t.c. sosyal bİlİmler enstİtÜsÜ john...
TRANSCRIPT
T.C. ERCİYES ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
JOHN MACQUARRİE’NİN EGZİSTANSİYALİST TEOLOJİSİNDE İNSAN
Tezi Hazırlayan
Şeyda BAYRAK
Tezi Yöneten
Doç. Dr. Ramazan ERTÜRK
Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı
Yüksek Lisans Tezi
Mart 2006
KAYSERİ
I
ÖNSÖZ
‘Öyleyse varolmak nedir?’ İşte tüm ciddiyeti ve derinliğiyle hayatımıza
kazandırmamız gereken ve mahiyetini tam anlamıyla kavradığımızda bizde
muhteşem bir dönüşüme ve değişime neden olabilecek ender sorulardan biri. Bu
soruyla yüzyüze gelmek her ne kadar varolanlarla yüz yüze gelmeyi mutlak sûrette
içeriyorsa da, varolanlarla yüz yüze gelmek her zaman bu sorunun sorulması için
yeterli değildir. Herkes bir şekilde varolanlarla yüz yüze gelir ama ‘varoluş’la yüz
yüze gelmek çok az insanın yaşadığı bir tecrübedir. Dolayısıyla varoluşu tecrübe
etmekle onu tarif etmek ya da anlatmak arasındaki fark, güzel bir yemeği yemekle o
yemeğin tarifi arasındaki fark kadar keskindir.
Burada çok doğal olarak bize şu soru sorulabilir: Madem varoluş tecrübesi eşsiz ve
anlatılamaz bir tecrübedir; o halde, bu çalışmanın amacı ya da bu çalışmayla
yapılmak istenen nedir?
Öncelikle belirtelim ki, varoluş tecrübesi ‘tamamıyla’ anlatılabilmesi imkânsız bir
tecrübedir, ancak bu, onun hiç anlatılamayacağı anlamına gelmemelidir. İkinci
olarak ise, bu çalışmayla yapılmak istenen şey, yaşadığımız veya yaşanılan
herhangi bir tecrübenin anlatılması değil, bu çalışmayı okuyan her bir kimsenin
‘kendi’ varoluş serüveninin başlaması adına belki küçücük bir kıvılcım
yakabilmektir.
Bu anlamda, ortaya konulmuş olan bu çalışmanın en genel amaca ulaşmada, yani
her bir bireyin ‘kendi olma’ yolunda bir basamak olmasını temenni ediyor, ilgi ve
arayışımı yürekten desteklediğine inandığım ve fikir ve önerileriyle ufkumu
II
zenginleştiren değerli danışman hocam sayın Doç. Dr. Ramazan Ertürk’e
teşekkürlerimi sunmayı bir borç biliyorum.
Şeyda Bayrak
Çorum 2005
III
ÖZET
John Macquarrie’nin Egzistansiyalist Teolojisinde İnsan
İnsanın madde karşısındaki hür ve aşkın varoluşuna vurgu yapan egzistansiyalizmi
doğduğu ve geliştiği yer olan Avrupa kıtasından alarak, Amerika’ya taşıyan düşünür
ve teologlardan biri olan John Macquarrie, teolojiye egzistansiyalist bir yaklaşım
sergilemektedir. Bu anlamda gerek dinlerin gerekse egzistansiyalizmin merkezî
konusu olan ‘insan varoluşu’, pek tabii ki John Macquarrie felsefesinin de odak
noktasını oluşturmaktadır. Macquarrie’nin önemle ve ısrarla üzerinde durduğu şey
olan ‘otantik olarak insan varoluşu’, gerçek anlamda insanca varoluşun ne olduğu
meselesidir.
Araştırmamızın konusu, teolojiye egzistansiyalist bir yaklaşımda bulunan
Macquarrie’nin felsefesinde insanın ‘varoluşsal’ olarak yeri ve önemidir. İnsanın
hem otantik hem de inotantik olarak, bireysel ve toplumsal boyutlarda nasıl
varolduğu ve varlığını nasıl anlamlandırdığı detaylı bir şekilde incelenmiştir.
Anahtar Kelimeler: Egzistansiyalizm, Teoloji, İnsan, Otantik Varoluş, İnotantik
Varoluş.
IV
ABSTRACT
The Man in The Existentialist Theology of John Macquarrie
J. Macquarrie has an existentialist approach to thelogy and he is conveyed
existentialism which was born and grown up in Europa to America. Existentialism
emphasizes free and transcendent existence of man to the contrary of matter. Man’s
existence which is central subject of existentialism and religions is also focal point
of the philosopy of J. Macquarrie. J. Macquarrie expresses ‘man’s authentic
existence’ importantly and insistently. This is the problem of what the real humanity
is.
This study examines what is existential place and importance of man in the
philosopy of J. Macquarrie is. This study also examines in detail what does it mean
to exist for a human being individually and socially in their authentic and
inauthentic modes.
Key Words: Existentialism, Thelogy, Man, Authentic Existence, Inauthentic
Existence
V
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ……………………………………………………………..……….I
ÖZET…………………………………………………………….....…….…III
ABSTRACT……………………………………………………….....……..IV
İÇİNDEKİLER…………………………………………………….....….....V
KISALTMALAR…………………………………………….…..….....…...VII
GİRİŞ…………………………………………………………………….….1
BİRİNCİ BÖLÜM
İNOTANTİK VAROLUŞ OLARAK İNSAN
1.VAROLUŞUN KENDİNİ AÇMASI………………………………….…….7
1.1.İnsanın Dünyadaki Yeri…………………………………………………...7
1.2. Anlama………………………………………………………………….….13
1.3. İç Sıkıntısı………………………………………………………………….16
2.VAROLUŞA YÖNELİK TEHDİTLER……………………...………….…22
2.1. Olgusallık………………………………………………………….….……22
2.2. Kişiliksizleştirme……………………………………………..…….….…..26
2.3. Düşüş………………………………………………………………….…....34
3.VAROLUŞUN ÖNEMİ…………………………………………………........40
3.1. İlgi……………………………………………….…………………………..40
3.2.Ölüm………………………………………………..……………….…….....43
3.3.Anlam Arayışı……………………………..……………………………...…49
VI
İKİNCİ BÖLÜM
OTANTİK VAROLUŞ OLARAK İNSAN
1. OTANTİK VAROLUŞ DÜŞÜNCESİ………………………………...…….52
1.1. Vicdan………………………………………………………….………..….52
1.2. Lütuf…………………………………………………………….………..…64
2. GEÇİCİ VE TARİHSEL OLARAK VAROLUŞ……………………..…...70
2.1. Geçici ve Tarihsel İnsan Varoluşu…………………………………...…..70
2.2. Yüce Fiiller…………………………………………………….………..….70
3. HRİSTİYAN VAROLUŞU: BİREYSEL VE TOPLUMSAL BOYUT...…91
3.1. İman………………………………………………………………….……...91
3.2. Kilise……………………………………………………………...……...….99
3.3. Ayinler………………………………………………………………….…..103
SONUÇ……………………………………………………………………….....107
KAYNAKÇA………………………………………………………….…….......110
ÖZGEÇMİŞ………………………………………………………..…………...115
VII
KISALTMALAR
Çev. : Çeviren
Çık. : Çıkış
Ef. : Efesoslulara Mektup
Gal. : Galatyalılara Mektup
İbr. : İbranilere Mektup
İst. : İstanbul
Kor. : Korintoslulara Mektup
Lev. : Levililer
Lu. : Luka’ya Göre
Mar. : Markos’a Göre
Mat. : Matta’ya Göre
M.E.B.: Milli Eğitim Bakanlığı
p. : Page
Pet. : Petrus’un Mektubu
Rom. : Romalılara Mektup
s. : Sayfa
T.D.V.: Türkiye Diyanet Vakfı
Yay. : Yayınları
Yeş. : Yeşu
Yuh. : Yuhanna
1
GİRİŞ
JOHN MACQUARRIE’NİN EGZİSTANSİYALİST TEOLOJİSİ
İnsan ve onun kendine mahsus varoluş tarzı, son derece önemli ve çok iyi irdelenmesi
gereken bir konudur. Bilimlerin tüm çaba ve amacının insanı daha iyi anlamak, onun
hayatını daha yaşanılır hale getirmek olduğu göz önünde tutulursa, bu çalışmanın anlam ve
önemi kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Egzistansiyalist bir din felsefesinin insan anlayışını
ortaya koyan ve insanın evrendeki yerini belirleyen bir konuda çalışma yapmanın, hem
böyle bir konunun varlığından haberdar olmak hem de felsefeye çok daha farklı şekillerde
yaklaşımların olduğuna vurgu yapmak açısından önemli olduğu kanaatindeyiz.
Bu çalışmamızın amacı, J. Macquarrie’nin egzistansiyalist teolojisi çerçevesinde, ‘insan’a
bakışını ortaya koymak ve onun ‘insan varoluşu’ hakkındaki problemlere getirdiği çözüm
ve önerileri tartışmaktır. Ancak onun insan varoluşu ile ilgili yaklaşımlarının detaylı bir
incelenmesine geçmeden önce, hem konuya biraz daha ısınmak hem de konunun içeriğini
daha iyi kavramak için onun egzistansiyalist teolojisinin ne olduğundan bahsetmemiz
yerinde olacaktır.
Macquqrrie’nin teolojiye egzistansiyalist bir yaklaşımda bulunmasının en temel
sebeplerinden biri olarak, varoluşçuluğun 19. ve 20. y.y.’da düşünce üzerinde yaptığı derin
etki gösterilebilirse de; asıl sebebin, Macquarrie’nin Hıristiyanlık ile varoluş felsefesi
arasında içsel bir bağlantının olduğuna dair duyduğu derin inanç olduğunu söyleyebiliriz.
Her şeyden önce birçok düşünür gibi Macquarrie’ye göre de, tarihin akışı boyunca,
Hıristiyan ilahiyatı öyle ya da böyle farklı felsefî düşüncelerin etkisi altında kalmıştır.
2
Örneğin Thomas Aquinas’ın Hıristiyan inancı ile ilgili ifadelerinde Aristo’nun
felsefesinden faydalandığını görmek mümkünken, Butler’in yazılarında 18. y.y.
rasyonalizminin çizgilerini bariz bir şekilde görmek mümkündür. 19. y.y.’da ise, teoloji
Hegel idealizminin büyüsü altına girmişken, son dönemde ise yeni bilimsel teorilerden
kaynaklanan fikirlerin etkisi altında kalmıştır. Teolojinin kendi zamanında ön plana çıkan
çeşitli felsefelerden etkilenmesi, olumsuz birtakım sonuçları beraberinde getirse de –mesela
buna etkilenilen felsefî düşüncenin zamanla baskın hale gelmesini ve Hristiyan öğretisinin
zamanla bozulmuşluğa mâruz kalmasını örnek verebiliriz- bu etkilenme bir anlamda
kaçınılmaz ve zorunludur. Ancak Macquarrie Hıristiyanlığın varoluşçulukla ilgisini bu tarz
dışardan bir etki olarak değil, ikisi arasında zaten varolan bir bağı ortaya çıkarmak olarak
anlar.1 Peki Macquarrie’ye göre bu bağın mâhiyeti nedir ve ikisi arasındaki ilişki ne tür bir
ilişkidir?
Öncelikle Macquarrie’nin teolojiye varoluşsal bir bakış açısıyla yaklaşmasının
irdelenebilmesi için, onun teolojiden ne anladığını ve varoluşçuluktan ne anladığını iyi
bilmemiz gerekmektedir. Bu anlamda Macquarrie, teolojiyi Tanrı hakkında ileri sürülen
birtakım söylemler ve spekülasyonlar olarak değil, insan ile Tanrı arasındaki ilişkinin
spekülasyonu olarak anlar.2 Bu yüzden ona göre, Hıristiyan inancı Tanrı’yı anlamak kadar
insanı anlamaktır da. Ya da diğer bir deyişle, Tanrı’yı anlamanın yolu mutlaka ve mutlaka
insandan, insana mahsus varoluş tarzını anlamaktan geçer.
Macquarrie’nin varoluşçuluk ile ilgili yaklaşımları ise, varoluşçuluğun temel savı da
diyebileceğimiz , insanın dünyadaki kendine has yeri ve özgürlüğüne yapılan vurguyla
paraleldir. O, insanın her bir ‘şey’den farklı bir varoluş tarzına sahip olduğu ve böylece bu
farklılığın farkında olarak kendi yaşamını kendisinin kurması gerektiği fikrini olduğu gibi
paylaşır. Yine o, varoluşçuluğun bilimsel hümanizme karşı bir tepki olarak ortaya çıktığı
tespitini yapar ve sadece bilimsel olarak kanıtlanmış şeylerin bilgi olabileceğini söyleyen
1 J. Macquarrie, An Existantialist Theology, by S.C.M. Pres, London 1960, p. 5 (Bu esere bundan sonra AET olarak atıfta bulunulacaktır.) 2 J. Macquarrie, Existentialism, The Westminister Pres, Philedelphia 1972, p. 216 (Bu esere bundan sonra EX olarak atıfta bulunulacaktır.)
3
düşünce ekolünün iddialarını reddeder. Ve buna zıt olarak, bilimsel bilginin sadece bilginin
bir çeşidi olduğunu, ayrıcalıklı değil üzerinde uzmanlaşılmış bir bilgi olduğunu ve aslında
varlık bilgisi olan temel bilginin bir alt dalı olduğunu söyler.3
Peki teolojiye ve varoluşçuluğa bu şekilde yaklaşan Macquarrie bu ikisi arasındaki bağı ne
şekilde kurmaktadır?
İlkin Macquarrie’ye göre gerek teoloji gerekse varoluşçuluk insan merkezli bir yaklaşım
sergiledikleri için aynı yerde buluşurlar. Her ikisinde de insan paha biçilmez bir yere ve
öneme sahiptir. Hem teoloji ve hem de varoluşçuluk ontoloji ile çok sıkı bağlara sahiptir ve
bu da diğer felsefî akımlardan farklı olarak varoluşçuluğu teolojiye biraz daha yaklaştırır.
Bir kişi Tanrı-insan ilişkisinde Tanrı’nın ne olduğunu ve insanın ne olduğunu sorgulamaya
başladığında ve bu sorgulamayı tecrübe etmeye çalıştığında, hem teolojik hem ontolojik
hem de varoluşsal bir araştırmanın içine girmiş demektir.
Bununla birlikte, ikinci olarak teoloji, inanç kavramının açıklığa kavuşması ve bu kavramın
bilinçli bir şekilde bilgiye dönüştürülmesi anlamına da gelir. Bu ise Hıristiyan inancındaki
kesinliğin birbirine bağlı bir düşünce sistemiyle sergilenmesi şeklinde görülen bir çeşit
olaylar zincirini incelemeyi, yani fenomenolojiyi zorunlu kılar. Macquarrie’ye göre inancın
bu şakilde bir incelenmesi aynı zamanda inancın içerisinden bir bakış açısıyla mümkün
olur. Yani Hıristiyan inancının anlamı, Hıristiyan varoluşunun fenomenolojisi ile ortaya
çıkarılabilir. İnanç üzerinde derinlemesine yapılan bu tarz bir fenomenolojik araştırma ise,
zorunlu olarak insan bilincinin sınırlarını zorlayacak ve onu aşarak daha farklı, aşkın bir
boyutun kapılarını aralayacaktır.4
Konuyu daha fazla ileriye götürmeden önce, bu noktada biz Macquarrie’nin teoloji ile
varoluşçuluk arasında içsel bir bağ olduğu söylemine biraz daha netlik kazandırmak
istiyoruz. Macquarrie Hıristiyan inancının ne içerdiği ve onun özelliklerinin ne olduğu
3 J. Macquarrie, AET, p. 5. 4 J. Macquarrie, EX, p. 216.
4
konusuna geçmeden önce teolojik düşüncenin varsayımlarını ve temellerini incelemeye
başlar ve bu varsayımların varoluş felsefesi tarafından zaten belirlenmiş ve açıklanmış
olduğu sonucuna varır. Varoluş felsefesi bir varolma felsefesidir ve o öncelikli olarak insan
varoluşunun ‘ne’liği üzerine yoğunlaşır. Varoluşunda insan kendisine ifşa edilmiştir.
Dolayısıyla varoluşçuluk kuramsal bir felsefe olmaktan ziyade varoluşla birlikte verilen bir
‘varoluşun anlaşılması ve tecrübe edilmesi’ üzerine bir incelemeyi içerir. Tıpkı
varoluşçulukta olduğu gibi Hıristiyanlıkta da asıl üzerinde durulması gereken şey, insanın
kendi varoluşunu bilinçli olarak kendisinin oluşturması ve Hıristiyanlığın kavramlarını
içselleştirebilmesidir. Zaten Macquarrie’ye göre İncil’in kavramları kendi içerisinde bir
tecrübe yapısını ve yaşanmışlığı gerektiren kavramlardır. Zaman, uzay, sebep, eşya, nesne,
özgürlük, hayat, değer, bilgi ve varolma gibi kavramlar, insan tecrübesinden ve
yaşanmışlıktan soyutlanamazlar. Ancak tarih boyunca Hıristiyanlık’ta kavramlar sadece
kavramsal olarak algılanmış ve onların derinliğine nüfûz edilememiştir. Mesela “tarihin
Rabb’i” ifadesinde ‘tarih’ kavramı geçmişte yaşanmış ve olmuş bitmiş olayların bir ifadesi
şeklinde algılanarak sıradanlaştırılmıştır. Bu suretle tarih kavramının tarih felsefesiyle ve o
tarihi oluşturan insan varoluşuyla olan içsel bağlantısı unutulmuş ve böylece tarihsel
varoluşun diğer varoluş tarzlarıyla olan zorunlu bağlantıları göz ardı edilmiştir.5
Hıristiyanlıktaki kavramların sahip oldukları bütün derinlik ve anlamlarının iyi anlaşılması
gerektiğini düşünen Macquarrie, buradan varoluşçuluğun Hıristiyanlık için ne derece
önemli olduğuna dair tekrar bir giriş yapar. Eğer Hıristiyanlık sahip olduğu kavramların
derinliklerini göstermekten uzaklaşmışsa, varoluşçuluğun sahip olduğu dilsel yapı ona yeni
bir ivme ve canlılık kazandırabilir. Örneğin Eski İncil’de insanoğlunun ‘toprağın tozu’ ve
‘yaşam nefesi’nin birleşimi olduğu haber verilmektedir. Biz buradaki söylemi daha net ve
derin olarak anlayabilmek için varoluşsal bir dile başvurabiliriz. ‘Toprağın tozu’ olgusallık,
‘yaşam nefesi’ ise olasılık olarak anlaşılabilir ve böylece buradaki anlam farklı bir boyut ve
zenginlik kazanarak, tarihî ifade yeni bir anlaşılırlık bulur.6
5 J. Macquarrie, AET, p. 9. 6 J. Macquarrie, EX, p. 216.
5
Bununla birlikte Macquarrie Alman varoluşçuluğunda geçen bazı kavramların tam İngilizce
karşılıklarının bulunmadığını ve bu kavramların yansıttığı ilk anlamlarının ötesinde çok
daha fazla bir derinliklerinin olduğunu iddia eder ve bir örnek verir: Fragestellung kavramı
sözlükte ‘sorguya açmak, soru formüle etmek’ gibi anlamlara gelmektedir. Ancak bu
kavramın içerdiği anlamda sorunun soruluş biçimi cevabı belirlerken kendi sonuçlarını
içinde barındırmaktadır. Bir örnekle açacak olursak, kendi ölümlü bedenine son vermeyi
planlayan ve Tanrı’nın varolup olmadığını son bir çırpınışla soran dünyası yıkılmış bir
adamın sorgulaması anlamında fragestellung, araştırmaları sırasında dünyanın temelinde
ontolojik olarak bir Tanrı’nın varolup olmadığını soran kuramsal bir felsefecinin
sorgulaması anlamındaki fragestellung’tan farklıdır. İlki kendi varlığını derinden
ilgilendiren bir araştırma içine girmişken, ikincisi ise sadece akademik bir çalışmanın belli
bir aşamasını gerçekleştirmektedir. Sonuçta her ikisi de Tanrı’nın varolduğu sonucuna
ulaşabilir; ancak, vardıkları Tanrı kavramı o kadar farklı olacaktır ki, neredeyse iki ayrı
varlığa inandıkları sonucu çıkabilecektir. İlki, tapılacak, dua edilecek ve belki bağlanılacak
bir Tanrı bulacakken, diğeri sadece metafiziksel bir kurguya ve belki sadece bir ‘ilk
neden’e ulaşacaktır. Ama sonuçta ulaştıkları bu farklılık, daha soruyu sorma tarzlarında bile
hazır olarak bulunmaktadır.7
Peki kavramların ve terimlerin derinlemesine anlaşılması nasıl ya da neyle mümkün
olacaktır? Macquarrie bu problemin kavramların içinde yer aldığı ve birbirleriyle belli
birtakım bağlantılar oluşturduğu kavramsal bir sistem ile çözüleceğini düşünmektedir. Her
bir kavramın başka bir kavrama referansı vardır ve bu referansların toplamı belli bir
terminolojiyi oluşturur. Macquarrie Almanca’daki begrifflichkeit kavramının böyle bir
anlama tekabül ettiğini söyler. Biyoloji, tarih, matematik, felsefe ve bütün diğer bilim
dalları kendilerine ait bir begrifflichkeit’a sahiptir. Varoluşçuluk ise sahip olduğu kendine
ait begrifflichkeit ile bize yepyeni bir anlama zemini sunar. Örneğin Heidegger’e göre
‘insan olma’nın temel bileşeni ‘dünyada olmak’tır. Bu ifade mekânsal ilişkiyle ilgili bir
terminolojiyi çağrıştırıyorsa da Heidegger ısrarla buradaki ‘-da’ ekinin mekânsal değil
varoluşsal bir ifade olduğunu vurgular. Biz ‘dünyada olma’ dediğimiz zaman ‘-da’ ekini
7 J. Macquarrie, AET, p. 11.
6
mekânsal olarak anlarız; oysa Heidegger bu ifadenin mekânsal ilişkilerden tamamen farklı
bir begrifflichkeit içinde veya fikir bağlamında anlaşılması için uğraşır. Bu noktada
‘dünyada olmak’ ya da ‘orada olmak’, bardakta suyun olması ya da dolabın içinde örtünün
olması gibi bir anlamda değil, insanın dünyaya yerleştirilmiş ve varoluşunda dünyayla içsel
bir bağlantısının olması anlamında kullanılmıştır.8
Sonuç olarak Macquarrie teoloji ile ilgili olan her bir bireyin teolojiye varoluşsal bir açıdan
yaklaşmasının zorunlu olduğu fikrine ulaşır. Bir teolog, farkında olsun ya da olmasın,
görevini zaten fragestellung ve begrifflichkeit ile üstlenmiş demektir. Eğer o bunun
bilincinden yoksun olursa o zaman bağlı bulunduğu öğretiye getireceği her açıklama kuru
ve yetersiz kalacaktır.
8 J. Macquarrie, AET, p. 11.
7
BİRİNCİ BÖLÜM
İNOTANTİK VAROLUŞ OLARAK İNSAN
1.VAROLUŞUN KENDİNİ AÇMASI
1.1.İnsanın Dünyadaki Yeri
Felsefe tarihi boyunca ağırlık kazanmış olan ve bilhassa Kartezyen anlayışın bize daha
yoğun olarak sunduğu zaman-mekan anlayışında, zaman ve mekan, uzay ve geometri
bilimlerinin bize ön gördüğü tarzdadır. Yani zaman ve mekan matematikselleşerek tam ve
kesin ölçülere göre belirlenmiş, mekânsal konumlar dünya üzerinde belirli koordinatlarla
gösterilebilirken, zamansal değerler, bilimsel verilerle net bir şekilde ölçülebilmiştir.
Ölçülebilen ve gösterilebilen değerler olarak sunulan zaman ve mekân, böylece
objektifleştirilmiş ve hâli hazırda önümüze neredeyse aksi iddia edilemeyen bir anlayış
olarak sunulmuştur. İşte Kartezyen dünya anlayışı bu tarz bir zaman ve mekân algısının
üzerine bina edilmiştir.
Oysa dünya, varoluş felsefecileri açısından Kartezyen anlayıştaki gibi, karşımızda duran
devâsa bir nesne veya nesneler bütünü değil, bizim için kendisinden asla ayrı
olamayacağımız varoluşsal bir olanağımızdır.
Bu anlayışta insan, dünyadan ayrı ve bağımsız bir özne değil, dünya içinde ve dünyaya
dağılmış bir alandır. Bu anlamda, Descartes’ta dünyadan bağımsız, kendine dönük ve bir
anlamda dünyaya kapalı bir cevher olan ‘ben’in anlamı nasıl tahrif ediliyorsa, objektif
8
olarak algılanan ve kendisine uzaktan bakabildiğimiz bir cevher olarak görülen ‘dünya’nın
anlamı da aynı şekilde tahrif edilmektedir. İnsan, önce düşündüğünü düşünerek kendi
‘ben’ini kuran ve daha sonra objektif bir dünya tesis etmeye çalışan epistemolojik bir
sujeden ibaret değildir. Onun varlığı dünyanın varlığıyla iç içedir ve insan dünyaya, yani
varlığa göbek bağı ile bağlıdır.
Dünyayla olan bu varoluşsal ilişki, diğer tür ilişkilerden ayırt edilmelidir. Macquarrie'nin de
söylediği gibi, biyologlar, psikologlar ve eğitimcilerin hepsi insanın çevresiyle olan
ilişkilerinin önemini anlamıştır ancak onların bu ilişkilerdeki ilgileri, doğal olarak ontik bir
ilgiyle sınırlıdır. Varoluşçuların problemle ilgileri ise ontolojik yani Heidegger'ci anlamda
ontolojik bir ilgidir.9
Görüldüğü gibi “dünyada var olma” (being in the world / in der welt sein), uzayla ilgili
olarak değil, varoluşsal olarak anlaşılmalıdır. Dünyada olmak, iki nesnenin fiziksel olarak
iç içeliği ya da yakınlığı gibi bir durumdan ibaret olmak değil, bu iki nesnenin varlıklarında
da birbirleriyle iç içe geçmiş olmaları demektir. İnsan dünyadadır demek, kalem kutunun
içindedir demekten çok daha fazla bir şeyleri ifade eder ki, o da insanın varlığında dünyaya
ihtiyacının olmasıdır.
Macquarrie’ye göre böyle bir aşamaya geldiğimizde, dünyanın materyal mi yoksa ideal mi
olduğu soruları spekülatif ve asıl meselenin yanında ikinci dereceden önem arz eden sorular
olarak kalır. Asıl mesele, öyle ya da böyle bu dünyanın hali hazırda önümüzde varolduğu
ve insanın ondan ayrı yaşayamayacağı gerçeğidir. İnsan vardır ve dünya onun varlığıyla
aynı anda verilir.10
Biz bu tarz bir dünya anlayışını, varoluş felsefecileri içinde en yoğun biçimde Camu’da
buluruz. O, “Düşüş”, “Veba” ve “Yabancı” gibi romanlarında, insan ve dünya arasındaki
içsel bağlantıya dikkat çekmiş, insan zihninin istekleri ile dünyanın insana sunduğu
9 J. Macquarrie, AET, p. 38. 10 J. Macquarrie, AET, p. 38.
9
gerçekler arasındaki zıtlığın sancısını gözler önüne sermiştir. Dünya, kendisinden
kopamadığımız fakat sürekli kendisi tarafından bilinmek ve anlaşılmak üzere taciz
edildiğimiz bir dünyadır.
Macquarrie’ye göre Kant, kendi dışımızdaki bir dünyanın gerçekliği için inandırıcı kanıt
eksikliği olduğunu varsaydığından, bu durumun felsefe ve insan zekası için bir skandal
olduğunu düşünmüştür. Oysa Heidegger’in cevabı, bize sorunu yanlış yerde aradığımızı
göstermiştir. Felsefenin asıl skandalı, böyle bir dünya için kanıt eksikliği olmasında değil,
bizim dışımızda duran böyle bir dünyayı aramanın yanlışlığındadır. Varlık olarak insan,
daima bir dünyadadır ve eğer o bir dünyada olmasaydı, asla varolamazdı.11
Özne ve nesnenin karşı karşıya durduğu bir dünya anlayışından, özne ve nesnenin iç içe
geçtiği bir dünya anlayışına geçmekle , ‘bilme’nin özne ve nesne arasındaki tek yol olduğu
düşüncesini yıkmış ve onun dünyada olma tarzlarından yalnızca biri olduğunu
kabullenerek, şüphecilik sarsıntısından çok daha az etkilenmiş oluruz. İnsanlar nesneleri
sadece zihinsel olarak değil, fiziksel ve pratik nesneler olarak da kavrar ve bu şekilde teorik
kavramadan fazla olarak, onların gerçekliğine de nüfuz eder.
Macquarrie’nin de üzerinde durduğu gibi, Heidegger dünyanın varoluşsal kavramını
oluştururken, dünyadaki varlıkların pragmatik karakterlerine geri döner. Heidegger onları
“mevcut olan” (present at hand / vorhanden ) dan ziyade, “el altında olan” ( ready to hand /
zuhanden ) olarak değerlendirir. İnsanın nesnelerle olan ilişkisi mevcut olandan ziyade "el
altında olan" şeklinde cereyan eder. Dünyadaki her şey, bizden en uzak saydığımız bir
nesne bile, dolaylı olarak bizim için bir araçtır. Her araç ise, bir amaca hizmet eder. Bir
çekiç, çekiçlemek, yani sağlamlaştırmak için, sağlamlaştırmak ise kötü havaya karşı
korunma veya bir çatı altında güvende olmak için, kısaca “insan varoluşu” ( being there /
dasein ) içindir. Dolayısıyla her alet parçası beraberinde aletsel bir sistemi ve bütünlüğü de
var sayar. Böylece bir araç olarak her bir ‘şey’in diğer ‘şey’lere bir referansı vardır ve bu
referansların toplamı dünyanın anlam ve önemini oluşturur.12
11 Heidegger, Varlık ve Zaman (Çev.: Aziz Yardımlı), İdea Yayınları, İst. 2004, s. 203. 12 Heidegger, Varlık ve Zaman, s. 117-120.
10
Heidegger’in dünya ile ilgili analizlerini olduğu gibi paylaşan Macquarrie, dünyanın bir
atölye olduğu konusunda da ona destek verir ve bizim içinde bulunduğumuz bu atölyeyi,
yalnızca bir şeyler ters gittiği zaman anladığımızı söyler. Macquarrie’nin kullandığı örneği
verecek olursak; benim ilgim öncelikli olarak elimdeki kaleme değil yazdığım yazıya,
kullandığım telefona değil, telefonun diğer ucundaki sese yönelir. Ancak, aniden telefon
kesildiğinde veya tükenmez kalem bittiğinde ben onun bütün araçsal sistem içindeki yerini
fark ederim. Nesneler bozulursa ya da ısrarla ‘el altında olmama’ şeklinde görünürse,
ansızın onların sistem içindeki önemiyle yüz yüze gelirim. Kısacası bu araçsal sistem, bir
şeyler bizim ilgimizi onun üzerine zorlayana kadar ilgiden kaçar.13
Nesnelerle ve diğer bizim gibi görünenlerle birebir ilişki içinde olduğumuz bir dünyada
olma, aynı zamanda dasein’ın her an bir durum üzere olduğu bir dünyada olma anlamına
gelir. Heidegger tarafından yoğun bir şekilde işlenen “bir durum üzere olmak” veya “belli
bir ruh hali içinde olma” (state of mind / befindlichkeit ), dünyada olmanın en bariz
varoluşsal bileşenlerinden biridir. Dasein’ın dünya tarafından etkilenebilir olmasının en
açık göstergesidir ruh halleri ve Heidegger'e göre biz istesek de istemesek de her an bir hâl
içinde oluruz, yani bu durumlara ‘fırlatılırız’. Fırlatılmış olduğumuz bu durumlar ise, bizim
neden olduğumuz şeylerden çok, maruz kaldığımız şeyler ve kendimizi içinde bulduğumuz
şeyler olarak görünür.14
Heidegger’in ruh halleri ile ilgili analizlerinde çarpıcı olan, her an bir durum üzere
olmamızın zorunluluğundan ziyade, bu ruh hallerinin insanın olanaklarını ortaya çıkarıcı
bir etkide bulunmasıdır. Her ruh hali, hatta en olumsuz ruh halleri bile, bir an önce
kendisinden kurtulmamız gereken hastalıklı bir durum değil; aksine, bizi varlığa açan ve
varlığı bize açan birer olanaktır. Yani her bir ruh hali ile insan, kendini belirli bir varoluş
tarzıyla dünyaya açarken, dünya da insana kendisini sunar. Mesela, varoluş felsefesinde
oldukça önemli bir yere sahip olan ‘ölüm’ kavramını örnek olarak verecek olursak, ölümün
13 J. Macquarrie, AET, p. 49. 14 Heidegger, Varlık ve Zaman, s. 201.
11
bizim varoluşsal bir olanağımız olması ve bizim de varlığımızda ölümlü olmamız, aynı
zamanda dünyanın da ölümün kendine yer bulduğu bir dünya olduğunu gösterir. Bu
anlamda durumlar, tamamen öznelliğe hapsedilip kalmaz, dünyaya bakan yönüyle
nesnelleşirler de.
Yine, bir durum üzere olmak, her zaman daha iyi bir durum üzere olabileceğimizin
olasılıklarını içinde taşıdığından; dünya, olasılıklarımızın toplamına dönüşür ve buradan
bize özgürlüğün kapısı biraz olsun aralanır.
Sayılamayacak kadar çok sayıdaki durumların içinde, bir de “sınır durumları / uç durumlar”
denilen durumlarımız vardır ki Jaspers bunları kendilerine tosladığımız ve yıkamadığımız
duvarlara benzetir. Acı, ölüm, zamansallık... vs gibi durumları değiştiremeyiz ve
sebeplerini de açıklayamayız. Onlar varoluşla ayrılmaz şekilde iç içedirler. Onlardan kaçıp
kurtulmak mümkün değildir; çünkü onlar özümüze aittirler. Onlara yaşanmışlık hariç hiçbir
bilgi ile vâkıf olunamayacağını düşünen Jaspers’a göre biz, uç-durumlara gözü kara
girdiğimiz taktirde ‘biz’ olabiliriz, günlük hayata kaçarak ve sığınarak değil.15
Dasein nasıl ki mutlaka dünya ile birlikte veriliyor ve onunla varoluyorsa, aynı şekilde
dünya da mutlaka dasein’la var olur. Dünyanın insan varlığı olmadan varolmasını anlamsız
bulan Sartre'da da dünya ‘fazla’dır. O ne şu, ne de budur, -insan varlığı olmaksızın-
anlamsız ve bulantı veren bir kaostur. Dünya, ‘benim için’ olduğu zaman anlam kazanır ve
sadece ‘benim’le var olur.
Görüldüğü üzere, varoluş felsefesinde insanı var eden dünya olduğu kadar, bir anlamda
dünyayı var eden insandır da. Artık insan dünyanın ve hatta evrenin içinde küçücük bir
nokta değil aslında kendisinden ‘varoluş’un fışkırdığı dev bir hayat kaynağıdır. Nesnelere
ve bütünüyle dünyaya anlam verenin insanın kendisi olduğu gerçeği karşısında insan
varoluşunu göz ardı yaklaşımların gerisindeki tüm dayanaklar yıkılır.Böylece insan,
varlığıyla her şeyi canlandırır, harekete geçirir. Dünyadaki her şey onunla varolur ve en
15 K. Jaspers, Felsefe Nedir? (Çev.: İsmet Zeki Eyüboğlu), Say Yay., İst. 1997, s. 53.
12
nihayetinde onun varlığıyla birlikte son bulur.
Macquarrie Yeni İncil’de nesneler dünyası için kullanılan terimin, -ki bu terim ‘yaratılmış /
mahluk’ anlamına gelen creation terimidir- Saint Paul için iki katı bir öneme sahip
olduğunu düşünür.Buna göre, ilkin ‘yaratma’ Tanrı’nın işidir. “Dünya Efendi’nindir ve her
şey O’nundur.”16 Aynı zamanda, yaratma iyidir de. Tanrı’nın kendisi ‘yaratma’nın
yetkilisidir ve O, onun iyi olduğunu düşünür. Saint Paul burada, Macquarrie’ye göre Eski
İncil öğretisini takip ediyor gözükmektedir. İşte bu şekilde yaratılan dünya, insan içindir.
Dünya, insanın işlemesi için bir bahçedir ve o, insanın üzerinde yaşamını devam ettirdiği
alandır. Burada biz, insanın pratik ilgisiyle ilişkili olarak bir atölye gibi görülen dünyanın,
sahip olduğu varoluşsal anlamının dînî bir yorumunu görüyoruz. İkinci olarak, ‘yaratma’
düşman olarak da anlaşılabilir. İnsan, Yaratan’dan çok yaratılana taptığında ve hizmet
ettiğinde,17 ‘yaratma’ da onun ellerinde ahlâksızlaşır. Dünya, onun varlığı için bir araç
olmak yerine bir tehdide dönüşür. Eğer insan, yaşamını Tanrı’nın üzerine değil de dünyanın
üzerine kurarsa o, insanın varlığı için zararlı bir güç haline gelir. Benzer şekilde biz,
dünyanın hem Tanrı’nın yaratısı ve dolayısıyla insanın kurtuluşu için vesile olarak hem de
insan varlığı için bir tehdit olarak algılandığı bu iki yönlü dünya anlayışını, John’un
öğretisinde de bulabiliriz.18
Macquarrie’ye göre, gerek John’un yazılarında, gerekse Paul’un yazılarında, dünya ve
yaratma ile ilgili kavramlar, tüm anlamlarını insanın varoluş sorularından alır ve onun
varlığında mevcut olan ikili imkanları ortaya çıkarır. Bu ikili imkan ise, yani insan için
‘Tanrı'nın çocuğu olarak kendi olmak’ ya da ‘dünyada kendini kaybetmek’, insan
varoluşunda daima potansiyel olarak mevcuttur.
Böylece Heidegger’in dünya ile ilgili varoluşçu analizlerinin dînî bir yorumunu Hıristiyan
teolojisinde de bulabileceğimizi düşünen Macquarrie, Tanrı tarafından yaratılan dünyanın,
insanın lehine kullanımına açık olduğunu, ancak insanın Yaratan’dan çok yaratılana önem
16 1. Kor., 10:26 17 Rom., 1:25 18 J. Macquarrie, AET, p. 51-52.
13
verdiğinde dünyanın aynı zamanda insan için düşman olabileceğini söyler. O yine,
dünyanın benlikle birlikte açıldığı konusunda Heidegger ile hemfikirdir; ancak ona göre,
dînî düşünce bunun da ötesine gitmelidir ve Tanrı’nın da benlik ve dünyayla birlikte
açıldığını söylemelidir.
1.2. Anlama
İnsan olarak her birimiz hayatın akışında sürüklenirken, bazen kenarda bir yerlere
tutunmaya ve durmaya çalışırız. Niyetimiz sadece öylece durup, olanlara bakabilmektir. Bu
mümkün olabilir veya olmayabilir; ancak dikkat çekici olan şey, bizi görünenlerin arkasına
bakmaya iten şeydir. Görünenlerle görünenlerin arkası arasında öyle ince bir perde vardır
ki, yüzümüzü biraz daha yaklaştıracak olsak bir anda yırtılıverecekmiş gibi gelir. Tek bir
çabamız vardır ve tek bir masum isteğimiz; anlamak. Dünyayı durdurup sadece neler
olduğunu öğrenmek istediğimiz böyle anlarda, hiçbir şey anlamadığımızı anladığımız o can
alıcı noktada, ya her birimizin kendi başına kat etmesi gereken varoluş serüveni başlamıştır,
ya da başlamayıp kişi böyle bir yüzleşmeden kaçarak kalabalığın gürültüsüne sığınmıştır.
Burada bahsettiğimiz anlama, zihinsel ve teorik bir çeşit kavrama değil, nesnelerin ve
olguların gerçekliğine nüfûz edebilme anlamında, varoluşsal bir anlamadır. Kendisine
kendimden bir şeyler kattığım ve kendisinden kendime çok şey aldığım böyle bir anlama
tarzı, varolmak için kelimelerle formülleştirilmeye gerek duymayacaktır. Burada anlama
her zaman, onunla ilgili önermeden önce gelir.
Macquarrie, kavrayış ya da anlamanın, ‘bilmek’ten çok daha fazlasını içerdiğini
düşünmekte haklıdır. Ona göre ‘bilmek’, yegâne kavrama çeşidi değildir. Bir kişi, içten
yanmalı motorun nasıl çalıştığını, güç iletiminin prensiplerini ve motorun yapısıyla ilgili
daha başka şeyleri bilebilir ama tüm bunların hepsi tek başına onun araba sürmesini
sağlamaz. İşte bu yüzden Heidegger ve diğer varoluşçular kavrayışın, sadece teorik ve
bilimsel türden olabileceği yönündeki aşırı entelektüalizme karşı savaş açmışlardır. “Bir
çocuğun” diyor Macquarrie, “alışık olmadığı bir nesne karşısındaki ilk tepkisi ‘bu ne işe
yarar?’ şeklindedir. İşte bu, pratik ilgi sorusudur. Bir bebeğin kaşığı ağzına götürdüğünde;
14
onun, kaşığın teorik ve bilimsel hiç bir özelliğini bilmese bile, kaşığı anladığını
söyleyebiliriz. Burada bebek kaşığın amacını keşfetmiş, yani onu anlamıştır.”19
Tıpkı Heidegger gibi, Macquarrie’de de anlama varoluşsaldır, yani varlığın olası
yollarından birisidir. Onun karakteristik özelliği ise, Heidegger'in “tasarlama” (project /
entwerfen) adını verdiği şeydir. Tasarlama, düşünülen ya da operasyona konulan bir
plandan fazlasını içerir. Kaşık ve çocuk örneğine dönecek olursak, bir çocuk kaşığı ağzına
götürdüğünde onu, ‘onun aletsel karakterini keşfetme’ anlamında anlamıştır. Yani onun
üzerine olasılıklarını tasarlayarak, onun kendi olasılıklarına hizmet etmesini sağlamıştır.20
Macquarrie’de diğer bir çok felsefeci gibi, doğayı açıklamada bilimin şaşırtıcı başarısı ve
varoluşsal bilginin iletişimsel zorlukları gibi pek çok etkinin 20. yy.da bilimsel
pozitivizmin gelişmesine katkıda bulunduğunu ve hatta onun 'bilgiye giden tek yolun
bilimsel bilgi olduğu' şeklindeki sarsılmaz otoritesini sağlamlaştırdığını düşünmektedir. İşte
burada sahneye tüm ağırlığıyla Heidegger çıkar ve dikkatleri doğadan, var olan benliğin
analizine çeker. Heidegger’de benlik, doğada ki her tür şeyden farklıdır. İnsan sadece
olduğunu anladığı şey değildir; o, varlığında her an kendine ve olasılıklarına açıktır.
Eğer Heidegger haklıysa, varoluşsal bir kavrayış tarzında dasein, sadece bilimsel türden bir
kavrayış tarzındakinden çok daha az şüpheye düşecektir. Yani eğer bilimsel kavrayış,
sanıldığı gibi suje ve obje arasında varolan tek yol olarak görülürse, septisizm elimizde her
an patlayabilecek bir dinamit gibi durur. Oysa varoluşsal bilgi, yaşadığımız ve gerçekliğini
bizzat tecrübe ettiğimiz türden bir bilgi olduğu için asla kendisinden şüphe duymayız. Bu
noktada, varoluşa açtığım ‘kendim’ ne kadar gerçekse, bana açılan varlık ya da dünya da o
kadar gerçektir. Daha önce de belirttiğimiz gibi dünya, sadece bir seyir objesi değil
kendisine katıldığım ve hatta karıştığım ilgilerimin toplamıdır.
İşte bu noktada asıl kavrayışın ‘pratik kavrayış’ olduğunu düşünen Macquarrie, bir adım
daha ileri giderek, teorik kavrayışı mümkün kılan durumun dahi pratik kavrayış olduğunu
19 J. Macquarrie, AET, p. 54. 20 J. Macquarrie, AET, p. 60..
15
düşünür. Böyle olunca, teorik veya bilimsel anlayış, pratik kavrayışın özel bir durumu
olarak ele alınır. Bu özel durumda varlıklar, tüm pratik ilgilerden soyutlanırlar ve sadece
objektif olarak görülürler.21
Böylece, bilimsel bilginin varoluşsal bilgiye bağlı ve hatta onun bir türevi olduğunu iddia
eden Heidegger, teolog kimliğini ön plana çıkaran Macquarrie’ye geçebileceği kadar bir
aralık bırakmış olur. Varoluşsal bilginin en kesin ve tartışmasız bilgi olduğunu öne
sürmekle Heidegger, Tanrı'ya dair bilginin imkanı konusunda Macquarrie’ye fevkalâde bir
zemin hazırlar. Artık bu sağlam zemin üzerine kurulan hiçbir önerme kolay kolay
yıkılmayacak ve hatta sarsılmayacaktır. Böylece Macquarrie kolları sıvar ve tezini öne
sürmekte oldukça aceleci görünür: Tanrı bilgisi varoluşsal türden bir bilgidir ve onun
gerçekliği ve kesinliği herkesin onu yaşadığı ve anladığı oranda kesin ve şüphe
götürmezdir.22
Macquarrie’ye göre varoluşsal dediğimiz türden olan Tanrı bilgisini bu şekilde anlarsak,
peşinen bazı sonuçları da kabullenmemiz gerekir. İlkin, ‘Tanrı bilgisi varoluşsaldır’
denmesinin en bâriz sonucu ona, onun kesinliğini vermektir.23 ‘Dünyada olma’ olan benlik
deneyimlerinin fenomenolojik analizlerinin her biri, objeleri analiz eden bilimsel bilgiden
daha esaslı, daha kesin ve daha şüphesiz olan bilgiyi üretebiliyorsa ve eğer kendi varlığının
analizinde de insan, kendisine açılan varlığın olası yolları arasında dînî inanç dediğimiz bir
tür varlık yolunu buluyorsa, o zaman onun bu analizi en az bilimsel bilgi kadar gerçek
olacaktır. Bu noktada dinsel ifadeler, mantıkçı pozitivistin iddia edeceği gibi doğru ya da
yanlış kategorisine dahi giremeyecek önermeler olmaktan çıkıp, varoluşla doğrudan iletişim
halinde olan, en canlı ve varoluşsal gerçekliğe ait en orijinal ifadeler haline dönüşecektir.
İkinci olarak, mesela biz bir sopayı hiç tutmadan ya da bir topu hiç yuvarlamadan kriket
hakkında zekice konuşabilsek de, sadâkat deneyimini yaşamadan Tanrı hakkında pek fazla
konuşamayız. Burada Macquarrie, varoluşsal bilgiye dair tüm söylemlerin, varoluşsal
iletişime sahip kimseler tarafından kurulmasının önemi üzerinde durur ve aynı vurguyu
21 J. Macquarrie, AET, p. 55. 22 J. Macquarrie, AET, p. 56. 23 J. Macquarrie, AET, p. 58.
16
P.Tillich’inde şu sözlerle ifade ettiğini belirtir:
“Eğer varoluşsal kelimesi öznellikten ve nesnellikten daha önemli bir katılıma işaret
ediyorsa, o zaman insanoğlunun Tanrılarla ilişkisi tam olarak ‘varoluşsal’ diye adlandırılır.
İnsanoğlu Tanrılarla iletişimi olmaksızın, Tanrı'dan söz edemez. Bunu yapmaya çalıştığı
vakit Tanrı’yı kaybetmiştir ve sadece nesneler dünyası içinde bir nesne daha türetmiştir.
İnsan Tanrılar hakkında, sadece onlarla olan ilişkisi temelinde konuşabilir.”24
Heidegger’in varoluşsal analizlerinin tamda bu noktada dînî bir felsefe olmaya çok
yaklaştığını düşünen Macquarrie, birçok varoluşçu meslektaşlarının da düşünebileceği gibi,
Tanrı’yı varolanları yaratan bir ‘ilk neden’ olarak değil, ‘varoluşsal tecrübede yaşayan bir
Tanrı’ olarak anlar.
Her halükârda, Tanrı’yla veya Tanrı’sız, ister bilimsel ister varoluşsal türden olsun dünyayı
anlamanın tüm bu farklı yolları, aslında birbirlerine zıt olmak zorunda değildirler.
Anlamanın tüm bu farklı yolları, insan varlığının farklı olasılıklarıdır ve her farklılık
birbirini yok etmesi gereken bir olgu değil; aksine, insan varoluşunun çeşitliliği ve
dolayısıyla bir zenginliğidir.
1.3. İç Sıkıntısı
Heidegger’in felsefesinde, duyguların basit ve olağan hislerden ibâret değil, başlı başına
birer ‘ruh hâli’ olduğunu ve bu hâl ve durumların insana gerçek varoluş yolunu açtıklarını
daha önce söylemiştik. Yine belirtmiştik ki, psikolojik birer hastalık olarak gösterilmeye
çalışılan nice ruh hâli, aslında bir anlamda insan varoluşunun özünü ifade etmektedir.
Haddi zâtında insan her an bir durum üzere, yani bir hâl içredir.
Macquarrie’nin de öne sürmüş olduğu gibi, bu ruh halleri, insan varlığında en arızî
elementler olarak düşünülse de, ontolojik öneme sahiptirler. Her ‘durum’un kendi anlamı
vardır; ancak bu her zaman Descartes’çı mânâda açık seçik bilginin olması anlamını değil,
24 J. Macquarrie, AET, p. 57.
17
kimi zaman insanın ‘orada olma’ olan benliğine açılması anlamını taşır. Bu durumlar
‘dünyada olma’yı aydınlatırlar ve hem benliği hem de dünyayı birbirleriyle ayrılmaz olan
ilişkilerinde birlikte açarlar.25
İnsanı kendine açan ve başlı başına bir anlam taşıyan bu durumlar içinde en önemli
addedileni ‘iç sıkıntısı / kaygı’ adını verdiğimiz ruh hâlidir ki, bu kavram belki de
Heidegger’den ziyade Kierkegaard’ın adıyla anılmayı daha çok hak eder.
Kierkegaard’ın büyüklüğü, korku, iç sıkıntısı ve umutsuzluk gibi ruh hallerinin asla dışsal
bir objeden kaynaklanan durumlar değil, daima kaynağı içimizde olan bir şey olduğunu
göstermesindedir. Bir adam sevgilisini kaybeder, umutsuzluğa düşer. Onu umutsuzluğa
düşüren sevgilisini kaybetmesi değil, geride kalan ‘sevgilisiz kendisi’dir. İşte burada insan
kendi ‘ben’iyle çırılçıplak yüzleşmek zorunda kalır. Bu yüzleşmeyi ve duyulan korkuyu
Kierkegaard baş dönmesine benzetir. Yüksek bir yerden alabildiğince açık bir boşluğa
bakmayı göze alan herkesin, kısa bir an için bile olsa başı döner. Bu baş dönmesi,
olasılıkların sonsuzluğunun insana sunduğu bir baş dönmesidir. Yani bizi uçurumun
kenarında dururken korkuya düşüren ve başımızın dönmesine sebep olan şey, aşağıya
düşme olasılığımızın varlığını idrak etmemizdir. Bu yüzden korku ya da iç sıkıntısı
özgürlüğün, kendi olasılığımıza baktığımızda meydana gelen özgürlüğün yol açtığı baş
dönmesidir.26
Macquarrie, iç sıkıntısı analiziyle ilgili olarak Heidegger’in Kierkegaard gibi düşündüğünü
onaylar; ancak bir farkla. Macquarrie’ye göre Kierkegaard’da özgürlüğe yapılan vurgu
Heidegger’de yön değiştirmiştir. Bu değişiklik, Kierkegaard’da olasılıkların sınırsızlığı
düşüncesinden, Heidegger’in iç sıkıntısının esas açılımı olarak düşündüğü olgusallığa geçiş
şeklinde gerçekleşmiştir. Yani özgürlük, Kierkegaard’ın sandığı gibi sınırsız değildir. Eğer
olsaydı özgürlükten kaçış asla mümkün olmazdı Heidegger, özgürlüğün her zaman bağımlı
ve dünyanın yabancı varlığıyla sınırlanmış olduğunu, başımızı döndüren şeyin de
25 J. Macquarrie, AET, p. 67. 26 Kierkegaard, Kaygı kavramı, (Çev.: Vefa Taşdelen), Hece Yay., Ankara 2004, s. 130.
18
olasılıklarımızdan çok, ‘varolduğumuz’ gerçeğini idrak etmemiz olduğunu düşünür.
Pek tabii ki, önemli olan aslında, başımızı döndüren şeyin olasılıklarımız veya
olgusallığımız olup olmadığından çok bizde varolan korku duygusu ve bu duyguyla
özgürlüğe en çok yaklaştığımız ânı yakalayabilmemizdir. Peki, burada korku dediğimiz şey
gerçekten nedir? O, tüm varoluşçuların da onaylayabileceği gibi asla dünyadaki herhangi
bir şeyden kaynaklanmaz. Kierkegaard, korkunun kaynağı sayılabilecek belli bir nesnesinin
olmadığını söyler.27 Böylece o, bu yönüyle diğer gündelik korkulardan ayrılır. Bir köpekten
ya da karanlıktan korkmaktan çok daha farklı olarak korku, boşluk ve hiçlikten doğar. Bu
ise, asla soyut kavramlarla kendisine ulaşamayacağımız bir şeydir, kelimelerle tutmak
istediğimizde parmaklarımızın arasından akıp giden bir şey.
Biz biliyoruz ki, 19. yy.da varoluşçu felsefeye gelene kadar tüm felsefe tarihi boyunca
yokluk, hep uzak ve sadece ‘varolanın orda olmaması’yla fark edilebilen bir şey olarak
algılanmıştı. Parmanides’e göre biz bırakın böyle bir yokluğu hissetmeyi, onu
düşünemezdik bile. Düşünülemeyeceği ve tanımlanamayacağı konusunda haklı
bulabileceğimiz gelenek, onun hissedilebileceği konusunda ise oldukça çekingen ve hatta
katıdır. Oysa varoluş felsefesinde biz, hiçliği yaşanan ve iliklerimize kadar hissedilen bir
şey olarak buluruz. Onu ancak ben yani dasein, kelimenin tam anlamıyla kavrar ve yaşar.
Kısaca, soyut düşünce hiçliği tam anlamıyla açığa çıkaramaz ve o, kavramlaştırılamayacağı
için asla objektif hale getirilemez.
İnsanın derûnunda bulunan çekirdeğe ait olan bu ‘aslî korku’, bir nesnesi olmadığı için,
Macquarrie’ye göre diğer korkularda varolandan daha farklı bir kaçış tarzını da beraberinde
getirir. Burada kaçış, dünyadaki bir şeyden kaçış değildir. Aksine o, dünya içerisinde olan
ve bir anlamda ‘ben’in kendisinden bir kaçış şeklini alır. Yani insan, kendini dünyada
kaybederek iç sıkıntısını ve endişesini hafifletmeye çalışır. Nesnesi tanımlanamayan bu iç
sıkıntısının, belli bir yeri ve yönü de olmayacaktır. Herhangi bir yönden bize yaklaşamaz,
çünkü zaten oradadır; nefesi bastıracak kadar yakın fakat dokunulamayacak kadar uzak.
27 Kierkegaard, Kaygı kavramı, s. 108.
19
Her yerde yani hiçbir yerde.28
Dünyada olmanın bizi bunalttığı bu ruh hâli, insan olmanın öğelerinden biridir; hem de
modernizmin görmeye tahammül edemediği kadar aslî bir öğe. Yalnızlığın değil de tekliğin
insanın üzerine çöktüğü böyle anların en iyi farkında olanlardan biri olarak Dostoyevski’yi
anmamız garipsenmeyecektir herhalde. O, çağının makineleştirmeye çalıştığı toplumlarda,
makinenin eklem yerleri arasında biriken ve makineyi içten içe kemiren tuhaf insanların
farkındaydı. Romanlarında bu insanlarla ve dolayısıyla bir anlamda kendisiyle
yüzleşebilecek kadar da cesurdu. “Yeraltından Notlar”, “Budala” ve “Suç ve Ceza” gibi
romanlarında o, insanın belirsiz ve çelişkilerle dolu yanını gözler önüne sererek, insanın
içinde aynı anda hem bir katilin hem de bir bebeğin nasıl sessiz ve derinden büyüdüğünü
gösterebilmiştir.
İşte, insanda bulunan tüm bu irrasyonelliğin ve belirsizliğin ortaya çıkardığı ruh hallerinden
en önemlisi olarak iç sıkıntısı, insana kendi varlığını açarak onun varoluşa yükselme
zeminini hazırlar. Bizim eşyayla ve dış dünyayla meşguliyetimizde bile sessizce alttan
ilerleyen ve aslında daima orada olan iç sıkıntısı, bir eksiklik, korkaklık veya bir zaaf değil,
aksine bir avantajdır. O, inotantik varoluştan otantik varoluşa geçişimizde ayağımızı
basabileceğimiz sağlam bir zemindir. Asıl korkaklık, bu varoluşsal korkudan kaçarak
gündelik hayata sığınmaktır; çünkü duyulan iç sıkıntısı ve korkuya dayanmak, insandan
çok sağlam bir yürek ve kapasite ister. Bu yüzden Kierkegaard’ın deyimiyle “Korku
korkakların işi değildir.”29 Onun ne zaman içimizde uyanabileceğini ve ne zaman özümüze
ait olmayan her şeyi bir anda yakıp küle çevireceğini de bilemeyiz. Dolayısıyla her birimiz
onun gelişine hazırlıklı olmalı ve hatta onun gelişinin otantik varoluşumuza geçiş için bir
fırsat olduğunun farkında olmalıyız.
Varolmanın önemli bir şartı ve bize özgürlüğümüzü en yoğun biçimde hissettiren hallerden
biri olarak iç sıkıntısı, Macquarrie’nin analizlerinde pek tabii olarak dînî bir renge bürünür.
28 J. Macquarrie, AET, p. 69. 29 Otto Friedrich Bollnow, Varoluş felsefesi, (Çev.: Medeni Beyaztaş), Efkâr Yay., İst. 2004, s. 72
20
Ya da diyebiliriz ki, onun sonuçları doğal olarak dînî bir noktaya varır. O, Heidegger
felsefesinin dînî bir felsefe olmaya en çok iç sıkıntısı ile ilgili analizlerinde yaklaştığını
düşünür; her ne kadar, Heidegger Tanrı ile ilgili konuşmaktan son derece kaçınsa da.
Macquarrie, Yeni İncil’in deyimlerinde de iç sıkıntısının insana ‘dünyada evinde
olmadığını’ açtığını, bu ifadelerde her bir insanın dünyada birer yabancı ve yolcu
olduğunun vurgulandığını söyler. İşte tam da bu noktada, varoluşsal öğreti ile Yeni İncil
öğretisinin birbirine çok yaklaştığını düşünen Macquarrie, Heidegger’in iç sıkıntısı
analizinin Hıristiyan ilahiyatçılar tarafından çalışılmasının bir rastlantı olmadığını söyler ve
tüm bunları, varoluşçu analizlerin bizi dinin eşiğine getirdiğinin üstü kapalı bir göstergesi
sayar. Burada o, Heidegger’deki ‘Tanrı'nın varoluşsal anlamdaki yokluğu’nu, Nietzsche’nin
‘Tanrı öldü’ iddiasına benzetir. Hatta o, bir adım daha ileri gider ve tüm eski yasaları
çiğneyen Zerdüşt’ün, nasıl yenilerini yaratması gibi, Tanrı’nın varoluşsal anlamda
yokluğunu iddia eden Heidegger’in de onu yeniden aramayı sürdüreceğini belirtir.30
Bu aşırı yorumun doğru olup olmadığı ve Heidegger felsefesinin bir anlamda Tanrı’yı
aramak olup olmayacağı, ayrı ve uzun bir tartışma konusudur. Ancak gerçek olan şudur ki,
iç sıkıntısı ya da korku adını verdiğimiz bu ruh hâli, bize varoluşumuzun en çıplak ve yalın
halini açar. Böyle bir korku durumunda ise insan kendini, her şeyin anlamını ve hatta
anlamın kendisini dahi sorgulamaya başlar. İşte burada Heidegger, iç sıkıntısının dasein’a
‘kendi varlığı’nı açtığını düşünürken, Macquarrie iç sıkıntısının insana hem varoluşa hem
de Tanrı’ya giden yolu aynı anda açtığını düşünür. Her iki düşünürde de, inotantik varoluş
tarzının bir türü olan iç sıkıntısı, Heidegger’de insanı kendi benliğine ulaştıran bir basamak
iken, Macquarrie’de benlikle birlikte Tanrı’ya da ulaştıran bir basamaktır.
Havarî John’un yazılarında îmalı olarak da olsa iç sıkıntısı kavramından söz edildiğini
belirten Macquarrie, burada insanın, çoğu zaman yanlış ışığı ya da yanlış dünyayı takip
ettiğinden ve dünyanın düşsel korumasına ve gündelikliğine kaçarak kendi varlığını
30 J. Macquarrie, AET, p. 72.
21
dünyada kaybettiğinden bahsedildiğini söyler.31 Böylece biz, varoluş felsefesindeki anlama
sahip bir korku kavramıyla Yeni İncil’de karşılaşamasak da, genel olarak İncil’in satır
aralarında korku kavramının bu anlamına yaygın bir şekilde rastlayabiliriz.
31 Yuh., 8:12 /10:11 / 15:81.
22
2.VAROLUŞA YÖNELİK TEHDİTLER
2.1. Olgusallık
Dünyanın ontolojik anlamını işlerken onun, öncelikli olarak insanın pratik ilgileriyle örülü
araçsal bir sistem ve bir atölye olduğunu belirtmiştik. Dünyanın diğer bir ontolojik yönü
ise, onun dasein’ın varlığıyla diğer şeylerin varlığı arasındaki farkın üzerini örtmesi ve
dasein’ın dünyada kendini kaybetmesi yoluyla, onun kendi varlığı için bir tehdit
oluşturmasıydı. Şu nokta yadırganmayacaktır ki, insan gündelik varoluşunda kendini
dünyadaki nesnelerden herhangi biri gibi görebilir ve nesneler arasında kendini kaybederek
otantik varoluşunda kendine yabancılaşabilir.
İşte burada otantik varoluş için ciddî bir tehlike arz eden ‘olgusallık’ problemi ile karşı
karşıyayız. Eğer yaşam, doğumdan önceki ve ölümden sonraki sonsuz karanlıklar arasında,
bir anda parlayıp sönüveren bir kıvılcım ise, diyebiliriz ki olgusallık, yani ‘var’
olduğumuza dair basit gerçek, o kıvılcımın kendisidir. Bu anlamda, nereden geldiğimiz ve
nereye gidiyor olduğumuz sorularını daha bir silikleştirerek olgusallık, benim ‘şu anda, tam
da burada var olmakta olduğum’ gerçeğine tekabül eder. Bu gerçeklik, sadece herhangi bir
nesnenin şurada veya burada olması anlamında değil, varoluşsal anlamda benim ‘kendim
için’ olduğum ve hatta olmak zorunda olduğum bir gerçekliği ifade eder. Nereden ve niçin
geldiğim, sonumun ne olacağı bana saklı tutulsa bile, ben varım ve dünyadayım. Her ne
kadar bedenim, hareketlerim ve ihtiyaçlarım, benim gibi görünen ‘diğerleri’yle benzerlik
gösterse de, benim yalnızca kendim oluşum ve bir başkası olmayışım, benden ne önce ne de
sonra ‘benden bir tane daha olmadığı’ gerçeği, olgusallığın temelini oluşturur.
Macquarrie’ye göre olgusallık gerçeği, zaman zaman insanı dünyadaki nesnelerden bir
nesne olma sınırına getirebilir olsa da, bu hiçbir zaman tamamen mümkün olmaz. İnsan
kendini nesneleştirmeye ne kadar çalışırsa çalışsın ve kendini gözlem ve istatistiğin
kollarına ne kadar bırakırsa bıraksın, hiçbir zaman kendi kendine tamamen bir nesne
olamaz ve varoluşla olan bağını tamamen koparamaz. Aynı anda hem özne hem de öznenin
23
konusu olma anlamında bir nesne olabilme özelliğine sahip olan insanın varlığı sadece
olduğu şey anlamında durup kalmaz; o, özne ve nesne olma sınırını aşar ve olasılıklarının
gerçekleştirilebilirliği anlamında bir gerçekliği de ifade eder.32
Macquarrie Heidegger’in, olgusallık analizini “atılma” ( throwness / geworfenheit ) adını
verdiği bir kavramla ilişkilendirdiğini belirtir. Ona göre ‘atılma’ fikri, Heidegger’e Birinci
Dünya Savaşı sıralarında siperlerde hizmet ederken gelmiştir. Bu kavram bizim dışımızda
bulunan ve bizi çepeçevre kuşatan gerçekliğin, kontrolümüz dışında olduğunun bir
göstergesidir. O, varlığımızın yapısına, olasılıklarımızı sınırlamak ve onları daraltmak için
girer. Kendisinden sorumlu olmadığım ve asla kendisini kendim seçmediğim bir dünyada
‘fırlatılmış olasılık’ olarak dasein’ın ‘orada-olma’ zorunluluğudur. Burada dikkat çekici
olan şey, insanın daima kendisiyle kaynaştığı ‘bir durum içinde olma’ zorunluluğudur. Yani
ben, varolmaya asla sıfırdan başlayamam ve daima varlığımla ilişkili olan bir duruma
‘fırlatılırım’.33 Heidegger’in olgusallık ile ilgili analizlerinin buraya kadarki kısmını
onaylayan Macquarrie, Heidegger’in felsefesinde çözülmeden bırakıldığını düşündüğü bir
probleme el atar. Ona göre olgusallık, Heidegger’in varoluşa dair araştırmasında hakim
hale gelmiş ve Heidegger’in karamsarlığının kaynağını oluşturmuştur. İşte bu nedenledir ki
Macquarrie’ye göre Heidegger gibi Sartre ve birçok ateist varoluşçu aynı engele takılıp
kalırlar: umutsuzluk.34
Heidegger dasein’ın, ‘dünyada bir varlık’ olarak dasein’ın, dünyadaki diğer tüm
varlıklardan farklı ve dolayısıyla onun varoluş tarzının da dünyadaki diğer tüm varlıkların
varoluşundan farklı olduğunu söylemişti. İşte burada Macquarrie, insan ve doğa arasında,
ya da Heidegger’in terminolojisini kullanarak söyleyecek olursak, “varoluş” (exist /
existenz) ve “mevcut olma” (present at hand / vorhandenheit ) arasında aşılamayacak bir
uçurumun açıldığını düşünür.
Existenz ve vorhandenheit arasındaki bu ayrım; aynı zamanda, olasılık ve olgusallık
32 J. Macquarrie, AET, p. 83. 33 J. Macquarrie, AET, p. 83. 34 J. Macquarrie, AET, p. 84.
24
ayrılığını da beraberinde getirir. İnsan, varoluşunda sınırsız olasılıklara ve açılımlara
sahipse de, o doğanın ve toplumun katı şartları ile olguculuk tarafından sıkı sıkıya
bağlanmıştır.
İşte burada Macquarrie, bu ikiliğin ve hatta zıtlığın giderilmesi için dînî öğretinin şart
olduğunu ve resmi tamamlamak için mutlaka bir Tanrı’ya ihtiyaç duyulduğunu belirtir.
Varoluşun analizini ifade eden böyle bir resimde Tanrı, tüm varlıkların sahibidir ve
dolayısıyla insan ve doğanın da, varlıklarında farklı olsalar bile, kaynağıdır. Böylece, bir ve
aynı kaynaktan doğmuş olan insan ve doğa, temelde asla zıt ve ayrı olamazlar.35
Macquarrie, aslında böyle bir çözüm önerisiyle sorunu tamamen ortadan kaldıramadığının
farkındadır; fakat bu yolla, hiç değilse problemin biraz olsun hafifletildiğini düşünür. Ona
göre, diğer türlü, yani Tanrı’nın yokluğu kabul edildiğinde, existenz ve vorhandenheit
arasındaki uçurum, sonsuza kadar varlığını sürdürür.
Macquarrie’ye göre Batı geleneği aslında, olasılığın ve olgusallığın bu zıtlığına zaten
âşinadır ve bu, bu gelenekte yaşayanlar için de yeni bir şey değildir. Gerek Hıristiyanlık
gerekse Gnostisizm, insan ve doğa ayrılığını ön görür; ancak Gnostizm’de bu ayrım çok
keskinken Hıristiyanlık’ta görecelidir. Bu yüzden Gnostisizm de bu konuda Hıristiyanlık
için tehlikeli bir yol arkadaşı olur ve onun varacağı nokta da tıpkı Heidegger’de olduğu gibi
kahramanca umutsuzluktur.36
Yeni İncil düşüncesinde ve bizzat Kitâb-ı Mukaddes’te, insan ve doğanın arasındaki zıtlığa,
aydınlık ve karanlık, doğru ve yalan gibi pek çok ikilem eşlik eder. Dünya ise bu ikilem
ekseninde, insanın hem onda kendini bulabileceği ve hem de onda kendisini
kaybedebileceği bir yer olarak anlaşılır. Dînî öğretide biz, insanın ve doğanın ikiliğine
paralel olarak, insandaki olgusallık ve olasılık zıtlığı- “Tanrı insanı yerin tozundan yarattı”
(olgusallık) ve “Ve onun burun deliklerine yaşam nefesini üfledi” (olasılık)- 37 inotantik ve
otantik varoluşa karanlıkta ya da aydınlıkta sahip olma gibi ikilik ya da belirsizlikleri aynı
35 J. Macquarrie, AET, p. 85. 36 J. Macquarrie, AET, p. 87. 37 Yaratılış, 2:7.
25
anda buluruz. Ancak, her ne kadar bu ikilikler gözden uzak tutulamasa da, en nihayetinde
hepsi varoluşun kaynağında buluşur ve kökeninde birbirine zıt şeyler olmaktan çıkar.
Macquarrie’ye göre bu anlamda, Heidegger hem existenz hem de vorhandenheit’ı birlikte
kucaklayarak varoluşu bütünüyle keşfetme hedefine ulaşamamıştır. Onun felsefesinde
‘olgusallık’ kontrolündeki insanın ‘olanakları’ umutsuzdur ve Heidegger, istemese bile bu
umutsuzluğun gölgesinde yaşamak zorunda kalmıştır.
Heidegger’in karamsarlığın filozofu olduğu yönündeki Macquarrie’nin iddiası elbette
tartışılabilir; ancak ilginç olan ve belki de olağan olan şey Macquarrie’nin Heidegger’in
felsefesinde kendince açık olarak gördüğü yerleri dînî öğretiyle doldurma ve böylece
Hıristiyan teolojisi ile varoluş felsefesinin yakınlığını ortaya koyma çabasıdır. Bu çaba,
soylu bir çaba veya boş bir çaba olarak görülebilir; ancak, Heidegger’in felsefesinde insan
ve doğa arasında aşılmaz bir uçurumun gerçekten varolup olmadığını biraz durup
düşünmeliyiz. Bu gerçekten böyle midir?
İlkin, Heidegger dasein’ın varoluşunu, Descartes’in ‘ben’inin varoluşundan ayırt ederek,
insan ve doğanın uzlaşımından yana bir adım atmış gibi görünüyor. İkinci olarak,
Heidegger’de dasein asla doğanın karşısında duran ve dışa kapalı bir organizmadan ibaret
değil; aksine, dünya içine dağılmış ve yayılmış ilgiler ve ilişkiler ağının merkezidir.
Heidegger’in düşüncesinde dünyanın karşısında sabit bir noktada duruyor olmaktan ziyade,
dünya içine dağılmış bir alan olarak dasein’ın, dünyadan tamamen bağımsız ve doğadan
ayrı bir varlık olduğunu iddia etmek zor görünüyor. Onlar birbirlerinden tamamen ayrı
olsalardı, dasein’ın doğaya bir anlam yüklemesi ve hatta onu anlaması imkansız olurdu.
Biz, her şeye rağmen yine de aralarında belli bir farklılığın ve belli bir mesafenin olduğunu
ve dasein’ın varoluşunda tüm diğer şeylerden farklı olduğunu kabul edebiliriz; ancak bu,
onunla dünya arasında sonsuz bir ayrılığın olduğunun kesin bir kanıtı olabilir mi? Ya da
ayrılığın olduğu kabul edilse bile, bunun sonsuz olduğu nasıl iddia edilebilir? Zira
sonsuzluğu vaat edemeyiz çünkü ona şu an itibariyle sahip değiliz.
26
Sonuç itibariyle olgusallık ve olasılık zıtlığı pek tabii ki özgürlük problemiyle doğrudan
alâkalıdır ve onun sorgulanması ister varoluşçu ister ilahiyatçı olalım her birimizin
hayatında önemli bir yer tutar. Bu anlamda, belki de Tanrı’ya bağlanmakla gerçek
özgürlüğün elde edileceğini düşünebilecek olan Macquarrie ile, Tanrı’yı hiç kaale almadan
kendi varlığını kendi kurma çabasında olan Heidegger’in ne kadar özgür olabilecekleri
tartışmaya açıktır. Ancak böyle bir durumda bile görünen odur ki, Heidegger’in bağlı
bulunduğu şartlar, Macquarrie’ninkinden biraz daha esnek olabilir belki, hepsi bu.
2.2. Kişiliksizleştirme
Dasein’ın varlığının özü itibariyle ‘orada olma’ olduğunu ve dasein ile dünya kavramları
arasında içsel bir bağ bulunduğunu belirtmiştik. Yine belirtmiştik ki, dünya insanın
varoluşu için hem kendisine son derece ihtiyaç duyduğu, olmazsa olmaz olan varoluş şartı,
hem de onda kendisini kaybedebileceği bir tehdit ve tehlike unsurudur.
Şimdi dünyanın farklı bir yapısı üzerinde duracağız ki, o da onun, varlıkları dasein’ın
varlığına benzeyen diğer varlıkları da içinde barındıran bir yer olmasıdır. Yani ben, benim
dışımda bana benzeyen ve benim gibi hareket eden ‘diğerleri’yle karşılaşırım ve onlardan
birinin varolduğuna dair inancıma şu yoldan giriş yaparım; tıpkı benim gibi hareket ediyor.
Şu nokta belirtilmeli ki, ‘diğerleri’ ya da ‘onlar’, varoluş felsefesinde en az benim olduğum
kadar bu dünyadadırlar ve onlar benden daha çok bu dünyaya ait değillerdir. Onlar
‘benimle birlikte varolma’ karakterini taşırlar ve nasıl ki dünyaya ve nesnelere anlam ve
önemini atfeden ben isem, aynı şekilde diğerlerinin varlığını anlamlandıran ve bir anlamda
onları var kılan da, yine benim. Ancak böyle bir yaklaşım, diğerlerine dünyada varolan
nesnelerden herhangi birine davrandığım şekilde davranabileceğim anlamına gelmez.
Elbette ki dünyadaki nesneler ve bütünüyle dünya benim için “el altında olan” (ready to
hand / zuhanden) ve “mevcut olan” (present at hand / vorhanden) iken diğer dasein’lar ise
tıpkı benim gibi birer “var olan” (exist / existenz) olma hakkına ve ayrıcalığına sahiptir.
Gündelik varoluşumda ben sürekli olarak diğerleriyle karşılaşırım ve karşılaşır olmaktan
öte onlarla iletişim halinde olurum. Bir otobüste veya toplu taşıma aracında giderken,
herhangi bir ‘diğeri’nin kazâra dirseğini bana çarpması ya da daha basit bir örnek olarak,
27
karşımda oturup beni inceden inceye süzmesi bile o günümü mahvetmeye yetebilir. Kısaca,
söylemek istediğimiz şudur: insanlar iletkendir, yani onlar dünyada nesnelerin durduğu
gibi yan yana durmaz.
Macquarrie’nin de belirttiği gibi Heidegger dasein’ın bir insanla olan ilişkisinin bir
nesneyle olduğu gibi olmaması gerektiğini vurgular. Bir nesne dasein için bir araçtan
ibarettir ve onunla olan ilişkisi “pratik bir ilgi” (concern / besorgen) dir. Fakat dasein’in bir
insanla olan ilişkisi Heidegger’in tüm kişisel ilişkileri kapsamak için kullandığı daha geniş
bir kavram olan “kişisel ilgi” ( welfare / fürsorge) kavramıyla açıklanır. Dolayısıyla, bir
insan asla basit bir nesne gibi değildir.38
‘Diğerleriyle birlikte varolma’, Heidegger’in düşüncesinde doğal olarak iki ayrı olasılığa
sahiptir. O, otantik ya da inotantik olabilir. Otantik olması durumunda o, ‘diğeri’nin
özgürlüğünü ve gerçek benliğini elde etmesine yardım ederken, inotantik olması
durumunda ise o, karşılıklı bağımlılığı ve birinin diğeri üzerindeki hakimiyetini mümkün
kılar. Böylece o, insanın gerçek varlığını özgürleştirmekten ziyade onun benliğine zarar
vererek onu kişiliksizleştirir.
Macquarrie’nin de üzerinde durduğu gibi modern dünyada kişiliksizleşmeyi arttırıcı
faktörler çok iyi bilinir. Basın, radyo, televizyon ve reklam gibi etkin iletişim araçları çoğu
kez ‘kamuoyu’ dediğimiz şeyi oluşturur ve bireylerin nasıl düşünecekleri yönünde onları
yönlendirir.39
Teknolojinin insanlığın huzuru ve mutluluğu için bir araç olmaktan çok, insanın varoluşunu
şekillendiren kontrol dışı bir güce dönüşmeye başladığı ve hızıyla başımızı döndürdüğü
çağımızda, bu tarz bir yozlaşma ve kişiliksizleşme elbette çok fazla garipsenmeyecektir.
Günümüzde her bir birey başka bir bireyin amacına hizmet için bir araç olarak vardır ve
her insanın kendi varoluşunda kendisi için bir amaç olduğu gerçeği üstü örtülü olarak kalır.
38 Heidegger, Varlık ve Zaman, s. 172. 39 J. Macquarrie, AET, p. 94.
28
Aslında biz buradaki gibi, hayatın sıradanlaştığı ve yavanlaştığı yönündeki ifadeleri o kadar
çok duyar olduk ki, bu konuşmaların çokluğu dahi garip bir şekilde gündelik varoluşun bir
parçası halini aldı. Belki de biz farkında olmadan, otantik varoluşun kaybolmaya yüz
tuttuğuna dair bu kadar sık ve fazla konuşmakla, onu daha çok kaybediyor ve hatta bunu bir
yaşam tarzı haline getiriyoruz; üstelik bir de bu tarz konuşmalarla otantik varoluşa
eriştiğimizi zannedip onunla teselli bularak. Oysa varoluş aslında sözden öncedir ve söz
derinlerdeki varoluşun dışa vurumundan ibarettir. Dolayısıyla biz eleştirdiğimiz ‘çok
konuşma’ durumuna düşmemek için bu kadarıyla yetinelim.
İki ayrı varoluş tarzından biri olarak inotantik varoluş tarzında ben, daima diğerlerine
mutlak sûrette bağlıyımdır. ‘Ben’imin şekillenmesinde onlarla ilgili bir inisiyatif
kullanamam. Asla onlardan ayrı olamam ve asla onlardan kopamam. Böylece onlar benim
varoluşumun oluşmasında etkin rol oynar ve böylece artık ben, kendim değilimdir.
Sorumluluklarımdan ve kendim olmaktan kaçarım; hatta çoğu zaman -elle gelen düğün
bayram diyerek- kalabalığın rahatlatıcı ortamına sığınır ve kendimi onlar içinde
kaybederim. Benim yerime kararlar çoktan verilmiş ve oynamam gereken senaryo birileri
tarafından çoktan çizilmiştir; bana kalan ise sadece onu oynamaktır. Bu birilerinin kim
olduğunu sorguladığımda ise, tek bir cevap bulurum: herkes, yani hiç kimse.
Macquarrie, Heidegger’in kullandığı, Almanca’nın soğuk ve yabanî bir zamiri olarak
düşündüğü “das Man” (insan, diğerleri) kavramını, İngilizce’de Kierkegaard’ın
kullandığını söylediği “people” or “the public” (halk ya da umûmî olan ) kavramıyla
karşılar. Halktan biri olması bakımından birey, inotantik varoluş tarzında tıpkı halk gibi
düşünür, anlar ve yargılar. Halkın hoşlandığı şeylerden hoşlanır ve halkın şaşırtıcı bulduğu
şeylere şaşırır. 40
Halk içinde birey, her an ‘diğerleri’ tarafından uyuşturulmuş bir vaziyettedir. Kendini
aramayı düşünmez, çünkü çoğu zaman kendini kaybettiğinin farkında bile değildir.
‘Diğerleri’ ya da ‘halk’ dediğimiz şey, belirli bir grup ya da toplumun belli bir kesimi değil,
40 J. Macquarrie, AET, p. 91.
29
onların tamamıdır. Halk içinde her bir ‘diğeri’, bir ötekini temsil eder ve aslında biz de bu
ötekilere dahilizdir. Her birimiz aslında hem ‘kendi’miz ve hem de ‘diğeri’yizdir ve
böylece halk, kişiliksizleştirilmiş bir yığına dönüşerek, bütün gücünü tek tek parçaların bir
araya gelmesinden alır.41
Tam da bu noktada, “Ahlâkın Soy kütüğü Üzerine” ve “Böyle Buyurdu Zerdüşt” gibi
eserlerinde, sürü psikolojisinden detaylı bir şekilde bahseden ve ondan tiksinen
Nietzsche’yi anmadan geçmemiz doğru olmayacaktır. Toplumla bağlarını son derece zayıf
tutan ve belki de onları kimi zaman çekip koparan biri olarak Nietzsche için de ‘sürü’, her
zaman bizim sesimizi bastıran ve bizi dilediği yere götüren etkin bir güçtür. Çağının dînî ve
kültürel değerleriyle çatışma halinde olan Nietzsche, bu bilinç nedeniyle belki de gelmiş
geçmiş en yalnız adamdır ve insan onun kitaplarını eline alıp okuduğunda satırları okumaz,
yalnızca onun acısını duyabilir. Nietzsche’nin bize öğrettikleri, bizim yalnızca eninde
sonunda kendimizi tecrübe edebileceğimiz ve varoluşa yükselebilmemiz için bu tecrübede
çok derinlere inmemiz gerektiği gerçeğiyle sınırlı kalmaz. O, yaşamıyla şunun da kanıtıdır;
delilik ve dahilik arasında son derece ince bir çizgi vardır.
Sürü içindeki insan tamamen ‘onlar’ın içine dağıldığında ve kendini ‘onlar’ın içinde
kaybettiğinde, tüm anlamını ‘onlar’a endeksli olarak oluşturduğu için, hem kendini hem de
dünyayı, ancak onların kendisine sunduğu ve hatta kimi zamanda dayattığı kavramlarla
anlayabilecektir. Burada biz ciddî bir kavram(a) problemiyle karşı karşıyayız ve dasein’ı
düştüğü bu durumdan kurtarabilecek en iyi yolun, verilen kavramları dönüştürerek farklı bir
anlam dünyası kurmak ya da verilen bu kavramları birebir tecrübe etmek sûretiyle
olabildiğince içselleştirmek olabileceğini söyleyebiliriz.
Buraya kadar söylemiş olduğumuz şeylerden ‘halk’ kavramının varoluşsal hiçbir öneminin
olmadığı gibi bir sonuç çıkabilir ancak durum gerçekte öyle midir? Elbetteki hayır. Varoluş
felsefesinde ‘halk’ kavramı son derece önemli bir yere sahiptir. Peki olumsuz yanına bu
kadar değinilen halk kavramının varoluşsal önemi nereden gelir? O, Heidegger ve
41 Heidegger, Varlık ve Zaman, s. 178.
30
Macquarrie’nin de onayladığı gibi, insanın sorumluluklarından kaçışını yeniden göstermesi
bakımından önemlidir. Halkın içine kaçarak insan, sorumluluklarından kurtulur ya da en
azından onların kendisi üzerindeki baskısını hafifletir. Ancak bu olgu, ters bir tepkiye de
sebep olabilir ve birey halkın baskısından ve dayatmalarından bunalarak patlar. Kendini
onların içinde kaybettiğinin farkına varan birey, kendini aramaya başlar ve kendini bularak
onların içinden çekip çıkartmak ister. Biz, ‘halk’ kavramının asıl önemi ve varoluşsal
değeri ile işte burada karşı karşıya geliyoruz ki burada o, bireyin inotantik varoluştan
otantik varoluşa geçmesinde bir sıçrama tahtası görevi görmektedir.
Dasein’ın varlığı için halk, bir yönüyle insanın kendini onda kaybedebilmesi ihtimali
yüzünden tehlike unsuru olurken, diğer yönüyle de onun varolma şartını oluşturur. Burada
halk kavramının olgusallıkla ya da dünyayla benzerliği dikkat çeker. İnsan, olanaklarını
sınırlayan bir ‘dünya’ya atıldığı gibi olanaklarını sınırlayan bir ‘toplum’a da atılır ve nasıl
ki dünya tüm tehditkârlığına rağmen bizim varoluşumuzun zorunlu şartı ise, ‘halk’ ya da
‘diğerleri’ de bizim varoluşumuz için aynı konumdadır. Bu sebeple dasein’ın kendini
bulması veya kaybetmesi ancak diğerlerinin olduğu bir ortamda ve dasein’ın onlarla olan
ilişkilerinde gün yüzüne çıkar. Jaspers’ın da dediği gibi, “Başkalarıyla [varoluşsal] iletişim
içine girmeden asla kendim olamam”.42
Bu, ‘diğerleriyle birlikte varolduğum ve onlarsız tam olarak kendim olamayacağım’ gerçeği
üzerinde biraz durup düşünmeliyiz. ‘Diğerleri’ neden önemlidir? Bireyselliğin son derece
önemli olduğu üzerine bu denli vurgu yapan bir felsefe olarak varoluşçuluk için ‘diğerleri’
tam olarak ne ifade eder?
Ben, hayatın içinde dağılmış bir varlık olarak kendimle ilgili olan her şeye, diğerleri
sayesinde ulaşırım. Onlarla olan ilişkilerimde yaşadığım her bir an, kendimin bana açıldığı
ve böylece varlığın da bana açıldığı önemli bir an olabilir. ‘Olmuş bitmiş’ değil de
‘oluşmakta olan’ olarak benim varlığım, ancak diğerleriyle birlikteliğimde bana açılır ve
ben böylece kendimi tanıyarak ‘kendim’i oluştururum. Tıpkı bir ayna gibi ‘diğerleri’, kendi
42 Otto Friedrich Bollnow, Varoluş felsefesi, s. 49.
31
‘ben’imin farkına varabilmemin ve onu oluşturabilmemin zorunlu şartıdır. Ben onlarla olan
ilişkilerimde, onlara karşı olan tutum ve tavırlarımla ve de bilhassa seçimlerimle, ‘nasıl bir
kişi olmak’lığımı belirlerim. Böylece, şöyle ya da böyle olmak tamamen bana kalır ve ben
burada özgürce oluşturacağım kendi varoluşumun ve bütünüyle varlığın ağırlığını üzerimde
hissederim.
‘Diğerleri’nin varlığım için olan bu zorunlu şart oluşu dikkat çekici başka bir şeyi daha
açığa çıkarır. O da, yalnız kalma olgusunun, ancak ve ancak başkalarıyla birlikte
varolabilen bir varlık için söz konusu olabileceği hususudur. Yani ancak, toplulukta
yaşayabilme potansiyeline sahip bir varlık için yalnızlıktan bahsedilebilir ve böylece yalnız
olabilmenin imkâniyeti, bir arada yaşayabilir olmanın da delili olur. Burada biz, felsefede
sık sık yaşandığı gibi bir şeyin yokluğuna onun varlığından -yani burada, yalnızlığa birlikte
yaşama olasılığından- hareket ederek ulaşmakla karşı karşıyayız. Böylece otantik tarzda
diğerleriyle birliktelikten uzaklaşma anlamında yalnızlık, dasein’ın varlığının eksik bir türü
olarak anlaşılır. Elbette bu açığa çıkış varlığımız için varoluşsal bir öneme sahip olacaktır
ki, o da ancak bir arada yaşayabilen bir varlık için yalnızlığın önemli ve anlamlı olmasıdır.
Tıpkı, konuşulacak çok şeyin olduğu yerde, kimi zaman susmanın daha anlamlı olması gibi.
Tam da bu konuyla ilgili olarak Macquarrie, yalnızlığın önemli olduğunu ancak
Heidegger’le birlikte diğer bazı varoluşçularda bunun abartıldığını belirtir. Ona göre,
Heidegger ve diğer varoluşçuların toplumdan sık sık kaçıp kendileriyle baş başa kalmaları,
toplumsal dayatmaya duyulan öfkenin tepkisel bir ifadesidir. Günümüzde, varoluşçu bir
sanatkârın sanatsal toplantılara karşı gelmesi, varoluşçu bir filozofun kabul edile gelen
ahlâkî kurallar düzenini reddetmesi, Hıristiyan bir varoluşçunun teşkilatlanmış bir kilisede
hiçbir fayda görmemesi gibi şeyler sık sık meydana gelmektedir. Macquarrie’ye göre tüm
bunlar, ölü ve mekanik bir geleneğin sırtımıza giydirilmesini reddetmek anlamında haklı
görülebilir; fakat sadece bireysellik seviyesinde kaldıkları için haksızdırlar.43
Macquarrie, Heidegger’in ‘otantik bir şekilde diğerleriyle varoluş’ olasılığının analizini
geliştirmeden bıraktığını söyler. Onun inotantik tarzda bahsettiği insan (das Man) kavramı,
bireyin kendini kaybettiği ve kişiliksizleştiği bir varoluş tarzını epeyce tanımlar; fakat,
43 J. Macquarrie, AET, p. 95.
32
Macquarrie’ye göre tüm gelenek, görenek ve alışkanlıkların bu türden bir varoluş tarzına ait
olduğunu düşünemeyiz. Heidegger, geleneğin her zaman ölü olduğunu düşünmekte hata
eder; çünkü gelenek her yerde ölü değil, kimi yerlerde yaşayan canlı bir gelenek de olabilir.
Bir gelenek, otomatik ve bilinçsiz bir şekilde devralındığı yerde ölü olacaktır; fakat o, her
yeni neslin onu bilinçli bir şekilde aldığı yerde ise canlıdır.44
Aslında Macquarrie, bir teolog olarak, dahası bu kimliğinin gereklerini hararetle savunan
bir teolog olarak, Hıristiyanlıktaki bireyselliğin, varoluşçuların savunduğu anlamdaki bir
bireysellikten çok daha ileride olduğunu düşünür. Macquarrie, Heidegger’in iyice
özümsemediğine inandığı ‘otantik bir tarzda diğerleriyle varoluş’ olasılığına alternatif
olarak, hem bireysel özgürlüğün hem de otantik tarzda bir diğerleriyle birlikteliğin
yaşandığı ve bu ikisinin birlikte gerçekleştirilebildiği bir yer olarak ‘kilise’yi sunar. Ona
göre, abartılı bir bireysellik faydadan çok zarar getirebilir; gelenek ise kilisenin varlığı ile
aynı şey olduğundan, bütün Hıristiyanların bu şekilde inanması gerekir. Hatta Hıristiyanlık,
tarih sahnesine çıkarken, kendinden önceki geleneği, yani Yahudilerin inançlarını tamamen
yok etmemiştir.
Bu eleştirilerden yola çıkarak Macquarrie’nin, Heidegger’in ‘otantik tarzda diğerleriyle
varoluş’ analizlerini yeterince iyi anlamadığını düşünebilir miyiz? Genel olarak
varoluşçular, insanın ‘kendi olma’ çaba ve serüveninde, onun üzerine yapışan gelenek ve
göreneklerin tüm tortusundan silkelenerek kendine gelmesini ister. Bu, bir açıdan yerinde
bir istek olabilir; çünkü tam olarak düşmeden kalkmanın ne olduğunu bilemeyeceğimiz
gibi, bizdeki her şeyi dışarı çıkarmadan onları tekrar yerli yerine de koyamayız. Yani
Nietzsche’nin deyimiyle, “Kendimizi yeniden yaratmak için kendimizi kül etmeye
mecburuz.”45 Ancak başka bir açıdan bu görüşe zıt olarak, insanın hiçbir şeyi dağıtmadan
da kendini bulabileceği düşünülebilir; çünkü ait olduğumuz geleneğin içinde ‘ben’imizi
kurarken, tamamen atmamızı gerektirmeyecek unsurlar da bulunabilir. Şu halde konu
tartışmaya açık olarak kalır.
44 J. Macquarrie, AET, p. 96. 45 F. Nietzsche, Böyle Buyurdu Zerdüşt (Çev.: Turan Oflazoğlu), Cem Yay., İst. 2000, s. 84.
33
Macquarrie, varoluş felsefesindeki bireysellikte, her ânın bilinçli bir karar verme ânı
olmasının da gerginlik yarattığını düşünür. Ona göre biz, yine burada geleneğin
kılavuzluğuna ve dahası alışkanlıklara ihtiyaç duyarız. Sıradanlık ve alışkanlığın her zaman
değersiz olmadığını düşünen Macquarrie, şöyle bir örnek verir: Eğer ben sarhoş olmak için
ayartılmaya meyilli bir kişiysem, ahlâkî bir mücadeleyi yürütmemin ve bir meyhanenin
önünden her geçmek zorunda kaldığımda, yeni bir varoluşsal karar vermemin hiç bir
anlamı yoktur. Bu benim için zaman israfından başka bir şey değildir. Benim her defasında
bilinçli bir karar vermek yerine, meyhanenin önünden geçip gitmek alışkanlığını
oluşturmam çok daha iyi bir şeydir.46 Görüldüğü gibi burada, erdemlerin alışkanlıkla
kazanılacağını belirten Aristo gibi düşünen Macquarrie ile tartışmak, üstelik haklı tarafın
biz olduğumuzu düşünerek tartışmak oldukça zor görünüyor.
Macquarrie’ye göre biz, Yeni İncil teolojisi doğrultusunda hem Paul’ün hem de John’un
yazılarında, bu kişiliksizleştirilmiş kolektif varlığı buluruz. Bu kavram, basit bir şekilde
‘yaratılmış dünya’, ‘Tanrı’ ve ‘insan’ın kendi yerlerine sahip oldukları alışılagelmiş bir
kâinat anlayışını içermez. O sadece kozmolojik değil, tüm bunlara ek olarak, tarihsel bir
anlama da sahiptir. John’un yazılarında, Hıristiyan havâriler için dünyanın düşmanlığından
bahseden pek çok bölüm vardır ve bu bölümlerde, dünyanın kendini oluşturan insanları
hâkimiyeti altına aldığından ve onları yönettiğinden bahsedilir. İncil’deki ifadesiyle,
“Dünyanın ruhu daima insanların üzerindedir.”47 Macquarrie Bultmann’ın burada
bahsedilen ‘ruh’tan, dayanılmaz etkisine her birimizin katkıda bulunduğu ve aynı zamanda
onun etkisinin altında kaldığımız bir ruh düşüncesini anladığını söyler. Kısaca
Macquarrie’ye göre bir Hıristiyanın dünyayla olan ilişkisi şöyledir: O, dünyanın üstesinden
gelmiş ve onun zulmünden kurtarılmış olsa da, dünya varolduğu sürece, sürekli onun
tehdidine mâruz kalarak yaşar.48
Burada Macquarrie, Bultmann’ın Yeni İncil’de geçen bu kavramla ilgili yorumlarının
46 J. Macquarrie, AET, p. 96. 47 1. Kor., 2:12. 48 J. Macquarrie, AET, p. 98.
34
Heidegger’in varoluşsal analiziyle çok açık bağlantılara sahip olduğunu belirtmekte
gecikmez. Bultmann’a göre İncil’deki dünya kavramı, sadece bir yer, bir madde ya da bir
çevre değil, insanın bireysel sorumluluğundan kaçışında gerçek benliğini kaybettiği bir
varoluş tarzıdır. Macquarrie burada, Yeni İncil’deki ‘dünya’ kavramının, varoluş
felsefesindeki ‘halk’ kavramından çok daha önemli ve korkutucu olduğunu düşünür.
Gerçekten insan bu anlamda dünyada olmakla, diğerlerinin tehdidi altındadır, hem de
günahkâr olan diğerlerinin. Böylece günah kavramı da yeryüzüne insanla girişini yapmış
olur.49
Konunun başından buraya kadar söylediklerimizi toparlayacak olursak; Macquarrie,
varoluşun tek başına yaşandığı, ancak onun her zaman ‘tek başınalık’ olmadığı konusunda
Heidegger ile hemfikir görünmektedir. Biz varlığımızı anlamlandırma ve varoluşumuzu
gerçekleştirmede, her zaman diğerlerine mecburuz. Ancak bu ‘diğerleriyle birlikte
varoluş’u otantik bir hale getirmeli ve varoluşumuzu kendimiz şekillendirerek ona bir
anlam vermeliyiz. İşte burada Macquarrie, Heidegger’in ‘otantik tarzda diğerleriyle
varoluş’ konusunu eksik ve tamamlanmamış bıraktığını, bunun da inananlar olarak
Hıristiyanlar için yeterli bir çözüm olamayacağını düşünür. Böylece o, kendince boş
gördüğü yerleri doldurmak için tekrar kolları sıvar ve ‘otantik bir tarzda diğerleriyle
varoluş’un Hıristiyanlar için, kilisede mümkün olduğunu belirtir.
Şimdi biz, ‘kilise’ konusunu incelemeyi daha sonraya erteliyor ve varoluş felsefesinde
önemli bir yer işgal ettiğini düşündüğümüz daha kapsamlı bir kavrama geçiyoruz: Düşüş.
2.3. Düşüş
‘Düşüş’ ya da ‘düşme’ varoluş felsefesine biraz olsun âşina olan herkesin kulağına tanıdık
gelebilecek bir kavramdır. Peki, ‘düşme’ ile gerçekte ne kastedilir ve o, varlığımız için ne
anlam ifade eder.
49 J. Macquarrie, AET, p. 99.
35
İlkin dünyaya gelme anlamında ‘düşme’, her insanın zorunlu olarak geçmek zorunda
olduğu bir yol gibi görünüyor. Hepimiz bir şekilde bu dünyaya ve olasılıklarımızın ortasına
düşeriz. Nereden düştüğümüz ve belki de hâlâ nereye düşmekte olduğumuz sorularının
yanıtları -olgusallık seviyesinde kaldığımız sürece- bize uzak kalsa da, düşmüş ya da
düşüyor olduğumuz gerçeği gün gibi önümüzde durur. Her birimiz kendimizi, tıpkı
yukarıya bağlı iplerinden kopartılmış kuklalar gibi, dünyanın ortasında yapayalnız ve ne
yapacağını bilemez bir halde buluruz. İşte bu herkesin, kabullensin ya da kabullenmesin
yaşamış olduğu düşmüşlüktür.
Bununla beraber varoluş felsefesinde ona mecazî bir anlam da yüklenmektedir ve böylece
o, dünya içinde inotantik bir varoluşa düşüş anlamına da gelir. Aslında, otantik bir varoluşa
yükselen bir insanın, tekrar oradan düşüp düşemeyeceği ve kendini bulduktan sonra tekrar
kendini kaybetmesinin ne kadar mümkün olacağı soruları tartışmaya açıktır; ancak
teologlar tarafından şu nokta rahatlıkla kabul edilebilir ki, insan Tanrı’nın ona sunduğu
gerçek varlığından daha rezil ve aşağı bir konuma düşebilir.
Macquarrie’ye göre de, insanın düşüşü iki farklı anlama ve böylece iki kat öneme sahiptir.
Öncelikle insan, kendini onunla anlamaya çalıştığı bir dünyaya düşer. O, ne olduğunu
anlamadan kendini nesnelerin arasında bulur ve olasılıklarını onlar üzerine tasarlar. İkinci
olarak ise düşme, bireyin kişiliksizleştirilmiş bir çoğunluğa, yani bir kolektifliğe
düşmesidir. Böylece insanın bireyselliği silikleşir ve o, topluluğun içinde erimeye ve
dağılmaya başlar.50
Böylece düşmenin bu iki pozitif şeklinin birlikteliğinin sonucu negatif olur ve bu şekilde iki
kat düşmüşlüğü yaşayan insan kendine yabancılaşır. O, kendisi olabilmek için otantik
gücünü kaybetmiştir ve onun gerçek benliği dünyada dağılıp kaybolmuştur; hem nesnelerin
araçsal dünyasında ve hem de halkın kişiliksizleştirici dünyasında. Böylece o, Heidegger’in
ünlü deyişiyle “Köklerinden kopartılmış olur”51.
50 J. Macquarrie, AET, p. 101. 51 Heidegger, Varlık ve Zaman, s. 319.
36
Düşmüşlüğünün bu denli derinden farkına varan insan yapayalnızdır. Yalnızlıktan da öte
tekliğinin acısıyla kıvranır. Soğuk ve yabancı bir dünyada, binlerce ses ve görüntünün
saldırısına uğramanın şaşkınlığını yaşar. Dünyadan ve onu oluşturan her şeyden kaçar;
ancak kaçış, dünyanın kendisinden olduğu için asla tamamlanmaz ve yine dünyada son
bulur. Böylece insan, tiksinti ve baş dönmesiyle karışık bir duyguyla olduğu yere çöker.
Şimdi onu oradan ne kaldıracak?
Heidegger mecazî anlamda kastettiğimiz düşmüşlüğü açığa çıkaran üç halden bahseder:
“Lâflama (das Gerede) , merak (die Neugier) ve muğlaklık (die Zweideutigkeit).”52 Ona
göre ‘lâflama’ ya da diğer bir ifadeyle ‘söylenti’, nesnelerin gerçekliklerinin ne olduğundan
ziyade onlar hakkında ne söylendiğine odaklanılmasıdır. Yani, böyle bir durumda ifadeye
duyulan ilgi, nesneye duyulan ilgiyi aşar ve nesnenin gerçekliğine ulaşmak yerine
söylemler üzerinde dolaşılır. Böyle bir durumun en kötü yanı ise, her zaman ne
söylediğimizi anladığımızı zannetmemizdir. Böylece ‘lâflama’, nesneleri açığa
çıkaracağına onları gizler ve anlama da kaynağından koparılmış olur.
‘Merak’ ise, söylenti ile bağlantılı ve onun devamı olarak sürekli yeni nesneler ve
söylemlere yönelmeyi içerir. Nesneler gerçekliklerinden ziyade yeniliklerinden dolayı
dikkat çeker ve ilgi odağı haline gelirler.
Son olarak bu ikisinin bir araya gelmesiyle oluşan, gerçeklikten uzak ve bulanık olan ortam
‘muğlaklık’ ya da ‘müphemlik’ dediğimiz şeyi açığa çıkarır. Bu, en kötü olanıdır; çünkü
tüm anlam ve gerçeklik sisler arasında kaybolmuş gibidir ve böyle bir durumda her şey,
tam olarak anlaşılmış ve kavranılmış zannedilmektedir. İşte bu üç varoluşsal aşama
‘düşmüşlük’ü açığa vurur ve böylece düşmüşlük bir olgu olarak varoluş düzlemindeki
yerini alır.52
Macquarrie, Heidegger’in düşmeyle ilgili fenomenolojik analizlerinde önemli gördüğü bazı
52 Heidegger, Varlık ve Zaman, s. 178
37
unsurlara dikkat çeker. İlkin Heidegger, ‘düşme’ denilen sonuca götüren bir durum olarak
“ayartılma” (verführen) fenomenine başvurur. İnsan daima dünyadadır ve omun tarafından
ayartılmaya açıktır. Fakat Heidegger burada daha da ileri gider ve insanın dünyaya teslim
olmayı bizzat kendisinin seçtiğini söyler. Bu seçimi yapan kişi, kendinden kaçarak dünyaya
düşmeye müthiş bir istek duyar ve hatta sadece istek duymakla kalmayıp, halinden
fazlasıyla memnun da olur. Böyle bir insan, kaygı ya da tedirginlik gibi haller bu
memnuniyeti bozmak için zorla araya girmedikçe, varoluşunun en önemli soruları
tarafından rahatsız edilmez olur. Fakat buradaki memnuniyet aldanmadır ve en nihayetinde
insan kendine ve olasılıklarına alabildiğine yabancılaşır. Böylece düşmüş insan gerçek
benliğinden ve olasılıklarından ayrılır, tıpkı yukarıdaki bir taşın gittikçe artan bir hızla yere
düşmesi gibi.53
Heidegger’in buradaki düşme ile ilgili yaklaşımlarında dikkat çekici bir nokta vardır ki, o
da düşmenin insan için bir olasılık olmasıdır. Yani düşme, yuvarlaklığın topun bir özelliği
olduğu gibi, insanın genel ya da aslî bir özelliği değildir. Bu ne ifade eder? İlkin bizim
buradan çıkarmamız gereken ve bizim için varoluşsal öneme sahip olan şey, ‘düşme’ nin
bize her zaman açık olan katıksız bir varoluş olasılığı olduğudur. Yani düşmüşlük, genel
mânâda varoluşun anahtarı olan ‘bizler’ için her an mümkündür ve o bizim ‘orada olan’ bir
olasılığımız olarak daima yanı başımızda durur. Olasılığın gerçekleşip gerçekleşmeyeceği
diğer bir soru olarak kalsa da, aslında her bireyin öyle ya da böyle düşmüşlükle, onu alt
etmesi gereken bir şey olarak en az bir kez karşılaştığını düşünebiliriz.
Macquarrie, düşme konusunda Heidegger’in analizlerini değerlendirerek, onun
yorumlarının Hıristiyanlık için ve dolayısıyla otantik varoluş için ne kadar önemli olduğu
üzerinde durur. Kötülük ya da bela, insanın kendi otantik varlığından uzakta durmasını
içeren hatalı bir yönelim ya da kısaca onun kendisinden uzakta durması demektir. Fakat bu,
Macquarrie için aynı zamanda şu anlama da gelir: Bu uzaklaşma, insana yaratıcı olarak ona
varlığını veren Tanrı’ya karşı da bir isyan, dolayısıyla bir günahtır. Bu bakımdan otantik
varlığı elde etmek ya da kaybetmek, insanın Tanrı’yı yaratıcısı olarak tanıma ya da inkar
53 J. Macquarrie, AET, p. 102.
38
etmesiyle eş değerdedir. Yani kısaca, otantik varlıktan uzaklaşma Tanrı’dan uzaklaşmadır
ki, bu da günahın özüdür.54
Macquarrie, Heidegger’in ‘düşme’ kavramının dinsel bir versiyonunu Yeni İncil’de
bulmakta gecikmez ve burada kendisiyle benzer bulguları elde eden Bultmann’dan da
bahsetmeden geçmez. Yeni İncil'de kullanılan ve Bultmann’ın da düşüş kavramı ile
bağlantılı olarak gördüğü kavram, -ki bu kavram flesh’tir- kelime anlamıyla “et” veya
“beden” anlamlarına gelir. Macquarrie, bu kelimenin Yeni İncil’deki kullanım çeşitliliğine
dikkat çeker. Bu kavram, Saint Paul’un “Etin zayıflığı” ya da “Etteki diken”55 hakkında
konuştuğu bölümlerde basitçe insanın ‘fiziksel’ bedeni anlamına gelir. Daha geniş bir
anlamda ise o, özellikle Eski İncil’de kullanıldığı haliyle, insanın yaratılmışlığını ve –
Tanrı’nın varlığıyla bir karşılaştırmayı îma ederek- insan olmayı ya da insanlığı temsil
eder.56
Bununla beraber Macquarrie’ye göre Saint Paul, insanların “bedenlerinin peşinden
gittiklerini” ya da “bedenlerini bir amaç olarak gördüklerini” belirttiği zaman; bu, fiziksel
bedenden çok daha fazlasını îma eder gözükmektedir. Burada kelimenin daha mecazî ve
soyut bir anlamıyla karşılaşırız ki o da insanın yalnızca fiziksel bir bedene sahip olması
değil, aynı zamanda bedeninin istek ve arzularını hayatının nihaî gayesi haline getirmesi
anlamına gelir. Böylece ‘et’ ya da ‘beden’ sıradan bir madde olarak değil de bir varoluş
tarzı olarak anlaşılmalıdır.57
Ancak burada felsefe tarihinde âşina olduğumuz ve bilhassa kötülük probleminde
irdelediğimiz bazı sorular zihnimize gelmiyor değil. Kötülük kavramı bedenle dünyaya
giriyor ve insan onu kendi elleriyle ortaya çıkarıyor olsa bile, bedenin de her şey gibi
Tanrı’dan geldiğine inanan bir çok insan için, kötülüğün kaynağı problemi yine askıda
kalmaktadır. Ahlâkî kötülüklerin, ellerimizle yaptıklarımızın bedeli olduğunu kabullenmek
54 J. Macquarrie, AET, p. 104. 55 Gal., 4:13 / 2.Kor., 12:7 56 J. Macquarrie, AET, p. 105. 57 J. Macquarrie, AET, p. 106.
39
mâkulse de, irademiz dışında meydana gelen kötülüklerin kaynağı konusunda tatmin edici
bir yanıta oldukça uzakta gibiyiz. Macquarrie’nin bu sorular hakkında ne söyleyeceğini
merak etmekle birlikte, onun Tanrı’ya inanan bir insan olarak ne diyebileceğini tahmin
etmemiz çok da zor görünmüyor. Kötülüğün gerçekte bir varlığının olmadığı ya da onun
iyiliğin bilinmesi için yeryüzünde varolması gerektiği yönündeki savunmalara hepimiz
aşinâyız. Ancak yine de bu sorun, tüm ciddiyeti ve ağırlığıyla zihnimizi uzun süre daha
meşgul etmeye devam edecek gibi görünüyor.
Sonuç olarak, Yeni İncil’de ‘düşme’ konusunda çok açık ve net ifadeler olmadığını fakat
onunla ilgili dolaylı bir anlatım bulabileceğimizi iddia eden Macquarrie’ye göre ‘düşme’,
insanın gerçek benliğinden, dolayısıyla Yaratıcı’nın ona verdiği varoluş tarzından
düşmesidir. Düşmüş insan, Tanrı’yı salt inkâr etmekle kalmaz, ona isyan da etmiş olur.
Gerçek ve doğru benlikten uzaklaşma, Tanrı’dan uzaklaşmadır; bu ise Tanrı’ya
düşmanlıkla aynı şey demek olur ki, günah dediğimiz şey tam da budur.
40
3.VAROLUŞUN ÖNEMİ
3.1. İlgi
Gerek Descartes ve Kant gibi rasyonalist, gerekse David Hume gibi empirist filozofların
felsefelerini incelerken şöyle bir duyguya kapılırız. Dünya, bizim karşımızda duran ve
kendisine müdâhil olmadığımız olayların yer aldığı bir sahnedir. Bu sahne karşısında biz,
pasif bir gözlemci gibiyizdir ve orada olan olaylar bizi hiç de ilgilendirmeyebilir. Oysa
Heidegger, hatırlanacağı üzere, içine bizzat kendimizin de karıştığı ve orada olan her bir
şeyden sorumlu olduğumuz bir dünya anlayışı sunmakla, bu ontolojik ve epistemolojik
geleneği kökten değiştirmek istemiştir. İlgilerimizin toplamı olan böyle bir dünyada en
küçük ve sıradan addedilen eylemlerimiz bile, bu dev ilgiler ağının diğer ucundaki herhangi
bir teli titreştirebilir ve böylece biz sadece kendimizden değil aslında bize en uzakmış gibi
görünen şeylerden bile sorumlu oluruz. İşte bu noktada, varoluşçunun herhangi bir karar
anında varlığın tüm yükünü omuzlarında hissetmesi ve o yükün altında ezilmesi
garipsenmeyecektir.
Geleneksel anlayıştaki gibi bir dünyada değil de aslında bir ilgi ve ilişkiler ağının ortasında
olan insan, kendini ve de dünyayı değiştirmeye yetecek gücü bu ilgilerden alır. Onun
varoluşunun tüm anlam ve önemi, dünyayla olan ilgi ve ilişkilerinde yatar. Dünya
dediğimiz şey ise, kendisinden ayrı olamayacağım ve daima içinde bulunduğum, nesnelerle
ve benim gibi olan diğerleriyle ilişkilerimin toplamından ibarettir. Bu anlamda, varoluşun
açığa çıkmasıyla geleneksel anlamdaki tüm bu nesneler ve bütünüyle dünya silikleşir ve o,
daha ziyade olasılıklarımın ve olmaklığımın açığa çıktığı bir yer olur. Kısaca, her birimizin
dünya içinde varoluşu, ‘ilgi’ dediğimiz şeyin silinmez damgasını taşır. Böylece dünya, bu
‘ilgi’yle eş zamanlı olarak bana açılır ve ‘ilgi’nin öncesine giderek ilgiden bağımsız bir
dünya kavramı oluşturmam mümkün olmaz.
‘İlgi’ kavramı, varoluş felsefesinde, varlığın tam olarak anlamını ya da biraz daha mütevazı
olursak, büyük oranda anlamını gösteren en önemli kavramlardandır. Nitekim bu kavram,
41
kendisinden önce gelen ve sonra gelecek olan birçok kavramla doğrudan bağlantılı ve tüm
bu kavramları bünyesinde toplayıcı niteliktedir.
Bu kavram, Macquarrie’nin de belirttiği gibi Heidegger felsefesinde varoluşun üç temel
yapısını birleştirir. Bunlardan ilki ihtimaliyet ya da olasılık dediğimiz şeydir ki, insanın her
zaman ‘olduğundan daha fazla bir şey’ ve ‘varoluşunda tamamlanmamış’ olduğu anlamına
gelir. O, potansiyellerinin önünde, potansiyelleri de onun önünde durur. Diğer bir deyişle
varoluşunun orijinal bir yapısı olarak, hem ‘önce’ye hem de ‘sonra’ ya bakar. İkinci temel
yapı olgusallıktır ki, biz onunla daha önceki sayfalarda tanışmıştık. İnsan her zaman ‘orada
olan’ olarak varolur ve her zaman bir ‘durum’a yitilir ki, onun ihtimali de daima bu
durumla yani olgusallığı ile ilgilidir. Üçüncü temel yapı ise ‘düşme’dir. Bir önceki kısımda
değindiğimiz üzere düşme, insanın olasılık ve olgusallığının bir arada verildiği bir
‘dünya’ya ve ayrıca dünya içinde bir ‘diğerleriyle birlikteliğe’ düşmesi anlamına gelir. O
sadece düşmekle kalmaz, kendisi bunu seçer ve böylece düşme inotantik varoluşun yapı
taşlarından biri olur. İnsan varlığının işte bu üç yapısı bir araya gelir ve ‘ilgi’ dediğimiz şeyi
oluşturur.58
Macquarrie, Heidegger’in ‘ilgi’ konusuyla ilgili olarak bir efsâneye başvurmasını kazâra
yapılan bir şey ya da tesadüf olarak görmediğini belirtir. Zannederiz Macquarrie açıkça
ifade etmese de, Heidegger’in bu efsâneyi anlatmakla kendi felsefesinin temel bir
kavramına kaynak aradığını düşünmektedir. Eski çağlardan kalma bu yaratılış efsânesi
şöyledir:
İlgi (care, Latince cura), zamanın birinde bir ırmağı geçtiğinde bir parça kil görür. Kilin
bir kısmını alır ve onu şekillendirmeye başlar. O, böylece ona bir şekil verirken, Jüpiter
gelir ve Care, ondan şekillendirdiği bu kil parçasına bir ruh vermesini ister. Jüpiter bunu
memnuniyetle kabul eder ve ona ruh verir. Care, yaratığa kendi adını vermek isteyince
Jüpiter bunu reddeder ve ona isim vermenin kendi hakkı olduğunu söyler. Care ve Jüpiter
isim için tartışırken, Dünya ayağa kalkar ve şekil verilen şeyin kendisinden bir parça
58 J. Macquarrie, AET, p. 112-113.
42
olduğu gerekçesiyle, asıl kendi adının ona verilmesi gerektiğini söyler. Tartışmacılar
Satürn'den hakem olmasını isterler ve Satürn şu karara varır: Sen Jüpiter, ruhu verdiğin
için ölümünde onu geri alabilirsin ve sen Dünya, ona bedensel varlığını verdiğin için
ölümünde onu geri alabilirsin. Ama Care öncelikle bu yaratığın doğasını oluşturduğu ve
ona formunu verdiği için, üzerinde tartışılan şey yaşadığı sürece ona sahip olabilir. İsimle
ilgili tartışmaya gelince, topraktan yapıldığı için ona 'homo' (humus: kil,toprak kökeninden
gelen insan) denilmelidir.59
Efsâne üzerine biraz kafa yorduğumuzda, onun Heidegger için olan önemi hemen kendini
belli eder. Burada Care'in dasein’a biçim vermesi, onun varoluşunun her aşamasında Care
tarafından sıkıca kavrandığı ve kuşatıldığı anlamına gelir. Böylece insan varoluşu, temelde
nesnelerin ve diğerlerinin dünyasıyla ‘ilgi’ dediğimiz şeyle ayrılmaz şekilde bağlanır.
Aslında bu efsâne bile başlı başına ‘ilgi’ dediğimiz şeyin önemini anlatmaya yeter ve o bu
önemiyle Heidegger’in tüm anlatmak istediğinin bir özeti halini alır.
Macquarrie’ye göre ise bu efsânenin önemi, ‘ilgi’nin insanın varoluşunun temeli olduğunu
göstermesinden çok, ruh ve bedenden oluşan insan yapısıyla ‘ilgi’yi birleştirmesinde yatar.
Ancak, efsânenin bu önemini zikretmekle beraber Macquarrie, Heidegger’in bu efsâneyi
anlatmada farklı bir çabasının olduğunu düşünmektedir. Ona göre Heidegger, kendi
felsefesinde bir türlü birleştiremediği olgusallık ve olasılık zıtlığını, bu efsânedeki çok
Tanrıcılık anlayışı ile hafifletmeye çalışmıştır.60
Peki ama bu yorum bizi Macquarrie’den ziyade Heidegger’in haklı olabileceği sonucuna
götürmez mi? İnsan varlığında mevcut olan tüm zıtlıkların, -ki buna olgusallık ve olasılık
zıtlığı da dahil- tek bir Tanrı’dan mı yoksa birçok Tanrı’dan mı kaynaklandığı konusunda
acaba biz, hangisini kabullenirsek daha mâkul bir sonuca ulaşmayı umabiliriz?
Macquarrie, ‘ilgi’nin Heidegger’de inotantik yaşamın bir özelliği olduğu gibi Paul’ün
öğretisinde de düşmüş hayatın bir özelliği olduğunun vurgulandığını söyler. Ancak burada
59 Heidegger, Varlık ve Zaman, s. 287. 60 J. Macquarrie, AET, p. 115.
43
‘ilgi’, Heidegger’in otantik anlamdaki ‘ilgi’si değil, insanın dünyaya düşüşünü ve insanın
Tanrı’dan ziyade dünya üzerine yaşamını kurmasını içeren bir ‘ilgi’dir. Yani burada ilgi,
Tanrı’ya değil dünyayadır. Burada yine Macquarrie’ye ‘ilgi’ kavramıyla ilgili bu anlam
farklılığının, varoluşçuluk ve Hıristiyanlık arasında sıkı bir bağ olduğu iddiasına delil olup
olamayacağını sormadan edemiyor ve bu soruyu zihnimizin bir kenarında cevap bekler
vaziyette bırakıp, gerek varoluş felsefesinde gerekse dînî öğretilerde üzerinde hayli durulan
bir olgu olan ‘ölüm’ kavramına geçiyoruz.
3.2.Ölüm
Şimdi biz, takip ettiğimiz bu akış içerisinde ve gelmiş olduğumuz şu noktada, ölüm
olgusuna hak ettiği varoluşsal anlamı verebilecek miyiz? Ölümün, fiziksel ölümden farklı
olarak varoluşsal bir olgu olduğunu anlatabilecek miyiz? Bu yine de denemeye değer ancak
burada varoluşla ilgili her kavram gibi ölümün de, sözden ziyade yaşanan bir olasılık
olduğu gerçeğinin altını çizmemiz gerekmektedir.
Fiziksel ölüm, Macquarrie’nin de belirttiği gibi bilim adamları için bile bir gizemdir.
Organizmaların neden yaşlandığı ve sonunda öldüğü, biyoloji bilimine çok da açık değildir
ancak biz burada doğal bir olay olan ölümle değil, varoluşsal bir olgu olan ölümle
ilgileneceğiz. Peki ölümün varoluşsal anlamı ve değeri nedir?
İlkin, ölümle ilgili basit bir tanım yapmak gerekirse; o, varlığın kaybı anlamına
gelmektedir. Ölüm, insanın artık dünyada olmaması demektir. Bu noktada, insanın
ölümden sonra bir hayatının olup olmayacağı ya da insanın öldükten sonra bir şekilde
dünyanın içinde bir yerlerde yaşamaya devam edip etmeyeceği gibi sorular, ölümü
yaşayacak olacağımız gerçeği yanında ikinci dereceden önemli konular olarak kalır.
Gerçekten önemli olan şey; ölümün, yaşamımız içindeki ölümün, varoluşumuz için ne
anlam ifade ettiğidir.
Ancak biz, ölümün tam olarak varoluşsal bir anlamına varmayı nasıl umabiliriz? Burada
Macquarrie doğal bir olgu olan ölümün, bilimin yöntemleriyle araştırılabileceğini, ancak
44
varoluşsal bir fenomen olarak ölümün ise fenomenolojik yöntemlerle incelenmesi
gerektiğini belirtir. Bu şu demektir: Doğal bir olgu olmanın ötesinde, tecrübe edilen bir
fenomen olarak ölüm analiz edilmelidir. Ancak burada açık bir şekilde varlığın diğer hiçbir
olgusunda ortaya çıkmayan bir zorlukla karşılaşırız ki, o da insan varlığının kaybı olarak
tanımladığımız ölümü tecrübe eden insanın, onu anlama ve analiz etme ihtimalinin ölümle
elinden alınmış olmasıdır.61 Yani insan, varoldukça varolması hiçbir zaman bitmediğinden,
onun varoluşu da tamamlanmış olmayacaktır ve diğer yandan o, ölümü tecrübe ettiğinde ise
incelemeyi yapacak olan kendisi ortadan kalkmış olacaktır. Dolayısıyla, ölümü ‘tam
anlamıyla’ -varoluşsal boyutunu da içerecek şekilde- anlamak ve kavramak mümkün gibi
görünmüyor.
Peki biz dünyada yaşanan ve birebir karşılaştığımız bir olgu olarak, başkalarının
ölümünden bir bilgi edinebilir miyiz? Görünen o ki, böyle bir deneyim bizi, ölümün
varolduğu ve yaşadığımız dünyanın ölümün varolduğu bir dünya olduğu gerçeğiyle yüz
yüze getirse de, onun varoluşsal anlamına ‘tam olarak’ nüfûz etmemize yeterli olmaz.
Çünkü varoluşsal bilginin her zaman kendimizin tecrübe ettiği bir bilgi olduğunu
düşünecek olursak, başkalarının ölümü ardından biz, ölümün kendisini değil, arkada kalan
ve yaşamaya devam eden kendi varlığımızı tecrübe ederiz. Başkalarının ölümünü ise
tecrübî olarak değil, salt zihinsel olarak kavrarız. Yani ölen herhangi birinin arkasından
yaşanan anlam, devam eden kendi varoluşumuzun anlamıdır, yoksa yaşanan ölümün anlamı
değil. Böylece konu şu noktaya varır: Başkalarının ölümü üzerinden, ölümü tam olarak
tecrübe edemeyiz.
Ancak bu olumsuz gibi görünen ve her taraftan köşeye sıkıştığımızı hissettiğimiz
durumdan, varoluşun temel niteliklerinden biri ortaya çıkar ki, o da Heidegger’in “Her
defasında benim için olan” (mineness / jemeinigkeit) şeklinde ifade ettiği olasılıktır. Yani
kimse başkasının yerine ölemez ve onun ölümünü yaşayamaz. Hayatını başkası için feda
edebilir ancak burada da yaşadığı yine kendi ölümüdür. Böylece ölüm, bir başkasına
61 J. Macquarrie, AET, p. 117.
45
transfer edilemezliği yönüyle, bireyin bireyselliğinin zirveye çıktığı bir olasılık olur. Her
insan en nihayetinde kendi ölümünü yaşar.62
Heidegger, ölümü anlamamızda bize ışık tutacak bir temsil olup olmadığına bakar ve şöyle
bir örnekle konuya açıklık getirir: Ölümü, dünyada varolan insanın sonu olarak düşünürüz.
Bu ise insan varoluşuna sonradan eklenmiş bir şey değildir, yani insan varoluşunun aslına
aittir. Ölüm, ham halindeki bir meyvenin olgunlaşmasına benzer. Meyve olgunlaşır ve bir
müddet sonra dalından düşer. Ancak Macquarrie’ye göre ise bu benzerlik bir noktaya
gelince bozulur. İnsan dalından düşmeyi belirli bir sürenin sonunda yaşamayabilir ve o,
olgunlaşmadan da dalından düşebilir.63
Macquarrie, buradan yine de olumlu bir sonuç çıkarır. Ölüm eşsiz bir tür yolla benim
varoluşumun olası yollarından biri ise o, olabilecek bir ihtimal olarak her anımda bana açık
olacaktır. Onun hayatımın her anı üzerinde asılı durması benim onu, en azından düşünsel
olarak analiz edebileceğim anlamına da gelir. Tabii burada ölümü tecrübe edebilme ilgili
sıkıntı yine de giderilmiş değil; ancak, en azından düşünsel olarak bir analiz yapılabildiği
için, ilk baştaki kadar sert bir bireysellik zemini üzerinde değiliz.
Ölümün bir olasılık olduğu konusuna gelmişken, Heidegger’in onu daha önce bahsettiğimiz
ilginin üç yapısından (olasılık, olgusallık, düşüş) olasılıkla ilişkilendirdiğini belirtelim.
Ölüm insanın ihtimâliyetine aittir ve o her zaman benim olan en üstü kapalı ve
paylaşılabilirlikten son derece izole edilmiş ihtimalimdir. Heidegger’e göre ölüm,
varlığımın şu an mümkün olmamış olan ama en kesin mümkünâtıdır.64
Aslında burada ölümün bir olasılık olması onun olgusallık ve düşme ile çok zayıf
bağlantılarının olduğu anlamına gelmez. O bizim bir olasılığımız olarak olgusallığımızdan
kaynaklanır ve o düşüş ile farklı bir tarzda yaşanır. Öyle ya da böyle ölüm, insanın
olgusallığına aittir ve insan varolan olarak ölüm olasılığına fırlatılır. Onun varlığı, istesin
62 Heidegger, Varlık ve Zaman, s. 339-346. 63 J. Macquarrie, AET, p. 118. 64 Heidegger, Varlık ve Zaman, s. 373.
46
ya da istemesin ölümlü olmayı içerir. Ancak zannederiz Heidegger’in burada ölümün bir
olasılık olduğunu bu kadar vurgulamasındaki temel sebep, onun bir olasılık olarak
yaşamımızın her anı üzerinde yaratacağı derin etkiyi gözler önüne sermek istemesidir.
Ölüm bir olasılıktır, hem de gerçekleşeceğinden son derece emin olduğumuz yegâne
olasılığımız. Biz sadece onun ne zaman gerçekleşeceğini bilemeyiz; fakat yine de “İnsan
ölmek için her zaman yeterince yaşlıdır.”65
Ölümün inotantik varoluş tarzındaki yeri ve onun az önce bahsettiğimiz düşme ile ilgisi
nedir? Burada düşme, ölümden uzaklaşma ile ilgilidir. Gündelik varoluş tarzında insanlar
ölüm düşüncesinden ve onu kendilerine hatırlatacak şeylerden kaçarlar, özellikle de
mezarlık ve hastane morgları gibi yerlerden. Ölüm ile ilgili bütün söylenenler korkutucu ve
soğuk bulunur ve onun hakkındaki konuşma bir an önce bitirilmek istenir: ‘Ölenle
ölünmez’. Ya da onun anlam ve önemi genele yayılarak bilindik cümlelerin arasına
dağıtılır: ‘Ne yapalım, ölüm Allah’ın emridir’ gibi. Tüm bu ve benzeri cümlelerden
anlaşılan odur ki, ölüm her zaman kendisinden bahsetmekten kaçındığımız ve ihtimalini
daima bizim uzağımızda gördüğümüz, genel ve sıradan bir olay olarak algılanır ya da
algılanmak istenir.
Macquarrie’ye göre de düşen insan, dünyaya inotantik bir tarzda sıkı sıkıya bağlı olduğu ve
tüm anlamını dünya üzerine kurduğu için, onun yok olması ya da dünyanın dışına çıkması,
varoluşuna dair her şeyinin yok olması anlamına da gelmektedir. Böylece o, ölüme objektif
bir bakış açısıyla yaklaşarak ölümü genel manada bir ‘şey’ haline getirir ve ölümün otantik
bir varoluş tarzına geçişteki işlevini yok eder. Böylece gündelik varoluşunda insan, ölüm
gerçeğinden uzaklaşır ve onun acı tadından kurtularak, onun kendi varoluşu için olan anlam
ve öneminin üstünü örter.66 Oysa ölüm, tamamen ona ait ve onun içindir; hatta otantik bir
varoluşa geçişte son derece önemli bir fırsattır da.
Macquarrie, bu şekilde gündelik varoluşla ilgili olan ölüm anlayışına, Hıristiyanlığın
öğretilerinde de rastladığımızı söyler. Ona göre İncil’de biz doğal ölüm olayıyla değil,
65 Heidegger, Varlık ve Zaman, s. 352. 66 J. Macquarrie, AET, p. 119.
47
tamamen varoluşsal bir ölüm olgusuyla karşı karşıyayız. Ölüm, dînî metinlerde sadece
gözlemlenebilir bir olgu değil, insan varlığı için bir problem olarak ele alınır. Özellikle
Mazmurlar’da, ölümün ve yaşamın gerçekleriyle, açık bir yüzleşmenin olduğunu söyler.
İncil’de, kolaylıkla yaşamaya niyet edip de, çoğalan eşyalarını saklamak için kullanışlı bir
ahır yapmayı amaçlayan zengin bir adamın hikayesi anlatılır.67 Planlarının hiçbirini
gerçekleştiremeden ölüm onu alır. Bu adam, dünya ile ilgili olasılıklarının pek çoğunu
anlamış; fakat, kendisine en yakın ve en büyük olasılığını -yani ölümü- önemsememiştir.
Pek tabii ki ölüm, önemine rağmen önemsenmeyebilir; özellikle de insan onu
önemsememek istiyorsa.
Macquarrie’ye göre dikkat çekici olan şey, İncil’de ölümün günahla bir anılması ve ikisi
arasında bir ilişki kurulmasıdır. Eski İncil’de ölüm günaha bir ceza ya da bir bedel olarak
ele alınır ve Saint Paul’de onu böyle düşünür. Günahkârlar Tanrı’nın adaletinde ölümü hak
ederler ve ölüm günahkârların ücretidir.68 Macquarrie’ye göre günah ve ölüm arasındaki bu
yakın ilişki, Yeni İncil düşüncesi için göz ardı edilemez önemdedir. Günahkâr mânen
ölüdür ve hem günah hem de ölüm varoluşun kaybı demek olduğundan böylece aynı yerde
birleşirler ve günahın bünyesinde ölüm, zaten sonuç olarak mevcut olur. Günahkâr
yaşamında insan, kayıp bir varlık olarak yaşamayı sürdürdüğü için zaten bir ölü
durumundadır.69
Kutsal metinlere dayalı bu yorumların tümünü bir kenara bırakarak, ölümün otantik bir
varoluşta ne ifade ettiğini durup düşünecek olursak, alt edilmesi olanaksız ve en kesin
olasılığımız olarak ölümün, aynı zamanda bize en fazla ait olan ve bizim için en özel olan
olasılığımız olduğunu fark ederiz. Benim varlığım aslında bir “ölüme doğru oluş” 70 tur ve
bu anlamda ölüm, benim varlığımın en keskin ve en uç tarafıdır. Diğerleriyle benim
aramdaki sınır çizgilerini daha bir belirginleştirerek ve beni onlardan soyutlayarak ölüm,
düşünsel düzlemde yüz yüze geldiğimde kendisiyle başa çıkmam gereken bir olasılığımdır.
67 Luka, 12:19. 68 Rom., 1:32 / 6:23. 69 J. Macquarrie, AET, p. 122. 70 Heidegger, Varlık ve Zaman, s. 362.
48
Varoluşsal olarak ölümü anlamak ya da otantik bir ölüm anlayışı, oturup ölüm üzerinde
düşünmemiz ya da onunla yüz yüze geldiğimizde ona dayanabilecek gücü kazanmaya
çalışmamız anlamına gelmez. Otantik bir ölüm anlayışı, kendi ölümlü oluşumuzun farkına
vararak, bütün tasarımlarımızı bu olasılığın üzerine kurmamız anlamına gelir. Ölümün bir
son değil de hayatın bütününe yayılmış bir süreç olduğunu kavradığımız böyle bir
anlayışta, ölümün yaşamımız üzerinde ne kadar dönüştürücü ve değiştirici bir etkisi
olduğunun farkına varırız.
Ölümü varoluşsal olarak anlamak ve bütün olasılıklarımızı bu en kesin olasılığa göre
ayarlamak, bizde şu yönde bir şüpheyi de uyandırabilir: Ölüm varsa her şey anlamsızdır.
Böyle bir anlama, ölümün eli bize ulaşana kadar yaşıyor olduğumuz gerçeğini saf dışı
bırakır; ancak, hayatın anlam ve öneminin yitirildiği bu tarz bir anlamadan daha farklı bir
ölüm anlayışını benimsemeliyiz. Bunun için hayat-ölüm diyalektiğinden yararlanabiliriz.
Buna göre, ölümün önemini anlamak; hayatın tek bir ânının değil, her ânının önemli
olduğunu anlamaktır ve insan bir kez bunu kavrarsa, yaptığı her seçiminde paha biçilmez
değerde olduğunun farkına varacaktır.
Yine şu nokta belirtilmelidir ki, kişinin kendi ölümlü oluşunu hissetmesi ve onunla otantik
olarak yüz yüze gelmesi, çok büyük bir çaba ve yoğunlaşma ister. Bu yoğunlaşma, anlık
değil hayatımızın her alanına dağılmış; bazen az, bazen şiddetini fazlasıyla hissettiğimiz bir
yoğunlaşma olacaktır. Bu yoğunlaşmayı yaşamak ise, her an ölümün gerçekleşebileceği
duygusunu içimizde canlı tutacağından, varoluşumuzun damarlarına pompalanan kan gibi
olacaktır; daima sıcak kalan ve varlığımızın katılaşıp donmasına izin vermeyen bir kan.
Kısaca otantik bir varoluş, ancak kendi ölümümüzü her düzlemde benimsemekle
gerçekleşebilir.
İnsanın kendi ölümünü şekillendirmesi gerektiğini söyleyen ve insan hayatının gerçek
anlamına ancak ölümle ulaşabileceğini söyleyen Rilke’ye göre de insan, verilen hazır bir
hayata doğar. O sadece ‘verilmiş bir hayata gelmek’le kalmaz, verilen bir ölümü de yaşar.
Tıpkı yaşamı gibidir onun ölümü de. Böylece herkesin neyi nasıl yaşadığının farkına
49
vararak hayatını ve ölümünü kendine ait kılmasını isteyen Rilke, çığlıklarına hakim olamaz
ve haykırır: “Tanrım, herkese kendi ölümünü nasip et!”71
3.3.Anlam Arayışı
Ontolojik olarak belli bir gerçekliğe ve varoluşsal olarak da belli bir öneme sahip olan
inotantik varoluş tarzı, daha öncede belirttiğimiz gibi gündelik hayatta kaybolup gitmiş ve
varlığından ve olasılıklarından tamamen habersiz ve uzakta kalmış olan insanın yaşamıydı.
Böyle bir yaşam tarzında insan, kendisini kaybettiğinin farkında bile olmadan, kendisiyle
ilgili her tür bilgiye vâkıf olduğunu zannediyor ve böylece kendi kendini aldattığı bir hayat
sürüyordu.
Macquarrie, hem Hıristiyanlığın hem de varoluşçuluğun böyle bir yaşam tarzını anlamsız
ve değersiz bulduğunu belirterek, her ikisinde de dünyevî ve geçici şeyler üzerine kurulu
bir hayatın hiçlikle sonuçlandığının vurgulandığını söyler. Hıristiyanlık ve varoluşçuluk,
tanımlanmış olan bu gibi bir varoluşla, insanın kendini kaybettiğini ve doğru varlığını her
nasılsa elinden kaçırmış olduğunu onaylar. Ancak, bu ‘düşmüş’ fakat yerinden kalkmak
isteyen varoluşa bir alternatif olmalıdır. İşte burada Macquarrie, bu gidilecek yönün ne
olduğunu sorduğumuzda Heidegger ve Yeni İncil’in oldukça farklı cevaplar verdiğini
belirtir.72
Heidegger’in bizi otantik varoluşa nasıl yönlendirdiğini hatırlayacak olursak, ona göre
ölüm bize bu konuda bir ipucu vermekteydi. Ölümden kaçmak yerine, kendi ölümüyle
yüzleşen insan, onu en kesin ve en gerçek olasılığı olarak kabul etmeli ve tâbir-i caizse
ölümün gölgesinde yaşamını devam ettirmeliydi. Başka bir deyişle o, ölümlülüğünün
bilincini taşıyarak, varlığının hiçliğini görmeli ve bu hiçlikle yaşamayı göze almalıydı.
Macquarrie, bu göze almanın ve bütün ihtimallerimizi ölüme göre tasarlamamızın ne kadar
71 Otto Friedrich Bollnow, Varoluş felsefesi, s. 89. 72 J. Macquarrie, AET, p. 126.
50
önemli olduğunun farkındadır; ancak, o şunu da kendi kendine sormadan edemez:
“Dünyanın cazibelerinden ve düşmüşlükten uzak kendim olarak yaşamak ne anlam ifade
eder?”73 Yani onun demek istediği şudur: Ben toplumun ve dünyanın bana getirdikleri
belirleme ve sınırlamaları aşarak, dünyasal ve geçici olanlardan sıyrılıp kendimi
bulduğumda ve dolayısıyla özgür olduğumda, sonrası ne olacak? İnotantik değil de otantik
bir varoluş tarzını seçmekle ben, ne elde etmiş olacağım? Daha doğrusu, eğer her iki
varoluş tarzının sonunda da hiçlik varsa, varlığın inotantik değil de diğer yolunu seçmenin
ne anlamı var?
Burada, Macquarrie’nin endişelerine kısmen hak veriyor olsak da, varoluşun ya da belli bir
tarzda varolmanın ‘yalnızca kendimiz için’ olması gerektiğini söyleyerek durumu
kurtaramaz mıyız? Diğer bir dünya ya da Tanrısal bir ödül için kendimi bulmaya çalışmak,
gerçekten kendim olmanın anlamına ters düşmez mi? Biz olumlu ya da olumsuz tüm
önümüze çıkan aldatıcı ve caydırıcı şeylere rağmen kendimizi sırf kendimiz için aramak
zorunda değil miyiz? Yine, kendimiz için kendimiz olmak Macquarrie’nin dediği kadar
küçümsenecek bir şey midir? Üstelik bir de ona çok az insanın sahip olduğunu düşünürsek.
Macquarrie, tabii ki buradan belli bir yere gitmeyi düşünür ve kendi olmanın Heidegger’de
en nihayetinde hiçbir şey olmakla eşit olduğunu söyleyerek, bunun bizi farklı bir yere
getirmesi gerektiğini belirtir. Macquarrie’ye göre insanın sahte varlığıyla ilgili olarak
Hıristiyanlığın sunduğu alternatif tabii ki Heidegger’inkinden tamamıyla farklıdır. Basit bir
örnekle ifade edecek olursak, mesela ‘korku’ ya da ‘kaygı’ kavramı Heidegger’e göre
insana evinde olmadığı duygusunu ve içine atıldığı bir dünya fikrini açıyorsa da, Hıristiyan
yorumunda bu kavram bundan daha fazlasını yapar. O, aynı zamanda insanı kendi
varlığının araştırmasında Tanrı’ya yönlendirir ve onun kendini araması bir anlamda
Tanrı’yı aramasına dönüşür. Böylece Macquarrie’ye göre ateist varoluşçuluk zorunlu olarak
umutsuzluğa bağlanırken, Hıristiyan alternatifi umutla karakterize edilir.74
Görüldüğü gibi Macquarrie, Hıristiyan varoluşçulukta düşmüş insanın doğru varlığını
kazanma olasılığının, ateist veya salt hümanitaryen varoluşçuluktakinden daha kolay
73 J. Macquarrie, AET, p. 127. 74 J. Macquarrie, AET, p. 128
51
olduğunu düşünür. Macquarrie’ye göre Heidegger, düşmüş insanın zaten düşmüş olması
nedeniyle tekrar kendini bulma olasılığını kaybettiğini görememektedir. Gerçi Heidegger,
‘vicdanın sesi’ adını verdiği bir çağrıyla tekrar kalkma olasılığının gerçekleşeceğini söyler;
ama bu ‘vicdanın sesi’nin ne olduğu ve mahiyeti bize tamamen açık değildir. Böylece
Macquarrie, temel argümanlarından birini öne sürmekte gecikmez: Düşmüş insan, ancak
Tanrı’nın lütfuyla yerinden kalkabilir ve Tanrı’nın eli onun yüreğine dokunmadıkça biz
onun doğru bir varoluş tarzını kazanabileceğini düşünemeyiz.75
Pek tabii ki, bir teolog olarak Macquarrie’nin bu yönde bir iddiada bulunması ve
Heidegger’in varoluşsal analizlerini dînî bir yorumlamayla bizlere sunması şaşılacak bir şey
değil; ancak, ilginç olan onun, Heidegger’in kapalı bulduğu kavramlarını kendisinin de pek
açık olmayan kavramlarla açıklamaya çalışmasıdır. ‘Vicdanın sesi’ ya da ‘vicdan’ insan
için ne kadar tanımlanması zor ve anlaşılması hiç de kolay olmayan bir kavram ise, ‘lütuf’
da en az onun kadar kapalı ve anlaşılması zor bir kavramdır. Örneğin, biz lütuf ile neyi
anlamalıyız? Ya da Tanrı’nın eli bize hayatta karşılaştığımız olaylar vasıtasıyla mı ulaşır?
Eğer öyleyse yaşadığımız olayların hangisinin Tanrısal, hangisinin dünyasal olaylar
olduğunu nereden anlayacağız? Bu bizde farklı bir çeşit his ya da üçüncü bir göz olmasını
mı gerektirir? Bu sorular bu şekilde uzatılabilir; ancak, burada Macquarrie’nin,
Hıristiyanların kendi dinlerinin tarihî olaylara dayalı olduğuna ve Tanrı’nın güçlü fiiller ile
onların yaşamını değiştirdiğine inandıklarını belirttiğini söyleyelim.
Sonuç olarak Macquarrie, Hıristiyanlık ve varoluşçuluğun anlam arayışında farklı yollardan
gitseler bile, Hıristiyan ilahiyatının varoluşsal analizlerle kendi varsayımlarını açıklamaya
çalıştığını ve varoluşçuluğun derin ve anlamlı yorumlarından pek çok materyal aldığını
söyler. Bu materyallerle de zenginleştirilerek oluşturulan otantik bir yaşam anlayışı,
Macquarrie’ye göre Hıristiyan yaşamıdır. İşte şimdi biz de, bu, otantik bir varoluş olarak
Hıristiyan yaşamının ne olduğu konusunun ayrıntılı olarak incelenmesine geçiyoruz.
75 J. Macquarrie, AET, p. 130.
52
İKİNCİ BÖLÜM
OTANTİK VAROLUŞ OLARAK İNSAN
1. OTANTİK VAROLUŞ DÜŞÜNCESİ
1.1. Vicdan
Felsefe tarihinde, özellikle de etik alanında, kendisi hakkında net bit tarif yapmayı
umabileceğimiz belki de en son kavramlardan biridir vicdan; ve biz onun bu yönüyle
varoluşçu filozofların çok daha fazla ilgisini çektiğini söyleyebiliriz.
Biz günlük hayatımızda vicdan kavramıyla, yapmamız gereken bir şeyi yaptığımızı
hissettiğimiz ya da kendimizi herhangi bir eylemi yapmakla rahatlattığımız anlarda
karşılaşırız. Vicdanımızın sızladığını ya da rahat olduğunu söyleriz; ama bu
cümlelerimizde asıl kastettiğimiz şey tam olarak nedir? Ya da soruyu daha farklı bir
biçimde soracak olursak, vicdan dediğimiz şey bizde, düşünsel veya duygusal bir yetiye ya
da soya çekim veya deneyle elde edilen bir olguya mı tekabül eder?
Elbette ki bir kavram olarak vicdan bir felsefecinin sisteminde gözle görülür bir yer alır;
ancak ona haddinden fazla değer veren filozofların başında, klasik sezgiciliğin önemli bir
düşünürü sayabileceğimiz ve vicdan etiğiyle ahlak felsefesi tarihinde önemli bir yer işgal
eden Joseph Butler gelir. O, ahlâkta temel ilkenin ‘doğayı izlemek’ veya ‘doğaya uygun
eylemek’ olduğunu söylemekle beraber, insan doğası dediği şeyin, sadece bir içgüdüler
toplamı ya da salt eğilimlerin oluşturduğu bir bohça olmadığını da belirtir. İnsan doğasında
hiyerarşik bir yapı içinde sıralanmış belli başlı ilkelerin var olduğunu iddia eden Butler’e
53
göre, bu yapının en tepesinde bulunan ve diğer ilkelerin yegâne belirleyicisi olan ilke
‘vicdan’dır. 76
Vicdanı oturduğu bu görkemli tahtından indirip, onun insan hayatına bir şekil ve düzen
vermeye çalışan aklın bir tezâhürü olduğunu düşünen rasyonalist filozoflara göre ise
vicdan, salt bir duyu veya duygudan fazla bir şey olarak bizde iyi ile kötünün değer ölçütü
ve en nihayetinde eylem üzerine bir ön-düşünümdür.
Vicdanın var oluşunu ve ahlâkta nasıl bir yer işgal ettiğini merak edecek olursak, insan
varlığının özgürlükle aynı şey olduğunu düşünen varoluş felsefecilerinde, onun ne ifade
ettiği üzerine bir tahmin yapmak zor olmayacaktır. İnsan, seçim konusunda mutlak
özgürdür ve özgürlükle yapılan her seçim ahlâka da uygundur. İnsan bir değer olarak kendi
kendini belirler ve o, bir eylemi gerçekleştirmeden önce, asla belli bir değerler tablosuna ya
da yasa dediğimiz şeye göre hareket etmez. O bizzat kendidir ve böyle bir görüşte,
seçimlerinin ahlâkî olup olmamasının yegâne değeri, ‘kendi olmak’ lığını açıp
geliştirmesiyle ölçülür. Dolayısıyla, böyle bir anlayışta, belirlenmiş değerlere yer olmadığı
gibi, vicdan ya da akıl gibi öncelik tanınan yetilere de yer yoktur. Çünkü varoluş, daha önce
de belirttiğimiz gibi, her zaman düşünceden önce gelir ve düşünce ona sonradan katılır.
Ancak Heidegger’de vicdan daha farklı bir renge bürünür ve varoluşçu filozofların tavır
alıp geri duracakları bir kavramdan, kabul edip benimseyecekleri bir kavrama dönüşür.
Hatırlayacağımız gibi Heidegger, düşmüş insanın hâl ve olasılıklarına dair bir tablo
çizmişti. İnsan gündelik varoluşunun içinde eriyip dağılmış ve parçalarını bir araya getirme
olasılığından da hayli uzaklaşmıştı. Bu uzaklaşma ve belirsizlik onu, ya düşmüşlüğü içinde
yaşamaya devam etmeye ve gündeliklik içinde daha da silikleşmeye götürecek ya da ona
doğru bir yaşamın ne olduğunu sorgulattırıp, düşmüşlüğünün farkındalığı yönünde onu
uyaracaktı. Macquarrie, doğru bir varoluş olasılıklarının araştırılması ve düşmüş insanın bu
durumdan kurtulması gerektiği düşüncesinde Heidegger ile hemfikirdir. Ancak o,
Heidegger’in doğru bir kurtuluşun ya da genel anlamda kurtuluşun nasıl olacağını
76 Ahmet Cevizci, Etiğe Giriş, Paradigma Yay., İst. 2002, s. 125.
54
söylemediğini belirtmektedir. 77
Bu eleştiri baktığımız açıya göre kısmen haklı görülebilecek olsa da biz, Heidegger’in
sadece kurtuluşu öngörme ve dasein’ın olasılıklarını fark etmesi olgusuyla, bu noktada
durup kaldığını düşünmüyoruz. Pek tabii ki Heidegger de dasein'ın kendi olmasının
‘ne’liğini mantıken kanıtlamakla bu olanağın nasıl gerçekleşeceğini somut olarak
kanıtlamanın apayrı şeyler olduğunun farkındadır. Bu farkındalık onu, bir sonraki adımı
atmaya, yani söz konusu ontolojik olanağın ontik köklerini araştırmaya itti. Bu nedenledir
ki o, dasein'ın teorik olarak otantik olabilmesinin pratik alanda da yansımasını bulmaya ve
bunun için somut bir arayışa girişti. İşte bu kanıta Heidegger “vicdan” (gewissen /
conscience) adını vermektedir.
Heidegger'de vicdan, seçimin ve kararlılığın taşıdığı bir tanıklıktır. Yani insan ‘onlar’ın
varlığından seçimle kendini seçip kurtarır ve ‘otantik bir ben olma’ yönünde karar alır. Bu
anlamda vicdan, dasein’ın artık ‘onlar’ı ve ‘onların gevezeliğini’ dinlemeyi bırakması
yönünde insanın kendisine yapılan bir çağrıdır. Heidegger vicdanı tamamen bir ‘çağırma’
olayı ile bağlantılandırır. Ancak, burada çağrı dışarıdaki birinden veya Tanrı’dan
gelmemektedir. Hatta dasein’ın bütünüyle kendisinden de gelmez. Çağrıda bulunan, insanın
‘kendi olmayan kendi’dir. “Bu çağrı içimden gelir ve benim hakkımdadır. Ses içimden
geldiği kadar ötemden de gelmektedir”78
Macquarrie burada ciddi bir problem görüyor. Düşmüş olan dasein için seslenme nasıl
gerçekleşmektedir? O, Heidegger’in otantik vicdan ile ilgili analizlerine sonuna kadar
katılmakla beraber, vicdan kavramının Heidegger’in sisteminde oynaması istenilen rolü
oynayamadığını düşünür. 79Heidegger’e göre, düşen insan, varlığında vicdanının sesini
duyabilirdi. Macquarrie’ye göre ise, otantik varoluş, düşen insan için ontolojik bir olasılık
olarak duruyorsa da, ontik bir olasılık olmaktan vazgeçmiştir. O uzak bir olasılıktır ve
insana açık değildir. Yani o olasılık onun hemen şimdi karar verebileceği somut bir 77 J. Macquarrie, AET, p. 136. 78 Heidegger, Varlık ve Zaman, s. 392. 79 J. Macquarrie, AET, p. 147.
55
egzistansiyel olasılık olmaktan çıkmıştır. Burada yine dasein’ın kendi başına kendini var
etmeye olanaklı olup olmadığı problemi ile karşılaşıyoruz. Ancak, Macquarrie’nin
sorusuna, problemi sadece bir basamak daha atlatacak olan şöyle bir soruyla yanıt
verebiliriz: Dasein’ın hemen şimdi karar vermesi yönünde itici bir rol oynayamayan ve
böylece somut bir egzistansiyel karakterden uzaklaşan böyle bir olasılık, neden dasein’a
açık bir olasılık olmaktan vazgeçsin? Olasılığın uzak olması, onun bir olasılık olarak
gücünden niye bir şeyleri eksiltsin? Uzak bir olasılık olarak, onunla ansızın yakın olunamaz
mı?
Bu problemi zihnimizin bir kenarına bırakarak yolumuza devam ediyoruz. Vicdanın sesinin
diğer bir özelliği de içerikten yoksun olmasıdır. O, hiçbir şeyi varsaymaz, dünyasal olaylar
hakkında herhangi bir bilgi vermez ve hayata dair bir şey söylemez. Sadece seslenir.
Dasein’ı ‘onlar’ın dünyasından uzaklaştırarak, kendi varoluşsal olanaklarına, yani kendi
karşısına çağırır. Burada ilginç ve bir o kadar da anlamlı olan, vicdanın sessizlikle seslenen
bir söz kipi olmasıdır. Vicdan asla dasein’a bir şeyleri zorla kabul ettirmeye çalışmaz ve
ona olanaklarının ne olduğu ya da ne olması gerektiği yönünde bir fikir dayatmaz. Onun
temel karakteristiği sessizliktir ve onda dilin kalıpları dahi mevcut değildir. “Vicdan daima
ve sadece suskunluk kipinde seslenmektedir.” 80
Ancak burada vicdan, her ne kadar sessizlikle seslense de, o genellikle bize bizi suçlayarak
seslenir. Buradaki suçluluk, yanlış bir şey yapmış olmanın suçluluğundan ziyade, ‘burada
olma’nın, ‘fırlatılmış’ ve ‘sorumlu’ olmanın suçluluğudur. Yani suç dasein’a sonradan
eklenen bir şey değildir. Dasein kendi olarak suçludur çünkü o her zaman var olmakla
sorumludur. Bu ontolojik suçluluk, üstesinden gelinemez ve yok edilemez de; çünkü, bu
aynı zamanda fırlatılmışlığımızı aşmak anlamına gelir ki, bu da zaten mümkün değildir. 81
Heidegger için vicdanın önem ve anlamı burada bitmez. O, bizim gündelik varoluşumuzdan
otantik bir varoluşa geçişimizin tanıklığı olmakla beraber, bizi nihaî ve son durağımız olan
ölümü düşünme ve yaşama eylemine de götürür. Vicdanın sadece bir sesleniş değil, bundan
80 Heidegger, Varlık ve Zaman, s. 390. 81 S. Mulhall, Heidegger ve ‘Varlık ve Zaman’ (Çev.: Kaan Öktem), Sarmal Yayınevi, İst. 1998, s. 179.
56
fazlasını içerdiğini düşünen Heidegger’e göre:
“Vicdan ancak insanda kaygı varoldukça gelişebilir. Vicdanın sesi, bizi “onlar”ın alanının
günlük işlerine düşmemek için uyarır ve bizi kendi benliğimize dönmeye çağırır. Bu
insanın özgür eylemidir. Vicdanın derinliği de, yüksekliği de buradadır. Vicdan insana
suçunu bildirir. Bu suç, burada-olanın kendisindedir. Biz istemeden kendimizin seçmediği
bir durumda buluyoruz kendimizi. Üstesinden gelemeyeceğimiz ödevlerle karşı karşıya
bulunuyoruz. Kant “yapmam gerekir, çünkü yapabilirim” diyordu. Heidegger ise “yapmam
gerekir ama yapamam” diyor. Öte yandan vicdan insana kendi yüksekliğini de gösterir.
İnsanı kararlılığa çağırır. Bu da Heidegger’in en yüksek olarak gösterdiği bir şeydir. Kendi-
burada-oluşuna bağlı olsan da, bir yere fırlatılmış, bırakılmış olsan da, içinde bulunduğun
durum sana yabancı olsa da, burada olmakla suçu üzerine almış olsan, dünya sana yabancı
ve düşmanca olsa da, bütün bunlara karşın kendini alt olmaya, yenilmeye bırakma. Sıkı dur.
Alın yazını ölümün bile söz konusu olsa, kendi eline al. Göçüp gitmeye mahkûmsan; o
zaman da kendi ölümünle bir kahraman olarak öl. Böylece kararlılık, insanın yaşamını
güçlükler içinde de kendi eline aldığı ve kahramanca üstesinden geldiği bir duraktır.” 82
Tıpkı Macquarrie gibi S. Mulhall de, Heidegger felsefesinde vicdan analizinin kendisinden
beklenilen rolü oynayıp oynamadığı konusunda tereddütlü görünüyor. Heidegger’e göre
ses, içimizden, bizzat bizden gelmekteydi ve seslenen ile seslenilen aynı dasein’di.
Macquarrie ve Mulhall burada bir bölünmüşlük görmekte haklılar; ama bu kısmî
bölünmüşlük olmadan vicdanın sesi olgusunu nasıl anlayabiliriz? Macquarrie çözümü
dasein’ın dışında, yani başka birinde arar ve böylece bölünmüşlüğü kökten ortadan
kaldırmaya çalışır. Vicdanın sesi Tanrı’nın sesidir ve o her insanda doğduğundan beri
potansiyel bir yeti olarak mevcuttur.
Mulhall ise vicdanın sesini düşmüş olan dasein’ın nasıl duyabildiği konusunda,
Heidegger’in analizlerinde ufak bir değişiklik yapar ve sesin dışsal bir kaynaktan, ama
diğer bir dasein tarafından harekete geçirileceğini varsayar. Heidegger’in ısrarla vicdanın
sesinin dışarıdaki birinden gelmediğini söylemesine rağmen, Mulhall, önerdiği çözümün
82 Bedia Akarsu, Çağdaş Felsefe, İst. 1994, s. 223.
57
Heidegger felsefesinin bütünü ile uyumlu olduğunu ve hatta bizzat Heidegger’in kendisinin
ve eserinin böyle bir misyonu, yani başkalarının vicdanı olma ve onları kendi benliğine
çağırma görevini üstlendiğini düşündüğünü belirtir. 83
Problem şimdi hangi noktadadır? Her iki çözüm önerisinde de, bir kısır döngünün içinde
bulmuyor muyuz kendimizi? Vicdanın sesinin Tanrı’nın sesi ya da başka bir dasein’ın sesi
olması, gerçekten dasein’da var olan ikilemi ortadan kaldırır mı? Ses, Tanrı’dan da gelse
başkalarından da gelse her halükârda, bu sesi algılayacak ve düşmüşlüğümüzün
farkındalığını bize duyuracak bir yapının bizde olması gerekmez mi? Bu yapı yoksa, sesi
nasıl duyabilir ve ona belli bir tarzda nasıl cevap verebiliriz? Dasein, otantik ve inotantik
olarak bölünmüşlüğünün temellerini, bir arada kendinde barındırmak zorunda değil midir?
Kendi içimizde vicdanın -ya da ona her denilecekse, bizde mevcut olan bu yetinin- bize
buyruk veren tarafı gelişmemişse, vicdanın sesinin Tanrı ya da başkaları olması ne anlam
ifade eder?
Yine burada göze çarpabilecek olan diğer bir sorun, Mulhall’ın çözüm önerisinde, onun da
farkında olduğu gibi, vicdanının sesi olan başkalarının nasıl otantikliğe ulaştığı sorunudur.
Vicdanın sesi başkası ise, o başkasının vicdanının sesi de başkası ise, bu zincirleme ‘bir
diğerini otantik kılma’ nerede son bulur? Vicdanın sesinin ‘öteki’ olduğunu söylemek,
sorunu üçüncü şahsa aktarmaktan ve problemi ertelemekten başka bir şey gibi görünmüyor.
Macquarrie’nin vicdan ile ilgili görüşleri, elbette ki, Heidegger’in vicdan analizlerini belli
bir yere kadar onaylayıp, onun vicdan düşüncesinin ağır bir yük altında ezildiği düşüncesi
ile sınırlı kalmaz. Öncelikle o, vicdandan ne anladığı ile ilgili kendi yorumları ile işe girişir.
Ona göre vicdan, bir kişinin içinde bulunduğu toplumun ahlâk kurallarını yıkarken veya
onlara uyarken, rahatsızlık veya memnuniyet hisleri ile birlikte, içinde bulunduğu toplumun
ahlâk kurallarının farkında olması anlamına gelir. Macquarrie’ye göre bu ikinci anlamı ile
o, varoluşçuların rağbet gösterdiği bir kavram olur.84
83 S. Mulhall, Heidegger ve ‘Varlık ve Zaman’, s. 186. 84 J. Macquarrie, EX, p. 164.
58
Macquarrie’ye göre vicdanın bu tarz bir çarpışmasına en güzel örnek İbrahim
Peygamber’in örneğidir ki, biz bu örneğe Kierkegaard’tan zaten âşinayız. Buna göre
İbrahim, var olan tüm ahlâkî prensiplere ve kendisindeki insanî duygulara karşı koyarak,
tüm dünyanın kınamasını ve öfkesini üzerine çekme pahasına, Tanrı’nın emrini yerine
getirmeye hazır bir bireydir. Macquarrie’ye göre, bu noktada biz, vicdanın bir çelişkisi ile,
ya da daha doğrusu vicdanın farklı seviyeleri arasındaki bir çelişki ile karşılaşırız. Burada,
evrensel etiğin merkezi konumundaki vicdanın yerini, hem Tanrı’nın emri hem de kişinin
kendi derin farkındalığı anlamına gelen vicdan alır. İbrahim’in kendisi, var olma çabasıyla
ve olması gerektiğine inandığı gibi bir birey olarak var olmasıyla, kendini etik değerlerle
karşı karşıya bulan herkes için bir paradigmadır. Macquarrie burada, Kierkegaard’ın
İbrahim'le aynı çizgide olan, kendi vicdanıyla mücadelesinin hatırlandığını söyler.
Kierkegaard Regina Olsen ile nişanlanmıştı ve üzerine ahlâkî bir sorumluluk yüklenmişti.
Ama o, birinci açıdan vicdanı, yani evrensel olanı bir kenara koymayı tercih etti ve nişanı
bozdu. Macquarrie’ye göre bu tercih, aynı zamanda Kierkegaard’ın tıpkı İbrahim gibi
kendine yolculuğuydu. 85
Burada, çok doğal olarak aklımıza gelebilecek olan şöyle bir sorgulamayla yoluna devam
eder Macquarrie. Varoluşçu düşünürlerin geleneksel ahlâk yasasını küçümseme eğilimi ve
her şeyden önce itaat talep eden daha derin bir vicdan seviyesinin olduğu iddiaları
karşısında ne söyleyebiliriz? Ya da İbrahim’in örneği üzerinden soracak olursak, İbrahim
etik olanı ertelemekte haklı mıdır? Ya da Kierkegaard’ın nişanını bozma hareketine saygı
duyulabilir mi? Onun bu hareketini bir bencillik olarak algılayamaz mıyız?
Macquarrie’ye göre gerçek olan şudur ki; geleneksel bir ahlâk yasası olmasaydı, hiçbir etik
yaratıcılık ve gelişmeden de bahsedilemezdi. Eğer her birey kendi gerçek benliğinin temel
isteklerini karşılamak için doğru olduğunu iddia ettiği sıradan ahlâkî zorunlulukları bir
kenara koysaydı, kısa zamanda kendimizi ahlâkî bir karışıklık içinde bulurduk. Bu noktada
biraz durup, kendimizi böyle bir karışıklığın içinde bulmayabileceğimiz ihtimalini
belirtmeliyiz. Kendi gerçek benliğinin olasılıklarının farkında olan kaç kişi vardır ki
85 J. Macquarrie, EX, p. 165.
59
etrafımızda? Biz İbrahim ya da Kierkegaard benzeri insanlarla, o kadar az karşılaşırız ki,
bunların sayısı karışıklığa sebep olmayacak kadar yetersiz kalır.
Konuya bıraktığımız yerden devam edecek olursak, Macquarrie’ye göre problemin diğer
bir yönü de şudur: Eğer biz, varoluşçu düşünürlerin geleneksel ahlâka karşı davranışlarının
oldukça tehlikeli olduğunu iddia edersek, tüm insan varoluşunun zaten oldukça tehlikeli
olduğu ve geleneksel ahlâka meydan okuyan böylesi risklerin alınması gerektiği cevabıyla
karşılaşırız. Dolayısıyla, bir yerde ahlâkî yok oluş tehlikesi varsa, aynı şekilde ahlâkî
yükseliş ihtimali de vardır. 86
İşte bu noktada, kişinin ciddi bir seçimle karşı karşıya kaldığını iddia eder Macquarrie. Kişi
ya geleneksel ahlâka uygun davranacak ve kendi güvenliğini korumaya devam edecektir, ya
da geleneksel olana meydan okuyarak, tüm olumsuz ihtimallere hazırlıklı olacaktır. Eğer,
kişi birinci şıkkı seçerse, bu durumda standartlara uygun davrandığı için ‘sıradanlık’ ve
‘durgunluk’ riskini göze almış olur. Eğer ikinci şıkkı seçerse, bu defa da o, ahlâkî
durgunluğun aksine, ahlâkî bir ‘çürüme’ ya da ‘yok olma’ tehlikesi ile karşı karşıya kalır. 87
Sonuçta, hangi şık seçilirse seçilsin, her iki halde de Macquarrie’ye göre bir risk vardır ve
ikinci tür risk göze alınmadan ahlâkî yükseliş vukû bulmayacaktır.
Şimdi, dikkatimizi tekrar en başa, Macquarrie’nin Heidegger’in analizlerinde eksik
kaldığını düşündüğü noktaya çevirelim. Macquarrie, Heidegger’in otantik bir yaşamın ne
olduğuna dair net bir cevabının olmadığını ve Heidegger felsefesinin düşmüş insana belli
bir kurtulma fikrini açtığını ve olası yaptığını, ancak kurtulmanın nasıl gerçekleşeceğinden
bahsetmediğini öne sürmekteydi. Ona göre Heidegger’in vicdan ile ilgili analizlerinde
önemli kabul edilebilecek dört unsur vardır. Bunların ilki, vicdanın insan varlığının tüm
yapısıyla ilgili olmasıdır; ikincisi, vicdanın insan varlığının temel ihtimalleri arasındaki
gerginlikten ortaya çıkması; üçüncüsü, vicdanın hem bilmeye hem de duygusallığa ait
elementler içeren bir açılma hali olması; ve nihayet dördüncüsü de insanın güçsüzlüğünü
86 J. Macquarrie, EX, p. 167. 87 J. Macquarrie, EX, p. 168.
60
açığa çıkarıyor olmasıdır. 88 Macquarrie bu tespitleri birebir paylaşmakla beraber,
Heidegger’in özelde vicdan, genelde ise insan ile ilgili analizlerinden şu sonuca varır:
İnsan, kendi kendine, kendini kaldırmaya muktedir değildir.
Burada gerçekten, önceden de kısmen değindiğimiz ciddi bir sorun var. Sorun, insanın
temel yapısı ve olanakları ile ilgili. Biz, gerçekten, düşmüş bir insanın orijinal olasılıklarına
yönlendirilmesi ve otantik varlığını kazanması için ona hayat hamlesi verebilecek şeyin
nerede olduğu konusunda net bir yere varamıyoruz, en azından tedirginliğimizi biraz olsun
sakinleştirecek bir yere. Eğer insanı kendine çağıran ses ya da onun ayağa kalkmasını
sağlayan güç dışarıdaki herhangi birinden geliyorsa, buna bir insanın diğeri için en fazla
uyarıcı olabileceği fakat onu harekete geçirebilecek gücü asla veremeyeceği iddiasıyla
karşılık verebiliriz. Yine eğer, Macquarrie’nin de sahip olduğu ‘Hıristiyan bu gücü Tanrı’da
bulur’ görüşü ile karşılaşırsak, bu sefer de, gücün dışardan gelse bile illâki insanın içinde
onu karşılayabilecek ve kaldırabilecek bir mekanizmanın olduğu fikrinden hareketle, insan
kendi kendini kaldırmak istemedikçe Tanrı’dan dahi olsa, dışarıdan gelen bir gücün
anlamının olmayacağını söyleyebiliriz. Güç eğer insanın içinden doğan bir şeyse, Tanrı
insana ne verebilir ya da Tanrı’nın onun için yapabileceği şey nedir? Sonuç olarak bu
gücün, Tanrı’dan geldiğinin ispatını yapmak zor görünüyor; ama görüldüğü gibi felsefede
hiç bir cümle son cümle değildir ve bir önceki cümlemize, varoluş felsefesinde ispat arama
yanlışlığına düştüğümüz şeklinde yanıt verilebilir.
Problemin diğer bir boyutu ise, kalkmak gerektiğini bilmek ile gerçekten kalkabilmek için
güce sahip olmak arasındaki derin farktır. Eğer bilmenin yeterli olduğu söylenirse, insanın
‘olduğu ve olmak istediği yer’ arasındaki gerginliği çok iyi tecrübe eden birisi, asla bu
bilgiden tatmin olmayacak ve kendisine hayat hamlesi verecek şeyi, kendi içinde ve
dışarıda sonsuz bir çırpınışla aramaya devam edecektir. O, şunu her an acıyla ve korkuyla
tecrübe etmektedir: Düştüğümü ve kalkmam gerektiğini biliyorum ama kalkamıyorum.
Biz şimdi vicdan ile ilgili bu tespitlerimizi varlıklarını unutmadan ve cevap bekliyor şekilde
bir kenara koyalım ve Macquarrie’nin vicdan ile ilgili varoluşsal-teolojik yorumlarına
88 J. Macquarrie, AET, p. 136.
61
devam edelim. Macquarrie’ye göre varoluşçuluk ile Hıristiyanlık, kaybolan ya da düşen
insanın kendi orijinal olasılıklarına yönlendirilmesi gerektiği konusunda hemfikirdir.
Heidegger, insanın, düşmüş varlığından kendi benliğine, vicdanının sesi sayesinde
çağırabileceğine inanırken, İncil, insanın ölümden hayata iman ve sadakat sayesinde
getirilebileceğini söyler. 89 Ama, “Eğer” der Macquarrie, “insanın düşmüş varlığı ölüm ve
gerçek varoluşu hayat ve bunlar iki karşıtsa, bu ikisi arasındaki uçurum nasıl
birleştirilecek?”90 Tamamen farklı ve karşılıklı olarak bağdaşmayan dünyalarla değil de
günaha düşse bile hâlâ Tanrı’nın yaratmış olduğu bir dünya ile uğraştığımızı düşünen
Macquarrie, kabaca bir örnekle sorunu çözmeye çalışır. Belli bir sitede sahipsiz, harabe
halinde bir mülk vardır. Yetkililerin onun için en fazla bir kaç olasılığı olabilir. Harabe, ya
tamamen yıkılır, ya yerine tamamen yenisi yapılır ya da tamir edilir ve günümüzün
gereksinimlerine cevap verecek şekilde modernize edilir. 91 Macquarrie, burada düşmüş ya
da kayıp benlikten gerçek ya da otantik benliğe doğru yönlendirmenin ve süreklilik dediği
materyalleri yenide de kullanıyor olmanın, sadece üçüncü şıkta varolduğunu düşünür. Yani,
nasıl ki eski materyallerle yeni bir ev yapmak, hem geçmişi hem de geleceği aynı anda o
ânın içinde görmemize sebep oluyorsa, aynı şekilde, eski kaynaklarıyla yeni bir insan
oluşumu da o derece gerçek bir yönlendirme ve sürekliliğe sahip olur. Çünkü burada birey,
aynı anda hem aynı insan, hem de farklı bir insandır.
Hatırlayacağımız üzere Heidegger, yanlış ya da gündelik varoluştan, gerçek ya da doğru
varoluşa geçişin imkâniyeti konusunda vicdan kavramına yükleniyor ve onu bu geçişin
mümkün olabileceğine dair bir kanıt ve hatta köprü olarak kullanıyordu. Macquarrie ise
burada çağıran ve çağırılan arasında bir uçurum görüyor ve insan kendini ‘onlar’ın içinde
kaybetmişse, onu çağıran bir doğru benliğin nasıl mümkün olabileceğini sorguluyordu.
Macquarrie’ye göre burada, bilhassa insanın düşmüş ve kendini kaybetmiş bir varolma
tarzında insan varlığının daha çok ayrık ya da parçalanmış olduğunu düşünecek olursak,
benliğin bir nesne yada her hangi somut bir şey olması yönünde yanlış bir sonuca varma
89 J. Macquarrie, AET, p. 139. 90 J. Macquarrie, AET, p. 140. 91 J. Macquarrie, AET, p. 141.
62
ihtimalimiz var. 92 Ancak burada, Macquarrie’nin de zekice bir görüş olarak düşündüğü,
Heidegger'in benliğin bir olasılık olduğu görüşünü hatırlatalım. Benlik bir olasılıksa, onda
kayıp benlik yada doğru benlik diye bir ayırma nasıl mümkün olacaktır? Her iki yanımızın
da, çatışma ve savaş halinde olduklarında iki ayrı şey, fakat daima bana ait ve benim
olduklarından dolayı da bir ve aynı şey olduklarını düşünecek olursak, benliğin bu ayrımını
ne şekilde anlayabiliriz ya da anlamalıyız?
Macquarrie burada, benlik bir olasılık dahi olsa, vicdan dediğimiz olgunun, saf ve
bozulmamış olarak kalamayacağını ve onun toplum tarafından bozulmaya ve çürümeye
uğratılacağını düşündüğünü belirtir. 93
Yani kişinin vicdanı, zamanla toplumun vicdanı
haline gelir. Macquarrie burada çok açıkça belirtmese de, vicdanın bozulduğunda doğru bir
çağrının mümkün olamayacağını ve dolayısıyla vicdanın Heidegger’in tutunacağı bir dal
olmaktan uzak olduğunu düşünüyor görünmektedir. O, bilhassa Heidegger’in
kavramlarında kendisine en belirsiz ve mantık dışı gelen kavramın “suçluluk” olduğunu
belirterek, vicdanın sesinin suçluluk çağırışları olarak seslenmesinde bir kapalılık görür.
Ona göre bu, mantıksızdır. Çünkü biz vicdanı suça çağırış olarak değil daha çok bunun
karşıtı olarak görürüz. Belirsizdir, çünkü suçu yaygın anlamın tamamen dışında bir mânâ da
kullanmıştır. 94
Bununla beraber Macquarrie’ye göre Heidegger’in vicdan analizleri, onun sisteminde
“doğru topluluk” ya da “otantik topluluk” anlayışı olmadığından, büyük bir eksiklik arz
eder. Evet, vicdan bozulabilir; ancak, Hıristiyan bir kişi bu bozulabilirliği, bireysel
üyelerinin vicdanlarını düzelten ve güçlendiren ve onlara doğru bir toplum olma yönünde
çeki düzen veren kilisenin varlığı ile aşabilir. Burada, pratik olarak günümüzdeki kilisenin,
bu standartları ne kadar yakalayabildiği ise, Macquarrie’ye göre, ayrı bir tartışma
konusudur. 95
92 J. Macquarrie, AET, p. 143. 93 J. Macquarrie, EX, p. 167. 94 J. Macquarrie, AET, p. 144. 95 J. Macquarrie, AET, p. 146.
63
Macquarrie, Heidegger’in vicdan yorumu ile İncil’inki arasında bir takım benzerlikler
bulmakta gecikmez. Her ikisinde de vicdan, insanın kendi varlığında ortaya çıkan bir
tanıklık olarak tanımlanır. Bu durum, insanın varlığının kendisine açıldığı duygusal
durumla özellikle alakalıdır. Ancak vicdanın işlevi, her iki yaklaşımda da farklı anlaşılır.
Yeni İncil’e göre vicdan, insana doğru benliğini açsa da onun insana doğru ve otantik
yapacağına dair kanıt yoktur. Çünkü İncil, vicdanın zayıf olabileceğini ve söyleyişinin çok
çeşitli olabileceğini kabul eder. 96
Biz İncil’de, vicdanın insan varlığının yapısında var olan evrensel bir olgu olduğu
düşüncesine rastlıyoruz: “Böylelikle kutsal yasanın gerektirdiklerinin yüreklerinde yazılı
olduğunu gösterirler. Vicdanları buna tanıklık eder. Düşünceleri de onları ya suçlar ya da
savunur” 97 ayetinde görüldüğü gibi. Bununla beraber, Kutsal Kitap’ta vicdan, insanın
doğru ve gerçek benliğine ulaşmada belli bir role sahipse de, bu rol, bir takım etkenlerle
sınırlı ve bağımlıdır. “Ama herkes bu bilgiye sahip değildir. Hala putperest alışkanlıklarının
etkisinde kalan bazıları, yedikleri etin puta sunulmuş olduğunu düşünüyorlar ve vicdanları,
hassas olduğu için lekeleniyor.” 98
Sonuç olarak, Macquarrie’ye göre vicdan, Heidegger’in üzerine yüklemeyi düşündüğü
ağırlığı taşıyamaz. O insana doğru varoluşu açsa ve onu orijinal olasılıklarına çağırsa bile,
insanı onlara ulaşması için güçlendiremez. Çoğunlukla insan, vicdanının sesi ile rahatsız
edilir ve içinde kendini kaybettiği dünyadan dışarı yönlendirilir; ama, o düşmüş olduğu
dünyadaki ilgilerinden kendini çekip çıkarmakta güçsüzdür. Varoluşçulukta düşmüş insan
kendine dayanarak kalkabilirken, Hıristiyan teolojisinde insanın kurtarılışı insanın dışından,
yani insan gibi düşmüş olmayan bir gücün varlığından gelmelidir. “Korku” der Macquarrie,
“insana sonsuzluğunu ya da dinsel anlamda yaratıklığını açarken, vicdan ona,
düşmüşlüğünü ya da dinsel anlamda günahkârlığını açar.”99 Dolayısıyla burada varoluşsal
96 J. Macquarrie, AET, p. 151.. 97 Rom., 2:15. 98 1.Kor., 8:17. 99 J. Macquarrie, AET, p. 150.
64
analiz artık bize yardım edemez. Kurtarılma, insanın dışından gelir, kendi varlığından değil.
Böylece biz, geldiğimiz bu noktada, Macquarrie’nin arada kurduğu bağ sayesinde vicdan
kavramından dinsel bir kavram olan lütufun araştırılmasına geçiyoruz.
1.2. Lütuf
Biz genellikle lütuf kavramıyla, karşılığında bir şey yapmadığımız halde bize sunulan bir
şeyi ya da düşmüş olduğumuz herhangi bir halden kurtarılmayı veya affedilmeye benzer bir
şeyi anlarız. Tüm bu anlamlarda ortak olan nokta lütfun karşılıksız ve beklentisiz olarak
sunulan bir iyilik olmasıdır. Bu yönüyle o, “daha üstün olanın daha düşkün olana eğilmesi” 100 anlamını içerir. Böylece bu kavram, tüm gündelik kavramları aşarak, dînî bir renk ve
boyut kazanır.
Hıristiyan inancında lütuf, genel olarak, Tanrı’nın günahlı yaratıklarına merhamet etmesi ve
onları günahlarından İsa Mesih aracılığıyla kurtarması anlamına gelir. “Çünkü Tanrı’nın
bütün insanlara kurtuluş sağlayan lütfu ortaya çıkmıştır” 101 Yeni İncil’deki bu tarz bir lütuf
anlayışı, Eski İncil’de de yerini alır. 102
Lütuf aynı zamanda tam bir teslimiyet ve Tanrı’dan
gelen bir gerçekliktir: “Ama şimdi ne isem Tanrı’nın lütfuyla öyleyim. Onun bana olan
lütfu boşa gitmedi. Elçilerin hepsinden çok emek verdim; aslında ben değil, Tanrı’nın
bende olan lütfu emek verdi.”103 “Sizi yüreklendiriyor ve sözünü ettiğim lütfun, Tanrı’nın
gerçek lütfu olduğuna tanıklık ediyorum. Buna bağlı kalın.”104
Macquarrie’ye göre, vicdan nasıl etik alanında en belirsiz ve karışık kavramlardan biriyse,
aynı şey ilahiyat alanında lütuf kavramı için söylenebilir. 105 Burada belirsizlik, kavram
hakkında belli bir tanımlama ya da yorumlama yapılmamasından kaynaklanmaz; aksine o,
kavramsal olarak pek çok tarzda kullanıla geldiğinden, burada kendimizi bir anlam
karmaşası içinde buluruz. Onun, tüm diğer varoluşsal ya da dinsel kavramlar gibi
100 Bruce Milne, Tanrı Öğretisi, (Çev.: Levent Kınran), Yeni Yaşam Yay., İst. 1995, s. 193. 101 Titus, 2:11. 102 Yar., 12:1-7 / Çık., 3:6-10 / Tes., 6:21-23 / Yaşaya, 41:18. 103 1. Kor., 15:10. 104 1. Pet., 5:12. 105 J. Macquarrie, AET, p. 153.
65
tanımlanması zor bir kavram olduğu gerçeği bir kenara, Macquarrie bu kavramın asıl
öneminin onunla ilgili yaşanılan deneyimde yaptığını düşünür.
Ona göre lütuf, ayinlerde çokça zikredilebilir veya Tanrı’nın bir niteliği olarak algılanabilir;
ya da o, Tanrı’nın öfkesiyle çelişik olarak görülebilir. Ancak, tüm bu yaklaşımlarda o, içsel
bir canlılıktan ve derinlikten uzak olarak soyut bir biçimde tanımlanmaktadır. Bu tanım ise
bir şekilde zihinsel olarak kavranabilse de, lütuf deneyimi, Tanrı’daki bir niteliğin
kavranmasından çok daha fazla bir şeyleri ifade eder ki, bu da bu deneyimin bizzat kişi
tarafından tecrübe edilmesidir. 106
Aslında biz İncil’de lütuf deneyiminin, Hıristiyan tarafından hissedilmesi ve dolu dolu
yaşanmasıyla ilgili olarak, sırf Tanrı ile insan arasında var olan bir alma-verme ilişkisinden
fazla bir şey olduğu gerçeğine rastlıyoruz. “Sizi Mesih’te olan, kendi sonsuz inceliğine
çağıran ve tüm lütfun kaynağı olan Tanrı, kısa bir süre acı çekmenizden sonra kendisi sizi
yetkinleştirecek, pekiştirecek, güçlendirip temellendirecektir.” 107 “Tam bilgelik ve
anlayışla üzerimize yağdırdığı kendi lütfunun zenginliği sayesinde, kanının aracılığı ile
Mesih’te kurtuluşa, suçlarımızın bağışına sahibiz.” 108
Macquarrie'ye göre her şeyden önce bizim lütfun doğru bir kavrayışını elde edebilmemiz
için onunla bağlantılı olan pek çok olayı doğru anlamamız gerekmektedir. Her şeyden önce
biz, eğer doğru bir yaratılış teorisine sahip değil isek, Tanrı’nın dünya ile olan ilişkilerini ve
dolayısıyla lütuf olayını anlamada sıkıntıya düşeriz. Eğer biz yaratılışı zamanın başında bir
kez gerçekleşmiş ve olmuş bitmiş bir olay gibi düşünürsek, Tanrı’nın dünya ile ilgisi
arasındaki bağ doğrudan sıfıra düşer ve Hıristiyanlığın temel bir anlayışı olan Tanrı’nın
dünya içindeki, özellikle İsa’nın bedenindeki hareketi açıklanamaz. Dolayısıyla
Macquarrie’ye göre, Tanrı’nın devamlı surette yaratıyor olmasının ve daimî olan gücünün
anlatılabilmesi için, lütuf öğretisi dediğimiz şeye başvurmamız gerekmektedir. 109
106 J. Macquarrie, AET, p. 153. 107 1. Pet., 5:10. 108 Ef., 1:7-9. 109 J. Macquarrie, Princeples of Christian Theology, Charles Scribner’s Sens Pres, Newyork 1996, s. 239.
66
İncil’de lütuf olayı daima kurtuluş düşüncesini de beraberinde getirmektedir. Tanrı, tüm
günahkârlıklarına rağmen, insanlara olan sevgisinden dolayı 110 onlara İsa Mesih’i
göndermiş ve onun çarmıhtaki ölümü ile, tüm insanlığı bu taşıyamayacağı günah yükünden
kurtarmıştır. Lütuf sadece Tanrı’nın insana sunduğu her tür bağış ve nimetler değildir, o
aynı zamanda Tanrı’nın insanlara kendi yanında mevcut olan sonsuz bir yaşam vaadini de
içerir. Bu anlamda İncil’in genel mesajına kulak verdiğimizde, insana verilen en büyük
lütfun, onun günahının İsa’nın kefaretiyle bağışlanmış olması ve böylece insanın kurtuluşa
ulaşması olduğunu görürüz.
Macquarrie, Bultmann’ın “lütfun ve öfkenin Tanrı’nın özel bir niteliği olmadığı, ancak iki
kavram arasında içsel bir bağlantı olduğu” yönündeki görüşünü destekler. Tanrı’nın lütfuna
inanmak, aynı zamanda onun öfkesinden kurtulma olasılığına inanmaktır. Aynı şekilde,
onun öfkesinden kurtulmak ise, onun lütfuna mazhar olmak demektir. Çünkü
Macquarrie’ye göre insanın varlığı kapalı bir kutu değil, bir ilişkiler ağıdır. Dolayısıyla,
kendimi kaybettiğimde aynı zamanda Tanrı’yı da kaybederim ve onunla iletişim kurma
olanağından uzaklaşarak onun öfkesini üzerime çekerim.111
Bunun gibi bir lütuf, doğal olarak suçtan gelen ve günahın insan hayatı üzerindeki etkisini
kıran bir affetme işine dönüşür. İnsan, geçmişte işlemiş olduğu günahlarını bir an bile olsa
aklına getirmeyebilir ve onların hayatı üzerindeki etkisini azaltabilir, özellikle de insan
onları bir an önce unutmak istiyorsa. Ancak, Tanrı’nın onun günahlarını affetme ve geçmişi
örtmesiyle, lütuf hareketi olağan üstü bir bağışlama hareketine dönüşebilir ki, bu dönüşüm,
insanın geleceğe doğru yönlendirildiği ve bir anlamda da geleceğini belirleyen bir eylem
olur. 112
Daha önce de belirttiğimiz gibi, Macquarrie’ye göre insanı ölümden yaşama getiren ve ona
varoluş olanağı veren Tanrı’dır: “Ama merhameti bol olan Tanrı sizi çok sevdiği için,
110 Yuh., 3:16. 111 J. Macquarrie, AET, p. 154. 112 J. Macquarrie, AET, p. 154.
67
suçlarınızdan ötürü günahkâr olduğunuz halde, sizi Mesih’le birlikte yaşama kavuşturdu.
Onun lütfuyla kurtuldunuz.”113 Burada Hıristiyan inancının temel bir unsuruyla yani
Macquarrie’nin de birebir paylaştığı bir görüş olan lütfun bir armağan olduğu görüşüyle
karşılaşıyoruz. “Bunu Mesih İsa’da bize gösterdiği iyilikte, lütfunun sonsuz zenginliğini
gelecek çağlarda sergilemek için yaptı. Bu Tanrı’nın armağanıdır. Kimsenin övünmemesi
için iyi işler değildir.”114
İncil’in ifadelerindeki benzetmenin üzerinde biraz durup düşünmek lazım. Çünkü o, bizde
lütfun mahiyeti ile ilgili üstü örtülü bir takım gerçeklerin olduğu hissini uyandırmaktadır.
Her şeyden önce, biz herhangi bir kimseden hediye aldığımızda, onun hakkında yorum
yapma hakkına sahip olmadığımızı bilir ve hediyenin mahiyetini sorgulamayız. Aynı
şekilde lütuf hediyesinde de Hıristiyanlar, hediye hakkında herhangi bir sorguda
bulunmamak gerektiğini düşünmektedir. Çünkü “lütfu sorgulamak günahın özünü
oluşturur.”115 Bu anlamda hediye sadece verilir ve onu alana onu memnuniyetle kabul
etmek düşer. Yine bir hediye alma olayında biz biliriz ki, bizim için bir sürpriz
hazırlanmıştır ve biz onu geri çevirmekle nankörlük ya da saygısızlıkla itham ediliriz. “Bir
dilencinin sorgulaması ya da eleştirmesi kadar büyük bir aptallık olabilir mi? Dilenciler
seçim yapamazlar ve hepimiz Tanrı'nın karşısında yoksul birer dilenciyiz.”116
Bu benzetme, ayrıca Hıristiyanlıkla ilgili temel gerçeklerden birine işaret eder Kurtuluş bir
armağandır ve Tanrı’nın lütfu olmadan insan bunu kendi çaba ve gayretiyle
gerçekleştiremez. “Ama siz Tanrı sayesinde Mesih İsa’dasınız. O bizim için Tanrısal
bilgelik, doğruluk, kutsallık ve kurtuluş oldu.”117 Bu durumda insanın yapması gereken tek
şey, hediyeyi alçak gönüllülükle almak ve kurtuluşun Tanrı’dan başka bir yerde olmadığını
kabul etmektir.
Hıristiyanlığın lütuf ve kurtuluş ile ilgili bu temel görüşleriyle Macquarrie’nin düşünceleri
113 Ef., 2:5. 114 Ef., 2:7-10. 115 M. Llyod Jones, İncil’in Özü (Çev.: Devrim Salman), Yeni Yaşam Yay., İst. 2001, s. 132. 116 M. Llyod Jones, İncil’in Özü, s. 133. 117 1. Kor., 1:30.
68
doğal olarak paralellik arz eder. Ona göre, insan, Hıristiyan yaşamının her anında ve
özellikle düşmüş bir varoluştan gerçek bir varoluşa yönelmenin arifesinde Tanrı’nın lütfuna
muhtaçtır. Macquarrie burada bu muhtaçlığının farkına varan insanın, artık kendi gücüyle
yaşamaktan vazgeçip kendini Tanrı’ya teslim edeceğini söyler. 118 Artık kendi gücüyle
yaşamaktan vazgeçmek, tam olarak ne demektir? Bu ifade bir Hıristiyanın garipsemeyeceği
ve kolayca kabul edeceği türden bir ifadedir. Nitekim biz İncil’de ve bilhassa
Mazmurlar’da, “yaşamım senin ellerinde” ya da “yaşamımın yönetimini benden al ve beni
kendi istediğin gibi biri yap” ifadelerine sıkça rastlarız. Ancak burada kişinin kendini
Tanrı’ya teslim ettiğini ve kendi yaşamının yönetimini ellerine bıraktığını söylediğinde bile
kendi seçimlerinden ne kadar soyutlanabileceği ve Tanrı’nın onun yaşamına ne kadar
müdahale edeceği yönünde bir sorun var. Yani kişi, yaşamını Tanrı’nın eline bıraktığını
iddia ettiğinde bile, kendini yaşayan yine kendidir, Tanrı değil.
Bu küçük ama önemli ayrıntıyı bir kenara bırakarak, Macquarrie’nin Bultmann’dan
esinlenerek ortaya koyduğu, lütufla ilgili yorumlarına devam ediyoruz. Lütuf, sadece
affetme ya da öfkeyle ilgili bir kavram değil, aynı zamanda, Tanrı’nın İsa’nın yaşamındaki
kurtarma olaylarıdır, yani Tanrı’nın İsa’daki fiilî hareketidir. 119
İnsanın hayatında dışardan
gelen güçlü ve yüce hareketlerin meydana gelmesi, insanın asla kendi kendini
kurtaramayacağı gerçeği sebebiyledir. Tanrı müdahale etmiştir, çünkü insan yetersizdir.
Dolayısıyla lütuf, “insanın kendini kurtaramayacağının yegâne kanıtı ve insanın kurtulması
için tek ve eşsiz yolu oluşturur.”120
Lütufu Tanrı’nın İsa’daki hareketi olarak tanımlayan Macquarrie, burada gözden
kaçmaması gereken ve kendisinin varoluş felsefesiyle doğrudan bağlantı kurmasını
sağlayan bir soruna değinir. Lütuf hareketi geçmiş bir olaysa, biz onun hâlâ var olduğunu
nasıl söyleyebiliriz? Ya da farklı şekilde söylemek gerekirse, yüzyıllar önce olmuş bir
kurtarma olayı şu an canlılığını sürdürebilir mi?
118 J. Macquarrie, AET, p. 155. 119 J. Macquarrie, AET, p. 156. 120 M. Llyod Jones, İncil’in Özü, s. 58.
69
Macquarrie cevabın zor olmadığı görüşündedir. Ona göre lütuf tabii ki kendi başına bir
kurtarma olayı olarak geçmiş zamanın bir parçasıdır. Fakat o kelime olarak ne zaman
söylenirse ve ne zaman doğru olarak duyulursa şu an ânın içinde mevcut olur. Gerek
ayinlerde gerekse Kutsal Kitap’ın okunmasında, kelime hangi yollarla duyulursa duyulsun
şu an bana göre mevcuttur ve kurtarma olayları varlığım için önem arz eder. Bir şeyin
varlığım için önemli olması demek ise, onun bana bir olanak sunması demektir. Dolayısıyla
bu, açıkça gördüğümüz gibi, ilahî lütfun bizim üzerimizde gerçekleştirdiği şeydir. Yani
geçmiş olay, aynı zamanda şimdiki olay ve gelecekte de kendine yer bulacak bir olaydır. 121
Böyle bir olayın hem geçmiş, hem şimdi ve hem de gelecekte olması ne demektir, ya da
tüm bunlar nasıl mümkün olabilir? Şimdi bu sorunun ayrıntılı biçimde incelenmesi ve lütuf
ile ilgili ince anlamların gün yüzüne çıkıp, konunun daha iyi kavranması için varoluş
felsefesinde çok önemli bir yere sahip olan ‘zamansallık’ ve ‘tarihsellik’ konularının
incelenmesine geçmeliyiz.
121 J. Macquarrie, AET, p. 157.
70
2. GEÇİCİ VE TARİHSEL OLARAK VAROLUŞ
2.1. Geçici ve Tarihsel İnsan Varoluşu
Varoluş felsefesinde tüm kavramları, o kavramları yaşayan ve tecrübe eden insana ve o
insan katındaki önemine göre anlamamız gerektiği fikri hâkimdir. Bu anlamda varoluş
felsefesindeki ‘zaman’ kavramı da, tıpkı ‘mekân’ ve ‘dünya’ ile ilgili anlayışlardaki derin
farklılık gibi, saatlerin ölçtüğü objektif zaman anlayışından ayrılır. Varoluşa ait olan özgün
ve subjektif zamanla, dünya içinde dağılan ve o dünyaya düşkünlük gösteren varlığın
gündelik ve objektif zamanı arasında çok fark vardır. Tıpkı dünya ile insanın arasında içsel
bir bağlantı olması gibi, zaman ile insanın arasında da böyle içsel bir bağlantı mevcuttur.
İnsan zamanın akışına kapılmış ya da onun içinde kaybolmuş bir varlık değil, kendi
ontolojik kökleri zamansallık olan bir varlıktır. Yani zaman insanın içindedir, dışında değil.
İnsan varoluşu, içinden dışına doğru taşan bir zamansallıktır ve bu zamansallık onun
varolan tüm hallerine; -ilgisine, endişesine ve sonluluğuna- sinmiştir.
Subjektif zaman kavramından ne anlamalıyız? Biz bazen, özellikle üzüntülü ve sıkıntılı
olduğumuz anlarda, zamanın hiç geçmediğini düşünür, aksine sevinçli ve mutlu
anlarımızda ise zamanın çok hızlı geçtiğinden yakınırız. İşte, Heidegger’den önceki
filozoflar, böyle bir zaman anlayışının farkında olmalarına rağmen, onu göz ardı
etmişlerdir. Çünkü onlara göre, subjektif zaman, sadece objektif zamandan bir sapmadır.
Ayrıca, subjektif zaman anlayışı bir yönüyle tehlikelidir de; zira o, insandaki zaman
duygusunun nesnel bir şekilde algılanmasına engel teşkil eder.
Kant’ın zamanla ilgili analizlerinde, zaman ve mekan, algılanabilir sezginin iki formundan
biri olarak gösterilirler. Heidegger’e göre Kant, tâ işin başında, nesneleri ve dünyayı
‘mevcut-olan’ olarak algılamakla hata etmiş ve böyle bir algılama sonucu, dasein’ın
varlığının dünya ile ayrılamaz biçimde iç içe geçtiği gerçeğini görememiştir.122 Dolayısıyla,
bu yanlış bakış açısı, onu insan varoluşunun zamanla iç içe olduğu gerçeğinden de
122 Heidegger, Varlık ve Zaman, s. 165.
71
uzaklaştırmıştır.
Peki Heidegger nesnel zamanı yadsır mı? Elbette ki hayır. Ona göre zaman hem nesnel hem
de öznel bir olgudur; ancak diğer filozofların anladığı anlamda değil. Nasıl ki zaman her bir
insan varoluşunun var olma olasılığının bir şartı olarak öznelleşiyorsa, aynı şekilde o,
temeli zamansallık olan insan varoluşlarıyla dolu bir dünyada mevcut olmakla da
nesnelleşir. Buradaki ince ayrım oldukça önemlidir. Dünya zamanını, yani objektif zamanı
algılayabiliyoruz, çünkü biz temeli zamansallık olan bir varoluşa sahibiz.
Heidegger zamanla ilgili felsefi kavrayışların yanlışlığının Aristo’dan beri süregeldiğini
düşünür. Gündelik bir zaman anlayışında biz, kendimizi zaman üzerinde etkin kılmaktan
ziyade, kendimizi zamana uydururuz, ya da daha bilindik bir ifade ile, zamanın akışına
kapılırız. Gerçek bir varoluş tarzında ise zaman, zamansallık olarak anlaşılır ki insanın
zamansallığı onun varlığının en temel gerçeklerinden birini oluşturur.
Her şeyden önce, ölümlü oluşumuz kendisini zorunlu olarak zamanda açığa çıkarır.
Heidegger, öleceğimizi bildiğimiz için zamanı kavrayabildiğimizi söyler. Ona göre, eğer
ölümlü oluşumuza dair bu tutkulu kavrayış olmasaydı, zaman sadece pasif olarak
izlediğimiz bir saatin iç sıkıcı hareketi -yani insani anlamdan soyutlanmış bir hareket-
anlamına gelirdi.123
Heidegger, zamanın gündelik olarak algılanmasını ve sıradanlaşmasını onun ‘ölçülebilir’ ya
da ‘tarihlenebilir’ olmasına ve astronomik hesapların varlığına bağlar.124 Bu tarz bir nesnel
zamanın otantik olmaması ise, onun algılanışında ‘şimdi’ye yapılan vurguda yatar. Burada
geçmiş ve gelecek ‘olmayan’ olarak algılanır ve insanlar geçmişi unutma ve gelecekten
ummayla ‘şu an’ tarafından yutulurlar. Geçmiş, artık geçmiş olarak kabul edildiğinden ve
şu âna bir faydası olmayacağı düşünüldüğünden unutulup gitmekte, gelecek ise şimdiki
ânın çarkları arasında hızlı bir şekilde tüketilmektedir. Ve böylece, azimli olmayan kişi,
123 William Barrett, İrrasyonel İnsan (Çev.: Salih Özer), Hece Yay., Ankara 2003, s. 230. 124 Heidegger, Varlık ve Zaman, s. 572.
72
kendisini bir yığın meşguliyete kaptırarak kendi zamanını kaybeder.125
Dasein’ın zamanla olan bu içsel bağlantısı en bariz şekilde kararlılık ânında gün yüzüne
çıkar. Dasein’ın kendi içine dönmesi ve kendi olarak kendini kararlılıkla seçmesi, bir
anlamda kendi olanaklarının da farkına varması demektir. Bu olanakların farkına varması
ise, bizi bir anda ‘gelecek’ kavramıyla yüz yüze getirir. Heidegger’in zamanın üç
boyutundan yalnızca geleceğe daha bir öncelik vermesinin sebebi de bu olsa gerektir.
Nitekim insan tümüyle ‘olmaz’ ya da ‘olduğu şey’ değildir; o, daima ‘olacak’tır.
Bununla birlikte kararlılık; geçmişe, şu ana ve geleceğe aynı oranda açık olmayı gerektirir.
İnsan, eylemlerinin sonuçlarının belirsizliği içinde kaybolduğunda, hayatını bir riskleri
göze alma alanına dönüştürebilir ve kendi hayatının sorumluluğunu bütünüyle üzerine
alabilir. Böyle bir üzerine alış ise, insanda özgürce kararlılığı ve pervasızca bir atılımı
güdüler, tabi o varoluşunun olanaklarını karşılayabilecek yüreklilikte ise. Böylece bu
belirsizlik içinde çırpınma ve korkusuzluk, aynı zamanda, gerçek varoluşun ne kadar trajik
ama kahramanca olduğunun da en bariz göstergesidir. Bu yüzden kararlılık, varoluş
felsefesinde çok önemli bir yer tutar. Böylece, Heidegger’in baş yapıtı olan eserinin adını
oluşturan iki ana kavram, ‘kararlılık’ kavramıyla birbirlerine bağlanmış olur. İnsan olarak
varız ve bize zamansallığımızı açan şey kararlılıktır. Kısaca, kararlılık zamanın içinde
yoğunlaşmanın ve onu derinden hissetmenin en somut ve kesif hali olur.
Tüm bunlar, kararlılık ve onun zaman içindeki dağılımı, bizi doğal olarak dasein’ın içinde
yayıldığı üçlü birliğe; yani geçmiş, şimdi ve geleceği aynı anda bir arada karşılama
olgusuna götürür. Eğer biz gerçek olmayan bir varoluştan, gerçek ve doğru bir varoluşa
geçmek istiyorsak, her şeyden önce, zamansal birliğimizi sağlamalı, yani ontolojik anlamda
zamanın üç farklı boyutuna dağıttığımız benliğimizi toplamalıyız. Bu toplayış ise,
varoluşumuzun hiçbir zaman olup biten olmadığını ve kendini özgürlük içinde durmadan
yeniden yarattığını fark etmekten ve de yaşadığımız her bir ânın aslında ‘olduğundan daha
çok’ olduğunu anlamaktan geçer.
125 Heidegger, Varlık ve Zaman, s. 521.
73
Heidegger’in zamanla ilgili bu radikal anlayışına göre zaman, üç ayrı bölümden meydana
gelmez. O bir bütündür. Zaman, peş peşe gelen anlardan da ibaret değildir. Ona göre,
zamansallık, kendini meydana getiren dasein’ın, kendini aşma olanağıdır. Yani bir insan, şu
ânın içinde, geçmişinin ve geleceğinin yanı başında olabilir. ‘Zamanlaştırma’ zaman ile
ilgili varsayılan bölümlerin peşpeşeliği anlamına gelmez. Gelecek, olmuşluktan daha geç,
olmuşluk da şu andan daha erken değildir. Zamansallık, kendisini şu anda gelecek olarak
zamansallaştırırken gelecekte de şu ânı olmuşluk haline getirir.126
Burada yine, varoluş felsefesine has bir özellikle karşılaşıyoruz ki, o da, kendisine âşina
olduğumuzu ve bildiğimizi varsaydığımız bir çok hayatî kavramın daha bir derinlik ve
farklılık kazanarak, hayatımızda yansımasını bulmasıdır. Buna göre gelecek, henüz
gerçekleşmemiş, ancak ileride gerçekleşecek olan ve şu an için gerçek olmayan bir şey
değildir. O, şu ânımıza nüfûz eden ve umut, korku ya da tasarılarımızla bizi tam da şu an
şekillendiren, varlığımızın bir yönelişidir. O, tüm ağırlığıyla şu ânımızı zorlamakta ve
ondan bir takım isteklerde bulunmaktadır. Aynı şekilde geçmiş de, geride bıraktığımız ve
unuttuğumuz bir zaman dilimi olmayıp, şu ânımızın ne olduğu ve geleceğimizin hangi
potansiyellerden oluştuğu konusunda oynadığı rol ya da roller ile, şu ânımızda
mündemiçtir. Öyle ki biz, zaman zaman geçmişin paldır küldür kapımızı çalıp içeri girdiği
ve bizim onun gelişine hazır olmadığımız anlar yaşarız. Dolayısıyla geçmiş,
geçmediğinden, bir adım daha ileri giderek biz onun varolmadığını bile söyleyebiliriz, en
azından onu yaşattığımız oranda.
Geçmiş, gelecek ve şimdinin bu birliğinin derin farkındalığına biz, Heidegger’den çok önce
bir kilise papazının bize orta çağdan yaptığı seslenişte de rastlıyoruz. Zaman kavramını
derinden tahlil eden ve onunla ilgili orijinal yorumlar yapan Augustinus’a göre, zaman üç
türlüdür: Biri, şimdinin içindeki geçmiş; diğeri, şimdinin içindeki gelecek; sonuncusu ise
şimdinin içindeki şimdidir. Bu üçlü ayrım, ancak bilincimizin içinde mevcuttur ve biz buna
dışarıda rastlayamayız ve onu bir ‘şey’ olarak da idrak edemeyiz. Geçmişteki şimdiki
126 Heidegger, Varlık ve Zaman, s. 514-517.
74
zaman bellektir, gelecekteki şimdiki zaman beklenti ve şimdiki şimdiki zaman ise
sezgidir.127
Geçmişin otantik bir sahiplenilişi olmadan geleceğin de otantik bir sahiplenilişinin
olmayacağını düşünen Heidegger’e göre dasein, geçmişi geride bıraktığı bir şey olarak
değil, kendisinin şu an kim ve ne olduğunu belirleyen bir şey olarak görmelidir. Geçmişin
inotantik karşılanışında o, aslında geçmişte yaşadıklarından kaçıyor değildir; aksine,
geçmişte yaşadığı şeylerin şu anki ‘kendi olmak’lığının bir parçası olduğunun bilincinden
kaçıyordur.128 Böyle bir durumda ise, geçmişimizi otantik olarak geri kazanmanın tek yolu,
geçmişi bilinçli bir şekilde şu anda yaşatmaktan ve geleceği tasarlamaktan geçer. Yani,
geçmişte yaşadıklarımızı değil ona olan bakış açımızı değiştirebileceğimiz fikrinden
hareketle, yaşadığımız tüm yenilgileri, kazanılacak bir zaferin önceden ödenmiş parçaları
haline dönüştürmek bizim elimizdedir.
Aynı şekilde, geleceğin inotantik karşılanışında ise dasein, pasif ve isteksiz bir biçimde
sadece gelecekten beklenti içinde yaşar. Onun tüm ilgisi ve merakı, şu an varolan
nesneyedir ve o, ilgisini en fazla, ilgisi dâhilindeki nesneye boyun eğerek ya da onu
reddederek gösterir. Böyle bir varoluşta ise, dasein geleceğini kendinden çok öteye
fırlatmış, zamansallığına kendini kapatmış ve düşmüşlük ve merak içinde, “bakışını daha
şimdiden bir sonraki yeniye çevirmiştir.”129 Dasein’ın gelecek içinde kendine
varabilmesinin ve geleceğini otantik olarak benimseyebilmesinin yolu ise, onun, varlığını
kendisine en fazla ait olan ve bireyselliğini en fazla ortaya çıkaran olasılığının üzerine
tasarlamasından geçer. Bu, elbette ki aynı zamanda hayatının bütünüyle farkında olmak
anlamına gelir. Hayatının bütünüyle farkında olmak ise, hayatını tek bir çizgide belli bir
amaca doğru dolu dizgin yönlendirmek değildir. Hayatını, inişleri ve çıkışlarıyla bir bütün
olarak görebilmek ve hayatında parçalanıp dağılmışlığa meydan vermemektir.
Geçmiş ve geleceğin gerek otantik ve gerekse inotantik karşılanışında, her ikisinin kesiştiği
noktaya, ‘an’ deriz. An kavramı, doğal olarak, varoluş felsefesinde farklı bir boyut kazanır.
127 Augustinus, İtiraflar (Çev.: Dominik Pamir), Kaknüs Yay., İst. 1999, s. 281. 128 S. Mulhall, Heidegger ve ‘Varlık ve Zaman’, s. 20. 129 Heidegger, Varlık ve Zaman, s. 491.
75
Buna göre an, geleceğin şimdiki zaman üzerinden hızla geçip gidişi ya da zaman üzerinde
içi boş belli bir nokta değil, geçmiş ve geleceğin âhenk içinde buluşup kaynaştığı zengin ve
eşsiz bir yapıdır. Evet biz, yaşadığımız her bir ânın, yaşanmış olan bir önceki ânın
sınırlanmalarından ve getirilerinden doğduğunu biliriz; ancak, o ânın hayatımızın nasıl bir
parçası olacağına karar vermek ve kendimizi o an üzerinden gelecekteki olasılıklarımıza
tasarlamak özgürlüğüne sahibiz. Bunu kavradığımızda ise, yaşadığımız her bir ânın, bizi
kendi hayatımızın kahramanına dönüştürebilecek bir fırsatlar zemini olduğunu görürüz.
Ânın bu şekilde doğru olarak kavranması, onu çabucak tüketilen bir nokta olmaktan
çıkarıp, geçmiş ve geleceğin içinde çok daha geniş bir yere sahip olmasını sağlayacaktır.
Böylece an, küçücük ve kısacık bir ‘an’ olmayıp, ona sahip olmayı başardığımızda,
gelecekte var olacak olan ‘ben’imizin, küçük ama dev adımlarına dönüşecektir.
Bu anlamda ‘ânı yaşa!’ cümlesi varoluş felsefesinin temel cümlelerinden biri olabilir gibi
görünüyor. Ancak bu cümle onu ilk okuduğumuzda, bizde hedonizme benzer bir duygu
uyandırıyor gibidir. Elbette ki hedonizm kokan bir ‘ânı yaşa’ cümlesi ile, varoluşsal bir ‘ânı
yaşa’ cümlesi arasında çok fark vardır. Zevkleri doyasıya ve sınırsızca yaşama anlamında
kastedilen ‘an’da, insan zamanın içine müdâhildir ve aslında kendini kaybederek onun dur
durak bilmeyen ve her şeyi sürükleyen akışına kapılmış vaziyettedir. Yani insan, zamana
mahkûmdur. Varoluş felsefesindeki ‘an’da ise, zamana ait olmayan ve zamanın akışına
kapılmayan, zamanın kendisini sürüklemesine karşı direnen bir insan vardır. Kierkegaard
böyle bir an için “An, zaman ile sonsuzluğun birbirine dokunduğu bir müphemliktir” der.130
Böylece biz, insanın temel ontolojik yapısı olan zamansallık ile ilgili şöyle bir sonuca
varıyoruz: İnsan, gerek geçmiş gerekse şu an ve gelecek için olsun, sadece herhangi bir
zaman dilimini doldurmaz. O, tıpkı dünya içinde bir yerde olan değil de, dünya içine
yayılan bir ilgiler ağının kendisi olduğu gibi, aynı şekilde bütünüyle zamanın tümüne
yayılır. Bu yayılma, bizi doğal olarak tarih ya da tarihsellik kavramına götürür. Dasein’ın
özgür olarak uzayıp gittiği, uzanıp gitme hareketine, dasein’ın tarihselleşmesi denir.131
Tarihsellik kavramının iyi anlaşılması ve parçaların yerine tam olarak oturabilmesi için
130 Otto Friedrich Bollnow, Varoluş felsefesi, s. 112. 131 Heidegger, Varlık ve Zaman, s. 528.
76
zamansallık kavramının iyi anlaşılması gerekmektedir. Çünkü tarihsellik, belli bir zaman
içinde varolup gitmekte olan insan varlığının bir formudur.
Tarihsellik üzerine derin incelemeleri ve yorumlarıyla göze çarpan düşünürlerden biri olan
Jaspers’e göre; varoluşun kendisi tarihselliktir. Tarihsellik bize bilincimizin taşıdığı çifte
karakteri açar; ben zaman içinde yalnızca varolan olarak varımdır. Ancak zaman içinde
kendim değilimdir. Bununla birlikte bu iki yan ayrı ayrı nesneler değil, varoluşsal bilinçteki
bir ve aynı şeylerdir. Çünkü varolan, yani dasein olmadan varoluşun yani egzistansın da bir
anlamı yoktur. Bundan dolayı Jaspers’e göre tarihsellik, zamanla sonsuzluğun birliğidir.
Varoluş, ne zamanın yokluğudur, ne de zamansallık olarak zamansallıktır. Varoluş,
bunların birinin içindeki ötekidir.132
Tarih ile tarihsellik arasında ne gibi bir fark olduğu sorulacak olursa, zaman ile zamansallık
arasında nasıl bir fark varsa tarih ile tarihsellik arasında da benzer bir farkın olduğu
cevabını verebiliriz. Tarih, zaman içinde yaşanan olaylar bütünüdür. Oysa tarihsellik, temel
ontolojik yapısı zamansallık ve tarihsellik olan insan varlığının kendi yapısında varolan bir
içeriktir. Yani, tıpkı zaman anlayışında olduğu gibi zamanın içinde mevcut olan değil de
zamanı kendi içinde taşıyan ve böylece zamansal bir varlık olan insan, aynı şekilde tarihi de
kendi içinde temel bir yapı olarak taşımakta ve böylece onun varoluşunun zemini zamansal
olduğu kadar tarihsel de olmaktadır.
Hatırlayacağımız gibi, kararlılık anında insanın belli bir geleceği varsayması ön görülüyor
ve insan geleceğe doğru belli bir yönelim ve atılımda bulunuyordu. İşte bu noktada, yani
seçim ve kararlılık anında insan, kendisine dışardan verilen ve özüne ait olmayan bir takım
şeylerle karşılaşmaktadır. Her birimiz, belirsiz bir anda değil, kayıt altında tutulabilen belli
bir zamanda ve belli bir toplumun içinde dünyaya geliriz. İşte bu dünyaya geliş, bizden
önce varolup gitmekte olan ve bizden sonra da devam edecek olan dünya tarihine müdâhil
olmak, yani bir anlamda onun kaderiyle ortak bir kaderi paylaşmaktır.
Biz bu verili anları, kendi isteğimizle kazanmayız; onlarla karşılaşırız ya da onları
doğduğumuz andan itibaren o şekilde buluruz. Bu anlamda tarihsellik bize
132 K. Jaspers, Felsefe Nedir?, s. 117.
77
‘fırlatılmışlık’ımızı anımsatmaktadır. Biz, gerek zaman ve tarih, gerekse genel olarak
varoluşumuzla ilgili sorular sorduğumuzda, yani düşünsel anlamda neler olduğunu merak
edip sorguladığımızda çoktan yaşamımızın belli bir anına gelmiş ve varolup gitmemizde
belli bir mesafe kat etmişizdir. Daha öncede söylediğimiz ‘varoluşun düşünceden önce
geldiği’ iddiası işte bu gerçeğe dayanır.
Bizi belirleyen ve sınırlayan tüm bu şeylere, Heidegger, “miras, kalıntı”(erbe) adını verir.
Her bir birey, istese de istemese de bu mirasın içine doğar ve onu otantik ya da inotantik
olarak üstlenir. Kararlılık halindeki varlık, fırlatılmış biri olarak bu mirası üstlenmekte ve
üstlenmiş olduğu bu mirasta özgün şekilde varolmanın fiilî imkanlarını keşfetmektedir.133
Mirasın otantik olarak üstlenilmesi, onun miras alınan ama yine de serbestçe tercih edilmiş
bir olasılık olarak benimsenmesi olgusundan geçer. Dasein, kendisini hangi şart ve ortamda
olursa olsun kendi mirası olarak geri almalıdır. O, kültür mirasıyla kendi mirasının
ayrı şeyler olduğunun bilincine vararak ve kendi kültür mirasıyla hesaplaşarak, kendi
mirasına sahip olmalıdır. Bir anlamda kişi, kültür mirası ile kendi mirasını kendi içinde
harmanlamayı bilmelidir. Bu anlamda Heidegger’in mirasa sahip çıkmadan kastı
geçmişimizin olduğu gibi kabulü değil, geçmiş ile şimdiki anın arasında geçmesi gereken
varoluşsal bir diyalogtur.134
Bu anlamda her birimiz belli bir mirasa sahip olduğumuzdan, varoluşçulara göre, geleceğe
yönelik hiçbir davranışımızda ve kararımızda sıfır noktasından başlamamız söz konusu
değildir. İnsan, geleceğe yönelik her adımında, geçmişinden ve tarihinden izler taşır. Bu
belirlenimden tamamıyla kurtulmak, yani bir sıfır noktasından başlamak ya da kendimizden
öncekilerden daha mükemmel ya da önde olmaya çalışmak ise boş bir çabadır. Çünkü her
birimizin bir başlangıç için bile olsa kat etmesi gereken mesafe aynıdır. Kierkegaard, “bir
nesil bir başkasından bazı şeyleri öğrense bile, asıl insanî olanı, hiçbir nesil diğerinden
öğrenemez ve hiçbir nesil diğer nesillerin başladığı noktadan farklı bir noktada işe
133 Heidegger, Varlık ve Zaman, s. 540-543. 134 S. Mulhall, Heidegger ve ‘Varlık ve Zaman’, s. 232.
78
başlayamaz.”135 derken bunu kastetmektedir.
Heidegger, tarihsel incelemelerin birinci nesnesinin dasein olduğu görüşündedir. Çünkü
ona göre, ilk olarak tarihsel olan dasein’dır. Tarihî eşyalar, antikalar ve tarihî mekanlar,
ikinci dereceden tarihî olan şeylerdir. Heidegger, eski ve antika bir eşyayı tarihsel yapan
şeyin ne olduğunu sorgular. Onun bu sorgulamasındaki amaç, o eşyanın işaret ettiği anlamı
yakalamaktır. Bir nesnenin tarihselliği, geçmişe ait bir şeydir; fakat, şu an burada ‘mevcut
olan’ olma halini sürdürür. Burada iki önemli yön var. Biz, nesnenin hem geçmişte varolan
dasein’ın dünyasına işaret etmesi hem de şu anda burada mevcut olmasıyla karşı
karşıyayız. Böylece tüm tarihî nesneler, dünyanın geçmişteki açığa çıkarılmışlığının, şu an
açığa çıkartılmasına işaret eder. “Bu dünya bundan böyle yoktur ama bu dünyanın daha
önce dünya içinde olan şeyi ise şu an el altında bulunmaktadır.”136
Macquarrie, buraya kadar anlatmış olduğumuz, Heidegger’in zamansallık ve tarihsellikle
ilgili görüşlerini destekliyor görünmektedir. Tıpkı Heidegger’de olduğu gibi Macquarrie’de
de insanın ama yalnızca insanın geçmişi, bugünü ve geleceği bir bütüne getirme ve onlara
kendini aynı anda açma olanağı vardır. İnsan, geçiciliği sadece zaman içerisinde olan bir
varlık değil, daha çok, geçmiş, bugün ve geleceğin kendisine aynı anda açıldığı ve kendisi
için bu üç zamansal yapının aynı anda gerçek olduğu bir varlıktır.137
Tarihin tam olarak ne olduğunu sorgulayan ve bu terimin kesin bir belirsizliğinin olduğunu
düşünen Macquarrie, doğal olarak tarihin daha çok geçmişte yaşanan nesnel olaylar bütünü
olması yönüyle değil, tarihî oluşun akışıyla ilgilenir. Heidegger’in, tarih kavramıyla ilgili
olarak benimsediği dört anlamı Macquarrie de kabul eder. İlk anlamıyla tarih, geçmişteki
olmuş bitmiş olaylar için kullanılır. Bu anlamda geçmiş, geçip gitmiştir ve şu ânımızla bir
alâkası yoktur. İkinci anlamıyla tarih, zamansal olarak geçmişse de, anlam ve içeriğiyle şu
ânın içinde mevcuttur. Macquarrie, bunun için, “tarihten kaçamayız” cümlesini örnek verir.
Yine tarihî bir şiir, buna güzel bir örnektir. Üçüncü ve dördüncü anlamlarında ise tarih,
135 Otto Friedrich Bollnow, Varoluş felsefesi, s. 119. 136 Heidegger, Varlık ve Zaman, s. 536. 137 J. Macquarrie, AET, p. 160.
79
doğadaki her şeyden farklı olan insanın kültürü ve geleneğinin bir gelişimi ve genel
anlamıyla insan ilişkileri olarak anlaşılır.138
Tarih kavramının tüm bu farklı anlamlarının ortak noktaları olduğu görüşünü Heidegger’le
paylaşan Macquarrie, tarihin varoluşsal olarak algılanması gerektiğini düşünür. Tarih,
nedensellik veya belli yasalar ya da kategoriler altında yaşanan şeyler olarak değil, insan
varlığının temel yapısını ve olasılıklarını açığa çıkaran bir yol olarak anlaşılmalıdır. Çünkü
tarih insanın tarihinden ve insanın tarihi de dünyanın tarihinden başka bir şey değildir.
Heidegger’in geçmişe ait eşyalar ve eski aletleri neyin tarihî yaptığı yönündeki
sorgulamasını Macquarrie’de de görüyoruz. O da tıpkı Heidegger gibi, tüm tarihî nesneleri,
tarihî yapan şeyin, bu nesnelerin geçmişte varolan bir dünyaya daha doğrusu dünyanın
geçmişteki varoluşuna referansta bulunmaları olduğu sonucuna varır. Ona göre nesneler,
insanın kendisi ve onun ilgileriyle alâkalı oldukları için tarihe müdâhil olmuşlardır.
Öncelikle tarihsel olan şey, yani insan ise bir nesne değildir. Ancak burada aklımızı
karıştırabilecek bir nokta var. Macquarrie’ye göre eğer biz tarihi insanın olasılıklarının
zaman üzerindeki tasarlanmasının izdüşümleri olarak alırsak, o zaman tarihî olayların
nesnel bağlantısı ne olacak? Yani varoluş bir tarihsellik ve aynı zamanda bir olasılıksa, bu
bizi tarihin olasılıklar bütünü olduğu sonucuna götürmez mi? Elbette götürür; ancak
Macquarrie’ye göre tarih olasılıklarla değil, gerçeklerle oluşturulur. Bu durumda
Macquarrie şu soruyu sorar: İnsan hangi anlamda gerçektir? Cevap hazırdır: İnsan
kendisine ait olan tarihsel aletler ya da mülklerle değil, kendini seçilmiş bir olasılık üzerine
tasarlayan varlığıyla gerçektir. Yani onun gerçekliği de onun olasılıklarında yatar ya da
onlarla iç içedir.139
Bir tarihçinin her şeyden önce, varoluşçuluğun kavramlarını kullanarak iş yapması
gerektiğini düşünen Macquarrie, tarihçinin inceleyeceği materyalleri seçerken kriterinin ne
olması gerektiğini sorgular. Elbette ki bu durumda tarihçi önemli olduğunu düşündüğü
138 J. Macquarrie, AET, p. 161. 139 J. Macquarrie, AET, p. 162.
80
şeyleri seçtiğini söyleyecektir. Ancak bu sefer de soru, ‘ne için önemlidir?’e dönüşür.
Bunun ‘insan varlığı için önemli’ olduğunu söylemek Macquarrie'ye göre mantıklıysa da, o,
tarihçinin görevinin, bir zamanlar gerçekten varoluşsal durumlarda açılan ve hâlâ tekrar
edilebilir olan, insan varlığının olasılıklarının ortaya çıkarılması olduğunu iddia eder140.
Burada üzerinde durulması gereken önemli bir görüş var. Mâzide gerçekleşmiş olan
herhangi bir varoluş, onu günümüze taşıyan materyaller sayesinde, şu anın içinde yaşayıp
gitmekte olan başka bir varoluşun kıvılcımını tutuşturabilir ve onu yaşayan insanın varoluş
serüveninin farkındalığının başlangıç noktasını oluşturabilir. Tıpkı bir ekin tarlasında
tarlanın yüzünden yukarı doğru uzayan tek tük başaklar ya da yüzlerce vadi ve ovanın
üzerinden aşarak başını göğe kaldıran yüce dağlar gibi, tarihin akışı içerisinde de bu şekilde
birbirini selamlayan ve tarif edilmez bir varoluşsal iletişim kuran kişiler vardır. Ya da bir
peygamberin kendinden sonraki çağlarda yaşayan inananlarına sesini duyurması veya,
varoluşunun derin ama yüce yolculuğunun üzerinde salınan ender insanların, arada çağlar
olmasına rağmen birbirleriyle konuşabilmesi gibi.
Sonuç olarak, Macquarrie’nin zamansallık ve tarihsellikle ilgili teolojik yorumlarının
altında, varoluşsal kavramların, özellikle de Heidegger’in etkisi bâriz bir şekilde
görülmektedir; ancak onun tarih ile ilgili bu görüşleri, bir yönüyle de ‘yüce fiiller’ ya da
‘güçlü fiiller’ dediğimiz şeyle bağlantılıdır. Şimdi varoluşsal tarih yorumlarını güçlü fiiller
ile birleştiren ve zenginleştiren Macquarrie’nin konu ile görüşlerini daha yakından
incelemek için, Hıristiyanlık’ta önemli bir yere sahip olan yüce fiiller konusuna geçiyoruz.
2.2. Yüce Fiiller
Hıristiyanlık, gerek İsa’nın doğumu ve o esnada yaşanan olaylarla, gerekse Tanrı’nın
O’nun bedeninde cisimleştiği ve çarmıha gerildikten sonra göğe yükseltildiği yönündeki
inançlarıyla, efsanevî bir dindir, tabii tüm bu olup bitenlere efsane denilebilirse.
140 J. Macquarrie, AET, p. 164.
81
Hıristiyanlara göre, Tanrı insanı “kendine benzer”141 yaratmış ve "insanın, kendi sonsuz
yaşamına ortak olmasını”142 istemiştir. Fakat özgür bir iradeyle yaratılan insan, Tanrı’ya
isyan ederek “günah işlemiş”143 ve böylece insanla Tanrı arasındaki bağ kopmuştur. Ne,
zamanın gelip geçmesiyle ne de yapılacak iyiliklerle asla silinmeyecek olan bu günah, her
bir insanın doğar doğmaz üzerinde taşıdığı bir yüktür.
İsa, “Baba’nın bağrında bulunan ve Tanrı olan biricik Oğul”144, babasının yanında
bulunmuş ve O’nun emri ile gökten inerek insanları kurtarmak ve onların cezalarını
yüklenmek için145 insan bedenine girmiştir. Hıristiyanlar, “Söz, insan olup aramızda
yaşadı”146 ifadelerinde bunun anlatıldığını düşünürler. Böylece İsa, insan olarak insan için
geçerli olan tüm kanunlara göre yaşamış147 ve en nihayetinde de insanlığın boynunda asılı
olan günah yükünü kaldırmak için kendi günahsız bedenini çarmıhta kurban
etmiştir.148Tüm insanlığın günahını çarmıhta canıyla ödeyen İsa Mesih, gömülmüş ve
üçüncü gün tekrar dirilerek havârilerine görünmüş149 ve en sonunda da göğe yükselerek
Tanrı’nın yanındaki yerini almıştır.
Hıristiyanlığın temelini oluşturan tüm bu inançlar, bilhassa onun çarmıha gerilmesi ve
Tanrı’nın onun bedeninde cisimleşmesi olayları, yüce fiiller olarak adlandırılır. Bu fiiller
özü itibariyle, Tanrı'nın insan hayatına müdahalesinin sonucudur. Tanrı, insanlık tarihinin
başlangıcından İsa Mesih’in çarmıha gerildiği âna kadar, işlenen tüm günahlara sabretmiş
ve onları cezasız bırakmıştır.150 Ancak daha sonra O, dünyaya olan büyük sevgisinden
dolayı biricik oğlunu, “Tanrı kuzusunu”151 çarmıhta kurban ederek, insanların günahlarını
bağışlamış ve onların imanlarını aklamak için adaletini bu şekilde tecellî ettirmiştir. O,
141 Yar., 1:26-27. 142 Yuh., 17:20-27. 143 Rom., 3:23. 144 Yuh., 1:18. 145 Yeş., 53:6. 146 Yuh., 1:14. 147 Gal., 4:4. 148 Rom., 3:25-26. 149 1. Kor., 15:3-7. 150 Rom., 3:25. 151 Yuh., 1:29.
82
günahlıları İsa Mesih’in kefaretinde aklarken adaletlidir çünkü günahları göz ardı edemez
ve ona göz yumamazdı.152 Dolayısıyla Tanrı, insanlık tarihi üzerinde İsa'nın bedeni ile
hareket etmiş ve böylelikle tarihe yön vermiştir.
Tüm bunların varoluşsal olarak anlamı nedir? Ya da soruyu daha özelleştirerek soracak
olursak, yüce fiiller Macquarrie’nin insan varoluşu düşüncesinde nasıl bir yere ve öneme
sahiptir?
Her şeyden önce Macquarrie, inançlarına sıkıca bağlı bir Hıristiyan olarak, diğer tüm
dindaşları gibi, Tanrı’nın İsa’nın doğumunda ve bütünüyle onun hayatında eşsiz bir şekilde
hareket ettiğine inanır.153 Bu düşünce bize, Tanrı’nın İsa’nın bedeninde cisimleşmesiyle,
varlığının daha kesin bir ispatının yapılabileceğini düşünen Hegel’i anımsatmaktadır.
Hegel, yüce fiiller ile, Hıristiyanlığın başka hiç bir dinde olmayan bir ayrıcalığa sahip
olduğunu, yani somutlaşmış bir Tanrı’nın diğer dinlerde mevcut olan soyut ve ulaşılmaz bir
Tanrı’ya oranla çok daha fazla gerçekçilik izlenimi verdiğini düşünmektedir. Ona göre, her
ruhun tabiatında kendisini gösterme ve nesnelleşmeye doğru güçlü bir eğilim vardır ki, bu
anlamda somutlaşmış bir Tanrı düşüncesi ile Hıristiyanlık, diğer tüm dinlerden ve
Aydınlanma’nın Tanrı’sından bir adım öndedir.154 Bu önemli düşünce, başka bir yer ve
zamanda derinlemesine tartışılabilecek bir konudur ancak o, yine de yüce fiillerin
Hıristiyanlıktaki anlam ve önemine işaret etmesi bakımından değer arz eder ki; bu değer,
genel olarak Hıristiyanların yüce fiillere verdiği önemin çok küçük bir parçasıdır.
Macquarrie, yüce fiillerin içeriğine geçmeden önce onların varlığından nasıl
bahsedebildiğimiz konusunda bir ön-soruşturmaya girişir. O, bu konuda daha çok
Bultmann’ın yolunu takip etmektedir; fakat, ilerde de göreceğimiz gibi o, Bultmann ile bazı
konularda aynı şeyleri düşünmez, özellikle de dinde efsânelerin olup olmaması gerektiği
konusunda.
152 Rom., 3:25-26. 153 J. Macquarrie, AET, p. 166. 154 Naim Şahin, Hegel’in Tanrısı, Çizgi Kitabevi, Konya 2001, s. 69.
83
Macquarrie’ye göre yüce fiillerin temelinde bulunan ve onların ayakta durmasını sağlayan
üç element vardır. Bunların ilki ‘mûcizevî’ elementtir ki onu anlamak için ‘efsâne’
kavramını iyi anlamalıyız. Macquarrie Bultmann’ın efsâne ile ilgili tanımını yineler.
“Efsâne, diğer dünyaya ait ve ilahî olanın, bu dünyaya ait ve insanî olarak sunulmasıdır.”155
Macquarrie, Bultmann’ın efsâne ile ilgili söylemlerinde, onun efsâne ile ilgili olarak, tam
olarak neyi kastettiğinin bulanık olduğu görüşündedir. Biz tam olarak neye efsâne deriz ve
diğer dünyaya ait ve ilahî olanın tanımı nasıl yapılır? Örneğin Bultmann’ın modern akla
uymuyor diye kabul edilemez bulduğu İsa’nın mucizelerini nereye koyabiliriz? Bu noktada
şu belirtilmelidir ki, Macquarrie’ye göre Bultmann’ın efsâne ile ilgili görüşlerinde,
varoluşçuluğun etkisi değil, eski moda bir liberal modernizmin etkisi vardır. Bultmann
hâlâ, yarım yüzyıl önce popüler olan bilimsel görüşe takılıp kalmış durumdadır.
Macquarrie’ye göre İncil’de geçen efsânevî olayları biz, iki kısma ayırmalıyız. İlki, hem
Bultmann’ın hem de modern aklın reddedeceği ve daha çok Esinlemeler bölümünde bize
sunulan dünya fotoğrafının içeriğini oluşturan efsânelerdir. Elbette ki, bu gün böyle bir
dünyanın var olmadığı ortadadır. İkinci kısım efsânevî olaylar ise, yani bedenleşme, çarmıh
ve beraberinde yaşananlar, birinci kısım efsânelerden oldukça farklılık arz eder. Onlar,
Tanrı’nın doğrudan müdahalesi ile gerçekleşen, biricik ve eşsiz mûcizevî olaylardır. Bunlar
aynı zamanda birinci kısım efsânelerden farklı olarak nesnel-tarihî bir zemine sahiplerdir.
Dolayısıyla buradan fiillerin ikinci temel unsuruna, yani nesnel-tarihî dediğimiz şeye
geçmeliyiz.
İncil’de geçen yüce fiiller ile ilgili olaylar, tarihî bir İsa’nın, yani Nasıra’lı İsa’nın üzerinde
yoğunlaştığından ve dünya tarihinde belli bir yer edindiğinden dolayı diğer efsanevî
olaylardan ayrılmalıdır. Ayrıca biz, yüce fiiller içinde en nesnel-tarihî olay alarak çarmıh
olayını buluruz. Ancak, Macquarrie’ye göre burada açılması gereken bir nokta var.
Fransız bilgini Guignebert’in çalışmalarının, İsa’yı sadece efsânevî olarak düşünen tüm
teorilere ölüm vuruşu yaptığını ve yüce fiilleri nesnel-tarihî bir zemine, yani kesin bir
155 J. Macquarrie, AET, p. 167.
84
gerçekliğe oturttuğunu düşünen Macquarrie, böyle bir ispatlamanın dînî sadâkat için ya da
iman için nasıl bir önem taşıyabileceğini ya da öneminin olup olmayacağını sorgular. Ona
göre böyle bir gerçek, dînî sadâkat için önemli değildir ya da olmamalıdır; çünkü, haça
duyulan sadakat, ‘haç tarihin bir gerçeğidir’ inancından tamamen farklıdır. Genel olarak
Hıristiyanın ve özel olarak da ilahiyatçının haçla ilgisi nesnel değil, varoluşsaldır. Eğer o,
onu Hıristiyan olmayanların da kabul edebileceği gibi nesnel bir olay olarak kabul edip
anlarsa, bir inanan ya da ilahiyatçı olmaktan çıkar ve bir felsefeci ya da antropoloji
uzmanına benzer bir şey olur.156
Sonuç olarak yüce fiiller, nesnel-tarihî olaylar olarak anlaşıldıklarında varoluşsal kurtarma
olayları olmaktan çıkarlar ki buradan yüce fiilleri oluşturan üçüncü elemente, yani
varoluşsal-tarihî elemente geçmeliyiz; ancak bir noktayı belirttikten sonra. Macquarrie’nin
varoluşsal olanı ön plana çıkarması onun nesnel-tarihînin bir önemi olmadığını düşündüğü
anlamına gelmemelidir. Nesnel-tarihî zemin olmadan elbette ki varoluşsal-tarihî olaydan da
bahsedilemez ancak Macquarrie burada, kurtarma olaylarına dönüştürülen nesnel olaylarla
değil, nesnel olayları varsayan kurtarma olaylarıyla ilgilendiğini belirtir. Onun açısından
asıl önemli olan şey de bu ikincisi yani varoluşsal elementtir.157
Haç ve yeniden dirilme Hıristiyanlıktaki kurtarma olaylarıdır ve onlar sadece dünya
tarihinin parçaları değil, aynı zamanda insana mevcut varolma olasılıklarını açan,
varoluşsal-tarihî olaylardır. Onlar, geçmişten uzanarak bu gün bizim için, bağışlanma ve
lütuf aracılığıyla, varoluşsal bir olanağımız halini alır. Ancak, yüce fiiller ‘bu olaylar benim
varlığım için ne anlam ifade eder?’ diye sorabilen insan için, karar verebileceği bir
kurtarma olasılığı açar.
Olayların varoluşsal-tarihî yanına öncelik vermenin, nesnel-tarihî taraf ve efsâneler
olmadan da yapabileceğimiz anlamına gelmemesi gerektiğini belirten Macquarrie, yüce
fiillerdeki üç elementin birbirine karıştırıldığını söyler. Guignebert, sadece nesnel-tarihî
156 J. Macquarrie, AET, p. 170. 157 J. Macquarrie, AET, p. 171.
85
olanla ilgilenir; Bultmann ise İncil’in çoğunu efsânevî olarak görür ve ona kısmî bir değer
atfetmekle beraber, mümkün olsa onun içeriğini efsânevî olaylarla ilgili ifadelerden
arındırmak ister. Çünkü ona göre efsânenin değeri, sadece olayın önemini vurgulamak
içindir. Dolayısıyla, varoluşsal-tarihî içeriğin ön plana çıkarılması için efsâne bir alet olarak
kullanılabilir, ancak onun kusurlu bir alet olduğunun bilincinde olunarak.158
Macquarrie’ye göre biz, konunun başında belirtmiş olduğumuz iki tür efsânevî olaydan,
birinci tür efsânevî olayları, yani İncil’in çizmiş olduğu efsânevî dünya fotoğrafını
eleyebiliriz, eğer illa da bir eleme yapmamız gerekiyorsa. Çünkü bu tür olaylarda kullanılan
kavramlar, artık varolmayan bir dünyaya aittirler ve onlar şu an modern insan için anlamlı
değillerdir. Ancak, ya ilahî olanın şu an bizim için bir olasılık olarak sunulduğu yüce
fiiller? İşte bunları asla eleyemez ve göz ardı edemeyiz. Çünkü onlar her şeyden önce bizim
şu an ki varlığımız için büyük bir öneme sahiptirler.159
Konunun Macquarrie’ye göre diğer bir önemli yanı, eğer Tanrı’dan ve O’nun
hareketlerinden bahsediyorsak efsânevî olandan ve sembolik dilden kaçamayacağımız
gerçeğidir. İnsan düşüncesi öyle bir şeydir ki, orada sembollerden ve efsânelerden
kaçılamaz, kaldı ki Tanrı’dan hiç bahsetmeyen Heidegger bile zor olan felsefesinin içeriğini
açıklamak için klasik bir Yunan mitolojisine baş vurmuştur. Dolayısıyla Tanrı’nın
hareketlerinin bütününü insanın ifadelerine tamı tamına çevirmek mümkün olsaydı bile,
yine de sembollerden ve efsânelerden uzak kalamazdık.160 “Eğer” diyor Macquarrie,
“İncil’in sembolik dili modern akılların anlaması için zorsa, içinde herhangi bir varoluşsal
izahın ifade edilmek zorunda olduğu felsefî bir dil daha da zordur.”161 Açıkça
görülmektedir ki burada Macquarrie sıradan bir insan için varoluşsal analitiğin, İncil'in
ifadelerinden daha zor ve çetrefilli olduğunu düşünmektedir. İncil’in ifadeleri, insana ilk
anda mantıksız ve çelişik gelse de, en azından o amaçladığı düşünceyi insan beynine
ulaştırmada başarılıdır, yani niyet edilen anlam yerini bulmuştur.
158 J. Macquarrie, AET, p. 173. 159 J. Macquarrie, AET, p. 174. 160 J. Macquarrie, AET, p. 175. 161 J. Macquarrie, AET, p. 176.
86
Macquarrie’te göre, Tanrı’nın İsa’nın doğumunda hareket ettiğine duyulan inanç,
Hıristiyanlığın temelini oluşturur ki, bu temel sadece nesnel-tarihî bir temel değil, aynı
zamanda varoluşsal olarak algılanması gereken bir temeldir. Biz bu temeli yok sayarsak
Hıristiyanlık bir din olmaktan çıkar ve belki bir felsefe ya da bir düşünce şeklini alır. Her
ne kadar Bultmann Hıristiyanlıkta varoluş felsefesine yakın olan şeylere vurgu yapmaya ve
ona uzak olan şeylerin ise üzerinden geçmeye meyilli ise de efsânevî olan aynı zamanda
varlığımla ilgili olan olduğundan efsânevî elementi asla eleyemeyiz.162
Bultmann’ı nesnel-tarihî olanı, varoluşsal-tarihînin içinde öğüterek belirsizleştirmeye ve
belki de tamamen silikleştirmeye çalışmakla eleştiren Macquarrie, varoluşsal-tarihînin
nesnel-tarihî bir orijini var saydığını öne sürer. Yani o, nesnel-tarihînin varlığından yola
çıkarak, varoluşsal-tarihîye ulaşmaz, tam aksini yapar. Sadâkatin yaşayan İsa’sı, tarihin
İsa’sını da zorunlu kılmaktadır.
Macquarrie bu düşüncesinde, Heidegger’in tarih anlayışının etkisinin olduğunu
söylemekten çekinmez.163 Nitekim Heidegger varoluşsal-tarihî olanı, tüm tarih çalışmaları
için öncelikli bir mesele yapıyordu. Ona göre tarih, gerçeklerle değil, olasılıklarla
alâkalıdır. Tarihin amacı, geçmiş olayları, olayların kökenini ve birbirleriyle ilişkilerini ya
da sonuçlarını araştırmak değil, onların tekrarlanabilir birer olasılık olarak şu an bizler için
anlamını ortaya çıkarmak olmalıdır. Dolayısıyla ona göre tarih, tekrarlanabilir olasılıkla
alâkalıdır ve bir olasılığın tekrarlanması demek, onun bir zaman gerçek olmuş olması
demektir.164 İşte Macquarrie, Heidegger’in bu anlayışını, varoluşsal-tarihî olayın önemini
ortaya çıkarmada ve onun nesnel bir zaman üzerine temellendirilmesinde kullanmaktadır.
Yüce fiillerin üç temel elementini bu şekilde açıklayan Macquarrie, şimdi onların bizzat
kendilerine, yani onların ne anlam ifade ettiklerine döner. İlkin o, bu fiillerin hepsinin
162 J. Macquarrie, AET, p. 177. 163 J. Macquarrie, AET, p. 178. 164 Heidegger, Varlık ve Zaman, s. 552-553.
87
İsa’ya ait olduklarından, bir birlik içinde olduğunu ve bu birliğin merkezinde ise çarmıh
olayının bulunduğunu belirtir. Ona göre çarmıhın önemi, bu olayın öznel-tarihî bir olay
olmasında yatar.165
Haçta kurban edilen İsa, pek tabii ki nesnel-tarihî bir olay olarak kabul edilebilir ancak
Macquarrie’nin ısrarla üzerinde durduğu şey, ona sadece böyle bir anlam yüklenerek onun
bizi pek fazla öteye götüremeyeceği gerçeğidir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Hıristiyan
olmayan bir kimse de basitçe İsa’nın çarmıhtaki ölümünü kabul edebilir ancak bu kabul
ediş, nesnel-tarihîye hapsolduğu sürece, haç asla bir kurtarma olayının karakterine sahip
olamaz.166
Macquarrie, Bultmann’ın Yeni İncil’deki ifadelerin kendinden varoluşsal özellikler taşıdığı
yönündeki düşüncesini paylaşıyor görünmektedir. Eski İncil’in yasaya, Yeni İncil’in ise
imana dayalı olduğu yönündeki bu görüş, İncil’in genelinde de hâkim olan bir anlayıştır.
İsa gelmiştir ve insanları Yasa’nın lanetinden kurtarmıştır, çünkü Yasa imana dayalı
değildir.167 Eski İncil’de yahudilerin kurban sunma törenleri yaptıklarına168 ve kurbanın
kanıyla birlikte kurban verenin günahlarının da akıp gittiğine169 dair ayetlere rastlıyoruz. Bu
anlamda gerek Macquarrie’ye gerekse Bultmann’a göre Eski İncil daha çok, geleneğin
dışsal yanını, Yeni İncil ise bu geleneğin anlam ve içeriğini oluşturur ki, bu anlamın zirve
noktasında da İsa’nın çarmıha gerilmesi olayı bulunur.
Ancak burada atfedilen önem dahi, onun içeriğinin değerini vurgulamakta yetersizdir. Onun
asıl önemi, varoluşsal olarak kavranmasında yatar ki; bu da, bu deneyimi bizzat yaşama
anlamına gelir. Konuya varoluşsal bir ehemmiyet veren her inananın düşüneceği gibi
Macquarrie’de de asıl önemli olan çarmıha nesnel-tarihî bir olay olarak inanmak değil, ona
varoluşsal bir değer atfederek inanmak, yani bir anlamda İsa’yla birlikte çarmıha
gerilmektir. Bu anlamdaki bir inançta ise haç, ‘şu an benim için’ mevcuttur ve o geçmiş bir 165 J. Macquarrie, AET, p. 178. 166 J. Macquarrie, AET, p. 182. 167 Gal., 3:12-14. 168 Tes., 33:10. 169 Lev., 16.
88
olayı değil, şu an varlığım için anlamlı bir olasılığı simgeler. “Mesih’le birlikte çarmıha
gerildim, artık ben yaşamıyorum, Mesih bende yaşıyor.”170
Macquarrie buradaki, Tanrı’nın Oğlu’nu çarmıhta kurban etme ve insanlığın günahlarını
affetme hareketinin Tanrı’ya bir şeye mâl olduğunu düşünür ki, o da Tanrı’nın İsa’da
bedenleşmesidir. Macquarrie, bedenleşme olayının, haç olayına benzer, nesnel-tarihî bir
zemininin olmadığını, bu yüzden de bedenleşmenin Hıristiyanlığın en derin gizemini
oluşturduğunu düşünmektedir.171 İşte biz, en çok bu noktada efsânevî olana ihtiyaç duyarız,
çünkü Tanrı’nın İsa’da bedenleşmesinin nasıl vukû bulduğunun hiç bir anlaşılır ve açıklanır
tarafı yoktur. İncil, bedenleşmenin ve çarmıhın imkâniyeti ya da ‘nasıl’ meydana geldiği ile
ilgilenmez. O, daha çok bunun ‘ne için’liğiyle, yani anlamının ne olduğuyla ilgilenir.
Anlam açıktır: “Oysa Mesih, ölmüş olanların ilk örneği olarak, ölümden dirilmiştir. Ölüm
bir insan aracılığıyla geldiğine göre, ölümden diriliş de bir insan aracılığıyla gelir. Herkes
nasıl Adem’de ölüyorsa, herkes Mesih’te yaşama kavuşacak”172 “Ama biri diyebilir ki,
ölüler nasıl dirilecek? Nasıl bir bedenle gelecekler? Ne akılsızca bir soru! Senin ektiğin
tohum ölmedikçe yaşama kavuşmaz ki!”173 Macquarrie tıpkı bedenleşme olayında olduğu
gibi, yeniden dirilme meselesinde de, Bultmann’ın nesnel-tarihî bir zeminden yoksun
olduğumuzu düşündüğünü söyler. Bultmann’a göre, tek nesnel-tarihî temele dayanan olay
çarmıhtır ve diğer yüce fiiller, başka tür yollardan inansak bile, nesnel olarak
inanamayacağımız türden olaylardır.174 Macquarrie ise, Bultmann’ın aksine, bedenleşme
olayında olmasa bile, en azından yeniden dirilme meselesinde, böyle bir nesnel-tarihî
zemine sahip olmadığımızı düşünmez. Onun bu düşüncesine sebep olan iki şey vardır; İlkin
o, yeniden dirilmeyle ilgili nesnel-tarihî bir zemin için Saint Paul’un rivayetlerine, yani
İsa’nın ölümünden sonra dirildiği ve havârilerine göründüğü175 ile ilgili ayetlere dayanır.
Gerçekten biz, İncil’de şu tarz ayetlere sık rastlarız: “Mesih dirilmemişse, bildirimizde
170 Gal., 2:20. 171 J. Macquarrie, AET, p. 184. 172 1.Kor., 15:20-23. 173 1. Kor., 15:35-37. 174 J. Macquarrie, AET, p. 186. 175 1. Kor., 15:3-7.
89
imanımız da boştur ve bizim Tanrı’yla ilgili tanıklığımız da yalan olmuş olur.”176
İkinci olarak ise o, yeniden dirilmeyle ilgili olarak, bizim onu kabul edebilmemiz için, haç
olayını bir ön-gerçek olarak kabul etmemiz gerektiği düşüncesine dayanır. Böylece,
yeniden dirilme haç ile ortak nesnel-tarihî bir zemine sahip olur ki, Macquarrie yeniden
dirilmenin tarihî zemini meselesini haç olayına atıfla halletmeye çalışmış olur.177
Tüm bu, yüce fiillere nesnel-tarihî bir zemin bulma ve onları daha bir meşrûlaştırma
çabalarına rağmen Macquarrie, beklenmeyecek şekilde, farklı ama önemli bir tarafa vurgu
yapmaktan da geri durmaz. O, nesnel bilgi ve varoluşsal bilgi arasındaki farktan hareketle,
Tanrı’nın nesnelleştirildiğinde bir şahıs olmaktan ziyade, nesneler dünyasına ait herhangi
bir şey olacağını söyler. Ona göre, Tanrı’nın varlığını reddetmekten daha büyük çılgınlık,
onun varlığını kanıtlamaya çalışmaktır. Dolayısıyla, onun İsa’daki hareketleri olan yüce
fiiller, kanıtlanması değil, inanılması gereken unsurlardır. İsa’nın mezarını açıp, boş
olduğunu göstermek ya da ona dair herhangi bir nesnel bilgi formuna ulaşmaya çalışmak
anlamsızdır; çünkü, yüce fiiller kanıtlanamazlar.178
Ayrıca Macquarrie’ye göre, onların kanıtlanıp kanıtlanamamasının bir önemi de yoktur.
Onlar kanıtlanamasalar bile, önemli olan onların ‘şu an benim için’ ne anlam ifade ettiği ve
varlığıma nasıl bir olanak sunduğudur. Dolayısıyla yeniden dirilme mevcuttur, ancak
geçmiş bir olay olarak değil, Tanrı’nın İsa’da karar verdiği ve ‘şu an benim için’ yeni bir
olasılığı açan bir olay olarak. Bu ise, Tanrı’nın İsa yoluyla benimle konuşması ve şu an
beni affedilmiş olmanın olasılığı içinde yeni bir yaşama kavuşturması demektir.
Sonuç olarak Macquarrie, yüce fiillerde varolduğunu iddia ettiği üç elementin üçününde
vazgeçilmez olduğunu düşünüyor gözükmektedir. O, Bultmann’ın Hıristiyanlıktaki nesnel-
tarihî ve efsânevî olanı yıkmaya çalışmasına karşılık asıl yıkımın varoluşsal-tarihî
176 1. Kor., 15:14 -15. 177 J. Macquarrie, AET, p. 187. 178 J. Macquarrie, AET, p. 188.
90
elementin göz ardı edilmesi ya da ortadan kaldırılması olduğunu düşünüyor gibidir.
Hıristiyanlara göre, yüce fiiller ve bilhassa onların merkezinde bulunan çarmıh olayı hayatî
bir önem arz eder. Çünkü çarmıh, insanların kendi çabalarıyla Tanrı’ya ulaşabileceklerini
ya da kendi günahlarının karşılığını ödeyebileceklerini iddia eden her düşünceyi yadsır.179
Çarmıh, insanoğlunun yetersizliğinin bir sembolüdür ve bu yüzden gerek çarmıh gerekse
yüce fiillerin tamamı, bize sunuldukları gibi kabul edilmelidir. Evet anlayamıyoruz ama
anlasaydık zaten mûcize olmazdı. Bu yüzden belki de, anlamaya çalışmamalıyız. Çünkü
çarmıh saçma sayılsa da, Hıristiyanlar için “Tanrı'nın saçmalığı, insanın bilgeliğinden
üstündür.”180
179 M. 1. Jones: İncil’in Özü, s. 30. 180 1. Kor., 1:25.
91
3. HRİSTİYAN VAROLUŞU: BİREYSEL VE TOPLUMSAL BOYUT
3.1. İman
Hıristiyanlar kendilerini Hz İbrahim’e dayanan, tek ve aynı Tanrı’ya inanan üç büyük
dinden biri olarak görmektedirler. “Yerde ya da gökte ilah diye adlandırılanlar varsa da,
bizim için tek bir Tanrı Baba vardır. O, her şeyin kaynağıdır ve biz O'nun için
yaşıyoruz.”181 Bu anlamda İncil’de Tanrı; ezelî, her şeyin kaynağı ve sebebi182, her şeye
gücü yeten183, her şeyi yaratan184, adaletli185 ve hüküm sahibi186, sevgi ve merhamet dolu187,
zengin ve bilge188 olarak tanımlanır.
Hıristiyanlar Tanrı’nın bedenleştiğine ve İsa Mesih olarak aralarında yaşadığına
inanmaktadırlar.189 Bir önceki konuda da belirttiğimiz gibi, Tanrı insanlığı üzerindeki
günah yükünden kurtarmak ve onlara yeni bir yaşam bağışlamak için, İsa’da bedenleşmiş
ve en nihayetinde O’nun çarmıhtaki ölümüyle, insanlığa en büyük lütfu, yani kurtarılmayı
bahşetmiştir. İşte kısaca, Hıristiyanlıkta iman, Tanrı’nın İsa’nın bedenindeki hareketlerinin
tümüne inanmaktır.
İncil’de imansız yaşam, ölümle eşdeğer kabul edilmektedir. İman etmemiş insan, tıpkı bir
ölü gibi, imanlı yaşamdan ve o yaşamın kendisine sunduğu olanaklardan habersiz ve
uzaktır. İbrânîlere Mektup’taki 11. bölümde geçen ifadeler iman ile ilgili oldukça etkileyici
bir bölümü oluşturur. Burada iman, genel olarak ‘ümit edilen şeylere güvenmek ve
görünmeyen şeylerin varlığından emin olmak’ olarak tanımlanır. Ayrıca burada çarpıcı bir
181 1. Kor., 8:5-6. 182 Rom., 11:36. 183 Mar., 11:36. 184 Elç., 17:25. 185 Yuh., 17:25. 186 Rom., 9:15. 187 Yuh., 16:27. 188 Rom., 11:33. 189 Yuh., 10:30.
92
ayette şöyle denilmektedir: “İman olmadan Tanrı’yı hoşnut etmek imkânsızdır.”190
Ancak tüm bu söylediklerimiz, işin biraz daha formel yanını oluşturmaktadır.
Macquarrie’ye göre önemli olan, iman meselesinin varoluşsal yanı, yani imanın
içeriğindeki unsurların her birinin, bizim varlığımız ve şu anımız için olan anlam ve
değeridir. İman, bir dinin temel inanç ve kaidelerini salt bir onaylama değil , o dinin inanç
esaslarının insanın kendi varoluşsal olanaklarına dönüştürülebilmesidir. Kısaca
Macquarrie’ye göre iman, yaratıcılıktaki Tanrısal lütuf hareketinin bilincinde olarak,
kişinin kendi olasılıklarının farkına tam olarak varmasıdır.191
Macquarrie, iman kavramını tek başına bir olgu olarak değil, Hıristiyanlığın temel unsurları
ile olan bağlamı içerisinde ele alır. Tanrı İsa aracılığıyla insanın düşmüş varlığına müdahale
etmiş ve ona günah yüzünden kaybolan varoluşsal olanağını, yani yeniden Tanrı’nın oğlu
olma olasılığını geri vermiştir. İnsanı doğru ve gerçek varoluştan koparan günah, Tanrı’nın
lütuf hareketiyle örtülmüş ve böylece insana geçmişe doğru uzanımında affedilme,
geleceğe doğru uzanımında ise yeni bir hayat olasılığı açılmıştır. Dolayısıyla İsa’ya iman
etmek, kendi kendine yeterli olmadığının bilincine vararak kendini Tanrı’ya tam bir
bağlılıkla teslim etmek demektir.192
Macquarrie, tıpkı Bultmann’ın da yaptığını söylediği gibi, iman kavramını “karar”
kavramıyla birleştirir, ya da daha doğru bir ifadeyle, her ikisini de bir ve aynı şey olarak
görür. Bu yeni rengiyle iman, lütfun sonucunda bizi Kelime’nin bildirisiyle yüzleştiren bir
karardır. Hakîkî bir karar, her insanın kendisi için atması gereken en önemli adımdır.193
Biz burada yine çok açık bir şekilde Heidegger’in Macquarrie üzerindeki etkisini görürüz.
Heidegger felsefesinde kararlılık ve azim eşsiz bir yere sahiptir ve onun düşmüş
varoluştan, gerçek bir varoluşa geçişte çok önemli bir rol oynadığı ya da diyebilirsek, bir
190 İbr., 11:6. 191 J. Macquarrie, Princeples of Christian Theology, p. 239. 192 J. Macquarrie, AET, p. 193. 193 J. Macquarrie, AET, p. 194.
93
köprü görevi gördüğü hatırlanacaktır. Düşmüş insan, varoluşunun kendisine ait olduğu
bilincinden o an için uzak olduğundan, geçmişten bir kaçışla olgusallığını unutmuş ve
gelecekten bir kaçışla olasılığından vazgeçmiştir. Sadece vicdan, onu karar anına çağırabilir
ve böylece o, eğer her bir ânının, varlığının sınırsız olanakları için bir fırsat olduğunu
ansızın kavrarsa, kararlılık dediğimiz şeyle karşılaşır.
Hedegger’in temel kavramlarından olan kararlılık, Macquarrie tarafından, iman ile
özdeşleştirildiğinden dolayı daha farklı bir önem arz eder. Ancak Macquarrie’ye göre bu
kavramın her iki taraf için ifade ettiği anlam ve yönlendirme biraz farklıdır. Hatırlanacağı
üzere Heidegger’de insan olasılıklarından önce durmaktadır ve o, varlığının en kesin
olasılığı, yani ölüm karşısında kararlılığını harekete geçirmektedir. Kararlılık, bu ana
olasılığın kabulü, yani bir anlamda kişinin kendi ölümünü kararlılıkla kabulü anlamına
gelir. Oysa Macquarrie’ye göre bu kavram ölümle değil, daha çok yaşamla bağlantılıdır ve
o ölüme doğru değil yaşama doğru bir yönelmedir.194
Aslında burada iddia edilen fark, kavramların her iki taraf için de anlamlarının farklı
olmasından kaynaklanıyor gibidir. Heidegger için yaşam, bu dünyada, şimdi varolan ve
kişinin otantik bir varoluşa sahip olduğu bir yaşamdır. Macquarrie ya da genelde
Hıristiyanlık için ise yaşam İsa’da ve O’nun öğretisini kabul etmededir. İmansız bir insan
ölü bir insandır. Dolayısıyla fark, yaşam ve ölüm kavramlarına yüklenen anlamdadır.
Yine Macquarrie, Heidegger’in kararlılık kavramı ile Hıristiyanlığın imanında mevcut
olması gereken kararlılık arasında ikinci bir fark görür. Heidegger’in sisteminde kararlı
olma, insanın kendi ontolojik yapısından ve temelinden kaynaklanan bir olgudur. Yani
insan, kararlılık aşamasına yalnızca kendi varoluşsal olanaklarına dayanarak ulaşır.
Hıristiyanlıkta ise karar, yalnızca Tanrı’nın lütfu sayesinde ulaşılan bir nokta, bir anlamda
düşmüş varoluşun bir sonu, gerçek varoluşun ise bir başlangıcıdır. Lütuf ve kararlılık
ayrılmaz biçimde Tanrı’nın insana bahşettiği kurtuluş hediyeleridir.195
194 J. Macquarrie, AET, p. 195. 195 J. Macquarrie, AET, p. 196.
94
Buraya kadar Hıristiyanlığın ana çizgilerini bire bir takip eden Macquarrie, burada
varoluşçu kimliğiyle oldukça ilginç ve orijinal bir tespitte bulunur. Çok defa tekrar edildiği
gibi, insan bir nesne değildir ; o, yaşamaktadır. Dolayısıyla, varolan her tür şeyden ayrı
olarak insan varlığında lütuf ve kurtarma farklı şekilde tezâhür eder. Tanrı herhangi bir
nesneye herhangi bir şey empoze ediyor gibi, insana lütuf hediyesini sunmaz. Lütuf,
bitkilere ve hayvanlara sunulan merhametten farklıdır. Tanrı bu hediyeyi sunarken, insanın
ayırt edici karakterini ve varoluşunun temel yapısını göz önünde bulundurur. Bu anlamda,
Tanrı’nın kurtarma ile ilgili hediyesi, yalnızca insanın kendisi için karar verebileceği bir
olasılık olarak verilebilir. Tanrı onu olası yaptığı için karar, Tanrı’nın hediyesidir ve O’na
aittir, fakat öte yandan o, insanın onu kabul etme ya da reddetme olanağı olduğundan
insana aittir.196
Macquarrie varoluşçuluğa olan yakınlığından dolayı karar üzerine vurgu yapmaya devam
eder. ‘Karar’ın tıpkı Heidegger’in felsefesinde düşmüş varoluşun parçalarını bir araya
getirmeye vesile olması gibi, aynı şekilde Hıristiyanlıkta da kesin kararı içeren bir imanın,
insanın geçmiş ve geleceğine ve hatta şu anına dağılmış olan parçalarını birleştireceğini
düşünür. Bu birleşme, doğal olarak aynı zamanda, otantik bir varoluş tarzında Tanrı’yla da
birleşme demektir. Yani bir anlamda Tanrı’nın İsa aracılığıyla sunduğu hediyeyi, kendimin
yapmaktır. Böyle bir kabulleniş ise, benlik ve karar kavramını oldukça iç içe geçirerek,
kararlılığı pratik bir kavram haline dönüştürür. Böylece, kararlı olmak, hayatın yeni bir
felsefesini ya da görüşünü kabul etmek değil, benliğin tamamen yeniden yönlendirilmesine
mâruz kalmak anlamına gelir.197
acquarrie Bultmann’dan aktardığı, imanın sadece Tanrı’yla değil, insanın kendisiyle de
ilişkisi olması anlamına geldiği yönündeki görüşü paylaşmaktadır. İmanla birlikte,
Tanrı’yla yeni bir ilişki içerisine girmekle insan, aslında kendisiyle de yeni bir ilişki içine
196 J. Macquarrie, AET, p. 196. 197 J. Macquarrie, AET, p. 200.
95
girmiş olmaktadır.198 Bu önemlidir, çünkü böylece insan, Tanrı’ya inanmakla, aslında kendi
hayatında büyük değişiklikler yaratmış olmakta ve bu değişikliklerin Tanrı’dan gelip
gelmediği tartışılabilirse de onların, ‘değişmiş olan kendisi’nin yarattığı gerçekler
olduğunun farkına varmaktadır.
Macquarrie’ye göre, iman eşsiz ve harikulâde bir kavrama ya da farkına varma olayı
olmakla beraber ; o, insan hayatında tekrarlanabilir bir olasılık olarak mevcut olmalıdır.
Çünkü insan, bir beden içinde var olmak zorunda olduğundan, o daima dünyada mevcut
olan günahın tehdidi altındadır. O, sürekli olarak dünyanın tahriklerinden uzak
kalamayacağı için ve onların üstesinden gelecek güce de kendiliğinden sahip olmadığından,
her an yanlış bir varoluşa düşebilir. O, yüzünü daimî olarak sadece Tanrı’ya dönmekle bu
tehditlerden sıyrılabilir. Çünkü, Tanrı insana, yaşam üzerine verdiği emri yerine getirmesi
için güç de vermiştir. Dolayısıyla insan, dünyanın kendisini aşağılara çekmesine karşın,
Tanrı’nın bahşettiği güç ve imanla sürekli olarak yukarılara ulaşmak ve ilişkiyi
koparmamak için çaba harcamalıdır.199
İmanın ne olduğu ve insanın varoluşu için ne anlam ifade ettiğini bu şekilde bildiren
Macquarrie, imanda daha doğrusu imanın getirdiği bir yaşam tarzında, ne gibi özelliklerin
mevcut olduğunu ya da olması gerektiğini belirtir.
Ona göre imanın müdâhil olduğu bir yaşamın, en temel özelliği özgürlüktür. Burada
özgürlük, hem iman olayının öncesinde, hem de imanın kabulüyle birlikte onun her ânında
mevcut olan bir özgürlüktür. İnsan varlığı Macquarrie’ye göre, öyle bir şeydir ki, o kendi
varlığında özgür olmadıkça, onun için doğru ve gerçek bir varoluştan bahsedemeyiz.
Dolayısıyla özgürlük sadece, insanın gerçek karar olasılığından önce durursa, hakîkî
anlamına ve işlevine kavuşur.200
Heidegger’in etkisinin bâriz bir şekilde görüldüğü bu cümleler, Macquarrie’ye göre
198 J. Macquarrie, AET, p. 201. 199 J. Macquarrie, AET, p. 203. 200 J. Macquarrie, AET, p. 204.
96
Hıristiyan yaşamı için hiç de yabancı değildir. Benzer şekilde, Hıristiyanlıkta da, iman
hareketi, inanana özgürlük getirir anlayışı vardır. “Rab Ruh’tur ve Rabb’in Ruhu neredeyse
orada özgürlük vardır.”201
Macquarrie’ye göre özgürlüğün hem varoluşçuluk, hem de Hıristiyanlık için anlamında,
eğer insan özgürlüğü kaybetmek istiyorsa onun mevcut olmayacağı yönünde ortak bir
payda vardır. İnsan gündelik varoluşunun içinde çoğunluğa esir olduğu oranda özgürlüğünü
de kaybeder. Bu kaybın sebebi kişinin bizzat kendisidir. O, özgür olmamayı seçer. Bu
noktadan sonra Hıristiyanlık ve varoluşçuluk, insanın kendine yeterliliği konusunda yolları
ayrıldığından, farklı yollardan gitmeye devam ederler. Hıristiyanlıkta özgürlük, insanın
tekrar kazanamayacağı bir seçenek olur. Çünkü o, özgürlüğünün bilincinde değildir ve
onun özgürlüğünü geri kazanması, bu seçeneği seçmesi anlamına gelir ki, bu da zaten
imkânsızdır. Yani burada insanın seçenek gücünün kendisi kayıp olduğundan, insan
çırpınsa bile bu durumdan kendini çekip kurtaramaz. Heidegger’de ise, hatırlayacağımız
üzere, insan kendi temel varoluşsal imkanlarını, -ki buna özgürlüğü de dahil- vicdanının
sesi sayesinde kendi başına tekrar kazanabilirdi.202
Macquarrie’nin özgürlük ile ilgili düşüncelerinde, çarpıcı ve güzel bir tespit var. İnsanın
özgür olmamayı seçtiği ve dolayısıyla kendi sorumsuzluğundan sorumlu olduğu bu
anlayışta, kölelik ya da özgür olmama olgusallıktan değil, düşmüşlükten
kaynaklanmaktadır. Böyle bir düşüncenin içselleştirilmesi, elbette bizi keskin bir karar
ânına getirecektir. Sınırlılığımın, varlığımın olgusal yanından değil ama düşmüşlüğümden
kaynaklandığını kavradığım anda, özgürlük benim için çok daha rahat anlaşılabilir bir
gerçeklik olabilir.
Peki ama gerçekte özgürlüğün kendisi nedir? Başkalarının tutsaklığında gördüğüm kendi
olanaklarım mıdır ya da hayattan hiçbir şekilde ümidimin kalmaması mıdır? Özgürlüğümün
bilincine, varoluşsal bir seçim ânında, yani kendim olma kararlılığımda varırım. Özgürlük
201 2. Kor., 2:17. 202 J. Macquarrie, AET, p. 205.
97
varoluşla özdeştir. O, sadece düşüncede değil, varolma olgusunda da tanınmalıdır.
Yapabilirim, çünkü yapmam gerekir. Bu, deneysel doğruluk ile değil, seçim anında
kendimin yaratılmasıyla oluşturulmuş bir gerçekliktir.
Özgürlükle ilgili bitmez tükenmez tartışmaların kapısını aralayacak olan bu yorumları bir
kenara bırakıp, Macquarrie’nin özgürlükle ilgili görüşlerine devam ediyoruz.
Macquarrie’ye göre özgürlük, özgürlüğün en mükemmel biçimi olan Tanrı’dan
kaynaklanır. O’na iman etmekle insan, bir seçim yapmış ve bu seçimin sonunda özgürlüğün
kaynağı olan Tanrı’ya dayanmıştır. “Gerçeği bileceksiniz ve gerçek sizi özgür kılacak”203
Özgürlüğün yaratılana itaat etmekten ziyade Yaratan’a itaat edildiğinde açığa çıktığını
düşünen Macquarrie, özgürlüğün üç çeşidinden bahseder.
lki, kişiliksizleştirilmiş toplumdan, yani kolektiflikten sıyrılma anlamında özgürlüktür.
Macquarrie, varoluşçuların hemen hemen tamamının onaylayacağı bu türden bir
özgürlüğün tehlikeli bir tarafının olduğunu düşünmektedir. Toplumdan ayrı ve uzak olmak
her zaman iyi bir şey olmayabilir, özellikle de birey Tanrı’ya iman etmemişse. Oysa
Hıristiyanlıkta Yeni İncil’de geçen, yasaya uymama ve yasadan kurtarılmayla ilgili
yönlendirmeler varsa da, burada dahi Tanrı’nın varlığı ağırlığını koruduğundan ya da
bilhassa bu karşı gelme emrini veren Tanrı’nın bizzat kendisi olduğundan, kendimizi bir
tehlike ya da ters giden bir şeylerin karşısında hissetmeyiz. Yani, yasaya aykırılıkta bile
Tanrı’ya bir itaat vardır ki, böyle bir başkaldırı ahlâkın bozucusu olamaz. Oysa ateist
varoluşçulukta Tanrı’nın yeri boş kaldığından, daha derin bir uçurumla karşı karşıyayız.204
İkinci olarak özgürlük, insanın içine düşmüş olduğu ve onlarla yaşamak durumunda kaldığı
nesnelerin dünyasından özgürlüktür. Bu tarz bir özgürlükte tahmin edilebileceği gibi,
nesnelere duyulan aşırı ilgi ve onlara olan bağımlılıktan kurtulma anlamına gelir.
Özgürlüğün üçüncü ve sonuncu çeşidi ise, insanı ölüm düşüncesine yaklaştıran
203 Yuh., 8:32. 204 J. Macquarrie, AET, p. 207.
98
özgürlüktür.205 Zannederiz ki Macquarrie, burada özgürlüğün Heidegger felsefesinde
ölümle bir bağlantısının kurulmuş olmasından dolayı, bu konuyu ele almış olmalı.
Heidegger’de ölüm, otantik bir varoluş için, kendisini seçebileceğim ve özgürlüğümü
kanıtlayabileceğim bir olasılığımdır. Bu en temel ve en gerçek olasılığım, özgürlüğümü de
zorunlu kılar. Macquarrie ise ölüm ve özgürlükle ilgili şöyle bir yoruma gider.
Heidegger’in felsefesinde ölümünü en yüksek olasılık olarak benimseyen ve özgürlüğünü
kazanan birey, ölüme doğru oluşun gerçekliğinden dolayı umutsuzdur. Oysa Hıristiyanlıkta
iman eden kimse, ölümden yaşama geçmiş ve böylece o, ölümden kurtarılmıştır.206 Daha
öncede belirttiğimiz gibi, buradaki farklılık olarak sunulan şeyin, kavramlara yüklenen
anlamların farklılığından ya da, bu kavramların derinliğinin farklı şekillerde
kavranmasından kaynaklandığını düşünüyoruz. Bizce Heidegger’in felsefesi, onu öyle
anlamak isteyen için umutsuzluğun yolu olabilir ancak o derinlemesine idrak edildiğinde,
bireyin hayatını bütünü ile kavranması ve onda hiçbir dağınıklığa meydan vermemesi
anlamında, umuda ve yaşama yüksek bir değer verir. Yine burada bir ayrıntıyı daha
belirtmeden geçemeyeceğiz ki, o da umudun varoluşçunun tırnaklarıyla kazıyarak
kazandığı bir şey, Hristiyanın ise zaten hazır bulduğu bir şey olmasıdır. Hangisinin daha
değerli olduğu ise ayrı bir tartışma konusudur.
Bu tartışmayla böylece, Macquarrie’nin imanın diğer bir karakteri olarak ele aldığı umuda
geldik. Daha önceki söylediklerimizden de çıkarılabileceği gibi, Macquarrie için umut,
yaşama doğru yönelmede, yani iman ve gerçek bir karar olasılığındadır. Hıristiyan
umutludur çünkü Tanrı İsa’nın doğumunda hareket ederek onun kurtuluşuna vesile olmuş
ve ona bir lütuf hediye etmiştir. Lütuf ise umudun ve kurtuluşun tâ kendisidir. Nasıl ki
günah yolu, insanı parçalanmaya ve ölüme götürürse, aynı şekilde iman yolu da onu
yaşama ve umuda götürür. “Herkes nasıl Adem’de ölüyorsa, herkes Mesih’te yaşama
kavuşacak.”207
Macquarrie’ye göre, iman yaşamının bir diğer karakteri ise sevgidir. Bir başkasını
205 J. Macquarrie, AET, p. 208. 206 J. Macquarrie, AET, p. 209. 207 1. Kor., 15:22.
99
sevmemiz İsa’nın emridir ve kardeşin sevgisi Tanrı’nın engin sevgisinin küçük bir kopyası
halini alır. Sevgi, Macquarrie için gerek özgürlük ve gerekse umuttan daha farklı bir yer
tutar. Ona göre sevgi, ortaya çıktığı her durumda, karar olasılığını somutlaştırır. Komşum,
dünya içinde bir nesne değil aynı zamanda ‘benimle birlikte var olan’dır. Dolayısıyla sevgi,
herbir bireyin diğerini kendisi olmaya çağıran eşsiz bir yoldur.208
Macquarrie’nin Tillich’den yaptığı alıntılarda, birinin başkasını onun doğru varlığına
getirmesinin, sevginin en yüksek şekli olduğu vurgulanmaktadır. Macquarrie burada, bize
Heidegger’in ‘başkalarının vicdanı olma’ fikrini çağrıştırmaktadır. Heidegger’in
analizlerinin vaftiz edilmiş bu şeklinde sevgi, tıpkı vicdanın oynadığı role benzer bir rol
üstlenerek, inananların birbirlerini doğru bir varoluşa getirme olanaklarını temin
etmektedir.
Bu, ‘doğru başkalarıyla birlikte olma’ ise bizi Hıristiyanlığın ağırlıklı olarak bireysel
boyutu olan imandan, Hıristiyanlığın toplumsal boyutu olan kilise konusuna götürecektir.
3.2. Kilise
Biz her ne kadar kilise kavramıyla, günümüzde mevcut olan kurumlaşmış ve organize
olmuş devâsa bir yapıyı anlıyorsak da, kilise, Hıristiyanlıkta İsa’nın etrafında toplanan ilk
Hıristiyan cemaatine verilen addır. Bu anlamda yapısal ve kurumsal olarak mevcut olan
‘yerel kilise’ kurulmadan önce de kilise mevcuttu ki, Hıristiyanlar buna ‘evrensel kilise’
adını vermektedirler. Dolayısıyla evrensel kilise, bu görünen kilisenin arkasındaki daha
büyük bir gerçekliğin soyut yanını, yerel kilise de evrensel kilisenin bir parçasını değil,
onun tezâhürünü oluşturur.209
Yeni İncil, her ne kadar, Eski İncil’de geçen yasaya bağlılığı kaldırmış olsa ve insanları
yalnızca İsa Mesih’e iman etmeye ve bireyselliğe davet etmiş olsa da İsa Mesih, bir halkın
kurtuluşu için, yani bir topluluğa gelmiştir. Dolayısıyla İsa Mesih’i halkında ayrı ve
208 J. Macquarrie, AET, p. 210. 209 Mehmet Aydın, Hristiyan Kaynaklarına Göre Hristiyanlık, T.D.V. Yay., Ankara 1995, s. 65.
100
bağımsız olarak düşünmek olanaksızdır.210
İncil’de kilise, yani imanlılar topluluğu farklı şekillerde zikredilmektedir. Onlar, Tanrı’nın
sürüsü211, Tanrı’nın ailesi212 ya da Tanrı’nın halkı213 gibi çeşitli adlarla anılırlar. Ancak
bunlarla beraber kullanılan ifadelerin en çarpıcı olanı ‘İsa'nın bedeni’ ifadesidir. “Bu
topluluk onun bedenidir, her yönden her şeyi dolduranın doluluğudur.”214 Bu benzetme ile
İsa Mesih’le kilise arasındaki ayrılmaz ilişki vurgulanmakta ve her ikisi arasında mevcut
olan yaşamsal bağa dikkat çekilmektedir. İsa, beden; inanalar ise onun uzuvlarıdır.
“Sevgiyle gerçeğe uyarak, bedenin başı olan Mesih’e doğru her yönden büyüyeceğiz. Onun
önderliğinde bütün beden, her eklemin yardımıyla kenetlenmiş ve kaynaşmış olarak, her
üyesinin düzenli ilişkisiyle büyüyüp sevgide gelişiyor.”215
Her Hıristiyan için olduğu gibi, Macquarrie için de kilise, İsa’nın bedeni ve kurumsallaşmış
bir tezahürü olarak, kurtuluşla ayrılmaz biçimde bağlantılı ve Kelime’nin bildirisinde ve
yayılmasında en önemli ve vazgeçilmez bir araçtır. Bununla beraber Macquarrie,
varoluşçuluğa duyduğu ilgi ve yakınlıktan dolayı, kilise kavramı ile ‘doğru ve gerçek
toplulukta varoluş’ bağlantısında ilgilenmeye gayret eder. Böyle bir topluluk ise imanın
kuruluşuna ve kişinin kurtulmasına hizmet eden ve bireylerinin gerçek ve doğru
benliklerini kazanmalarını sağlayan bir topluluktur216.
Macquarrie, kilise ile ilgili olarak Bultmann’ın konu hakkındaki az ve yetersiz bulduğu
görüşlerini eleştirir. Ona göre Bultmann, bireyselliğe karşı aşır eğilimlerinden dolayı, kilise
hakkında gerekli ve yeterli açıklamalarda bulunmamış, onun topluluk anlayışı birbirleriyle
hakîkî ilişkiler içinde özgür olunan varoluşsal bir topluluktan öte gidememiştir. Kilise ise
bundan fazlasını içermelidir. Burada, Macquarrie, Bultmann’ın varoluşçuluğunun, onun
Hıristiyanlık ile ilgili görüşlerine baskın geldiğini ancak kendisinin ise bu tarz bir şeye 210 B. Milne, Tanrı Öğretisi, s. 225. 211 Yuh., 10:11 / İbr., 13:20. 212 Ef., 2:19. 213 Esin., 21:3. 214 Ef., 1:23 215 Ef., 4:15-16. 216 J. Macquarrie, AET, p. 216.
101
meydan vermediğini söylemektedir. Ona göre Bultman, kilise topluluğunu, kilisenin
sınırlarını aşan daha geniş bir topluluğa, sevgi topluluğuna geçiş olarak kullanmakta ve
kiliseye hak ettiği ölçüde yüksek bir değer sunamamaktadır.217
Ancak bunlarla beraber, yine de Bultmann’ın kısa ve öz olan değerlendirmelerinde,
Macquarrie’nin de benimsemiş olduğu bazı değerli tespitler vardır. Her şeyden önce
Bultmann, topluluk problemine yaklaşımının sosyolojik değil ontolojik olduğunu söyler. O,
dört çeşit topluluktan bahseder; a) Aynı kan ve toprakta kök salan aile ve ulus topluluğu b)
Ortaklaşa deneyimlerin paylaşıldığı tarihî topluluk c) Ortaklaşa fikirlerin paylaşıldığı
kültürel topluluk ve d) Aynı inanış üzerine temellenen dînî topluluk. Bultmann bu topluluk
çeşitlerinden ilk üçünün, sonuncuya göre insanı daha çok kişiselliğinden ve
bireyselliğinden uzaklaştırmaya meyilli olduğunu düşünür. Kısaca gerek Macquarrie ve
gerekse Bultmann topluluğun kişilerin özgürlüğünü ve bireyselliklerini sağlaması gerektiği
konusunda hemfikir görünmektedir.218
Her şeyden önce, Macquarrie’ye göre kilise, organize olmuş bir kuruluştan çok, canlı bir
varlıktır, yani yaşayan ve gelişen bir gerçekliktir. Bu gelişim ise, hem Kutsal Kitap’ın
bildirisi ile üye sayısının çoğalması, hem de yaşamda ve imanda derinleşerek
olgunlaşmasıdır. Kısaca gelişim ve ilerleme hem yerel kilisede hem de evrensel kilisede
meydana gelmektedir.
Macquarrie’ye göre kilisenin misyonu, kilisenin yapısında ve doğasında zaten varolan bir
şeydir. Kilise, sürekli olarak bu misyon gereğince gelişir ve ilerler. Bu ilerleme ise, tüm
insanlığın ve yaratılanların değiştirileceği ve yenileştirileceği bir krallık, yani Tanrı’nın
krallığında son bulur. Bu anlamda kilise, belli bir amaç dahilinde yol aldığından, genişleyen
ve ilerleyen bir topluluktur. İşte kilisenin misyonu, inananı Tanrı’nın lütfuyla buluşturmak
olduğu gibi, aynı zamanda İsa’nın havârilerine de emanet etmiş olduğu gibi, başka
217 J. Macquarrie, AET, p. 217. 218 J. Macquarrie, AET, p. 216.
102
topluluklarında yeniden hayata döndürülmesidir.219 Macquarrie’ye göre kilise Tanrı’nın
lütfunun bildirilmesi için araçtır ve onun üyeleri arasında hiçbir şekilde dünyasal
farklılıklar yoktur. Burada esas olan, üyelerin kimlik ve sahip oldukları maddi şeyler değil,
onların kilise aracılığıyla, lütufla iletişim kurabilmeleri meselesidir. Kilise, gerçekten
üzerine düşen bu sorumluluğu yerine getirebilmekte midir?
Macquarrie’ye göre, itiraf edilmelidir ki; organize edilmiş kilise, yani yerel kilisenin
misyonu hakkında bir insanın şüpheye düşmesi için oldukça fazla gerekçesi vardır, çünkü
geçmişte evrensel kilisenin varlığının, yerel kilisenin tarihi içindeki yaptırımları ve
doğmalarıyla ne kadar silikleştiğini ve tam tersi olarak, Hıristiyanların eziyet gördükleri ve
çöllere sürüldükleri zamanlarda ise, yerel kilisenin hiç ortada olmamasına rağmen evrensel
kilisenin varlığını tüm gücüyle hissettirdiğinin bilgisine sahibiz. Yani evrensel kilise ile
yerel kilisenin örtüşmesi arzu edilmesine rağmen, tarihte bunun tam aksinin gerçekleştiğini
görmekteyiz.220 Macquarrie’yi buradaki öz eleştirisi sebebiyle takdir etmeli miyiz? Ama o,
aksini iddia edemezdi çünkü belirttiği gibi tarihsel veriler, özellikle de orta çağda kilisenin
devletle bütünleşerek yaptığı kıyımlar ortadadır. Dolayısıyla da, hemen bu çağın sonlarına
doğru bireyselliği kısıtlayıcı ve kendi doğmalarının kabulü için dayatıcı olan kiliseden
uzaklaşılması ve hatta ona başkaldırıda bulunulması doğal bir tepki olarak gözükmektedir.
Macquarrie, kilisenin bu yönüyle, daha önce zikretmiş olduğumuz iman hayatının bir
özelliği olan özgürlüğü yok ettiği ve onun İsa ile doğrudan kurulan varoluşsal bir ilişkiyi
engellediğini düşünmektedir ki, böyle bir ilişki ise, Macquarrie için Hıristiyan inancının
temeli ve en hayatî elementidir. Heidegger’in “halk” (das Man) kavramından esinlenerek
hareket eden Macquarrie, organize olmuş kilisenin zaman içinde yozlaşarak aldığı bu yeni
şekle “düşmüş kilise” adını vermektedir.221
Ancak Macquarrie, kilisenin tarih içindeki bu düşmüşlüğünü kabul etmekle, onun önemini
ve işlevini asla yadsımaz. Kilisenin zaman içindeki bu yozlaşması, aslında
kurumsallaşmaya ihtiyaç duyan her düşünce ve öğretinin mâruz kaldığı bir şeydir. Yani
219 J. Macquarrie, Princeples of Christian Theology, p. 442. 220 J. Macquarrie, AET, p. 221. 221 J. Macquarrie, AET, p. 223.
103
kilisenin zamanla, en belirgin özelliği kişilikten ve özgürlükten çıkarma olan ‘sahte
topluluğa’ dönüşmesi, kolektif organizasyonun bir bedelidir. Dolayısıyla kilise böyle bir
tehlike ile her an karşı karşıya kalıyor olsa da, onun varlığını devam ettirmesi gerçeğini
yürekten benimsemeliyiz. Her ne kadar ortaçağda kilisenin düşmüşlüğüne şahit olmuş olsak
da, buna karşın 19. yy., kilisenin muhteşem bir çağı olarak tarihe geçmiştir. Dolayısıyla
kilise, her ne kadar kusurlu ve eksik bir işleve sahip olsa da; o, Kelime’nin bildirisi ve
duyumu, dolayısıyla kurtuluş için oldukça elzemdir.222
Sonuç olarak Macquarrie’ye göre, topluluk ve bireysellik aynı oranda Hıristiyan hayatında
gerekli ve önemlidir. Çünkü bireyin inancının somut bir ifade olarak kabul görmesi,
başkaları ile ilişkisi içerisinde gerçekleşir. Bu, başkaları ile birlikte olma ise, daha öncede
gördüğümüz gibi, insan varoluşuna sonradan eklenen bir şey değil, onun varlığının
ontolojik bir temelidir.
3.3. Ayinler
Bir önceki konuda, kilisenin kimliği ile ilgili bilgileri verdikten ve kilisenin Macquarrie için
olan anlam ve öneminden bahsettikten sonra, şimdi bir anlamda kilisenin görev ve
sorumlulukları da demek olan ayinler konusuna geçiyoruz. Her şeyden önce kilise, İsa
Mesih’in bedeni ve Tanrı’nın halkı olduğundan varlığının nedenini, kendisinde yani
Tanrı’nın yüceliğine ve kutsallığına hizmet etmede bulur ki, bu hizmet etmenin en belirgin
yolu da ayinlerdir.
Hıristiyanlıktaki bu ayinler, diğer dinlerdeki ayin ve ibadetlerden bir yönüyle farklı
görülmektedir. Bu ayinler esnasında Hıristiyanlar, İsa Mesih’in aralarında gezindiğine ve
onlarla birlikte ayine iştirak ettiğine inanırlar ki, bu özellik onlara göre sadece
Hıristiyanlığa ve İsa Mesih’e mahsustur. İsa Mesih, diğer din önderleri gibi sadece ahlakî
bir örnek değil, bundan fazlasıdır. O, her şeyden önce, insanları kurtarma adına kendi
yaşamını feda etmiştir. Dolayısıyla İsa Mesih, Tanrı’nın oğlu, ayinlerde kendisine
222 J. Macquarrie, AET, p. 223.
104
inananlarla beraber olur.223
Ayinler Hıristiyanlıkta, içsel olanın, dışsal bir işareti olarak algılanır. İncil’de İsa Mesih’le
ilgili olarak sadece iki ayinden bahsedilmektedir:Vaftiz ve İsa’nın son yemeği. Ancak
Katolik Kilisesi tarafından bunlara ilaveten evlilik, güçlendirme, ruhbanlık, tövbe ve
ölmekte olanların meshedilmesi ayinleri de eklenmiş ve bu sayı 7’ye çıkarılmıştır.
Macquarrie’nin ayinler ile ilgili yorumlarına geçmeden önce, onun ayinlerin içine
işlendiğini düşündüğü Kutsal Kitap’ın duyulması ve bildirilmesi ile ilgili bir kaç önemli
görüşüne değineceğiz.
İlkin, Macquarrie’ye göre Kelime, yani Kutsal Kitap ve ayinler kilisenin
organizasyonunun temelini oluşturur. Kutsal Kitap, bir dünya görüşü ya da geçmiş
olayların her hangi bir kaydı değil, bireyi kendisiyle yüzleştiren ve onu karar anına getiren
Tanrısal bir lütuftur. Dolayısıyla Macquarrie’ye göre insanın düşmüş benliğinden doğru
benliğine geçiş, lütuf aracılığıyla olduğundan ve Kutsal Kitap’ın ve İsa’nın kendisi başlı
başına birer lütuf olduğundan, kurtuluş ancak İncil vasıtasıyla gerçekleşir.224
Macquarrie, Heidegger felsefesinde vicdan tam olarak hangi işlevi görüyorsa, Bultmann’ın
görüşlerinde de Kutsal Kitap’ın aynı işlevi gerçekleştirdiğini düşünür Hatırlayacağımız
üzere Macquarrie, Heidegger’in vicdan analizinin, Heidegger’in ona yüklediği anlamı
taşıyamayacağı kanaatindeydi. İşte Macquarrie, sadece Kutsal Kitap’ın Heidegger’in
vicdana yüklemek istediği anlamı taşıyabileceğini düşünmektedir ki, bu anlam
anımsayacağımız gibi, insanı düşmüş varlığından, doğru ve kendine ait olan olasılıklarına,
yani gerçek benliğine çağırmaktır.225
Bu yüzden Macquarrie Bultmann’ı, vaaz vermenin önemine yapışmasında çok haklı bulur.
Kutsal Kitap’ın bildirisinde, İsa aracılığıyla konuşan Tanrı’nın kendisidir ve onda geçen
geçmiş olaylar, varoluşsal-tarihî olaylar olduğundan, zamanın içinde herhangi bir noktaya
223 B. Milne, Tanrı Öğretisi, s. 241. 224 J. Macquarrie, AET, p. 225. 225 J. Macquarrie, AET, p. 225.
105
bağımlı değillerdir. Dolayısıyla Kelime’nin her duyumunda, benim için şu an mevcut olan,
yeni bir hayat olasılığı vardır ve Tanrı’nın belli bir zaman içinde belli insanlara konuşmuş
olmasıyla, şu an Tanrı benimle de konuşur.226
Macquarrie, Bultmann’ın kilise ile ilgili olan eksik ve yetersiz açıklamalarının Kutsal
Kitap’ın bildirisi meselesiyle doldurulduğunu düşünür. Çünkü vaize verilen bildirme
görevi, kilise tarafından verilmekte ve böylece Kutsal Kitap kilise yoluyla duyurulmaktadır.
Bu ise Macquarrie’ye göre Tanrı’nın kilise yoluyla konuştuğu anlamına gelmektedir ki,
burada kilise olmaksızın Kutsal Kitap’ın duyulup duyulamayacağı ile ilgili bir soruna
takılırız.
Ayinlere tekrar dönecek olursak şimdi biz hem Hıristiyanlığın temel ayinleri olarak kabul
edildiğinden, hem de Macquarrie’nin onlar üzerinde durduğu önemden dolayı yalnızca
vaftiz ve İsa'nın akşam yemeği ayinlerinin anlamı üzerinde duracağız.
İlkin vaftiz, kişinin başına su serpilmesi ya da kişinin suya batırılıp çıkarılması şeklinde
gerçekleştirilmektedir.227 İncil’de okuduğumuz kadarıyla İsa da, Yahya tarafından vaftiz
edilmiştir.228 Her vaftiz edilen kimse, kilisenin görevini de üstlenmiş olur. Vaftiz, hem
organize olmuş kiliseye, hem de evrensel olan kiliseye, yani İsa’nın bedenine katılma
anlamına gelir ki, Macquarrie’nin önemsediği de bu sonuncu anlamdır.
Aslında Macquarrie, genel olarak ayinleri Tanrı’nın İsa yoluyla insana doğru ve gerçek
varlığını geri iade ettiği hareketleri olarak anlar. Çünkü daha önce de değindiğimiz gibi
Tanrı, İsa Mesih aracılığı ile ayinlerdeki yerini alır. Dolayısıyla ayinler, hem Kelime’nin
bildirisinin işitildiği, hem de belli görünür hareketlerle, İncil’in mesajının canlandırıldığı
özel bir konuma sahip olur. Onlar, Kutsal Kitap’ın görüntülü olarak somutlaşmasıdır.229
226 J. Macquarrie, AET, p. 226. 227 Mehmet Aydın, Hristiyan Kaynaklarına Göre Hristiyanlık, s. 72. 228 Mat., 3:13, / Lu., 3:21. 229 J. Macquarrie, AET, p. 227.
106
Macquarrie’ye göre inanan insan kendisine şunu ciddi bir şekilde sormalıdır: ‘Ayinler
varlığım için ne anlam ifade eder ya da onlar bana varlığımın hangi olanaklarını açarlar?’
Örneğin vaftizin bizim için anlamını sorgulayacak olursak, o, haç ve yeniden dirilişin
günahların affına vesile olmasıyla, yeni bir hayata giriş ve kurtuluşun müjdesine sahip
olmadır. Vaftiz; bireyin Tanrı’ya karşı konumunu belirleyen bir tecrübesi ve onun İsa’nın
bedenine kabul edilmesidir.230
İsa’nın havarileriyle yediği son akşam yemeğinin anısına düzenlenen, evharistiya (ekmek-
şarap ayini) ise yine tıpkı vaftiz ayini gibi Hıristiyan inancının temelini oluşturur. Bu
ayinde Kutsal Kitap’tan parçalar okunur ve birlik yemeği yenir. Yemekte ekmek ve şarap
kutsanırken, ekmek İsa’nın eti ve şarapta onun kanı olarak addedilir, İsa Mesih’in de
aralarında bulunduklarına kesin bir şekilde inanan Hıristiyanlar, bu yemek sayesinde,
İsa’nın bedeninde meydana gelen kurtarılma hareketlerinin kendilerinin de üzerlerinde
olmasını temenni ederler.231
Sofra ayininde de Macquarrie, tıpkı vaftizde olduğu gibi, ayinin Kutsal Kitap’ın bildirisinin
bir yolu olduğunu düşünür. Kişi eğer gerçek imanla yaklaşırsa, Mesih’in sofrada olduğunun
farkına varabilecektir. Mesih’in sofrada olup olmaması ya da birliğin İsa ile değil, Kutsal
Ruh’la gerçekleşebileceği veya da ekmek ve şarabın gerçekten İsa’nın eti ve kanı olup
olmadığı gibi tartışmalar, ayinin varoluşsal fonksiyonunun yanında ikinci dereceden önem
arz ederler ki, bu fonksiyon daha önce de belirttiğimiz gibi, insanı düşmüş olan benliğinden
alıp, onu kendi varoluşsal olanaklarının bilincine eriştirerek, hem kendinin hem de
Tanrı’nın karşısında, otantik varoluş olasılıklarına ulaştırmaktır.
230 J. Macquarrie, AET, p. 229. 231 Mehmet Aydın, Hristiyan Kaynaklarına Göre Hristiyanlık, s. 77.
107
SONUÇ
Varoluş felsefesi, dikkatleri yeniden insanın üzerine çekerek modernizmin hayalini kurduğu
‘mükemmel organize olmuş bir toplum’ düşüncesini sarsmıştır. Felsefe tarihinin ilk
yıllarında Platon ve Aristo tarafından sorulan ‘insan nedir?’ sorusu, ortaçağ sonlarında
Augustinus’ta ‘ben kimim?’ sorusuna dönüşmeye başlamış, bu dönüşüm ve değişim,
Pascal, Kierkegaard ve Nietzsche gibi düşünürlerden de daha bir hız ve birikim alarak en
radikal ifadesini 20. y.y.da bulmuştur. Sorunun soruluş tarzı ve merkezî yönündeki değişim
oldukça dikkat çekicidir. İlgi, dev bir makine gibi işleyen toplumdan, o makinenin en küçük
parçasına, insana yönelmiştir.
İşte, bu yönelim ve değişimin farkında olan ve hatta onu destekleyen düşünürlerden biri
olan John Macquarrie, modernizmin yalnızlaştırdığı ve kendine yabancılaştırdığı insana bir
çözüm önerisi bulma gayretine girmiştir. İnsanda meydana gelen her değişimin ya da
eksikliğin, onun yaptığı her eylemde de zorunlu bir sonuç olarak mevcut olacağını idrak
eden Macquarrie, insana ait tüm alanlarda, bilimde, sanatta, felsefede, dinde…vs. bu
eksikliğin ve yozlaşmanın izlerini fark etmiştir. İnsanın kendine yabancılaşması, doğal
olarak onun kültürüne, tarihine ve dinine de yabancılaşması anlamına gelmektedir.
Dolayısıyla Macquarrie, en iyi bildiği yerden, yani kendisinin de içinde bulunmuş olduğu
dînî gelenekten işe başlayarak, Hıristiyanlığı yeniden ve fakat farklı bir şekilde yorumlama
yoluna gitmiştir. Ona göre, bugün Hıristiyanlar için öncelikli olan tehlike, Hıristiyanlığın
ortadan kalkması değil, onun insan varoluşu için olan anlam ve öneminin üzerinin
örtülmesidir. Çünkü Macquarrie’ye göre varoluşsal olarak algılanan ve yaşanan bir
Hıristiyanlık, ‘otantik bir varoluş tarzı’yla; bu tarz bir algılama ve yaşama içinde olan
Hıristiyan toplumu ise, ‘otantik bir varoluşa sahip topluluk’la aynı şeydir. Otantik bir
varoluş ise, bu dünyada insan varoluşunun ulaşabileceği en son nokta ve dolayısıyla insanın
Tanrı’ya ulaştığı ve O’nunla bir olduğu en anlamlı zirveyi oluşturur. Otantik olarak
varolma, Tanrı’yla birlikte varolmanın ve birlikteliğin bilincinde olmanın diğer adıdır.
Bu anlamda Macquarrie’ye göre ateist varoluşçuluk en nihayetinde umutsuzluğa ve hiçliğe
varmaya mahkûmken, Hıristiyan varoluşçuluk ise umudun ve kurtuluşun kendisidir. İnsan
108
Tanrı’ya inanmadan ya da O’na sadâkatla bağlanmadan, inotantik varoluştan kendini çekip
çıkarma gücüne sahip değildir. İnsanın varlığının kaynağı Tanrı’dır ve insan kendi
varoluşunu bu gerçekten uzak kalarak oluşturamaz.
Görüldüğü gibi Macquarrie, farklı dönemlerde çeşitli felsefî akımların etkisinde kalmış
olan Hıristiyanlığın, çağımızda en iyi şekilde varoluş felsefesiyle ve onun kavramlarıyla
anlaşılacağını düşünmektedir. Bu anlamda Hrıstiyanlık ile varoluşçuluk arasında içsel bir
bağ olduğunu iddia eden Macquarrie’ye göre varoluşçuluk, Hrıstiyanlık için eşsiz bir ifade
şekli ve anlama yolu olacaktır.
Modern toplum ile Hıristiyanlık arasında bir uyum oluşturma çaba ve gayretinde olan
Macquarrie’nin, varoluşçuluk ile Hıristiyanlık arasında kimi zaman çok açık bağlantılar
bulduğunu, kimi zaman ise, çok ince fakat güzel anlamlar yakaladığını görmekteyiz. Ancak
bununla beraber Macquarrie’nin ‘Hıristiyanlığı daha iyi anlama ve anlatma’ çabası adına,
varoluşçuluğun vermek istediği bazı mesajları yeterince iyi anlamadığını düşünmekteyiz.
Varoluşçulukta belki de en nihaî nokta olarak addedilebilecek olan ‘kendi olma’, ‘ne ise o
olma’, Macquarrie’ye göre, Tanrı’ya iman olmadan hiçbir anlam ifade etmemektedir. Oysa
‘kendi olma’, insan oluşumuzun bu acılı ve zor serüveninde, herkesin kolaylıkla elde
edemediği bir şeydir.
Son olarak, bu çalışmamızın her aşamasında zihnimize gelen ve çalışmanın sonunda da
daha derin olarak bizde şekillenen bir öneriyi belirtmenin, bu konuyla ilgili olan bundan
sonraki çalışmalar için faydalı olacağı kanaatindeyiz. Macquarrie’nin Hıristiyanlığı yeniden
daha derin bir şekilde anlaşılabilmesi için yaptığı şeyi, biz İslam’ın yeniden ve daha farklı
bir perspektiften anlaşılabilmesi için yapabiliriz. Hıristiyanlık ve varoluşçuluk arasında
kurulan bağların ve ortak noktaların, varoluşçuluk ve İslam arasında çok daha açık ve
kuvvetli olduğu inancındayız. İslam’ı varoluşsal bir dille yorumlamanın ne derece gerekli
olduğu ya da İslam dininin bu tarz bir sunuluma ne derece ihtiyacının olduğu tartışılabilirse
de, her yeni bakış açısının yeni ve farklı bir anlam dünyasının kapılarını aralayacağı
fikrinden hareketle, bu tarz bir yaklaşımın bakış açımızı zenginleştireceği kesindir.
109
KAYNAKÇA
Adler, Alfred; Yaşamın Anlam ve Amacı, (Cev.: Kamuran Sipal), Say Yayıncılık, İstanbul
1996.
Augustinus; İtiraflar (Çev.: Dominik Pamir), Kaknüs Yayınları, İstanbul 1999.
Barrett William; İrrasyonel İnsan (Çev.: Salih Özer), Hece Yayınları, Ankara 2003.
Bochenski, J.M.; Çağdaş Avrupa Tarihi, (Çev.: Serdar Rıfat Kırkoğlu), Kabalcı Yayınevi,
İstanbul 1997.
Besnard, Albert; Hristiyan İlahiyatı, (Çev.: Mehmet Aydın), Arı Basımevi, Konya
Braun, Lev; Düşüşün Tanıklığı, (Çev.: İbrahim Şener), İzdüşüm Yayınları, İstanbul 2000.
Camus, Albert; Başkaldıran İnsan, (Çev.: Tahsin Yücel), Can Yayınevi, İstanbul 1998.
……………...; Sisifos Söyleni, (Çev.: Tahsin Yücel), Can Yayınevi, İstanbul 1997.
……………...; Sürgün ve Krallık, (Çev.: Nihal Önal), Varlık Yayınları, İstanbul 1994.
……………...; Yabancı, (Çev.: Samih Tiryakioğlu), Varlık Yayınları, İstanbul 1994.
……………...; İlk Adam, (Çev.: Tahsin Yücel), Can Yayınevi, İstanbul 1994.
Cevizci, Ahmet; Etiğe Giriş, Paradigma Yayınları, İstanbul 2002.
Chittick, William; Varolmanın Boyutları, (Çev.: Turan Koç), İnsan Yayınları, İstanbul
1997.
Copleston, Frederick; Felsefe Tarihi, (Çev.: Aziz Yardımlı), İdea Yayınevi, İstanbul 1990.
Çüçen, A. Kadir; Heidegger’de Varlık ve Zaman, Asa Yayınevi, Bursa 2000.
110
Ditfurt, Hoimarvon; Korku ve Kaygı, (Çev.: Nasuh Barın), Metis Yayınları, İstanbul 1991.
Frankl, Victor E.; İnsanın Anlam Arayışı, (Çev.: Selçuk Budak), Öteki Yayınevi, Ankara
1995.
Foulquie, Paul; Varoluşçunun Varoluşu, (Çev.: Yakup Şahan), Toplumsal Dönüşüm
Yayınları, İstanbul 1998.
Geçtan, Engin; Varoluş ve Psikiyatri, Remzi Kitabevi, İstanbul 1993.
Gürsoy, Kenan; J. P. Sartre Ateizminin Doğurduğu Problemler, Kültür ve Turizm Bakanlığı
Yayınları, Ankara 1987.
………………; Egzistans ve Felsefe Üzerine Görüşler, Akçağ Yayınları, Ankara 1988.
Gündoğan, Ali Osman; Albert Camus ve Başkaldırma Felsefesi, Birey Yayıncılık, İstanbul
1995.
Hacıkadiroğlu, Vehbi; İnsan Felsefesi, Cem Yayınevi, İstanbul 1997.
Heidegger, Martin; Özdeşlik ve Ayrım, (Çev.: Necati Aça), Bilim ve Sanat Yayınevi,
Ankara 1997.
…………………..; Tekniğe İlişkin Soruşturma, (Çev.: Doğan Özlem), Paradigma
Yayınları, İstanbul 1998.
………………….; Varlık ve Zaman, (Çev.: Aziz Yardımlı), İdea Yayınevi, İstanbul 2004.
Hühnerfeld, Paul; Heidegger Bir Filozof Bir Alman, (Çev.: Doğan Özlem), Paradigma
Yayınları, İstanbul 1998.
Jaspers Karl; Felsefe Nedir?, (Çev.: İsmet Zeki Eyüboğlu), Say Yayınları, İstanbul 1995.
Jones, M. Llyod; İncil’in Özü (Çev.: Devrim Salman), Yeni Yaşam Yayınları, İstanbul
111
2001.
Kuçuradi, İonna; Nietzsche ve İnsan, Yankı Yayınları, İstanbul 1967.
Kierkegaard, Soren; Korku ve Titreme, (Çev.: İ. Kapaklıkaya), Anka Yayınevi, İstanbul
2002.
…………………...; Kaygı kavramı, (Çev.: Vefa Taşdelen), Hece Yayınları, Ankara 2004.
Lolette, P.F.; Yaşam Sorunu, (Çev.: Hakkı Demirel), Ankara 1985.
Macquarrie, John; An Existantialist Theology, by S.C.M. Pres, London 1960
………………….; Existentialism, The Westminister Pres, Philedelphia 1972
………………….; In Search of Deity, by XPress Reprints, London 1993.
………………….; Princeples of Christian Theology, Charles Scribner’s Sens Pres,
Newyork 1996.
Maclntyre, Alasdair; Varoluşçuluk, (Çev.: Hakkı Ünler), Paradigma Yayınevi, İstanbul
2001.
Magill, Frank; Egzistansiyalist Felsefenin Beş Klasiği, (Çev.: Vahab Mutal), Hareket
Yayınları, İstanbul 1971.
Megill, Allan; Aşırılığın Peygamberleri, (Çev.: Tuncay Birkan), Bilim ve Sanat Yayınevi,
Ankara 1998.
Milne,Bruce; Tanrı Öğretisi, (Çev.: Levent Kınran), Yeni Yaşam Yayınları, İstanbul 1995.
Mulhall, Stephen; Heidegger ve ‘Varlık ve Zaman’, (Çev.: Kaan Öktem), Sarmal Yayınevi,
İstanbul 1998.
Nietzsche, Frederich; Ahlakın Soykütüğü Üzerine, (Çev.: Ahmet İnam), Ara Yayıncılık,
112
İstanbul 1990.
…………………….; Gelecekteki Felsefe, (Çev.: Ümit Özdağ), İmge Kitabevi, İstanbul
1991.
…………………….; Güç İstenci, (Çev.: Sedat Umran), Birey Yayıncılık, İstanbul 2002.
………………….....; İyinin ve Kötünün Ötesinde, (Çev.: Ahmet İnam), Ara Yayıncılık,
İstanbul 1990.
……………………; Ecce Homo, (Çev.: Can Alkor), Say Yayınları, İstanbul 1996.
……………………; Gezgin İle Gölgesi, (Çev.: İsmet Zeki Eyüboğlu), Broy Yayınevi,
İstanbul 2002.
……………………; Zerdüşt Böyle Diyordu, (Çev.: Osman Derinsu), Varlık Yayınları,
İstanbul 1994.
Pöqqeler, Otto; Heidegger Üzerine İki Yazı, (Çev.: Doğan Özlem), Gündoğan Yayınları,
Ankara 1994.
Sartre, Jean Paul; Varoluşçuluk, (Çev.: Asım Bezirci), Say Yayınları, İstanbul 1996.
………………...; Being and Nothingness, Printed in Great Britain, by J.W. Arrowsmith
Ltd., Bristol 1989.
…………………; İlk Uyanış, (Çev.: Necmettin Arıkan: Engin Sunar), Altın Kitaplar
Yayınevi, İstanbul 1992.
………………….; Bekleyiş, (Çev.: Nazan- Haluk Dedehayır), Altın Kitaplar Yayınevi,
İstanbul 1992.
………………….; Tükeniş, (Çev.: Nazan- Haluk Dedehayır), Altın Kitaplar Yayınevi,
İstanbul 1992.
113
….………………; Duvar, (Çev.: Nihal Önol), Varlık Yayınları, İstanbul 1995.
…….…………....; İş İşten Geçti, (Çev.: Zübeyir Bensan) Varlık Yayınları, İstanbul 1963.
………...…..……; Akıl Çağı, (Çev.: Samih Tiryakioğlu), Oda Yayınları, İstanbul 1991.
………………….; Özgür Olmak, (Çev.: Emin Türk Eliçin), Toplumsal Dönüşüm
Yayınları, İstanbul 1998.
……………….....; Bulantı, (Çev.: Mustafa Özcan),Yeryüzü Yayınevi, Ankara 1996.
Schoun, Frithjof; Varlık Bilgi ve Din, (Çev.: Şehabettin Yalçın), İnsan Yayınları, İstanbul
1997.
Steiner, George; Heidegger, (Çev.: Süleyman Sahra), Hece Yayınları, Ankara 2003.
Şahin, Naim; Hegel’in Tanrısı, Çizgi Kitabevi, Konya 2001.
Unamuno, Miquel de; Yaşamın Trajik Duygusu, (Çev.: Osman Derinsu), İnkilap Kitabevi,
İstanbul 1986.
……………………..; Sis, (Çev.: Behçet Necatigil), Milli Eğitim Basımevi, İstanbul 1997.
Ülken, Hilmi Ziya; Yirminci Asır Filozofları, Kanaat Kitabevi, İstanbul 1996.
Verneaux, Roger; Egzistansiyalizm Üzerine Dersler, (Çev.: Murtaza Korlaelçi), Erciyes
Üniversitesi Yayınları, Kayseri 1994.
Weischedel, Wilhelm; Felsefenin Arka Merdiveni, (Çev.: Sedat Umran), İz Yayıncılık,
İstanbul 1993.
Yalom, Irvin; Varoluşçu Psikoterapi, (Çev.: Zeliha İyidoğan), Kabalcı Yayınevi, İstanbul
1999.
114
ÖZGEÇMİŞ
Şeyda Bayrak 03.04.1981 yılında Ankara’da doğdu.1997 yılında Alaca İmam-Hatip
Lisesini, 2002 yılında da Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesini bitirdi. Aynı yıl Erciyes
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Din Felsefesi Bilim Dalı Yüksek Lisans Programına
girdi.
Adres: Yıldızhan Mahallesi Yaşardoğu Sokak
Oba Aprt. No:3 Alaca/Çorum