Huyugüzel, a.g.e., s.437.
12
yayınlanan gazete ve dergilerden “Hizmet”, “Ahenk”, “Terakki”, “Mecmua-i
İlmiye”, “İzmir”, “Köylü”, “Yıldız”, “İttihad”, “Sada-yı Hak”, “Edep Yahu”,
“Mizamı’1-Hukuk”, “Halka Doğru Mecmuası” gibi çeşitli gazete ve dergilerde
yazılarına rastlanmaktadır. Bunlardan yazı faaliyetleri daha çok “Hizmet” ve “Ahenk”
gazetelerinde olmuştur. Bu iki gazetede aralıklarla da olsa, uzun bir zaman yazmıştır.
1908’den sonra “Hizmet’in” yazı heyetine de dâhil olmuş, hatta bu gazetede edebî
bir köşe idaresi bile üstlenmiştir. Bu iki gazetede, aralıklarla da olsa, yirmi birer yıl
yazmıştır.
İzmir’de, Abdülhamit Döneminde Eşref’in de sık sık katıldığı şiir ve edebiyat
meclislerinin aranan bir ismi olan Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin gazetelerde bizim
tespit ettiğimiz ilk yazısı, Mustafa Kâmil Efendi imzasıyla “Tercüman-ı Hakikat’te”
1882 Martında çıkan bir naziredir.16 Burada çıkan birkaç gazelden başka “Talebeden
Maraşlı Kâmil” imzasıyla 1886 Ekiminde, Muallim Naci’nin edebiyat sütununu
idare ettiği Saadet Gazetesinde bir makalesi, daha sonra da şiirleri çıkmıştır. Onun
1877’de icazetini aldığı bilindiğine göre, bu imzayı kullanması başka bir niyetten
kaynaklanmış olmalıdır. Saadet'e gönderdiği ikinci yazısında sadece Maraşlı Kâmil
imzası bulunuyor.
Üçüncü yazısının, İzmir’de, basın yoluyla tartıştığı anlaşılan birisi marifetiyle,
onu küçük düşürmek maksadıyla yollandığı -ki bu ilk tecrübelerinden bir gazeldir-
dördüncü yazısından anlaşılmaktadır. Ancak bu üçüncü yazının bizim için hayırlı olduğunu
burada ifade etmek gerekiyor; zira bu sebeple yazdığı dördüncü yazısından onun bu yazıdan
önceki hayatı hakkında bir şeyler öğrenmiş oluyoruz. İlgi çekici olması dolayısıyla bahsi geçen
bu yazıların bu macerayı anlatan kısımlarını iktibas ediyorum. 16 Tecüman-ı Hakikat, nr.1125, 17 Mart 1882.
13
Önce, üçüncü yazının başlangıç kısmı:
- Naci Efendi Hazretleri:
“Tenkit edersen tenkidinden, tahsin eylersen tahsininden müstefid olmak bence mukarrerdir.
Malik olduğu meziyet insanı meydana atılmağa sevk ediyor. Beni birçok gazeteler ta’n
ettiler. Şimdi cebr-i mâfât etmek istiyorum. Binaenaleyh şu gazelimi sana gönderdim. Şâyân-ı
tenkit ise tenkit, tahsin ise tahsin et.”
İmza
Kâmil Mar’aşî17
Tabiî bunun altında gazel, onun altında da Naci'nin bir kritiği yer alıyor. Belki önceden
kullandığı “Talebeden Mar’aşlı Kâmil” imzası dolayısıyla bu kritik, yanlışları bir bir gösterir
tarzda olmuştur..
Mustafa Kâmil Mar’şi’nin buna tepkisi sert olmuştur. Yazısında cevaben:
“Faziletküster!
Muteber “Saadet” gazetesinin 601 numaralı nüshasında münderiç “Kâmil Mar’aşî” imzalı
tezkire ile zîrinde muharrer gazel dâî-yi hulûskârîleri tarafından takdim edilmemiştir.
Evail-i tahsilim olan bundan on beş on altı sene evvel henüz hengâm-ı şebab içinde
bulunduğum bir sırada saika-i nevheves ile söylemiş olduğum bazı eş’ar-ı acizanemi cami olmak
Üzere bundan birkaç sene evvel bera-yı tahsil Manisa'da bulunduğum esnada bazı rüfekam
canibinden kasaba-i mezkûrede tab’ettirilen divançe-i acizanemden alınmış olan öyle bir gazeli
bugün huzur-ı sami-i nakkadanelerine takdime cür'et edecek kadar saygısızlardan olmadığım
cihetle şu hal bendenize hayret vermiştir.
17 Saadet, nr, 601, 28 KE 1886.
14
Mayası denaetle tahmir edilmiş bir şahs-ı garezkârın dailerini tezyif için tasni edildiği şu
muamele üzerine bile hengâm-ı tenkidde mazhar olduğum teveccüh-i efdalanelerinden dolayı
hasıl ettiğim minnettarlık cihetiyle husule gelen ekdar-i âcizanemi bihakkın teskin etmiş isem de
şurada birkaç söz söylemeğe lüzum görmüşümdür.
Birkaç seneden beri ikamet etmekte olduğum îzmir’de sırası geldikçe bilmecburiye
açılmakta olan mebahis-i kalemiyede mebhut ve mülzem olmaktan başka çareleri kalmayan bir
kaç ne söylediklerini bilmez elfaz ve meanî bigâneleri hemen o divançeden bahsedivermeği
mu'tad edinmiş iseler de dâîleri o divançeyi teşkil eden eş’arı söylediğim zaman henüz
medreseye devam etmeğe başlamış bir çocuk olduğumdan ve eğerçi ondaki gazeller bugün
müntehabım değil ise de içinde kendilerinin suret-i fahr ve mübahatta elyevm neşretmekte
bulundukları âsâr-ı mukalledaneleri gibi manasız, maksatsız olmak lekesinden beri bir hayli
eş'arım mevcut olduğundan şimdiki halde başları sıkılır sıkılmaz mezkûr divançeye müracaat
ederek ondan en fena bir gazelimi meydana sürmeleri kendileriyçün hiç bir faideyi müfid
olmayıp belki bundan üç sene evvel neşrolunan “Nevruz” nam risaleyi yeniden dest-i tenkide
almak lüzumunu bana ihtar etmekte olduğundan öyle eski defterleri karıştırmağa hiç de hacet
görülememektedir.
Evail-i tahsil ve terakkide söylenmiş bir eseri bugün sahibinin berat-ı aczi olarak
zikreylemek ve eskiden bahsetmek lâzım gelecek olsa o zeminde söyleyecek biz de pek çok
şeyler bulabilir isek de, yaratılışımız iktizasınca öyle tezellüllerden beri bulunduğumuz cihetle
sözümüzü mukteziyat-ı hâle tevfik etmeği muvafık-ı edep görürüz.
Hiç bir sahib-i insaf tarafından şâyân-i hüsn-i kabul görülmemek kabil olmayacağında
tereddüt etmeyeceğim şu maruzatımı bu vecihle eda ettikten sonra namus ve insaniyetten behresi
olan hiç bir kimsenin kabul edebileceği denaetten olmayan imza taklidi ile âlem-i matbuata
15
varaka çıkarmak sahtekârlığını irtikâb eden her kim ise onun hakkında âlemiyanın ne
diyeceğini düşünüyorum da bu babda hatırıma gelen pek çok sözleri söylemekten nefsimi tenzih
ediyorum.
Namus ve haysiyeti muhafazaten yazdığım şu varakamın aynen muteber “Saadet’te
dercini ve şu muamele-i bîedebane üzerine vicdan-ı âli-i fazılânelerinden sadır olacak hükmün
tamamıyla beyanını fazl-u kemalinizden istirham ederim ve bundan sonra huzur-ı fazılânelerine
takdim edeceğim âsâr-ı daiyanemin zîrini bu kere basdığım mühürle temhir edeceğimi dahi
ilâveten arz ederim.
İşte budur Maraşlı Kâmil”18
“Saadet”, bu yazının altına şu notu düşmüştür: “0 adam her kim ise ayıp etmiş.” gazete
bu yolla Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin gönlünü almıştır. Bundan sonra yazmaya devam
eder.
“Hizmet’e”, çıkışından iki yıl sonra 1888 Eylül’ünden itibaren yazmaya
başlayan yazar, burada önce “İbn Sina” başlıklı bir yazı dizisi yayınlamış ve ünlü
filozofun ruh hakkındaki bir kasidesini çevirip açıklamıştır. Eserleri kısmında ele
alacağımız üzere, 1889’da kitaplaşmıştır.
Aynı gazetede daha sonra “Kavaid-i Arabiye” adlı bir çalışması daha tefrika
edilmiş olup, buda 1895’te kitap haline getirilip yayınlanmıştır.
Maraşlı Kâmil, “Hizmet Gazetesi’nde” ünlü Şair Eşref’le bir kısım münakaşa
ve tartışmalara da girişmiştir. Eşref, gerek İzmir’de gerekse bütün Türkiye’de
hicivleriyle çağdaşlarını ve sonraki şairleri kuvvetle etkilemiş ve yaşadığı yıllarda
18 Saadet, nr. 607, 5KS 1896
16
özellikle İzmir’de oldukça canlı bir edebiyat oluşmasına katkıda bulunmuştur.
Eşrefle yaptığı tartışmalar bazen müstehcen denecek kadar argo olabiliyordu.
Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin, “Hizmet Gazetesi’nde” edebiyatla ilgili yazılar
yazmaya başladığını “Evrak-ı Perişan” yazısı üstünde “Edebiyat” başlığı altında
özet olarak gazetenin edebiyata verdiği önem belirtiliyor ve bu sayıdan itibaren
“Hey’et-i tahririyemizden Maraşlı Mustafa Kâmil Efendi’nin nezareti altında bir
“Edebiyat” sütunu açmağı kararlaştırdı” deniyor. 19
Onun gazetecilik ve gazeteciler hakkındaki fikirlerini ifade etmesi açısında
dikkate şayan bulduğumuz , “Nankörlük” başlığı ile yazdığı yazı, nasıl bir gazetecilik
fikrîne sahip olduğunu göstermektedir. Bir gazeteci olarak fikirlerini gazete
sütunlarında ifade etmekten çekinmezdi. Gazetecilere yaptığı eleştiriler, onun bir
gazeteci olarak modern bir düşünceye sahip olduğunu göstermektedir. Bu yazısını
günümüz gazeteciliği açısından da dikkate şayan bulduğumuzdan burada sunmayı
uygun buluyoruz:
“Zaman-ı saadette bazı münafık kimseler var idi. Bunlar, peygamberimizle
ashab-ı kiramın yanlarına geldikçe kendilerini dost suretinde gösterirler, öbür
münafıklarla bir araya geldikleri zaman: “Siz merak etmeyiniz! Biz sizinle
beraberiz. Hazreti Muhammed’le ashabının yanlarına gidip gelişimiz mahzâ onlarla
eğlenmek, istihza etmek ve ne fikirde olduklarını anlamak içindir.” derler idi.
Cenabı Hak peygamber-i zîşanını şu halden haberdar ederek; Kur’an-ı
Kerim'de onları zemm’ü takbih buyurmuş ve ilelebet o münafıklıktan vazgeçmeyerek
rezil ve rüsvay bir halde ömür geçireceklerini haber vermiştir.
19 Hizmet. nr, 2541, 16 KS.1909.
17
Bazı gazeteciler de aynı o tarik-ı nifakı meslek ittihaz ederek hakkı
müdafaadan kat-ı nazarla zamana göre söz söylemeyi, sırasına göre kendilerini hür,
sırasına göre müstebid göstermekle temin-i maişet yolunu tutmuşlardır. Gazetecilik,
bir milletin tercüman-ı efkârı olmak işte böyle olmalıdır(!). Yaşasın gazeteciler,
yaşasın matbuat!!.. Böyle bir meslek-i müstakimde(!) devam ettikçe daha çok
yaşasınlar!. .
Millet, daha çok zaman onları alkışlayacaktır! , vatan ilelebet onların
minnettar-ı lûtfu olacaktır(!).
Hani o ilân-ı hürriyetten sonra daha bir kaç gün evvellerine gelinceye kadar
alevler savuran kalemler?!.. Vatanperverlik nümayişleriyle millete karşı (o vakit
ciddî olduğu anlaşılan) hayırhahane tavsiyelerle sütunlar dolusu yazı yazdıran saf ve
sadık kalpler? !...
Biz o vakit pek çok aldanmışız. Kelek perdesi altında tesettür eden
münafıkların içi dışına uymayan o insan aldatıcı sözlerini gerçek bilerek hayli gaflet
etmişiz.
Bilememişiz ki onlar, melek kisve-i müstearına bürünmüş bir şeytandırlar.
Onlar evlâd-ı vatan değil; bayağı, vatanın birer düşmen-i canıdırlar. Onlar milletin
tercüman-ı efkârı değil; en kerih gördüğü bir fikrî vücuda getirmek için izler, yollar
yapan bîgâne-i hamiyyet, hasm-ı insaniyettirler.
Ey vicdanlarını, hamiyeti- vataniyelerini menfaat-i şahsiyeleri uğrunda feda
eden matbuat yadigârları(!), vatan ve millet sizden bunu mu beklerdi!! Hani o
evvelki lisanlar?! Ne oluyor şimdiki yaltaklıklar?! Güzel vatanımızı düşmüş olduğu
şu hâl-i keşmekeşiye getiren, iğtişaş-ı hazıra sebebiyet veren hep siz değil misiniz!
Neden mi?
18
Neden olacak! Altı yedi aydan beri muttasıl İttihad ve Terakki Cemiyet-i
mukaddesesi aleyhinde çalakalem yazanlar kimler idi?! İttihad ve Terakki Cemiyeti
milleti soyuyormuş, istibdadı Yıldız’dan (hâşâ) kendi ellerine almışlar diye
boğazları yırtılıncaya kadar bağıranlar acaba hangi boğazlar, o yazıları yazanlar
hangi kalemler idi?!.
0 yazılarınız tesirsiz mi kalacaktı zannederdiniz? Kalmadı, kalmadı, hem de
son kuvvetiyle eserini gösterdi.
Yaptığınızı şimdi siz de beğendiniz â(!) 0 arbedenizden tevellüd eden,
nazarlarımıza çarpan neticeye siz de takdirhan oldunuz ya(!) Peh peh pehî!...(!) İşte
gazetecilik!...
Şimdi neye uğradığınızı siz de anladınız amma ne çare ki bir kere iş işten
geçti. Şimdi siz de nedamet ettiniz amma ne çare ki at(ı) alan Üsküdar'ı geçti.
(Nasihat etmedi tesir sana vaktiyle ey gafil) (Gelirsin mescide amma nice
meyhaneden sonra)
Hak, her nerede olsa haktır. Bir aralık haksızlar içinde namı gaip olsa bile
netice itibariyle yine kendine mahsus bir mevki-i i’tilâ ihraz edebilmesi için hiçbir vakit
güçlük çekmez..
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bu mülk ve millete, hususiyle gazeteciler
haklarında etmiş olduğu iyilikleri lisanınızla inkâr etseniz bile kalbinizle nasıl tasdik
etmezsiniz?!
İttihat ve Terakki Cemiyeti sizi vaktiyle esir iken hür kıldı. Kalemleriniz gazetelerinize
dalkavukluktan başka hiçbir şey yazamaz iken o cemiyet-i muhtereme sayesinde nail olduğunuz
hürriyetin sansürsüz sensarsız, her istediğiniz şeyleri kaygusuz, kayıtsız yazabilmek için size
pek vasi bir meydan-ı efkâr bahşeyledi.
19
Siz bu iyiliğe, bu nimete karşı ne yaptınız? ! Kötülük, nankörlük.
İnsanın kendi kılıcıyla kendi boynunu vurmak kabilinden olarak o velinimetinize karşı
her türlü fena fikirleri kalbinize geldiği gibi dilinizle de söylediniz. Cenabı Allah
Azizünzü’ntikamdır. Sizi yine onlara muhtaç, yine onların saye-i şemşir-i insaniyetlerine
ilticaya mecbur etti. Kıymetini bilmeyerek elinizden kaçırma derecesine geldiğiniz hürriyeti
daha sağlam bir esasla rabtetmek için Hızır gibi yine onları imdadınıza yetiştirdi,”20
Mustafa Kâmil Mar’aşî, İttihat ve Terakkiden bahsederken övgü ifadeleri
kullanmaktadır. Belki gazetecilere getirmiş oldukları haklar konusunda bir serbestlik
getirmiş olmaları söz konusu olduğu için böyle bir övgüyü Mustafa Kâmil Mar’aşî
yapmışsa da, bizim genel anlamda İttihat ve Terakki hakkındaki fikirlerine katılmamız
mümkün değildir. Çünkü, İttihat ve Terakki batı etkisinde gelişmiş ve Osmanlı
toplumunda derin yaralar açarak, dağılmayı körüklemiş ve işgal planlarına, bilinçli veya
bilinçsiz, ortam hazırlamıştır.
1.4. Vefatı:
Mustafa Kâmil Mar’aşî, altmış dokuz yıllık bir ömrü dolu dolu geçirmiş,
çevresine ışık tutmuş âlim ve fazıl bir kişidir. Mütareke ve işgal sırasında da müderrislik
ve öğretmenlik yapan Mustafa Kâmil Mar’aşî, M.15 Temmuz 1924 /H.1340 tarihinde
İzmir’de vefat etmiş ve Uluyol Kabristanına defnedilmiştir.21
“Sada-yı Hak”, bu haberi okurlarına şöyle iletmiştir:
“Maraşlı Kâmil Efendi irtihal-i dar-ı bekâ eyledi.
20 Köylü, nr, 192, 7Nisan1325/1909. 21 Ö.Faruk, Huyugüzel, a.g.e, s.439
20
Uzun müddet mekteplerde muallimlik ve medreselerde müderrislik eden,
gazetemizde dinî makaleler yazan Kâmil Efendi hocamız evvelki gece sekte-i kalpten
irtihal-idar-ı beka eylemiştir.”22
Anlaşıldığı üzere vefat sebebi kalp krizi olarak belirlenmiştir.
Hüseyin Avni’de vefatını hakkında şunları ifade etmiştir: “…Pek kalender,
laubali, deryadil, hoş meşrep olan bu şair ve âlim adamımız 15 Temmuz1924
tarihinde vefat etmiştir.”23
22 Sada-yı Hak, nr.1386, 17 Temmuz 1340. 23 Hüseyin Avni, a.g.e., s.101- 104.
21
2. Eserleri:
2.1.Matbu Eserleri:
a. İbni Sina:
İbni Sina’ya ait eserler ve onun düşüncelerini anlamaya yönelik çalışmalar hayli
fazla olmakla beraber, tarihimizin çağlara ışık tutmuş bu şahsiyetinin yine de tam
manasıyla anlaşılmadığı, halkımızın kahir ekseriyetinin onu tam anlamıyla tanımadığı
muhakkaktır. Bizde eskiden İbn-i Sina üzerine tetkikler yapıp bunları Türkçe yazan ve
neşreden, hemen hemen yok denecek kadar azdı.
Dr. A.Süheyl Ünver; “ İbni Sina’nın bir bahsini alıp onu şerh edenlere tesadüf
edemeyiz. Lakin eski Türk hekimleri telif veya tercüme suretiyle yazdıkları tıbbi
eserlerde İbn Sina’nın Kanun’undan çok misal almışlardır… Amma ayrıca tetkiklere
şimdiye kadar rastlamadık.
Yalnız Mustafa Kâmil Mar’aşî isminde bir âlim M.1889/H.1307’da “İbni Sina”
diye 15 sayfalık bir risale yazarak büyük hekimin Ruh Kasidesini tercüme ve şerh
etmiştir.”24 İfadeleriyle eserin önemini net bir şekilde ortaya koymuştur. Kanaatimize
göre ünlü hekimin “Ruh Kasidesi” üzerine daha sonraları bazı çalışmalar
yapılmasına rağmen, hiçbirisi Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin şerhi kadar kıymet ve
şöhret bulmamıştır.
Ankara Milli Kütüphanede bir nüshasına ulaştığımız eser, yukarda da
değindiğimiz gibi on beş sahifeden oluşup M.1889/H.1307 tarihli, Beyazıt’ta Kitapçı
İranî Hüseyin Efendi tarafından neşredilmiş, Kapsar Matbaasında basılmış bir
24 Süheyl, Ünver, Türk Tıp Tarihi Arşivi, N. 18. 1940.
22
kitapçıktır. Satışa sunulan ücreti ise 40 para olarak mezkûr nüshada dikkatimizi
çekmektedir. Mustafa Kâmil Mar’aşî, kasidenin Arapça metnine yer verip şerhini
Osmanlıca olarak kaleme almıştır.
b. Usul-i Akisa:
Yine Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin matbu eserlerinden olan bu küçük risale,
Arapça ve Farsça yazılmıştır. Mustafa Kâmil Mar’aşî zaten eserlerinde Arapça,
Osmanlıca ve Farsça dillerini ustalıkla kullanmasını bilen münevver bir zattır.
Usul-i Akisa, İstanbul’da Şirketi Mürettibiye Matbaası’nda, H.1307/M.1889’da
16 sayfa olarak basılmıştır. Mantık konuları üzerine yazılan bu risalede Mustafa
Kâmil Mar’aşî, kıyas ve kıyas usulleri üzerinde durmaktadır.
“…1889’da İstanbul’da basılan Usul-i Akisa ‘Mantıkta yekta’ olarak nitelenen
yazarın kıyas yöntemi hakkında kaleme aldığı Arapça ve Farsça bir kitaptır.”25
Bu eser, Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin Arapça ve Farsça’yı iyi bildiğini
göstermesi bakımından da çok önemlidir.
c. Müntehap-ı Sarf-ı Osmâni:
Mustafa Kâmil Mar’aşî, Mekteb-i Sanayi nazırı İsmail Fazıl Paşa’nın isteği
üzerine 1909’da “Müntehap-ı Sarf-ı Osmani” adlı eseri hazırlamıştır. Kitap eğitim
kurumlarında dil kurallarının kolay öğretilmesi, öğrencileri sıkmadan dilin
güzelliklerini onlara kavratmak amacıyla yazılmıştır. Osmanlıca ve Arapça sarfının
kolay bir şekilde anlatıldığı bir kitaptır.
Kitap hakkında “Ahenk Gazetesinde” şu bilgiler verilmektedir: “Erbab-ı lisan
kalemden şehrimiz Mekteb-i Sanayi Arabi, Farisi ve Lisan-ı Osmani muallimi
25Ö.Faruk, Huyugüzel, a.g.e, s.439.
23
meşhur Marşlı Mustafa Kâmil Efendi Hoca tarafından ahiren mevki-i intişara vaz
edilen ve bir nüshası da matbaamıza gönderilen Müntehab-ı Sarf-ı Osmani’yi nazar-ı
mütalaadan geçirdik. Risale hem mübtedilere usanç vermeyecek kadar muhtasar hem
Lisan-ı Osmâni’de lüzumu kadar sarf-ı Arabi’yi de tahsile kafi olmak ve
Türkçe’siyle beraber tedris olunmak üzere kaleme alınmış ve birtakım zevaid tayy
edilmiştir. Birde gerek yeni program mucibince mekatib-i umumiyede okutulmak
maksad-ı suhulet-bahşasıyla tertip edildiği ve gerek erbab-ı merakın Osmanlı ve
Arapça sarflarını az zaman zarfında öğrene bilmesi temin olunduğundan umuma
tavsiye eyleriz.”26
Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin, çok hacimli bir kitap olmadığını düşündüğümüz
bu eserine ulaşma imkânımız olmadı. Bu yüzden de hakkında fazla bir bilgiye sahip
değiliz.
d. Dinî ve Tarihi Menakıb-ı İmam-ı Azam:
Mustafa Kâmil Mar’aşî’in Muhaddislerden Şeyh Muhammed bin Ahmet El-
Dımışki’nin “Ukudü’l Cihaz” adındaki eserinin tercümesi olarak yazdığı bir kitaptır.
Bu eseri “İzmir Gazetesinde” 1896’da tefrika ettiği “Menakıb-ı Eimme-i Erba’a”
başlıklı yazılarından ilham alarak kaleme almıştır. Gazetede çıkan yazıları, bu eserin
temelini teşkil etmektedir.
Eserin bir nüshasına ulaşma imkânını bulduk. Elimizdeki nüsha seksen
sahifeden mütevellit olup, Osmanlıca olarak yazılmıştır. İzmir “Ahenk
Matbaasında”, H.1340/M.1922’basılmıştır. Büyük fıkıhçı ve mezhep İmam-ı Azam
Ebu Hanife’nin hayatı ve fikirleri ele alınmıştır.
26 Ahenk, nr. 4045, 3 TS / Kasım 1909.
24
Eserin son kısmında yer alan ve dikkatimizi çeken bir bölümü burada sunmak
istiyorum: “İmam-ı Azam hazretleri sorulan hiçbir meseleye cevapta tereddüt
etmemiştir. Yalnız sekiz meselenin halli hakkında kati bir cevap vermeyerek sükût
etmiştir.
Zikredilen konular:
1- Çocukların ne zaman sünnet edileceği,
2- Eşekten artan suyun içilip içilmeyeceği,
3- Peygamber ve meleklerin bir birine üstünlüğü,
4- Dünyadaki yaşamın ne kadar süreceği,
5- Hünsanın (çift cinsiyetli) Kadın mı erkek mi sayılacağı,
6- Pislik yemeyi adet edinmiş sığırın etinin yenilip yenilemeyeceği,
7- Eğitim amaçlı köpek beslenip beslenemeyeceği,
8- Ölen müşrik çocukların ahirette ne olacağı.
İmamın bu konularda ki sükûtu aczinden değil, bu konular da tam bir kanata
sahip olacağı kesin bir delile ulaşamamasındandır.”27
e. Kavaid-i Arabiyye:
Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin diğer birçok eserinde olduğu gibi bu eseri de
öncelikle gazetelerde yayınladığı yazılarından ilham alınarak kaleme alınmıştır.
Ahenk Gazetesinde yayınladığı “Kavaid-i Arabiyye” başlıklı çalışmasından daha
sonra 1895’te kitap haline getirilmiştir. Osmanlıca’daki Arapça unsurlar ve gramer
kuralları hakkında bilgi veren bu eser, yetmiş bir sayfalık küçük bir eserdir.
27Mustafa Kâmil Mar’aşî, Dinî ve Tarihi Menakıb-ı İmam-ı Azam, İzmir H.1340/ M.1922, s.78- 79.
25
f. Güfte-i Kâmil:
Daha çok şiir vadisinde eserler vermiş olan Mustafa Kâmil Mar’aşî, eski tarzda
ve yeni tarzda şiirler yazmıştır. Yeni tarzda yazdığı şiirleri II. Meşrutiyet Döneminin
atmosferini kuvvetle etkileyen savaşlar hakkında yazılmış “Cihat” şiirleridir. Yazar
bunların dışında hiciv ve şathiye tarzında şiirler de yazmıştır. Şairimiz devrinin
birçok problemini şiirleri vasıtasıyla dile getirmiştir.
Çok küçük yaştan itibaren şiirler yazmaya başlayan Mustafa Kâmil Mar’aşî,
gençliğinin ilk yıllarında, yani on dört on beş yaşlarında şiir yazmaya başlamış,
bunları da daha sonra Manisa’da tahsildeyken, bazı arkadaşları bir araya getirip
bastırmışlardır. Bu şiirler 1881’de, bahsetmekte olduğumuz eseri “Güfte-i Kâmil”
adıyla bir divançe olarak kitap haline getirilmiştir.
g. Manzume-i Harp:
Bu kitabı hakkında malumata sahip değiliz. Ancak Ö.Faruk Huyugüzel’in
aktardığı bilgiler dikkat çekicidir.
“İbnülemin Mahmut Kemal ve Hüseyin Avni, yazarın eserlerini sayarken
Manzume-i Harp adıyla basılmış bir kitabından söz ederek bu eserden bazı parçalar
vermektedirler. Bununla beraber bu kitap hali hazır bilgilerimize göre kütüphane ve
katalaglara intikal etmemiştir. Belki de bu, bir kitap olmayıp I. Dünya Savaşı
sıralarında yayınlanmış uzun bir şiiri içine alan birkaç sayfalık kitapçıktır.”28
Eserin bir şiir kitabı olduğu anlaşılmaktadır. Ancak kitabın içeriği ve hacmi
konusunda geniş ve ayrıntılı bir bilgiye ulaşmamız mümkün olmamıştır. Belki de,
28 Huyugüzel, Ö.Faruk, İzmir Fikir ve Sanat Adamları, Ankara 2000, s.440.
26
Ö.Faruk Huyugüzel’in belirttiği gibi, bu bir kitap olmayıp, bir şiiri içeren birkaç
sayfalık kitapçıktı. Ancak bu konuda da yukarıda aktardığımız bilgilerden daha
fazlasına sahip değiliz.
h. Abdülvahhap Haşiyesi:
Bu eseri, “İlm-i Adap” (Ahlâk) alanında yazılmış medreselerde okutulan bir
eserin açıklamalar eklenmesi yoluyla genişletilmiş şeklidir ve buda Arapça
yazılmıştır.
Elimizde bulunan nüsha H.1318/M.1900’de Aydın vilayeti, “İzmir Gazetesi “
matbaalarında basılmış bir nüshadır. Eser, Abdülvehap’ın yazmış olduğu metnin de
alınması ve haşiyenin eklenmesi yoluyla oluşturulmuştur. Abdülvehap’ın yazmış
olduğu eser küçük bir risale olmakla beraber, Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin haşiyesi iki
yüz yirmi sahifeden ibarettir.
Eser giriş ve üç bölümden oluşmaktadır. Giriş bölümü klasik eserlerde olduğu
gibi; besmele, hamdale ve salvele ile başlamaktadır. Daha sonra eserin daha iyi
anlaşılması açısından ön bilgi olarak; Teşbih konusu, zamirler konusu, lafzai celalin
açıklaması, hal ve oluşma şartı ile sıfatla arasındaki fark konusu, nebi ve resullerin
çokluğu, nebi ve resul arasındaki farklar konusu, eş anlamlı ve eş sesli kelimeler ve
aralarındaki faklar konusu, topluluk isimlerine lam-ı tarifin gelebilmesi konusu, özel
isimler ve kısımları konusu, cins isimler ve kısımları konusu, lam-ı tarifin kullanımı
konusu, yakin, zann, vehim ve şek konuları ve aralarındaki farklar konuları ele
alınmıştır.
27
Birinci bölüm, “Tanımlamalar” adıyla düzenlenmiş olup, bu bölümde; Fiilin
tanımı, anlamı, cümledeki yeri ve zamanı, diğer kelimelerle ilişkisi konuları, nitelik
ve nicelikleri konusu, sebep sonuç ilişkisi konusu, dört unsurun açıklaması konusu
ele alınmıştır. Tarifin tanımı üzerinde durulmuş, bir bilinmeyenin başka bir
bilinmeyenle tarif edilmemesi belirtilmiş ve tarif edilen bir şeyin kendisinden daha
anlaşılır bir şeyle tarif edilmesinin gerekliliği vurgulanmıştır.
İkinci bölüm, “Taksim” adıyla düzenlenmiş olup; tikel ve tümelin anlamı ve
farklılıkları, soyut ve somutun anlamı ve farklılıkları konuları, cüzi irade konusu,
kelimenin anlamı, dört tekabul; zıtlık, yokluk, tedayıf ve selbî ve icabî tekabul
konuları, cisim ve cevher hakkındaki görüşler, küllün cüz’e taksimi konusu, mecaz
ve gerçek anlamın mahiyeti konusu vb. konular ele alınmıştır.
Üçüncü bölüm,” Tasdik” olarak düzenlenmiş olup; tümevarım, tümdengelim ve
analoji konuları ele alınmış olup bunlar arasındaki farklara değinilmiştir. Kıyas ve
şekilleri üzerinde durulmuştur. Değişik örneklerle konular anlatılmıştır.
Mustafa Kâmil Mar’aşî, işlediği konularla ilgili kaynaklardan aldığı değişik
görüş ve fikirleri fazla yorum katmadan sunmuş olup, birçok kaynaktan
yararlanmıştır. Aristoteles, İbn Haldun (1332- 1406), Seyit Şerif Cürcani, Taftazani
(1322- 1390), Kadı İyaz (1083- 1149), Kâtibi (1609- 1657), Usam, Mesudi (ö. 957)
vb. âlimlerin fikirlerinden faydalanmıştır. Hanefi, Maliki, Şafi’i, ve Mutezile vb.
mezheplerin fikirlerinden istifade etmiştir. Cami’ul Künuz, Molla Cami, Tefsir-i
Keşşaf, Şerh-i Hikmetü’l Ayn, Şerhü’l Şemsi vb. eserlerden aldığı fikirlere yer
vermiştir. Bu yönüyle elimizde bulunan eser değişik fikirlerin karşılaştırmasın ve bir
arada bulunmasına imkân vermesi bakımından da ayrıca bir öneme haizdir.
28
2.2. Matbu Olmayan Eserleri:
Mustafa Kâmil Mar’aşî, ömrünün her safhasında birikimlerini paylaşmanın
gayreti içinde olmuştur. Bir muallim ve müderris olarak da bu birikimleri
öğrencileriyle paylaşmayı bilmiştir. Onun ortaya koyduğu eserler sadece yukarda
belirttiğimiz ederlerinden ibaret değildir. O, çeşitli yayın organlarında yayınladığı
birçok yazısının yanında, kaleme alıp da yayınlayamadığı eserlere de sahiptir.
Kaynaklardan edindiğimiz bilgilere göre, matbu sekiz eserden başka, matbu
olmayan dört eserin de sahibidir. Bunlar;
a.Risale-i Yaiyye,
b.Zübde-i Baharistan,
c.Heyeat-ı İslâmiye,
d.Tağlit-i Galatat’29tır.
29Cemil, Çiftçi, Maraşlı Şair- Yazar Âlimler, İstanbul 2000, s.154.
29
I. BÖLÜM:
MUSTAFA KAMİL MAR’AŞÎ VE DÖNEMİNDEKİ İLMÎ VE FELSEFÎ
ORTAM
Osmanlı’nın son yıllarında İzmir, 1864 tarihinde çıkarılan “Vilayet Nizamnamesi”
gereğince oluşturulmuş bulunan Aydın Vilayeti’nin merkezi idi. Bu vilayet, o dönemde
İzmir’in yanı sıra bugünkü Manisa (Saruhan), Aydın, Denizli ve Muğla (Menteşe)
illerini de içine alan geniş bir bölgeyi ifade ediyordu. İşte İzmir, Ege Bölgesi diye de
adlandırabileceğimiz bu geniş bölgenin, sadece bir ticaret ve sanayi bölgesi değil, aynı
zamanda bir kültür ve sanat merkeziydi.30
Devlet-i Aliye-i Osmaniye’nin şüphesiz ki en büyük kültür merkezi İstanbul’du.
İstanbul, siyasî ve iktisadi anlamdaki rolünün yanı sıra devletin kültür hayatında da tabii
büyük bir belirleyici merkez olarak önemli rol oynuyor, diğer merkezlerin kültür
hayatını derinden etkiliyordu. Ancak, bu şehri kültürel hayatı belirleyen ve yönlendiren
yegâne merkez, kültürel etkiyi de tek taraflı bir akış olarak görmek Osmanlı’nın diğer
kültür merkezlerine karşı bir haksızlık olacaktır. Çünkü, İstanbul’a başka yerlerden gelen
bilim ve sanat adamlarının buranın kültür hayatına katkısı küçümsenemeyeceği gibi,
başka merkezlerden esen havanın veya modaların zamanla İstanbul’u da etkisi altına
aldığı bilinen bir olgudur.31
Çeşitli merkezlerdeki kültürel hayat ve bunlar arasındaki karşılıklı etkilerin
mahiyeti konusunda ne yazık ki karşılaştırmalı ve derli toplu çalışmalardan mahrumuz.
Osmanlı Devleti’ndeki çeşitli bölge ve şehirlerin kültürel hayatları ve bunların kültür
30 Ö.Faruk, Huyugüzel, a.ge., s.1. 31 Ö.Faruk, Huyugüzel, İzmir’de Edebiyat ve Fikir Hareketleri Üzerine araştırmalar, 2004, s.22.
30
tarihimiz içindeki rolleri henüz ortaya konabilmiş değildir. Aslında oldukça zor olan bu
gibi çalışmaların yokluğu dolayısı ile İstanbul ve diğer merkezler arasındaki kültürel
alışveriş veya tesirler meselesinde çoğu zaman temelsiz ve sübjektif yargılarla
karşılaşırız.
İzmir, imparatorluğun genel kültür ve sanat ortamından, daha doğrusu asıl büyük
merkez olan İstanbul’daki fikir ve sanat hareketlerinden ve tabii batıdan derin suretle
etkilenmekle birlikte, aksine bir hareketle Ege Bölgesi’nin diğer merkezlerini,
imparatorluğun diğer merkezlerini, tabii bu arada İstanbul’u da etkilemekteydi.
İzmir’in kültür hayatı üzerinde düşünürken Cumhuriyetin ünlü popüler romancısı
Aka Gündüz’ün bir sözü hatıra geliyor. 1904’te Mekteb-i Harbiyeden genç bir teğmen
olarak çıkıp İzmir’e tayin edilen Ömer Seyfettin’i uğurlarken Aka Gündüz der ki; “İzmir
aslında insanın gözünde büyür, münevveri en az yer İzmir’dir”.32 Acaba İzmir gerçekten
de aydını en az, dolayısı ile kültür hayatı pek cansız olan bir yer miydi?
Söz konusu devirlerde oldukça büyük bir bölgeyi kapsayan Aydın Vilayeti’nin
merkezi olan İzmir’de eski usulde öğretime devam eden medreselerin yanı sıra yeni
tarzda öğretim yapan ve sayısı gitgide artan modern okullar mevcuttu.1882 yılına ait
Salname-i Vilayeti Aydın, bize İzmir’de 15 medresenin varlığını bildiriyor. Bu
medreselerde Mahmut Esat (1857- 1918), Mansurizade Sait (1864- 1923) ve Mustafa
Kâmil Mar’aşî gibi şehrin tanınmış bilim ve sanat adamları ders veriyorlardı. Gene
salnamelerin verdiği bilgiye göre, İzmir’de ilk rüştiye 1860’da açıldı. Buna 1860’da
açılan Hamidiye Rüştiyesi’ni ilave edebiliriz. 1883- 1888 arasıda ise on tane yeni iptidai
mektep açılmıştır. 1900’den sonrada sayıları gittikçe artan özel okullar devreye girmeye
32Tahir, Alangu, Ömer Seyfettin, İstanbul:1968,s.97.
31
başlamıştır. Orta tahsilin üst kademesini teşkil eden idadi 1886’da, Hamidiye Sanayi
Mektebi 1892’de, Jandarma Alay Mektebi ise 1907’de açılır. II. Meşrutiyet’in ilanından
sonra da 1909’da Darülmuallimin, 1911’de İnas Rüştiye, 1914’te Darulmuallimat açılır.
Bu okulların öğretmen kadrosunun büyük bir kısmını İzmir fikir ve sanat hayatının önde
gelen isimleri oluşturmaktadır. Mahmut Esat Efendi, Mustafa Kâmil Mar’aşî, Halit Ziya,
Yusuf Ziyaeddin, Ömer Seyfettin, Baha Tevfik, Bıçakcızâde Hakkı gibi kimileri ülke
çapında isim yapmış kişiler söz konusu okulların eğitim kadrosunda bulunurlar.33
Söz konusu dönemde Türk çevrelerinde ortaya çıkan fikir ve sanat hareketlerine ve
olgularına kaynaklık eden merkezleri anlamak istersek, herhalde devrin toplumunun
içinde yaşadığı kültürel ortama veya kültür kurumları sistemine bakmamız gerekir. Bu
kurumları geçmişten günümüze ortaya çıkış tarihine göre şöyle sıralaya biliriz: Cami ve
medreseler, kütüphane ve kıraathaneler, tekke ve zaviyeler, resmî ve özel modern
okullar, matbaalar, gazete ve dergi idarehaneleri, tiyatrolar, kültür ve sanat dernekleri.
Bu kültür kurumlarına tarihi bir açıdan baktığımız zaman, ilk olarak söz konusu
dönemde İzmir’de 69 cami ve mescit bulunduğunu Münir Aktepe’nin yaptığı
araştırmalardan anlıyoruz.34 Bu cami ve mescitlerin yanında çoğu zaman birer medrese
de bulunmaktaydı ki aynı araştırmacının tespitine göre bunların da sayısı
kırkayaklaşmaktaydı.35 O devirde genel olarak “ulema” terimiyle ifade edilen din
adamları imam, hatip ve müderrisler bu kurumlarda bir taraftan halka dinî ibadetlerin
yapılmasında rehberlik ve öncülük yaparken bir taraftan da vaazlar veriyor, camilerdeki
kütüphaneleri idare ediyor, öğrenci yetiştiriyor ve dinî konularda eserler kaleme
33Ö.Faruka , Huyugüzel,.g.e., s.23. 34 Münir, Aktepe, “Osmanlı Devri İzmir Cami ve Medreseleri Hakkında Ön Bilgi I-II” İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Enstitüsü Dergisi, nr.3. 4- 5, İstanbul:1971, 1974. 35 Münir, Aktepe, “İzmir Şehri Osmanlı Devri Medreseleri hakkında Ön bilgi”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Enstitüsü Dergisi, nr.26, İstanbul:1972, s.97- 117.
32
alıyorlardı. İncelediğimiz dönemde camilerde “imam-hatip” ve “hafız-ı kütüp” olarak
çalışan tanınmış kişiler arasında; Abdulkadir bin Derviş Mehmet İzmir’i, Hasan Akif ve
Rakım Erkutlu’yu; medresede ders verip öğrenci yetiştirenler arasında da Yozgatlı
Mustafa Keşfi’yi, Müftü Mehmet Sait’i, Mansurizâde Mehmet Sait’i, Mustafa Kâmil
Mar’aşî’yi, Şeyhzâde Ali Haydar’ı ve Kerküklü Şeyh Mehmet Nuri’yi sayabiliriz.
İzmir’de kültür merkezlerinden biri de kütüphane ve kıraathanelerdir. Her yerde
olduğu gibi burada da kitap ve okuma ihtiyacını uzun süre vakıf kütüphaneleri
karşılamıştır. İzmir’in en tanınmış ve en fazla kitaba sahip kitaplıkları, Hisar ve Kestane
Pazarı Camilerine ait vakıf kitaplıklarıydı. 1912 Temmuzunda, daha sonra Milli
Kütüphane Cemiyeti adını alan İlim ve irfan Encümeni’nce kurulan İzmir Milli
Kütüphanesi ise şüphesiz en büyük bilim ve kültür merkezi olarak yıllarca halka ve
aydınlara hizmet vermiştir. Buranın açışlından sonra bazı özel kütüphanelerin kitapları
da Milli Kütüphane’ye intikal etmiştir. Milli Kütüphane bugün de Türkiye’nin beş büyük
kitaplığından birisi olarak kültür hayatındaki önemini korumaktadır.
Yerli Müslüman halka hitap etmemekle birlikte, İzmir’de Frenk Mahallesi’ndeki
Levantenlere ve azınlıklara ait kütüphaneler de vardır. Ahenk Gazetesi’nin 1903 yılına
ait bir sayısında yer alan bir haberden İzmir’de 3000 ciltlik bir Ermeni kütüphanesinin
varlığını öğreniyoruz.
Kıraathaneler de kütüphaneler ölçüsünde hizmet veren kültür kurumlarıydı.
Buralar İzmir’in aydınlarının toplandığı, fikir ve sanat ürettiği yerlerdi. Bezmi Nusret
Kaygusuz; “Bir Roman Gibi” adlı hatıralarında bazı İzmir kıraathaneleri hakkında bilgi
veriyor:
33
“ Eşraftan Mehmet ve Emin Efendilerle Halim Ağazade Halim Bey’in kurduğu
Fevziye Kıraathanesi, Beyler Sokağı’nda Ömer Lütfi Efendi’nin Askeri Kıraathanesi,
Tilkilik’te ise Giritli Hasan Efendi ile Ali Ağa’nın kıraathaneleri önemli kıraathaneler
arasındaydı. Askeri Kıraathane’de Bıçakçızade Hakkı, Baha Tevfik, Şahabetin
Süleyman, Yakup Kadri, Hamit Suphi ve Bezmi Nusret gibi yeni edebiyata yatkın
yazarlar toplanırken, Mevlevi Şeyhi Nurettin, Tokizade Şekip (1872- 1932),
Müstecabizade İsmet (1861- 1911) ve Hüseyin Avni gibi daha ziyade Mevlevilik ve
Bektaşiliğe meyilli gelenekçi yazarlar Ekmekçibaşı Kıraathanesine çıkarlardı. Maraşlı
Mustafa Kâmil, Müftü Mehmet Sait ve Rahmetullah Efendiler gibi medrese erbabının
toplandığı yer ise Tilkilik’teki kıraathanelerdir.”36
Bu dönemde İzmirdeki sosyal, kültürel ve fikrî hayatın ne denli hareketli, canlı
olduğunu ve toplumun her tabakasına yayıldığını göstermesi bakımından Bezmi Nusret
Kaygusuz’un ;”Bir Roman Gibi” adlı eserinde değindiği hatıralarına göz atmamız yararlı
olacaktır:
“En büyük topluluk, Tilkilik kıraathanelerinde görülürdü. Bu semt, o zamanlarda
İzmir’in en zevkli ve şerefli mevkii idi. Evliyazâde, Akosmanzâde, Uşakizâde,
Alemdarzâde ve İplikçizâdelerle Debbağ Hacı Mehmet Efendi, Abdulkadir Paşa, Ragıp
Paşa, Osman Paşa aileleri ve onların akran ve emsali hep burada otururlardı. Tilkilik
Mahallesi; güzelliği, şirinliği itibariyle Beyler Sokağı’na fâikti. Aynı zamanda kalabalık
mahalleler arasında olduğu ve meydanın ortasında asırdide söğüt ağaçları bulunduğu için
Tilkilik kıraathaneleri bilhassa yazın halk ile lebaleb dolardı. Evlerimize yakınlığı
sebebiyle birçoklarımız geceleri oraya çıkardık ve geç vakte kadar eğlenirdik.
36 Ö.Faruk, Huyugüzel, a.g.e., s. 27- 28.
34
Burada görüştüklerimden Taşlı Oğlu Doktor Ethem Bey’i, Doktor Şükrü Osman
Şenozan’ı, Maraşlı Mustafa Kâmil Efendiyi, Kadıhanlı Emin Bey’i, Müftü Sit Efendi’yi
pekiyi hatırlıyorum.”37
Ayrıca İzmir ve çevresinde matbaaların ve basın-yayın hayatının canlılığının
Osmanlı kültür hayatındaki etkinliğinden de bahsetmeliyiz. Bölgenin sosyal yapısı,
değişik din ve milletlerden insanların aynı coğrafyayı paylaşması, kültür hayatındaki
çanlılığın en önemli sebeplerinden birisi olup fikir hayatının canlılığında ve gelişmesinde
etkin bir yere sahiptir.
Yahudiler tarafından 17. Yüzyılın ikinci yarısında kurulan ilk matbaayı daha sonra
Rum ve Ermenilerin kurduğu matbaalar izler. Bu matbaalarda tek tük Türkçe eser
basılmış olmakla birlikte, sürekli Türkçe eser basan ilk matbaa 1868’de kurulan “Aydın
Vilayeti Matbaası” olmuştur. Dolayısıyla Türkçe basın-yayın hayatının da İzmir’de bu
tarihte başladığı kabul edilir.38
İzmir, Osmanlı Devleti’nde kültürel gelişime öncülük eden bir merkez olup,
Osmanlı Devleti’nde yabancı dille çıkmış ilk gazetenin yayın yeri burasıdır. Bu gazete
1824 Ocağında “Carles Tricon” adlı bir tüccar tarafından çıkarılan “Le Symirneen” idi.
1824- 1827 arasında çıkan “Spectateur Oriental’i” bir süre yayınlayan ünlü gazeteci
“Alexander Blacque”(1792- 1836) ise daha sonra devletin yabancı dille çıkmış ilk resmî
gazetesi sayılan “Le Moniteur Ottoman’ı” çıkarmak üzere II. Mahmut tarafından
İstanbul’a çağrılmıştır. Tamamını dikkate aldığımızda İzmir’de Cumhuriyet’e kadar
37Bezmi Nusret, Kaygusuz, Bir Roman Gibi, İzmir Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayınları,2002, s.41. 38Ö.Faruk, Huyugüzel, , a.g.e., s.23.
35
çıkmış ve bazısı uzun süre yayımlanmış Fransızca gazetelerin sayısı otuzu aşmaktadır.
Aynı şeyleri Rumca gazeteler için de söylemek mümkündür.
İlk Türkçe gazete ise 1869’da çıkan ve II. Meşrutiyet’in son yıllarına kadar devam
eden vilayetin resmî gazetesi “ Aydın” olmuştur. Takvim-i Vakayi’den 38 yıl, ilk vilayet
gazetesi “Tuna’dan” dört yıl sonra çıkmaya başlayan “Aydın’ı” yayımlayan Mehmet
Salim Efendi idi. İzmir’in ilk Türk gazetecisi olmak şerefi ona aittir.
Sultan Abdülhamit Devri’nde bu şehrin basın hayatını “Hizmet” (1886- 1931),
“Ahenk” (1895- 1930) ve “İzmir” (1896- 1909) gibi büyük ve uzun süreli gazeteler
doldurdular.39
Gazetelerin yanı sıra birçok derginin de yayınlandığını görmekteyiz. Yine değişik
fikir ve düşüncelerin ele alındığı dergilerden bazıları şunlardır: İlk çıkarılan dergi Nevruz
(1884), bir meslek dergisi olan “Osmanlı Ziraat ve Ticaret Gazetesi” (1907- 1928), bir
sağlık dergisi olan “Hıfzussıhha” ve Türkçü veya Turancı fikirlerin yer aldığı “Tan”,
“Gençlik”, “Yeni Hayat” ve “Türk Çocuğu” gibi…
Bu gazete ve dergilerde yazılar yazan şair ve yazarların ünü, Ege’nin dışına taşar.
Halit Ziya, Eşref (1847- 1912), Tokizâde Şekip, Şahabettin Süleyman, Necip Türkçü ve
Baha Tevfik bunlardandır. Ege çapında şöhret yapmış, fikir ve edebiyat tarihimizde
ikinci planda yer alan önemli şair ve yazarları da şöyle sıralayabiliriz: M. Nuri, Şeyh
Nurettin, Tevfik Nevzat (1865- 1906), Bıçakcızâde Hakkı, Maraşlı Mustafa Kâmil,
Yenişehrizâde Eyüp, Ruscuklu Nuri, Ömer Selahattin, Mahmut Fuat, Mehmet sırrı,
Ahmet Cemil, Hüseyin Rıfat, Hamit Suphi vs.
39 Ö.Faruk, Huyugüzel, a.g.e., s. 24- 24.
36
Hakkında araştırma da yaptığımız Mustafa Kâmil Mar’aşî ve onun gibi yazarların
şöhretinin sınırlı olduğunu ifade etsek de, bulundukları coğrafya içinde oldukça iyi
tanınan ve fikirleriyle sosyal ve içtimâi hayata derin tesirleri olan, eğitim ve öğretim
hayatına yön veren şahsiyetler oldukları da açık bir gerçektir.
Yine anladığımız kadarıyla, bu değişik fikirlere sahip aydınların, fikrî ve felseî
konuları açık yüreklilikle hem gazete ve dergilerde, hem de kıraathane ve
kütüphanelerdeki sohbet ortamlarında tartışabildiklerini görmekteyiz. Belki bunda sosyal
konjonktür gereği farklı fikir ve düşünceye sahip toplulukların bir arada yaşamak
zorunda olmasının da etkisi vardır. Bu ortam her türlü fikir ve düşüncenin kendini
savunması ve ifade edebilmesine olanak sağlayan bir hoşgörü ortamını da zorunlu
kılmıştır.
Mustafa Kâmil Mar’aşî, serbest fikirli bir kişiliğe sahip olmakla birlikte, eski tarz
eğitim almış bir kişidir. Ancak, sarığını bir tarafa kor, muhabbet ortamındaki münakaşa
ve tartışmalara tüm içtenliğiyle katılırdı. Eski tarzda şiirler yazmasına rağmen, Türkçenin
sadeleştirilmesi tezini müdafaa etmiş, ünlü Şair Eşref’le müstehcen diyebileceğimiz
üsluplara bile varan tartışmalarıyla, dönemin basın ve yayın organlarında adından söz
ettirebilmiştir.
Verdiğimiz tüm bu bilgiler Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadar İzmir’de oldukça
canlı bir kültür, sanat ve felsefe hayatının bulunduğunu, Aka Gündüz’ün yukarıda
kaydettiğimiz sözlerinin gerçeği pek yansıtmadığını açıkça ortaya koymaktadır. Bu
devirde başka merkezlerde, söz gelimi Bursa’da 200 kitap yayımlanırken, İzmir’de
450’den fazla kitap yayımlanmış olması da, bu şehrin Osmanlı kültür hayatının önde
gelen kültür merkezlerinden birisi olduğunu ispatlayan önemli hususlardan birisidir.
37
II. BÖLÜM:
MUSTAFA KAMİL MAR’AŞÎ’NİN EDEBÎ VE FELSEFÎ
DÜŞÜNCELERİ
A. Edebî Düşünceleri:
1. Hikâyeciliği:
Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin, “Küçük Hikâyeler” başlığı ile yayınladığı küçük
hikâyeleri bulunmaktadır. Bu hikâyelerinde, döneminin sosyal problemlerine eğilen
yazar; sefahat, kötü Fransız mürebbiyelerin yol açtığı zararlar, israf ve gösteriş
merakı, ölçüsüz gece hayatı, yanlış evliliklerin doğurduğu problemler ve köylülerin
cehaleti gibi konuları daha çok Ege Bölgesini dikkate alarak ele almış, konularını
didaktik ve ahlâkî bir anlayışla hikâyelemiştir. Aslında bu problemler diğer bütün
Osmanlı şehirlerinde de bulunmaktaydı. Ancak, Mustafa Kâmil Mar’âşi kendi
yaşadığı çevrenin problemlerine eğilerek hedef kitlesine hitap etmeyi uygun
bulmuştur. O, bunları “Ahenk’te”, “Vazifelerimizden” yazı serisi ve dille alâkalı
makaleleriyle aynı zaman dilimi içinde yazmıştır.
Bu hikâyelerde ortak olan nokta, hepsinin de parlak birer tasvir ihtiva etmesidir.
Bunlar genelde fonksiyonel tasvirler olarak görülebilir. Hikâyelerin kahramanları
yerli halktandırlar. Bunların bir kısmı Müslüman halktan kişilerken, bir kısmı da
Müslüman olmayanlardandır. Fakat bu özelliklerinin, hikâyelerin kuruluşuna pek de
etkisi yoktur. Bütün hikâyelerde dikkat çekici birer mesaj da verilmektedir. Her
hikâyenin belli bir amaca hizmet etsin diye kaleme alındığı bellidir. Mustafa Kâmil
Mar’aşî’nin hikâyelerinin sayısı ondur.
38
Birinci hikâyesinde; sefahete düşen birinin nasıl har vurup harman savurduğu,
elinde avucunda neyi varsa zevk ve eğlence yolunda nasıl saçtığı ve sonra nasıl kötü
duruma düştüğü anlatılmaktadır. Osmanlının son döneminin sosyal yapısını gözler
önüne sermektedir. Bir tarafta zenginler zevk ve eğlence içinde bir hayat sürerken,
halkın diğer bir kısmı sefalet içinde yaşamaktadır. Batı eğlence ve yaşam tarzının yol
açtığı tahribat gözler önüne serilmektedir. Bu da toplumdaki insanlar arasındaki
saygı sevgi ve hoşgörü ortamını yok etmektedir. Çünkü, zenginler fakirin halinden
anlamaz ve kendi zevk âleminde yaşarken, yoksulların çekmiş olduğu sıkıntılar ve
zor koşullar aradaki bağları koparmaktadır. Bu durun da toplumu içten içe
kemirmektedir. İşe Mustafa Kâmil Mar’aşî bu hikâyesin de bu durumu
resmetmektedir.
İkinci hikâyesinde; Osmanlının son dönemlerinde adeta bir moda haline gelen
yabancı mürebbiyeler ve onların yarattığı sosyal problemleri ele almaktadır. Esasen
hikâye iki kısımdır.
Birinci kısımda; Fransız mürebbiye elinde yetişen ve ondan hoş görülmeyecek
alışkanlıklar kapan bir kızın hikâyesini anlatmaktadır. İkinci kısımda ise, evlendikten
sonra bu alışkanlıklarının kocası tarafından hoş karşılanmaması ve boşanmaları, bu
durumdan aşırı derecede rahatsız olan babanın durumu anlatılmaktadır. Ele alınan bu
konu, sadece o bölgede değil, varlıklı ailelerin bulunduğu, İstanbul başta olmak
üzere, tüm Osmanlı ülkesinde yaşanan ve toplumu derinden yaralayan bir olgudur.
Üçüncü hikâyesinde; Anadolu insanının, değişik din ve ırkta insanların, bir
arada yaşadığı sosyal ilişkiler anlatılmaktadır. Bu hikâye de iki bölümden
oluşmaktadır.
39
İlk bölümde, Yanyalı Petros’un evlenip ikisi kız üçü erkek beş çocuk sahibi
olunca orada geçinme imkanının kalmadığını görüp Memiş Ağa’nın köyüne gelerek
ona çiftçi uşağı olması ile; Memiş Ağa’nın, boş bir kuruntu ile sahip olduğu malla ve
mülkle diğer köylülere övünmesi, oğlu Veli’nin düğünü için, imkanlarının da üstüne
çıkıp borçlanarak düğün yapması; İkinci bölümde ise, anlaşılan, tutumluluğu
sayesinde oldukça zenginleşip itibar kazanan ve köyün bağlı olduğu kazanın idari
meclis azası olmuş bulunan eski uşak Petros’un, bir kır gezisine çıkışı, öğlen
vaktinde, sabık efendisinin yeni koyun çobanının, kendisine tembih edildiği gibi tam
yemek vaktinde, koyun etinden hazırladığı kuzu kebabını sıcak sıcak getirişi ve yeni
efendinin iltifatına nail oluşu anlatılmaktadır.
İşte yine toplumun kanayan bir yarasını, lüks ve gösteriş merakının doğurduğu
israfı ve sonuçlarını, Mustafa Kâmil Mar’aşî kendine has üslubuyla ortaya
koymaktadır.
Dördüncüsünde; bir memurun hayatı ve başından geçenler anlatılmaktadır.
Yine bu hikâyesi de iki bölümden oluşmaktadır.
Birinci bölümde; Altı aylık bir memuriyet için Kosova’ya giden ve fakat
orada, bir hastane vefat ettiği bir mektupla bildirilen Hecrî Beyin, geride, devletin
kendisine bağladığı cüz’’i maaşla üç çocuğu ile kalakalan ailesinin, bir vesile ile,
küçük çocuğu Zeki’yi evlatlık vermesi; İkinci bölümde ise, ibtidaî, rüşdiye, idadî ve
mekteb-i âlîyi hep birinci olarak bitirmesine, devletin kendisine memuriyet teklif
etmesine rağmen velinimetinin isteği üzerene onun çiftliğinin başına geçmesi,
mektepte öğrendiği yeni fenni bilgileri uygulayarak beş altı kat verim alması,
velinimeti Semih Beyin sıhrî akrabalığına da nail olması anlatılmaktadır.
40
Görüldüğü gibi Mustafa Kâmil Mar’aşî, hikâyelerinde yaşadığı toplumun tüm
yönlerini, başarı ve başarısızlıkları, ortaya koymaya çalışmıştır. O karamsar bir yazar
olmayıp realist bir çizgiyi takip etmiştir.
Beşinci hikâyesinde; okumanın önemini yine kendi üslubuyla ele almış ve
hayatın seyri içinde sunmayı başarmıştır. Mevlüt adlı bir köylünün başından
geçenlerin konu edildiği hikâyede şunlar anlatılmaktadır: Mevlüt, kış ihtiyacını
karşılamak için bir tüccardan harmanda veresiye borç alır. Kışın yağmurda çamurda,
yazın sıcak altında bin bir güçlük çekerek çalışıp emek ederek ürün elde eder. Elde
ettiği ürünü borç aldığı tüccara, tamamen onun istekleri doğrultusunda vermek
zorunda kalır. Öyle ki, mahsulünün değeri altmış beş lira iken, beş bin kuruşa satmak
zorunda kalır. Okuma bilmediği için bu durumu sineye çeker. Mevlüt, bu duruma
öyle içerler ki tepkisini kendi kendine “Ah! Bir okuyaydım, iki rakam
yazabileydim!” diye iç geçirerek ortaya koyar.
Mustafa Kâmil Mar’aşî, bu hikâyede yine toplumun problemlerinden birini,
halk içinden kahramanlar seçerek ortaya koymuştur. Aslında diğer hikâyelerinde
olduğu gibi bu hikâyesinde de, her toplumda önemsenmesi gereken toplumsal bir
yaraya, eğitimsizliğe ve eğitimsizlik sonucu ortaya çıkabilecek haksızlıklara ve
sömürüye işaret etmektedir. Sömürü diyorum; çünkü insanların bilgisizliğini fırsat
saymak ve bu durumda istifade etmek, emeğin karşılığını vermemek başka ne
olabilir ki? Üzücü olan da bu durumun hala devam ediyor olmasıdır.
Altıncı hikâyesinde; bir gencin arzu ve isteklerini, beklentilerini ve hayatın
gerçeklerini ele almaktadır. Güzel yaşamayı seven bir gencin, oklunu bitirdikten üç
41
buçuk yıl sonraki hayatından bir kesit aktarılarak gencin hayalleri ve hayatın ona
getirdikleri resmedilmektedir.
Genç soğuklamış ve hastadır. Doktor ilaç vermiş, neleri yememesi gerektiği
konusunda kendisini uyarmıştır. Bu genç, kaçırmak istemediği bir parti daveti
almıştır. Oturduğu daire itibariyle bir araba tutup davete gitme imkânı yoktur.
Kendisini gayet bitkin hissetmesine rağmen davete yürüyerek gitmiş, orada da
perhizine uymamış, dönüşte de yine yürümek zorunda kalmıştır. Evine geldiğinde
kendini güçlükle içeri atar ve kanepeye uzanır. Gözü diplomasındaki tarihe ilişmiştir.
Hâlbuki o, dört yıl sonrası için ne hayaller kurmuştur. Ancak daha üç buçuk yıl
olmuştur. Sabah olurken bu genç, ebedi haclegâhına dalıp gitmiştir.
Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin, bu hikâyesinde de insanların nasıl planlarsa
planlasınlar, hayatın getirecekleri karşısında ki çaresizliğini güzel bir uslubla ortaya
koyduğunu görmekteyiz. Aslında bu hayatın aldatıcı zevklerinin gelip geçiciliğini
ifade etmesi, insanların kendini dünya zevklerine tamamen kaptırıp başka gerçekleri
nasıl unuttuklarını göstermesi bakımından da ibret vericidir.
Yedinci hikâyesinde; hikâyelerinden bir örnek olarak yedinci hikâyesini de
tezimize aldık. Bu hikâyesinde; babası öldüğü için, zayıf ve dul bir kadın olan
annesinin yetiştirmek zorunda kaldığı, iyi bir yetişme ortamı bulamamış bir genç
kızın hayata hiç hazır olmadan evlenmesi ve daha evliliğinin ilk gününde kırdığı
potlarla kocasının kendini terk ederek boşaması anlatılmaktadır. Bu hikâyesini,
hikâyelerine bir örnek teşkil etmesi bakımından tezimize aynını almayı uygun
bulduk.
42
Küçük Hikâyeler- 7
İşte bütün bir tehalükle ta şebabet âlemine ayak bastığı günden beri beklediği
leyle-i zifafa üç buçuk saatlik kadar cüz’î fakat sürekli bir zaman kalmış idi.
Etrafını kaplayan cemiyet efradının şevkine gönlünün bütün kabiliyetiyle iştirak
ettiği halde yüzündeki alâim-i şetareti benekli duvağın koyuca gölgesinde setre fırsat
bulmak için müşkilât çekmiyordu. Acaba bunlar yine hayal-i ham mı idi.
Bu cemiyet onun on, on iki senelik hayatı nesini kaplayan adeta hakikate
inkılâp derecelerini bulan tasavvurun, tahayyülün nazarında temessül etmiş timsali
mi?
Hayır...! Hayır...! Hakikat, hem de pekâlâ bir hakikat idi; fakat, ah! Fakat yine
inanamıyor, yine tereddütten kendini alamıyordu.
Kendisiyle bir vakitler bütün o hayalâta dalmış, çıkmış, düşmüştü. Artık çoluğa
çocuğa karışmış akranı, emsali onu bir hiss-i memnuniyetle kucaklıyor, tebrik
ediyor; işte bu tebrikler, bu tes’idler onu hayale zehabdan uzaklaştırıyor, hakikatin
a’mak-ı inşirahına atıyor, sevindiriyordu.
Nasıl sevinmesin, tali’ onu kendisiyle doğup büyüyenlerin en âdî derekesine
indirdiği için daha yirmi yedinci bahar-ı ömründe kendisini böyle bir bahtiyarlığa
tesadüf ettireceğine ihtimal vermiyor idi.
Kapıları küçük bir sofaya açılan biri birinden farklıca iki odasının büyüğü, beş
seneden beri müşfik validesiyle beraber kendinin, üç seneden beri de yalnız başına
mahsul-i desti olan eşyanın bu fakirhaneye tek tük düşürdüğü bir iki guruşun, büyük
43
müşkilât ile tasarruf edilebilen fazlacığıyla kendisini pek çok seven birkaç zengin,
asilzade familyaların mürüvvetmendane ianeleri yekûniyle donadılmış, hemen hemen
bir gelin odası haline getirilmiş idi; diğeri de aynı suretle, aynı yardım ile bir yatak
odasına benzetilebilmiş idi.
Kendisinden, bir de üç sene evvel onu arkasında bırakarak bu âlem-i fenaya
veda’ eden zavallı valideciğinden ibaret şu küçük ailenin velinimetleri, pederleri
daha evvel irtihal etmiş, bunları böyle kimsesiz bırakıvermiş idi. İaşeleri yüz guruş
tekaüt aylığıyla el işlerine münhasırdı.
(Rebia) işte daha on bir yaşında mürebbi-i hakikîyi kaybetmiş, terbiyesi,
tekemmülü, ıslahı tecrübesiz validesine geçmiş, ona ait olmuş idi. Refikinin ansızın
gaybubet-i ebediyeye uğramasından beyni sarsılan zavallı kadın bütün bütün
yalnızlığa tahammül edemeyeceğini pek yakından derk edebildiği için bir tanecik
kerimeciğinin öyle tazyikler altında kalmasına, o suretle büyümesine dikkat edemez,
sıhhatini haleldar ederim korkusuyla ona bir şey söyleyemezdi. Rebia işte böyle
serbest büyümüş, o derecede ki validesi onu değil, o validesini zîr-i tahakkümünde
tutuyor, en küçük bir arzusunu yerine getirmekte -vüs’ünün yettiği mertebe- hiç
tereddüt etmiyordu.
Bahar-ı inşirahının feyizli sabahını annesinin en mütehaşi yavruları
ürkütmekten âciz hilmiyet-i na-mahdudesi ibtidayı şebabının mütehassıs baharını
yine o müşfik çehrenin mülayim tabiati Önünde geçiren bu kızı, onu terbiye-i
fikrîyeye malik edebilecek müessir sözlerden mahrumiyetle beraber iaşelerinin
darlığı münasebetiyle mektep yüzü de görmemiş, vazifesini, gündüzleri kendisini bir
teklifsizlikle eğlenceliğe kabul eden bazı familyaların hemen mudhik bir âfetrîsi
44
olmak üzere tanımış, işte öylece büyümüş, öylece serpilmiş, yani terbiye-i fikrîyenin
ismini bile öğrenmek değil, bir kere işitmemişti.
Sinn-i temyize vusulünden evvel pederini kaybetmiş olması onu, zevç ile
zevcenin muamelât-i mütekabilesine dair bir fikr-i mahsus edinmekten de mahrum
bırakmış idi. Sinni-i civanîye mahsus yolu hemen yarıladığı halde zavallı kızına o
hayırhah familyaların delâlet-i insaniyet kâraneleriyle karşısına çıkarılan şu
haclegah-ı saadete boş, hem de pek boş gidiyordu.
Zevç ne idi? Ona karşı yapılacak muamele-i ta’zimiye neden ibaret olabilirdi?
Alışmadığı bu hayat-ı icitimaiyede nasıl, ne suretle yürümek, ne yolda adımlar atmak
lâzım idi? Bunları hiç bir suretle görmemiş, daha doğrusu görmeğe hal, mevki müsait
olmamıştı. Bir dehan-ı hikmet açılıp da bunlardan ona bir nebzecik bahsedememiş
olmasına hep tali’, o menhus tali’ sebepti.
Ah ne olurdu? Hiç olmazsa biraz okumağa, anlamağa kudreti olabilse idi! Hiç
kimseye istediği gibi açamadığı şu cehaletini sadık dost ve vefakâr muhip olmak
üzere tanıyabileceği kitabını açar, ondan istimdat eder, onunla istişare edebilir, ondan
belki bütün bu bilmediklerini öğrenebilirdi!
Ah! Bu da yok, bundan da mahrumiyet!...
Neye müracaat edebilecekti? Düşünüyordu. Arkadaşlarının halleri zerre kadar
kendisine benzemeyen, mevkice beyinlerinde asla münasebet tasavvur edilmeyen
sevgili hemşire hanımların ona bu yolda bir fikir vermeleri ara sıra vaki oluyor,
kendisine telkinat-ı muhtelifede bulunuluyordu.
45
Fakat bu sözler onun haliyle, mevkiiyle münasip değildi. Bununla beraber yine
dinliyor, içlerinden işine gelecekleri -serbest genç- kabulde zerrece tereddüt
etmiyordu. Bunların içinde en ziyade hoşuna giden kapı komşusu Fikrîye Hanım’ın
mütalâası oldu. Bu zaten beslediği mesleğe muvafık, kendisi de zaten o mütalâanın
mürevvici, o fikrîn taraftarı idi.
İşte öyle haline mutabık, öyle düşünülmüş sözler ki hakikaten redde, itiraza,
muhakemeye lüzum yok.
“Kız, sakın kocana yasılma, onu bu geceden hükmünün altına almak gerek,
sonra başa çıkarmanın hükmü kalmaz; kendini icabına göre şimdiden sert, müsrifçe
göstermelisin ki sonra bir elbise diktirmekte, bir şey yaptırmakta zahmet çekmene
mahal kalmasın. Yoksa sonra bana döner, söylediğini bir kerede değil, bin kerede de
yaptıramazsın. Anladın mı? Sözümü iyi dinle, sonra bana dua et!”
* * *
Güneş sanki bir betaet-i mücesseme kesilmiş de bütün gönüllerden kendisini
bir an evvel karargâh-ı mevkiine isal için fırlatılan nezair-i istiskali bir nazar-ı
bîkaydî ile mukabele ederek yavaş yavaş guruba süzülüyor, her gün bir günlük ömr-i
beşerin mezar-ı mağribine en sür’atli adımlarla koştuğuna bedel, bugün hatve-i
iştiyakını pek kesik, pek gevşek alıyordu. Hatta ufuktan döktüğü nigah-ı tehassür
bugün zemini haddinden çok işgal eylemiş, alkışlamıştı. Her vakit ancak bir saniye,
bir dakikadan çok ömür süremeyen o hafif, son ziyalar bugün hemen bir asra muadil
azametli bir zaman kadar yaşamışlar kıyas olunuyordu.
46
Şimdi artık herkes avdet ediyordu; daha bir müddet devam eden resm-i
veda’dan sonra (Rebia) bir kaç valide dostuyla haclegâhın içinde olanca tezyinatıyla
salmıyordu. Lâmbanın sarıya mail beyaz renkli şu’lesinden dökülerek pencere
perdelerinin asıldığı sarı renkli parlak kornizelere ve bir vaz’-ı gayr-ı mütenasipte
duvara asılı duran bir kaç levhanın sarılı siyahlı çerçevelerine ilişen şuaat döne döne
Rebia’nm saçları arasına yayılan parlak tellerin uçlarına dokundukça dalgalanıyor, o
müzeyyen odanın tabakat-ı havaiyesi arasında bir bahr-i huruşan oynaklığıyla
çalkanıyordu.
Birden bire kapı açıldı, içeri giren ihtiyar bir kadını müteakip kırk beş
yaşlarında, iri yapılı, siyah, kaba bıyıklı, esmer, kara kaşlı, kara gözlü, çatık kaşlı,
uzunca yüzlü birisi göründü. İşte bu Rebia’nm ümid-i istikbali idi.
İki pencere arasına sıkıştırılan kanepenin tamam orta yerine oturdu. Kendisine
mevsuku’1-kelâm pek çok zevat-ı muhterem tarafından hal ü şanı -zevcelerinden
naklen- anlatılan bu kızı ilk görüşte hakikaten sevmiş idi.
Diyar-ı Bekir vilâyetine mülhak kazalardan birine mensup olan güveyi Kerim
Efendi işte: Ancak doğruca bir imlâ yazabilmek iktidarına malik olduktan sonra
Dersaadet’te bir daire-i resmîyeye intisap etmiş, orada bir kaç seneler geçirdiği
mülazemeti müteakip geçinebilecek bir maaşla memuren İzmir’e gönderilmiş idi.
Memuriyetinin beşinci ayı âgus-ı kısmetine düşen bu genç ile hem bezm-i visal
bulunuyordu.
Kerim Efendi Anadolu’nun pek metin usul-i terbiyesi altında büyümüş,
kadınlar hakkında da yine memleketine hâsıl bir itikadı itiyat edinmiş, küçükten
fikrîne yerleştiği âdât-ı milliyesinin en ehemmiyetsiz bir noktasını hatırından
47
çıkarmamakta senelerce ısrar eylemiş, muannit, hasis, âkıbet endiş; bununla beraber
fikrîni pek ziyade ta’mik ile zihnini yormaz, muhakemesiz idi. Az düşünür, neticeyi
bulmak için lâzım olan iktidardan mahrum, değersiz bir lâkırdıyı i’zama da vesile
arar, insaniyeti geç, kusuru tez görür, velhasıl tabiat-i umumiyesi itibariyle kendisine
titiz denilebilirdi.
Ertesi günü suret-i mahsusada hazırlanmış sabah sofrasında karşı karşıya
bulunuyorlardı.
Rebia zevcine karşı yapılacak muameleye, usul-i tedbire şimdiden başlamak
lüzumunu hissetti, hatırına ilk tedabür eden sözler Fikrîye Hanım’ın vesayası,
ihtarları oldu. Bir dakika kadar düşündü, cesaret edemedi. Fakat bir sevk-i derunî
onu gıcıklıyor, mutlak söyletmeğe mecbur ediyor idi. Yine düşündü. Fakat bu
düşünmek evdeki eksikliğe, levazım-ı beytiyenin nevakısna ait bir keyfiyet idi.
Sofanın kırılan bir iki camını taktırmak daha pek evvelden düşünülmüş bir mesele
idi. Kapı, ne vakitten beri kapaksız duruyordu, bu da bir lüzum, hem de tehlikeyi
ortadan kaldıracak şiddetli bir lüzum idi. Mutfak takımlarının eksikliği ondan geri
kalabilir mi idi? Faraza bir gaz ocağı elbet bir kömür ocağına müreccah idi; o,
boyasız, pek çirkin bir manzara teşkil ediyordu. Yanı başındaki evin boyandıktan
sonra kesbettiği hal göz önüne getirildi. Ya evin küçük avlusundaki kaba döşeme,
cüz’i bir masrafla mermere tahvil edilemez mi idi? Rebia işte hep bunları düşünmüş,
tasavvurda Fikrîye’nin tavsiye ettiği dereceyi -bilgisizlik hasebiyle- çoktan aşmış
idi.
Ta sofraya oturduğu dakikadan beri hazırladığı mütalâayı kuvveden fiile
getirmiş, onu, yarımşar, birer saat fasıla ile -güya kendisince- münasip düşürdüğü
48
birer zemin ile bir gecelik efendisine, on, on beş senelik bir refika-i hayat
teklifsizliğiyle anlatmış, biç de sıkılmamış idi.
Kerim Efendi üç saat sonra bu bir gecelik zevcesine bir tavr-ı garibane alarak
“Allah’a ısmarladık hanım” mukabelesiyle kapıdan çıktığı vakit bir daha girmemek
üzere bu bir gecelik misafirhaneye ebediyen veda etmiş, Rebia Hanım akşamüstü bir
sabırsızlıkla beklediği zevcine bedel, evine iki satırlı bir kâğıt parçasının girdiğini
görünce yine tali’den şikâyet feryadına koyulmuş idi.40
Görüldüğü gibi zengin bir anlatım gücü olan hikâyelerinin konuları, sosyal
hayatın gerçekleriyle örülü bir yaşam yansımasıdır. Bu anlamda realist bir tarzı
benimsediğini söyleyebiliriz. Hemen hemen bütün hikâyelerinde bu realist tarz göze
çarpmaktadır.
Sekizinci hikâyesinde; evlenme vaktini türlü bahanelerle geciktiren Necdet
adında bir gencin başından geçenler anlatılmaktadır: Necdet, İzmir’de yaşayan otuz
beş yaşlarında bir gençtir. Yıllar önce anne ve babasını kaybetmiş olan Necdet, ev
hizmetlerinde çalışan iki yaşlı kadınla beraber bir yalıda yaşamaktadır. Zaman zaman
evlenmeyi düşünse de çeşitli bahanelerle bu düşüncesinden vazgeçer. Hayatın
ritmine kendini kaptırır, gezerek ve eğlenerek İzmir ve çevresindeki güzelliklerin
yaşayarak günlerini geçirir.
Necdet, birçok romanımıza da konu olan evlenme kokusunu derinden hisseden
bir kişidir. Sorumluluk almaktan korktuğu için böyle bir düşünceye sahip olmuştur.
40 Ahenk, nr.1398, 22 Mart 1901.
49
Mustafa Kâmil Mar’aşî, hikâyelerinde daha çok yaşadığı çevredeki
şahsiyetlerden kahramanlar seçmektedir.
Dokuzuncu hikâyesinde; bir şehir düğününden bahsetmektedir. Düğün
hazırlıklarında israfa sebep olan bir annenin, gösteriş uğruna düşüncesiz harcamalar
yaparak ailesini düşürdüğü kötü durum gözler önüne serilmektedir.
Düğün, ailenin büyük kızı Lamia’nın düğünüdür. Anne, görenek belasıyla
aileyi altından kalkamayacağı bir yükün altına sokar. Elde avuçta olan yetmeyince,
bankadan, han karşılık gösterilerek fazla miktarda borç alınır. Alınan borç ödenemez
ve baba işini kaybeder. Bir mağazada zor şartlar altında kâtiplik yapmak zorunda
kalır. Evlenen kız kendi hayatını yaşarken, babasının ve ailesinin çektiği sıkıntılardan
habersizdir.
Gerçekten bu hikâyede de ele aldığı konu, gösteriş merakıyla yapılan işlerin
dramatik sonucunu göstermesi bakımından çok manidardır. Günümüzde de bu
kaygıların toplumumuzda hâlâ var olduğunu görmekteyiz. Böyle dramlara da şahit
olmaktayız.
Onuncu hikâyesinde; yine önemli bir konu işlenmektedir. Hikâyenin
kahramanı nişanlanmıştır ve gerek nişanlısına, gerekse onun annesine çok fazla
masraf da ettirmiştir. Ancak, nişanlım dediği kişi ve annesi bir sahtekâr çıkmışlardır.
Kahramanımız büyük bir hayal kırıklığına uğramıştır.
Psikolojik tasvirin çok renkli bir şekilde, derinlemesine bir duygu yoğunluğu
içinde anlatıldığı bu hikâyeyi de, hikâyelerinden bir örnek olması açısından tezimize
almayı uygun bulduk.
50
Küçük Hikâyeler 10
Şimdi tamam on iki seneden beri her gün şafakla beraber geceleri bir cism-i
bîruh hareketsizliğiyle gelişi güzel serildiği yatağından kalkarak uykuya kanmayan
gözlerini ıslak bir mendille sildikten sonra, maişetin ızdırab-ı elimi altına serdiği
yorgun vücudunu son altı günlük takatsizlikten mütevellit bir keselânla oracıkta,
istasyonun yanıbaşındaki kahvehanecikte muallak, sönük ziyalı lâmbanın hafif hafif
neşrettiği şuaata hedef olan bir köşedeki hasır sandalyelerden birine yığarak geniş bir
nefes aldığı vakit gözünü pembe pembe kızaran nargilenin ateşine dikiyor. Nargile
şişesinin içinde gayr-ı muttarit birer cesamet olan kürevî mevcelerin ara sıra çıkardığı
mahdut sadalar dimağını bilâ-ihtiyar uğradığı dem-i tefekkürden ayırıyordu. Yine
bugün de öylece kalkmış, cidal-i maişetine öyle başlamış, işlediği fabrikanın bir kûh-
i âhenîn azametiyle durmak dinlenmek bilmeyen cüsseli parçaları, heybetli kolları
karşısında mukavemetsûz bir kuvvetle çalışa çalışa, vüs’ünün yettiği mertebe uğraşa
uğraşa, oradaki büyük küçük makinelerin, çıkrıkların, vidaların, sabit çekiçlerin ardı
arası kesilmeksizin bir düziye çıkardıkdıkları müz’iç, bıktırıcı bin türlü sada-yı
ümran-nişandan beyni patlaya patlaya akşamı etmiş, işte köyün o en mutena
kahvehanesinde kendisine mahsus bir karargâh edinmiş idi.
Güneş engin bir taravetle salınan baharı, yeşil, zümrüdîn ağaçları, birer firaşe-i
hadra gibi döşenmiş sahraları, bağları, bahçeleri, o maî müstevi denizi velhasıl
kâinatın bütün güzelliklerini, tabiatın bütün taravetini, bütün inceliklerini temaşadan,
onlara son bir nazar-ı tehassür atfından ayrılamayacak bir halde kâinata veda ettiği
halde yine vücudunun pek yakında, nazarının bütün o güzelliklerde, o letafetlerde
51
olduğunu ispat eder bir surette gecenin ibtida eden kesif zulmeti içinde son
ziyalarıyla nuranî bir kıt’a-i şem’a işgal etmekten kendini alamıyordu.
Öteden ancak bir hilâl-i mazi şeklini bağlayabilen kamer güneşin
tehassüründen mütehassıl bir teessür-i tabiînin telâfisine çalışarak biraz zaman evvel
firdevsi andıran o muhteşem kâşane-i tabiatı uyutmamak için, bütün kuvvetiyle
baharın küşayişini, letafetini muhafaza için taraf taraf nurlar akıtıyor; bunlardan
denizin hissesine isabet edenler eski revnaklarına bir kat daha âb ü tâb vererek
karalara düşen bedbaht ziyalara karşı pek mağrurane tecellisaz oluyordu. İleride bir
alay kuş, lâne-i saadetlerine avdet için çırpma çırpma kopardıkları çığlıklarla oraları
şenlendiriyordu.
İşte bu zavallı, bu kâinat içinde saika-i bedbahtiye hedef olmuş yalnız kendisi,
evet! Hem de bir kişi kendisi olduğunu düşünüyor. Buna kat’î hükümler vermekte
hiç tereddüt etmiyordu. On iki seneden beri bir gün bile kalmadığı işinden başka bir
şey tanıyamamış, dostluğu ancak bir tezgâhta işlediği beş on ameleye hasretmiş idi.
İşte bu koca muhit dâhilinde ancak onları tanıyor, onları biliyordu. Başkasıyla
görüşmezdi. Zaten ünsiyet, ülfet peyda için medid bir zamana malikiyetten de
mahrum idi. Yerli olmadığı için haftada ancak işsiz kaldığı pazar günlerini hemen
hemen köyde geçirirdi. Haftada bir gün çamaşırlarını almak için iki seneden beri
köye devam eden yaşlı bir kadını validelik edinmiş idi. Her ihtiyacını ona gördürür,
her halini, her şeyini işte yalnız ona söylerdi. Ara sıra pek sıkıldığı yalnızlıktan da
söz açar, bazen bahsi kendisine münasip bir nişanlı bulmasını ricaya kadar ilerletirdi.
Geçen sene tenezzüh için köye alışan üç kız kardeşten büyüğü (Anjeli)’nin ara sıra
köye uğrayarak ikametgâhını ziyareti hep o bahsin neticesi idi. Şimdi o bütün bir
52
hiss-i mahremiyetle Anjeli’yi seviyordu. Yirmi yaşlarında olan bu dikişçi kız üç dört
sene evvel Teriste’den İzmir’e gelerek kendileri gibi bir kaç familyanın iştirakiyle
Bilâ-viste’de isticar ettikleri bir hanenin zemin katındaki odalardan iki
numrolusundaki odada ikamet ediyordu ki işte o genci tanımış idi. Anjeli her vakit
kendisine yakıştırdığı mevsime mahsus şık bir elbise ile âşıkının nazar-ı
muhabbetinde her pazar bir çiçek gibi salındıkça (Jorc) gönlünün bütün
mahkûmiyetiyle teslim olduğu ma’şukasına karşı ne yolda arz-ı hal etmek lâzım
olduğunu şaşırırdı, işte şimdiye kadar ancak fabrikasından başka karşısında bir şey
tehayyül edemeyen Jorc’un gözleri pişgâhında bir seneden beri Anjel’in mütebessim,
saf, billûrî likasının hayal-i dilârâsı görülmeğe başlamış idi. Fikrînin bütün
kuvvetiyle düşündüğü şey, işte o dildadesiyle bir aile teşkil etmek, bir sene evvel
köyün en güzel, en müntehap yerinde inşa ettirdiği iki odalı küçük bir köşkü, onun
nazarında her şeyden kıymettar olan şen, şatır vücuduyla şenlendirmek başlıca emeli,
şimdiye kadar yorulmuş olan vücudunu o peri-i bî-hemmalin âgûş-ı iştiyakında
geçirmek idi. Artık kendisini işte bir zamandan beri düşündüren yalnızlık, bedbahtlık
âlemine Anjeli hatime çekecek idi.
Akşamın zılâl-ı zalâmını andıran siyah dumanlarını afaka saçarak karşıdan
görünen şimendifer katarı yaklaşıyordu. Şimdi bir sevk-i derunî ile ayağa kalktı.
Orada duran tek tük bir iki yolcunun arasına sıkıştı. Yine bu hafta oraya gelen
çamaşırcı kadına:
- - Beklerim! Mutlak yarın için beklerim!..diyordu. Tren, istasyona tahsis ettiği
bir iki dakikalık ziyaretten sonra oralara ait o günkü vedamı ifa ediyormuş gibi
yürüyüşlerle uzaklaşıyordu.
53
Jorc son kamaradaki misafirine yüksek bir sesle karşıdan yine:
- - Beklerim! Beklerim! Diyor, güye emelini yüklemiş gibi medid bir intizarla
treni takip ediyor idi.
Ah! İşte yarın geleceklerdi. Onu şu küçücük cümle bütün bedbahtlıklardan, en
müdhiş melallerden kurtararak mes’udiyetin hadika-i inşirahına atmış idi. Yarım saat
evvel bütün vicdaniyle hükmettiği bedbahtlıklardan yeminler ederek rücû ediyordu.
Acaba şimdi kendisinden daha bahtiyar kimse tasavvur etmek kabil mi idi? Ertesi
günü nişanlısı Anjeli gelecek, on beş gün sonra da bütün bir teslimiyet-i kâmile ile
orada kalarak Jorc’un lâne-i miskinanesini bir saadethaneye ifrağ edecek idi. (Ona)
karşı en mukaddes vazifelerini ifa ettiği, en küçük bir arzusunu is’af için en mukavim
bir surette göğsünü, bağrını gererek her türlü bâr-ı giran meşakkati dûş-i
tahammülüne almakta zerre kadar tereddüt etmediği için o cihetle müsterihü’1-bal
sayılamaz mı idi? îşte bütün sermaye-i hayatını o işvekâr güzîninin isticlâb-ı
muvafakati yolunda döke döke on iki seneden beri dişinden tırnağından artırabildiği
bir iki yüz lirasını kâh bin türlü kırıklıklarla döktüğü dillere, kâh sebepsiz infiallerin
icap ettirdiği yakıcı serzenişlere nihayet vermek için hâsıl olan mecburiyetlere feda
etmekte asla çekinmemiş idi. Kendisinin de söylediğine emin olduğu için öyle âdet-i
cariyeye filân ittibaa lüzum görmüyor, drahomayı kendisi ve nişanlısına ihda
eylemiş, yani o hususlarda zerrece ihtiyatı mucib-i şeyn ve istihfaf addeylemiş idi.41
Yarın Anjel’i getirecek olan tren gözlerine nasıl hoş görünecek idi, sevgilisi ne
yolda vagondan atılarak ona nigâh-ı iltifatından hangi çeşidini bahşedecek idi. Ah!
Ona nasıl, ne yolda mukabeleler, muameleler hazırlanmalı idi. Acep onun en küçük
41 Ahenk, nr. 4045, 3 TS/Kasım 1909.
54
bir hoşnutsuzluğunu mucip hallerde bulunmamak için ne ne yolda hareket edilmek
lâzım gelecekti? İşte şimdi bütün bu hulya-yı fasih meserretin a’mak-ı hafasında
dolaşarak o gece gözlerini uykudan mahrum etmek lüzumunu daha evvelden
hissetmiş, ona kat’î hükmeylemiş, filhakika bu geceyi uykusuz geçirmiş idi.
Düşünüyordu. Rasime-i istikbali her kalıba sokuyor, yine bir tarafını eksik
buluyordu. Bu kadar noksan acaba Anjel nazarında mucib-i istihfaf olabilir mi idi?
Dimağının her köşesine dildadesinin muhteşem tasvirlerinden başka bir şey
aksetmiyor, tearic-i dimağiyesinin en güzel köşelerinde bile Anjel bulunuyordu.
Afitâb güya bir mehcuriyet-i mutlaka ile ayrılmış da tekrar iade ediliyormuş
gibi kemal-i tehassürle uğradığı kâinatı ilk ziyalarıyla yaldızlıyordu. Fakat bu, Jorc
için o kadar da seri addedilebilir mi idi? Heyhat!... Karşıda yeşil bir pûşîde-i rengin
ile örtülü menazır-ı bedîanın, duran güneşin şûa-i zerrini ile parlaya parlaya, nesimin
tesir-i vezaniyle salına salına sabahı selâmladığı görülüyor, deniz kendine ait,
güneşten beklediği iltifatlara kemal-i edeble muntazırmış gibi en küçük bir
hareketten bile kalarak seher zamanına has letafetle arz-ı inbisat ediyordu. Jorc
günün pazar olduğunu şaşırmış, tulûu müteakip istasyona inmiş idi. Treni her günkü
saatinde bekliyordu. Orada bin türlü telâşlarla aşağı yukarı dolaştığı sırada oracıkta
koşuşan bir iki çocuktan istimdada, ilk trenin ne olup da böyle geciktiğine suale bilâ-
ihtiyar mecbur olmuş idi.
- - Pazar değil mi ya? ! Mösyö !
Jorc, henüz masumiyetin cilvegâh-ı inşirahı olan bu küçük vücutların hiç bir
kayd-ı keşmekeşle mukayyet olmayan şu cemiyet-i masumenin o muhtasar sözleriyle
ikaz olunmuş, hissettiği hafif bir hacaletin sevk-i tesiriyle kemal-i itina ile tefriş ettiği
55
inzivahanesine çekilerek işte orada dar nefesler almağa başlamıştı. Ağzından
ihtiyarsız dökülen yeisli bir kaç sözler şu oldu:
Ah! İşte iki saat daha, ne medid intizar! Şimdi bütün tasavvuru İzmir İstasyonu
idi. Henüz katarlar tertip edilmemiş, aman ya Rab! Ne meskenet, ne atalet! Dünya
uyandı, kâinat uyandı, denizler, nehirler çoktan cûş u hurûşa, kuşlar vazife-i
ubudiyetlerini ifa ile tedarik-i maişete koyuldular; çiredest-i kudret olan bunca
mevcudat perde-i zalâm-ı gafleti çoktan çâk ettiler; en aciz, en miskin mahlûkat bile
yuvalarını betaethaneden başka bir şeye kıyas edemeyerek, ikametgâhlarında
duramamaya başladılar. İnsaniyet namı altında yaşayanlar hâlâ gunude-i bâlin-i
atalet! Medeniyet mahsulleri henüz âlûde-i sükûn ve meskenet!
İşte bütün bu muhakemat-ı sakime arasında fikrîni yürütüyor idi ki medid bir
sada-yı mu’ciz, hayır! Hayır! Bir sada-yı beşaretengiz onu ikinci defa olarak
istasyona davet ediyordu. Jorc büyük meserret içinde treni karşılamıştı. Oraya çıkan
bir kaç yolcudan başka bir şey görememişti. Bunu kendisine karşı sevgilisi tarafından
tasni’ edilmiş bir mülâtafa-i mahsusa olmak üzere kıyas ettiği için vagonları birer
birer nazar-ı dikkatten geçirdi.
Filhakika vagonlarda öyle bir aşinası olmadığını görmüş, gerçi bir kere beyni
donmuş ise de bunu vapura yetişememekten başka bir şeye hamletmek mümkün
olmadığından bu cihetini düşünerek ızdırabını teskine çalışıyordu. Derin bir
me’yusiyet-i elime altında ezilen vicdanını dinlendirmek için karşıki vadilere kadar
ihtiyar-ı sefere mecbur oldu. Oralarda bir saat kadar dolaşmış, ikinci vapurun vürudu
için lâzım olan bir buçuk saat fasılayı, o ızdırabâver zamanı geçirmek için pek çok
şeylerle uğraşmış idi. Artık vakit gelmiş olduğundan bir saik-i mücebbirin pîş-i
56
tehakkümüne girerek istasyona sevk ediliyordu. Afakı siyah dumanlarla lekedar eden
lokomotif çeşm-i tehassürüne iliştiği vakit Jorc, bütün kuva-yı hayatiyeden mahrum
bir heykel-i kaim vaziyetini almış, duruyor idi. Ah! işte yine me’yusiyet, yine
mahrumiyet-i muharrika!
Jorc bu defa fikrîni tahkim etmiş, bunu tenezzühün öğleyinden Soma’ya tahsis
edildiğine hamlederek buna suret-i kafiyede hükümler de vermiş idi; fakat nişanlısını
ta namazd resmînin icra edildiği günden beri her türlü tezyinattan, her arzularından
mahrum etmeyerek bu yolda hayli liralar sarf eden, elinden geldiği kadar
fedakârlıktan çekinmeyen böyle sadık bir âşıkın kendileri için bîr öğleyin ziyafeti
hazırlayamamasını vesile tutmak, binaenaleyh eğlenceyi yarı güne tahsis etmek
affedilecek hatalardan mı idi?
Şimdi o zavallı, bin türlü külfetlerle meydana getirdiği sofrayı yalnız başına
işgale çalışarak, bütün emelleri yarı sönük hayallerle pişgâhına sıralanmış olduğu
halde yemek yemeye çabalıyordu. Hemen hemen asırlara muadil, ızdıraplı zamanın
pay-ı tenezzülüne hedef ola ola kemal-i tehassürle beklediği öğleyin sonu trenleri de
birbirini takibe başlamış idi. Jorc her defasında bir me’yusiyet-i ümid-evrane ile gide
gele artık akşamı yaklaştırmış, son ümidini son katarın vüruduna yükleterek
kendisine karşı pek büyük sayılan şu adem-i infaz-ı va’din telâfisi için nişanlısının
işte o katarla nazar-ı tehassürünü tezyin edip akşam da orada vakit geçireceğini
tasarladığını düşünüyor, işte ancak bunda gönlünün tesellilerini arıyordu. Beklediği
misafirin o trenle de zuhur etmediğini görünce ruhunun en nazik köşelerinden
tereşşuh eden hûnîn-i izdırap içinde inleye inleye, kalbi müdhiş bir meyusiyet-i
mutlak altında ezile büzüle avdet etmiş ancak bunun büyük, hem de pek büyük
57
sebeb-i mücebbiri olduğuna hükümler, yeminler ederek o gece de nevmidane gönül
ızdıraplarıyla sabahı etmiş idi. İşte o düşünüyor idi ki Anjel dün mutlak bir hafta
veya daha sonra, daha evvel uğradığı bir derd-i tîz-i kahrın pençe-i zir-i helakinde
zebun, yahut yine öyle müthiş bir hastalığın netice-i vâhimesi, yahut onu bir felâket
icabı olarak genç, hem de pek genç yaşta şu fenaâbâd âlemin tiğ-ı sitemine
gerdandade-i teslim ve inkıyad olmuş da gunude-i hâk-i sükûndur. Evet! Evet! İşte
bu böyledir! Eyvah! O vücûd-ı müstesna böyle bahar-ı ömründe hemen solup
gidiverecek mi idi? Heyhat!
Jorc fikrîni bir türlü şu mütalâat-ı elimenin hükm-i tesir ve nüfuzundan
ayıramıyor, mütalâasını bu vadiden başka bir yolda yürütemiyor, başka türlü
düşünemiyordu. Maddeten sebep göstermedikçe bir günlük devamsızlığı mucib-i
nekbeti olacağı -imza ettiği mukavelename icabından olduğunu bildiği- için öyle bir
gün işinden feragat istikbalini mahvetmiş, hem de eğer Anjel ber-hayat ise onunla
kuracağı kâşane-i istikbalin esasını şimdiden rahnedar eylemiş olacağı için pazardan
evvel İzmir’e gitmek muhal değil mi idi? Gönderdiği haberlere, yazdığı varakalara,
mektuplara hep sükût-ı mukabele ediyordu. Bütün o şems-i hakikati kendisinden
saklayan kesif bulutlar nasıl dağıtılmalı idi? Gözünde bir âlem-i diğere mensup bir
küsuf gülü gibi yer tutan ertesi pazar tatilini bin müşkilât içinde muhit-i ufkunda
görmüş, geçen haftadan beri sürülüp gelen ıztırab-ı medidin sebeplerini bulmak için
İzmir’e can atmış idi. Bilâviste’ye giderek Anjel’in ikametgâhının kapısında (kiraya
verilecek) levhası gözüne ilişip bilmukabele kendisine fart-ı iştiyakı bulunduğundan
emin olduğu genç kızın geçen hafta çamaşırcı validesiyle Avusturya’ya gittiklerini
tahkik edince ye’s-i vahdetten mütevellit bir tesir-i tahammül-sûzun cereyan-ı
müdhişine kapılarak sahife-i hayatını cebindeki İngiliz loververiyle tahtim edeceği
58
sırada kolları bir dest-i müşfikin iane-i himmetiyle hareketten ta’til edilmiş idi, ki
karşısında düğününde bulunmak üzere memleketinden bir ay evvel davet edilmiş
olan apartmanın iki günlük misafiri biraderi (Korolin) bulunuyordu.42
Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin, hikâyeciliği gerçekten yukarda da değindiğimiz
gibi realist bir bakış açısına sahiptir. Bütün hikâyelerinde kahramanlar toplumun
içinden seçilmiştir. Konular topluma mal olmuş, her zaman bilindik, karşımıza
çıkabilecek türden konulardır. Genel bakış açısı, toplumu derinden etkileyen
çarpıklıkları ortaya koymak olarak özetlene bilir. Belkide böyle bir üslubu
benimsemesinde eğitimci kimliğinin bir rolü vardır. Çünkü O, yaşamı boyunca
yaşadığı topluma bir şeyler vermeyi hedeflemiş, mesaisinin çoğunu bu amaç uğruna
harcamış bir kişi olarak, tabi ki hikâyelerinde de bu amacın hissedilmesi doğaldır.
Mustafa Kâmil Mar’aşî, hikâyelerini bir kitapta toplamamıştır. O hikâyelerini
gazetelerde yayımlamıştır. Böyle yapmasının nedeni, kanaatimize göre onun
hikâyelerini topluma mesaj vermek maksadıyla yazmış olmasındandır. Yoksa edebi
kaygılarla bu hikâyeleri kaleme almamıştır. Bu nedenle elimizde Mustafa Kâmil
Mar’aşî’ye ait müstakil bir hikâye kitabi bulunmamaktadır.
2. Şairliği:
Mustafa Kâmil Mar’aşî, küçük yaşlardan itibaren şiir yazmaya merak salmış,
bu alamda da önemli ve güzel eserler ortaya koymuştur. Şiirlerinde döneminin
sosyal, kültürel ve siyasî gelişmelerine değinirken, şiirlerini divan edebiyatı tarzında
yazmıştır.
42 Ahenk, nr. 1458, 5 Haziran 1901.
59
Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin manzumeleri içinde “Şathiyat” başlığı altındaki
mizahî nazire beyitleri, devrinin içtimaî yapısının aksayan yönlerini konu alır.
Bunlardan başka, gazeller yazmış ve kendi gazellerine nazireler yazıldığı gibi o da
başkalarınınkini tanzir etmiş, çeşitli konularda şiirler kaleme almıştır.
a. Eski Tarz Şiirleri:
Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin gazetelerdeki ilk şiirlerine İstanbul’da yayınlanan
“Saadet” gazetesinde rastlıyoruz. Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi bunlardan çok
önce de o, bir divan teşkil edecek kadar şiir yazmıştır. On beş yaşlarında bir medrese
talebesi iken heves ederek yazmaya başladığı bu şiirlerini, birtakım arkadaşları bir
araya getirerek “Güfte-i Kâmil” adı ile yayınlamışlardır. “Saadet Gazetesine” yazdığı
üçüncü (imzası geçen dördüncü) yazısından öğrendiğimize göre bu şiirler içinde iyi
olanları bulunduğu gibi, nevheves bir gencin şiir tecrübeleri olmaları dolayısıyla-
zayıfları da vardır. Daha sonraları kalem münakaşasına girdiği bazı kimseler onun
edebî kudretini zayıf göstermek için adı geçen bu kitabındaki şiirleri, sanki kendisi
gönderiyormuş gibi süsler verip gazete ve mecmualarda yayınlatarak onu sıkıntıya
düşürmüşlerdir. Fakat Mustafa Kâmil Mar’aşî, bunu, rakiplerinin kendisiyle
mücadelede zayıf kaldıkları için başvurdukları bir hareket şeklinde değerlendirmekte,
böyle bir hareketin matbuat ahlâkı bakımından asla hoş görülemeyecek
sahtekârlıklardan olduğunu belirtmeyi de ihmal etmemektedir.
Bahsedilen gazeli buraya alıyorum
Gazel
Zümre-i ehl-i dil-zühüp olana can veririz
Can değil iseseler belki biz iman veririz
60
Koymuşuz varımızı yoluna biz hübabın
Her bela gelse onlardan ana daman veririz
Koynumuzda yatırup sîne-i safın açarak
Biz açıkta yatırız tek ana yorgan veririz
Hep baş üstüne deriz her ne ederlerse emr
Çünkü biz bendeleriz mûcib-i ferman veririz
Ta’n ededursun işi yoksa gürûh-ı zühhâd
Canımız isteseler hûblara kurban veririz
Gerçi şairleriz amma bilürüz haddimizi
Bakmayız ... kıyafet yüzüne yan veririz
Tabii Kâmil, doğru, severiz mahbubu
……………………………………….. 43
Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin, İzmir’den , “Saadet’e” yazdığı şu şarkıyı
da nakletmek istiyoruz:
43 Saadet, nr. 601, 28 KE 1886.
61
Şarkı
Olduk yine bir şûh-ı edâküstere dildâd
Her lâhzada bir sûziş olur sinede müzdâd
Tenk olmadadır başıma bu dehr-i gamâbâd
Şâd olsa da hep halk-ı cihan ben yine nâşâd
Bin yara olup aşkın ile sînede peyda
Âlemde nasîb olmadı vaslın bize hâlâ
Bir hâle getirdi ki beni hâlet-i sevda
Şâd olsa da hep halk-ı cihan ben yine nâşâd
Bir dil ki ola âteş-i aşk anda Fürûzan
Mümkün mü o kan ağlamamak hüzn ile her an
Âlâm-ı firakınla senin ey şeh-i hûban
Şâd olsa da hep halk-ı cihan ben yine nâşâd
(Maraşlı) Kâmil (44)
Nazire
Tesellîyâb olur bârî gönül resm ü misâlinden
Nola mehcûr ise şimdi o yârin rûy-i âlinden
Geçirmek hâl-i müşkîninden olmaz vaz geç ey nâsih
Geçer candan gönül geçmez yine sevdâ-yı âlinden
Ne zînetbahş olur ruhsâra çıktıkça hat-ı sebzin
Ne anlar münkiran o âyetin zevk-i mealinden
44 Saadet, nr. 717,14 Mayıs 1887.
62
Tutup sertiz tîğ-ı sabrı ayrılma kanâatten
Ne lâzım bahs açıp durmak filânın hâl menâlinden
(Maraşlı) Kâmil45
İzmir’den
(Nazire)
Lebin dil arzu eylerse (sen) incinme bu halinden
Gider mi tûtinin bir lâhza hiç sükker hayâlinden
Harab eyler beni sevdikçe âhû gözlerin (cânâ)
Döker kanım heman ol gamze-i hunin celâlinden
Bilirken nice gülçînî-i vaslın imtinâın pek
Dem urmakta ne ma'nâ var o bağın nevnihâlinden
Unutturdu bana sevdâ-yı zülfü âlemi şöyle
Gönülde başka yok ol âfetin hubb-ı visalinden
Gurur etmem yine olsam da bilfarz nâil-i vuslat
Emîn olmak galattır ni’metin bir g ün zevalinden
(Maraşlı) Kâmil 46
İzmir’den
Nazire
Aklım aldın gözlerin süzdükte ebrularla sen
Gönlümü pâbeste kıldın târ gîsûlarla sen
45 Saadet, nr. 648, 21 Şubat 1886. 46 Saadet, nr. 667, 16 Mart 1886.
63
Şimdi terk ettin beni bildin de meftun olduğum
Ülfet eylersin bana rağmen o bedrûlarla sen
Ben sana meftun değildim ey cefâcû evvelâ
Sihr kıldın gönlüm aldın çeşm-i câdûlarla sen
Anlaşıldı şâhid-i bâzâr bir şûh olduğun
Daima oynar gülersin çünkü bedhularla sen
Değme bir meh-tal’atin düşmez iken bak damına
Gönlümü pâbeste kıldın târ gısûlarlarla sen
(Maraşlı Kâmil) 47
Eski Bir Söze Yeni Bir Nazire
Bir gün gelecek sulha şitâbân olacaksın
Ettiklerine anda peşîman olacaksın
üftan olarak nâz ile âgûş-ı visale
Afveyle kusurum diye giryan olacaksın
Bir vakt olacak sem’ine âvâze-i mevtim
Nâgâh erişip vâleh ü hayran olacaksın
“Men mâte roine’1-aşkı fekad mâte şehîden”
Hakkımda bu mazmunu da gûyan olacaksın
47 Saadet, nr. 684, 5 Nisan 1886.
64
Gönlüm! Elem-i hicrine sabreyle ki şimdi
Bir dem gelecek vasi ile handan olacaksın
(Maraşlı Kâmil) 48
İzmir’den
(Gazel))
Mevt mi eyler (Hayâl-i aşkınla) ahvâlim gören
Sıhhatimden nâ-ümîd olmuştur emsalim gören
Sen ne gaddar olduğun derdin çeken âşık bilir
Rahmi var (sanır) seni zahirde ey zâlim gören
Bildi var başımda bir sevdâ-yı çâre-nâ-pezîr
Zerd-i rûyum, âh-ı şebgîrimle timsâlim gören
Puhte-i aşk-ı ciğer-sûzun olanlardan berîn
Var mı zahm-ı tîğ-ı çevrinden acep salim gören
Cevdet-i fikrîmle etmişken teferrüd bir (vakit)
Bir tutar Kays (ile) şimdi şûriş-i hâlim gören
(Maraşlı Kâmil) 49
b- Yeni Tarz Şiirleri:
“Saadet’in”; “Kısm-ı Edebi” köşesinde “Ukaz-ı Osmanî” (Altıncı îctima)
başlıkları altında Hüseyin Hüsnü, İsmail Safâ, Mustafa Kâmil Mar’aşî imzalı üç şiir
48 Saadet, nr. 703, 27 Nisan 1887. 49 Saadet, nr. 692, 14 Nisan 1886.
65
bulunmaktadır. Bunlardan şairimize ait olanı aynı zamanda onun yeni tarz şiirlerine örnek
teşkil etmektedir. Şiir şudur:
İzmir’den
Dilde yok dagdağa-i aşk u nevadan başka
Ne olur hâne-i hâlîde hevâdan başka
Etmiyor yâr da bana cevr ü cefâdan başka
Kalmadı dâd-ı resim işte Hûda’dan başka.
***
Bûse-i lâ’lini umdukça der olmaz ramazandır
“Terk-i imsak edelim gurre-i şevval ne zamandır”
Hasret-i iyd-i visal ile gönül pür-helecandır
O mübarek gün için sakladığım yârime candır.
***
Seni teshir- ederim âkibet ahım ile ben
Sanma beyhude nâlişleri bu şuyûnı sen
Nerm olur âteş-i âhımla o kalb-i âhen
Sana ol anda olur ma'na-i iksir Rûşen.
(Maraşlı) Kâmil 50
Şamlı İzzet
Bir halef isterdi çoktan kendine Şam’da (Yezid)
Sen zuhur ettin ona faik de geldi kuvvetin
50 Saadet, nr.667, 16 Mart 1886.
66
O şehîd etmişti evlâd-ı Rasûlü bir zaman
Sen kanın içmek dilersin koskoca bir milletin
Sinesinde şemme-i tevhîd olan her ehl-i dil
Nâmını yâd eylesin lâ1netle Şamlı îzzet’in
Bak ne alçaktır ki şimdi mahvın eyler arzu
Sayesinde kesb-i sâmân ettiği bir devletin
Fikrî neşr-i tefrika her lâhza beyne’1-müslimin
Mahvı lâ büddür şeriatça o türlü nekbetin
M. Kâmil 51
Milleti Soyup Firar Eden Bir Müstebid İçin:
Sûr-ı istibdadı yıktı tâ esâsından felek
Osmanda âferinhan oldu orduya melek
Gitmedi beyhüdeye, gösterdi âsârm emek
Şekk medar olmaz! Vuku’-ı ric’ate aldanma pek
Ey işin tedvîr eden pergâr-ı istibdâd ile
Ey harâbezâr eden bir mülkü bin bîdâd ile
İnledikçe darbe-i nâ-hakla millet bir zaman
Çeşme-i çeşmânı elbette olurdu hun-feşan
Seyf-i istibdâd önünde can veren bîçâregân
İnkılâbı gelse de seyretse şimdi nâgehan: 51 İttihat, nr. 207- 65, 9 Haziran 1909.
67
Mahşere çıkmış sanır, katillerin eyler sual
Ahz-ı sâr etmek için Allah’a eyler arz-ı hal
Cürha-i dil eylemez asla kabul iltiyam
Zaliminden almadıkça adl-i Mevlâ intikam
Yekzeban olmuş eder da’vâya hep birden kıyam
Dinle gel feryadı millette, ne der subh u şâm
“Ezmeden zâlimleri terk etmeyin birden bire”
“Almayın ey şanlı meb’usan işi âher yere”
Almadı âzâde-ser milet duyunca bir nefes
Görmedi rahat yüzü, hiç çıkmadı bir dâd-ı res
Olmadıkça bir kişi tâ menbaından mültemes
Vuslat-ı matlab için beyhudedir her bir nefes
İşte bu hâlin bilen evvelce mazlum milletin
Öldüğünde canına etmez mi lâ’net İzzet’in
“Hey’et-i Tahririye’den”: M. Kâmil 52
Cihad-ı Mukaddes
Moskof’a Karşı Asker-i İslâm
Mülkünü teshire me’mûruz bugün ey hasm-ı din
Şimdi borç oldu hilâle karşı istîman sana.
52 Hizmet Gazetesi, nr 2553 12 Kasım 1324- 25 Kasım 1908.
68
Satvet ve kahrın önünde sıfıra tenzil ettiğin
Türk deyip de geçtiğin işte okur meydan sana.
Hatırından sil artık bütün geçmiş günleri
Şimdi her Türk kahr için karşında arslan sana.
Gün gelir teshir eder bu dest-i gayret her yeri
Elveda eyler o gün elbette Gürcistan sana.
Dest-i çevrinden çıkar, bir müstakil hanlık olur
Sanma bakîdir bu minval üzre Türkistan sana.
Devre-i ikbâline artık çekilsin hatime
Rûy-ı nekbet gösterir günden güne devran sana.
Vakt-i merhûn-ı zevalin geldi çattı akıbet
Oldu bu harb-i umûmî bâdi-i hüsran sana.
Baş keserken şevket ü haşmin önünde lâ cerem
Her vilâyet oldu bu fırsatla hasm-ı can sana.
Kıble-i hâcâta karşı tuttuğun kîn-i ntehin
Oldu bir (aksü’l-amel)le mûcib-i hızlan sana.
69
Çiğneyip âteşlere attığın ey bîhayâ
Ateş oldu bîaman sûre-i Kur’an sana.
Nâ-ümîd ol! Eski tavr u haşmetinden ba’d zin
Kalsa bir Yunan kadar mülkün ne mutlu an sana.
Rub’-ı meskun az gelirken vüs’at-i cevlânına
Payitahtından gelir âvâze-i hırman sana.
Cevr-i tâkat-sûzuna çekmek için bir hatime
Etti hem din uğruna îlân-ı harb İran sana.
İngiliz’den maksadın almak iken Hindiyye’yi
Bir rakîb oldu bugün teshir için Afgan sana.
Avrupa mahzâ yüzünden oldu pâmâl-i huyûl
Asya’yı koymağa o hâle yok imkân sana.
Maraşlı M. Kâmil (53)
53 Köylü, nr, 1912, 23 TS 1330/1914.
70
Şathiyat
Şairimizin Nazireleri:
Baki: -Bahr-i basit
Medhûş-ı câm-ı lâ’lin mestânedir sanırlar Mest-i
şarâb-ı aşkın dîvânedir sanırlar
Nazire:
Sarhoş gürültüsünden her bir mahalle halkı Şehrin bütün
sokağın meyhanedir sanırlar
Fuzuli: -Keza:
Olsaydı bendeki gam Ferhâd-ı mübtelâda Bir âh ile
verirdi bin Bîsütûn’u bâda
Nazire:
Nemse ile bozuştuk, düştü şeker kesâda İçmem şekerli
kahve ballı pişir! ya sâde
Harputlu Hayri Bey: -Keza:
Meyhaneler kapısı bahtım gibi kapansın Uşşâka bade
içmek sensiz haram olaydı
Nazire:
Eyler mi idi îcad bu işreti? Ne münücün! Sarhoşların bu hâlin Cemşid gelip
göreydi.
71
Ziya Paşa: -Keza:
Asûde-ser olurdum âsîb-i derd ü gamdan Ya dehre gelmeyeydim ya
aklım olmayaydı
Nazire:
Asâyiş-i mahallî oldu temelli muhtel İzmir’e keşke o sağlıkla
gelmeyeydi
Nabi: -Keza:
Peygûle-i kanâat Nâbı güzel mahaldir Hayfâ ki yoktur anda efrâd-ı
âferîde
Nazire:
İzzet çalıp kaçarsa birkaç milyon lirayı Kani’ olur mu aza onu gördükçe dîde
Yine Fuzûlî: -Keza:
Yüzde sirişk kanı söyler gam-ı pinhânı
Kad tuzhiru’l-meânî bi’1-hattı fi’1-levâyih
Nazire:
Vaktiyle soydular hep milleti erâzil Hırsızların elinde kalmış idi
mesâlih
M. Kâmil: -Keza:
72
Kâr etmez oldu asla derd-i dile tedâvî Te’sir mi kalmamıştır dârû-yı
pür-şifâda
Nazire:
Hiç etmemek teessüf elden gelir mi söyle Geldikçe milletin -âh- o eski
hâli yâda
Nedim: -Keza:
Ey âlem-i hayâlin seyyâh-ı hûşyârı Hiç kasr suretinde gördün mü
nevbahârı
Nazire:
Akşam sabah su içmez, lâk lâk atar şarâbı Gördün mü şu biçimsiz sarhoş-ı
kem-ayârı
Hafız-ı Şirazi: -Keza:
Ey sâhib-i kerameti Şükrâne-i selâmet Rûzî tevakkudî kün
derviş-i bî-nevârâ
Nazire:
Akşamları peyâpey güm güm silâh sesinden Uykuyu gâib ettik ya eyyühe•s-
sükârâ
Lâ Edrî: -Keza:
Kâfir rakip oturmuş ol gül’izâra karşı Berdü’1-acûze benzer
evvel bahara karşı
73
Nef’i:
Sözde nazîr olmaz bana ger olsa âlem bir yana Pür tumturak u hoş edâ ne
Hafız’em ne Muhteşem
Nazire:
Gitse, yıkılsa an karib, kurtulsa bârî memleket Şu müstebid-i bî-meded, bî-
yümn-i meş’ûmü’1-kadem
Hey’et-i tahririyeden: M. Kâmil 54
B. Felsefî Düşünceleri:
Mustafa Kâmil Mar’aşî, kendi döneminde Osmanlı toplumu, devlet ve millet
hayatını yakından ilgilendiren sosyal konular üzerinde düşünen, sorunlara çözümler
arayan yazarların başında gelir. O, bir sosyolog ya da filozof olmamakla birlikte
toplumun yaralarını sarmaya çalışan bir ıslahatçıdır. Sosyal meselelerle ilgili
düşüncelerini daha çok gazete makalelerinde ifade etmiştir. Maraşlı Mustafa Kâmil
Efendi “Ahenk Gazetesinde” bir seri yazı yazmıştır. “Vazifelerimizden” üst başlığı
ile yazılan bu yazı serisi onun aydın kimliğini en iyi bir biçimde ortaya koyan bir
faaliyetidir. Diğer eserlerinde de bu hassasiyeti görmek mümkündür.
Mustafa Kâmil Mar’aşî yazılarında devlet düşüncesinden eğitime, ahlâktan
aileye kadar daha birçok konuda fikirlerini ortaya koymuştur. Ona göre bu sosyal
müesseseler, ilerleyip yükselmenin, vatanın bütünlüğünü korumanın, milletin
varlığını devam ettirmenin temel taşlarını oluştururlar. Şimdi onun farklı konulardaki
düşüncelerini alt başlıklar halinde incelemeye çalışacağız.
54 Hizmet, nr.2518,15 TS. 1324/1908.
74
1. Eğitim:
Mustafa Kâmil Mar’aşî, Eğitim konusu üzerinde de ciddiyetle durmuş, her
fırsatta eğitimle ilgili fikirlerini dile getirmiştir. Zamanımızda tartışılan okul öncesi
eğitimin lüzumunu dile getiren yazılarının ve makalelerinin bulunmasının, onun
aydın ve münevver kimliğini ortaya koyması bakımından takdire şayan olduğunu
düşünüyorum. “Vazifelerimizden” yazı serisinin birincisi; “NEFSE Î’TÎMAD”
başlığını taşımaktadır. Bu yasında eğitimin öneminden ve küçük yaşlarda eğitimin
lüzumundan bahsetmektedir.
“Dışarıdan müsaade ve yardım alanlar, çalışma şevklerini yitirirler.
Kabiliyetler serbestlik, şevkle gelişir. Çocuklarımıza yaptığımız gereksiz
müdahaleler ve baskılar yüzünden onların hayata karşı duydukları azim ve şevklerini
mahvediyoruz. Halbuki, büyük adamlarımız .... köy, kır hayatı gibi bir muhit-i saf
içinde serbaz kalanlardan yetişmiştir. Gerek es-lâfı, gerek muasırîni tetebbu ediniz,
bakalım usul-i tehdid ile büyüyenlerden bir tane bulabilir misiniz? İşte bununçün
bostanü’1-etfal usulünde mektepler tesisiyle çocuklarımıza daha üç yaşından itibaren
bir muhit-i nafi ve müterakki hazırlamak bizim için elzemdir diyoruz. Burada bir
soru sormaktadır. ...Önayak ‘kıdve’ kim olacak? Evet önayak!
Zira her gün tecrübe edip görüyoruz ki önayakların pek büyük tesiri vardır.
Maarif meclisi böyle bir eğitim ortamının sağlanmasında önayak olmalıdır. Devlet,
zaten, bu işe gereken Önemi vermektedir.”
...Mekteplerde bir suret-i nazariyede tahsil olunan ulûmun faaliyet-i
beşeriyedeki, mübarezat-ı hayatiyedeki tesiri hanelerimizde sokaklarımızda,
kırlarımızda, işyerlerimizde görüp öğrendiğimiz şeylerin tesirine mağlup olur....
75
Mekteplerde, medreselerde tahsil olunan ulûm yalnız insanı irşad eder. Fakat
bunun ilerisi bi’t-tecrübe anlıyoruz ki insan, i-limden ziyade ameliyat ve tatbikat ile
tekâmül eder. Hayat-ı beşer yalnız ilim ile, ders ile tekâmül edemez. Bunların ir-
şadiyle, hüsn-i sa’y ve cehd-i müstakim ile kesb-i salâh ve kemal eyler.”55
Ailenin çocuğun eğitimindeki rolünü dile getirirken, küçük yaşlarda çocuğun
ailesinden kazandığı izlerin kaybolmayacağını belirtiyor. Bunun yanında ailenin
çocuğa karşı tutumlarının onun kişiliği üzerinde büyük bir tesire sahip olduğunu
belirtirken, doğuştan var olan ve sonradan kazanılan şeylerin eğitim üzerindeki
etkisini kendi üslubu ile dile getirerek, mutlaka bu ikisine aynı önemin verilmesi
gerektiğini vurgulamıştır.
Bu konuda, “ Ana baba terbiyesinin büyük bir tesiri vardır. Küçüklüğü ana
baba yanında geçen bir çocuğun terbiyesine en iyi mektepler bile çok az şey ilave
edebilir; ailesinden aldığı terbiyenin izleri, irsi olarak onun üzerinde mutlaka kalır.
Ailesini hiç görmemiş bir çocukta bile ailesinden izler görülmektedir. Aile, heyet-i
ictimaiyyenin kökü, aslıdır. Havas ve avam, halka nafiz olan ahlâk bu membadan
intişar eyler. Dünyanın safa ve kederi, ailenin safa ve kederine bağlıdır. Aile
muhabbeti vatan muhabbetinin mastarıdır. Aile meyanında geçen pek küçük şeylerin
evlat üzerinde pek büyük tesiratı görülür. Aile meyanında her gün meşhur olan
muhabbet, çalışkanlık, tevazu, hüsn-i idare ve maişet veya bunların zıddı o ailenin
evladında bilahere hatta anadan babadan alınan nesayih ve talimat kâmilen
unutulduktan sonra bile zahir olur, hayat bulur. Pederin bir bakışı, validenin bir
öpüşü evladda bütün ömrüne ait bir eser bırakabilir. Evladın bilahere saadet ve
şekaveti işte bu gibi ufak şeylere bağlıdır… İnsan ölür, lakin ef’al ve a’mali, akvali 55 “Vazifelerimizden- 1 Nefse İ’timad”, Ahenk, nr.1362, 8 Şubat 1901.
76
bakidir, berhayat olanlar arasında cevelan eder, iyi fena bir semere verir. İşte bir
insan evlat ve ahlâfına bir siret-i hasene ve kıdve-i Saliha terkine muvaffak olursa
pek hayırlı ve manen, maddeten faideli bir miras bırakmış olur.”56
Eğitimde çocukların önüne, doğru örneklerin konmasının, onların eğitimlerine
olan etkisinden bahsederek, olumsuz örneklerden ve başıboş bırakılmaktan
kaynaklanan sorunların büyük bir problem olduğunu dile getiriyor. Bu bağlamda
eğitimin önemini vurgularken, ülkemizin uzun yıllar çözemediği bir probleme şöyle
parmak basıyor:
“…Çocuklarımız mebde-i hayatta böyle amelî bir terbiyeye mazhar olmadan
tahsil-i ulûm sıralarına istif edildikleri gibi tahsilden sonra da tahsillerinin irşad
eylediği yolda bir mahall-i tatbike avdet edemiyorlar.”57
Ayrıca insanların, kendi potansiyellerini kullanmaları durumunda üstesinden
gelemeyeceği hiçbir şeyin olamayacağını belirtirken, lazım olan tek kuvvetin
kendine güven olduğunu belirtmektedir. Başarılı olan insanların da böyle öz güvene
sahip olan insanlar olduğunu belirtmektedir:
“İnsan aklî ve cismanî kuvveleriyle her istediğini elde eder; yeter ki kendine
güvensin. Başarmak için zenginlik şart değildir. Babadan kalma mirasla zengin
olanlar, hayatın güçlüklerine karşı yeterince direnemezler. Onun için etfal akılları
ermeye başladı mı babalarından, analarından gördükleri lûtfun ödünç olduklarını,
bunu bilâhere ödemeye mecbur bulunduklarını bilmelidirler, ihsan ile başkasının
fedakârlığıyla geçinmenin mümkün olmadığını bilmelidirler. Kendisine güvenen
56 “Vazifelerimizden- 5 Kıdve ”, Ahenk, nr.1394, 17 Mart 1901. 57 “Vazifelerimizden- 1 Nefse İ’timad”, Ahenk, nr.1362, 8 Şubat 1901.
77
fakir de olsa rızkını elde etme çarelerini bulur. Tabiî yalnız insanın ihtiyaçlarını
temin edemediği zamanlar da olur. Çare medenî hayat içindeki yardımlaşmadır.
Nefse itimat hodbinliği doğurmamalı, yardımlaşma gereği göz ardı edilmemelidir.”58
Sonuç olarak Mustafa Kâmil Mar’aşî, ilerleme için ilk olarak eğitim işimizin
ıslah edilmesi gerektiğine inanmaktadır. Toplumun geleceği için en önemli mirasın
eğitilmiş bir gençlik olduğunu ve çocukların mutlaka küçük yaştan itibaren eğitilmesi
gerektiğini vurgulamaktadır.
Mustafa Kâmil Mar’aşî, diğer bazı düşüncelerinde olduğu gibi, eğitim
konusunda da modern bir eğitim anlayışlarına sahiptir. Bu yüzden eğitim
konusundaki görüşleri yıllar sonra bile aynı canlılığı korumaktadır. Onun değindiği
sorunlar hala devam etmekte, eğitim için düşündüğü hedefler yerinde durmaktadır.
Ona göre; hedeflere ulaşmak için, insanın kendi içinde var olan potansiyelin farkında
olması ve kendine güvenmesi yeterlidir.
2. Medeniyet ve İlerleme:
Mustafa Kâmil Mar’aşî, medeniyetleri ileri seviyelere ulaştıranların dâhî
insanlar olmadığı fikrîni ortaya koyarken, ilerlemeyi sağlayan şeylerin; ciddiyet,
sabır ve muvazenetle işlerin üstüne düşülmesi olduğu fikrîndedir.
Bu fikrîni ilginç bir örnekle dile getirir; “İngiltere’de demiri henüz el ile
döverek çivi yaptıkları vakit İsveç’te çivi kesmek için bir âlet kullanmaya
başlamışlardı. Bu sayede İngiliz çarşılarında İsveç çivisi satılmaya, İngiltere’de el ile
dövülerek yapılan çivi alışverişine kesad gelmeye başladı. Bir İngiliz çivici bu
58 “Vazifelerimizden- 1 Nefse İ’timad”, Ahenk, nr.1362, 8 Şubat 1901.
78
rekabete dayanamadı, İsveç’te çivi kesmek için kullanılan âleti kendisi de kullanmak
istiyordu; sanatını ancak böyle muhafaza edeceğini anlıyordu.. (Böyle bir vaziyet
karşısında bizim işi terk edeceğimizi ve devletin buna el atmasını bekleyeceğimizi,
yapabilecek bir şeyimizin kalmadığını düşüneceğimizi ifade ediyor.) İşte İngiliz çivici
böyle yapmamış. Kendi kemence çalar imiş, kemençesini almış İsveç’e belki de çivi
getirmek için giden bir gemiye taife olarak girmiş, İsveç sahiline çıkmış, çivi kesilen
fabrikaya gitmiş. Lâkin sanat çalınmasın diye kimseyi fabrikaya bırakmıyorlar. Ne
yapsın? Dilenci kıyafetinde kemençesini çalarak dolaşmaya başlamış, bu suretle
fabrikaya yanaşmış, amele bunun çalgısından hoşlanmışlar, giderek bir dilenciden ne
olur demişler, fabrikaya girmesinde bir beis görmemişler. İngiliz çivici aylarca amele
arasında çalgıcı, dilenci sıfatıyla yaşamış, fabrikanın, makinelerin resmîni zihninde
hıfza çalışmış, her akşam yatınca fabrikayı bir kere fikren tasavvur ve tasvir eder,
nevakısını ferdası ikmal eyler imiş. Nihayet makineyi tamamen zihnine aldığına kani
olunca bir gün savuşmuş. Memleketine dönüp bir sermayedar bulmuş, sırrını
anlatmış, resimleri planları çizip arz etmiş, sermayedar da ciddiyeti görünce sermaye
vermiş, çivici bu sermaye ile bir çivi fabrikası, makinesi yapmış, (öküz almak üzere
istikraz ettiği akçeyi gelin donuna sarf etmemiş.) Lâkin işlemeye gelince
mükemmeliyeti haiz olmadığını anlamış, yine İsveç’e eski dilenci kıyafetiyle,
çalgısıyla dönmüş, çivi fabrikası amelesi kendisini görünce memnun olmuşlar, hüsn-i
kabul etmişler, çivici yine bir müddet onların arasında kalıp çalgıcılık etmiş,
yaptırdığı makinenin noksanını ikmal ve İngiltere’de sarf olunan İsveç çivilerinin
karşısına çıkmış, şüphesiz muvaffak olmuş.”59
59 Vazifelerimizden- 3 Ciddiyet-Sabır ve Muvazenet ”, Ahenk, nr.1383, 5 Mart 1901.
79
Yine, cesaretle, azimle ve gayretle her şeyin üstesinden gelinebileceğini
vurgulamakta ve üstün yetenekli olmayı bir şans olarak görmekle birlikte, çoğu kere
de bunun gerekmediğini söylemektedir. Tembellik yapmayı alışkanlık haline getiren
insanların her şeyi talihe bağladıklarını belirtmekte ve insanların tembelliklerine kılıf
olarak ileri sürdükleri bu gibi bahanelerin onları başarısızlığa uğrattığını ileri
sürmektedir:
“Kendi istedikleri uğruna cesaret ve ikdam ile rabt-ı kalb ve vakf-ı nefs
eyleyenlerin çoğu meramlarına nail olurlar. Talihten şikâyet bir başka tarafımızdır.
Halbu ki talih çalışıp çabalayan, maksadına ulaşmak uğrunda her türlü müşkilata
sabır gösteren kimselere güler. En ileri maksatlara, adî kuvvetlerimizi kullanarak
ulaşabiliriz. Üstün yetenek, belki lâzım, fakat çok kerre gerekli değildir…
“Mevhibe-i faikalarıyla nail-i meram olanlar pek azdır. Büyük adamların çoğu
ciddiyetleriyle, sebat ve devamlarıyla, sabır ve tahammülleriyle benam olanlar
arasından çıkmıştır.”60
Mustafa Kâmil Mar’aşî, üstün yeteneği “mevhibe-i faika” terkibiyle
karşılamakta ve “Tarih-i Tabiî” yazarı Bufon’un, “Mevhibe-i faika sabırdan
ibarettir.” dediğini belirtmektedir. Sabrın, insanları er geç emellerine ulaştıracağını
vurgulamaktadır. Eğer sabretmez isek belki kolaylıkla elde edeceğimiz şeylere de
ulaşamayız. İlerlemenin ve medeniyet yarışını kazanmanın önemli unsurlarından biri
de sabırdır. Sonra da bu müellifin hayatını misal olarak anlatmaktadır: “ Bufon,
sahib-i servet idi, refah içinde büyümüş idi, fakat küçükten bir terbiye-i faalâneye
nail olmuş idi. Yalnız bir kusuru var idi, ki o da uykuyu ziyadece sevmesi idi. Daha
60 Vazifelerimizden- 3 Ciddiyet-Sabır ve Muvazenet ”, Ahenk, nr.1383, 5 Mart 1901.
80
ziyade çalışabilmek için şafakla kalkmak arzu ettiği halde bir türlü muvaffak
olamazdı. Nihayet uşağına dedi ki: Eğer beni şafakla kaldırırsan her kaldırdığında
sana beş frank bahşiş var. Uşak her sabah bu bahşişi almaya çalışır, efendisi bir gün
hastayım, bir gün yorgunum yolunda özürlerle kalkmaktan imtina ederdi. Uşak artık
bu bahşişten mahrumiyete katlanamaz oldu. Nihayet bir sabah bir satil soğuk su alıp
temaruz eden efendisinin yatağına dökünce Bufon bizzarure kalktı, uşak ta bahşişi
yakaladı. Uşak bu usulde muvaffakiyetini görünce her sabah efendisini bu soğuk su
banyosuna maruz bulunduruyordu. İşte bu surette Bufon arzusu veçhile yatağından
kalkmaya ve her gün ikişer saat ziyade vakit kazanmaya başladı. Bufon bu hali
hikâye ettiği sırada Tarih-i Tabii’nin dört cildini uşağıma borçluyum diyerek uşağına
teşekkür ediyor ve mevhibe-i faika sabırdan ibarettir, diyor.”61
Mustafa Kâmil Mar’aşî, sabrın, ilerlemenin ve medeniyetin binasındaki
öneminden bahseder. Bundan sonra sabrın iki türlü tecelli ettiği, bunlardan ilkinin
bizim, mahrumiyetler karşısında sineye çekici sabrımız; ikincisinin de örnekteki
İngiliz’in uğradığı mahrumiyet karşısında onu aşmak için gösterdiği sabrı olduğu
üzerinde duruluyor. Aranılan sabrın ikinci türdeki sabır olduğu belirtiliyor. Bir misal
de bizden veriliyor: “Necip Asım Beyin ‘Türk Tarihi’nde beyan eylediği Türklerin
eski usul verasetlerinde nasip aramaya mecbur olan ortanca oğullar, adsızlar arasında
zuhur eden büyükler, bir nevi sabır ile muttasıf olanlardır ki bu hulk bizde kadimden
mevcut demek olur.” Günümüzdeki farklılık, terbiye usullerimizin bozukluğundan
kaynaklanmaktadır. Kadim terbiye usullerimizi terk ederken yenilerini de lâyıkıyla
alamamışız; nefse itimat, içtihat yolunda terbiyeden mahrum kalmışız, başkalarının
yardımına dayalı usuller edinmişiz. Kendi insiyatifimizle hareket edemiyoruz. Bu,
61 Vazifelerimizden- 3 Ciddiyet-Sabır ve Muvazenet ”, Ahenk, nr.1383, 5 Mart 1901
81
kendimizi bir hiç görmekten kaynaklanmaktadır. İstisna gibi görülen çalışmalarımız
da var. Akhisarlı Çiftçi imzasıyla “Hizmet Gazetesinde” yayınlanan “Rençberlik
Konuşmaları” diye yazdığı yazılar, Milas’tan Gad Franko Efendinin “Halılarımız”
diye yine “Hizmet”e yazdığı varaka da biraz hayalî, nazarî olmakla beraber, bu
meyanda sayılabilir. Şu sözler oldukça ilginç görünmektedir:
“Bizim gibi nazariyatçılar, hem öyle nazariyatçılar ki nazariyelerini hep
başkalarının kitaplarından, başkalarına dair yazılan yazılardan toplamış ve bu
nazariyelerin kendimizdeki suret-i tatbikinin tetkikini hiç de aklına getirmemiş; bizi
yalnız bir nazar-ı istihfafla geçivermeye alışmış nazariyatçılar hiç olmazsa her
şeyleriyle, her halleriyle beraber yine bizden oldukları için karınlarını yine bizim
ekmeğimizle doyurdukları için nazariyatla bizi teşvik edecek olurlarsa işte böyle
korkuyla ödü patlamış, süslü püslü yazı bilmediği için ve kendi bildiklerinin âlem-i
tahrirde hiç bir değeri bulunmadığını gördüğü için kendini hiçe sayan nice ricalimiz
işte böyle meydana çıkar, çıkmaya başlar da bize dair olan bildiklerini yazmaya
başlar, yazılarını, bildiklerini bizim yabancı nazariyatımızla karşılaştırır da bundan
nice amelî faideler elde edilebilir. Bilmeli, anlamalı ki âdî hayatımızda tecrübeye
değer pek çok fırsatlar vardır; belki adî hayatlar faaliyet-i müterakkiyeye malik olan
erbab-ı içtihadın kendi hal ve şanlarını ıslaha çalışmalarına daha ziyade kuvvet
verir. Adî hayatlar insanın muvaffakiyeti, kurtulması kendi çalışmasına, kendi işine
bağlı olduğunu daha âlâ anlatır.”62
Yine, hangi işi yaparsak yapalım o işin en iyi ve en ileri şekilde yapılması için
mutlaka ihtisas ve uzmanlaşmaya gidilmesinin gerekli olduğunu belirtiyor, hangi
düzeyde olursak olalım yetinmemeliyiz diyor ve kendimizi daima yenileyerek 62 Vazifelerimizden- 3 Ciddiyet-Sabır ve Muvazenet ”, Ahenk, nr.1383, 5 Mart 1901
82
geliştirmemiz gerektiğini vurguluyor, gelişmenin ve ilerlemenin ancak böyle bir
düşünceyle mümkün olacağını dile getiriyor. Her alanda yeniliklere açık olmanın,
yenilenmenin gerekliliğini vurguluyor ve bunun ilim, fen ve sanat alanlarında
yapılması gerektiğini dile getiriyor. Eleştirisini de, her şeyi başkalarından, özellikle
de Avrupa’dan beklemenin ve getirmenin yanlış olduğunu belirterek ortaya koyuyor:
“Faydasız işler insanı usandırır. Öyleyse faydalı işlere yönelelim. Yaptığı işi
daha da geliştirecek yolları herkes aramalıdır. İlim, din, cihad, ticaret, ziraat vs.
adamlarımızda bunun gayet iyi misalleri de vardır. Fennî usullerle tecrübeye dayalı
malûmatı birleştirme imkânları bulunmalıdır.
Bizde sanatlarda da aynı tarz takip edilmelidir. Var olan sanatlarımızın hiç
birinin gelişme gibi bir derdi yok; atalarımızdan öğrendiklerimize hiçbir şey ilâve
etmiyoruz. “Eskiden beri bizde mevcut olan sanatlar başta mimarlık, hüsn-i hat,
oymacılık, nakkaşlık; mücellitlik, musikî, bunlar sana-yi-i nefiseye müteallik
şeyler, şimdi bunlardan ne var? Mimarlık münkariz..” “Hüsn-i hat için mevcut
deriz. Lâkin hâl-i terakkide mi? Zannetmem..” “Oymacılık hiç yok gibi..”
“Nakkaşlık, Kaysar’lı boyacılarda biraz var mı diyelim?”Fakat bugün bizde işlenen
kalıçalarm, halıların, kaneviçelerin nakışları hep Avrupa'dan geldiğine göre
boyacılığa nasıl nakkaşlık deriz.. “Mücellidlik; Avrupa taklidi yeni uyanıyor..”
“Musikî zevke ait olduğu için kendini muhafaza etmiş; fakat pek çok su-i istimale
uğramış; adeta vasıta-i sefahat ve kesalet olmuş. Bu fenn-i nefis böyle mi kalmalı?
Faaliyete, ciddiyete yarar bir musikîyi Avrupa’da mı aramalı idik? . .”63
63 Vazifelerimizden- 2 İctihat ”, Ahenk, nr.1369, 16 Şubat 1901.
83
Mustafa Kâmil Mar’aşî, bir de iletişimin, medeniyetlerin ilerlemesi ve
gelişmesindeki etkisinden bahsetmektedir. Diğer milletlerle iletişim halinde olan
topluluklarda değişimin daha hızlı olduğunu ifade etmektedir. İletişimin dünyayı
birleştirip, yekvücut yaptığına işaret etmektedir. Öyle ki, iletişim toplumların
birbirine etkisini de artırmakta kültürel ve fikirsel anlamda da toplumları
birleştirmektedir: “Dünyada birbiriyle ihtilâtı çok olan bölgelerde değişim daha
fazla gerçekleşmekte ve hatta bu durum, karışıklığa da sebep olmaktadır. Sapa yerler
ise daha az değişmektedir. Zamanımızda münasebetlerin artması değişimi
hızlandırmıştır. Muhit silsilelerini saadetle uzatanlar, kendi muhit silsilelerini diğer
silsilelere rabtederek bütün dünyada büyük bir tesir husule getirmeğe başlamışlardır.
“Silsile-i muhit-i cihan ittihada, tesaviye maildir. Şu halde silsile-i muhit-i
cihan zamanımızda bir panorama gibi enzarımıza maruz demektir. Silsile-i cihanı
teşkil eden bütün kâinat, iklimler, memleketler, akvam, âsâr-ı atika, tarihler karnen-
be-karn (kavimden kavime), iklimden iklime, şahıstan şahısa, babadan oğla tebeddül
ve tahavvül ederek, terakki eyleyerek intikal ede gelen rivayat ve ahlâk, ulûm ve
edyan, bütün eşhas, bütün mevcudat, binalar, hanelerimiz, ailelerimiz, komşularımız,
meabidimiz, mekteplerimiz, temaşa hanelerimiz, kerhanelerimiz, meyhanelerimiz,
kahvehanelerimiz vesaire hep gözümüz önünden gelip geçmekte ve bu silsile-i
muhitin her halkası herkese türlü türlü yüzler, noktalar arz eylemektedir. Bu yüzlerin,
bu noktaların mübarek olanları da var, meş’um olanları da var. Zamanımızda muhiti
böyle anlıyoruz. Eğer henüz bütün muhit-i cihan kendine maruz olmayan akvam var
84
ise onların muhiti de yalnız kendilerine maruz olan mevcudattır. Onlar da hiç
olmazsa etraflarındaki mevcudattan ibret alırlar.”64
Sonuç olarak Mustafa Kâmil Mar’aşî, medeniyetlerin ilerleyebilmesinin;
azimle, kararlılıkla, kendini geliştirmeyle, yeniliklere açık olmakla, iletişim kurmakla
ve mutlaka sabırla olabileceğini vurgulamaktadır. Gerçekten de küreselleşen
dünyamızda, kendi kabuğuna çekilmiş, bilgi alış verişine önem vermeyen, insanların
yeni buluş ve fikirlerini desteklemeyen toplumların geri kaldığını görmekteyiz.
Bunun tersine dünya ile bütünleşmiş toplumların da ilim ve medeniyette ileri ve
önder olduklarına şahit olmaktayız.
İşte Mustafa Kâmil Mar’aşî, dönemindeki problemlerin kaynağına inmeyi
bilmiş, hastalığın nerden neşet ettiğini ortaya koyarak nasıl bir tedavinin gerekliliğini
de izah etmiştir. Onun bu yönüyle gerçekten ileri görüşlü, münevver bir şahsiyet
olarak, dönemindeki sosyal ve kültürel olaylara eğildiğine şahit olmaktayız.
3. Dil:
Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin, dil konusunda M. Şeref, Necip Türkçü ve Hafız
İsmail ile karşılıklı yazışmaları vardır. Onun bu konudaki görüşleri bir tekâmül ve
gelişmeyi ifade eder ve onun bir fikre körü körüne bağlanmayan, her zaman mantıklı
ve makulden yana olan tavrını ifade eder niteliktedir. Başlangıçta, yazılanların bütün
halk tarafından anlaşılması lüzumu sebebiyle, kaleme alınan yazılarda Türkçe
me’nus karşılıkları olan kavramları ifade etmede Arap ve Fars dillerinden kelimeler
alıp kullanma yoluna gidilmemesi, mümkün olduğunca sade bir dil ihtiyar edilmesi
gerektiği doğrultusunda görüşler ortaya koyarken, daha sonra işin çığırından
64 Vazifelerimizden- 5 Kıdve ”, Ahenk, nr.1394, 17 Mart 1901.
85
çıkarıldığı görüşüne vararak lisanımıza bu dillerden aldığımız kelimelerin müdafaası
yoluna gider, gidişata karşı çıkar; hatta Osmanlı lisanının Türkçe, Arapça ve Farsça
kelimelerden meydana geldiğini bile ileri sürer. Ona göre zaten bu üç dilden
kelimeler, lisanımızın öz malıdır. İlk önceleri savunduğu dilin sadeliği konusundaki
fikrîni, yazılarında ele alırken kaygısı, herkesin anlayabileceği bir dilin
kullanılmasını istemesinden ileri gelmektedir. Ona göre ortaya konan bir fikrî
herkesin anlayabilmesi için, Türkçe, sade ve anlaşılır bir dille yazması gerekir.
Yoksa o fikrî anlayabilmek için değişik dillerin de bilinmesi gibi bir zorluğun halka
inememe sonucuyla karşılaşmamıza sebep olacağı fikrîndedir. Dilin bu şekilde
anlaşılamaz hale gelmesinde eğitim politikalarındaki yanlışlığın etkili olduğunu
belirtmekte ve dilin yabacılaştığını anlatmaktadır.
“ Dilimizin -Türk dilinin- zengin ve güzel olduğunu bilmeyen yokken neden
atamızın diliyle söylemeyerek başkalarından yardım beklediğimizi ve şundan dolayı
yazdıklarımız bir köylüye karşı okunacak olsa bir dilek için Tanrı’ya yalvarılıyor
sanılacağını söylüyorsunuz. Pek doğrudur. Sözümüze, yazımıza başka dil
karıştırmakta o denli ileriye varmışız ki ne demek istenildiğini bir köylü değil, bayağı
bir şehir de büyüyüp oldukça okumak yazmak bilen bir okuryazarın bile
anlamayacağı bir sıraya gelmiştir.
Bundan kırk, elli, yüz... yıl önüne gelinceye değin Nâbî gibi, Veysî gibi, Fuzulî
gibi bir çok Osmanlı bilgiçlerinin aylarca, yıllarca yorularak, üzülerek yapıp
yakıştırdıkları divanlara, siyerlere, hadîkalara bakılsın. Bunlar birer Türk ağzından
çıkmış, Türklere karşı Türkçe yazılmışlar iken bir Türk’ün, yazılarını olsun doğruca
okuyabilmesi için çok yıllar Arapça’nın, Acemce’nin sarfını, nahvini okumuş olması,
86
ne demek istediklerini anlayabilmek için de aylarca, yıllarca emek vererek mecazlar,
kinayeler, sanayi-i bedialar, yazılmış olan (ilm-i belâgat)ı öğrenmiş bulunması
gerektir ki afedersiniz bu (saye)de o biçim bir eski Türkçe’yi eline aldığında okuyup
anlayanlar sınıfına geçmiş bulunsun. Demek isterim ki onlara bakılırsa şimdiki
Türkçe’miz, yazımızın düzeltilmesi uğrunda göstermiş oldukları pek çok yararlıkları
yüzünden adları sanları unutulmaz bir kaç kimsenin o yararlık-larıyla Türkçe’ ligini
göstermeğe başlamıştır. Düşündüklerimizi böyle el diliyle karışık yazmağa bizi
çeken, yeltendiren “onlarla karışık yaşamaklığımız” yolundaki söze pek de doğru
denilemez. Hangi şehir, hangi çokluk bir köy vardır ki onda başka başka dil kullanır
birkaç çeşit insan bulunmasın. Hepsinden biri bugün İzmir’de Türk de var, Rum,
Ermeni de var. Bunlardan hangisinin bir sözünü alıp da Türkçe ile karıştırıyoruz,
düşündüklerimizden hangisini yazarken kendilerinden yardım bekliyoruz?
Arapça ile Acemce öyle mi ya? Türkçe diye sekiz on lâkırdı yazılmış olan
hangi bir kâğıda bakacak olsak azdan az üçte ikisinin bunlardan, yalnız birinin
Türkçe olduğunu görürüz. Bu da, yirmi, yirmi beş yıl öncelerine gelinceye değin
gerek medreselerimizde, gerek mekteplerimizde okuna gelmekte olanların yalnız
Arapça, Acemce yazılmış olmalarından ve bunlardaki -müsaadenizle- (cemiyet-i
mana ve selâset-i ifade) ötekilerden daha çok olmasından ileri gelmiştir.”65
Dil konusunda Mustafa Kâmil Mar’aşî, birkaç dille kullanım imkânı olan bir
kelimenin seçilmesi durumunda, Türkçe kelimenin tercih edilmesinden yana
olduğunu belirtmektedir. Yoksa, dili sadeleştirmek adına dilin daha da
ilkelleştirilmesi ve kısırlaştırılması fikrînde değildir. Zaten Osmanlıca denince
Türkçenin, Arapçanın ve Farsçanın akla geldiğini söylüyor. Dahası, bu dillerin 65 Ahenk, nr. 1274, 11 TE. 1316- 24 TE. 1901.
87
dilimize zenginlik kattığını, bir kelimenin veya bir mananın karşılığını bu dillerden
birinde mutlaka bulacağımızı ifade etmektedir. Lisanımızın manaca fakirliği iddiasını
da reddederek; Hangi mana var ki onun Osmanlıcanın beslendiği üç kaynaktan
birinde karşılığı bulunmasın? Demektedir.
“Bundan üç beş ay evvel yine “Ahenk” ile -belki okumuşsunuzdur- Mehmet
Şeref Bey’le beynimizde bir muhavere cereyan etmişti. Bey’in asıl maksadı Arapça
ile Acemce’nin lisanımızdan kabil-i tarh olup olabilememesi ve imkânı hâlinde
bugün elde bulunan elfaz-ı Türkiyye’nin -lisanın şive-i kadimini kaybetmemek
şartıyla bize kâfi addedilip edilmemesi hakkında abd-i âcizin fikrîni anlamaktan
ibaret idi.
Öteden beri tarz-ı tahririmizde devam edip gelmede olan nazımda Nâbî, Veysî
ve Fuzulî mesleklerinin, Şinasî devrinden itibaren sadeleşmeye başlamış ve şunun ise
terakkiyat-ı hazıra ile mütenasip bir derece daha tahfife kabiliyeti bulunmuş
olmasından bahisle muharrirlerimizin, şairlerimizin oldukça sade yazmak cihetine
itina etmeleri ve meselâ Türkçe karşılığı bulunan me’nus bir ta’bir var iken o
makamda Arapça, Acemce kullanmamaya himmet etmelerini tavsiye yollu bir cevap
ile fikrîmin neden ibaret bulunduğunu söylemiş idim.
Sade Türkçe ile nasıl yazılabileceğini göstermek maksadı taşıdıkları halde
niyetlerini anlamayan bazı kimselerce nasıl takazaya alındıklarını belirtiyor; “Yoksa
ne Şeref’in, ne benim maksadım, üç beş aydan beri sahifeler dolusu yazı yazan
“Türk Dili” muharrirîn-i kirâmının âleme yutturmak istedikleri o ağır, haşin, vahşi
lügatlerle lisanımızı “Uygur”laştıralım, demek değil idi.” Niyet gayet iyi anlaşılmıştır
88
ama işi çığırından çıkaranlar İbni Rüştler, İbni Sinalar, Fahr-i Râzîler dururken
sözlere saykal vermek için Havlak’tan delil getirmektedirler.
“Onlar ne diyorlar?” Lisanımızı Arapça ile Acemce’den tecrit edelim veya
tasfiye!
Lisandan maksatları Osmanlıca demek ise bu olamaz. Çünkü Arapça, Acemce
o lisanın esasen mahiyetini teşkil eden anasır-ı selâseden iki büyük
unsurdur.”66İfadeleri de, onun dilin sadeleşmesi konusundaki fikirleri hakkında bize
bilgi vermektedir.
Yine, o dilin sadeleşmesinin ilerlemenin anahtarı gibi görülmesi fikrîni kendi
üslubuyla eleştiriyor. Dilin gelişiminin ilerleme paralelimde olduğunu vurguluyor.
Gelişen medeniyetle beraber, dilin de değişip gelişmesi gerektiğini düşünüyor. Tarihi
gerçeklerden örnekler seçerek, gelişimin ve ilerlemenin olduğu toplumların hayatta
kaldığını ifade ederken, kendi kabuğuna çekilmiş toplumların, sade bir dil
kullanmalarına rağmen, yok olmaktan kurtulamadığını dile getirmektedir.
Mustafa Kâmil Mar’aşî, dilin yaşamın bir parçası olduğunu düşünmekte ve
yaşamın gerçeklerinden soyutlanmasının toplumlar için bir yok oluş işareti olduğu
üzerinde durmaktadır. Nasıl ki medeniyetler hep değişim içinde, bu değişime ayak
uyduramayan toplumlar yok olmaya mahkûm, dilde toplumu ayakta tutan
unsurlardan biri olarak bu ilerlemeye ve değişime ayak uydurmalıdır.
“Ve şayet bizde maarifin, fünun henüz hadd-i nisaba reşide olabilmesi
düşünülerek şunun için de lisanımızın -dedikleri gibi- sırf Türkçeleşerek o yolda
66 Ahenk, nr. 1275, 12 TE. 1316- 25 TE. 1900.
89
ilerleyip gitmemesi illet gösterilmek isteniyorsa o başka! 0 halde Türkistan ahalisi
tabii sırf kendi dilleriyle mütekellim bulunduklarından onların şu iki cihetle terakki
edip etmemiş olduklarını sorarız, Çin ahalisi bugün dört yüz bu kadar milyon nüfusa
malik olduğu halde henüz milel-i müterakkiye adadına girdirilemiyor, henüz
muntazam bir asker tertip edip da hasmına karşı ciddî bir müdafaada bulunamıyor,
usul-i idaresi bir iğtişaşın eyadi-i keşmekeşinde sürüklenip gidiyor, bu nedendir?
Yoksa bunlar da mı muhtelit lisan kullanıyorlar?
Tarihlerde (Tefrika-i Babil) namıyla yâd edilen “tebel-bül-i elsin” vak’asına
gelinceye değin insanlar bir lisanla mütekellim idiler, enbiya-i izama inkıyat etmeyen
akvam-ı vahşiye de öyle idi, bunlar niçin kavmiyetlerini muhafaza edemeyerek
âlemde terakki yüzü görmeden mahvolup gittiler?!”67
Sonuç olarak Mustafa Kâmil Mar’aşî, dilin önemi üzerinde durmuş,
Osmanlıcanın Arapça, Farsça ve Türkçeden müteşekkil olmasının bir zafiyet
olmadığı, aksine dilin zengin bir anlatım gücüne sahip olmasını sağladığını
düşünmektedir. Dildeki çeşitliliğin aynı zamanda kültürel ve toplumsal zenginliğin
ve gelişmişlin işareti olduğu fikrîndedir. Kısır tartışmaların faydasına da
inanmamaktadır.
Modern bir dil anlayışının Mustafa Kâmil Mar’aşî de olduğunu söylemek
abartı olmasa gerek. Gerçektende günümüz modern düşüncesiyle örtüştüğünü
düşündüğümüz bu fikirler, o zaman için çok radikal ve yeni fikirler olmalı.
67 Ahenk, nr. 1458, 23Mayıs1317- 5 Haziran 1901.
90
4. Ahlâk ve Fazilet:
Ahlâk, İnsan topluluklarınca zamanla benimsenen, fertlerin birbirleriyle, aile,
toplum, devlet ve bütün insanlarla ilişkilerini düzenleyen kurallar, ilkeler ve inançlar
bütünüdür.
Ahlâk, toplumu derinden etkileyen unsurların başında gelir. Toplumun
akıbetini, maddi, manevi ve çevresel anlamda, o toplumda yaşayan insanların ahlâki
eğilimleri belirler. Dinimiz, insanın ahlâklı olmasını isterken, hem toplum hem de
çevre için bunun zorunlu olduğunu da vurgular. Ahlâken kötü olan davranış ve filler
çevre ve kâinatın düzeni içinde kötüdür.68
Mustafa Kâmil Mar’aşî, “Ahenk Gazetesinde” yayımlanan, “Vazifelerimizden”
adlı yazılarında değişik konuları ele almakla beraber ahlâk üzerinde de durmuş,
içinde yaşadığı toplumun problemlerini incelerken, asıl nedenin ahlâkî boyutta
meydana gelen çarpıklık olduğunu ifade etmiştir. Ahlâkın önemini vurgularken; “Bir
memleketin kıymeti efrad-ı ahalisinin kıymetine bağlıdır. Efradının ekserisi nefse
i’timad hasletiyle muttasıf olan ümmetler ümem-i saireye nisbetle kavi, müterakkidir.
Nefse i’timad bütün muvaffakiyat-ı sahiha ve hakikanın aslıdır. Bunlar her zaman,
her yerde geçerli doğrulardır.”69 İfadesini kullanarak toplumlarda ahlâkî temel olarak
güven duygusunu göstermektedir.
Mustafa Kâmil Mar’aşî, bir yazısında da kişinin kendi nefsini ıslah etmesi
gereği üzerinde durmakta ve yazının yazılma sebebi şu sözlerle ifade etmektedir:
“..yazacağımız varakaların birincisi işte “tehzib-i nefs” meselesidir, sonra bir de
68 Mehmet Bayrakdar, İslâm ve Ekoloji, Ankara 1992, s.44. 69 “Vazifelerimizden- 1 Nefse İ’timad”, Ahenk, nr.1362, 8 Şubat 1901.
91
“Kıdve”, bir de “Edeb” ünvanlarıyla iki makale yazacağız. İşte o vakit İzmir
ceridesinde başlayan “Terbiye” bahsi îbni Hazım Ferid Efend’inin “Faaliyet-i
Müterakkiye Hiss-i Terakki ile Olur” sözü hakkındaki fikr-i acizanemizin anlaşılmış
olacağını ümid etmekteyiz. Bundan başka birkaç aydır başlayan “Köy Bakkalları”,
“Köy Mektepleri”, “Medreselerimiz”, “İzmir’de Mekâtip” bahislerini teşkil eden
yazıların bize hissettirdiği ihtiyacın ne olduğunu, neye muhtaç olduğumuzu
anlayarak bu bahislerimizin daha bir perde ilerleyeceğini zannediyoruz.”70
İlginç öneriler sunarak kişinin nefsini ve bedenini nasıl eğiteceği üzerinde
durmaktadır. Modern bir anlayışla, eğitimci kimliğinin de verdiği bir bakış açısıyla
eğitimin devamlı olduğunu, değişik faaliyet ve aktivitelerle zenginleştirilerek
yapılması gerektiğini söylüyor. Dinlenmenin boş durmak olmadığını belirterek,
değişik bedensel aktivitelerin kullanılmasını öneriyor. Dinlenmek amacıyla da olsa,
boş oturmanın insanda değişik, tehlikeli ve fena düşüncelerin oluşmasına sebep
olacağından bahsederek bunun da ahlâki sorunları artırdığını düşünüyor.
“El işleriyle meşgul olmak zihin işlerine mani olmaz, zihin işlerinde
yorulunca vücudu yorucu meşgalelerle uğraşmalıdır; daha dinlendirici olur. Nitekim
okullarda da geniş oyun meydanları yapılıyor. Akıllı babalar da çocuklarının
derslerinde olduğu gibi ata binmek, yüzmek gibi hususlarda iyi yetişmelerini arzu
ederler. Zaten boş zaman insanı fena düşüncelere sevk eder. Bunun için meşgalesiz
kalınmamalıdır. Bir işle meşgul olmak insanı fenalıklardan alıkoyacağı gibi ruhen ve
bedenen sağlıklı da kılar. Okuyan gençler el becerilerini geliştirmeye gayret
etmelidirler. Bu, sonra onlara iş sevdası kazandıracaktır. Almanlar, İngilizler
sanayide böylece ilerlemişlerdir. İşte bizim mekâtib-i idadiyede ticaret, sanat ve
70 “Vazifelerimizden- 4 Tezhib-i Nefs”, Ahenk, nr.1388,10Mart1901.
92
ziraat derslerinin ilâvesi bu sebebe mebnidir. Büyük padişahımız efendimiz hazretleri
bunu ferman buyuruyorlar; fakat biz bu ferman-ı padişahîyi hüsn-i telakki etmeliyiz.
Bu işe memur olanlarımız oldu, yaptık demek için bu işe atf-ı nazar etmeliler,
hakikaten ve cidden yapmalılar. Biz ahali de bu işe nazar-ı istihfaf ile bakmamalıyız.
Hakikaten ve cidden uyanıp bu fikirlere sarılmalı, tatbikatına koşmalıyız ki ferman-ı
padişah! Yerini bulsun; yoksa bize gayr-ı kabil-i islah nazarıyla bakanlar ya bizim
fenalığımızı isteyenlerdir veyahut bizden iseler a’mal-i cismaniye ile iştigal etmemek
yüzünden iç sıkıntısı, yeis ve fütur, uyuşukluk, ürkeklik hastalığına duçar olanlar,
artık gözleri her şeyi fena görenlerdir. Yoksa insan olsun da gayr-ı kabil-i ıslah
bulunsun, bu mümkün değildir. Yalnız devam ister, sebat ister, çalışmak ister; bize
bu nazarla bakanlar bize pek büyük bir hakarette, bir zulümde bulunuyorlar ki bu
hakaretten, bu zulümden kurtulmak yalnız bizim çalışmamıza mütevakkıftır.
Bir işle, sanatla meşgul olanlarımızdaki uyuşukluğun sebebi gelişme fikrîne
sahip olmamalarıdır. İş sahipleri işleri sebebiyle değil sefahete sapmalarından dolayı
kötü duruma düşerler. Aklî ve edebî kuvveleri terbiyeden istinkâf bir başka
mahrumluk sebebidir. Bunlardan kurtulmak için akıl ve beden faaliyetlerini
beraberce yapma yoluna gidilmek gerekir. Çırak mektepleri bu maksatla kurulduğu
gibi, gece mektebi açmak isteyenler de aynı fikirdedirler. “Talebe-i ulûm, ulûm-ı
ilâhiye ve dinîye, ilm-i tıbb, ilm-i hukuk tahsiliyle meşgul olanlar suret-i mahsusada
suret-i cismaniye ve binaenaleyh riya-zet-i bedeniyeye muhtaçtırlar. İngilizler, bizim
büyük adamlarımızdan çoğunun şöhreti kuvva-ı akliye ve cismaniyelerini müttehiden
hüsn-i istimal etmelerinden naşidir” derler.71
71 “Vazifelerimizden- 4 Tezhib-i Nefs”, Ahenk, nr.1388,10Mart1901.
93
Ahlâklı olmak için iyi bir örneğe ihtiyaç olduğu fikrîni ileri sürmekte ve bunu
“Kıdve” kavramıyla ifade etmektedir. İyi bir kıdvesi olan insanların, ondan
esinlenerek ahlâken de iyi olduklarını, aksi halde kötü örneklerin de insanın ahlâkını
bozduğu fikrîndedir. Aslında inançlı bir şahsiyet olarak bu fikrîn altında,
peygamberliğin ve peygamberlerin örnek olarak insanlara gönderilmesi fikrî
yatmaktadır. Peygamberimiz Hz. Muhammed’in de ifadesinde yer bulan; “Ben güzel
ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim.” sözleri Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin “Kıdve”
(örnek) anlayışına temel olsa gerektir. Bu bağlamda zaten bütün peygamberler de
birer kıdvedir. Yüce Allah peygamberlerini de insanların örnek alacakları kişiler
olarak göndermiştir. “Ey Rabb’imiz, senin indirdiğine(O Kitaba) inandık, o
peygambere de tabi olduk. Artı bizi ( birliğini ve peygambeleerini tanıyan) şahitlerle
beraber yaz”72
“Kıdve: Pişva, uyacağımız şey, ahlâk ve a’malimizde ardı sıra gideceğimiz
şey. Bir zamandan beri iltizam olunan Türkçe dilimiz revaç bulursa belki bu kıdveye
uyak, yahut örnek denir. Örnek şimdi bile kullanıldığına göre şâyân-ı tercihtir.
Durulacak mahalle durak, dayanılacak mahalle dayak denildiği gibi maddî manevî
ahlâk ve a’malimize tesir eden şeyler de kıdvemizdir…”73
Bundan sonra kıdvenin (örneğin) vasıfları üzerinde duruluyor; “Kıdve, örnek
dilsiz olmakla beraber, insana hiç bir şey söylememekle, nasihat etmemekle beraber
insanın en muktedir muallimidir, medrese-i ameliyesidir. Bil amel iktisap olunan
ulûm ise sözle iktisap olunan ulûma nispetle pek ziyade müessir ve nafizdir. Vakıa
nasihat kıymetlidir, fakat nasihat yalnız yol gösterir. O yoldan giden bulunmadıkça
72 Hasan Basri Çantay, Kur’a-ı Hakim ve Meal-i Kerim, 3/53. 73 “Vazifelerimizden- 5 Kıdve ”, Ahenk, nr.1394, 17 Mart 1901.
94
hiç bir faaliyeti haiz değildir. Nasih, nasihatıyla âmil olmalı ki kıdveye dahil
olabilsin, îşte bir insanı bulunduğu yola getiren, bir insana bulunduğu yolu
beğendiren kuvve-i müessire ve nafize ne ise o insanın kıdvesi, örneği odur, o heyet-i
mecmuadır. Bütün insanlar öğrenmek için kulaklarından ziyade gözlerini vasıta
ittihaz etmeye tab’an maildirler. Mer’iyat mesmuattan ziyade nafiz ve müessirdir.
Çocukların gözleri riyazî marifete duhul için ilk kapularıdır. Hiçbir isteğimize,
talimimize mukarin olmayarak çocuklar gördükleri şeyleri yapmaya çalışırlar.
Haşerat, içinde yaşadığı, gıda ittihaz eylediği nebatatın rengiyle televvün eylediği
gibi çocuklar da gördükleri şeylere imtisal eylerler. Şu halde kıdvede, örnekte
çocukların ilk gördükleri şeylerin pek büyük tesiri vardır.”74
Çocuklar çevrelerinde görmüş oldukları şeyleri örnek alma konusunda seçici
değillerdir. Tabiidir ki en yakınlarında bulunan ailelerini örnek almaları da
kaçınılmazdır. Anne ve babaların çocuk üzerinde etkisi çok büyüktür. Nitekim
Peygamberimiz de bir hadisi şerifinde “Her doğan bir fıtrat üzere(din duygusu ile)
doğar. Fakat o çocuğun anası ve babası onu kendi dinlerine döndürürler. Mesela;
Yahudi iseler Yahudi yaparlar, Hıristiyan ve Mecusi iseler, Hıristiyan Mecusi
yaparlar.”75 Dolayısı ile ailenin örnek alınması çocuğun hayatında önemli bir yere
sahiptir.
Ahlâk ve Faziletten bahsederken, toplumların en büyük hazinesinin, kıymetinin
edepli insanlar olduğu üzerinde durmaktadır. Edepli insanların oluşturduğu toplumlar
en zengin, en ileri ve en faziletli toplumlardır. Edebin hem maddi hem manevi
74 “Vazifelerimizden- 5 Kıdve ”, Ahenk, nr.1394, 17 Mart 1901. 75 Buhari, Cenaiz 80, Tefsir/ sure- 30, Kader/3; Müslim, Kader/22- 23; Ebu Davut, Sünnet/17; Tirmizi, Kader/5.
95
değerinden bahseder Mustafa Kâmil Mar’aşî. Gerçekten de bugün de üzerinde
düşünmemiz gereken bir kavram olan edep, toplumumuza ne lazımdır. İnsanların
hak, hukuk ve saygı için yaşadıkları bir toplumda kim yaşamak istemez. Burada
anlıyoruz ki fertlerin eğitimi ve ahlâkı gerçekten onda ön plana çıkmıştır. Belki de
eğitimci olarak en büyük ideali de bu çerçevede kendini göstermektedir. Eserlerinde
ve yayınladığı gazete yazılarında bu yönünü açıkça görmekteyiz. Ona göre; ahlâkta
gösteriş olmaz. İnsanın dışı içi gibidir. Sadece dış fenalıklardan değil içteki
kötülüklerden de uzak olmalı.
“Edeb ayıplanmamızı, lekelenmemizi gerektiren işlerden kaçındıran, hayrı şerri
seçip hayrı işlememizi icap ettiren, her fiil ve amelimizin ahlâk ilmi noktasından
takdir olunan kıymetini gözeten kuvvemizdir. Fazilet dahi şimdi ahlâk ilminde hadd-i
itidale denilir.
Edeb insanlığın bezeği, mecd ü şeref tacıdır.
Edeb insanın malik olduğu evsafın efdali, en büyüğüdür.
Edeb doğrudan doğruya şereftir ve dolayısıyla mal ve servettir. Bir ümmeti, bir
kavmi terakki ettiren, i’lâ eyleyen ve her makamın şanını yücelten unsurdur.
Edeb servetin yerini tutar, şöhretin yerini de tutar.
Edeb ne servet gibi daima muhatara altındadır ve ne de şöhret gibi calib-i
hasettir. Çünkü edeb sadakat, istikamet, sebat neticesidir; bunlar ise servete, şöhrete
bağlı değildir. Her insanda bulunabilir.
96
Ehl-i edeb heyet-i ictimaiyenin ruhu, satvet-i devletin masdarıdır. Napolyon
diyor ki: Muharebede kuva-yı edebiye ve maneviyenin kuvva-yı cismaniye ve
maddiyeye nisbeti on adedinin bir adedine nisbeti gibidir. Akvamın kuvveti ve
faaliyet-i müterakkiyeye malikiyeti ve medeniyette ilerilemeleri efradının edebine
bağlıdır. Kanunlar, hükümler, hükümetlerin icraatı âdâb-ı ahalinin zevahirinden
ibarettir. Bilcümle insanlar, ümmetler, kavimler ancak edebleriyle müstehak
oldukları hale mazhar olurlar. İnsanın ilim ve serveti az olup da edebi yerinde olsa
yine her yerde bir nüfuza malik olur. Edeb olmayınca yalnız ilim ve servet emin bir
vasıta-i saadet olamaz.”76
Düşünürümüz, edep ile ilgili olarak değişik misaller ve örnekler vererek, aslında
dünyanın her yerinde, her toplumda ahlâk ve faziletin en büyük hazine olduğunu
ortaya koymaya çalışır. Eğer bir insan edep hanesinden nasibini almamışsa, o zaman
mutlaka kötülükler onu esir alır.
“Birisi diyor ki: Kuvvete vasıl olmak için doğru yolu edepte buluyorum, başka
yola salik olamam, vakıa tarik-ı edeb pek kestirme değilse de emindir. Bunun için
âkil, zeki, âlim olan kimseler ile iftihar ederiz; fakat bunlar edep sahibi değillerse
kendilerine dayanamayız; itimad, emniyet edemeyiz. .
Meşhur Amerikalı Franklin kendi muvaffakiyetini âdâb ve ahlâkına isnad
eder, kuvve-i akliyesine, fesahatine isnad etmez; diyor ki: Sözüm rekiktir, söz
bulmakta mütereddidim, kaide yanlışlıklarım çoktur. Lâkin edeb, menasıb-ı âliyede
bulunanları mutemed kılmaya kâfidir. Edeb bir kuvvet olduğu gibi hüsn-i sülûke, iyi
gidişe mukarin olmayan akıl, zekâ, faaliyet, ilim dahi birer kuvvettirler. Bunlardan
76 Vazifelerimizden- 6 Edep ve Fazilet ”, Ahenk, nr.1403, 27 Mart 1901.
97
istifade olunabilir, lâkin bunlar edeble refik olmazlarsa ekseriya şerre âlet olurlar ve
bunlara malik olan şerirlerin medh olunması bir hırsızın maharetinde medh olunması
gibi olur.
Edebin esası, cevheri, sadakat, istikamet, ıslah-ı hâlden ibarettir. Bir insan
bunlara malik olur, bir de azm-i kavi sahibi bulunursa artık o insana hiç bir şeyde
mukavemet olunamaz. 0 insanda hayrı işlemek, serden kaçmak, her türlü belâlara,
musibetlere tahammül ederek maksada doğru yürümek hasaili kuvvet bulur…
Hayatın en büyük gayeti fazilettir, hayırdır. Hayatında fazilet sahibi, güzel ahlâk
sahibi olanlar hayatlarının ürünlerini toplarlar, şu halde insan ahlâk-ı haseneyi,
fazileti müddet-i hayatında aksayı emel ittihaz eylemelidir. Her kim vesait-i
münasebeye teşebbüs ederek çalışırsa bu maksadına nail olabilir. İnsanın, bilhassa
gencin gözü daima ileride olmalıdır. İnsan iyi nam sahibi olmak isterse gidişinde
mütevâzi, maksadında büyük, yüksek olmalıdır.”77
Tabi nasıl bal bal demekle ağız tatlanmazsa, edepli olmalı demekle de edepli
olunmaz. Gerçekten büyük bir sabır ve eğitim gerektirir. Bunun gerekliliğini Mustafa
Kâmil Mar’aşî, şu hikâyelerle anlatır:
“Birisi oğluna sevdiklerinden bir sahib-i faziletin ismini koymuş ve arkadaşına
“Oğluma sizin isminizi koydum” demiş. 0 zat “Teşekkür ederim, fakat yalnız isim
kâfi değil, oğlunuza o isim sahibinin terbiyesini ve ahlâkını da vermeye gayret
etmelisiniz. Benim pederimden aldığım ahlâk, ihlâs yani içi dışı bir olmak, zahiri
77 Vazifelerimizden- 6 Edep ve Fazilet ”, Ahenk, nr.1403, 27 Mart 1901.
98
batınına uygun olmak, sadelik, doğruluktan ibarettir. Siz de oğlunuza bu terbiyeyi
veriniz” demiş.
Bir çocuğa demişler ki niçin geçtiğin bahçedeki elmalardan bir tane olsun
koparmadın, orada kimse yok idi, neden korktun, seni kimse görmüyordu. Çocuk
buna cevaben “Âdem var idi” demiş. Kim idi diye sual olunması üzerine “Ben var
idim; ben ise fena bir iş işlediğimi görmek istemem” demiş.”78
Gerçektende Ahlâklı bir insana vicdanından başka polis gerekmez. Nerde
olursa olsun, ne yaparsa yapsın. Hep doğru olur, hep hakkı ve hakikati gözetir. Böyle
insanların oluşturduğu toplumlarla da medeniyet meydanın da kimse yarışamaz.
Mustafa Kâmil’de vicdanın önemini şöyle izah eder:
Vicdan insanın hayır işlemek, şerden kaçınmak için birinci hakimi, birinci
saikidir. Eğer insan vicdanını dinlemez, işlediği işin hayır mı, şer mi olduğunu kendi
nefsinden sormazsa za’fa duçar olur, adam ne olacak, bir kere değil mi? Kim görecek
yolunda özürlerle fenalığı irtikab eder ve artık çorap söküğü gibi fenalığa meyleder.
Vicdanına karşı fenalığa düşer, artık şan-ı insaniyetten sakıt olur. Fenalığı ister gizli
yapsın, ister aşikâr yapsın müsavidir; çünkü bugün gizli olan yarın aşikâra çıkar;
çıkmasa bile mutlaka bir gün vicdana karşı mahcubiyet, rahatsızlık muhakkaktır.”79
Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin, bu konudaki düşüncelerini yine onun ifadelerinden
bir bölümü naklederek anlatmak ve gerçekten halisane bir niyetle toplumu
aydınlatmayı düşündüğünü ifade etmek istiyorum:
78 Vazifelerimizden- 6 Edep ve Fazilet ”, Ahenk, nr.1403, 27 Mart 1901. 79 Vazifelerimizden- 6 Edep ve Fazilet ”, Ahenk, nr.1403, 27 Mart 1901.
99
“Dünyada en lüzumlu şey güzel edep kazanmaktır; bu da en iyi çocuklukta
olur. Kişi, gidişini, daima ıslaha çalışırsa, mutlu olur, çevresini de mutlu eder.
İnsanın ahlâkı tutumundan ortaya çıkar. Kaba sözlerle muamele edenler ilim ve
fazilet sahibi de olsalar çekilmezler, sevilmezler; çünkü insan kendisine itibar
etmeyeni, güzel söz söylemeyeni sevmez. Bazıları da tevazuu pek ileri götürürler,
tenezzül derecesine iletirler; fakat kibir ve azametlerini izhar için de fırsat ararlar ve
tevazuları bir tasannudan ibarettir. Bu da halkla muamelede sertlikten ziyade
muvaffakiyetsizliği intaç eyler. Halk ile muamelede bulunanlar için hüsn-i süluk, iyi
gidiş bir emr-i zarurîdir.
İnsanın hakikatini anlamak için gerçi delil çoktur; lâkin en açık delil insanın
kendinden dün olanlar üzerindeki kuvveti kullanmasındaki hallerdir. Erkeklerin
kadınlar, ebeveynin evlâd, bir kumandanın asker, bir idarede müdürün maiyeti, bir
muallimin şakirdanı hakkındaki muameleleri ahlâk ve âdabın en büyük mizanıdır.
Çocukluktan itibaren gerekli olan terbiyeyi almış olmakla iş bitmez. İnsanı
fenalığa meyilden koruyan hususlara da riayet gerekir. Kişi elinin emeği ile
geçinmeli, iç, dış temizliğine dikkat etmeli. Cenabı Halik Tealâ’yakarşı aczini daima
itiraf ile kalben Halık-ı kâinata müteveccih olarak huzu ve huşuunu muhafazaya
çalışmalı, dinî vazifeleri eda etmeli, adalete saygılı olmalı, iyiliği emredip
kötülükten sakındırmalı, elden geldiği kadar herkese iyi yolu gösterip iyiliğini
istemeli, fena yolu gösterip fenalıktan kaçınmasını istemeli ki bu insandaki
muhabbet hasletinin açık delilidir…
İşte insanın sevdiğini sevdiği yola getirmeye çalışması ve “emri bilmaruf nehyi
anilmünker” ise hubb-i fillâhtır; getirememesinden hasıl olan teessürü buğz-ı
100
fillâhtır. Böyle olmayan muhabbetler, tessürler desise, hile, şeytanet, buğz, kin, garaz
gibi redaetlerdir ki maazallah bir heyetle bir kavimde ekseriyet bu ahval-i rediyye île
ittisaf eylerse o heyetin, o kavmin saadeti, istikbali, istiklâli, her şeyi mahvolmuş
demektir. Bu sözler indî şeyler değildir; bütün tarih-i beşer bize bunu gösteriyor. îşte
mes’uliyet-i içtimaiye buradan tevellüd ediyor ki ağırdır. Bu âlem-i medenîde
medeniyetin bize tahmil eylediği vazaif-i insaniye pek dakik, mesuliyeti de pek
ağırdır. Düşünelim, gözümüzü açalım, ortalığa bakalım, kendimizi kurtarmaya
çalışalım.”80
Mustafa Kâmil Mar’aşî, ahlak konusunu işlerken İslam Ahlakı temelinde bir
bakış açısı sunmaktadır. Onun ahlak yorumu, Kur’an ve sünneti temel almaktadır.
Zaten ifadelerinde de dini terimleri fazla olmamakla beraber kullanmıştır. Ancak
kendisi ahlak kavramını ele alırken, temel insani prensiplerden biri olarak ele
almıştır. Böylece ahlaki prensiplerin daha geniş bir kitle tarafından benimsenmesini
sağlamayı hedeflemiştir.
5. Devlet:
Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin, devlet ve devletin görevleri üzerendeki
fikirlerinden kısaca bahsetmek istiyorum. Bu konudaki fikirlerinin yine onun
döneminin sosyal gerçeklikleri içerisinde oluşturduğunu görmekteyiz. Devletin
yapması gerekenler ile toplumun yapması gerekenleri ayırt ederken, zamanına göre
bizce radikal fikirler ortaya koymaktadır. Merkezi bir otoritenin benimsendiği ve
hâkim olduğu bir dönemde, devletin görevlerini sıralarken, her şeyin devletten
beklenmemesi gerektiği üzerinde durarak özel teşebbüslerin de sosyal hayattaki
80 Vazifelerimizden- 6 Edep ve Fazilet ”, Ahenk, nr.1403, 27 Mart 1901.
101
yerlerini almalarının gerekliliğini vurgulamaktadır. Aksi halde sosyal düzende
birtakım aksaklıkların vücuda gelebileceğini ifade etmektedir. Sanki bir özelleştirme
ya da müteşebbis bir ruha taraftar olduğu izlenimine kapılmaktayız.
“Devam edegelen mübahesatta ekser muharrirler lüzum görülen şeyleri hep
hükûmet-i seniyye yapsın, diyorlar. Yazdığımız varakalarda, her şey hükümetten
intizar olunamaz, kendilerine lâzım ve nafi olan şeyleri ahali yapmalıdır, ahali
yapabilecek bir halde bulunmalıdır, diyoruz, ne demek istediğimizi anlatamıyoruz.
Yine dönülüyor, dolaşılıyor, gerek mekteplerin, gerek medreselerin, hatta
bakkalların, murabahacıların, köy dükkânlarının bile ıslahı, men’-i mazarratı
hükûmet-i seniyyeden talep olunuyor. Belki hanelerimizde yediğimiz yemeklerden
bir bahis açılsa, yemeğimizin ihzarını da hükümet- i seniyyeden isteyeceğiz, öyle ya!
Ekmeğe, ete narh istemek ne demektir ya! Ekmeğimizi, etimizi, odunumuzu,
kömürümüzü hükûmet-i seniyye, belediye hazırlasın demektir. Bu ise pek aksi bir
düşünüştür. Hükümetin vazife ittihaz edeceği şeyler ahalinin can ve ırz ve mallarının
temini hususlarından ibaret olup ahaliye nafi olan şeylerden de ahalinin münferiden
yapamayacağı veya yapmaya teşebbüs etmediği şeyleri dahi hükümet bizzarur yani
mücerred ahalinin yapamadıkları ve yapmaya teşebbüs etmedikleri cihetle yapmaya
mecbur olur.
Halbuki kabil mi, hükümet ahaliye her nafi olan şeyi yapabilsin? Hükümet
bunlardan yalnız yapılması idare-i umumiyece dahi elzem olan şeyleri seçer, yapar,
bakisini ahaliye terk eyler. Nitekim bizde de öyle olmuştur. Maarifte hükûmet-i
seniyye mekâtib-i âliyeyi, mekâtib-i idadiyeyi idare-i umumiyenin tanzimi nokta-i
nazarından tesis ve tanzime lüzum görmüş ve bunları yapmakta bulunmuş ise de
102
maarif-i umumiyeyi cemaatlere terk etmiştir. Artık bu, meydanda iken mekâtib-i
ibtidaiyeyi, köy mekteplerini de hükûmet-i seniyye yapsın demek abes olmaz mı?
Evet yine bizzarur hükûmet-i seniyye bunlara da bakıyor. Çünkü ne çare ahali hiç
vazife etmezse hükûmet-i seniyye bu kadar merhameti, şefkati ile nasıl bitaraf
kalsın? Bunlara da bakmaya mecburiyet hissediyor. Lâkin bu, bir dereceye, bir hadde
kadardır. Her şey cebren yapılamaz. Biraz da ahali teşebbüs etmelidir, teşevvuk
etmelidir, yapmak istemelidir.”81
6. Ruh:
Ruh, sözlük anlamında, can, nefes, canlılık, his, duygu, en mühim nokta
anlamlarına gelmektedir. Terim olarak, ölüm anında kaybolan hayat ilkesi, canlı
varlığın dinamizmi, canlı hayatın ilkesi anlamında kullanılmaktadır.
İlk çağlardan beri insanlar “Ruh” kavramı üzerinde kafa yormuşlardır.
Felsefenin temel konularından biri olarak ta “Ruh “,İlk Çağ filozoflarından bu yana
tartışıla gelmiş bir kavramdır. Ruh, Aristoteles (M.Ö.384-M.Ö.322)’dan İbn Sina
(980- 1037)’ya, Gazali (1058- 1111)’den İbn Rüşt (1126- 1198)’e, batı ve doğu
felsefecileri arasında hep tartışıla gelmiştir.
Aristoteles’de ruh, bedene canlılık veren ilkedir. Ruh bedenin formudur;
bedenin entekhia’sıdır. Cevher olarak, bedenden bağımsız ölümsüz olan varlıktır. İbn
Sina “Ruh” konusunda Aristoteles’in etkisinde kalmasına rağmen tamamen sadık
kalmaz. Aksine Plotin’in düşüncelerine yaklaşır. Zaman zamanda kendine has
orijinal görüşler sergiler. Aşağıda mealini verdiğimiz “ruh” hakkındaki kasidesinde
ifade edildiği gibi, İbn Sina’ya göre ruh; yüksek bir âlemden bedene düşmüştür. Yine
81 “Vazifelerimizden- 1 Nefse İ’timad”, Ahenk, nr.1362, 8 Şubat 1901
103
aynı kaside de, ölümle de bedenden ve onu bu âlemde tutan eğilimlerden
kurtulmaktadır.
Mustafa Kâmil Mar’aşî, İbn Sina’nın ruh hakkındaki kasidesine bir şerh
yazarak, ünlü tabibin bu konudaki görüşleri anlamamıza katkı sağlamıştır. Mustafa
Kâmil Mar’aşî’nin eserleri bölümünde ele aldığımız üzere, A.Süheyl Ünver, Mustafa
Kâmil Mar’aşî’nin şerhini, İbn Sina eserleri üzerine yazılmış nadir eserlerden biri
olarak nitelendirmektedir. Biz de burada büyük tabip İbn Sina’nın ruh hakkındaki
kasidesinin şerhinin mealini sunmayı uygun buluyoruz:
“1-Ey kalebi insani izzet ve kuvvetle muttasıf olan nefsi natıka alemi ulviden
sana nüzul etti.
2- Ruh herkese karşı keşfi nikab ederek arzı endam ettiği halde vakıfı esrar
olan arifi billahın didei cihan binasından mesturdur.
3- Ruh, vaktile sana kerhi bir surette duhul etmiş ise de henüz- ancak alemi
cismanide husulü mümkün olan – bir seadeti ebediye kesp etmediği için
müfarakatından hoşnut değildir.
4- Ruh, bedeni insaniye iptidai emirle duhulden i’raz etti. Müvanesetini kabul
etmedi ise de hah nahah vusulünde arzı hoşnudi etmeğe mecbur oldu.
5-Ruh evvelce kendisine duhulden istinkaf ettiği bedenle müfareketini arzu
etmez bir halde müvanesetine bakılırsa, vaktile bir lahza bile istemediği vatanı
aslîsindeki ciranile olan uhudu feramuş ettiği anlaşılıyor.
104
6. 7- Ruh karargahı aslisi bulunan âlemi ulviden infisal ederek alemi hissiye
ittisal etiğinde müteallikatı bedeniyyeden olan kalp ile ruhi hayvani kendine tealluk
eyledi. O halde tetbir ciheti ile kalpte tasarruf ciheti ili bedende icrayı hükmetmeye
başladı.
8-Ruh âlemi ulvi ki ciranile olan uhudu düşündükçe eşkrizi telehhüf olur.
9- Ruhi giryesine sebep, nekayis heyulaiyye tahsili kemalattan kendini
acketmesi ve bazen olsun vatanı aslisine ziyarete mani olmasıdır.
10- “İrcii”, Emri ilahisinin suduru halinde mahbesinde intiza eden nefsi natıka,
keyfiyyatı erbanın tekerrürü ile münderis olan beden üzerine muye matem kılarak
terennümsazı tehassur olur.
11.12.13- Ruh, hayli vakit birlikte maişet ederek sayei mücaveretinde tahsili
kemalat ettiği bir yari vefadan, ademabade setti rahl ettiği esnada, okadar biganelik
gösterdi ki vazifei uhuvvet olan resmîne bile tenezzül etmediği halde müfarekat
ederek âlemi ulviye doğru tevcihi inan etti. Tetricen vatanı aslisine yaklaştıkça uyuni
bedeniye ile müşahedesine destrest olamadığı, bir takım dekayiki ledüniyeye kepsi
itila ettiği sırada sevincinden terennüm etmeğe başladı.
14- Ruh, âlemi cismanide tahsili kemal sayesinde uruci âlemi ulviye rehyab
oldu. Zira ilim, ruhu âlemi ulviye is’ad ettiği gibi, mücerret nuhuseti talii seyyiesi
olmak üzere terakki edemeyen bazı betbahlar müstesna olduğu halde, âlim olan her
kimseyi de aksayı meratibe isal eder.
105
15- Ruhun âlemi ulviden hadidi bedene inzal etmesine yegâne sebep ne oluyor.
16- Cenabı hakkın bedene ruhu inzal buyurması; ulvî ve süflî dinî ve dünyevî
ibdaatındaki hikemi ilahiyyesini kâmilen idrak etsin.
17.18- Ruhun bedene hübutunda sır, âlemi ruhanide iken idrakini muktedir
olmadığı, dekayıkı ulviye ve süfliyeyi havassı bedeniye vasıtası ile idrak ederek
âlemi hafaya olduğu halde vatanı aslisine avdet demek ise ervahı sazice için bu
maksat dahi husulpezir değildir.
19.20-Nefsi natıkanın, kendi hissesine takdir edilen (zeman) ın encama vusulü,
tariki teayyüşünü okadar katetmiştir ki bir daha avdet etmemek üzere âlemi
cismaniye veda’han olmuştur.
Nefsi natıka, müdeti medide bedende karargâh olsa da encam karı müfareketi
mukarrere bulunduğundan, iştiali ile intifası lahzi bulunan, berki hatıf gibidir.”
İbn Sina metafiziğinde, ruhla beden arasındaki münasebet önemli bir yer
kaplar. Ona göre cevher kategorisine giren nefs, bedenden önce midir sonra mıdır,
ona göre durumu nedir? Bu tür sorulara İbn Sina’nın verdiği cevap öz olarak
şöyledir;” Nefs (ruh) bedenin iyiliği için, özellikle yaratılmıştır. Kendisiyle birleştiği
beden yaratılmadan önce var değildir ve şahsi varlığı yoktur. Çünkü, böyle bir halde
onun kişileşme ilkesi eksik olur. Nefs, sultanlığı ve aleti olacak olan bedeni maddinin
var olmaya başladığı andan itibaren var olmaya başlar. Yani onun varlığı bedenledir
ve varlığı (hudusu) cisimle ilgili değildir.”82
82 Hayran Altıntaş, İbn Sina Metafiziği, Ankara 1992, s.128.
106
İbn Sina, onun (ruhun), bedenin ölümünden sonra ölmediğini ve yok
olmadığını söyler. Nefs sonucu sebebe bağlı gibi bir bağlılıkla bedene bağlı değildir.
Bunun için o asla yok olmaz.83
Ancak, İbn Sina Mead’ın beden ve nefsle beraber olacağına inanır. İşte bu
konuda En- Necat’ta bulunan cümleleri:
“Şer’an tekrar dirilme vardır. Bunun ispatı şeriat yoluyla ve Peygamberin bu
konuda getirdi haberleri tasdikle olur. Baas zamanında ruh bedenle birlikte olacaktır.
Şeriatın peygamber vasıtası ile bildirdiği mutluluk ve mutsuzluk bedene göredir. Bu
husus akıl ve bürhanla anlaşılır. Peygamber bunu tasdik etmiştir. Nefisler için
gerçekleşecek olan mutluluk veya mutsuzluk kıyas yoluyla anlaşılabilir. Ancak
ilahiyatçı hekimler ruhun mutluluğunun bedeninkinden daha fazla olduğunu
söylerler, hatta onlar bedenin mutluluğuna önem vermişler. Bedenin mutluluğunu
kabul edenlerse de onun mutluluğu ruhun mutluluğu kadar üstün değildir derler.
Ruhun mutluluğu Hakku’l- Evvelle ulaşmaktır.”84
7. Mantık:
Son olarak Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin mantık anlayışından bahsetmek
istiyoruz. Hayatından bahsederken değindiğimiz üzere85, onun mantık ilmine vakıf
olduğunu biliyoruz. Ancak mantık konusunda ne derece bir vukûfiyete sahip
olduğunu tam olarak bilmemekteyiz.
Mantık alanında yazmış olduğu ve elimizde bulunan eseri “Usul-i Akisa”
(Kıyas Usulleri)86 da Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin mantık hakkındaki fikirlerini tam
83 Hayran Altıntaş, İbn Sina Metafiziği, Ankara 1992,s.139. 84 Hayrani Altıntaş, İbn Sina Metafiziği, Ankara 1992,s.142. 85 Bkz. s. 7. 86 Bkz. s. 22.
107
olarak anlamamıza imkân vermemektedir. Yine de bir fikir vermesi açısından bu
küçük risalesini buraya almayı uygun gördük.
Kıyas Usulleri:
Rahim ve Rahman olan Allah’ın adıyla
Bil ki, delil, iki öncülün her ikisiyle zikredilebilir ve o ikisinden biriyle de
sınırlandırılabilir. Birincisi kolay; ikincisi ise bir açıklamaya muhtaç olmasından
dolayı zordur, ki doğrudan açıklamaya [tibyan] bak. Bir delil bulduğunda onu temel
al, onun mezkur öncülüne bak, ki o öncül, matlubun [kıyasta varılmak istenilen
sonuç: matlub]87 ya konusunu ya da yüklemini içermektedir. Eğer birincisi (yani konu)
ise o, kıyasın (içinde) içkin olarak bulunan küçük ve büyük öncülüdür. Bu konu aynı
şekilde o öncülde ya bir konu ya da bir yüklem olarak bulunabilir. Eğer birincisi ise
şüphesiz orta terim o öncülde yüklem olur. Dolayısıyla büyük önerme de “Her (c) (e)
dir” diye söylenildiği gibi (1) tümel olumlu matlub olursa, birinci şeklin birinci moda
tahsis olunur ve sonuca şöyle gider:
“Her (c) (b) dir,
Her (b) (e) dir.”
Eğer “Bazı (c)ler (e)dir” diye söylendiği gibi (2) tikel olumlu bir matlup ise (o büyük
önerme) üçüncü moda tahsis edilir ve şöyle sonuca gider:
“Bazı (c)ler (b)dir,
Her (b) (e)dir.”
(3) Tümel olumsuz matlup ise (o büyük önerme) birinci şeklin ikinci modu ile
ikinci şeklin ikinci modu arasında değişken olur. Çünkü tümel olumsuz büyük
87 Matlub, bir açıdan neticenin aynısı bir açıdan da ondan farklıdır. Şöyle ki: Kıyasta sonuç olarak çıkan önerme, kıyasın öncüllerinden bakıldığında matlub (yani varılmak istenen şey; öncüllerden bakıldığında bilinmeyen şey); kıyasın sonucunda çıkan şey elimize geçtiğinde de ona sonuç [netice=varılmış olan, sonuçlanmış olan] denir.
108
öncüldeki orta terim konu olarak alınırsa kıyas, tıpkı “Hiçbir (c) (b) değildir” diye
söylendiği gibi, birinci şeklin ikinci moduna dahil olur ve sonuca şöyle gider:
“Her (c) (b)dir,
Hiçbir (b) (e) değildir.”
Eğer (tümel olumsuz büyük öncüldeki orta terim) yüklem olarak alınırsa kıyas,
ikinci şeklin birinci moduna girer ya da “Hiçbir (c) (e) değildir” gibi ikinci moda
girer ve sonuca şöyle gider:
“Her (c) (b)dir,
Hiçbir (e) (b) değildir.”
Ya da;
“Hiçbir (c) (b) değildir,
Her (e) (b)dir.”
Eğer matlub, orta terimin itibarî olmasının farklılaşmasına göre, tikel olumsuz
olursa, (büyük önerme de) birinci şeklin dördüncü modu ile ikinci şeklin üçüncü ve
dördüncü modu arasında değişken olur. Çünkü sen “Bazı (c)ler (e) değildir” der, sonuç
olarak “Bazı (c)ler (b) dir” diye çıkarır ve tümel olumsuz büyük önermedeki orta terimi
konu yapar da “Hiçbir (b) (e) değildir” dersen bu durumda kıyas, birinci şeklin dördüncü
moduna dahil olur. Ama onu (orta terimi) büyük önermede yüklem yapar ve “Hiçbir (e)
(b) değildir” dersen, (elde edilen) kıyas, ikinci şeklin üçüncü moduna dahil olur. “Bazı
(c)ler (b) değildir”i sonuç olarak çıkardığında ise, şüphesiz, büyük önerme, ancak ve
ancak ikinci şeklin dördüncü moduna dahil olur. Örneğin: “Her (e) (b)dir.”
Eğer bu konu, o öncüldeki yüklem olursa, oradaki orta terim de kesin olarak
yüklem olur. O zaman da büyük önerme, matlub ister olumlu ister olumsuz olsun,
109
üçüncü ve dördüncü şekil arasında değişken olur. Çünkü büyük önermedeki orta terimi
konu olarak alırsan, kıyas da üçüncü şeklin altı modundan birisi olur. Eğer onu yüklem
yaparsan, kıyas da dördüncü şeklin sekiz modundan birisi olur. Örneğin: Eğer “Bazı (c)
ler (e) dir” der, “Her (c) (b) dir”i sonuç olarak çıkarır ve büyük önermeyi örneğin “Her
(b) (e)dir” olarak tümel olumlu yaparsan, kıyas da ya üçüncü şeklin birinci moduna ya
da dördüncü şeklin birinci moduna girer. Orta terimin durumsal farklılığına göre örnek
de “Her (b) (e)dir” olur. (İyice) anlayasın! Eğer büyük öncülü, örneğin “Bazı (b) ler (e)
dir” şeklinde tikel olumlu yaparsan bu kez de kıyas, ya üçüncü şeklin beşinci moduna ya
da zikredilen farklılığa göre örneğin “Bazı (e) ler (b) dir” şeklinde dördüncü şeklin ikinci
moduna girer. “Bazı (c) ler (b)dir”i sonuç olarak çıkardığın zaman ise büyük öncül ancak
ve ancak tümel olumlu olur ve ondaki orta terim de sadece ve sadece konu olarak gelir.
Dolayısıyla kıyas da örneğin “Her (b) (e)dir” şeklinde üçüncü şeklin üçüncü moduna
girer. Çünkü küçük öncülde konunun yüklem olarak değiştirilmesi durumunda küçük
öncül ile savın? [da’vâ]88 tikel olumlamadaki birbiriyle uyuşması, üçüncü şeklin üçüncü
moduna münhasırdır. Eğer sen “Bazı (c)ler (e) değildir” der, “Her (b) (c)dir”i sonuç
olarak çıkarır ve büyük öncülü de tümel olumsuz yaparsan, kıyas da orta terimin
pozisyon farklılığına göre ya örneğin “Hiçbir (b) (e) değildir” gibi üçüncü şeklin ikinci
moduna girer ya da örneğin “Hiçbir (e) (b) değildir” gibi dördüncü şeklin dördüncü
moduna girer. Ama “Bazı (c)ler (b)dir”i sonuç olarak alır, büyük öncülü de tümel
olumsuz yaparsan, kıyas da ya örneğin “Hiçbir (b) (e) değildir” gibi üçüncü şeklin
dördüncü moduna girer ya da örneğin “Hiçbir (e) (b) değildir” gibi dördüncü şeklin
beşinci moduna girer. “Her (b) (c)dir”i sonuç olarak alır, büyük önermeyi tikel olumsuz
yaptığında ise kıyas, ya “Bazı (b)ler (e) değildir” gibi üçüncü şeklin altıncı moduna girer
88 Da’va: Sav, iddia demek. Buradaki anlamı muhtemelen kıyasın sonucu=netice olmalı
110
ya da “Bazı (e)ler (b) değildir” gibi dördüncü şeklin yedinci moduna girer. “Hiçbir (e)
(b) değildir”i sonuç olarak alırsan büyük önermeyi ya tümel olumlu ya da tikel olumlu
yapman apaçıktır. Bunlardan birincisi örneğin “Her (b) (c)dir” gibi dördüncü şeklin
üçüncü moduna; ikincisi ise örneğin “Bazı (b)ler (c)dir” gibi dördüncü şeklin sekizinci
moduna dahil olur. “Bazı (e)ler (b) değildir”i sonuç olarak çıkarır, büyük öncülü de
tümel olumlu yaptığında ise kıyas, örneğin “Her (b) (c)dir” gibi dördüncü şeklin altıncı
moduna girer.
Eğer ikincisi olursa; yani mezkûr öncül, matlubun yüklemini içerirse, bu durumda
o öncül, kıyasın büyük ve küçük öncüllerini kendinde bulundurur [matvî]. Bu yüklem de
o öncülde ya konu ya da yüklem olur. Eğer ikincisi olursa açıktır ki, orta terim o öncülde
konu olur. İçerilmiş [matvî] olan küçük öncül ise birinci ve üçüncü şekil arasında
değişkendir. Çünkü içerilmiş olan küçük öncüldeki orta terimi yüklem yaparsan, kıyas
da –tıpkı “Her (c) (e)dir” dediğin, “Her (b) (e)dir”i sonuç olarak çıkardığın ve küçük
öncülü “Her (c) (b)dir” gibi tümel olumlu yaptığında eğer matlub tikel olumlu olursa-
birinci şeklin birinci moduna dahil olur. Ya da kıyas –tıpkı “Bazı (c) (e)dir” dediğin,
“Her (b) (e)dir”i sonuç olarak çıkardığın ve küçük öncülü de “Bazı (c) (b)dir” gibi tikel
olumlu yaptığında eğer matlub tikel olumlu olursa- birinci şeklin üçüncü moduna girer.
Bu surette, daha sonra göreceğin gibi, eğer küçük öncüldeki orta terimi konu yaparsan
(ya) üçüncü şeklin üçüncü moduna girer; ya –tıpkı “Hiçbir (c) (e) değildir” dediğin,
“Hiçbir (b) (e) değildir”i sonuç olarak çıkardığın ve küçük öncülü “Her (c) (b)dir” gibi
tümel olumlu yaptığında -orta terimi tümel olumsuz yaparsan (üçüncü şeklin) ikinci
moduna; ya da –tıpkı “Bazı (c)ler (e) değildir” dediğin, “Hiçbir (b) (e) değildir”i sonuç
olarak çıkardığın ve küçük öncülü “Bazı (c)ler (b)dir” gibi tikel olumlu yaptığında- orta
terimi tikel olumsuz yaparsan (üçüncü şeklin) dördüncü moduna girer. Bu surette üçüncü
111
şeklin dördüncü modu ile de değişken olur. Eğer oradaki orta terim konu olur, matlub da
tikel olumlu olursa, kıyas da üçüncü şeklin birinci, üçüncü veya beşinci moduna girer.
Çünkü, sen “Bazı (c)ler (e)dir” der, “Her (b) (e)dir”i sonuç olarak çıkarır, küçük öncülü
“Her (b) (c)dir” gibi tümel olumlu yaparsan kıyas, birinci şeklin birinci moduna; “Her
(b) (e)dir”i sonuç olarak çıkarır, küçük öncülü “Bazı (c)ler (b)dir” gibi tikel olumlu
yaparsan kıyas, (üçüncü şeklin) üçüncü moduna; “Her (b) (e)dir”i sonuç olarak getirir,
küçük önermeyi de “Bütün (b) (c)dir” gibi tümel olumlu yaparsan (üçüncü şeklin)
beşinci moduna girer.
Eğer matlub tikel olumsuz olursa kıyas da ya ikinci ya dördüncü ya da altıncı
moda girer. Çünkü sen “Bazı (c)ler (e) değildir” der, “Hiçbir (b) (e) değildir”i sonuç
olarak çıkarır ve küçük öncülü de “Her (b) (c)dir” gibi tümel olumlu yaparsan kıyas,
ikinci moda; ama küçük önermeyi “Bazı (b)ler (c)dir” gibi tikel olumlu yaparsan kıyas,
dördüncü moda; ama “Bazı (b)ler (e) değildir”i sonuç olarak çıkarıp küçük önermeyi de
“Her (b) (c)dir” gibi tümel olumlu yaparsan, kıyas, altıncı moda dahil olur.
Eğer o yüklem, zikredilen öncülde konu olursa, şüphesiz ki orta terim de orada
yüklem olur. Dolayısıyla küçük önerme de, eğer matlup tikel olumlu olursa, dördüncü
şeklin ya birinci ya da ikinci moduna tahsis edilir. Tıpkı “Bazı (c)ler (e)dir” der, sonuç
olarak “Her (e) (b)dir”i çıkarır ve küçük önermeyi de “Her (b) (c)dir” gibi tümel olumlu
yaparsan kıyas birinci moda; “Bazı (e) (b)dir”i sonuç olarak çıkarır, Küçük önermeyi de
“Her (b) (c)dir” gibi tümel olumlu yaparsan, kıyas bu kez de ikinci moda dahil olur.
Nitekim bu durumda, kesinlikle olumlu sonuç vermeyeceğinden dolayı ikinci şekle
yönelik bir değişkenlik olmaz.
112
Eğer matlub olumsuz olursa, küçük önerme de ikinci şeklin dört modundan biri ile
dördüncü şeklin birinci ve ikinci modu dışındaki modları arasında değişken olur. Çünkü
sen “Hiçbir (c) (e) değildir” der, sonuç olarak “Hiçbir (b) (e) değildir”i sonuç olarak
çıkarırsan küçük öncülü de “Her (c) (b)dir” gibi tümel olumlu yapman gerekir, ki kıyas
da ikinci şeklin birinci moduna girer. Çünkü büyük öncüldeki yüklemin konu olarak
değiştirilmesi durumunda büyük öncül ile savın? [da’vâ] tümel olumsuzlamadaki
birbiriyle uyuşması, ikinci şeklin birinci moduna münhasırdır. Eğer “Her (e) (b)dir”i
sonuç olarak alırsan kıyas da bu kez ikinci şeklin ikinci modu ile dördüncü şeklin üçüncü
modu arasında değişken olur. Örnek: (S)89 Orta terimin pozisyon farklılığına göre ya
“Hiçbir (c) (b) değildir” olur ya da “Hiçbir (b) (c) değildir” olur.
“Bazı (c)ler (e) değildir” der, sonuç olarak da “Hiçbir (e) (b) değildir”i sonuç
olarak çıkardığında kıyas da ikinci şeklin üçüncü modu ile dördüncü şeklin beşinci modu
arasında değişken olur. Örnek: mezkûr (pozisyon) farklılığına bağlı olarak “Bazı (c)ler
(b)dir” ya da “Bazı (b)ler (c)dir” olur. Ama “Her (e) (b)dir”i sonuç olarak çıkardığında
kıyas bu kez ikinci şeklin dördüncü modu ile dördüncü şeklin altıncı modu arasında
değişken olur. Örnek: (S)90 (Orta terimin) o (pozisyon) farklılığına bağlı olarak ya “Bazı
(c)ler (b) değildir” ya da “Bazı (b)ler (c) değildir” olur. “Hiçbir (e) (b) değildir”i sonuç
olarak çıkarıp (K)91 bir de küçük önermeyi “Her (b) (c)dir” gibi tümel olumlu yaptığında
ise kıyas, dördüncü şeklin dördüncü moduna girer. (Aynı durumda küçük önermeyi)
“Bazı (b) (c)dir” gibi tikel olumlu yaparsan kıyas, (dördüncü şeklin) beşinci moduna
girer. “Bazı (b)ler (e) değildir”i sonuç olarak alır, küçük öncülü “Her (b) (c)dir” gibi
tümel olumlu yaparsan kıyas, (dördüncü) şeklin yedinci moduna dahil olur. “Bazı (e)ler
89 Bu harfi anlayamadım. İki yerde (ص), iki yerde de (ك) kullanmış. Bu harfleri okurken görmesen de olur. 90 Bir önceki dipnota bak. 91 İki önceki dipnota bak.
113
(b) değildir”i sonuç olarak alır küçük öncülü de “Hiçbir (b) (c) değildir” gibi tümel
olumsuz yaparsan kıyas bu kez de dördüncü şeklin sekizinci moduna dahil olur.
Allah’a hamdolsun ki (bu risaleyi) tamamlayabildik.
Şekillerin İrcaı:
Bil ki, mantıkta üç şeklin birinciye ircaı [döndürülmesi] ayrıntılı bir iştir. Ama ben,
onu özetleyip (mantıkçıların) kitaplarında göstermedikleri bir notu/bilgiyi vereceğim.
Buna binaen derim ki:
Matlubun konusu küçük öncülde, yüklemi de büyük öncülde bulunur.92 Orta terim
eğer küçük öncülde yüklem, büyük öncülde de konu olursa, konu ve yüklem, yüklemlik
ve konuluk olarak devam ederler. Orta terim düştüğünde/kaldırıldığında ise bu şekil,
matlubu sorunsuzca sonuç olarak verir. Bu nedenledir ki, bu şekli birinci derecede
addedip birinci şekil diye isimlendirmişler ve kalan şekilleri de ona irca etmişlerdir.
Örnek:
“Her (b) (c)dir,
Her (b) (e)dir,
(O halde) Her (e) (c)dir.”
Eğer durum bunun tersine ise küçük öncülde konu, yüklem; büyük öncülde de
yüklem, konu olacak şekilde her ikisi değiştirilir. Böylece sonuç çıkarmak için, her iki
öncülde bulunan konuların yüklem, yüklemlerin de konu yaparak birinci şekle irca
etmeye ihtiyaç duyulur. Bundan dolayı bu şekli dördüncü derecede addedip dördüncü 92 Olay şu: B: Büyük terim, K: Küçük terim, O: Orta terim. Şimdi bir kıyas kuralım: Her O B dir
114
şekil diye isimlendirmişlerdir. Çünkü o93birincinin tersine her iki öncülde de bulunur.
Örnek:
“Her (b) (e)dir,
Her (c) (b)dir,
(O halde) bazı (e) (c)dir.”
Eğer orta terim o ikisinde yüklem olursa, matlubun küçük öncüldeki bulunan
konusu değiştirilmezken büyük öncüldeki bulunan yüklemi değiştirilir ve konu yapılır.
Dolayısıyla aynı şekilde sonuç çıkarmak için büyük öncülün konusunu yüklem ve tersini
yaparak birinci şekle irca etmeye ihtiyaç duyulur. Böylece onu ikinci derecede addedip
ikinci şekil diye isimlendirdiler. Çünkü matlubun iki öğesinden94-küçük öncülde
bulunan- en üstünü olan küçük terim değiştirilemez. Eğer değiştirilirse, (matlubun) iki
öğesinden -büyük öncülde bulunan- en düşük (terimi) olur. Örnek:
“Her (c) (b) dir.
Hiçbir (e) (b) değildir.
Hiçbir (c) (e) değildir.”
Eğer orta terim o ikisinde konu olursa, matlubun büyük önermede bulunan
yüklemi değiştirilemezken küçük öncüldeki konusu değiştirilir ve yüklem yapılır.
Dolayısıyla sonucun çıkması için küçük öncülün konusunu yüklem, yüklemini de konu
yaparak birinci şekle irca etmeye ihtiyaç duyulur. Bunun içindir ki, matlubun iki
öğesinden –küçük öncüldeki bulunan- en üstün (terimin)in değişmesinden dolayı bu 93 İlletlerin illeti. (metinde böyle yazılmış). 94 Yani konu ve yüklem.
115
şekli üçüncü derecede addetmişlerdir. Eğer değiştirilmezse (matlubun iki öğesinden)
büyük öncülde (bulunan terimi) en düşüğüdür. Örnek:
“Her (c) (b)dir,
Her (b) (e)dir
(O halde) bazı (c) (e)dir.”
Sonuç olarak; Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin felseî görüşleri onun yaşadığı
dönemin sosyal, kültürel ve içtimaî hayatıyla yakından ilgili olup, münevver bir
aydın olma kimliğiyle ortaya koyduğu çözümlerden oluşmaktadır. Yaşadığı dönemin
problemlerine seyirci kalmamış, hem muhitindeki aydın kişilerle çözüm üretmek
bakımından bunları paylaşmış ve tartışmış hem de çözümlerini yazılarıyla zamanın
yayın organları vasıtası ile halka ulaştırmasını bilmiştir. Bilgiyi kendine saklamayıp
halk ile paylaşmıştır. Bu da duyarlı ve sorumluluk sahibi bir kişi olması bakımından
fevkalade dikkate değerdir. Zira yaşadığı dönem ele alındığında, Osmanlı
toplumunun ne denli sıkıntılar içinde olduğu da malumdur. Belki de ismini çok fazla
duymadığımız o ve onun gibi aydınlar sayesinde toplumumuzun direnci, onca
sıkıntılara rağmen kırılmamıştır.
116
S O N U Ç
Buraya kadar Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin hayatını, eserlerini, dînî
düşüncelerini ve sosyal hayata dair fikirlerini kısaca aktarmaya çalıştık. Onun
yaşadığı dönem dikkate alındığında, düşüncelerinin ve gayretlerinin önemi, dönemi
içerisinde ve sonrasında daha iyi anlaşılacaktır.
Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin hayatı; vatanı, milleti ve devleti için çalışma ve
mücadele ile doludur. Aykırı bir kişiliğe sahip olmamakla beraber toplumun aksayan
yönlerini, basın ve yayın organları vasıtası ile dile getirmekten ve çözümler
aramaktan geri durmamıştır. Sadece dile getirmekle kalmamış, hayatı boyunca,
eğitimci kimliğiyle, yaşadığı toplumun problemlerine çözüm üretmeye gayret
göstermiştir.
Onun çabası, Osmanlı İmparatorluğu’nun dünya üzerindeki şan ve şerefinin
sarsıldığı bir dönemde, medeniyet yarışında üstünlüğün batılıların eline geçtiği bir
dönemde, ümitsizliğe kapılmadan, içinde yaşadığı toplumu yeniden hak ettiği
seviyeye ulaştırabilmektir. Hiçbir zaman umutsuzluğa ve karamsarlığa yenik
düşmemiştir, geleceğe ümitle bakmasını bilmiştir. Ona göre insan için başarıya
ulaşmanın yolu; bıkmadan, usanmadan, yeniliklere kapıları kapatmadan çalışmaktır.
Bu yolda batının sistem ve yeniliklerini almamız ve geliştirmemiz fikrîni
savunmaktaydı. Ancak, bunu yaparken kendi kimliğimizi, dinî ve milli duygularımızı
kaybetmeden yapmamız gerektiğini düşünüyordu.
Mustafa Kâmil Mar’aşî, muallim ve müderris olarak çalıştığı mektep ve
medreselerde, Osmanlı toplumunun daha iyi bir konuma gelmesi için çalışmıştır.
Eğitimin toplumun temel ihtiyacı olduğu fikrîyle, yeni eğitim metotları üzerinde kafa
117
yormuştur. Eğitim sisteminin daha anlaşılabilir, daha sade olması konusunda ortaya
koyduğu eserlerle öncülük etmiştir.
O, yazdığı eserlerin yanında, gazete ve dergilerde yayımladığı makale ve
yazılarla, sosyal alandaki sorunlara çözümler üretmiştir. Toplumun kaybolan ahlâkî
ve insanî değerlerini ele almış, İslâmî geleneğe bağlı kalarak düşüncelerini ortaya
koymuştur. Çalışmamızda başlıklar halinde ortaya koyduğumuz fikir ve düşünceleri,
onun değişik konularda ortaya koyduğu çözüm yollarını açıkça göstermektedir.
Osmanlı toplumunun ilerlemesi yolunda ilmin her yerden alınabileceği fikrîne
sahip olmakla beraber, kendi öz benliğimizi korumamız gerektiğini düşünmektedir.
Değişimin vazgeçilmezliğinin farkında olan Mustafa Kâmil Mar’aşî, medreseden
yetişmiş bir aydın olmasına rağmen, o kadar katı sınırlar çizmemiş, yeniliğe açık
olmasını bilmiştir. Onun böyle kendini geliştiren fazıl ve âlim bir zat olması,
döneminde takdir görmesini ve ilim sohbetlerinin vazgeçilmez şahsiyetlerinden biri
olmasını sağlamıştır.
Sonuç olarak, Mustafa Kâmil Mar’aşî’nin ortaya koyduğu fikirlerin, yaklaşık
bir asırdan fazla zaman geçmesine rağmen, hâlâ tazeliğini ve geçerliliğini koruyor
olması, onun ileri görüşlülüğünü ve fikirlerinin tutarlılığını gösterdiği kadar, ülke
olarak o dönemden bu güne kadar kat ettiğimiz mesafeyi de göz önüne sermektedir.
118
KAYNAKÇA
AKKÖY, Aysevil, İzmir edebiyat Tarihine Dair Hatıralar II, Tez No 114, 1987.
AKTEPE, Münir, “İzmir Şehri Osmanlı Devri Medreseleri Hakkında Ön bilgi”,
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Enstitüsü Dergisi, nr. 26, İstanbul-
1972.
AKTEPE, Münir, “Osmanlı Devri İzmir Cami ve Medreseleri Hakkında Ön bilgi I.
II.”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Enstitüsü Dergisi, nr. 3.4.5.
İstanbul -1971/ 1974.
ALANGU, Tahir, Ömer Seyfettin, İstanbul- 1968.
ATINTAŞ, Hayrani, İbn Sina Metafiziği, A. Ü. İlahiyat Yayınları No:193,
Ankara- 1992.
BAYRAKDAR, Mehmet, Din Felsefesine Giriş, Ankara -1997.
BAYRAKDAR, Mehmet, İslâm ve Ekoloji, Ankara- 1992.
BUHARİ, el- Cami’u’s-Sahih, İstanbul 1992.
ÇANTAY, Hasan Basri, Kur’an-ı Hâkim ve Meal-i Kerim, I-III, Elif Ofset, İstanbul
-1990.
ÇİFTÇİ, Cemil, Maraşlı Şair- Yazar Âlimler, İstanbul- 2000.
EBU DAVUT, Sünen, İstanbul 1992.
HUYUGÜZEL, Ömer Faruk, İzmir Fikir ve Sanat Adamları (1850- 1950), Kültür
Bakanlığı Yayınları, Ankara- 2000.
119
HUYUGÜZEL, Ömer Faruk, İzmir’de Edebiyat ve Sanat Hareketleri Üzerine
Araştırmalar, İzmir Büyük Şehir Belediyesi Kültür Yayınları 2004.
HÜSEYİN AVNİ, İzmir Şairleri Antolojisi, Aydın Vilayeti, 1934.
KAYGUSUZ, Bezmi Nusret, Bir Roman Gibi, İzmir Büyük Şehir Belediyesi Kültür
Yayınları- 2002.
KOYUNCU, Gülnaz, İzmir Sanayi Mektebi (1868- 1923), Yüksek Lisans Tezi,
Dokuz Eylül Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü, İzmir- 1993.
MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ, “ Vazifelerimizden- 6, Edep ve Fazilet”, Ahenk,
nr. 1043, 27 Mart 1901.
MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ, Ahenk, nr. 1275, 12 TE. 1316- 25 TE. 1900
MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ, Ahenk, nr. 1441 (-46 -47 -49 -51), 16 Mayıs
1901…
MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ, Ahenk, nr. 1481, 1 Temmuz 1901.
MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ, Ahenk, nr. 4045, 3 TS/ Kasım 1909.
MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ, Ahenk, nr.1272, 21 Temmuz 1900.
MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ, Ahenk, nr.1274, 11 TE. 1316- 24 TE. 1901.
MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ, “ Vazifelerimizden- 2, İctihat”, Ahenk, nr.
1369,16 Şubat 1901.
MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ, “ Vazifelerimizden- 4, Tezhib-i Nefs”, Ahenk, nr.
1388, 10 Mart 1901.
MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ, “ Vazifelerimizden- 5, Kıdve”, Ahenk, nr.1394, 17
Mart 1901.
120
MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ, “Vazifelerimizden- 1, Nefse İtimad”, Ahenk,
nr.1362, 8 Şubat 1901.
MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ, “Vazifelerimizden- 3, Ciddiyet- Sabır ve
Muvazenet”, Ahenk, nr.1383, 5 Mart 1901.
MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ, Ahenk, nr. 1458, 23 Mayıs 1317- 5 Haziran 1901.
MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ, Ahenk, nr.1398, 22 Mart 1901.
MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ, Dinî ve Tarihi Menakıb-ı İmam-ı Azam, İzmir
H.1340/ M.1922.
MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ, Hizmet, nr. 2541, 16 KS. 1909.
MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ, Köylü, nr.192, 7 Nisan 1325/ 1909.
MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ, Saadet, nr. 601, 28 KE 1886.
MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ, Saadet, nr. 607, 5 KS.1896.
MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ, Sadayı Hak, nr. 1386, 17 Temmuz 1340.
MUSTAFA KÂMİL MAR’AŞÎ, Tercüman-ı Hakikat, nr. 1125. 17 Mart 1882.
MÜSLİM, Sahih, Beyrut 1992.
TİRMİZİ, Ebu İsa Muhammed b. İsa, Sünen, İstanbul 1992.
ÜNVER, Süheyl, Türk Tarih Arşivi, N.18, 1940.