tÜrk edeb İyati’ndadocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · türk...
TRANSCRIPT
TÜRK EDEBİYATI’NDA
MODERN BİYOGRAFİNİN DOĞUŞU
Sosyal Bilimler Enstitüsü
Türk Dili ve Edebiyatı
Yüksek Lisans Tezi
Sinem Çelebioğlu
Boğaziçi Üniversitesi
2007
ii
The thesis of Sinem Çelebioğlu
has been approved by
Yard. Doç. Dr. Zeynep Uysal ___________________ (Thesis advisor) Doç. Dr. Nur Gürani Arslan ____________________
Yard. Doç. Dr. Halim Kara ____________________
April 2007
iii
ABSTRACT
The Emergence of Modern Biography in Turkish Literature
by
Sinem Çelebioğlu
This thesis focuses on the biographical works written by Namık Kemal, Beşir
Fuad, Ahmet Mithat and Fatma Aliye Hanım, which are considered to be the first
examples of this genre produced in Western manners. These works are analyzed with
reference to their differences from the traditional examples of biographical works as
well as their similarities with the modern, Western ones. The extent to which they
agree with the peculiar characteristics of Tanzimat literature in general is also
discussed. And lastly, the authors’ motives for writing these works and the narrative
techniques they employed are studied.
The main argument of the thesis claims that Namık Kemal’s Evrak-ı Perişân,
Beşir Fuat’s Victor Hugo and Voltaire, Ahmet Mithat’s Beşir Fuad and Fatma Aliye
Hanım yahut Bir Muharrire-i Osmaniyenin Neşeti, and Fatma Aliye Hanım’s Ahmet
Cevdet Paşa do not follow the traditional modes of biography writing. Instead, their
authors employed Western techniques in producing these works just as they did in
their other works in other genres, and they acted as vanguards in this respect.
Nevertheless, it is argued that these works differ from the Western examples in many
respects, that is, these biographers adopt an instrumentalist approach, use these
works as a means to advocate their thoughts and choose biographies whose life
stories could, in their opinion, serve as examples or models for the society.
Keywords: Biography, Turkish literature, Tanzimat literature, Namık Kemal,
Fatma Aliye Hanım, Ahmet Mithat, Beşir Fuad
iv
KISA ÖZET
Türk Edebiyatı’nda Modern Biyografinin Doğuşu
Sinem Çelebioğlu
Bu çalışmada, Tanzimat dönemi yazarlarından Namık Kemal, Beşir Fuad,
Ahmet Mithat ve Fatma Aliye Hanım tarafından yazılan ve Batılı anlamda ilk
örnekler arasında sayabileceğimiz biyografik eserler incelenmiştir. Tezde ele alınan
metinlerin, geleneksel biyografi yazımından ayrılan yönlerinin ve ne ölçüde modern
biyografi özellikleri taşıdıklarının yanı sıra bu eserlerin Tanzimat edebiyatının ayırt
edici özellikleriyle ne derece örtüştüğü saptanmaya çalışılmıştır. Diğer yandan
yazarların biyografi yazma nedenleri ile yazma teknikleri üzerinde de durulmuştur.
Çalışmanın sonunda, Evrak-ı Perişân ile Namık Kemal, Victor Hugo ve
Voltaire adlı eserleriyle Beşir Fuad, Beşir Fuad ve Fatma Aliye Hanım yahut Bir
Muharrire-i Osmaniyenin Neşeti adlı biyografileriyle Ahmet Mithat ve son olarak
Ahmet Cevdet Paşa adlı çalışmasıyla Fatma Aliye Hanım’ın, geleneksel biyografi
yazımını devam ettirmedikleri, diğer türlerde olduğu gibi biyografi yazımında da
Batı’yı model alarak eserlerini yazdıkları ve Tanzimat edebiyatında, biyografi türünü
kullanmada öncü oldukları, fakat birçok açıdan modern biyografi özelliklerine de
uymadıkları ortaya çıkmıştır. Zira tüm Tanzimat yazarlarında olduğu gibi metinleri
incelenen yazarların, kaleme almış oldukları biyografilerini kendi amaçlarına
hizmette kullandıkları, eserler üzerinden kendi fikirlerini aktardıkları ve toplumun
ibret alacağı veya model olarak benimseyeceği özneleri tanıtmayı tercih ettikleri
görülmüştür.
Anahtar kelimeler: Biyografi, Türk edebiyatı, Tanzimat edebiyatı, Namık
Kemal, Fatma Aliye Hanım, Ahmet Mithat, Beşir Fuad
v
İÇİNDEKİLER
1. GİRİŞ
Batı’da Biyografi Türünün Tarihsel Gelişimi ............................................... 1
Modern Biyografinin Özellikleri.................................................................... 8
Türk Edebiyatı’nda Modern Biyografi Öncesi Biyografik Yazım Geleneği 18
2. TÜRK EDEBİYATI’NDA İLK BİYOGRAFİ ÖRNEKLERİ
Namık Kemal’in Biyografileri ............................................................... 25
Evrak-ı Perişân......................................................................... 25
Beşir Fuad’ın Biyografileri ..................................................................... 42
Victor Hugo .............................................................................. 46
Voltaire ..................................................................................... 56
Ahmet Mithat’ın Biyografileri ................................................................ 66
Beşir Fuad ................................................................................ 68
Fatma Aliye Hanım yahut Bir Muharrire-i Osmaniyenin Neşeti 81
Fatma Aliye Hanım’ın Biyografileri ........................................................ 96
Ahmet Cevdet Paşa ................................................................... 98
3. SONUÇ ............................................................................................................... 108
KAYNAKÇA ..........................................................................................119
vi
ÖNSÖZ
Batılışlaşma ile birlikte yeni fikir ve türlere kapılarını açan Tanzimat
döneminde, batılı anlamda biyografi türünün de geliştiği görülmektedir. “Türk
Edebiyatı’nda Modern Biyografinin Doğuşu” başlıklı bu tezin de amacı, yeni bir tür
olarak biyografinin gelişimini ortaya koymaktır. Osmanlı edebiyatında geleneksel
biyografi yazımı hakkında var olan çalışmaların tersine, Tanzimat dönemindeki ilk
biyografi örnekleri hakkında detaylı incelemelerin olmaması dikkat çekmektedir. Tez
konumu seçmemde bu eksikliğin rolü büyüktür. Zira, tezkirecilikten batılı biyografi
örneklerine geçiş sergilenmediği gibi, Namık Kemal, Beşir Fuad, Ahmet Mithat ve
Fatma Aliye Hanım gibi ilk biyografi örneklerini veren yazarların biyograf kimlikleri
üzerinde de pek fazla durulmamıştır.
Bu fikirden hareketle bu tezde, Tanzimat dönemindeki bu ilk biyografi
örneklerinin, ne tam geleneksel biyografi yazımına uygun ne de tam modern
biyografi özelliklerine sahip olduğu ortaya konulmaya çalışılacak ve bu eserlerin
daha çok geçiş evresi özellikleri taşıdığı savunulacaktır. Diğer yandan yazarların,
Batı’dan model aldıkları biyografi türünü kendi amaçları doğrultusunda
şekillendirdikleri, kendi fikirlerini aktarmak için bir platform olarak kullandıkları ve
toplumun ibret veya örnek alması için öznelerinin hayat hikayelerini aktardıkları ileri
sürülecektir. Bunun için de, yeni bir tür olarak edebiyatımızda gelişen biyografinin
ilk örnekleri detaylı bir biçimde incelenmeye ve bu örneklerin hangi yönleriyle
geleneksel yöntemde yazıldığı, hangi yönleriyle Tanzimat eserleri ile örtüştüğü ve
Batı’da gelişen modern biyografi türüne yaklaştığı gösterilmeye çalışılacaktır.
Hem Batı hem de Türk edebiyatında, yaşamöyküsü örneklerine genel olarak
bakıldığında, 19. yüzyılın sonuna gelene kadar tüm örneklerde hayatı kaleme alınan
vii
kişilerin efsanevi nitelikler taşıdığı, biyografların seçmiş oldukları öznelerine dair
yüceltici bir tavır sergiledikleri açıktır. Didaktik bir bakış açısıyla yol alan
biyografların, topluma örnek olması amacıyla özellikle ‘başarılı’ insanların
yaşamöykülerini yazdıkları görülmektedir.
20. yüzyıldan sonra ise, özellikle Batı edebiyatında biyografilerin belirli
kurallar çerçevesinde yazılması gerektiği tartışmaları ortaya çıkmış ve modern bir
biyografinin ilk örnekleri bu yüzyılda verilmiştir. Tanzimat döneminde de, tezkire
geleneğinden uzaklaşılarak Batılı anlamda biyografi örnekleri verilmeye
başlanmıştır. Bu gelişmeler doğrultusunda, Tanzimat döneminde modern bir
biyografi anlayışından söz edilip edilmeyeceği, Tanzimat yazarlarının biyografi
türünü hangi amaçlarla ve hangi kurallara bağlı olarak kullandıkları ya da kendi
biçimlerini oluşturup oluşturmadıklarını belirleme gayesi, bu tezin çerçevesini
oluşturmuştur.
Bu nedenle tezin giriş bölümünde, Batı’da biyografi türünün gelişimi ve
özellikleri ile Osmanlı’da geleneksel biyografi yazımı ele alınmıştır. “Batı’da
Biyografi Türünün Tarihsel Gelişimi”nde, öncelikle Batı’da biyografi türünün
tarihsel gelişimine yer verilmiş ve tür açısından önemli sayılan örneklerden kısaca
bahsedilmiş, daha sonra tezde incelenecek biyografi örneklerini değerlendirirken
yararlanmak üzere 20. yüzyılda gelişen modern biyografinin özellikleri detaylı bir
biçimde sıralanmıştır. “Türk Edebiyatı’nda Modern Biyografi Öncesi Biyografik
Yazım Geleneği” bölümünde ise, Osmanlı edebiyatında geleneği yüzyıllarca devam
etmiş olan tezkirecilik üzerinde durulmuş ve diğer biyografik türlerden kısaca
bahsedilmiştir. Yine tezde incelenecek eserlerin tezkire geleneği ile bağlantısını
görebilmek için türün özellikleri belirtilmiştir. Ayrıca, 16. yüzyıldan 20. yüzyıla dek
devam eden tezkirecilik geleneğinden, Tanzimat döneminde modern biyografi türüne
viii
birdenbire geçiş olmadığı için bu bölümde, tezkirecilik sisteminden kopmamış olan,
diğer bir deyişle tezkireciliği sürdüren yazarlardan da kısaca söz edilmiştir.
Tezin ana bölümünü ise, Tanzimat döneminde kaleme alınmış biyografik
metinlerin yakın okuma tekniği ile incelenmesi oluşturmaktadır. Bu bölümde,
öncelikle menakıpnamelere daha yakın duran Namık Kemal’in Evrak-ı Perişân adlı
eseri, geleneksel biyografi yazımından uzaklaşarak Batılı anlamda ilk biyografi
örnekleri sunan Beşir Fuad’ın Victor Hugo ve Voltaire adlı biyografileri, Tanzimat
yazarları arasında eserleriyle önem taşıyan ve diğer eserlerinde olduğu gibi kendine
has teknikleriyle biyografileri kaleme alan Ahmet Mithat’ın Beşir Fuad ile Fatma
Aliye Hanım yahut Bir Muharrire-i Osmaniyenin Neşeti adlı eserleri ve son olarak da
bir kadın bakış açısıyla yazıldığı için önem taşıyan ve hem öznesini hem de dönemi
yansıtması dolayısıyla farklı bir yerde duran Fatma Aliye Hanım’ın Ahmet Cevdet
Paşa ve Zamanı adlı eserleri ele alınmıştır.
Sonuç bölümünde ise, Tanzimat yazarları tarafından örnekleri verilen bu ilk
biyografiler, Türk edebiyatında modern biyografinin gelişimi içerisinde, geleneksel
biyografi yazımı ve modern biyografi arasındaki geçiş evresi özellikleriyle
konumlandırılmaya, yazarların modern biyografi özelliklerine ne derece uyduğu ya
da bu özelliklerden bağımsız bir biçimde hangi kurallar çerçevesinde eserlerini
yazdığı bulgulanmaya çalışılmıştır.
Bu tezin oluşumunda yardımlarını ve desteğini esirgemeyen değerli
danışmanım Yard. Doç. Dr. Zeynep Uysal’a ve her zaman yanımda olan aileme ve
dostlarıma yürekten teşekkür ederim.
1
1. GİRİŞ
Batı’da Biyografi Türünün Tarihsel Gelişimi
Kökeni yüzyıllar öncesine kadar uzanan ve en eski yazınsal türlerden biri olan
biyografinin günümüzde hâlen popülerliğini koruması hatta daha da arttırması,
aslında iki kelime ile açıklanabilmektedir; "merak" ve "anma" dürtüsü.
Biyografilerin yazılma amacını özetleyen bu iki kelime, türün ne kadar eskiye
dayanabileceğinin de altını çizmektedir. Çünkü bireyler, ölüm gerçeği ile
karşılaştıklarından beri anma, hatırlama, unutmama ve ölen kişilerin hayatını anlama
konusunda duyarlıdırlar. Bu sebeple, “kendisi başlı başına bir tür olarak gelişmeden
önce de diğer yazınsal türlerin içinde dağılmış” olan ve “çoğu kez onlara kaynaklık
eden” biyografinin temellerini, mezar taşları ve cenaze törenlerindeki sözsel ifadeler
oluşturmaktadır. Bütün amaç, "ölen kişinin hayattayken yaptıklarını anlatmak, kişiyi
övmektir."1 Bu kişi askerse kahramanlıkları, hükümdarsa ülkesini nasıl yönettiğine
dair bilgiler halka aktarılmıştır. Bu görüşü Harold Nicolson; "Biyografi, anma
içgüdüsünü tatmin etmek için icat edilmiştir: aileler, ölüyü anmayı arzu eder bu
yüzden ağıtlarımız, kitabelerimiz bulunmaktadır; kabileler, kahramanlarını anmak
ister bunun için destan ve menkıbelerimiz vardır; kilise, kurucularını anmayı ister bu
yüzden azizleri anlatan hikâyeler (saints) vardır." diyerek desteklemektedir.2
Mısır tarihinde, yaşamöykülerinde ve mezar taşlarında, tanrıların
buyruklarına uygun olarak geçirilmiş bir ömrü sergilemesi ve toplum içinde
1 Nursel Duruel, “Hayat, Biyografiler, Biyografyalar”, Jale Baysal’a Armağan (İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, 1993), s.75. 2 Harold Nicolson, The Development of English Biography (New York: Harcourt, Brace and Company, Inc., 1928), s.135.
2
kimliğini sürdürebilmesi amacıyla önemli şahıslara yer verilmiştir. Kimi zaman
mezar taşlarının, ölen kişinin ağzından yazıldığı da görülmüştür; Orhun Yazıtları ile
Yenisey Yazıtları, ölenin ağzından yazılmış gibi gösterilen önemli örneklerdendir.3
Bu alanda fazla sayıda örnek sunan ve türün tarihsel gelişimini sergilediği için
detaylı bir biçimde göz atacağımız İngiliz edebiyatında da bu türün izini,
kahramanların, efsanevi savaşçıların anlatıldığı kitabeler, ağıtlar ve destanlarda
sürmek mümkündür.4
Batı’da modern biyografinin ilk örneklerine bakıldığında, önce kısa
biyografilerin5 yazıldığı görülmektedir. Bunun en önemli iki örneğini de İncil ve
Plutarkos’un Koşutlu Yaşamlar adlı eseri oluşturmaktadır6. İ. S. 46-119 yıllarında
yaşayan ve 19. yüzyılın biyografi anlayışının temelini oluşturan Plutarkos, eserinde
yirmi üç Yunanlı ile yirmi üç Romalı’nın hayatını kaleme almıştır. “Benim amacım,
hayatları yazmaktır, tarihleri değil” diyen yazar, tarihsel malzeme ile fazla
ilgilenmemiştir7 ve daha önce tarihin bir kolu olarak düşünülen biyografi türünün,
edebiyata dâhil edilmesini sağlamıştır.8 Biyografiyi her zaman ahlaki örnek vermede
kullanılabilen bir araç olarak gören Plutarkos, hırsın tuzaklarını, kibrin kötülüklerini
vurgulayarak, okuyucuya hem zevk hem de ibret vermeyi hedeflemiştir. Kısacası,
biyografi türü aracılığı ile “örneklerle modeller yaratmayı ve halkı eğitmeyi”
3 Oğuz Demiralp, “Yaşamöyküsü Mezartaşına Yazılır”, Kitap-lık sayı: 36 (Bahar 1999), s.173. 4 Nicolson, s.17. 5 Belirli başlıklar altında, ortak kişilerin kısa hayatlarına yer veren, belirli konular çerçevesinde isimlerin seçildiği, detayların – ölüm, doğum, aile – ve yorumların dipnot aracılığı ile verildiği bir biyografi türüdür. 6 Dwight Durling, Biography Varieties and Parallels ( New York: The Dryden Press, 1941), s. 8. 7 Marietta A. Hyde, Modern Biography (New York: Harcourt, Brace and Company, Inc., 1926), s. xiv. 8 Güven Turan, “Bir Yaşamın İçi Dışı” Kitap-lık sayı: 36 (Bahar 1999), s. 167.
3
arzulamıştır.9 Çünkü Plutarkos; “O nasıl bir adamdı?” sorusunu temel almış ve bir
biyografinin esas amacının ahlak kurallarına uygun olarak yaşanmış bir hayat
modeli sunmak olduğunu savunmuştur.10
Plutarkos’un çağdaşı Seutonius ise, Sezarların Yaşamı adlı eserinde, bugünkü
biyografi anlayışına yaklaşır bir biçimde “benden duymuş olma” tarzında bilgilere
yer vererek, insanların merak ettikleri noktaları doldurmuş, teşhir etmenin ve bir
bakıma edebi anlamda biyografinin ilk örneğini vermiştir.11
6. yüzyılda İngiltere’de, etik ve teolojik (tanrıbilimsel) kavramların yer
verildiği azizlerin yaşamlarını anlatan “hagiography” (hayat hikâyesi) türü
gelişmiştir. Bede’nin Martyrology ile Ecclesiastical History adlı eserleri bu türe birer
örnektir. Yazarın amacı eserlerinde “iyi insanların iyi yönleri” ile “kötü insanların
kötü yönleri”ni ortaya koymaktır.12
9. yüzyılda Bishop Asser tarafından yazılan Life of Alfred the Great, bir birey
hakkında yazılmışsa da çok başarılı sayılmamaktadır. Çünkü eserde Kral Alfred’in
karakteri, kişiliği veya gelişmesi hakkında detaylı bilgiler olmadığı gibi, tatmin edici
açıklamalar da yer almamaktadır.13
9 Duruel, s.75. 10 Ira Bruce Nadel, Biography: Fiction, Fact and Form (New York: St. Martin's Press, 1984), s. 18. 11 Turan, s. 167. 12 Nicolson, s.18. Bu konuda şu da belirtilmelidir ki, kötü yönlerin sergilenmesi aslında biyografinin özünde vardır, çünkü biyografilerin bir amacı da yermektir. Bu konuda Humphrey Carpenter, biyografilerin, ya tapınma ya da yıkma amacıyla yazılmış olduğunu ifade etmektedir. Bkz: Humphrey Carpenter, “Learning about Ourselves: Biography as Autobiography”, The Art of Literary Biography, (Oxford: Clarendon Press, 1995), s. 267. Ayrıca Oğuz Demiralp, biyografilerin ahlaki değerleri ortaya koymak için sadece iyi insanların yaşamlarını aktarmadığını, hayatlarını kötü yaşayanların veya yaşamında insanlara kötü örnek olanların da ibret olması amacıyla örneklendiğini belirtmiştir. Demiralp’e göre bu, bazen örnek gösterilen insan henüz hayattayken de yapılabilir, kimi zaman da ölmüş bir insanın hayatından ders alınması amacıyla olumsuz yönleri aktarılır. Bkz: Oğuz Demiralp, s. 177. 13 Nicolson, s. 20.
4
Ortaçağ dönemi, biyografi örnekleri açısından zayıf olsa da dönemin
sonlarında Boccaccio, De Casibus Virorum et Feminarum Illustrium adlı eseri ile
türün tekrar canlanmasına sebep olmuştur.
Harold Nicolson'ın "pure biography" (saf biyografi) tanımına uyan ilk örnek
ise 12. yüzyılda verilmiştir.14 Eadmer, Historia Novorum ile Vita Anselmi adlı
eserlerinde “her şeyi açık bir şekilde söylemiş” ve gerçek bir biyografi metodu
kullanarak “mektupları, iddialarını desteklemek ve ispat etmek amacıyla ortaya
koymuştur.”15
“Hagiography” türünün sona erdiği romantik dönem ile 13., 14. ve 15.
yüzyılda, sadece kral ve devlet adamlarının hayat hikâyeleri kaleme alınmıştır.
16. yüzyılda öne çıkan iki eser vardır. Bunlardan ilki William Roper'ın Life
of Sir Thomas More adlı eseridir. Thomas More’un kızı ile evli olan Roper,
kayınpederinin idamından sonra bu biyografiyi yazmıştır. Bu eser, İngilizcede bir
birey hakkında yazılmış ilk anlatı olarak nitelendirilir. Fakat Harold Nicolson’a göre
Roper’ın hataları vardır. Çünkü koyu bir Katolik olan yazar, eserini ön yargılı bir
biçimde yazmıştır. Ayrıca Harold Nicolson, biyografiyi okurken Thomas More’un
eserlerine dair hiçbir şey öğrenemediğimizi ve eserde More’un işinden uzaklaştırılma
sebeplerinin verilmediğini belirtmiştir. Bu nedenle, okunabilir ve canlı da olsa hatalı,
eksik, ön yargılı olan bu eserin, “pure sayılabilmesi çok güçtür.”16
14 Bir biyografinin "pure" (saf) olması için tarihsel gerçekliğe uygun olması, yapısının sağlam kurulması, uydurma olmayan bir hikâyeye dayalı olması gerekmektedir. Daha detaylı bilgi için bkz: Nicolson, ss. 12-13. 15 Nicolson, s. 22. 16 Nicolson, ss. 29-30.
5
Diğer önemli örnek ise George Cavendish'in Life of Wolsey adlı eseridir.
Harold Nicolson’a göre bu çalışma, tam bir sanat eseridir. Her şeyden önemlisi
yazar, araya mesafe koymuş ve eserini tarafsız bir gözlemle yazmıştır.17
17. yüzyılda bireysellikten çok tiplemelere özen gösterilmiş, olumlu veya
olumsuz bir tip (cimri, eli açık, yalancı, vefalı vb.) ele alınarak, onun özellikleri
sergilenmeye çalışılmıştır.18 Yüzyılın sonlarında öne çıkan isim ise Izaak Walton'dır.
Lives adlı çalışması, başarılı bir sanat eseri olsa da, tam anlamıyla bir biyografi
olarak adlandırılamamaktadır.19 Çünkü Walton, gerçeklik konusunda hataya düşmüş,
esere kendi duygularını katmış ve etik değerlerini ön planda tutmuştur. Yine de
Walton, bir biyografiyi “kasıtlı” olarak yazan ilk biyograftır.20 Diğer bir deyişle
Walton, ilk kez bilinçli bir biçimde biyografi yazmaya niyetlenmiş olmasıyla dikkat
çekmektedir.
18. yüzyıl, biyografik eserler açısından verimli bir dönemdir. Özellikle bu
türün roman türü ile ilişkisinin gelişmesi; metinlerde mektupların, diyalogların
kullanılmasını sağlamıştır. Bu dönemde ön plana çıkan en önemli isim Dr. Samuel
Johnson'dır. Çünkü Dr. Johnson, kendi teorisini oluşturarak21 biyografi türünü "pure"
(saf) hale getiren bir biyograftır. The Life of Savage adlı çalışması ile İngiliz
edebiyatında çok önemli bir yer edinmiştir.
17 Nicolson, ss. 33-34. 18 Duruel, s.75. 19 Nicolson, s. 65. 20 Nicolson, s. 66. 21 Dr. Samuel Johnson, "hayal" unsurlarından çok serüvenlerin ve toplumsal olayların biyografide yer alması gerektiğini savunmuştur. Yazara göre bir biyografi, soy ile başlayıp cenaze ile sona ermeli, sadece gerçeği, canlı detayları ve psikolojik açılımları aktarmalıdır. Çünkü esas olan gerçektir. Bir eserde hatalı bilgi var ise o eser, hiçbir şeydir. Bu nedenle, kendi eserini de hislerine dayanarak değil, gerçekliği arayarak kaleme almıştır. Bkz: Nicolson, ss. 80-82.
6
18. yüzyılın önemli isimlerinden bir diğeri de James Boswell'dir. Biyografide
“gerçeklik”i savunan22 Boswell’in, Dr. Samuel Johnson ile çok yakın dost olması,
yazarın başarılı biyografi örneklerinden birini sunmasını sağlamıştır. Life of Johnson
adlı eseri, Dr. Johnson’ın ölümünden yedi yıl sonra yayımlanmıştır. Marietta A.
Hyde’ın belirttiği gibi Boswell, yıllar boyu Dr. Johnson’ın her hareketini ve
söylediklerini not aldığı için elinde oldukça malzeme birikmiştir. Sonuç olarak
hayatını yazmaya karar verdiği kişiyi aslında kendisi kadar iyi tanımaktadır.23
Böyle başarılı eserlerden sonra 19. yüzyılda biyografik metin çalışmaları hız
kazansa da, 1828 yılında Thomas Arnold’ın başı çektiği "Victorianizm" sayesinde,
"pure" (saf) biyografi çöker. Çünkü Viktorya çağında, idealize etmek ya da
sansürlemek ön planda olduğundan, doğrular, gerçekler yerine sadece saygın olan,
örnek teşkil eden kişilerin hayatı yazılmaya başlanmıştır. Örneğin Forster'ın Life of
Charles Dickens adlı eseri, son derece aklanmış paklanmış bir yaşamöyküsüdür.24
Daha önce de belirttiğimiz gibi 19. yüzyıl biyografisinin temelini Plutarkos
oluşturmuştur. İyi olan, doğru hareket eden, insanlara model olabilecek kişilerin
hayatlarını dikkate alan Plutarkos'un devamcısı, bu dönemde Samuel Smiles'dır
denilebilir. Biyografi yazmanın soylu bir görev olduğuna inanan Smiles, Self Help
adlı eserinde "önemli ama bilhassa da iyi insanların biyografileri"ni yazmıştır.25
Smiles, bu tercihini "doğru kurallar işe yarar ama doğru modeller çok daha fazlasına
yarar" diyerek desteklemiştir.26 Böylelikle yeniden didaktik ve ahlaki değerler
taşıyan örnekler ön plana çıkmış ama yine de bu tarz fazla uzun sürmemiştir. Zira
22 Nicolson, s. 87. 23 Hyde, s.xvıı. 24 Turan, s. 169. 25 Nadel, s. 18. 26 Nadel, s. 21.
7
Boswell, Viktorya tarzı düşünce sistemine karşı çıkan önemli isimlerdendir.
Ardından gelen Lytton Strachey ise 20. yüzyıl biyografisine damgasını vuran önemli
bir isimdir. Çünkü yazar, ilk modern biyografi örneğini sunmuştur.27
Lytton Strachey’in modern biyografinin ilk örneğini verdiği 20. yüzyılda artık
önemli olan hikâyenin "nasıl" anlatıldığıdır. Bir hayatın yaşanması ne kadar
önemliyse onu yazıya dökmek, anlatım biçimlerini kullanmak, bu hayatı doğru ve
güvenilir biçimde aktarmak da o kadar gerekli hale gelmiştir. Modernizm, psikoloji
ve kurmacanın önem kazanması, bu dönemde yazılan metinleri eskilerinden farklı bir
konuma getirmiştir.28 Viktorya tarzı biyografik eserlerde, nasıl seks, skandal ve öz
güven unsurları olmayıp yalnızca ahlaki doğruluk ön plandaysa, 20. yüzyılda da tam
tersine anti-kahramanlar, psikoanalitik, seks, skandal ve öznenin kendine olan güveni
ön plana çıkmıştır. Bundan sonra artık biyograf, kültürel kahraman imajını
yansıtmakla yükümlü değildir.29 Virginia Woolf'un tanımına göre biyograf, artık
ciddi veya sempatik bir dost olarak kahramanının peşinden gitmeyecektir. Yazar,
hayatını yazdığı öznenin arkadaşı veya düşmanı da olsa, özneye hayranlıkla ya da
eleştirel de yaklaşsa, artık özne ve biyograf eşittir.30 İşte 20. yüzyılda Lytton
Strachey, Eminent Victorians adlı çalışması ile "doğruyu, yalnızca doğruyu"
yazmaya yemin etmiş31 ve kendinden öncekileri eleştirerek, bu yolu açmıştır. Bir
biyografide olması gereken özellikleri sırasıyla sunmuştur.
27 Martin Stannard, “The Necrophiliac Art”, The Literary Biography Problems and Solutions (Great Britian: Macmillan Press LTD, 1966), s.32. 28 Nadel, s. 186. 29 Martin s. 33. 30 Catherine Peters, “Secondary Lives: Biography in Context”, The Art of Literary Biography (Oxford: Clarendon Press, 1995), s. 43. 31 Turan, s. 169.
8
Modern Biyografinin Özellikleri
Biyografi türünün tarihsel gelişiminden sonra özelliklerine de değinmemiz
yerinde olacaktır. Biyografinin gelişimine bakıldığında, aslında dönemler boyu farklı
şekillerde yazıldığı, farklı amaçlara hizmet ettiği gözlemlenmektedir. Fakat
araştırmacıların genel yorumlarına göz atıldığında, özellikle 20. yüzyıldan sonra
modern biyografiye dair ortak noktalara varıldığı görülmektedir. André Maurois, 20.
yüzyıldan önce yazılan biyografilerle “modern” biyografi arasındaki farkları inceler.
Aspects of Biography adlı çalışmasında Maurois, Viktorya döneminde
yazılmış olan bir biyografi ile Lytton Strachey’in 20. yüzyılda yazdığı biyografinin
birer sayfası okunduğu takdirde, aradaki farkın açıkça görüleceğini belirtmektedir.32
Çünkü Maurois’a göre modern bir biyograf; “eğer dürüstse ‘karşımda mükemmel bir
kral, bir devlet adamı, bir yazar var...’ şeklinde düşünmeyecektir... ‘Burada bir adam
var. Onun hakkında birçok belge ve delillerim var. Ben, gerçek bir portre çizmeye
çalışacağım...’ şeklinde düşünecektir.33 Buna karşılık Virginia Woolf’un belirttiği
gibi, Viktorya dönemindeki bir biyograf ise, “erdem fikrinin hakimiyeti altına
girmiştir.” ve Viktorya döneminde yazılan tüm biyografik eserlerde, dürüstlük,
soyluluk ve namus ön planda tutulmuştur.34
Modern bir biyografi eserinde olması gereken en önemli unsurlardan biri
tarihsel gerçekliktir. Her şeyden önce bir biyografi eserinin tarihsel gerçeklik
bağlamında oluşturulması, doğru bir biçimde yapılandırılması gerekmektedir. Hayat
hikâyesi anlatılan kişi, nasıl bir hayat yaşamış olursa olsun, kişinin hayat hikâyesine
dışarıdan bir şey eklemek veya özünden bir şey eksiltmek yanlıştır.
32 André Maurois, Aspects of Biography, (New York: D. Appleton & Company, 1930), s. 9. 33 Maurois, s. 14. 34 Maurois, s. 16.
9
Yaşamöyküsünün kurmaca kalıpları aşılmadan yazılması gerekmektedir.35 Leon
Edel’in de belirttiği gibi bir biyograf istediği kadar yaratıcı olabilir, hatta bazen daha
fazla yaratıcılık da olumlu olabilir ama bir biyograf, elinde bulunan materyaller
dışında başka materyalleri hayal ederek eserinde kullanmamalıdır.36 Virginia Woolf
da gerçeklik ile kurmaca arasındaki denge konusunda aynı fikirdedir. Woolf’a göre
bir biyograf, kurmacayı çok fazla kullandığı takdirde, gerçekliği ihmal eder. Sonuç
olarak elinde bulunan kurmacanın özgürlüğünü de, eserinde yansıtması gereken
gerçekliğin gücünü de bir anda kaybetmiş olur.37 Çünkü bir biyografın esas amacı,
icat etmek değil keşfetmektir.38 Ve en önemli nokta da bir biyografın, öznesinin
gerçeklerinin esiri olduğudur.39 Yani bir biyograf, yaşamını yazmak istediği
öznenin, kendisine sunmuş olduğu materyallerden ve gerçeklerden uzaklaşmamalı,
onları değiştirmemeli ya da çarpıtmamalıdır. Özne kendisine ne sunuyorsa, biyograf
da okuyucusuna bu gerçekleri olduğu gibi aktarmalıdır. Kendisi her ne kadar bir
hikâye anlatıcısı da olsa, yazdığı metnin biçimini kendi de oluştursa, gerçekleri
kendisi hayal edemez veya icat edemez.40 Bu nedenle ideal bir biyografın,
hikâyesinde çok fazla tahmin yürütmediği gibi, kendine ait fikirleri ve yorumları ile
de metni sık sık bölmemesi gerekmektedir. Zira 19. yüzyılın önemli biyograflarından
35 Nicolson, ss. 11-12. 36Dale Salwak, The Literary Biography Problems and Solutions (Great Britian: Macmillan Press LTD, 1966), s.xi. 37 Peters, s. 43. 38 Nadel, s. 55. 39 Geoffrey Wolff, “Minor Lives”, Telling Lives the Biographers’s Art (Washington: New Republic Books, 1979), s. 60. 40 Stannard, s.40.
10
Sidney Lee’nin düşüncesine göre biyografi, ciddi olmalı, okurların merakını canlı
tutmalı ve hayatı yazılan kişinin kişiliğini doğru bir biçimde aktarmalıdır.41
Öte yandan bir biyografi eserinde gerçekliğe ne derece ulaşılabileceği,
tartışılan en önemli konulardan biridir. Gerçeklik gerçekten mümkün müdür? Ya da
bir biyograf, ne şekilde gerçekliğe ulaşabilir? Nursel Duruel’in ifadesine göre bir
biyografın endişesi, yalnız olayları, olguları aktarmak, yapıtlarla hayat arasında ilişki
kurmak, eleştirmek, değerlendirmek, yorumlamak değil, aynı zamanda gerçeği
olduğu gibi de yakalayabilmektir. Fakat bu gaye, biyografın “kendisi” sayesinde
imkânsızlaşır. Çünkü biyografın kendi hayat görüşü, ahlak anlayışı, birikimi, kişiliği,
içinde yaşadığı toplumun değer yargıları ve daha da önemlisi hayatını kaleme aldığı
kişi ile olan ilişkisi nedeniyle gerçekliğe ulaşması zorlaşmaktadır.42
Bir biyografi eserinde her zaman eksik bir tarafın kalacağını iddia eden
Humphrey Carpenter ise yazarların, hayatını anlattıkları kişiden çok, kendilerini
anlatma çabasının gerçekliğe ulaşmaya engel olan faktörlerden biri olduğunu
belirtir.43 Bir insan hakkında her detayın bilinmesinin imkânsız olduğu gibi,
yaşamöyküsünde de her detayın verilebilmesi imkânsızdır. David Bellos’un
sözleriyle ifade edersek; “Her şeyi anlatmış olduğu iddiasındaki bir yaşamöyküsü
yazarı, abartıyı yalana kaydırıyor demektir.”44 André Maurois’nın özellikle belirttiği
nokta ise, biyografik eserlerin her ne kadar gerçeklerle ilişkisi olsa da, biyografi
türünün kimya ya da fizik gibi düşünülemeyeceğidir.45 Bilimsel bir gerçekliğin
41 Nicolson, s. 145. 42 Duruel, s.76. 43 Carpenter, s.268. 44 David Bellos, “Yazınsal Yaşamöyküsü Yazarlığı Denen Beceriksiz Sanat”, Kitap-lık sayı: 36, (Bahar 1999), s.179. 45 Maurois, s. 96.
11
mümkün olmadığını iddia eden Maurois, bir insanın ‘dış yaşam’ında yaşadıklarının
(seyahatleri, diyalogları, tanıştığı insanlar...) eldeki dökümanlar sayesinde
bilinebileceğini ama ‘iç yaşam’ındaki duygu ve düşüncelerinin tamamına
ulaşılamayacağını belirtir.46 Mark Twain’in şu sözleri bu fikri desteklemektedir;
“Biyografi, bir insanın elbise ve düğmeleridir. Ancak bir insanın gerçek biyografisi,
beyninde yaşadığı ve sizin asla bilemeyeceğiniz yirmi dört saattir.”47 Bu nedenle,
bilimsel anlamda tam bir gerçekliğe ulaşmak imkânsız da olsa, bir biyografın dikkat
etmesi gereken bazı kurallar ve uyması gereken yöntemler vardır.
Her şeyden önce bir biyograf, hayatı yazılacak kişi hakkında tüm bilgi ve
belgelere sahip olmak zorundadır. Bu bilgiler, özne hakkında daha önce yazılmış
olan akademik çalışmalar, resmi kayıtlar, günlükler, mektuplar ve varsa öznenin
eserleridir. Hayatı yazılacak olan konu kişi, bir yazarsa, ortaya koyduğu eserlerin,
kendi yaşamına dair fazlasıyla bilgi içerme ihtimali yüksektir. André Maurois’nın
belirttiği gibi, bir yazarın yarattığı karakterler sayesinde, o yazarın iç dünyasını
tanıma şansı elde edilebilir. Örneğin David Copperfield vasıtasıyla Dickens, Evan
Harrington vasıtasıyla Meredith ya da Fabrice ve Julien sayesinde Stendhal
tanınabilir. Çünkü bir romanda yaratılmış olan bir karakter, aslında yazarın tüm
kişiliğini ele veren özelliklere sahiptir.48 Bu nedenle ideal bir biyograf, tüm belge ve
bilgilere ulaşmalı, varsa günlükler ve mektupları incelemeli, eserleri üzerinden
bilgiler edinmelidir.
Biyografın, yaşamını yazmak istediği öznenin çevresindeki bireylere ulaşması
önemli kurallardan bir diğeridir. İdeal bir biyograf, özne ile ilişkisi olan, hakkında
46 Maurois, s. 181. 47 Salwak, s. ix. 48 Maurois, s. 88.
12
doğru ve net yorumlar yapabilecek bireyler ile görüşmek durumundadır. Bir dedektif
gibi çalışarak, olası tüm röportajları yapmalıdır.49 Elizabeth Gaskell’in belirttiği gibi
okurunu dikkate alan bir biyograf, mümkün olduğu kadar fazla anekdot
biriktirmelidir.50 David Bellos’un ifadesine göre bir biyografın yapması gereken;
topladığı bilgileri bir tarihçi yaklaşımıyla, neredeyse bürokratik bir süzgeçten geçirmesidir. Örnekse, resmi bir belgede yer alan bir tarihi, ajandanın birinde bulduğu bir tarihe yeğlemeli; bir anının yazılı biçimini, tabii varsa, yıllar öncesinin bir tanığının anlattığına yeğlemeli; ve özellikle, daha güçlü ve destekli başka veriler varken, tek kaynaktan gelene güvenmemelidir.51
Bir biyografın, eleme yaparken oldukça titiz davranması gerekmektir. Çünkü,
“bir yaşamöyküsü yazarının yaptığı elemeler keyfi değildir. Belgeler yığını arasından
yaptığı ayıklama ‘bir insanın yaşamı üzerine ne bilinebilir?’ sorusuna verdiği yanıtı
oluşturur.”52 Detay seçimi, bir biyografi yazarı için son derece önemlidir. Çünkü,
kimi zaman küçücük bir ayrıntı, yadsınamayacak önemde bilgiler
barındırabilmektedir. Her ayrıntı, konu kişinin nasıl bir insan olduğuna, neye
benzediğine, ses tonunun nasıl olduğuna, hitap şekline dair ipuçları taşıyabilir.53 Bu
nedenle, André Maurois’a göre bir biyografi, bu küçük detaylar ile oluşmalı ve özne,
fiziksel özelliklerinden bir bakışına, mimiklerinden ses tonuna, bir gülüşünden
alışkanlıklarına değin canlı bir biçimde tanıtılmalıdır.54 Kısacası ideal bir biyografın,
hayatını yazmak için seçtiği kişi hakkındaki tüm ayrıntılara ulaşması zorunludur.
“Kahramanımız nasıl yetişmiştir? Toplum yaşamına ilk adımlarını nasıl atmıştır?
Gelir kaynakları nelerdir? Düşünceleri nasıl oluşmuştur? Peki ya duygu dünyası? 49 Antony Alpers, “Biography – The ‘Scarlet Experiment’”, The Literary Biography Problems and Solutions (Great Britian: Macmillan Press LTD, 1966), s.17. 50 Elizabeth Gaskell’den aktaran; Hermione Lee, Virginia Woolf’s Nose, Essasys on Biography, (Oxford: Princeton University Press, 2005), s.1. 51 Bellos, s.182. 52 Bellos, s.179. 53 Maurois, s. 63. 54 Maurois, s. 64.
13
Sağlığı? Giyim kuşam, beslenme, yolculuk konularında zevkleri nelerdir?”55 gibi
soruların cevapları her ne kadar kesin olarak bulunamasa da, biyografın bu soruları
göz önünde bulundurarak eserini oluşturması gerekmektedir.
Bilgiler toplandıktan sonra yazma aşamasında, biyografın kronolojik düzene
uyması da önemli noktalardan biridir. Biyografik eserlerin ortaya çıktığı ilk
dönemlerde bu kurala fazla uyulmamış, örneğin Plutarkos eserinde önce
kahramanının eylemlerini anlatmış, sonra da hayatın sonuna geldiğinde kahramanını
tanımlayan anekdotları vermiştir. André Maurois, bu yazım şeklinin yanlış olduğunu
iddia eder ve biyografi eserlerinin ilk cümlesinin çoğu zaman hatalı olduğunu
belirtir. Örneğin, Charles Dickens’ın hayatını yazan bir biyografın, “Ülkesinin en
popüler yazarlarından biri olan Charles Dickens..., 7 Şubat 1812 yılında, bir Cuma
günü, Portsea’de dünyaya gelmiştir.” şeklinde cümleye başlaması çok yanlıştır.
Çünkü Maurois’nın belirttiği gibi o tarihte bir yazar değil, sadece bir bebek
doğmuştur.56
Üsluba da yansıyacak biçimde bir kronolojik sıra takip etmenin yanı sıra konu
kişinin, yaşadığı çağda değerlendirilmesi de çok önemlidir. Zira Güven Turan’ın da
belirttiği gibi biyograf, ele aldığı kişinin çağını bütün boyutlarıyla bilmeli ve
değerlendirmelerini kendi çağına göre değil, o kişinin yaşadığı çağa göre
yapmalıdır.57
Biyografın, eserinde denge kurması vazgeçilmez kurallardan bir tanesidir.
Objektiflik ile kişisel duygular arasında, yazılı delillere (mektup, günlük, anı)
duyulan itimat ile sezgiler arasında bir denge kurulmalıdır. Bir biyografın aynı anda
55 Bellos, s.180. 56 Maurois, ss. 56-57. 57 Turan, s. 171.
14
aydın bir tarihçi, bir edebiyat eleştirmeni, bir yazar ve bir psikiyatrist olabilmesi
gerekmektedir.58 Çünkü Marc Pachter’ın belirttiği gibi, bir biyograf kendisine yakın
gördüğü özneyi övmek istediği anda veya kendisini öznesine dâhil ettiği anda denge
yok olur.59 Bu noktada Leon Edel, bir biyografi için Sherlock Holmes metodlarından
Sigmund Freud metodlarına uzanan bir dizi yöntem tavsiye eder. Çünkü, kilitli bir
kapının açılması için kapıya, doğru anahtarın sokulması gerekmektedir.60
Ayrıca biyograf, eserini kaleme alırken, David Bellos’un da dikkat çektiği
şekilde, “ne zaman, nasıl, hangi koşullarda, kiminle, hangi umutlarla, ve sonuç ne”
sorularıyla yol almalı ama “neden” sorusuna asla yeltenmemelidir.61 Bu noktayı en
iyi örnekleyenlerden biri, Hermione Lee’nin Virginia Woolf adlı biyografisidir.
Woolf’un hayatını kaleme alan Lee, son bölümde yazarın intiharına dair bilgiler
verse de, intiharının nedenlerine değinmemiştir. Çünkü yazarın ifade ettiği gibi,
Woolf’un hayatını nasıl sona erdirdiği tasvir edilebilse bile, intiharın nedenlerini
anlamak, dile getirmek son derece zordur.62
Yukarıda da belirtildiği gibi, modern bir biyografi eserinde sorulması gereken
sorular bellidir ve bu soruların ötesinde bir cevap aramak, nedenlerine dair yorumlar
yapmak doğru değildir. Çünkü bir biyografi, sorulara cevap bulmak için
yazılmamalı, tam tersine sadece olayları sergilemelidir. Tchekov’un bir romanda,
estetik zevkin yok olmaması için yapılmaması gereken bir yanlışı belirttiği şu sözleri,
biyografiler için de geçerlidir; “İki şeyi birbirine karıştırıyorsunuz: çözüm ile bir
58 John Batchelor, The Art of Literary Biography, (Oxford: Clarendon Press, 1995), ss. 4-5. 59 Marc Pachter, “The Biographer Himself: An Introduction”, Telling Lives the Biographers’s Art, (New Republic Books, 1979), s. 9. 60 Leon Edel, “The Figure Under the Carpet”, Telling Lives the Biographers’s Art, (Washington: New Republic Books, 1979), s. 24. 61 Bellos, s.184. 62 Lee, ss.121-122.
15
problemin doğru tanımını. Sanatçı, sadece ikincisiyle ilgilenir. Anna Karenina’da
herhangi bir problem çözüme kavuşturulmamıştır, ama tüm kitap, ortaya serilen
problemler ile kaplanmıştır.”63 Alıntıdan da anlaşılacağı üzere bir biyografide,
problemlerin nedenleri ve nasıl giderilmesi gerektiğine dair yapılan yorumlar yerine,
sadece sorunların belirtilmesi, okuyucuya gösterilmesi gerekmektedir. Biyograf, bir
romancı gibi sadece sorunları ifşa etmeli, herhangi bir dayatmaya gitmemelidir.64
Çünkü, roman ya da biyografi olsun, bir esere ahlaki değerler karıştığında (ki
biyografiler gerçek olaylar ve kişiler üzerine kurulu olduğu için, okuyucu okurken,
yazar da eseri yazarken ister istemez ahlak nabzını tutacaktır), estetik zevk bir anda
yok olacak ve birçok şey kanıtlamaya çalışan yazar, sonuçta hiçbir şey
kanıtlayamayacaktır.65 Kısacası ideal bir biyografın, kişisel yorum ve tahminlerini
sergilemesi, kritik etmesi, belirsiz ifadelere yer vermesi yanlıştır.66
Bir biyografın, kendi değerlerini göz önünde bulundurarak yargılaması, bir
biyografinin objektif olmasını imkânsız hale getirir. Aynı şekilde, hayatını yazdığı
kişiye dair duygu ve düşüncelerini net bir biçimde ifade etmesi de, eserin
okunabilirliğini zedeleyecek olan unsurlardandır. Bu nedenle, modern bir biyografi
eserinde, kişisel duyguların, hayranlığın ya da nefretin ön plana çıkmaması
gerekmektedir. Örneğin Izaak Walton, Lives adlı eserinde gerçeği olduğu gibi
yansıtamamış, ahlaki duygularını, kendinden son derece emin bir tavırla sergilemiş,
duygu ve düşüncelerini satır aralarına yerleştirmiştir.67
63 Maurois, s. 43. 64 Maurois, s. 70. 65 Maurois, s. 144. 66 Nadel, s. 153. 67 Nicolson, s.66.
16
Kişisel duygular, biyografik eser yazımında, yazarı en fazla zorlayan
noktalardan biridir. Çünkü bir biyograf, hayatını yazmak istediği öznesini, kendi
duygu ve düşünceleri doğrultusunda seçecektir. Bu seçim her zaman bilinçli
yapılmaktadır. Seçilen öznenin, tarihte ya da sanat hayatında önemli bir rol oynamış
olması da, seçimi destekleyen en önemli unsurlardan biridir.
Bir örnek vermek gerekirse, modern biyografinin öncülerinden biri olan
Lytton Strachey, Kraliçe Viktoria’nın hayatını yazmayı seçmiştir. Bu seçim, Harold
Nicolson’ın ifadesine göre, tamamıyla bilinçlidir. Zira Kraliçe Viktoria, eğer kraliçe
olmasaydı bu seçim büyük ihtimalle olmayacaktır.68 Ya da örneğin Humphrey
Carpenter, Lyndall Gordon ile yaptığı söyleşide, yazar ile özne arasındaki ilişkinin
önemli olduğunu vurgular ve Tolkien’in hayatını yazarken, yaşadıkları aynı kültürü,
Oxford’daki akademik hayatını kısacası paylaşılan aynı duyguları aktarmak
istediğini belirtir.69 İşte bu nokta, biyografik eserlerin aslında bir nevi otobiyografi
oldukları konusunda bir kapı açmaktadır ki çoğu araştırmacı bu konuda hemfikirdir.
Diğer yandan modern biyografinin tüm sakınmalarına rağmen, eski
dönemlerden beri bilinen odur ki bir biyografi, ya tapınma ya da yerme amaçlı
yazılmaktadır. Marguerite Yourcenar, bu konuyu şöyle ifade eder; “Bir anlamda
yeniden yaratılan her yaşam, örnek olarak ortaya sürülür, evrenin bir görünüşünü
savunmak ya da ona karşı koymak, kendimizin olan davranış düzenini belirtmek için
yazarız.”70 Kısacası yazarlar, kimi zaman sadece kendi fikirlerini ifade edebilmek
için öznesini seçer ve öznenin hayatı üzerinden kendi fikirlerini ortaya koyarlar.
Bunu da bazen olumlayarak bazen de yererek yaparlar. Zira yaşamöyküleri, “Öleni
68 Nicolson, s.55. 69 Carpenter, s. 278. 70 Marguerite Yourcenar’dan aktaran; Nursel Duruel, “Hayat, Biyografiler, Biyografyalar”, Jale Baysal’a Armağan, (İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, 1993), s.76.
17
bir kez daha öldürmek ya da konu kişi yaşıyorsa yaşama yakışmadığını göstermek
için yazılırlar... Bir bakıma ibret ve ders alma anıtı olarak kaleme alınırlar.”71 Bu
noktada biyografların, karakterleri vasıtasıyla düşüncelerini dile getiren roman
yazarları gibi olduğu söylenebilir. Çünkü biyograflar da, kendi duygu ve fikirlerini
bu kez gerçek insanlar üzerinden dile getirme fırsatını yakalarlar.72 Bu sebeple
biyograf, hangi düşüncesini sergilemek istiyorsa, öznesini ona göre seçer. Seçim ile
biyografın ifade etme gayesi orantılı bir biçimde ilerlemektedir.
Bu bağlamda biyografik eserlerde karşılaşılan ortak noktalardan biri de,
eserlerin otobiyografik unsurlar barındırıyor olmasıdır. Michael Holroyd’un da
vurguladığı gibi biyograflar, hayatı konu edilen kişinin yanı sıra kendi hayatlarını da
ön plana çıkarmaktadırlar.73 Aynı şekilde Andrew Sinclair bu görüşü şu sözlerle
destekler; “Biyografi yazmak, bir insanı keşfetmekten daha farklı bir şeydir.
Biyografi yazmak, kendini keşfetmektir.”74 Bu nedenle biyografik eserlerde, esas
öznenin aslında yazarın kendisi olduğu açıktır. Biyografın, eserini oluştururkenki
yaşam tarzı, hayat görüşü, kişilik özellikleri eserine olduğu gibi yansır.75
Okur açısından bakıldığında ise, bir biyografi eserinin okuru iki yönden
cezbettiği görülmektedir; insan kişiliğindeki merak dürtüsü ve gerçek hayatta neler
olduğunu öğrenme isteği.76 Diğer yandan bir biyografi eserinin okurlarına katkısı da
oldukça fazladır. Çünkü okur, okuduğu bir biyografide konu kişi ile özdeşlemek
71 Demiralp, s.177. 72 Maurois, s. 117. 73 Jürgen Schlaeger, “Biography: Cult as Culture”, The Art of Literary Biography, (Oxford: Clarendon Press, 1995), s. 69. 74 Schlaeger, s. 69. 75 Carpenter, s. 279. 76 Alan Shelston, Biography, (London: Methuen & Co Ltd., 1977), s.3.
18
isteyecek, kendi duygu ve düşüncelerini, deneyimlerini özne ile karşılaştırma şansını
elde edecektir. Hatta daha da önemlisi okur, hayatını okuduğu özneyi kendi
kahramanı olarak nitelendirip, onun hareketlerini taklit etme isteği duyacak, “bu olay
başarıldıysa ben de yapabilirim.” şeklinde düşünecektir.77
Türk Edebiyatı’nda Modern Biyografi Öncesi Biyografik Yazım Geleneği
Türkçede ilk biyografik eserler, VII. ve VIII. yüzyıllardan başlayarak iki ayrı
kanalda yazılmıştır. Birincisi İslam dini çerçevesinde gelişen ve son peygamberin
yaşamöyküsünü anlatan Siyer türü, diğeri de tarih kökenli Orhun Yazıtları ile Yenisey
Yazıtları’dır.78 Diğer yandan yaşamöyküsü örnekleri arasında menakıbnameler de
sayılmaktadır. Bu eserler, ermişlerin, kahramanların, din ulularının ve tarikat
büyüklerinin yaşamlarını ve gösterdikleri kerametleri konu edinir. Burada ele alınan
kahramanların ortak yönü, doğaüstü güçlerle savaşabilmeleri, gelecekten haber
vermek, hayvanlarla konuşmak, hastaları iyileştirmek gibi olağanüstü işler
yapabilmeleridir. Ayrıca menakıpnamelerde anlatılan kahramanların, destan
kahramanlarından farkı da, dinin yayılması uğruna savaşa çıkmalarıdır. Genellikle
tek bir kahramanın başından geçen olaylar çerçevesinde oluşturulan bu eserler, birer
biyografi sayılsalar da Atilla Özkırımlı’nın belirttiği gibi efsaneleştirilmiş destansı
yapıtlar oldukları için bilimsel doğruluk taşımamaktadırlar.79 Zira bu eserlerde,
kurmaca özellikler fazlasıyla yer almaktadır.
77 Maurois, s. 134. 78 Uğur Kökden, “Orhun Yazıtları’ndan Şair Nigâr’a”, Kitap-lık sayı: 36 (Bahar 1999), s.201. 79 Atilla Özkırımlı, Türk Edebiyatı Tarihi, C.1, (İstanbul: İnkilap Yay.), s. 238.
19
Osmanlı döneminde biyografik yazım geleneğinin önemli adımları ise
tezkirecilik ile atılmıştır. Dolayısıyla, Türk edebiyatında modern biyografi öncesi
biyografik yazım geleneğine ait ilk örneklerin tezkireler olduğunu söylemek
mümkündür. Bu nedenle, edebiyatımızda Tanzimat dönemiyle birlikte ilk örnekleri
verilen biyografik eserlere geçmeden önce bu bölümde, tezkirecilik geleneğinden
bahsetmek ve tezkire türünün başlangıcından itibaren ne çeşit gelişmeler kaydettiğine
ve genel özelliklerine bakmak faydalı olacaktır.
“Zikr" kelimesinden türetilen tezkire, geçmişte belli bir meslekte yetişmiş
kişilerin yaşamöykülerinin toplandığı yapıtlara verilen genel addır.80 Genelde,
şairlerin hayat hikâyelerini ele alan ve şiirlerinden örnekler sunan eserlerde
kullanılmıştır. 81
Anadolu sahasında ilk tezkire örneği, Edirneli Sehî Bey’in sunduğu Heşt
Behiş’tir. 16. yüzyılda verilen bu ilk örnekten sonra tezkire geleneği başlamış, 20.
yüzyıla dek kesintisiz olarak sürmüştür. Latîfî, Tezkiretü’ş-şu’arâ ve Tabsırâtü’n-
nüzemâ’da, ele aldığı şairleri sadece iyi yönleri ile tanıtmaktan kaçınmış,
beğenmediği şairler hakkındaki fikirlerini de açıkça ortaya koymuştur. Âşık
Çelebi’nin Meşairü’ş-şu’ara ya da Âşık Çelebi Tezkiresi’nin en önemli tarafı ise,
yazarın bizzat şairinden öğrendiği veya yakınlarından duyduğu en doğru ve geniş
bilgiyi vermesi, bir psikolog gibi şairleri ve olayları tahlil etmesidir. 82
Tezkirelerde, seçimlerini kendi zevk, ölçü ve anlayışlarına göre yapan
tezkireciler83, eserini yazma amaçlarını ve yorumlarını kaydettiği “Mukaddime”
80 Atilla Özkırımlı, Türk Edebiyatı Tarihi, Cilt: 4, (İstanbul: İnkilap Yay.), s. 1238. 81 Filiz Kılıç, XVII. Yüzyıl Tezkirelerinde Şair ve Eser Üzerine Değerlendirmeler, (Ankara: Akçağ Yay., 1998,) s.226. 82 Haluk İpekten, Şair Tezkireleri, (Ankara: Grafiker Yayınları, 2002), s.50. 83 Harun Tolasa, Sehi, Latifi, Aşık Çelebi Tezkirelerine göre 16. YY.’da Edebiyat Araştırma ve Eleştirisi, (İzmir: Ege Üniversitesi Matbaası, 1983), s. 317.
20
bölümünden sonra şairlerin biyografik bilgilerini verir. Bu bilgilerden, şairin coğrafi
mekânı ya da çevresi, tezkirecilerin önemsediği detaylardandır. Şairlerin soyuna dair
verilen bilgilere nazaran, evlilik ve çocuk durumuna dair tanıtımlar sınırlıdır.84
Tezkirelerde şairlerin doğum tarihleri genellikle verilmemiştir. Buna karşılık,
ölümünden söz edilmeyen şair sayısı da çok azdır. Şairlerin fiziksel görünümlerine
ait detaylar da önemli yer kaplar.
Tezkirecilerin önemle üzerinde durdukları diğer bir nokta, şairlerin eğitim
hayatıdır. Aynı şekilde, neredeyse tezkirelerin tümünde üzerinde durulan noktalar,
şairin mevkisi, mesleği ve geçim yoluna dair bilgilerdir. Çok ayrıntılı olmamakla
birlikte, şairlerin kişilik yapısına ait tanıtımlar da yer alır. Özellikle şairlerin zihin,
zeka, düşünce, kavrayış gücü ve yetenekleriyle ilgilenen tezkireciler, ayrıca mizaç,
ahlak yapısı, zevkleri ve alışkanlıklarını belirtir. Detaylıca ele alınan konulardan biri
de şairlerin inanç dünyası, şiir yazma kabiliyetleri dışındaki diğer zevk ve
hünerleridir. Biyografik bilgilerin dışında, şairlerin edebi hareketlerinden de
bahsedilir. Şairin edebiyat eğitimi, medrese eğitimi, şiire yönelişi, şairliği seçme
sebepleri, şiire başlarken içinde bulunulan sosyal ve kültürel durumlar, çalışma stili,
adını duyurana kadar olan çalışma süresi gibi bilgiler verilir. Fakat, şairin edebi
kişiliğine ait verilen bilgiler ile biyografik bilgileri arasında sebep-sonuç ilişkisi
kurulmamaktadır.
Tezkirecilerin ilgilendiği bir başka yön ise, şairin edebi çevresidir. Bu
nedenle tezkireciler, çevrenin düşüncelerine başvurur ve şairler arasında
karşılaştırmalar yapar. Edebi hareketlerin sonunda da, şairler eserleri bakımından
değerlendirilir. Tezkirelerdeki esas gaye, eserden çok şairi tanıtmak ve onların
unutulmamasına vesile olmaktır. Bu nedenle tezkirelerdeki eser tanıtımları
84 Bu konuya eğilim, tezkirecinin ilgi ve imkânlarına göre değişmektedir. Bkz: Tolasa, s. 52.
21
çoğunlukla soyut ve geneldir. Eser adları genellikle eksiktir. Hiçbir şairin eserlerinin
adları tam olarak listelenmemiştir. Eserler konusunda verilen bilgilerin büyük
kısmını, onun yazılışına dair sebep ya da vesile olan olaylar oluşturur. Eserin
yaratıcısı olan şairin, eserini kaleme alırkenki ruh hali, içinde bulunduğu sosyal
durumu, yazma amacı, eser metninin bozulup bozulmamışlığı ve eserin
bulunabilirliği ile ilgili bilgiler verir.
Tüm bu bilgilerin sonucunda tezkire, bir “Hâtime” ile sona erer. Tezkireci bu
bölümde, eserini yazarken karşılaştığı sıkıntıları anlatır, eserini başarılı kılması için
Allah’a yalvarır ve son olarak da okuyandan ve yazandan beklediklerini dile getirir.
II. Murad döneminden itibaren hemen her şairin ele alındığı tezkirecilik
geleneği boyunca, türünün en iyi örnekleri verilmiş ve tezkireler edebiyat tarihimiz
için önemli kaynaklar arasında yer almıştır. Fakat, Haluk İpekten’in belirttiği gibi
tezkirecilik, çağdaş bir organizasyona dönüşememiş ve çağdaş biyografi bize
Batı’dan gelmiştir.85 Kısaca tezkireler ve biyografi arasındaki farklara değinmek
gerekirse; her şeyden önce biyografilerde tek bir bireye odaklanılırken, tezkirelerde
aynı meslekten olan birden fazla kişi ele alınmaktadır. Ayrıca, tezkirecilerin kendi
zevk ve edebi görüşleri doğrultusunda tanıtacakları şairleri seçtikleri ve
değerlendirdikleri açıktır. Biyografilerde ise objektif bir şekilde, yazarın sesi ön
planda olmaksızın öznenin tanıtılması gayesi esastır. Diğer önemli bir fark ise,
tezkirelerin kendine has kalıpları ve gelenekten gelen terminolojileri olmasıdır.
Örneğin tezkireciler, ele aldıkları şairleri genellikle inanç dünyaları açısından
değerlendirmektedir. Bu da İslam duyarlılığı ile şekillenen tezkireciliği Batılı
biyografi örneklerinden ayırmaktadır.
85 İpekten, s. 15.
22
16. yüzyıldan 20. yüzyıla dek süren tezkire geleneği, Tanzimat döneminde de
birdenbire ortadan kalkmamıştır. Dolayısıyla Tanzimat döneminde, modern anlamda
verilen ilk biyografi örneğinden önce, eski tezkireciliğin devamı niteliğinde eserler
kaleme alınmaya devam etmiştir. Bu örnekler arasında, Mehmed Siraceddin’in
Mecmua’ş-Şuarâ ve Tezkire-i Üdebâ adlı eseri, Bursalı Mehmed Tahir’in şeyhler,
bilginler, şairler, edipler, tarihçiler, doktorlar ve coğrafyacıları tanıttığı Osmanlı
Müellifleri adlı çalışması, İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ın Son Asır Türk Şairleri
ve Sadettin Nüzhet Ergun’un F harfine kadar sadece üç cildinin yayımlandığı Türk
Şairleri de tezkire geleneğini sürdüren eserler arasında sayılabilmektedir.
Ayrıca, Tanzimattan sonra yine önceki tezkireler taranarak ve eserler gözden
geçirilerek hazırlanan ve eski şair biyografilerini bir arada toplayan çalışmalar da
vardır. Bu örnekler arasında, Hacıbey-zâde Ahmed Muhtar’ın Şair Hanımlarımız,
Hamîd Vehbi’nin Meşâhir-i İslâm, Mehmed Celal’in Osmanlı Edebiyat Numuneleri,
Recaizade Mahmut Ekrem’in Kudemadan Birkaç Şair, Ebüzziya Tevfik’in Numune-i
Edebiyat-ı Osmaniye, Muallim Naci’nin Osmanlı Şairleri ve Esâmi, Faik Reşat’ın
Terâcim-i Ahvâl, Terâcim-i Ahvâl-i Meşâhîr ve Eslâf adlı eserlerini saymak
mümkündür.
Fakat şu da önemle belirtilmelidir ki, özellikle önceki tezkirelerin taranarak
hazırlanan ve tezkireciliğin devamı niteliğindeki bu eserlerin, tam anlamıyla birer
tezkire olmadığı açıktır. Örneğin, Ebüzziya Tevfik’in 1875 yılında yazdığı Numune-i
Edebiyat-ı Osmaniye adlı çalışması, mensur yazılardan toplanmış bir antolojidir.86
Eserin içersinde Fuzuli, Nedim, İsmet Bey, Reşid Paşa, Edhem Pertev Paşa, Şinasi,
Ziya Paşa gibi isimlerin yazılarından alınmış parçalar ve “Mülâhaza” başlığı altında
o kişileri tanıtan notlar yer almaktadır.
86 Agah Sırrı Levent, Türk Edebiyatı Tarihi, Cilt: 1, (Ankara: Türk Tarihi Kurumu, 1973), s. 454.
23
Muallim Naci’nin, Osmanlı Şairleri ve Esâmi adlı eserleri, eski şairlerin
biyografilerini kapsamaktadır. Çeşitli İslam milletlerine mensup olan 850 kişinin
biyografisini içeren Esâmi, 1891 yılında tamamlanmıştır. Osmanlı Şairleri’nde ise,
toplam 38 şair yer almaktadır.87 Muallim Naci’nin eski tezkire örneklerini tarayarak,
eski tezkire örneklerinde bulunamayan birçok bilgi eksikliğini gidermeye çalıştığı ve
kimi zaman da karşıt görüşlerini belirtmek için bu örnekleri kullanarak hazırladığı
eseri, yazarın edebiyata, dil konusuna ve edebi tenkit meselesine dair görüşlerini de
içermektedir. Muallim Naci’nin bu tavrı da, tezkirecilik geleneğinden farklı bir
yöntemle eser meydana getirmiş olduğunu göstermektedir.
Biyografi ve Türk edebiyatı tarihi üzerine çalışmalarıyla tanınan Faik Reşat,
1894-95 yıllarında iki cilt halinde yayımladığı Eslâf’ta ise, çoğunluğu şair olmak
üzere, büyük kahramanların, bilginlerin ve düşünürlerin hayatına yer vermiştir. Faik
Reşat, eserini belirli bir metodla kaleme almamış ve Muallim Naci’nin yaptığı gibi
şair sıralamasında alfabetik bir düzen uygulamamıştır. Amaç olarak geçmişte
yaşayan önemli kişileri gençlere tanıtmayı seçen Faik Reşat, eser boyunca
“İstidrât”88 adı verilen bölümler vasıtasıyla kişisel yorumlarını katmıştır. Faik
Reşat’ın biyografik bilgiler vermedeki esas amacı, önemli kişilerin, tarihe adını
kazımış kahramanların başarılarını okuyuculara aktarmak, varsa hataları vasıtasıyla
onları uyarmaktır. Ve bu tanımlar içersinde biyografik bilgilere giren doğum ya da
87 Muallim Naci, Mecmua-i Muallim’de (1887-88, 57 sayı) “Nümûne-i İntihâb” başlığı altında yedi şairin biyografisini neşretmiş, daha sonra Osmanlı Şairleri adlı kitabında toplam on üç şairi tanıtmıştır. Cemâl Kurnaz ise, hazırlamış olduğu çalışmada, mecmuada yayımlanıp da kitapta yer almayanları da ilave ederek toplam 38 şairi bir araya getirmiştir. Bkz: Muallim Naci, Osmanlı Şairleri, Yay. Haz: Cemâl Kurnaz, (Ankara: Akçağ Yay., 2000) 88 Bir eserde veya yazıda aslı bahis konusu olmayıp yeri ve sırası gelmişken, söz arasında söylenen fikir, hatıra.
24
ölümden ziyade, hayatı hakkında yazılan kişinin neler yaşadığı, hayatında nelerle
karşılaştığı anlatılmaya çalışılmıştır. 89
89 Faik Reşat, Eslâf, ”Tercüman 1001 Temel Eser,” Sayı 65, Yay. Haz: Şemsettin Kutlu, (İstanbul: Tercüman), s. 21.
25
2. TÜRK EDEBİYATI’NDA İLK BİYOGRAFİ ÖRNEKLERİ
Namık Kemal’in Biyografileri
Evrak-ı Perişân
Tanzimat fermanıyla birlikte yeni fikirlerin yayıldığı ve edebi hareketlerin hız
kazandığı dönemde yazarlar, fikirlerini yayma çabası içine girmiştir. Batı
edebiyatından alınan örnekler doğrultusunda edebiyatımızda denenen yeni türler,
(roman, tiyatro, makale, biyografi, mektup vb.) yazarların fikirlerini aktarma aracı
olmuştur. İşte yeni dönemde, hemen hemen her türde eser vermiş ve bu eserler
vasıtasıyla halka seslenmeyi amaçlamış yazarlardan biri de Namık Kemal'dir.
Namık Kemal'in yazmış olduğu tarihi biyografilerinin, yazarın edebi eserleri
ve özellikle de tiyatro eserlerine kaynaklık etmiş olduğu görülmektedir.90 Ahmet
Hamdi Tanpınar'ın gözünde, bir insan portresi çizmesi bakımından oldukça önemli
bir adım atmış olan Namık Kemal,91 Tasvir-i Efkâr'da yazarken Barika-i Zafer ile
Devr-i İstila adlı ilk biyografilerini yazmış, hemen ardından Evrak-ı Perîşan başlığı
90 Mehmet Kaplan'ın belirttiği gibi, yazarın daha önceden kaleme almış olduğu biyografik eserleri, aslında daha sonra yazacağı piyeslerin ve romanların birer taslağını oluşturmuştur. Namık Kemal, önce yazdığı biyografilerde kahraman profillerini halka tanıtmış, bir nevi okuyucuları kahraman tiplerine ve döneme hazırlamıştır. Bkz: Mehmet Kaplan, Namık Kemal, Hayatı ve Eserleri, (İstanbul: İbrahim Horoz Basımevi, 1948), s. 150. Aynı şekilde, tiyatrolarının yanı sıra bu biyografiler, yazarın daha sonra kaleme alacağı romanları için de ön hazırlık niteliği taşımaktadır. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın fikirleri doğrultusunda ifade edersek; Namık Kemal, doğrudan doğruya roman yazmaya başlamamış, biyografi dolayısıyla roman türüne geçmiştir. Öncelikle halka kahraman tipini sunmuş (Fatih, Yavuz Sultan Selim, Selâhaddin-i Eyyûbi, Emir Nevruz), bu kahramanların biyografilerini yazmış ve bunları yaparken roman yazma fikrine kapılmıştır. Sonuç olarak da yine kahraman tipleri kullanarak romanlarını ve tiyatrolarını yazmıştır. Bkz: Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Dersleri, (İstanbul: YKY, 2002), s. 190. 91 Tanpınar, s. 25.
26
altında dört kişinin biyografisini yayımlamıştır. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın deyişiyle
“Türkçenin klasik diyebileceğimiz kitapları arasında”92 olan bu eser, Tanzimat
döneminde ilk biyografi örneklerinden biri sayılsa ve geleneksel biyografik
yazımdan uzaklaşmış olsa dahi, modern biyografi kalıplarına da uymayan bir tarzda
yazılmıştır. Diğer bir deyişle, tezkire, ansiklopedik biyografi ve biraz da
menakıpnamelerin özelliklerini barındırması nedeniyle arada kalan bir eser olarak
değerlendirilebilmektedir. Zira yazar, sadece bir kişiyi ele almamış, kahramanlık
hikâyeleri sergilemek amacıyla öznelerini seçmiş ama aynı zamanda gerçeklik
iddiasını da vurgulamayı ihmal etmemiştir.
Namık Kemal, hayat hikâyelerini yazmak için özellikle toplumun örnek
alabileceği, ahlaki açıdan olgunluğa ermiş, vatan sevgisini ve halkının huzurunu her
şeyden üstün tutan kahraman tipleri seçmiştir. İskender Pala’nın da ifade ettiği gibi
yazarın hayatını yazdığı tarihi kahramanlar, İslam için çalışan ve ömürlerini bu yolda
harcayan örnek kişilerdir. Ama her şeyden önemlisi bu kişiler birer ahlak
kahramanıdırlar. İşte bu kahramanlardaki ruh ve meziyetlerin Tanzimat neslinin
ruhuna işleyip onları harekete geçireceğine inanan93 yazarın, hayatını yazdığı dört
kişinin biyografisini daha yakından incelemeden önce, genel özelliklerini sıralamak
yerinde olacaktır.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi yazar, biyografilerini oluştururken özne
seçiminde oldukça hassas davranmıştır. 13. yüzyılın başından 15. yüzyılın ortasına
kadar İslam ve Osmanlı tarihine damgasını vurmuş, gerek ahlak gerekse vatan
sevgisi bakımından güçlü karakterleri tercih etmiştir. Namık Kemal, okurunu hesaba
92 Ahmet Hamdi Tanpınar. 19uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, (İstanbul: Çağlayan Kitabevi, 1997), s. 417. 93 İskender Pala, Namık Kemal'in Tarihi Biyografileri, (Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk Tarih Kurumu Yayınları II. Dizi, Sa.27, Türk Tarih Kurumu Basmevi, 1989), s. 2. (Buradan itibaren bu eserden yapılan alıntıların sayfa numaraları, yazı içersinde paranteze alınarak belirtilecektir.)
27
katarak, onların okudukları şahıslar ile özdeşleşmesini amaçlamış, okurların "o
kahramanlar bunu başardıysa ben de başarabilirim." şeklinde düşünmesini isteyerek,
hayatını yazacağı kişileri özellikle başarılı kahramanlardan seçmiştir.
Namık Kemal, seçmiş olduğu kahramanların hayatını, genel olarak vakaların
ve tarihin üzerinden anlatmıştır. Ele aldığı dört kişinin de hayatını çok detaylı bir
biçimde eserde vermemiştir. Fakat karakterlerin kahramanlıklarını, başarılarını
anlatan olaylar detaylı bir biçimde aktarılmıştır. Yazar, seçmiş olduğu özneyi, belirli
olaylar çerçevesinde okura tanıtmış, ayrıntılı bir hayat hikâyesi yazmamıştır. Diğer
bir deyişle, tarihsel uzun bir metin içerisinde kahramanın; “kahramanlık yaşam
öyküsü” dile getirilmiştir.
Bu noktada Namık Kemal'in tarihçiliği ve kahramanlarına tarafsız yaklaşımı
üzerinde de durmak gerekir. Yazarın tarih bilgisi yadsınamayacak şekilde geniştir ve
Namık Kemal, hem kendi ülkesinin hem de Avrupa ve Bizans'ın tarihi gelişmelerine
vakıftır. Ayrıca yazar, eserlerini meydana getirirken yararlandığı veya karşı çıktığı
kaynakları da sıralamıştır.94 Fakat araştırmacılara göre Namık Kemal'in tarihçiliğinde
ve dolayısıyla tarihi biyografilerinde birtakım noksanlıklar vardır.
Her şeyden önce, Namık Kemal’in tarafsız bir tarih yaklaşımı olduğunu
söylemek çok zordur. Şerif Aktaş’ın belirttiği gibi Namık Kemal, geçmişteki
değerleri geleceğe taşımak istemektedir. Aklını kullanabilen insanların değerlerini
yitirmeden gelişmesini arzulayan yazarın bu tavırları Aktaş’ın ifadesiyle romantiktir
ve böyle bir endişe taşıyan Namık Kemal’in tarihe de objektif değil, subjektif olarak
94 Ahmet Hamdi Tanpınar, Namık Kemal’in biyografilerinin kaynaklarının bulunması için geniş bir etüdün gerekli olduğunu belirtmiş ve kaynaklar arasında, İbnî Şeddad’ın Sıret-i Salahâddin, Ebu Şâme’nin Elravzeteyn fi ahbar-i devleteyn adlı eserlerden söz etmiş, ayrıca Namık Kemal’in Salâhaddin’i yazarken, Michaux’nun Haçlılar Tarihi adlı eseri ile Cüveynî ile onun zeyli olan Vassaf’ı ve Siyret-i Celâleddin Hârzemşah adlı eserlerini okumuş olduğunu ifade etmiştir. Ayrıca Namık Kemal, Fatih ve Yavuz Sultan Selim’in hayatını kaleme alırken de Tâcü’t-tevarih başta olmak üzere yerli kaynaklardan ve Hammer ile Lamartine’den yararlanmıştır ki, Tanpınar’ın belirttiği gibi Fatih ile Yavuz Sultan Selim adlı biyografik çalışmaları, Hammer’in her iki hükümdar hakkındaki hükümlerine bir cevap niteliğinde yazılmıştır. Bkz: Tanpınar, s. 415.
28
yaklaştığı da rahatlıkla söylenebilir.95 Gerçekten yazar, tarihi yazılarında ideal bir
devlet ve kahraman portresi çizme gayesiyle kendini bir yazar ve düşünür kimliğiyle
fazlasıyla hissettirmiş, dolayısıyla tarafsız bir bakış açısı yakalayamamıştır. Namık
Kemal'in Osmanlı Tarihi adlı eseri hakkında, Prof. Mükrimin Halil Yınanç'ın
açıklamaları yazarın tarihçiliğini özetlemektedir;
"Namık Kemal bey'in eserinde Hayrullah efendi ile Hammer'in tesirleri pek bârizdir. Hakikatı araştırmakdan ve tetkikat ve tetebbüattan ziyade milliyetperverlik ve vatanseverlik telkini maksadiyle yazılan Kemal bey'in eseri ilmî olmaktan ziyade pedagojik bir nokta-i nazardan kıymeti haizdir."96
Alıntıdan da anlaşıldığı gibi Namık Kemal, kendi döneminde yaşanan tüm
sıkıntıları, yenilgileri, yazmış olduğu coşkulu satırlarla halkına unutturmaya
çalışmakta ve daha da önemlisi onlara şevk vermeye çalışmaktadır. Yazarın tarihçi
kimliğine dair Mehmet Kaplan da benzer görüşleri dile getirir;
"Tarihçi olarak Namık Kemal büyük iddialar ortaya atmasına rağmen, bir tarihçide aranan vasıflara malik değildir. O ne kaynaklara fazla tesahüp edebilmiş, ne de hâdiseler karşısında bîtaraf kalabilmiştir. Bundan başka, yalnız büyük insanlara ehemmiyet verdiği için, diğer hâdise ve sebepleri, ekseriya unutmuştur."97
Tarihi biyografilerinde de Namık Kemal, vatanseverliğinin ötesine geçmeyi
başaramamış, kaynaklardan fazla yararlanmamış, en önemlisi de olaylar ve tarihi
kahramanlara karşı yapılan saldırılar karşısında tarafsızlığını koruyamamıştır. Çünkü,
Kemal’in tek amacı örnek alınabilecek kahramanlar yaratmak olduğuna göre, yazar
için olayların detayları, gelişimi, objektif bakış açısı ile değerlendirilmesi ya da
gerçekçi, eksiksiz ve yorumsuz bir biçimde öznelerin yaşamlarının aktarılması ön
planda değildir.
95 Şerif Aktaş, “Namık Kemal ve İnsan”, Doğumunun Yüzellinci Yılında Namık Kemal, (Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, sayı 67, Türk Fikir ve Sanat Adamları Dizisi, sayı 8, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1993), s.9. 96 Mükrimin Halil Yınanç’tan aktaran; Kaplan, s. 158. 97 Kaplan, s. 227.
29
Bu yüzden Namık Kemal'in, biyografilerini yazdığı kahramanlara karşı
tarafsız olmadığı açıktır. Zaten topluma model alması için seçmiş olduğu
kahramanların özellikle başarılarını ortaya koyması, nadir olarak kusurlarını dile
getirmesi ve esasında kusurları belirterek yine kahramanını haklı çıkarmaya
çalışması, kimi yerde de kahramanlara dair eleştirilere ya da haksızlıklara cevap
vermesi bu şekilde açıklanabilir. Kısacası Namık Kemal, "kendisine has bir ütopi
yaratmış, hayatında ve eserlerinde onu gerçekleştirmeğe çalışmıştır."98
Bu amacına en iyi şekilde ulaşmak için de Namık Kemal, özellikle
biyografilerinde halkın daha net anlayabilmesi adına sade bir dil kullanmıştır. Her ne
kadar kahramanlarının fedakârlığını, cesaretini, vatanperverliğini, dürüstlüğünü
destansı bir biçimde, kimi zaman abartıya kaçarak anlatmışsa da eserlerin tamamına
bakıldığında, anlaşılır bir dil kullandığı görülmektedir. Tiyatro eserlerinde sahneyi
kürsü olarak kullanan yazar, biyografilerinde de satır aralarında kendini oldukça
hissettirmektedir.
Namık Kemal'in tarihi biyografilerine daha yakından bakmak, yazarın
biyografi türünü ne şekilde ve hangi amaçlarla kullandığını görmek açısından faydalı
olacaktır. Namık Kemal, biyografi yazılarına birdenbire başlamamıştır. Ahmet
Hamdi Tanpınar, 22 haziran 1872’de, yedi numaralı İbret’te çıkan “Avrupa Şarkı
Bilmez” adlı yazının, Namık Kemal’in bütün tarihi eserlerine başlangıç olarak kabul
edilebileceğini belirtmektedir.99 Avrupalı alimlerin doğuya karşı tavırlarına bir cevap
niteliğinde yazdığı bu yazıdan sonra Namık Kemal, İslam tarihinde
kahramanlıklarıyla ün salmış kahramanları da tanıtmanın halk için yararlı
olabileceğini düşünmüştür. Böylelikle 1872 ile 1873 yılları arasında, Fatih, Yavuz
Sultan Selim ve Selâhaddin-i Eyyûbi’nin hayatını yazarak bu yaşamöykülerini Devr-i
98 Kaplan, s. 105. 99 Tanpınar, s. 413.
30
istilâ ile beraber Evrak-ı Perîşan adı altında neşretmiştir. Daha sonra Magosa’dayken
de bu biyografilere Emir Nevruz’un hayat hikâyesini eklemiştir.
Selâhaddin-i Eyyûbi
Evrak-ı Perişân’ın ilk bölümünde Selâhaddin-i Eyyûbi’nin hayat hikâyesi yer
almaktadır. Yazar, diğer Tanzimat yazarlarının da yaptığı gibi öncelikle
“Mukaddime” bölümünde, bu biyografiyi yazmasının sebebini okuyucularıyla
paylaşmıştır. Michaut’un Haçlılar tarihini okumuş olan yazar, Selâhaddin-i Eyyûbi
hakkında söylediği sözlere üzülerek bunlara bir cevap verilmesi gerektiğini
düşünmüştür. Bu amaçla da İslam kahramanı saydığı Selâhaddin-i Eyyûbi’nin
hayatını yazmıştır.
Namık Kemal, ilk olarak Selâhaddin-i Eyyûbi’nin doğum tarihini vermiş,
doğum yerinin neresi olduğunu belirtmiş ve babası ile amcası hakkında sadece
isimlerine değinmiştir. Hemen ardından, öznenin çocukluğuna ve gençliğine fazla
değinmeyerek direkt olarak Selâhaddin-i Eyyûbi’nin memuriyet hayatına geçmiştir.
Dolayısıyla daha ilk sayfadan itibaren okuyucu, Selâhaddin-i Eyyûbi’nin kumandan
kimliği ile tanışır ve kahramanın yaşadıklarını sırasıyla öğrenmeye başlar. Zira
burada yazar için esas önemli olan öznesinin çocukluğunda neler yaşadığı ya da
gençliğinde neler yaptığı değil, öznesinin kahramanlığını sergileyecek olan olaylar
zinciridir.
Namık Kemal, biyografi boyunca daha çok eylemlerden yola çıkmış,
Selâhaddin-i Eyyûbi’nin ailesi, çevresi, eğitimi, yetişme tarzına dair bilgi
sunmamıştır. Modern biyografinin temel özellikleri arasında yer alan detay seçimi
konusunda Namık Kemal çok titiz davranmamış ve biyografi boyunca Selâhaddin-i
31
Eyyûbi’nin yaşamına dair detaylara girmemiştir. Ama bu biyografide önemli olan
yazarın en iyi biçimde hedefine ulaşmasıdır. Namık Kemal’in esas gayesi,
Selâhaddin-i Eyyûbi’nin askerlik hizmetini nasıl kabul ettiğini ve sergilediği
kahramanlıkları göstermektir. Zira Namık Kemal için askerlik konusu son derece
önemlidir. Bu nedenle babasının ricası üzerine askerlik yapmayı kabul ederek ileride
birçok başarıyı kucaklayan Selâhaddin-i Eyyûbi, yazarın gözünde her ayrıntıdan
daha önemlidir. Diğer bir deyişle Selâhaddin-i Eyyûbi, Namık Kemal’in gözünde, bir
insanın kendine ait değerleriyle, çevresindekileri etkileyebilecek en uç noktaya
varabilmiş bir kahramandır ve bu özelliğiyle Namık Kemal için çok değerlidir.
Kısacası Selâhaddin-i Eyyûbi, yazara göre örnek alınabilecek önemli bir şahıstır.
Yazarın, biyografi içerisinde sınırlı da olsa başvurduğu diyaloglar da aynı
amaca hizmet etmektedir. Genellikle anekdotlara dayalı olarak yazarın dilinden edebi
bir biçimde aktarılan bu diyaloglara örnek vermek gerekirse; “Salâhaddin’in
muarref-i ahlâkı olan hikâyattandır ki...” sözleriyle bir anekdot anlatan Namık
Kemal, Şam’ı ele geçirdikten sonra iç kalede bulunan hazineleri maiyetindekilere ve
Atabek’e sadık kalan emirlere paylaştıran Selâhaddin-i Eyyûbi ile avucunu
doldurmakta tereddüt eden bir zat arasında geçen şu diyaloğa yer vermiştir;
“Bu zât, “Bir vakit Nureddin bize huzurunda kuru üzüm dağıtıyordu. Benim
ziyâdece avuçladığımı görünce:
- Sen bu kadar alırsan ötekilere bir şey kalmaz, diye tekdir etmişti. Şimdi o
hatırıma geldi de cesaret edemedim.” demekle Salahaddin tebessüm ederek: “Buhl,
tüccara yakışır, erbâb-ı hükümete lâyık değildir. İstersen iki avucunu da
doldurabilirsin, korkma!” yolunda cevap verir. (33)
Bu alıntıda ve biyografinin tümünde olduğu gibi Namık Kemal, yer verdiği
diyalogları bilinçli bir biçimde kullanmıştır. Yazarın amacı, kahramanının kişiliğini
32
ortaya çıkarmaktır. Bu anekdot sayesinde okur, Selâhaddin-i Eyyûbi’nin, cömert bir
kahraman olduğunu görecektir. Zira alıntıdan da anlaşıldığı gibi, Selâhaddin-i
Eyyûbi’ye göre ‘cimrilik’, hükümet büyüklerine değil sadece tüccara yakışır. Bu
nedenle Selâhaddin-i Eyyûbi’nin, üzüm almaktan çekinen kişiye bir değil iki
avucunu doldurabilirsin demesi, kahramanın gönlünün ne kadar zengin olduğunu
gösterdiği gibi, olması gereken devlet şeklini de vurgulamaktadır.
Namık Kemal’in gözünde Selâhaddin-i Eyyûbi, bir İslam kahramanıdır ve
İslam’ın kurallarına uygun davranmaktadır. Bu konuda hassasiyet gösteren Namık
Kemal, biyografi sırasında İslamiyete dair ara bilgiler de vermeyi ihmal etmemiştir.
Örneğin “İslam için sâir mezhebden kız almak câiz ve arz olunan cihâz ise kendince
pek müstehab olduğu için Salahaddin vâki’ olan teklîfi kabulde kat’an tereddüd
etmedi.” (52) cümlesinde olduğu gibi yazarın, hem İslamiyet’e dair bilgiler sunması
hem de Selâhaddin-i Eyyûbi’yi destekleyen tavrını sergilemesi dikkate değerdir.
Çünkü bu noktada Namık Kemal, öznesi olarak seçtiği Selâhaddin-i Eyyûbi’nin
İslam hakkındaki tavrını vurgulamaktadır. Diğer bir deyişle eserde yapılan İslamiyet
vurgusu, yazarın kahraman tipolojisinin bir parçasıdır.
Namık Kemal biyografi boyunca kronolojik olarak Selâhaddin-i Eyyûbi’nin
başına gelen olayları, tarih bilgisini başarılı bir biçimde kullanarak sıralamıştır. Fakat
bu kronoloji sistemi yine daha önce belirttiğimiz gibi modern biyografi tarzına uygun
bir biçimde gerçekleştirilmemiştir. Plutarkos’un eserinde yaptığı gibi Namık Kemal
de önce kahramanının eylemlerini anlatmış, daha sonra hayatın sonuna geldiğinde
kahramanın kişiliğine dair bilgiler vermiş, hatta daha da ileri giderek kahramanını
savunmuştur. Biyografiyi iki bölüm olarak hazırlayan yazar, birinci bölümün
sonunda Selâhaddin-i Eyyûbi’nin hastalığının ilerlediğini belirtmiş ve konu kişinin
ölüm tarihini belirtmiştir. Hemen ardından gelen ikinci bölümde ise Selâhaddin-i
33
Eyyûbi’nin kişiliğine ve askerliğine değinmiş, yine anekdotlara yer vermiş ve son
olarak da kahraman hakkında söylenenlere karşı savunmaya geçmiştir.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, bir biyografın, kendi değerlerini göz önüne
alarak yargıda bulunması, biyografinin objektif olmasını imkânsız hale getirir. Aynı
şekilde, hayatını yazdığı kişiye dair duygu ve düşüncelerini net bir biçimde ifade
etmesi de, eserin okunabilirliğini zedeleyecek olan unsurlardandır. Namık Kemal,
kahraman saydığı, başarılarına ve kişiliğine hayran kaldığı Selâhaddin-i Eyyûbi’yi
net bir biçimde övmektedir. Yazara göre, Selâhaddin-i Eyyûbi’nin “hareketi o derece
hakîmâne ve adâlet – perverânedir ki bugünkü zamanda ve hatta yedi yüz sene sonra
iktisâb-ı hayât ederek bir hükûmetin riyâset-i idâresine geçmiş olsa yine vaktinin en
büyük pâdişahlarından biri olabilir.” (55)
Gerek askerliği, gerekse padişahlığı açısından Selâhaddin-i Eyyûbi’yi öven
Namık Kemal, kahraman hakkında söylenen sözlere cevaplar vererek kişisel duygu
ve görüşlerini aktarmaktan da çekinmemiştir. Bu konuda objektif bir bakış açısı ile
yaklaşmadığı açık olan Namık Kemal, Renaud de Chatillon’u ve yanında bulunan
şövalyeleri idam ettiği için acımasız ilan edilen Selâhaddin-i Eyyûbi’yi savunur.
Kısacası Selâhaddin-i Eyyûbi’nin hayat hikâyesini yazarken, kişisel fikirlerini
biyografisi aracılığıyla ifade eden ve konu kişisini savunmaya geçen Namık
Kemal’in, duygu ve düşünceleri ile hareket ettiği ve tarafsız bir biyografi ortaya
koymadığı görülmektedir. Namık Kemal’in, özellikle biyografi yazma amacının
konu ettiği kişiyi ayrıntılı olarak tanıtmaktan ziyade, bu kişinin hayatını ve
eylemlerini bir araç olarak kullanarak bir tür propaganda yapmak olduğu ifade
edilebilir.
34
Fatih
Namık Kemal’in Evrak-ı Perişân’da neşrettiği ikinci biyografi, Fatih Sultan
Mehmet’e aittir. Yazarın bu biyografiyi kaleme almaktaki amacı, çizmiş olduğu
Fatih portresi vasıtasıyla halka, insan iradesini anlatmaktır.100
Fatih Sultan Mehmet’in sekiz yüz otuz üç Recebinin yedinci günü Edirne’de
doğduğunu (63) söyleyen yazar, biyografinin ilk cümlesinde padişahın küçük yaşta
tahta çıkışından bahsetmiştir. Direkt olarak konuya giren ve olayları aktarmaya
başlayan Namık Kemal, biyografide genel olarak padişahın küçük yaşta tahta çıkış
serüvenine ve karadan gemiler yürüterek ordusuyla beraber kazandığı zafere
değinmiştir. Çünkü önemli olan Fatih’in başarıları ve İstanbul’u fethedişini
vurgulayarak padişahın kahramanlığını sergilemek, halka örnek alması için başarılı
bir model sunmaktır.
“Zamanında Osmanlı ordularının hem en mâhir kumandanı hem en şecî’
askeri” (103) olarak gördüğü Fatih’in hayatını kaleme alan Namık Kemal, Fatih’in
fiziksel özelliklerine değinmeyi ihmal etmemiştir. Biyografileri içersinde en fazla
fiziki özelliklerini sıraladığı Türk büyüğü, Fatih Sultan Mehmet’tir. Diğer Tanzimat
yazarlarının biyografilerinde fiziksel özelliklerden nadiren bahsetmiş olmalarına
karşın, Namık Kemal’in özellikle fiziksel görünüme önem vermesi önemlidir. Çünkü
Namık Kemal için önemli olan kahramanlıktır. Ve bu noktada fiziksel tasvir,
kahramanlığın ifade edilmesinde büyük rol oynamaktadır. Bu nedenle Namık Kemal,
bir güç göstergesi olarak kahramanlarının fiziksel görünümlerinden detaylıca
bahsetmeyi uygun görmüştür: Fâtih orta boylu, kalın kemikli, omuzlarının arası vâsi’
cisminin cihet-i ulyâsı bacaklarından uzun, yüksek ve mukavves kaşlı, çehresi beyaz
100 Kaplan, s. 152.
35
üzerine gayet âteşin bir reng-i âl ile müzeyyen, saçı-sakalı siyah ve tabiî karışık,
boynu kısarak ve ön tarafına mâil bir zât idi.(66)
Namık Kemal, Fatih biyografisini yazarken sadece portresinden yola çıkarak
padişahın ahlakını, mertliğini ve tahtındaki başarısını vermemiş, diğer
biyografilerinde yaptığı ve yukarıda da değindiğimiz gibi kişilik tahlilinde bulunmak
için diyaloglara başvurmuştur. Bu noktada Ahmet Hamdi Tanpınar’ın da belirttiği
gibi, Namık Kemal’in kahramanlarında belirli seviye, bir insan ve ahlak aramakla
birlikte, onların kişisel özelliklerini de gözden kaçırmadığını ve ilkel şekilde de olsa
iç insana inmeyi başardığını söyleyebilmekteyiz.101
Namık Kemal, Fatih’in portresini (sadece iki cümleyle de olsa) çizdikten
sonra, padişahın tarihteki başarılarını, saltanatlığını kısaca anlatmış ve tarihe dair ara
bilgiler vermeye özen göstermiştir. Osmanlı tarihine dair bilgisini çok iyi kullanan
yazar, satır aralarında açıklamalarda bulunarak ya da kendi görüşlerini belirterek
okuyucuyu bilgilendirmiştir. Kısacası biyografi boyunca Namık Kemal, yazar
kimliği ile her zaman ön plandadır. Fakat bu kimlik, biyografinin ikinci bölümü
olarak nitelendirebileceğimiz savunma bölümünde çok daha belirgindir.
Namık Kemal, ikinci bölümde 31 senelik saltanatı boyunca birçok başarı elde
eden Fatih Sultan Mehmet’in, devletinin kalkınması uğruna çok çalıştığını ve
milletine çok fazla faydasının dokunduğunu özellikle belirtmiştir. Fakat Namık
Kemal’in gözünde bir kahraman olan Fatih, “zalim” olduğuna dair iftiralara
uğramıştır. Bu nedenle yazar, “Fatih bu kadar fezâil-i âliyyeyi câmi’ olmağla beraber
yine bazı müverrihlerin nazarında hûn-rîzlik töhmetinden kurtulamadığı için bu
bâbda bazı mülâhazât îrâdına lüzûm görürüz.” (105) diyerek savunmaya geçmeyi
görev bilmiştir.
101 Tanpınar, s. 417.
36
Namık Kemal, Fatih’i iftiralara karşı savunurken (ki Namık Kemal bu sözleri
iftira olarak kabul etmiş ve karşı çıkmayı uygun görmüştür.) kimi zaman tarafsız
görünmeyi de bir kenara bırakmış, direkt olarak kendi fikrini ortaya atmıştır. Örneğin
bir rivayete göre Fatih Sultan Mehmet, bir kocakarının kavununu, hangisinin
yediğini anlamak için on iki iç oğlanın karnını yardırmıştır. Fakat bu olay karşısında
Namık Kemal, adil bir padişahın böyle bir şeye başvurmayacağını belirtmiş ve bizzat
kendi sesiyle padişahı korumuştur. (106) Fatih’in karakterini, ahlakını savunan,
rivayetlere göre durumu tahlil eden yazarın ayrıca, “bu eseri yazarken; Osmanlı
tarihlerinden başka Avrupa ve Bizans tarihlerine de baktığı – zikrettiği isimlerden ve
onlarda mevcûd iddialara cevab vermesinden – anlaşılmaktadır.”102 Görüldüğü gibi
burada Namık Kemal’in, biyografisinde gerçekliği mümkün olduğunca yorumsuz
ortaya koymak derdinden çok, mutlak bir iyilik ve kahramanlık, ahlaklılık atfetme
arzusu göze çarpmaktadır.
Osmanlı tarihinde büyük bir rolü olan ve yazarın gözünde “dünyaya gelen
kahramanların en büyüklerinden biri” (112) olan Fatih Sultan Mehmet’in
biyografisinde özetle, padişahın tahta çıkışı, başarıları ve yazarın kendisini iftiralara
karşı savunması yer almaktadır. Bu savunmaları yaparken Namık Kemal’in “Vâkıa
kendi Hazret-i Ömer b. Abdülaziz gibi kâffe-i infiâlât-ı nefsâniyyesini vazîfeye
mağlûb etmiş veya Salahaddin Eyyûbî gibi düşmanlarının her isâetine inâyetle
muâmele edecek kadar cevâd yaratılmış değildi.” (113) cümlesiyle kahramanının
huyu dolayısıyla kimi zaman şiddete başvurduğunu kabul etmesi de yazarın bir
yandan padişahı mazur gösterme gayesini örneklemiştir.
102 Kaplan, s. 152.
37
Yavuz Sultan Selim
Namık Kemal, Evrak-ı Perişân’da yer alan ilk iki biyografide olduğu gibi,
Yavuz Sultan Selim’in hayatını da, padişahın kahramanlığını ve başarılarını
vurgulamak amacıyla yazmıştır. İlk iki biyografiye nazaran biraz daha canlı ve
diyalogların geniş yer kapladığı bu yaşamöyküsünde de yazar ilk cümlede padişahın
doğumunu tarih olarak belirtmiş ve direkt memuriyet hayatına geçmiştir.
Padişahın kahramanlığı, başarıları, adalet uğruna savaşması ve özellikle de
ikbal hırsına yenik düşmemesi, Namık Kemal’in öne çıkarmak istediği noktalardır.
Yavuz Sultan Selim, Safaviler ile olan mücadelesi, Mısır ve Arabistan fethi ve
hilafetin İstanbul’a nakli dolayısıyla İslam birliğinin önemli kahramanlarındandır. Bu
sebeple yazar, yaşamöyküsünü kaleme alırken padişahın Şah İsmail ile olan savaşını
canlı betimlemelerle okuyucuya aktarmıştır. Zira Ahmet Hamdi Tanpınar’ın da
belirttiği gibi, Namık Kemal, “askerî hareketleri gayet güzel”103 anlatmaktadır.
Yazarrın, padişahın Şah İsmail ile olan savaşını detaylı bir biçimde anlatması, bir
anlamda yine Yavuz Sultan Selim’in kahramanlığını da sergilemek amacıyladır.
Çünkü Namık Kemal, kahramanının zorluklar karşısında kolay kolay pes
etmeyeceğini vurgulamak istemiştir.
Biyografi boyunca padişahın seferlerini detaylı bir biçimde sergileyen Namık
Kemal, padişahın ölümünü bir anekdot ile dile getirmiştir. Namık Kemal, Sultan
Selim’in, nedimi Hasan Can ile olan diyaloğunu aktararak, ölümünden önce Allah’a
olan inancını şu şekilde vurgulamıştır;
103 Tanpınar, s. 417.
38
Hasan Can; “Padişahım! Dünya dağdağası encamâ erişti. Allah ile olacak
zamandır.” yollu cevâb verince, Sultan Selim, “Bizi bunca zamandır kiminle
bilirdin?” diyerek dostunu bir sistemle tekdir (etmiştir.) (147)
Alıntıdan da anlaşıldığı gibi, Namık Kemal için Allah’a olan inanç her
daimdir ve sadece ölürken değil yaşarken de Allah ile olmak gereklidir. Ve Namık
Kemal, bu fikri Yavuz Sultan Selim gibi bir kahramanın dilinden okura aktarmak
istemiştir.
Namık Kemal, yine ikinci bölüm diyebileceğimiz kısımda Yavuz Sultan
Selim’in fiziksel özelliklerine kısaca değinmiş ve onu uzun boylu, kalın kemikli,
geniş omuzlu, başı büyük, kaşları çatık, yuvarlak ve kırmızı yüzlü, geniş çeneli ve
büyük ağızlı bir “dehşetli kahraman” (147) olarak tanımlamıştır. Fiziksel özelliklerin
hemen ardından da yine padişahın meziyetlerini sıralamıştır; “metânet-i azm, hiddet-i
zekâ, meyl-i inkılâb, nüfûz-u emr, şiddet-i şekîme” yazarın padişaha atfettiği
sıfatlardan sadece birkaçıdır. Görüldüğü gibi Namık Kemal, kahramanın fiziksel
gücünün yanı sıra, meziyetlerindeki olumlu yönlere de dikkat çekmek istemektedir.
Çünkü bir kahraman sadece dış görüntüsüyle değil, huyu ve zekasıyla da kahraman
olabilmelidir.
Bu bilgilerden sonra Namık Kemal bu bölümde, Yavuz Sultan Selim’in
hareketlerine dair söylenen ‘yanlış sözlere’ karşılık cevap vermeyi uygun bulmuştur.
Namık Kemal, kahramanlarını savunurken genellikle soru sorarak tenkitleri
reddetmeyi tercih etmiş ve bu şekilde de tarafsız görünmeye çalışmıştır. Yavuz
Sultan Selim hakkında örneğin; “Vâkıâ Sultan Selim bu maksada kan içinde yüzerek
vâsıl oldu. Fakat acaba metâyic-i matlûbeyi bu derece şiddeti ihtiyâr etmeksizin hâsıl
etmek kâbil mi idi?” (149) sorusunu sormuş ve tarafsız bir tutum sergilemeye
39
çalışmıştır. Fakat Ahmet Hamdi Tanpınar’ın belirttiği gibi “bu tarzda konuşmak da
bir nevi müdahaadır.”104
Ayrıca Namık Kemal, eserinde yönelttiği sorular vasıtasıyla, Tanpınar’ın
ifadesiyle “iç insan”a inmeyi diğerlerine göre daha fazla başarmıştır.105 Bir örnek
vermek gerekirse; Namık Kemal, Yavuz Sultan Selim’in hükümete karşı
bağlılıklarını sürdürdükleri müddetçe birâder ve biraderzâdelerini elinden geldiği
kadar güzel şekilde ağırladığını belirtmiştir. Buna göre, padişahın daha sonradan
onların idamına karar vermesini de gaddarlıktan çok fedakarlık olarak kabul edip
etmemek gerektiğini sorgulamıştır. (150)
Görüldüğü gibi Namık Kemal, Yavuz Sultan Selim adlı eserinde İslamiyet
birliğini sağlama konusunda önemli adımlar atmış olan padişahı, kahraman olarak
kabul etmiş ve padişahın başarılarını okurlarla paylaşmak istemiştir. Diğer
biyografilerde de olduğu gibi yine sadece olaylar üzerinden gitmeyi tercih eden
Kemal, Yavuz Sultan Selim’in hayatına dair geniş bilgi vermemiştir. Özellikle savaş
detayları üzerinde duran Namık Kemal, her zaman yaptığı gibi yeri geldiğinde
öznesini savunmayı görev bilmiş, şiirlerinden verdiği örneklerle de fikirlerini
desteklemiştir.
Emir Nevruz
Namık Kemal, Emir Nevruz’un biyografisini Magosa’dayken kaleme
almıştır. Emir Nevruz’un hayat hikâyesini de halka coşku verme amacıyla yazan
Namık Kemal, bu kez Moğollar ile mücadele eden ve yılmayan bir kahraman
104 Tanpınar, s. 415. 105 Tanpınar, s. 417.
40
seçmiştir.106 Namık Kemal, ilk olarak Moğol istilasından bahseder ve Moğollar’ı
durdurmaya gücü yetecek, onların İslamiyet’i kabul etmesini sağlayacak olan Emir
Nevruz’u karşılarına çıkarır. Bundan böyle hemen hemen tüm eseri, Emir Nevruz’un
Moğollar’a karşı verdiği mücadele kaplar. Bu nedenle eserde, doğum, aile, çocukluk
ya da eğitim gibi biyografik bilgilere rastlanmaz. Namık Kemal’in diğer biyografileri
gibi “heyecanlı ve parlak” olmayan ve üslup olarak da mücerred tarih üslubuna daha
yakın olan bu eserde,107 askeri olaylar ve tarihi bilgiler yer almaktadır.
Bu konuda Müjgan Cunbur, Emir Nevruz adlı biyografik kitabında,
kahramanın çok güç şartlar altında, vatanından çok uzaklarda topladığı insanlarla
ordular kurduğunu, bu derme çatma olması gereken askerî birliklerin kendilerinden
sayıca çok büyük ve düzenli ordularla savaşarak başarıya ulaştıklarını belirterek, bu
eserin yer yer tarihi gerçekleri yansıtmakla birlikte kısmen hayal ürünü kişi ve
olayları hikâye ettiğini ifade etmiştir. Bu nedenle Müjgan Cunbur’un ifadesiyle
tanımlarsak, Emir Nevruz Bey’in orduları için, Namık Kemal’in sanatçı ilhamıyla
kurulmuş destani askerî birliklerdir denilebilir.108
Bu biyografinin daha çok olaylara dayanmasının sebebi yine Emir Nevruz’un
misyonu ile açıklanabilmektedir. Zira Moğollar, Emir Nevruz sayesinde Müslüman
olacaklardır. Bu sebeple bu tarihi gelişme çok önemlidir ve misyon sahibi Emir
Nevruz’un hayatı, yazar tarafından bu sebeple aktarılmıştır. Diğer bir deyişle,
Moğollara karşı İslam birliğini koruyan ve onların İslamiyet’i kabul etmesini
106 Biyografide Celâleddin Harezmşah’ın babası Muhammed Harezmşah’tan bahsedilmektedir ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ın belirttiğine göre Celâleddin Harezmşah adlı tiyatro eseri, Emir Nevruz adlı biyografik çalışmann ikinci kısmı veya sonucu olarak nitelendirilebilmektedir. Zira, Namık Kemal’in Ebüzziya’ya yazmş olduğu mektubunda, Emir Nevruz’u yazdığı sıralarda veya bitirir bitirmez tiyatro eserini yazmaya başladığı açıkça görülmektedir. Bkz: Tanpınar, ss. 389-414. 107 Kaplan, s. 156. 108 Müjgan Cunbur, "Namık Kemal'e Göre Askerlik ve Ordu", Doğumunun Yüzellinci Yılında Namık Kemal, (Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Kültür Merkezi Yayını, sayı 67, Türk Fikir ve Sanat Adamları Dizisi, sayı 8, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1993), s. 141.
41
sağlayan Emir Nevruz’un hayat hikâyesi, bu zaferleri göstermek amacıyla
yazılmıştır.
Sonuç olarak, Tanpınar’ın sözleriyle ifade edersek; “Tarihi, içindeki
kahramanlık aşkiyle seven muharrir, şahısları ve devirleri muayyen bir ahlâkın
katıksız timsali görmek arzusundan kurtulamaz.”109 Namık Kemal, halkı eğitmeyi
amaçlamıştır çünkü “O, sade fertlerin değil, cemiyetlerin dahi bir "misson"u
olduğuna kanidir.”110 Böylelikle Namık Kemal, biyografilerini de bilinçli bir şekilde
hazırlamış ve konu kişilerini kendi amacı doğrultusunda seçmiştir. Daha önce de
belirttiğimiz gibi aslında her biyografinin altında otobiyografik bilgiler
barınmaktadır. Nitekim Namık Kemal’in ele aldığı dört tarihi kahramanın
yaşamöyküsüne baktığımızda, Selâhaddin-i Eyyûbi, Fatih, Yavuz Sultan Selim ve
Emir Nevruz’un detaylı yaşam hikâyelerinden ziyade eserin genelinde yazarın
fikirlerini satır aralarına yaydığını ve geçmiş tarihteki başarıları öne çıkarmayı
amaçlamış olduğunu söyleyebiliriz.
109 Tanpınar, s. 418. 110 Tanpınar, s. 416.
42
Beşir Fuad’ın Biyografileri
Yukarıda da bahsedildiği gibi Namık Kemal, Türk edebiyatına tenkidi ilk
getiren yazarlardan biridir.111 Tanzimat döneminde, tenkit türünün denenmesi de yine
dönem ile ilgilidir. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın sözleriyle ifade etmek gerekirse;
“Tanzimat bizatihi tenkit fikrinden doğmuş bir hareketti. Onunla başlayan yeni
edebiyat da ister istemez tenkide dayanacaktı.”112 Bu nedenle, Bilge Ercilasun’un da
belirttiği gibi Tanzimat edebiyatında tenkid, eskinin reddi ile yeninin yaratılması
prensiplerinden hareket etmiş ve yazarlar bu iki prensip etrafında edebi faaliyetlerini
sürdürmüştür.113
Eski edebiyatı hedef alarak saldırıya geçen yazarlar, kimi zaman kendi
aralarında da çatışmış ve nesiller arası farklı fikirler doğmuştur. İlk nesilden
sayabileceğimiz ve romantik akımın temsilcisi olarak nitelendirilen Namık Kemal,
Tanpınar’a göre “bugünkü anlayışımıza oldukça yakın tenkidin bizde ilk
görünüşü”nü sergilerken “Türk tenkidinin ikinci merhalesi (ise) Beşir Fuad’ın
eserleridir.”114 Zira şu nokta önemle belirtilmelidir ki, Tanzimat dönemine genel
olarak bakıldığında, 19. yüzyılın ikinci yarısına gelene kadar Osmanlı toplumu, tam
anlamıyla Batılı fikirleri hazmetmiş bir aydın ile tanışmamıştır.115 Her ne kadar ilk
111 Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, (İstanbul: Dergâh Yayınları, 2000), s. 218 112 Ahmet Hamdi Tanpınar, 19uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, s. 298. 113 Bilge Ercilesun, Servet-i Fünun’da Edebî Tenkit, (İstanbul: Milli eğitim Bakanlığı Yayınları 1998), s. 35. 114 Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, s. 77. 115 “Beşir Fuad’ın yazı hayatına girdiği 1883’te modern Osmanlı kültürünü temsil eden yazarlar, Tanzimat edebiyatının ikinci kuşak aydınları olarak bilinen Recaizâde Mahmud Ekrem ile Abdülhak Hâmid’dir. Ahmed Midhat ve Namık Kemal’le birinci dönemi kapanan Tanzimat edebiyatının bu yeni evresinde, estetik yansıtmada imgenin önemi kavranmış, ancak somut gerçeklikle imge sistemi arasındaki dolaylı ilişki yeterince anlaşılmamıştı. Bu yüzden yazılan şiirler ne tam anlamıyla Namık Kemal çizgisinde bir romantizmi ne de Recaizâde’nin anladığı anlamda bir realizmi içeriyordu. Kökleri boşluğa uzanan bu sanat anlayışını eleştirmekle ilk adımını atan Beşir Fuad... insan gerçeğinin
43
nesil yazarları Batılılaşmayı önemsese ve eskinin yerine yenileri getirmeyi amaç
edinse de, onlar için Batı’dan örnek alınmaması gereken “tehlikeler” mevcuttur.
İşte Tanzimat dönemiyle birlikte, yenileşme konusunda adım adım ilerleyen
Beşir Fuad, 1880 tarihi itibarıyla adını duyuran ve edebiyatçı olmadığı halde
fikirleriyle Türk edebiyatını derinden etkileyen, “Tanzimat devrinin yetiştirdiği,
kültür seviyesi bakımından nadir münevverlerimizden biridir.”116
Tanzimat döneminin ilk yazarları (Ziya Paşa, Ali Suavi, Münif Paşa, Şinasi,
Namık Kemal, Ahmet Mithat ve Muallim Naci) ile Beşir Fuad arasında eskiyi
reddetme konusunda benzerlik görülmektedir. Ayrıca edebiyatla uğraşmanın yanı
sıra ilmi çalışmalara da yer veren yazarlar, Orhan Okay’ın belirttiği gibi
“Tanzimattan itibaren… Beşir Fuad’a gelinceye kadar Batı’nın müsbet ve objektif
zihniyetinin Türkiyede ilk temsilcileri”117dir. Onlar, ortak amaç olarak hem ilim
alanında yeni çalışmalar kaydetmiş hem de eski edebiyattan uzaklaşarak, yeni bir
edebiyat inşa etmeye çalışmışlardır.
Aynı dönemde edebiyatımızda önemli yeri olan Recaizade Mahmut Ekrem ile
Abdülhak Hamid ise, Beşir Fuad’a tam anlamıyla zıt karakterler çizmektedir. Yine
aynı tarihlerde Batı’dan tercüme yapan yazarlar, gerek Victor Hugo, gerekse
Voltaire’den çeviriler yapmış, Hugo’dan coşkuyla söz ederken, Voltaire’i dinsizliği
konusuyla ele alıp ‘zındık’ olarak nitelendirmiştir.118 İşte Beşir Fuad, tam bu
yenilenme safhasında bambaşka fikirler ortaya atmış ve Türkiye’de tanınmış olan
ancak bilim aracılığıyla kavranabileceğini ve bu bilimin de ‘ilm-i vezâ’ifü’l-âza diye adlandırdığı fizyoloji olduğunu savunmaktadır.” Daha detaylı bilgi için bkz: Ekrem Işın, “Düşünce Akımları Osmanlı Materyalizmi” Tanzimattan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 2, ss. 363-370. 116 M. Orhan Okay, Beşir Fuad İlk Türk Pozitivist ve Natüralisti, (İstanbul: Hareket Yayınları, 1969), s. 17. 117 Okay, s. 21. 118 Okay, s. 32.
44
Voltaire’i öven, bütün aydınlar arasından en büyük sanatkâr olarak tanınmış Victor
Hugo’yu da tenkid eden birer biyografi yazmıştır.119 Orhan Okay’ın tanımına göre,
vatanperver bir Osmanlı subayı olmasına rağmen, Doğu Batı terkibine sahip
olmayan, dönemine erken gelmiş bir pozitivist, edebiyata karşı, ve o devir için ağır
karşılanacak bir ateist olan Beşir Fuad120, Jale Parla’nın ifade ettiği gibi “babalar
kuşağı”nı hiç de memnun etmemiştir.121
Beşir Fuad’ın yazmaya başladığı 1883 yılından intihar ettiği 1887 yılına
kadarki çalışmaları ve fikirleri doğrultusunda, ortaya koymak istediklerini özetlemek
gerekirse; her şeyden önce Beşir Fuad, tam anlamıyla Batılılaşılması için, Batı’nın
bilgi kuramının olduğu gibi kabul edilmesi gerektiğini savunmuştur. Ona göre,
materyalizmi benimsemek, çağının tüm sorunlarını giderecektir. Bu nedenle 1883
yılında başladığı yazı hayatı boyunca, müspet ilimleri halka tanıtmayı hedeflemiştir.
Basılmış on beş kitabı ve iki yüzden fazla makalesi bulunan122 ve müspet
ilimlerle ilgili olanların yanı sıra edebiyat okuyucularının da fen konularına merakını
çekmek amacıyla edebiyat ve fen odaklı bir dergi çıkarmayı hedefleyen Beşir Fuad,
Haver ve Güneş adlı kısa ömürlü dergilerde bu gayesini bir nebze olsun yerine
getirmiştir. Dergilerinin yanı sıra, oldukça ilgilendiği fizyoloji, asıl mesleği olan
askerlik ve de dil konularına Beşer, Göz Yaşları’na Takriz, Kalb, Bedreka-i Lisan-ı
119 Okay, s. 34. 120 Bahriye Çeri, “Orhan Okay ile Ahmet Midhat Üzerine”, Tarih ve Toplum, C.34, sayı: 203, (Kasım 2003), ss.5-8. 121 Jale Parla, Babalar ve Oğullar Tanzimat Romanının Epistemolojik Temelleri, (İstanbul: İletişim Yayınları, 1993), s.117. 122 Beşir Fuad’ın kitapları, yayın tarihi sırasıyla şunlardır: İki Bebek (Victor Bernard-Eugene Granger’den çeviri, bir perdelik komedi) 1884; Binbaşıyı Davet (K.F. Mor’dan çeviri, iki perdelik komedi) 1884; Birinci Kat (James Cobb’dan çeviri, iki perdelik komedi) 1884; Bedreka-i Fransevî (sarf kısmı, Emile Otto’dan çeviri) 1884; Bedreka-i Fransevî (nahiv kısmı, Emile Otto’dan çeviri) 1884; Miftah-ı Bedraka-i Lisan-i Fransevî 1885; Cinayetin Tesiri (Emile Zola’dan çeviri, roman) 1885; Victor Hugo 1885; Almanca Muallimi (Emil Otto’dan çeviri) 1886; İngilizce Muallimi (Emile Otto’dan çeviri) 1886; Usûl-i Talim (Emile Otto’dan çeviri) 1886; Beşer 1. Kısım 1886; Voltaire 1887; İntikad (Muallim Naci ile) 1887; Mektûbât (Fazlı Necib ile) 1889; Miftah-ı Usûl-i Talim 1304 (Kaynak: Okay)
45
Fransevi, Usul-i Talim, Rehber-i Muallimin, Mebahis-i Askeriyye vb. adlı makale ve
eserlerinde değinmiş, “Bilim mi şiir mi üstündür?”, “Şiir, duygu ve hayale
dayanılarak mı, yoksa gerçek ve hakikat göz önünde tutularak mı yazılmalıdır?”,
“Kime filozof denilebilir?” sorularının cevabını aramıştır ki123 bu eserler Okay’ın
belirttiği gibi, çoğunlukla bir tez içeren eserlerdir.124
Türkiye’de pozitivizmi ilk defa getiren ve Türk aydınına tanıtan ve savunan
böyle bir şahsın, sadece ilim dünyasında değil edebiyat dünyasında da akisleri
fazlasıyla büyüktür. 125 Victor Hugo çevirisi ile adını duyuran Beşir Fuad, edebiyat
dünyasında kendisine yandaşlar edindiği kadar sert tepkilerle de karşılaşmıştır.
Beşir Fuad, şiirin gerçeğe ve akla uygun olmasını savunmuştur. Fen
bilimlerindeki faydacılık, edebiyat için de geçerli ve uygundur. Romantik edebiyatı
reddeden Beşir Fuad, romanda ve şiirde realizmi önerir. Abartılı hayaller,
benzetmelerden arınmış olan bir edebiyatın asıl görevi, gerçeğe hizmet etmek
olmalıdır. Zira onda, Descartes’dan beri gelen, Batı’nın ilim zihniyeti ve gerçeği
görme yöntemleri hâkimdir ve onun için önemli olan peşin hükümlerden sıyrılarak
gerçeği bulmak, yorumlamak ve müspet deliller karşısında gerçeği kabul etmektir.126
“Osmanlı tefekkürünün o sıralarda ulaşabileceği en ileri noktaya ulaşmış”127
olan Beşir Fuad, Mehmet Kaplan’ın belirttiği gibi, “...Tanzimat devrinin en dikkate
değer simalarından biridir. Bu son derece dürüst, ateşli bir mizaca ve matematikçi bir
123 Selahattin Hilav, “Beşir Fuad’ın “Mektûbât”ını Okurken”, Şiir ve Hakikat Yay. Haz: Handan İnci, (İstanbul: YKY, 1999), s. 11.) 124 Okay, s. 111. 125 Okay, s. 217. 126 Okay, s. 141. 127 Güzin Dino’dan aktaran; Hilav, s. 13.
46
kafaya sahip olan genç subay, mübalağasız olarak denilebilir ki fikirleriyle son çağ
Türk edebiyatında bir devri kapatarak yeni bir devir açmıştır.”128
İşte bu fikirlerle hareket eden Beşir Fuad, romantiklerin ve Tanzimat
yazarlarının usta bildikleri Victor Hugo’yu yermek, ‘zındık’ olarak nitelendirdikleri
Voltaire’i de tanıtmak, mümkünse de edebiyat dünyasına kabul ettirmek amacıyla
tanıtıcı iki biyografi yazmış, edebiyat dünyasında Hayaliyyun-Hakikiyyun
tartışmasının başlamasına da vesile olmuştur.
Victor Hugo
Beşir Fuad’ın 1885 yılında kaleme almış olduğu Victor Hugo adlı eseri, Türk
edebiyatı’nda “ilk tenkidli biyografi”129 ve Batılı anlamda biyografinin Türkiye’de
ilk örneği130 olması bakımından dikkat çekmektedir.131 Batı edebiyatını çok iyi bilen,
hâkim olduğu yabancı diller sayesinde batılı kaynaklara rahatlıkla ulaşabilen Beşir
Fuad’ın batılı tarzda bir biyografi örneği vermesi, çok doğaldır. Victor Hugo’nun
ölümünden henüz bir-iki ay geçmesine rağmen, Beşir Fuad’ın bu biyografiyi
yazması, onun kendi dönemini ve Avrupa’daki edebi ve fikri hareketleri çok
128 Mehmet Kaplan’dan aktaran; Ali İhsan Kolcu, “Orhan Okay’ın Beşir Fuad’ı”,Orhan Okay’a Armağan, (İstanbul: Dergâh Yayınları, 1997), s. 74. 129 Okay, s. 138. 130 Mustafa Apaydın, , “Biyografik Romanlar ve Türk Edebiyatında Biyografik Romanın Gelişimi Üzerine Bazı Gözlemler”, Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, sayı: 7, (2001), ss. 165-176. 131 Orhan Okay, Victor Hugo adlı biyografi için, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın kullandığı “tercüme ve iktibas şeklinde biyografi” ifadesine katılmamış, bu kitaba “olsa olsa telif ve derleme” demek gerektiğini şu sözlerle savunmuştur; “Beşir Fuad gibi devrinin en ileri Garp anlayışı ile eser yazan, tercümesini tercüme, derlemesini derleme diye gösteren ve o devirde bizde ender rastlanan dipnotlarıyla mehazlarını belirten bir müellifin tercüme ve iktibas yoluyla yazdığı kitabına imzasını koymasını kabul edemeyiz. Eserin içinde Hugo hakkındaki sözlerin kaynağını esasen kendi zikretmiştir. Kaldı ki bu kitabın birçok yerlerinde Victor Hugo dolayısıyla, meseleyi bizdeki hayal-gerçek münakaşalarına da intikal ettirmesi kendisinden birçok şeyler ilave etmiş olduğunun delilidir.” Bkz: Okay, s. 138.
47
yakından takip ettiğinin altını çizerken132, fikirlerini edebiyat dünyasına ve halka
ulaştırma çabasını da örneklemektedir. Zira Beşir Fuad, yazı hayatına başladığı
tarihten itibaren fikirlerini yazıları aracılığıyla ortaya koymuş ve Victor Hugo adlı
biyografisinde de dönemin çeşitli edebiyat meselelerine değinmiş ve belli bir tezi
savunmuştur. Diğer bir deyişle Beşir Fuad bu eserini, diğer yazılarında da olduğu
gibi amaçlı olarak yazmıştır.
Handan İnci’nin de belirttiği üzere;
Victor Hugo incelemesiyle Beşir Fuad’ın asıl yapmak istediği, Tanzimat yazarlarının edebiyat zevklerini dolaylı bir şekilde de olsa hırpalamaktır. Beşir Fuad kitabında Victor Hugo’nun hayatını ve eserlerini incelemenin yanı sıra, özellikle edebiyatta zevk değişimlerinin yol açtığı problemler üzerinde durur. Böylece romantiklere karşı edebiyat anlayışını değiştirmeye çalışan realistlerin hakkında konuşma fırsatı yaratır.133 Alıntıdan da anlaşıldığı gibi Beşir Fuad, tezkire geleneğinden farklı olarak
‘tek’ bir kişinin hayatını ele almayı tercih etmiş, batı tarzı biyografilerden de farklı
olarak asıl özne olan Victor Hugo’nun karşısına Emile Zola’yı çıkarmış, döneminde
önemli bir mevkiye gelmiş, halkı derinden etkilemiş olan Hugo’nun hayatını daha
detaylıca yazarak batıdaki biyografi örneklerine yaklaşmış, fakat yine de kendi tarz
ve amacına uygun olarak ele aldığı konu kişi üzerinden fikirlerini ortaya sermiştir.
Beşir Fuad, Victor Hugo’nun hayatını, eserlerini, başarıları ve başarısızlıklarını
detaylı bir biçimde irdeleyerek, aslında edebiyatta ne olup olmaması gerektiğini
belirtmiş, Victor Hugo’nun (romantiklerin) karşısına, kendisinin savunduğu Emile
Zola’yı (realistleri) çıkarmış, romantik akımın izinden giden edebiyatçıları realizm
ile tanıştırmayı hedeflemiştir.134
132 Okay, s. 139. 133 Handan İnci, Şiir ve Hakikat, (İstanbul: YKY, 1999), s. 17. 134 Victor Hugo adlı biyografi, edebiyat dünyasında, Beşir Fuad’ın ölümünden sonra bile devam eden “Hayaliyyun-Hakikiyyun” adlı tartışmaya vesile olmuştur. Uzun soluklu bu tartışmanın iki cephesi bulunmaktadır. Tanzimat döneminde, Victor Hugo’yu çok seven ve yazardan çeviriler yapan edebiyat yazarları, Hugo’nun eleştirilmesine, eski zevki savunanlar ise, akla ve fene uygun tarzda yazılan şiirleri benimseyen Beşir Fuad’a tepki vermiştir. İlk tepki ise, romantizmi savunan Menemenlizâde Mehmed Tahir Edendi’den gelmiş, Beşir Fuad bu tartışma çerçevesinde, dergi ve gazetelerde çıkan
48
Romantik akımın en önemli temsilcilerinden biri olan ve 19. yüzyılda batıda
olduğu kadar Tanzimat yazarlarının da model aldıkları Victor Hugo’nun ölümünden
kısa bir süre sonra yazılmış olan bu eser, bir “Mukaddime”, 14 bölüm ve bir
“Hâtime”den meydana gelmektedir.
Beşir Fuad, “Mukaddime” bölümünün ilk cümlesinde “Nurlar içine gark
olmuş büyük bir salon tasavvur ediniz.”135 diyerek okuyucuya hitap eder ve bundan
böyle okuyucuyu da esere dâhil eder. Tanzimat dönemindeki yazarların okur-yazar
ilişkisine verdiği önem, elbette Beşir Fuad için de geçerlidir. Nitekim ikinci
paragrafın sonunda “...şeyhü’l-üdebânın o tarihte seksen yaşında olduğunu söylemiş
oluruz.” (35) diyerek bu sefer de Beşir Fuad’ın yazar kimliğini öne çıkardığı açıkça
görülmektedir. Buradan itibaren tüm biyografi boyunca Beşir Fuad’ın sesi hep ön
planda olacak ve yazar, hitap ettiği okur ile muhatap olacaktır.
“Mukaddime” bölümüne Beşir Fuad, Victor Hugo’nun 80. yaşının kutlandığı
bir ziyafet toplantısını tasvir ederek başlar. Ve bu bölüm, Beşir Fuad’ın
biyografisinde ne yapmak istediğini tam anlamıyla özetlemektedir. Modern bir
biyografide yazarın sesinin bu denli canlı ve ön planda olmaması gerekmektedir.
Oysa Beşir Fuad bu bölümde, döneminde değer görmemiş olup, ölümünden sonra
kıymeti bilinen yazar-düşünürlerin, daha da önemlisi yenilik getirmeyi amaç edinen
öncülerin zamanında anlaşılması, en azından fikirlerinin değerlendirilmesi
gerektiğini belirtmektedir. (38)
Bir yenilik getirmeyi amaçlayan şahısların hemen yargılanmaması gerektiğini
savunan Beşir Fuad, Victor Hugo’nun kendi zamanında değer görememiş olması
yazıları toplamış, yayımlaması için Kitapçı Arakel’e vermiş, fakat bu eser basılmamıştır. Handan İnci, Şiir ve Hakikat adlı çalışmasında, “Hayaliyyun-Hakikiyyun” tartışmasının önemli metinlerini bir araya getirmiştir. Bkz: İnci 135 Beşir Fuad, “Victor Hugo”, Şiir ve Hakikat, Yay. Haz: Handan İnci, (İstanbul: YKY, 1999), s. 35. (Buradan itibaren bu eserden yapılan alıntıların sayfa numaraları, yazı içersinde paranteze alınarak belirtilecektir.)
49
konusunu fırsat bilmiş, ara açıklamalarda bulunarak aslında kendi fikirleri için bir ön
hazırlık yapmıştır. Zira, eser boyunca kendisi de dönemin hazır olmadığı fikirleri
sunacak ve kabullenilmesini arzulayacaktır. Aynı şekilde, bir fikri yenidir diyerek
hemen reddetmek kadar kabul etmenin de yanlış olduğunu belirten Beşir Fuad’ın
(37) “Mukaddime” bölümünde yaptığı her yorumu bilinçlidir. Çünkü onun yapmak
istediği, kendi tezini desteklemektir.136
Beşir Fuad, 14 bölüm boyunca, Victor Hugo’nun doğumundan ölümüne dek,
kronolojik bir sıra takip etmiştir ama yine de bazen kronolojik olarak giden bu
düzende tarihlerin hızlıca geçtiği gözlemlenmektedir. Örneğin Hugo’nun ailesinin
devamlı olarak taşınmış olması bu hızlı geçişi sergilemektedir. 1802 yılında doğan
Victor Hugo, ailesiyle birlikte önce, “Clichy sokağında 24 numeroda ikamet” etmiş
(43), 1807 senesinde, “Feuillantines çıkmaz sokağında 12 numeroda ikametgah
ittihaz” etmiş (43), 1811 senesinde İspanya’ya doğru yola çıkılmış, 1812’de
“Madam Hugo iki çocuğunu alıp Paris’e avdet” etmiştir (46).
Bu hızlı geçişler aslında Beşir Fuad’ın yine daha çok olaylar üzerine gittiğini,
Victor Hugo’nun ailesi ile olan ilişkisine, birbirlerine hitap şekillerine ait bilgiler
vermediğini göstermektedir. Büyümekte olan bir çocuğun yaşadıklarına birkaç
cümleyle değinen Beşir Fuad, duyguları bile anlatırken, daha çok bilgi verir gibi
ifadeler kullanmıştır; “Birgün pederi Victor’un ağladığını görerek mücâzât olmak ve
merdâne hareket etmeye alıştırmak için kendisine kız elbisesi giydirdi, bu günden
itibaren çocuk ağlamaz oldu.” (45-46) Bu da Beşir Fuad’ın yine bakış açısı ile
açıklanabilmektedir elbette. Beşir Fuad, hayallerden, santimalizmden uzak durması
136 Orhan Okay’ın da belirttiği gibi, “Beşir Fuad’ın Hugo mukaddimesinde, yeniliğe muhalefet
düşüncesi üzerinde durması, zâhiren Victor Hugo’nun gençliğinde takdir edilememesi, bilâhare kıymetinin anlaşılması sebebiyledir. Gerçekte ise o bu tezi kitabının sonunda Zola hesabına kullanmak için ileri sürmektedir. Zira o anda yeni olan, yani cemiyetin muhalefetine uğrayan Victor Hugo değil, Zola ve natüralizmidir.” Bkz: Okay, s. 141.
50
gereken bir edebiyatı savunduğuna göre, yazmış olduğu biyografide vurguladığı
ayrıntılar realist çerçevede olmalıdır.
Ama burada hatırlanılması gereken nokta şudur ki; bir biyografide yer alan
detayların önemi büyüktür. Zira her ayrıntı, konu kişinin nasıl bir insan olduğuna,
neye benzediğine, ses tonuna, hitap şekline dair ipuçları taşıyabilmektedir.137 Beşir
Fuad’ın bu noktada çok fazla detaya inmediği görülmektedir. Eserde, Victor
Hugo’nun fiziksel özellikleri, kişiliği ve karakterine dair bilgiler oldukça azdır. Daha
ziyade, biyografide dönemsel olaylar, edebi hareketler ve eleştirler yer
kaplamaktadır. Diğer Tanzimat yazarlarının yaptığı gibi, Beşir Fuad da öznesinden
ziyade öznesinin döneme karşı etkilerinden söz etmeyi uygun görmüştür.
Fakat yine de özne hakkında bilinmesi gereken esas noktalar eserde
verilmiştir. Beşir Fuad, bir bireye ait önemli bilgilere (ailesi, eğitimi, arkadaş çevresi,
ilk aşkı, şiir yazmaya başlama tarihi, eserleri vb.) ulaşmakta başarılı olmuş, hem de
dönemindeki diğer yazarlara göre, ulaşılması daha zor olan Batılı bir kişinin hayatını
yazabilmiştir. Bu noktada her şeyden önce ‘tek’ bir kişinin hayatını kaleme almayı
tercih eden Beşir Fuad’ın, yine diğer birçok biyografik eserden farklı olarak Batılı bir
yazarı özne olarak seçtiği ve tezkirelerin genel özelliği olan ‘sanatçı’ odaklılığından
sıyrılarak, sanatçıya olduğu kadar onun eserlerine de ilgisini yöneltmiş olduğu ifade
edilebilmektedir. Zira Beşir Fuad, biyografi boyunca, Victor Hugo’nun eserlerinden
sıklıkla bahsetmiş, örneğin beşinci bölümde ilgi görmüş olan tiyatro eserlerine yer
vermiştir. “O tarihte mevki-i temâşâya konulmayıp ancak iki sene sonra oynanan”
(73) Marion de Lorme eserinden uzun uzadıya bahseden ve hatta beğendiği için
birinci perdeden tercüme eden Beşir Fuad, Lucrece Borgia ve kendisinin yorumuyla
Victor Hugo’nun “başlıca karıların erkeklere karşı hukukunu müdafaa etmek
137 Maurois, s. 63.
51
maksadıyla kaleme” aldığı (83) Angelo ve Ruy Blas gibi oyunlarından da söz
etmiştir. Diğer yandan da piyeslerinden Fransızca alıntılar yaparak tercüme etmeyi
ve şiirlerinden örnekler sunmayı da ihmal etmemiştir.
Modern bir biyografide kaynaklara başvurmak da oldukça önemlidir. Hayatı
yazılacak kişi hakkında tüm bilgi ve belgelere sahip olmak zorunda olan ideal bir
biyografın, özne hakkında daha önce yazılmış olan akademik çalışmalar, resmi
kayıtlar, günlükler, mektuplar ve varsa eserlerine ulaşması gerektiğini daha önce de
belirtmiştik. Beşir Fuad’ın özellikle tarihi bilgisi geniştir ve kendisi belirtmemiş olsa
da, kaynak kullandığı açıktır. Ama eser boyunca, Victor Hugo’nun eserlerinden
tercümeler ya da Hugo’ya ait diyaloglar dışında mektup, günlük ya da herhangi bir
akademik çalışma, eser içinde referans olarak gösterilmemiştir.
Daha önceden bahsettiğimiz gibi, bir biyografın eserini tarihsel gerçeklik
bağlamında oluşturması ve hayat hikâyesini anlattığı kişinin, nasıl bir hayat yaşamış
olursa olsun, hayat hikâyesine ekleme yapmadan veya özünden bir şey eksiltmeden,
kurmaca kalıplarını aşmadan yaşamöyküsünü yazması gerekmektedir.138 Beşir
Fuad’ın bu biyografisinde, gerçeklikle ilgili her hangi bir sorunu olmadığı
görülmektedir. Tam tersine fikirlerine destek olması amacıyla verdiği bilgilerin
özellikle doğru olmasına özen gösteren Beşir Fuad, Victor Hugo’nun yaşamını
olduğu gibi, abartıya, hayale yer vermeden ya da icat etmeye başvurmadan
sergilemiştir.
Fakat diğer Tanzimat yazarlarında olduğu gibi Beşir Fuad da biyografisini
kaleme alırken kendi fikirlerini ve yorumlarını gizlememiştir. Hugo’nun
eserlerinden, kişiliğinden ve edebiyat dünyasındaki konumundan bahsederken,
aralara haylice parantezler açarak bilgiler vermiştir. Örnek vermek gerekirse, birinci
138 Nicolson, ss. 11-12.
52
bölümde okur, Victor Hugo’nun ailesini tanır, Hugo’nun doğumuna tanık olur ve
annesi ile ilgili bilgiler edinir. Beşir Fuad, Madam Hugo’yu özellikle eğitime olan
katkısı yönüyle tanıtarak, onu; “ahlâk- hamîde, müşfik, ciddî, halîm evlâd için her bir
fedâkârlığa hazır, icabı takdirinde sert, malûmatlı, müekkid olup vazâif-i
mâderânesinin ehemmiyetini tamamiyle anlamış” şeklinde anlatır ve “evlâdlarını pek
güzel terbiye etti. Birtakım efkâr-ı bâtıla ile zihinlerini perişan etmedi. Böyle bir
valideye nâil olanlar bahtiyârdırlar!” diyerek kişisel yorumunu gizlemeye gerek
görmez. (44) Çünkü Tanzimat döneminde özellikle aile terbiyesi ve eğitimine verilen
önem açıktır.
Beşir Fuad’ın Victor Hugo üzerinden Türk edebiyatına ait yaptığı
değerlendirmeler de bu noktada örnek olarak gösterilebilir. Örneğin, ikinci bölümü
Victor Hugo’nun okul hayatına, şiirle haşır neşir olmaya başladığı döneme ayıran
yazar bu konuyu fırsat bilerek Türk edebiyatına dair fikirlerini beyan etmiştir.139 Bu
konuyla ilgili olarak Victor Hugo’nun müsbet ilimlerden uzak durmasını ve edebiyatı
hayale sürüklemesini, “Hugo’nun ulûm-ı riyaziyeye çok heves etmemesi şayan-ı esef
hallerdendir; çünkü bu ilme lâyıkiyle heves göstermiş olaydı, her şeyi doğru
muhakeme etmeye alışır, hayâlâta çok kapılmaz ve binaenaleyh bazı âsârında
görülen vâhi fikirlere mahal kalmazdı” (49-59) şeklinde eleştirmiştir. Hemen
ardından da, Türk edebiyatı hakkında yorum yapmayı ihmal etmemiş ve konuyu Ziya
Paşa’ya getirmiştir. Şairin Terci-i Bend’ini didaktizmi açısından beğendiğini ifade
eden Beşir Fuad, yine bu konuya bilinçli bir şekilde varmıştır. Orhan Okay’ın da
139 Beşir Fuad, edebiyatın müsbet ilimlere dayanması gerektiğini sadece bu biyografisinde değil, makalelerinde ve mektuplarında da dile getirmiş, “Ulûm ve fünûna vâkıf olmakla bir adamın şair olmak lâzım gelmeyeceği tabiidir; yalnız şiirde değil her şeyde istidâd şarttır. Bendeniz âlim ve mütefennin olanların şair olabileceklerini iddia etmedim; şiirin tenvîr-i efkâr, neşr-i hakikat yolunda isti’mâli lüzumunu der-miyân ettim. Bu ise şairlerin hakayık-ı eşyâya vâkıf ve binâenaleyh ulûm ve fünûndan behre-mend olmalarına men’ûttur.” fikrini her daim savunmuştur. Bkz: Beşir Fuad, “İntikad”, Şiir ve Hakikat, Yay. Haz: Handan İnci, (İstanbul: YKY, 1999), s. 369.
53
belirttiği gibi Ziya Paşa aracılığıyla şiir hakkında ortaya serdiği görüşleri, aslında
Fuad’ın tüm edebiyata dair olan görüşlerini kapsamaktadır.140
Bir başka örnek ise, Beşir Fuad’ın Victor Hugo’nun eserlerine dair yaptığı
yorumlardan verilebilir. Altıncı bölümün başında Victor Hugo’nun tiyatro
yazarlığından ziyade şairliği ile ün kazandığını belirten Fuad, “Benim, şiire zerre
kadar münâsebetim olmadığı cihetle bir şiirin hâvî olduğu fikrin selâmet ve
sıhhatinden sarf-ı nazar olunup da maharet-i şâirane ciheti nazar-ı itinaya alınacak
olur ise bu bâbda bana söz söylemek düşmez.” (85) açıklamasını gerekli görür. Bu
açıklama, Beşir Fuad’ın diğer konularda yapmış olduğu kişisel yorumların
tamamıyla bilinçli olduğunu ortaya çıkarmakta, yeri geldiğinde yorumunu yapmakta
olduğunu yeri geldiğinde de “bu bâbdaki âsârının hangi tarihlerde zuhûr ettiğini ve
ne gibi bir tesir icra eylediğini nakl ü hikâye etmekle iktifâ edeceğiz” (85) diyerek,
aslında olması gereken şekilde objektif bir tutum takındığını göstermektedir.
Aynı şekilde Beşir Fuad, Emile Zola’dan bahsettiği on birinci bölümde yeri
geldiğinde Hugo’ya karşı Emile Zola’yı savunmuş yeri geldiğinde ise Victor
Hugo’yu haklı göstermiştir. Örneğin, Emile Zola’nın devamlı olarak ahlaksız ve
fakir insanları konu edindiğini eleştiren Hugo’ya “Zola insanların ahvâlini ne yolda
müşâhede ediyor ise o yolda tasvîr etmiş, yalnız kötü cihetlerini meydana koymayıp
iyiliklerini de yazmıştır.” sözleriyle karşı çıkmış (130), diğer yandan Victor Hugo’yu
bilgisinin sathi olduğu ve örneğin tarihi roman ya da dramlarında gerçeklere aykırı
taraflar bulunduğu için tenkid eden Emile Zola’ya katılmadığını da belirtmiştir. (146)
Anlaşılan odur ki Beşir Fuad, Victor Hugo’nun büyüklüğüne ya da başarısına karşı
bir söz söylememektedir. Ve fikirlerini övdüğü Emile Zola’nın da hata yaptığını
görmeyecek kadar konulara subjektif yaklaşmamaktadır.
140 Okay, s. 143.
54
Bu noktada, eserdeki ‘denge’ konusunda tutarlılık olduğunu söylemek
mümkün değildir. Zira Orhan Okay’ın da özellikle belirttiği gibi, “mümkün olduğu
kadar tarafsız bir görüşle kaleme almağa gayret ettiği anlaşılan”141 bu eserde, kişisel
fikirlerin fazlaca yer aldığı ortadadır. Modern bir biyografinin, sorulara cevap
bulmak için yazılmaması, tam tersine olayları sergilemesi gerektiğini hatırlarsak,
Beşir Fuad’ın eser boyunca soru sormaktan kaçınmadığı dikkat çekicidir. Fakat
burada önemli bir nokta daha vardır; Beşir Fuad, Victor Hugo’nun hayatına dair soru
sorarak yaşamı model alınacak bir şekle sokmaya çalışmamaktadır. Tam tersine
Hugo’nun yaşamıyla fazla ilgilenmemekte, ahlaki değerleri sunmaya çalışmamakta,
esas olarak edebiyata dair hükümlere varmak için soru-cevap tekniğini
kullanmaktadır.
Bu bağlamda, Beşir Fuad’ın öznesini bilinçli olarak seçtiği açıkça
görülmektedir. Zira kendisi de romantizmi savunmadığı halde, o dönemde kimsenin
Victor Hugo’nun hayatını yazmamasına şaşırdığını belirtmiş ama vicdanı da rahat
etmediği için yazmaya karar verdiğini söylemiştir. (39) Fakat şu da önemle
belirtilmelidir ki Beşir Fuad’ın bu tercihi, biyografi eserinin okunmasını sağlamak ya
da okurun dikkatini çekmek için sadece yermek ve övmek maksadıyla öznesinin
hayatını yazan biyograflardan biraz farklıdır. Onun yapmak istediği, döneminin
edebiyat eleştirisini yapabilmek amacıyla Victor Hugo’nun hayatını ele almak, satır
aralarında edebiyata dair fikirlerini belirtmek ve daha da önemlisi Victor Hugo’ya
taban tabana zıt bir karakter olan Emil Zola’yı tanıtmaktır. Bu nedenle şu da
kolaylıkla ifade edilebilir ki, bu eserde Victor Hugo’nun yanı sıra Emile Zola’ya da
fazlasıyla yer ayrılmaktadır.
141 Okay, s. 146.
55
Zira Beşir Fuad, dördüncü bölümden itibaren romantizmin karşısına realizmi
ve ilerleyen kısımlarda da Victor Hugo’nun karşısına da Emile Zola’yı çıkartmaya
başlamıştır. Öncelikle bizim edebiyatımızdan bahsetme gereği duyarak “Klâsikler ile
romantikleri mülkümüzün üdebasına tatbik etmek istersek Veysiler, Nabiler, Nef’iler
ilh. ile zamanımızda mumaileyhimi taklid edenler klâsik; Şinasiler, Ziya Paşalar,
Kemâl Beyler ile bunların mesleğine iktida edenler romantik addolunur.” (63) diyen
Beşir Fuad, hazır bu konuyu açmışken devam ederek, asıl bahsetmek istediği noktaya
yani realizme geçer;
Michelet ile Augustin Thierry tarz-ı cedidin müverihleri, Laöartine, Musset, Theophil Gotier şairleri, Balzac hikâyenüvisleri idi. Balzac’ı romantik meyanında ta’dat edişimiz klâsiklere tebeıyyet eylemediğindendir, yoksa hakikat-i halde Balzac hakikiyyun’dandır, meslek-i hakikiyyun Emile Zola’nın iltizam eylediği tarikdir ki edebiyatı fenne tatbik etmekten ibarettir. (64)
İşte bu cümle, Orhan Okay’ın da vurgulamış olduğu gibi, Türk edebiyatı’nda
realizmden ilk defa bahseden, realizm kelimesini hakikiyyun ile karşılayan ilk kişinin
Beşir Fuad olduğunu göstermektedir.142
Eserin on birinci bölümü ise, bir biyografi eserinden beklenmeyecek derecede
farklı konulara gidilmesini örneklemektedir. Daha önce de belirttiğimiz gibi
biyografın yapması gereken öznesini, hayatı, eserleri, yaşamındaki başarı ve
başarısızlıklarını okuruna sunmaktır. Fakat burada Beşir Fuad, öznesinden tamamıyla
uzaklaşmakta, başka konuları eserine katmakta, Victor Hugo’yu daha doğrusu tüm
romantikleri eleştirmekte ve esas amacına ulaşmaktadır.
Sonuç olarak, Batılı anlamda biyografi örneklerinden ilki sayılan Victor Hugo
adlı eser, yukarıda belirttiğimiz üzere, 19. yüzyılda edebiyatımızda son örnekleri
verilen tezkirelerden oldukça farklı bir yapı sergilemektedir. Diğer yandan Tanzimat
142 Okay, s. 144.
56
döneminde türleri kendi amaçlarına hizmette kullanan yazarlar gibi Beşir Fuad da
biyografi türünü, tenkit etme amacında kullanmıştır.143
Voltaire
Beşir Fuad, 1885 yılında yazdığı ve edebiyat dünyasında yoğun bir tartışmaya
sebep olduğu Victor Hugo adlı eserinden iki sene sonra, 1887 yılında, Voltaire
başlıklı bir biyografi daha yayımlamıştır. Bu eser, Beşir Fuad’ın intiharından iki ay
önce basılmış olması nedeniyle Orhan Okay’ın belirttiği gibi, ilk eser kadar etki
yaratmamış da olsa144, Tanzimat edebiyatında yazılmış önemli biyografik eserlerden
biridir.
Türk edebiyatında batılı anlamda ilk biyografi örneği sayılan Victor Hugo’da
romantizmi eleştirmeyi, Hugo’nun karşısına Emile Zola’yı çıkararak natüralizmi ve
realizmi savunmayı ve hatta bu fikirleri Tanzimat edebiyatçılarına kabul ettirmeyi
hedefleyen Fuad, altı günde yazmış olduğu bu biyografisinde bu kez, bâtıl inançları
yıkmaya çalışmıştır. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın da belirttiği gibi, bu eserinde
hurafelerle savaşan, müspet ilimin savunuculuğunu yapan145 Beşir Fuad, Voltaire’in
hayat hikâyesini kaleme alırken bir yandan da eser boyunca dinî ve felsefi konuları
işlemiş, tartışmış ve halkın bu konulara karşı bilgilenmesini hedeflemiştir. Ayrıca
tüm bu bilgileri sunarken, her daim hakikati savunmayı ve bununla ilintili olarak
Victor Hugo’da üzerinde çok durmuş olduğu şiir konusuna dair fikirlerini burada da
aktarmayı ihmal etmemiştir. 143 Beşir Fuad fikirlerini edebi türler vasıtasıyla aktarmayı başaran yazarlardandır. Victor Hugo’ya gelen tepkilerden de anlaşıldığı üzere eseri edebiyat dünyasında okunmuş ve tartışılmıştır. Bu eserden sonra Beşir Fuad, çıkan eleştirilere makale ve mektuplarında yer vermiş, Voltaire adlı biyografisiyle de başka fikirlerini sergilemiştir. 144 Okay, s. 181. 145 Tanpınar, s. 78.
57
Dolayısıyla yazarın öznesini bilinçli şekilde seçtiğini ve yine bilinçli bir
biçimde kaleme aldığını ifade edebileceğimiz bu eser, Beşir Fuad’ın fikirlerini
yayması için bir platform oluşturmuştur. Diğer bir deyişle Fuad, yine biyografi
türünü kendi amacına hizmette kullanmış ve Voltaire’in hayatının üzerinden
fikirlerini dile getirmiştir.
Eser, “Mukaddime”, ana bölüm ve “Hâtime” olmak üzere üç bölümden
oluşmaktadır. Beşir Fuad, ilk eserinden farklı olarak Voltaire’in hayat hikâyesini ara
bölümlere ayırmamış, şairin doğumuyla başlayıp 84 senelik ömrünü daha çok
eserleri ve fikirleri üzerinden kaleme almıştır.
Eserin “Mukaddime” bölümü, Beşir Fuad’ın Hristiyanlık ile ilgili
düşüncelerine yer verdiği ve seçmiş olduğu özneyi okuyucuya tanıttığı bir bölümdür.
İlk sayfada Hristiyanlığın yayılışı ile konuyu açan ve bu dini yaymayı
amaçlayanların, kendi emellerine uygun olarak her türlü tahriklerde bulunduğunu ve
uydurma birtakım sözler sarf ettiğini belirten yazarın gözünde Voltaire, Hristiyanlığa
karşı savaş verdiği, en önemlisi de hurafeler ile mücadele ettiği için çok önemli bir
şahsiyettir.146 Çünkü “Bugün tercüme-i hâlini okumakta olduğunuz Voltaire, o fırka-i
münciyyeye mensûb dühâttan biridir ki hurâfât-ı Hristiyâniyye’yi nerde bulduysa
tepelemiş, ta’assub ordusunu hezîmet-i kahkahariyyeye uğratmıştır.” (12)
Kendi döneminde böyle bir kişiliği tanıtmak, aslında gerek dini açıdan147
gerekse felsefi bakımdan148 kendi fikirleriyle örtüşen Voltaire’i, Türk halkına da
146 Beşir Fuad, Voltaire, Babil Yayınları, Nisan 2003, Erzurum, s.10 (Buradan itibaren bu eserden yapılan alıntıların sayfa numaraları, yazı içersinde paranteze alınarak belirtilecektir.) 147 Orhan Okay’ın, Beşir Fuad’ın din görüşleri hakkında yaptığı yorumlar oldukça aydınlatıcıdır. Okay’a göre bu eserde, Beşir Fuad’ın Hristiyan aleyhdarlığı da görülmektedir. Ve Okay, bu aleyhdarlığın Beşir Fuad’ın küçük yaşta Suriye’de okuduğu Cizvit mektebinde karşılaştığı taassubun bir reaksiyonu olarak düşünülebileceğini, fakat onun genel olarak dinlere karşı bir tutum sergilediğini söylemenin mümkün olduğunu belirtmiştir. Ayrıca Beşir Fuad’ın yazılarında İslamiyet aleyhdarlığına dair bir örnek bulunmadığını, tam tersi İslamiyetten hürmetli bir biçimde bahsettiğini belirten Orhan Okay, bu hürmetin de dini inançlardan çok ilmi teşvik eden hükümler üzerine olduğunu özellikle belirtmiştir. Bu nedenle bu biyografide de İslamiyeti, Hristiyanlıktan üstün tutması bu şekilde
58
kabul ettirmek yazarın esas amaçlarından biridir diyebiliriz. Bu noktada da modern
biyografi esaslarına uymayan, yani biyografinin direkt olarak öznesini yüceltmeye
dayalı bir biçimde ilerleyeceği açıkça görülmektedir.
Bu bağlamda Beşir Fuad’ın kimi zaman Voltaire’i fazlasıyla yücelten bir tavır
sergilemiş, kimi zaman da onu korumuş olduğunu söylemek mümkündür. Beşir
Fuad, çevresindekilerinin Voltaire’i çürütmek için her türlü entrikaları çevirdiğini ve
aleyhinde yürüdüğünü ifade etmiş ve ömrü boyunca çok sayıda düşman edinen
Voltaire’in sözlerine katıldığını belirtmiştir. Örneğin, Jean Baptiste Rousseau’nun
Ode a la posterite adlı manzumesi hakkında Voltaire’in “Dostum, bu mektûbunuz
hiçbir vakitte mürselün ileyhi tarafından kabûl olunmayacak!” sözlerinin son derece
doğru olduğunu vurgulamıştır. (18)
Diğer bir örnek ise Beşir Fuad’ın, Voltaire’in Akademi üyeliğine kabul
edilmemesi konusunda düşüncelerini açıkça ortaya koymasıdır. Fuad, Voltaire’in
Brutus adlı trajedisini yazdıktan sonra, Akademi üyeliğine aday olduğunu, bu kadar
beklemesinin bile tevazu kabul edilmesi gerektiğini belirttikten sonra, Bose adlı bir
üyenin Voltaire’in hiçbir zaman Akademi üyesi olamayacağını açıkladığını ifade
etmiş ve böyle bir davranışı doğru bulmadığını belirtmek için de Bose hakkında
şöyle bir yorum yapmıştır; “Herîfin ismini şimdi yâd ettiren şu hareketidir. Öyle bir
hareketi olmamış olsaydı, çoktan unutulmuş olacaktı, fakat bilmem ki, bu yolda yâd
olunmak arzû olunur şeylerden midir?” (22) Alıntıdan da açıkça görüldüğü gibi Beşir
Fuad direkt olarak kendi sesiyle hikâyeye müdahale etmekte, Voltaire’in önüne taş
koyanları kınamaktadır.
açıklanmaktadır. Diğer yandan Beşir Fuad’ın dinlere karşı olduğunu açıkça belirtmemesi, devrine karşı saygı duymasıyla açıklanabilmektedir Bkz: Okay, s. 183-189. 148 Yine Orhan Okay’ın belirttiği üzere, Beşir Fuad’ın felsefe anlayışı, materyalizm ile örtüşmektedir. 19. yüzyıl materyalistlerde hâkim olan, felsefede metafiziğin yerinin olmadığı ve felsefenin ilmi esaslar üzerine kurulması gerektiği fikri, Beşir Fuad’da da vardır. Bkz: Okay, s. 187.
59
Yukarıda verilen örneklerden anlaşıldığı gibi Beşir Fuad, yüceltmek ve
fikirleri doğrultusunda halkın model almasını sağlamak amacıyla kendisine bir özne
seçmiş ve onun üzerinden kendi fikirlerini aksettirmeye çalışmıştır. Fakat şurası da
önemle belirtilmelidir ki Beşir Fuad, fikirlerine saygı duyduğu, ve Orhan Okay’ın da
ifade ettiği gibi, kendisine yakın gördüğü için hayat hikâyesini kaleme aldığı149
Voltaire’i kendi fikrine uymadığı bir noktada yargılamaktan da kaçınmamıştır. Beşir
Fuad’ın anlattığına göre; Voltaire’e Akademi’ye kabul edilmesi konusunda saraydan
söz verilmiştir. Fakat bu söz, mutaassıp güruhunun entrikalarının engellenmesine
yeterli olmadığı için Voltaire, bu tehlikeleri engellemek adına Latore adlı bir Cizvit’e
mektup yazmış ve Hristiyanlığa hürmetini, Cizvitler’e de sevgisini ve bağlılığını dile
getirmiştir. İşte bu olay karşısında Beşir Fuad, fikirlerini açıkça belirtmiştir:
Vâkı’â Voltaire, bu mes’elede: Akademi a’zâsı olur ise düşmanlarının şerrinden masûn olacağını ve refîkleri tarafından himâye edileceğini me’mûl etmiş ve mücerred şu maksadlar: “Köprüden geçinceye kadar
gavura dayı derler” darb-ı meseline tâbi’ olmuş ise de, biz bu hareketini çirkin bulmaktatereddüt etmeyiz. (3) Görüldüğü gibi Beşir Fuad, öznesini yeri geldiğinde savunmuş, yeri
geldiğinde de yargılamıştır. Bu şekilde her ne kadar objektif bir tavır yakalamaya
çalışmış olsa da, kendi değer yargılarını açıkça ortaya koyduğu ve sesini gür bir
biçimde okura duyurduğu için modern biyografi özelliklerinden uzaklaşmıştır. Yine
diğer Tanzimat yazarlarında olduğu gibi Beşir Fuad, metin içersinde kendi otoritesini
hâkim kılmaya, diğer yandan da kendi düşünce dünyasını öznesi üzerinden
aktarmaya çalışmaktadır.
Eserin kronolojik yapısına bakıldığında, yazarın “Mukaddime” bölümünden
sonra Voltaire’in doğumu ile başlayarak, yazarın ölümüne dek eseri hiç bölmediği,
adeta uzun bir hikâye anlatımıyla şairin hayatını okuyucuya aktardığı görülmektedir.
Fakat yine de Beşir Fuad’ın 42. sayfada “Şimdiye kadar Voltaire’in hayâtından
149 Okay, s. 189.
60
fırtınalı kısmını nakl ettik; bundan böyle o dâhînin, gavâil-i dünyâdan tecerrüd edip,
âlem-i inzivâda eser yetiştirmek, cem’iyyet-i beşeriyyeye hizmet ederek şöhret
kazanmak ile meşgûl olduğunu göreceksiniz.” (42) şeklindeki açıklamasına
dayanarak, hayat hikâyesinin iki bölümde aktarıldığını ifade etmek mümkündür.
Yani, Beşir Fuad ilk bölümde, Voltaire’in doğumu, yetişmesi, verdiği ilk eserler
doğrultusunda hızlı ve zor geçen hayat hikâyesini ele almış, ikinci kısımda da şairin
yaptığı iyiliklere ve daha sessiz sakin geçen hayatında vermeye devam ettiği eserlere
ve ölümüne yer vermiştir.
Şu da belirtilmedir ki, her ne kadar kronolojik yapıya uygun bir biçimde
ilerlerlese de, bu biyografide, yine fazla detaya girilmemiş, duyguya dayalı
açıklamalar kısaca verilmiş, bu kez olaylardan ziyade Voltaire’in eserleri üzerinden
tarihler ilerlemiştir. Bu noktada ilk biyografi eserinde vurguladığımız gibi Beşir Fuad
bu eserinde de, modern biyografinin olmazsa olmaz özelliklerinden biri olan ayrıntı
konusu üzerinde fazla durmamış, kendisi için önemli olan kısımları seçmiş ve onların
üzerinden hayat hikâyesini sergilemiştir.
Örneğin Beşir Fuad, ilk bölümde Voltaire’in din konusundaki görüşlerine ve
Hristiyanlığı yıkma çabasına dair detaylı bilgi vermiştir. Çünkü bu konu Beşir Fuad
için fazlasıyla önemlidir ve eserlerinin içerikleri nedeniyle zor anlar yaşayan ve adli
açıdan sorgulanan Voltaire’in yılmayışı, hedefinden vazgeçmeyişi ve topluma yeni
ve ‘doğru’ bilgileri aktarma konusundaki azmi, Beşir Fuad’ın hoşuna gidecek
niteliklerdir. Bu nedenle de örnek bir düşünce adamı, aydın olarak gördüğü Voltaire
hakkında verilen bu örnekler Beşir Fuad için değerlidir. Bir gün Polis Bakanı
Herol’un, “Her ne yazarsanız yazınız, Hristiyanlığı yıkmaya hiçbir zaman muvaffak
olamayacaksınız.” sözleri üzerine Voltaire’in “Bakalım, görürüz!” (26) cevabını
61
verdiğini belirten Beşir Fuad, şairin haksızlıklara uğradığını ve baskılara maruz
kaldığını belirtmiştir.
Beşir Fuad, eserin ikinci bölümü diyebileceğimiz kısımda ise, Voltaire’in
toplum için yaptığı hizmetleri ve ömrünün geri kalanında yazmış olduğu eserleri
üzerine yoğunlaşmıştır. Örnek vermek gerekirse Beşir Fuad, mağdur bir ailenin
mezhepdaşlarından yardım istemek üzere Cenova’ya gittiğini öğrenen Voltaire’in, bu
aileye acıdığını ve onlara yardım etmek için elinden geleni yaparak, hükümetin
aileye 3600 frank ödemesini sağladığını yazmıştır. (48) Bir başka örnek ise, papazlar
tarafından esir alınmış olan Jora dağı halkının Voltaire’den yardım istemeleri ve
şairin bu mazlumlara yardım etmek için birçok uğraşlar vermesidir. Beşir Fuad için,
Voltaire’in her ne kadar yardımda bulunması çok değerliyse de, bu konuları yazarken
herhangi bir duygu katmamış olması da dikkat çekicidir. Duygunun tam tersine her
daim hakikati savunan Beşir Fuad’ın da daha çok rasyonelce örülmüş bir makale
tarzında bir biyografi yazması da bu şekilde açıklanabilir.
Bu nedenle, esere genel olarak bakıldığında, detaylı bir hayat hikâyesinden
ziyade, Voltaire’in verdiği eserlerin tarih sırasıyla ilerleyen, daha çok bu eserlerin
önemi üzerinde duran, Voltaire’in fikirlerinin ne olduğunu açıklamaya çalışan,
Fransızca şiirlerden örneklerin dipnotlarda tercümesiyle birlikte verilen ve sıklıkla
ara açıklamalar ile bölünerek tekrar şairin hayat hikâyesine devam eden bir yapıya
sahiptir. Örneğin Beşir Fuad, çok genç yaşta şiir söylemeye başlayan ve eserlerini
yayımlayan Voltaire’in, İngiltere’ye olan yolculuğundan sonra esas amacının
şekillendiğini özellikle belirtmiştir. Fuad’ın ifadesiyle, Newton ve Locke etkisi
altında kalan Voltaire bu tarihten itibaren, ömrünü hurafelerin ve efsanelerin
yıkılmasına adamış ve bu sözünü yerine getirmekten hiçbir zaman vazgeçmemiştir.
(22) Hatta Voltaire, Les lettres sur les Anglais (İngilizler Hakkında Mektûbları) adlı
62
eseri aracılığıyla İngiltere’de öğrendiklerini, Locke, Newton, Shakespeare,
Congreve, Wyecherley, Addison ve Pope gibi Fransa’da çok bilinmeyen önemli
isimleri tanıtmaya çalışmıştır. Bu noktada edebi türleri, fikirleri yaymada araç olarak
kullanma konusunda, Beşir Fuad gibi Voltaire’in de aynı düşüncede olduğu
görülmektedir. Zira Beşir Fuad eserinde; “Matbû’ât ne ise, tiyatro da: İkisi de
muharririn efkârına vâsıta-i intişârdır.” (23) şeklinde açıklama yapmış ve açıkça
yayın yapmanın düşünceleri yayma konusunda bir araç olduğunu belirtmiştir.
Görüldüğü gibi, Beşir Fuad, ideal bir biyograftan beklenenin tam aksine
metni sık sık bölmektedir. Zira yazar, biyografi boyunca her ne kadar diğer eserine
nazaran, kendi sesiyle daha az ön plana çıkmışsa da ara açıklamalara yer vermeyi
ihmal etmemiş ve dilediği yerde metne müdahelede bulunmuştur. Örneğin,
Voltaire’in Voltaire adını alma konusunda bir parantez açarak;
‘De’ bizim Türkçe’de ‘Bursalı’ tabîrindeki ‘lı’ ve ‘Şirâzî’, ‘Bağdadî’deki yâ-yı nisbîye mukâbil olmakla beraber zâdegânlığa da alâmet ve âdetâ ‘Bey’ –makâmına kâ’im- olduğundan babası asilzâde değil iken, böyle bir isim takınarak kendisine zâdegânlık süsü vermesi, bilâhere Voltaire’i birçok ta’rîzâta dûçâr etmiştir. (14) şeklinde Voltaire’in ismini alışını Türkçe’den örnek vererek daha net bir
ifadeyle okuyucuya açıklamıştır.
Aynı şekilde, Voltaire’in, Madam de Noyer adlı bir kadının iki kızından
birine âşık oluşundan kısaca söz eden Beşir Fuad, “Voltaire’in bu mu’âşakasını
sâdetlü Ahmed Midhat Efendi hazretleri gibi hikmetle edebi mezc etmiş bir zâtın
muktedir kalemi tasvîr eylediğinden bu bâbda daha ziyâde söz söylemeyi abes görüp,
müşârün ileyhin Voltaire 20 Yaşında nâm eserine mürâca’atı kâri’lerimize tavsiye
ederiz.” (16) diyerek, hem çok saygı duyduğu Ahmet Mithat’ın eserinden söz etmiş
hem de bu eseri okuyucularına önermiştir. Görüldüğü gibi Beşir Fuad, kendi
okuyucusunun farkındadır ve Ahmet Mithat gibi bir yazarın o dönemdeki okurlar
tarafından tanındığı konusunda bir şüphesi yoktur.
63
Beşir Fuad, ikinci bölümde daha da farklı bir yol izlemiş, konuyu esas istediği
noktaya, yani Voltaire ve Victor Hugo karşılaştırmasına getirmiştir. Bir biyografi
eserinden beklenmeyecek şekilde yine konuların dağıldığı ikinci bölümde Beşir
Fuad, ilginç bir şekilde önermeler sunmuş ve 18. yüzyıla Voltaire yüzyılı demek ne
kadar doğruysa, 19. yüzyıla Victor Hugo yüzyılı denmenin de o kadar yanlış
olduğunu savunmuştur. Nedeni ise son derece basittir;
Voltaire en büyük şâ’ir olmakla beraber zamânında ulûm ve fünûna vukûf ne derece mümkün ise o mertebeye vâsıl olmuş; efkâr-ı hikemiyyede ne mertebe ileri varmaya asrının hâli müs’âid ise o derecede ileri gitmiş, kimseden geri kalmamış, hülâsa, Lügat-ı Hikemiyye gibi bir eser yazmış! Eğer Hugo da on dokuzuncu asrın terakkiyâtıyla mütenâsib bir Lügat-ı Hikemiyye yazmış olaydı, on dokuzuncu asra Hugo asrı demekte tereddüt olunmazdı; lâkin değil o yolda bir eser yazmak, Hugo bir asır sona geldiği hâlde efkâr-ı hikemiyyede Voltaire’in menzilesine varamamıştır. Çünkü en hakîmâne göründüğü zamân Voltaire’in mukallidi olmaktan başka bir meziyyet gösterememiştir. (58)
Alıntıdan da anlaşıldığı gibi Beşir Fuad, diğer biyografisinde de yaptığı gibi,
hâkim olduğu ve vurgulamak istediği konulara sıra geldiğinde, hayat hikâyesini
yazdığı kişiden uzaklaşarak geniş parantezler açmayı, gerektiğinde mukayese etmeyi
ve özellikle de fikirlerini savunmayı uygun görmüştür. Zaten Voltaire gibi bir
düşünürün hayat hikâyesini kaleme almak, Beşir Fuad için biçilmiş bir kaftandır.
Zira, Voltaire’in düşünceleri Fuad’ınkine oldukça yakındır. Bu sebeple konu kişinin
hayatını okuyan okur, esasında biyografın düşüncelerini de öğrenmektedir.
Orhan Okay’ın de vurguladığı gibi eserin en önemli kısmı son yirmibeş
sayfalık Hatime bölümüdür.150 Eser boyunca Fransızca beyitleri tercüme eden Beşir
Fuad, bu bölümün başında da Fransızların söylediği; “Her kim olursan ol, işte
üstâdın budur, bu oldu veya olacaktır.” (71) beytine yer vermiş ve Voltaire’i
kendisine üstad olarak seçtiğini belirtmiştir. Görüldüğü gibi Beşir Fuad, kendisine
üstad olarak seçtiği kişinin hayatını yazmak istemiştir. Burada Fuad için önemli olan,
bir biyograf olarak herhangi bir konu kişinin hayatının doğru, güvenilir ve objektif
150 Okay, s. 191.
64
bir biçimde aktarılması değil, kendisinin saygı duyduğu, kendi fikirlerine uyan ve
halkın örnek alabileceği bir şahsın hayatının yazılmasıdır. Zira Beşir Fuad,
Voltaire’in bu beyite layık olduğunu şu sözlerle ifade eder;
Tercüme-i hâlinden anlaşıldığı veçhile Voltaire, gerek edebiyâtta, gerek târihte, gerek felsefede ve gerek sâir husûsâtta müceddid idi, bu müceddidin efkâr-ı umûmiyyede husûle getirdiği inkılâb terakkiyât-ı cedîdenin mâyesi mesâbesinde olduğundan, Voltaire’in o beyte istihkâkı da’vâ edilir ise pek mübâlagaya düşülmüş olmaz. (71) Bu bölümde ayrıca, daha önce sebebini belirttiğimiz gibi, İslamiyet ile
Hristiyanlığı karşılaştırmak isteyen Beşir Fuad, Voltaire’in İslamiyet’e dair fikirlerini
ve dini koruyuşunu Fransızca’dan tercümelerle aktarmıştır. (77-79) Son olarak da,
Victor Hugo’nun Voltaire’in İslamiyet’e bakış açısıyla ilgili yorumuna da özellikle
yer veren Fuad; “Voltaire’in İslamiyet’i, Osmanlılar’ı o yolda müdâfa’a ettiği nazar-ı
i’tinâya alınırsa, Hugo’nun şu son sözünü tekrâr etmeyecek bir Osmanlı tasavvur
edemiyorum: Koca Voltaire! Nâmın ile’l-ebed muhterem olsun!” (83) sözleriyle de
biyografisini noktalamıştır. Bu son cümle, biyograf kimliği ile Voltaire’in hayat
hikâyesini yazan Beşir Fuad’ın esas amacını net bir biçimde özetlemektedir.
Sonuç olarak, 19. yüzyılda, fikirleri ve intiharı ile kendinden oldukça söz
ettirmiş olan Beşir Fuad, Victor Hugo ve Voltaire adlı eserleriyle de Tanzimat
döneminde biyografi konusunda önemli örnekler vermiştir. Bu noktada Voltaire’in
18. yüzyılda, Victor Hugo’nun da 19. yüzyılda yaşamış olduğu hesaba katıldığında,
Fuad’ın neden öncelikle Hugo’nun hayatını yazmayı tercih ettiği sorusu akla
gelebilir. Fakat, Voltaire adlı biyografisinde Beşir Fuad’ın belirttiğine göre; 18.
yüzyıla Voltaire yüzyılı denmeli ama, 19. yüzyıla Victor Hugo yüzyılı denmemelidir.
Çünkü Victor Hugo, hiçbir zaman Voltaire’in mertebesine ve başarısına
ulaşamamıştır. (58) İşte bu sebeple Fuad, öncelikle 19. yüzyıl Tanzimat yazarlarının
benimsediği ve örnek aldığı Victor Hugo’nun hayatını kaleme almış, onun
görüşlerini değerlendirmiş, romantizmin yerine natüralizmin ve realizmin tercih
65
edilmesi gerektiğini savunmuştur. Hemen ardından da 18. yüzyılda yaşamış olan ve
Fuad’a göre hâlâ fikirleri değerli olan Voltaire’in yaşamını kaleme almayı uygun
görmüş, bu sayede materyalizmin inceliklerine değinirken, kendi görüşlerini de
aktarmıştır. Kısacası önce Victor Hugo’yu yazarak öznesini eleştirmiş, daha sonra da
Voltaire’e geçerek öznesini yüceltmiştir.
66
Ahmet Mithat’ın Biyografileri
1870 yılında yazı hayatına başlayan ve hace-i evvel unvanıyla anılan Ahmet
Mithat, 1899’a kadar Tanzimat döneminde gelişen hemen her biçim ve konu
etrafında eser üretmiştir.151 Ahmet Mithat, roman, hikâye ve tiyatro gibi nesir
türlerinin yanı sıra, düşünceye dayanan tarih, coğrafya, felsefe, din, ekonomi,
askerlik, görgü kuralları gibi değişik alanlarda eser vermiş, gerek içerikte gerekse
biçimde yenilikler peşinden koşmuş, kendi üslubunu, ifadelerini, anlatıcı-okur
iletişimini152 hiç kaybetmeden, babacan, samimi tarzıyla halkı okumaya alıştırmış ve
eğitmeye çalışmıştır. Eserlerinin geneline baktığımızda baba misyonunu üstlenen,
gençleri doğru yola sevk etmeye çabalayan, Batı’nın iyi ve kötü taraflarını
sergileyerek hangilerinin alınıp hangilerinin alınmaması gerektiğini gözler önüne
seren, tüm bunları yaparken de gerçeklik, lezzet-ibret öğelerini her an vurgulayan bir
yazar çıkar karşımıza.
Tezli romancı olarak nitelendirebileceğimiz Ahmet Mithat’a göre bir eser,
hem eğlendirmek ama aynı zamanda ders vermekle yükümlüdür. Berna Moran’ın da
belirttiği gibi Ahmet Mithat, romancılığını eğitim yolunda kullanmış, halka
ansiklopedik bilgiler vererek onların kültürlerini arttırmak istemiştir.153 Yazar kimliği
ile okurunu muhatap alan ve onların kültürel seviyesini yükseltmeye çalışan Ahmet
151 Bu konuda Nüket Esen, Ahmet Mithat bibliyografyası hazırlamıştır. Bkz: Nüket Esen, Karı Koca Masalı, bibliyografya (İstanbul: Kaf yayıncılık, 1999), ss. 191-215. 152 Yazar için, okur-yazar ilişkisi eserlerinde yer alması gereken önemli konulardan biridir. Hem geçimini yazarlık sayesinde sağlaması hem de amacının yeni gelişmekte, çağdaşlaşmakta olan toplumun eğitimi etrafında gelişmesi sebebiyle, meddah üslubunu kaybetmeden, eserlerin içersinde anlatıcı, konuşmacı, 3. tekil şahıs olarak daima bulunması ve okurla sürekli konuşarak, ona dersler vermesi yazarın en sık başvurduğu tekniktir. Ahmet Mithat açısından anlatıcı-okur arasındaki ilişki için bkz: Nüket Esen, “The Narrator and the Narratee in Ahmet Mithat”, Edebiyat, Journal of Middle Eastern Literatures, Vol.13, No.2 (2003), ss. 139-146. 153 Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, (İstanbul: İletişim Yay., 1998), s. 16.
67
Mithat, kimi zaman halkın hiç tanıdık olmadığı konulardan da bahsetmeyi ihmal
etmez. Elbette seçtiği konular yine halkın ahlakına zıt olmayacak özelliktedir ve
Ahmet Mithat bu konuları, İslami düşünce sisteminden uzaklaşmayarak ahlaksal bir
söylem çerçevesinde işlemeyi tercih eder. Lezzet-ibret birlikteliğini hiçbir zaman
elden bırakmamaya çalışarak, eğitmeye çalıştığı halkı bir yandan eğlendirirken diğer
yandan da yanlış yapan kötü karakterleri cezalandırarak hikâyesini ibret alınacak
şekilde noktalamayı uygun görmüştür.
Ahmet Mithat biçimsel olarak da çeşitlilik taraftarıdır ve eserlerinde meddah,
ortaoyunu, aşık hikâyeleri, halk hikâyeleriyle beraber popüler Fransız romanları
geleneklerinden yararlanmaktadır.154 Fakat yine de Ahmet Mithat, her ne kadar batılı
anlamda teknik esaslarını kullanmaya çalışsa da yazarın romanlarında, hikâyelerinde,
anı yazısı ve biyografilerinde hâlâ eski Osmanlı geleneklerine uygun biçimde halkı
eğitme amacını gütmüş olduğu görülmektedir.155 Yazarın kendine has teknikleri,
üslubu ve amaçları doğrultusunda şekillenen romanları, hikâyeleri, anı kitabı156 ile
Beşir Fuad ve Fatma Aliye Hanım yahut Bir Muharrire-i Osmaniyenin Neşeti isimli
biyografik eserlerinde de aynı tekniklerinin devam etmiş olduğu söylenebilir. Ahmet
Mithat, diğer türlerde olduğu gibi biyografi eserlerini de yazarken okurunu ön planda
tutmuş ve onların hem yararlanacağı hem de keyifle okuyacağı eserler meydana
getirmeye çalışmıştır.
154 Bu çeşitlilikten ve yazarın anlatıya katmış olduğu yeniliklerden ötürü Jale Parla, Ahmet Mithat’ı Türk edebiyatı’nda romanın kurucusu olarak nitelendirir. Bkz: Jale Parla, Don Kişot’dan Bugüne Roman, (İstanbul: İletişim Yay., 2000), s.75. 155 Nüket Esen bu açıdan Tanzimat yazarlarının biçim olarak yeniyi esas aldıklarını fakat biçimin içinde yansıtılanın geleneksel dünya görüşü olduğunu belirtmiştir. Bkz: Nüket Esen, “Bir Osmanlının Batı Romanına Bakışı: Ahmet Mithat’ın Ahbar-ı Asara Tamim-i Enzar’ı” Şinasi Tekin Armağanı, ss. 1-7. 156 İsmail Habib Sevük, Ahmet Mithat’ın Menfa adlı anı kitabı için aynı zamanda “şahsi tercüme-i hal” ifadesini de kullanarak, Tanzimat devrinde bu tarz eserin tek örneğini Ahmet Mithat’ın vermiş olduğunu da belirtir. İsmail Habib Sevük, Tanzimattan Beri, ( İstanbul: Remzi, 1944), s.187.
68
Beşir Fuad
Döneminde gerek fikirleri gerek yazılarıyla düşünürler arasında sivrilen Beşir
Fuad, ölümünden sonra iki zıt açıdan ele alınmış; ya inançsız, dinsiz, materyalist
olarak nitelendirilerek yerilmiş, ya da müsbet ilimlerin temsilcisi, dini kuralların
yıkıcısı olarak değerlendirilip takdir edilmiştir. Ahmet Mithat bu açıdan ilk yolu
seçip hem kaleme aldığı Beşir Fuad adlı biyografisinde hem de gazetelerdeki
yazılarında özellikle intihar konusuna eğilmiş, Beşir Fuad’ın ölümünde hiçbir
hikmetin olmadığını, tam tersine bu ölümün tamamıyla ibret verici bir konu
olduğunu iddia etmiştir.157 Fakat Ahmet Mithat’ın, Beşir Fuad’a bilgi ve kültür
açısından saygı duyduğu, bazı noktalarda kendisinden etkilendiği de açıktır.
Ayrıca, Ahmet Mithat ile Beşir Fuad’ın birkaç noktada ‘ilk’ olmaları da
dikkat çekicidir. Beşir Fuad, bilindiği gibi Osmanlı toplumunun ilk materyalist ve
pozitivisti, batılı anlamda biyografi örneğinin ilk temsilcisi ve Orhan Okay’ın
belirttiği gibi Osmanlı toplumunda intihar eden ilk aydındır.158 Ahmet Mithat ise
Beşir Fuad’ın ölümünden hemen sonra hakkında yazı yazıp, daha sonra kitap haline
getirdiği biyografiyi oluşturan ilk yazardır159 ve bu eser neredeyse her türde eser
veren yazarın, ilk biyografik eseridir. Sonraki çalışmalar için son derece önemli olan
bu kaynak, aslında hem Beşir Fuad’ı tanıtması dolayısıyla, hem dönemin şartlarını
gözler önüne sermesi yönüyle hem de Ahmet Mithat’ın kendi fikirlerini dile
getirmesi bakımından da oldukça değerlidir.
157 Okay, s.97. 158 M. Orhan Okay, “Osmanlı Toplumunda İlk Aydın İntiharı Beşir Fuad”, Karizma, sayı 12, (2002), ss. 47-52. 159 Ahmet Mithat, Beşir Fuad hakkında yazılarını; Tercüman-ı Hakikat’de 11, 12, 14, 18, 19 Şubat, 7 Kanunevvel 1887 tarihlerinde tefrika etmiştir. Bkz: Okay, Beşir Fuad İlk Türk pozitivist ve Natüralisti, s. 95.
69
1870’de yazı hayatına başlayan Ahmet Mithat’ın, edebi türler hakkında
bilgisi olmasına rağmen 1887’e dek hiç biyografi örneği vermemiş olması ilginçtir.
Bu noktada, Beşir Fuad’ın ölümüyle birlikte, fikirlerini onun üzerinden anlatmak
kendisine cazip gelmiş olmalıdır. Zira, Beşir Fuad da kendi fikirlerini bilindiği gibi
Victor Hugo ve Voltaire üzerinden aktarmıştır. Bu açıdan yazarı, biyografi yazma
konusunda harekete geçirenin Beşir Fuad’ın Victor Hugo ve Voltaire adlı çalışmaları
olduğu düşünülebilir. Ayrıca, Orhan Okay’ın yaklaşık kırk sene evvel hazırlamış
olduğu doktora tezinin seçiminde intihar mevzusunun büyük rol oynadığını
belirtmesi göz önünde bulundurulursa160, o dönemde hele ki Ahmet Mithat gibi halkı
eğitme amaçlı bir yazarın intihar konusuna yönelmesi, intiharı ibret verici bir ders
olarak sunması kaçınılmazdır.
79 sayfalık, kısa sayılabilecek olan bu biyografide, yazar bir “Mukaddime” ve
yedi bölüm tasarlamıştır. “Beşir Fuad’ı Nasıl Tanıdım” başlığını taşıyan birinci
bölümde Ahmet Mithat, Fuad ile tanışmalarını ve aralarında geçen sohbetleri
anlatmış, “Beşir Fuad Nasıl Bir Adamdı” başlıklı ikinci bölümde, biyografik bilgileri
(yaşı, fiziksel görünümü, ahlakı, eğitimi ve özellikle inanç konusu) vermiş, “Sûret-i
İntihar” adını taşıyan üçüncü bölümde, Beşir Fuad’ın intiharından bahsetmiş, “Bana
Yazdığı Mektup” başlığına sahip olan dördüncü bölümde, Beşir Fuad’ın kendisine
yazmış olduğu mektupları aktarmış, beşinci bölüm olan “Muahezat”ta, Beşir Fuad’ın
mektuplarına teker teker cevap vermiş ve Beşir Fuad’ı tenkit etmiş, “Materyalizmin
Reddiyle İntihar Hakkında Muhakeme” adlı altıncı bölümde, okurlarına
materyalizmin ne olduğunu anlatmış ve son bölüm olan “Bu Fâciadan Alınacak
İbret”te ise, materyalizm konusunda okurlarını uyarmıştır. Ayrıca Ahmet Mithat eser
boyunca anı, yaşamöyküsü, mektup türlerinin yanı sıra, gazetede çıkan haberlerden
160 M. Orhan Okay, “Osmanlı Toplumunda İlk Aydın İntiharı Beşir Fuad”, Karizma, Sayı 12, (2002), s. 47-52
70
yararlanmış ve gerçekçiliği sunmak maksadıyla Beşir Fuad’ın intihar esnasında
yazmış olduğu notu da eklemiştir.
“Mukaddime” bölümü; “Beşir Fuad’ın ibret-i bahş-ı cihan olacak felaket-i
fâciası –hakkındaki muhabbet-i fevkalâdem hasebiyle- damarlarımda kanımı
dondurarak vücudumu buzlar içinde bırakmış ve bu hal kırksekiz saat kadar devam
eylemişti.”161 cümlesiyle daha çok bir roman ya da anı türüne benzer bir şekilde
başlar ve biyografinin tamamında yazarın sesi ön planda olarak, Beşir Fuad,
okuyucuya daha çok “müntehir” olma yönüyle tanıtılır. Bu bağlamda Ahmet
Mithat’ın mukaddimelerine verdiği önem belirtilmelidir, çünkü yazar önsözdeki
ifadelerini, sesini ve yazar kimliğini, hikâye/roman/biyografi hangi tür olursa olsun
takip eden sayfalarda devam ettirecektir. Bu yüzden mukaddimenin, eserin bir
parçası olduğu açıktır. Dış toplumda gazeteci kimliği ile tanınan ve saygı duyulan
Ahmet Mithat, önsözde kendisini belirterek, okuyucusunu baştan uyarmakta, eserin
ilerleyen kısımlarını kendisinin yazdığını önemle vurgulamakta ve bu sayede
inandırıcılığı sağlamaktadır.
Yazar burada her ne kadar gerçekçiliğe dikkat çekmek istiyorsa da, aslında
biyografinin yapısını zedelemektedir. Çünkü her fırsat bulduğu yerde, yazar kimliği
ile araya girmeyi ve okuyucuları bilgilendirmeyi ya da onlara ders vermeyi ihmal
etmez. Zira, daha önce de belirttiğimiz gibi Ahmet Mithat için bu biyografi, gençleri
Batı’dan gelebilecek herhangi bir tehlikeden ve özellikle materyalizm ağına
düşmelerinden korumak için son derece iyi bir araçtır. O halde Ahmet Mithat, bir
biyograf olarak gerçeklerden her ne kadar uzaklaşmamış ve her şeyi olduğu gibi
yazmaya çalışmışsa da, eser boyunca kendi fikirleriyle Beşir Fuad’ı değerlendirdiği
ve yeri geldiğinde de yargıladığı için tarafsız gözükmemektedir.
161 Ahmet Mithat Efendi, Beşir Fuad, (İstanbul: Oğlak Yayınları 1996), s.9. (Buradan itibaren bu eserden yapılan alıntıların sayfa numaraları, yazı içersinde paranteze alınarak belirtilecektir.)
71
Modern bir biyografide olması gerekenin aksine Ahmet Mithat, kendi
açısından bir değerlendirme yaparak daha ilk cümlede sonuca varmış, materyalist
Beşir Fuad’ın intiharını ibret verici bir olay olarak nitelendirmiştir. Bu noktada bir
biyografın ifade tarzının, kendi geçmişi, kültürü, yaşam şartları, dini kaideleri
çerçevesinde şekillendiğini söylemek olasıdır. Çünkü örneğin bu biyografiyi Beşir
Fuad gibi materyalist olan Baha Tevfik yazmış olsaydı, büyük bir ihtimalle giriş
cümlesi bu şekilde olmayacaktır. Fakat burada Ahmet Mithat için esas önemli olan,
Beşir Fuad’ın intihar etmiş olmasıdır ve bu konu vesilesiyle de okurlara ders
verilebilir. Bu nedenle, “Mukaddime” bölümünde, okura nasıl bir hikâye ile karşı
karşıya kalacağını özetlemiş ve alttan alta bu hikâyeden ders alınması gerektiğini de
vurgulamıştır. Bu tavır da eseri, objektif bakış açısıyla yazılması lazım gelen ve
altında bir ideoloji barındırsa dahi açık bir şekilde yazar tarafından ortaya
konulmaması gereken bir biyografiden uzaklaştırmaktadır.
Ahmet Mithat, Beşir Fuad’ı sevdiğini, onu takdir ettiğini, ama yine de
aralarındaki ilişkinin “içtikleri su ayrı gitmez” şekilde olmadığını vurgulamıştır.
Bunun sebebi de Beşir Fuad’ın yaşam tarzının yazara uymamasıdır. Çünkü Beşir
Fuad, Orhan Okay’ın tanımına göre, vatanperver bir Osmanlı subayı olmasına
rağmen, Doğu ve Batı terkibine sahip olmayan, dönemine erken gelmiş bir pozitivist,
edebiyata karşı, ve o devir için ağır karşılanacak biçimde ateisttir.162 Ve Beşir Fuad,
kendisinin tam anlamıyla zıttı diyebileceğimiz Ahmet Mithat’a karşı saygı duymakta,
ilk romancımızı “osmanlı filozofu” olarak görmekte ve herkesin bir Ahmet Mithat
olamayacağını savunmaktadır.163 Şu da belirtilmelidir ki Ahmet Mithat’ın gözünde
162 Bahriye Çeri, “Orhan Okay ile Ahmet Midhat Üzerine”, Tarih ve Toplum, C.34, Sayı:203, (Kasım 2000), s.5. 163 Beşir Fuad, Mektuplar ; yayına hazırlayan C. Parkan Özturan (İstanbul: Arba Yayınları 1989), s.45.
72
Beşir Fuad da bilgi, kültür açısından son derece değerlidir, o da gerçeklik ilkesine
bağlı ve kendi adına halka yeni şeyler öğretmekten yanadır. Ayrıldıkları esas nokta
ise materyalizm konusudur, Ahmet Mithat’a göre felsefe bir “sofistikasyon”dur164,
Beşir Fuad da bu tuzağa düşen bir genç örneğidir. Zaten Orhan Okay’ın yorumu ile
Beşir Fuad, Ahmet Mithat açısından Tanzimat dönemini en iyi anlatabilecek, en iyi
temsil edebilecek bir insandır.165
Eserde objektif yaklaşımdan en fazla uzaklaşılan kısım, “Muahezat” adlı
beşinci bölümdür. Çünkü Ahmet Mithat burada, Beşir Fuad’ın mektuplarını kendi
amacına hizmette kullanmış ve objektif bir bakış açısıyla mektupları okura sunmak
yerine öznenin mektubunda yazdıklarına birer birer cevap hazırlamıştır. Zira Ahmet
Mithat, kendi cevap hakkını bu şekilde sunmayı uygun görmüştür ve artık Beşir
Fuad’ın okuyamayacağını bildiği halde, bu şekilde okurlara, doğruları gösterme
fırsatı yakalamıştır. Denilebilir ki Ahmet Mithat için türün biçiminden çok içeriği
önemlidir. Çünkü bölüm boyunca mektubun kısmi yerleri tekrar alıntılanarak,
biyografın her bir fikre karşı cevap yazması, modern biyografiye uymayan bir
tarzdır. Diğer bir deyişle bu eser, Ahmet Mithat’ın yine kendine has üslubu ve
teknikleriyle şekillenmektedir.
Aynı şekilde, Ahmet Mithat’ın bu bölümde, Beşir Fuad’ın mahşer gününde
nasıl bir hesap vereceğini düşünmesi ve hayali bir sorgu düzenlenmesi de modern
biyografi özelliklerine aykırıdır. (63) Fuad, Allah’ın soracağı soruları nasıl
cevaplayacaktır, maddeciliğin sonucunda uğradığı bu intihar felaketinin bedelini ne
şekilde ödeyecektir, soruları Ahmet Mithat’ın cevap aradığı önemli
164 İsmail Habib Sevük, Tanzimat Devri Edebiyatı, (İstanbul: İnkılab Kitabevi, 1951), s.296. 165 Çeri, s.5.
73
noktalardandır166. Fakat daha önce de belirtildiği üzere, ideal bir biyografın öznesi
hakkında “nerede”, “nasıl”, “ne zaman” gibi sorular sorabilecekken, “neden”
sorusuna yeltenmemesi gerekmetedir. Bu nedenle Ahmet Mithat’ın burada “neden”
sorusunun altında yatan hesap sorma isteği, yazarı modern bir biyograftan
uzaklaştırmaktadır.
Ahmet Mithat, eseri boyunca Beşir Fuad’ı kendi tarzıyla okuyucuya
tanıtmakta ve öznesinden bahsettiği kadar kendisinden de söz etmektedir. Bu nedenle
daha önce de belirttiğimiz gibi, bir biyografinin otobiyografik özellikler barındırdığı
fikri bu eserde desteklenmektedir. Fakat burada Ahmet Mithat bir adım daha ileri
gitmiştir. Çünkü bir biyografide olmaması gereken şekilde Ahmet Mithat, sadece
kendisinden bahsetmekle kalmamış, bazı yerlerde kendisini öznesi ile
karşılaştırmıştır. Örneğin, yine beşinci bölüm olan “Muahezat”ta Ahmet Mithat
kendisini yazardan çok bir birey olarak ortaya koyar ve Beşir Fuad ile karşılaştırır.
Çünkü o, hangisinin doğru hangisinin yanlış yaptığını okuyuculara göstermek
niyetindedir. Yazara göre “intihar, maksadın çare-i husûlü değildir. Husûlün imkân
ve ümidini de mahveder.” (49) Beşir Fuad, Batı’dan gelen batıl fikirler sonucunda
intihar etmiştir, o yüzden Ahmet Mithat Beşir Fuad’ı eleştirmeyi tercih eder. Bunu da
kendisini ortaya koyarak yapar;
Ben onun gibi materyalist olmadığımdan ve hayatım son nefesime kadar devam ile badehu mahv-abad-ı ademe gitmeyeceğimden, ben onun muhabbetini bu dünyada son nefesime kadar muhafaza edeceğim. Şu kadar ki, benim sevdiğim Beşir Fuad, umduğum kadar kahraman çıkıp da şân-ı insaniyetini intihar gibi müdhiş bir leke ile lekedar etmemiş olmasını ve dünyada alnı açık gezdiği gibi ahirette dahi beyne’l-mü’minin nasiye-i lemaan ile ser-firaz olmasını gönlüm arzu ederdi. (56)
166 Maddiyatçılık ve maneviyet karşılaştırılması açısında Selahattin Hilav ilginç bir yorum getirmiştir; “A. Midhat, Beşir Fuad konusunda yazdığı kitapta, maddeci düşüncenin, insanı intihara götüreceğini ve Beşir Fuad’ın durumunun, başkalarına da ibret olması gerektiğini ileri sürerek etrafa korku salmaya ve akıl vermeye çalışmıştı. Aynı A. Midhat’ın her şeyi borçlu olduğu; çağının en ileri adamı, en sahici inkilâpçısı Midhat Paşa’yı ölüme gönderen yalancı tanıklığı yaparken fazla rahatsız olmadığını unutmamak gerekir. A. Midhat, bunu nasıl olup da yaptığını soranlara ‘binlik bankonota dayanamadım’ karşılığını verirken, Beşir Fuad’ı maddeci olduğu için eleştiren bir maneviyatçı olarak çok rahattı kuşkusuz.” Bkz: Hilav, ss. 9-14.
74
Ve bu konudaki görüşünü; “Mevla şu büyük ve müdhiş kusurunu afv
eylesin.” (57) sözleriyle sona erdirir.
Aynı şekilde, Beşir Fuad’ın annesi konusunda ben ve öteki karşılaştırmasını
uygular. Fuad’ın annesini, rahatsızlığı dolayısıyla hastahaneye götürmesini şu
sözlerle kınar; “Benim kendi hükmüm sual buyurulursa, derim ki: Benim validem
böyle bir felakete duçar olsaydı, Doktor Münceri değil, her kim, her ne derse desin,
ben bâis-i vücudum olan validemi kendim muhafaza eder, kendim baktırırdım. Hem
ben Beşir Fuad gibi valide ve pederden mirasa konmuş bir adam olmadığım hâlde
böyle yapardım.” (58)
Görülüyor ki Beşir Fuad bazı fikir ve davranışları yönüyle Ahmet Mithat’a
uymamaktadır, aslında Beşir Fuad, yazarın her defasında eserlerinde oluşturduğu
mirasyedi, yoldan çıkmış, Batı’nın tehlikelerinden kendini koruyamamış ve sonunda
hata yapmış karakterlerin gerçek hayattaki temsilcisidir. Gerçek hayatta bu şekilde
bir intihar yaşandığı ve yazarın elinden bir şey gelmediği için Ahmet Mithat üzüntü
duymaktadır. Eserleriyle gençleri doğru yola sokmaya çalışan Ahmet Mithat,
dertlerini kendisiyle paylaşmadığı için Beşir Fuad’a yardım edememiştir ve bunu da
açıklama gereği duymuştur; “Bedbaht çocuk şu mektuplarında yazdığı şeyleri, bana
hâl-i hayatında iken açmadı ki, aklımın erdiği kadar muavenette bulunayım.” (60)
Zaten gerçek hayatta böyle bir örnek olduğu için Ahmet Mithat bu kadar
etkilenmiştir.
Bu eserde, modern bir biyografiden beklenen detay zenginliğine ve
kaynaklara rastlanmamaktadır. “Beşir Fuad Nasıl Bir Adamdı?” başlığına sahip olan
ikinci bölümde Ahmet Mithat, Fuad’ın biyografik bilgilerine kısaca değinmiştir.
Çünkü Ahmet Mithat, kendi çabası ve yorumlarıyla, kendi tanıdığı kadar, kendine
özgü bakış açısıyla Beşir Fuad’ı tanıtmaktadır. Bu sebeple de eser boyunca okur,
75
Beşir Fuad’ı tarafsız bir biçimde tanımak yerine, yazarın değer yargıları, ahlaki
düşünceleri, bir aydından bekledikleri doğrultusunda tanımaktadır. Bu bölümde
öncelikle fiziksel ve ahlaksal açıdan tanıtılan Beşir Fuad’ın yaşının kaç olduğuna dair
tahmin yürütüldüğünü belirten Ahmet Mithat, herhangi bir araştırma yapmayarak ve
bir kaynağa dayanmayarak Fuad’ın yaşının otuzdört ya da otuzbeş olduğunu belirtir.
(18) Ayrıca, Beşir Fuad’ın ailesi, evliliği, çocukları ya da eserleri hakkında fazla
bilgi vermemiştir. Bu noktada Beşir Fuad’ın çağdaşı olan ve kendisini şahsen tanıyan
Ahmet Mithat’ın bu bilgilere ulaşmaması veya ulaşmayı istememesi ilginçtir.167
Diğer yandan, eğitimi ve evindeki zengin kütüphanesi hakkında rivayetlere dayalı
açıklamalarda bulunan Ahmet Mithat, Beşir Fuad’ın bildiği yabancı diller ve Batı
edebiyatı konusundaki bilgisine dair yorum yapmayı ihmal etmemiştir. Bu da, Ahmet
Mithat’ın kendi istekleri ve önem verdiği noktalar doğrultusunda anlatacağı
ayrıntıları seçtiğini göstermektedir.
Bu yüzden tüm biyografi, Beşir Fuad hakkında özel bilgiler bir yana
bırakılarak sadece öznenin ölümü, intihar sebebi üzerine, dolayısıyla din konusuna
odaklanmıştır. O “biçare”nin batıl fikir olan materyalizm sonucunda intihara kadar
sürüklenmesi Ahmet Mithat için hem üzüntü verici hem de aktarılması gereken bir
konudur. Bu açıdan eğer Beşir Fuad intihar etmeseydi Ahmet Mithat yine onun
hakkında eser yazacak mıydı sorusu cevapsız kalacaktır. Fakat yine de Beşir Fuad’ın,
ibret verici bir hayat yaşadığı ve hayatındaki en önemli durumun intiharı olduğu için
Ahmet Mithat tarafından ele alındığı açıktır. Zaten biyografinin 27. sayfasından
sonra sadece bu konu üzerinde durulacak, yorumlar yapılacak ve nasihatlerde
bulunulacaktır.
167 Bu bilgiler daha sonra Orhan Okay tarafından doktora tezinde geliştirilmiş, soy/aile açısından elde edilen yeni bilgiler de Handan İnci tarafından aktarılmıştır. Bkz: Handan İnci, “Beşir Fuad Hakkında Yeni Bilgiler”, Toplumsal Tarih, , sayı: 83 (Kasım 2000), ss. 49-54.
76
Tüm bu bilgileri verirken okuru uyarmayı da unutmayan Ahmet Mithat, “Şu
tavsifâtımı Fuad’ı nasıl tanıdıysam, öyle yazıyorum.” (21) şeklindeki açıklamasıyla
yine abartıya ve yalana başvurmadığının altını çizmiştir. Ve hazır yeri gelmişken
Beşir Fuad’ın eksikliklerini de sıralar. Beşir Fuad’ın batı edebiyatına hâkim olmasına
karşılık, Osmanlı edebiyatına dair bilgilerinin noksan kaldığını belirten Ahmet
Mithat, onun boş inançların kurbanı olduğunu, duygularını gizlemeye gerek
görmeden şu sözlerle ifade etmiştir;
Ah! Sarsar-ı intihar, o biçare nihali kemâlini bulamadan kurutmuş olmasaydı, ondan ol kadar semerât-ı maarif iktitaf olunacakti ki, cihan şirin-mezak olacaktı. Ne faide ki, bir hikmet-i bâtıla o biçarenin zekâsını zehirleyerek milletine en büyük hizmet-i ilmiye ile iftihar edenlerin en ser-firazı olmak şerefinden o biçareyi mahrum bırakmıştır. (24)
Bu sebeple, bir biyografide olması gereken ayrıntıların burada yer almadığı,
diğer bir deyişle tüm detayların Beşir Fuad’ın intiharı ile ilintili olduğunu söylemek
mümkündür. “Pek çok müntehirlerin sûret-i intiharları okunmuştur. Fakat Beşir Fuad
kadar bu felaket-i müdhişeyi kendi başına ika etmiş bir kimse görülmemiş ve
işitilmemiştir.” (27) şeklindeki yorum ile başlayan “Sûret-i İntihar” adlı üçüncü
bölümde Ahmet Mithat, Fuad’ın ölümünden (5 Şubat 1887) üç gün öncesini adeta
dedektif edasıyla araştırmıştır. Bu noktada, diğer ayrıntıların tam aksine, Ahmet
Mithat’ın özellikle bu konuya eğildiği açıktır. Beşir Fuad’ın intiharından önce
nerelerde göründüğü, en son ne yaptığı ve intiharına yardımcı olan ‘kokain’i nasıl ve
nereden aldığı gibi bilgileri veren Ahmet Mithat’ın, her romanında, hikâyesinde
olduğu gibi bu kısa yaşamöyküsüne de polisiye unsurlar ve heyecan katmış olduğu
görülmektedir. Fakat Ahmet Mithat’ın bunu tam anlamıyla bir biyografdan beklenen
araştırmacılık ve gerçekliğe ulaşma kaygısını taşıyarak yapmış olduğunu ifade etmek
de zordur. Çünkü yazar için diğer roman ve hikâyelerinde olduğu gibi heyecan
unsuru çok önemlidir. Okurun merakını ayakta tutmanın yolu buradan geçer. Bu
77
nedenle Ahmet Mithat büyük olasılıkla bu tarz heyecan yüklü bilgileri okurun ilgisini
çekmek ve alınacak dersin çok daha iyi sindirilebilmesi için kullanmıştır.
Araştırmaları sonucunda aslında Beşir Fuad’ın intihar etme eğiliminde
olmadığı sonucuna vararak, “İşte benim en doğru olmak üzere istihbar eylediğim
sûret-i intihar bundan ibarettir.” (31) diyerek bu konu açısından yorumlarına nokta
koymuş ve gazetede çıkan haberi168, haber vasıtasıyla da Beşir Fuad’ın intihar
esnasında yazmış olduğu deneysel notunu ve mektuplarını aktarmıştır.169
“Bana Yazdığı Mektup” adlı dördüncü bölümde ise Fuad’ın intiharından
hemen önce Ahmet Mithat'a yazmış olduğu mektubu yer almaktadır. Aslında Beşir
Fuad mektup tarzına ve mektup aracılığı ile fikirlerini yaymaya alışıktır170, bu
sebeple öldükten sonra okunacağını bilerek, mektup aracılığıyla Ahmet Mithat’a
teşekkür etmeyi, intiharı ve sebepleri171 hakkında bilgi vermeyi ve parantezler açarak
fenne ait, şair-bilim adamı karşıtlığına dair son fikirlerini yansıtmayı uygun
görmüştür. Bu noktada Ahmet Mithat’ın yapmış olduğu araştırmaların yine bilinçli
olduğu gözlemlenmektedir. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi yazar, öznenin özel
hayatı, kişiliği, duygusal ve fiziksel yapısı ya da ailesiyle olan ilişkileri gibi bilgiler
hakkında herhangi bir kaynağa başvurmamış fakat söz konusu intihar olduğu için
elindeki tüm birincil metinleri esere nakletmiştir.
168 Bu haberden sonra hemen her gün intihar vakaları artmış, Tıp mektebinden Ömer Bey de Beşir Fuad gibi damarlarını keserek intihar teşebbüsünde bulunmuş, neticede bu gibi haberlerin yasaklanmasında karar kılınmıştır. Bkz: Okay 169 Ahmet Mithat’ın Beşir Fuad’ın yazdıklarını aktarması bugün için oldukça önemlidir zira Fuad hakkında yapılan araştırmalarda bu küçük biyografinin en önemli kaynak olduğu her defasında vurgulanmaktadır. 170 Muallim Naci ile dil konusundaki tartışmaları İntikad adıyla basılan mektuplar, Fazlı Necip ile materyalizm, ilim, fen, kendi eserleri hakkında tartışmaları ölümünden sonra basılan Mektubat, yine mektup aracılığı ile sergilenmiştir. 171 Beşir Fuad, bu bölümün yayınlanmasının da uygun olacağını düşünerek Ahmet Mithat’a “isterseniz burasını da neşredebilirsiniz” (39) demiştir.
78
Eserin tamamına bakıldığında hayat hikâyesinde kronolojik bir sıraya
uyulmadığı, Beşir Fuad’ın doğumuna ait hiçbir bilgi bulunmadığı gibi, kitabın
Ahmet Mithat’ın Beşir Fuad’ı tanıdığı andan başlatıldığı göze çarpmaktadır. Çünkü
önemli olan yazarın gözüyle Beşir Fuad’dır. Bu yüzden ilk bölümün başlığı “Beşir
Fuad’ı Nasıl Tanıdım” adını taşır. Ahmet Mithat, bu kısımda Beşir Fuad ile tanışma
faslını, romancı kimliğini elden bırakmadan172, hatırladığı kareler ve aralarında geçen
sohbet ile süsleyerek uzun uzadıya anlatır. Sohbetleri sırasında konuşma fırsatı bulan
yazar, Beşir Fuad’a nasihatlerde bulunur; ona göre bir Osmanlı gencinin, özellikle de
bu denli okumuş, ilimle ilgilenen bir kişinin esas görevi İslamiyet’i, Osmanlı
toplumunu korumak ve materyalizmden uzak durmaktır. Bu nasihatler de yazar
tarafından bilinçli olarak esere nakledilmiştir. Zira Ahmet Mithat, Beşir Fuad’ın bu
nasihatleri tutmadığı için sonunun intihara kadar vardığını göstererek, gençlerin de
yazarın sözünü dinlemediği takdirde böyle bir sonuçla karşılaşacağı konusunda
uyarıda bulunmaya çalışmıştır.173
Bu bağlamda modern biyografilerin tam aksine bu eserin yazarın şahsi
fikirleri ve yorumlarıyla şekillendiğini söylemek mümkündür. Çünkü, Ahmet Mithat
bu eseri kaleme alırken, ön yargılarından, ahlaki ve İslami değerlerinden ödün
vermeyerek öznesini değerlendirmekte ve kendi düşünceleri doğrultusunda
yargılamaktadır. Diğer bir deyişle Ahmet Mithat, öznesini okurlarına bir şeyler
öğretebilmek adına araç olarak kullanmıştır. Örneğin, “Materyalizmin Reddiyle
İntihar Hakkında Muhakeme” adlı bölümde Ahmet Mithat, okurlarına materyalizmin
ne olduğunu anlatmayı hedeflemiştir. Burada Beşir Fuad, bundan böyle Ahmet 172 Ahmet Mithat özellikle roman ve hikâyelerini yazarken gerçeklerin dışındaki boşlukları, yazarlığın verdiği ustalıkla doldurduğunu ifade eder. Örneğin Müşahedat romanında Siranuş’tan almış olduğu gerçek bilgileri birbirlerine bağlarken arada kalan boşlukları kendisinin hayal gücüne dayalı olarak doldurduğunu belirtir. Aynı tarzı Beşir Fuad adlı biyografide de uyguladığını söylemek mümkündür. 173 Zaten bu iddiayı adeta destekler gibi yazar, Jale Parla’nın belirttiği gibi, bu biyografiden hemen sonra Jön Türk adlı romanını yazmış, Beşir Fuad’ın yaşamını, intiharını eserindeki karakter ile örneklendirmiştir. (Jale Parla, Babalar ve Oğullar, (İstanbul: İletişim yay., 1993), s. 120.
79
Mithat’ın düşüncelerini aktarmasına yarayan bir model haline gelmiştir ve artık
ondan diğer materyalistlerle birlikte yanlışı örneklendirmek üzere bahsedilmiştir.
Yazar, “kârileri bu nokta üzerinde uyandırmaya dahi bezl-i gayretten geri
durmayacak”tır. (71) Anlaşılan odur ki Ahmet Mithat, Beşir Fuad intihar etmiş
olmasaydı çok büyük ihtimal ile onun “hayatı” hakkında bir yazı yazmaya
girişmeyecek, daha önceden yaptığı gibi hayaliyyun-hakikiyyun veya materyalizm
konuları çerçevesinde düşüncelerini sadece makalelerinde aksettirecekti.
Ahmet Mithat için intihar, özellikle de bir materyalistin intiharı, ibret verme
açısından üzerinde durulmadan geçilemeyecek bir konu olduğu için son bölüm de
“Bu Fâciadan Alınacak İbret” adını taşımaktadır. İlk cümle, yazarın tüm gayesini net
bir biçimde sergilemektedir; “Buraya kadar bast ve temhid eylediğimiz tafsilatı, bir
neticeye intac için, nazar-ı muhakememizde icmal eyleyelim de, o neticeden ibret
alalım.” (75)
Görüldüğü gibi yazar birinci tekili bir yana bırakarak birinci çoğulu
kullanmayı seçmiş, hem kendinin hem de okurlarının seviyesini eşitlemiştir. Her
zaman başvurduğu bir teknik olan manipülasyon da burada önemli rol oynamaktadır.
Yaratmış olduğu muhatap ile gerçek okur kitlesi arasındaki sınırı manipülasyon yolu
ile azaltmaya çalışan yazar sayesinde, gerçek okur, yazarın hayalindeki okura
benzeme arzusu duyacaktır. Ahmet Mithat’ın hayalindeki muhatap, Beşir Fuad’ın
intiharından ibret almakla yükümlüdür ve muhatap ile yazar 75. sayfadan itibaren
sayfaları birlikte okumaya başlayarak ibret alma yolunda ilerlerler. Bu sayede de
gerçek okur da onlara benzemek isteyerek ibret almayı seçecektir.
Aynı şekilde bu bölüm, yazarın öznesine karşı duruşunu ve bu biyografiyi
yazmaktaki amacını açıkça belirtmektedir; “Hiç şüphe yok ki, o hikmet-i bâtıla!”
(76) tüm kötülüklerin, günahın ve yanlış yola sapmanın sebebidir. Ahmet Mithat’ın
80
artık yorum yapacağı nokta kalmamıştır, biyografiyi dua ederek bitirmesi biyografi
türü düşünüldüğünde son derece dikkat çekicidir; “Cenab-ı Hak, cümlemizi tarik-i
müstakime hidayetle dâllinin tarikinden muhafaza buyursun. Amin.” Görüldüğü gibi
son cümlede dahi, yazar tüm okurları adına dua etmiştir.
Sonuç olarak Beşir Fuad’ın ölümünden hemen sonra, intihar çerçeveli de olsa
Fuad hakkında Ahmet Mithat’ın fikirlerini yazması, birincil kaynakları yayımlaması,
dönemi ve sonraki çalışmalar için son derece önemlidir ki araştırmacılar da aynı
yorumda bulunmuşlardır. Fakat ortak olarak vardıkları diğer sonuç ise Ahmet
Mithat’ın Beşir Fuad biyografisinin sadece materyalizm ve intihar konuları etrafında
döndüğü ve yazarın, ölümden (intihardan) sonra üzüntüsünü dile getirse de kimi
zaman olaya tek noktadan baktığıdır. 174
Dolayısıyla, Tanzimat döneminde verilen biyografi örnekleri arasında sayılan
Beşir Fuad adlı eserin, modern biyografinin birçok özelliğine uymadığı ve Ahmet
Mithat’ın kişisel yorum ve teknikleriyle şekillenmiş olduğu ifade edilebilir. Çünkü
Ahmet Mithat, diğer biyografların yaptığı gibi öznesini bilinçli olarak seçmiş ama
ideal bir biyograftan beklenildiği şekilde öznesine yakınlaşmaktan ve onu
değerlendirmekten kendini alamamıştır ki yazar, bunu yine bilinçli bir şekilde
yapmıştır.
Bu bağlamda, okuyucularını hesaba katan Ahmet Mithat’ın, şahısları cemaat
içersindeki rolleri ile önemsediğini söylemek mümkündür. Diğer bir deyişle, öznenin
özel hayatında yaptıklarının okuyucuyu ilgilendirmediğini düşünen yazar, sadece
174 Orhan Beşir Fuad hakkında en detaylı araştırma ve çalışmayı yapan Orhan Okay, bu biyografinin çok önemli bir kaynak olduğunu belirttikten sonra “Ahmet Mithat’ın, Beşir Fuad’ın intiharı ve fikirleri hakkında ileri sürdüğü hükümler çok defa indî ve sathīdir” yorumunda bulunmuştur. Ayrıca Okay, Ahmet Mithat’ın konuya sadece dini açıdan yaklaşımını, yazarın özellikle intihar olayından sonra dini savunma amacıyla birçok eser üretmesi ile de vurgulamıştır. Bkz: M. Orhan Okay, Beşir Fuad İlk Türk pozitivist ve Natüralisti, (İstanbul: Hareket Yayınları 1969), s. 12. Ayrıca, Şiir ve Hakikat’ın başında “Beşir Fuad’ın Mektubatını Okurken” adlı yazının sahibi Selahattin Hilav ise, Ahmet Mithat’ı ağır şekilde eleştirmiş, “Beşir Fuad ve Unutulmak” adlı yazısında ise yazarın taraflı olduğunu ve Beşir Fuad’ın unutulmasında en büyük rolün Ahmet Mithat’a ait olduğunu belirtmiştir. Bkz: Hilav, s. 11.
81
onun toplum içersinde olumlu veya olumsuz bir şekilde örnek oluşu ile
ilgilenmektedir. Bu tavır da, Ahmet Mithat’ın ideal bir biyograftan beklenen objektif
araştırmacı kimliğine uymadığınıı göstermektedir.
Fatma Aliye Hanım yahut Bir Muharrire-i Osmaniyenin Neşeti
Küçük yaşta yazmaya ve öğrenmeye başlayan, kendi döneminde kısa
zamanda hem yurt içinde hem de yurt dışında ün sahibi olan Fatma Aliye Hanım,
fikir ve devlet adamı, hukukçu, tarihçi, dilbilimci ve edebiyatçı Ahmet Cevdet
Paşa’nın kızıdır. Fatma Aliye Hanım, yapmış olduğu çeviriler, yazdığı romanlar,
kadın sorunlarına değindiği makalelerin yanı sıra, katılmış olduğu toplumsal
çalışmalar ile Tanzimat döneminde örnek başarılara imza atmış ve bir yazar olarak
yetişmesinde katkısı yadsınamayacak olan Ahmet Mithat’ın övgülerini kazanmıştır.
Fatma Aliye Hanım’ı cesareti ve roman yazma konusundaki becerileri
dolayısıyla takdir eden Ahmet Mithat da, 1893-1894’te, Fatma Aliye Hanım ile
beraber yazmış olduğu Fatma Aliye Hanım yahut Bir Muharrire-i Osmaniyenin
Neşeti adlı yaşamöyküsünü kızı olarak nitelendirdiği yazara bir hediye olarak
sunmuştur.175
Sevgili Kızım! Altı yedi senedir seninle manevi peder ve duhteriz. Sana henüz hiçbir hediye takdim etmemişimdir. Zehi saygısızlık, değil mi? Fakat sana layık ne hediye bulup takdim edebilirdim? Düşündüm taşındım, sana hediye olarak yine senden başkasını bulamadım. İşte bu kitap sensin kızım! Seni sana takdim ediyorum. Kabul etmemezlik edemezsin ya?176
175 Nüket Esen’in de altını çizdiği gibi Ahmet Mithat, bu eser vesilesiyle, bir kadın yazarı topluma kabul ettirmek açısından önemli bir adım atmıştır. Bkz: Nüket Esen, “Bir Osmanlı Kadın Yazarın Doğuşu”, Journal of Turkis Studies – Türklük Bilgisi Araştırmaları, Agah Sırrı Levend hatıra sayısı I, Vol. 24, Cambridge, Mass.: 2000 (Bu makale, http://www.os-ar.com/modules.php?name=Encyclopedia&op=content&tid=501817 sitesinden alıntılanmıştır.) 176 Ahmet Mithat Efendi, Fatma Aliye Hanım yahut Bir Muharrire-i Osmaniyenin Neşeti, Çeviriyazı: Lynda Goodsell Blake, Yayına Haz: Müge Galin, (İstanbul: İsis Yayıncılık, 1998), s. 35. ((Buradan itibaren bu eserden yapılan alıntıların sayfa numaraları, yazı içersinde paranteze alınarak belirtilecektir.)
82
Ahmet Mithat, kitabın “İfade” adını verdiği bölümünde bu eseri yazma
amacını ve yazılış tarzını okuyucu ile paylaşır. Yazarın bu eseri yazmaktaki amacı,
Fatma Aliye Hanım’ı okurlarına tanıtmak değildir. Onun amacı, kitabın alt
başlığından da anlaşılacağı üzere, Osmanlı dünyasında bir kadın yazarın, ortaya nasıl
çıktığını anlatmaktır. (36) Zira Fatma Aliye Hanım’ı dünyaya ilk kez tanıtma
şerefinin kendisine ait olmadığını belirten Ahmet Mithat, kadın yazarımızın daha
önceden Arap, İngiliz, Amerikan yazarları tarafından tanıtılmış olduğunu söyler.
Ama burada Ahmet Mithat’ın dikkat çekmek istediği bir nokta vardır: Fatma Aliye
Hanım’ın önemli bir kişinin kızı olması, babasının işleri dolayısıyla birçok yer
görmüş olması, filanca kişiyle evlenip birkaç çocuğunun olması gibi Ahmet
Mithat’ın deyişiyle “malumat-ı sade”lerin, yani ‘kuru bilgiler’in önemi yoktur.
Önemli olan, kibar bir aile kızının bilimsel bilgiye ulaşmanın çok zor olduğu bir
dönemde ve yerde kimseden yardım görmeden kendisini yetiştirmiş olmasıdır. (37)
İşte bu sebeple Ahmet Mithat, giriş bölümünde, bu biyografiyi yazma amacının altını
çizmiş olur. Böylelikle de yine kendi kalıplarına, tekniğine ve üslubuna göre bir eser
vereceğini şimdiden okura haber verir.
Fakat Ahmet Mithat için sadece bunları sunmak da yeterli değildir elbette.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, lezzet-ibret birlikteliğini kullanmayı iyi bilen yazar,
bu eserinde de okuru hem eğlendirecek hem de onun okuduklarından ders almasını
sağlayacaktır. “Evet, bu tetebbudan hem zevk hem menfaat husulü muhakkaktır!”
diyen yazar, ilk bakışta olanaksız gibi görünen bir şeyin gerçekleştiğini görmenin
insana zevk vereceğini aynı zamanda da çocuk terbiyesi ve ruh bilimle ilgili bir
metin okuyacağı için okurların bilgileneceğini belirtir. (37) Buradan da anlaşıldığı
üzere Ahmet Mithat, tüm eserlerinde olduğu gibi yine okurlarını hesaba katmış,
onların ilgisini çekmeyi ve yeni bir şeyler öğrenmelerini hedeflemiştir.
83
Yenilikleri denemeyi seven yazar, bu amacını da farklı ve ilginç bir yöntem
deneyerek gerçekleştirmiştir. Her şeyden önce, yukarıda da belirttiğimiz gibi bu
biyografi, tek bir yazar tarafından kaleme alınmamıştır. Ahmet Mithat eserinde,
Fatma Aliye Hanım’a kendisini kendi sözleriyle tanıtma fırsatı vermiş ve kadın
yazarın Ahmet Mithat’a yazmış olduğu mektuplardan alıntılar yapmıştır. Böylelikle
eser, bir erkek ve bir kadın bakış açısıyla yazılmış ve biyografi türüne ait özelliklerin
yanı sıra otobiyografik özellikler barındırması yönüyle de yenilikçi bir anlatı türü
örneği olmuştur. Ve yine daha önce belirttiğimiz gibi ‘gerçekçilik’ konusunda hassas
olan yazar, Beşir Fuad’ın hayat hikâyesini yazarken nasıl onun mektuplarından
faydalanmışsa, burada da inandırıcılığı arttırmak adına bilinçli bir biçimde Fatma
Aliye Hanım’ın da katkısını istemiştir:
Gönlümüz istiyordu ki bu eseri kendimiz yazdığımız halde icap eden yerleri dahi sahibe-i tercümenin kendi kalemiyle yazdıralım. Zira bir takım ahval vardır ki bilkülliye şahsiyet ü hususiyetlerinden dolayı onları herhalde yabancı sayılacak olan bir kalem yazamaz. Kişinin tercüman-ı hali olan kendi kalemiyle yazılması o hususiyat u şahsiyaın takdir-i ehemmiyetini asıl temin edebilir. Bu ise ne müşkül iştir! Fâzıla-ı müşarünileyha pek de mütevazıa olduğundan kendi hakkındaki takdiratını sözün bihakkın doğrusudur diye telakkiye imkân görülemez. Mutlaka tefrit eder. (38) Bu şekilde gönlü rahat bir biçimde eserini tamamladığını belirten Ahmet
Mithat, denemiş olduğu bu farklı biçimin de farkındadır. Yazar, ortaklaşa yazılan,
“…bu tarz-ı nevinde bir eser Osmanlı lisanıyla henüz yazılmış olmadığı gibi, lisan-ı
Osmaniden başka bir lisanla dahi yazılmamış olmasından emin bulunarak” (38)
sunduğu bu eserin, okurları tarafından büyük bir ilgi ve zevkle okunacağından hiç
şüphesi yoktur.
Zira daha önce de belirttiğimiz gibi, Ahmet Mithat için okurun önemi
büyüktür. Bu nedenle yazar, her zaman okurunu hesaba katarak eserini meydana
getirmiştir. Bu bağlamda, bu yaşamöyküsünün, diğer örneklerde de olduğu gibi
belirli bir tema etrafında şekillendiği ve yazar tarafından seçilmiş olan konu kişinin
model olma görevini üstlendiği görülmektedir. Bahriye Çeri’nin de altını çizdiği gibi
84
eserde, Fatma Aliye Hanım’ın kişiliğinde bir yazarda “olması gerekenler”in
vurgulandığı, model oluşturulduğu bir bakış açısı mevcuttur. Çünkü Ahmet Mithat
eser boyunca, Fatma Aliye Hanım aracılığıyla bir yazarda olması gerekenleri
vurgulamış ve esasında Fatma Aliye Hanım’ın yaşamına dikkat çekmekten ziyade,
okurlar için model bir yaşam oluşturmuştur.177
Ahmet Mithat, kendi fikirlerini kadın yazarın hayat hikâyesi üzerinden
gençlere aşılamayı hedeflemiştir. Fakat burada önemli olan Fatma Aliye Hanım’ın
nasıl bir hayat yaşamış olduğu ya da nasıl bir tipi, ailesi ve karakteri olduğu değildir.
Önemli olan, Fatma Aliye Hanım’ın o dönemde ne çeşit bir eğitim aldığı ve azmi,
çalışkanlığı sayesinde yazar olmayı nasıl başardığıdır ki bu vesileyle Ahmet Mithat,
o dönemde birçok Fatma Aliye Hanım’ların yetişmesini sağlama amacındadır.
Kısacası biyograf kimliği ile Ahmet Mithat, hayatını kaleme aldığı öznesini
olumlayarak, yücelterek, onun hep başarılarını ve yeteneklerini göstererek,
okuyucunun ona özenmesini, “Fatma Aliye Hanım başardıysa, ben de başarabilirim.”
şeklinde düşünmesini ve onu model almasını istemektedir. Çünkü Ahmet Mithat’a
göre o dönemde, kadınların en büyük uğraşı kitap okumaktır. Fakat Fatma Aliye
Hanım, diğer kadınlar gibi sadece aşk hakkında yazılan kitapları okumayı tercih
etmemekte hatta okuduğu aşk romanlarındaki serüvenleri çoğunlukla
küçümsemektedir. Onun için önemli olan bir romanın temelini oluşturan tarihi, siyasi
olaylar ve felsefi, bilimsel düşüncelerdir. Hatta Ahmet Mithat’ın Hasan Mellah,
Paris’te Bir Türk, Hüseyin Fellah ve Süleyman-ı Musuli adlı kitaplarını bile roman
açısından değil, tarih ve felsefe açısından değerlendiren Fatma Aliye Hanım, Ahmet
Mithat’ın gözünde daha on altısına gelmeden kendisini yetiştirmiş, kendi akranları
olan birçok erkeği de geride bırakacak derecede fikir sahibi olmuştur. (66-67) Bu
177 Bahriye Çeri, Fatma Aliye Hanım yahut Bir Muharrire-i Osmaniyenin Neşeti ve Kadın Yazar ile Erkek Yazar Arasındaki Söylem Farkı, (Yazarın Bilkent Üniversitesi’de Yapılan Türkiye’de Kadın Yazarlar Sempozyumunda Yaptığı Konuşmanın Metni’nden alıntılanmıştır.)
85
nedenle bu biyografi sayesinde Fatma Aliye Hanım gibi kadın yazarların ortaya
çıkması Ahmet Mithat için bir olasılıktır.
Yazarın bu amacına yönelik olarak Fatma Aliye Hanım’ı örnek olarak
göstermesi de, modern biyografide olması beklenen objektif yaklaşımın bu eserde
uygulanmadığını örneklemektedir. İdeal bir biyograftan beklenilenin aksine, yine
kendi değer yargıları ve fikirleri doğrultusunda öznesini değerlendirmeyi tercih eden
Ahmet Mithat, biyografi boyunca, Fatma Aliye Hanım’ı yüceltmiştir. Bu tavır en
açık şekilde eserin “Şebabet” başlığına sahip olan üçüncü bölümünde görülmektedir.
Fatma Aliye Hanım’ın gençlik yıllarına değinilen bu bölümde Fatma Aliye Hanım,
“heveskâr, çalışkan, zeki” olmanın yanı sıra, “bir de başı örtülü bir hanım kız olarak”
karşımıza çıkmaktadır ki Ahmet Mithat, yaşı on üçe vardığı için bu yaştaki kızların
başlarını örttüklerine dikkat çeker. (60) Bu bağlamda Ahmet Mithat, Fatma Aliye
Hanım’ın annesi hakkında da yorum yapar. Nitekim yazara göre, kızının Fransızca
öğrenmesini destekleyen ve onu başörtüsüyle İlyas Matar Efendi ile Fransızca
çalışmasına izin veren annenin davranışları büyük nimettir. (61) Bu noktada, yine
yazarın dünya görüşünün bir yansıması görülmektedir. Çünkü Ahmet Mithat, hem
İslami kurallara uyan hem de entelekttüel faaliyetler içersinde bulunarak, yazar
olmayı başaran Fatma Aliye’nin yaptıklarını onaylamakta ve onu övmektedir.
Eserde, yine modern biyografi özelliklerinin tam tersine sürekli olarak
yazarın sesi duyulmaktadır. Bu tavrı bilinçli olarak benimseyen ve eseri sık sık
bölerek araya kendi fikirlerini serpiştiren Ahmet Mithat, diğer yandan da kendi
fikirlerini daha iyi desteklemek için bazı yerlerde sözü Fatma Aliye Hanım’a bırakır.
Örnek vermek gerekirse; “Tufuliyet” başlığına sahip olan ilk bölümde yazar, Fatma
Aliye Hanım’ın doğum tarihini verdikten hemen sonra, yetişme tarzından bahseder.
Kibar bir ailenin kızı olarak dadılarla büyüyen Fatma Aliye Hanım’ın ilk çocukluk
86
yıllarına dair anılarını kadın yazarın ağzından vermeyi uygun gören Ahmet Mithat,
bu sayede okurun hem Fatma Aliye Hanım’ı birincil ağızdan tanımasını hem de
kendisine inanmasını sağlar. “Fikrimi maziye doğru saldırdığımda fikrim üç
yaşımdaki zamana kadar varıyor.” (40) diyen Fatma Aliye Hanım ilk olarak,
Halep’teki anılarından bahsetmiştir. Ahmet Mithat da bunları kısım kısım aktarmış,
yeri geldiğinde Fatma Aliye Hanım’a teşekkür etmiş ve elbette aralara kendi
fikirlerini belirtmiştir. Örneğin Ahmet Mithat, Halep’te babasının kahvecisi olan
Süleyman Ağa’dan hoşlandığını belirten Fatma Aliye Hanım’a, “Lakin Süleyman
Ağa hakkında açılan sözü itmam için şunu da tarafımızdan irat etmeliyiz ki Fatma
Aliye Hanımefendinin hin-i tufuliyetinde bu Süleyman Ağa’dan hoşlanmaktaki hakkı
pek müsellemdir.” (42) sözleriyle hak verir ve kendi sözleriyle Süleyman Ağa’yı
birkaç cümle ile daha okura tanıtır.
Aralara girerek mesaj vermeyi görev bilen Ahmet Mithat yine aynı şekilde bu
bölümde, Fatma Aliye Hanım gibi başarılı bir örnek vesilesiyle çocuk psikolojisi ve
eğitimine dair bilgiler sunmayı ihmal etmez. Ahmet Mithat’ın belirttiğine göre Fatma
Aliye Hanım, beş yaşında harfleri okumaya başlamış ve Lofçalı Hacı İbrahim Şevki
Efendi’yi şaşırtmıştır. Fakat Ahmet Mithat’a göre bu durumda şaşılacak bir şey
yoktur, çünkü yazar; iki yaşından beş yaşına kadar üç lisan birden öğrenmiş çocuklar
gördüğünü belirtmekte ve çocukların işittiği şeylere dikkat ederek onları kavradığını
düşünmektedir. Bu nedenle Ahmet Mithat, büyüklerden çocuklarını “Çocuktur”
diyerek başlarından savmamaları gerektiğini ve onların sorduğu sorulara cevap
vermelerini istemektedir. (44)
Görüldüğü gibi Ahmet Mithat, yazar olarak eser boyunca ön plandadır ve
açtığı geniş parantezlerle bilgiler verir. Fakat daha da önemlisi, eserin bir bölümünde
etiyle kemiğiyle yazar ve gazeteci olan, yaşayan Ahmet Mithat da karşımıza çıkar.
87
Öyle ki Ahmet Mithat, Fatma Aliye Hanım henüz on bir yaşındayken, onun
öğretmenleri arasında bulunduğunu belirtmiştir. Ahmet Mithat; “Zira on yaşında
bulundukları zamandan belde asar-ı kalemiye-i naçizanemizi okumaya başlayarak
her okuduklarını hırz-ı can eylemişler.” (55) diyerek Fatma Aliye Hanım’ın kendi
eserlerini okumuş ve hafızasında saklamış olduğunu söyleyerek buradan sonrasını
Fatma Aliye Hanım’ın sözlerine bırakmıştır. Fatma Aliye Hanım’ın bu eserler
hakkındaki fikirlerini görebilmek maksadıyla mektubu kısım kısım alıntılamak
gerekirse;
Birader kendisi için fazla olan kitaplarından bana verirdi. Bunların içinde sizin Letaif-i Rivayat’ı buldum. Okudum. Bunlar bana o zamana kadar okuduğum şeylerden başka türlü geldiler. Bunlar kafamı yormaksızın anlaşılıyordu... Letaif-i Rivayat’ın bir cüz’ünü süt babaya ibrazla bunu yazan muharririn yazdığı kitaplardan istedim. Bana iptida Hace-i Evvel’i getirdi. Bunu o kadar sevdim ki içindeki eşkâl-i hendesiyeyi kendi kendime çözmeye çalışıyordum.... Ondan sonra Hasan Mellah’ı okudum. Baktım ki bu bütün bütün başka bir şey... Badema Hasan Mellah muharriri ne kadar kitap yazarsa aldırıp okumaya başladım... Nihayet Kırkambar’ı da okumaya başladım. Aman ya Rab! Bu ne? Bu bütün başka bir âlem. Bunun hakkında sözlerim, mütalaam pek uzun sürer, uzağa varır. Zira onun mündericatı da beni pek uzun müddet işgal ettiler. (55-56) Fatma Aliye Hanım’ın kendi eserleri hakkındaki yorumlarına yer veren
Ahmet Mithat, bu şekilde, bu derece başarılı bir kadın yazarın gelişiminde katkıda
bulunduğunun da altını çizmiş, bir nevi okurlarına kendi eserlerini tavsiye etmiş
gibidir. Diğer yandan da bu biyografiyi kaleme alırken, kendisini anlatmayı ve hatta
Fatma Aliye yoluyla onun ağzından kendini övmeyi ihmal etmemiştir. Bu da tıpkı
Beşir Fuad biyografisinde olduğu gibi bu eserin de alt metninde Ahmet Mithat’a ait
otobiyografik bilgiler bulunduğunu göstermektedir. Hatta burada dikkati çeken, hem
Ahmet Mithat hem de Fatma Aliye’nin ağzından yani iki yazarın devreye girmesiyle
bu bilgilerin verilmiş olmasıdır.
Bir başka örnek ise, son bölüm olan “Tekemmül”den verilebilir. Bu bölüm,
Fatma Aliye Hanım ile babası Cevdet Paşa arasındaki mektuplaşmalara ve
görüşmelere ayrılmış, bir babanın kızı üzerindeki ‘olumlu’ etkileri vurgulanmıştır.
88
Tanzimat döneminde önemi yadsınamayan baba figürü hakkında fikirlerini
romanlarında dahi satır aralarında ifade etmek isteyen Ahmet Mithat, Fatma Aliye
Hanım gibi yetenekli ve çalışkan bir kadının başarısına başarı katmadaki en önemli
etkenlerden birinin babası olduğuna dikkat çekmek istemiştir. Zira, çocukluk
döneminde kendisine fazlaca vakit ayırmadığı için Cevdet Paşa’nın kızının
yetenekleri hakkında çok fazla bilgisi olamayacağını ama Meram tercümesinden
sonra kızının farkına vardığını belirten Ahmet Mithat, “öteden beri peder ile duhter
arasında mevcut olan münasebet birdenbire başkalaşmıştır.”(74) diyerek bu olumlu
gelişmeyi aktarır. Ve buradan itibaren baba-kız arasında geçen sohbetler hakkında
bilgi verir. Burada dikkati çeken, Fatma Aliye Hanım ile babasının baş başa oturarak
çeşitli konular hakkında konuştuğunu belirtmesi ve esasında alt metinde de kendi
yorumlarını aktarmasıdır. Örneğin, baba kızın Eflatun, İmam Gazzali ve
Aristoteles’in felsefelerini karşılaştırdıklarını ve Fatma Aliye Hanım’ın bu
karşılaştırmaları Descartes, Darwin ve Comte’a kadar genişlettiğini belirtir. Ve bu
noktada Fatma Aliye Hanım’ın mektuplarında saklı olan felsefe yazılarının, bir araya
geldiği takdirde uzun bir kitap oluşturacak kadar geniş olduğunu söyler. (76) Bu
bağlamda, Ahmet Mithat’ın Fatma Aliye Hanım üzerindeki değerlendirmelerinin
oldukça etkili olduğunu söylemek mümkündür. Zira bu kısa yorumun dahi, Fatma
Aliye Hanım’a etki etmiş olduğu ve yazarın 1899 yılında yazdığı Terâcim-i Ahvâl-i
Felâsife adlı eserinde payı olduğu düşünülebilir.
Fakat bu bölümde esas dikkat edilmesi gereken nokta, yine Ahmet Mithat’ın
kendisine dair bilgiler aktarmasıdır. Bilindiği gibi Ahmet Mithat, eserin başından
beri yazar/baba kimliği ile okurun karşısına çıkmakta ve fikirlerini beyan etmektedir.
Son olarak bu bölümde yine Ahmet Mithat, kendi amaçlarını ve hayallerini de dile
getirmiştir. Fatma Aliye Hanım ile Cevdet Paşa’nın aralarındaki ilmi sohbetlerden
89
bahsettikten sonra Ahmet Mithat konuyu, uzun zamandır kafasını meşgul eden bir
noktaya çeker. İnsanlık tarihinde, medeniyetin kuruluşundan itibaren çeşitli
bilimlerin nasıl oluştuğu, nasıl sınıflandırıldıkları, bilime kimlerin hizmet ettiği ve
bilimin o dönemdeki gelişiminin nasıl olduğuna dair ciddi bir biçimde araştırmak ve
bu bilgileri bir eserde sunmak istediğini belirten Ahmet Mithat, giriş bölümünü
hazırlamış olduğu eseri Cevdet Paşa ve Fatma Aliye Hanım ile paylaştığını ve
onların da gerekli yerleri düzelterek kendisine geri yolladıklarını belirtir. (76-77)
Buradan da anlaşılıyor ki, bu eserde sadece Fatma Aliye Hanım’ın hayat
hikâyesi yer almamaktadır. Biçim olarak ortaklaşa yazılan bu eserde, aynı zamanda
Fatma Aliye Hanım kadar Ahmet Mithat’ın da fikirleri, amaçları, edebiyata dair
çalışmaları yer almaktadır. Kısacası bu eseri, hem biyografi hem de otobiyografi
olarak gördüğümüze göre, aynı zamanda Ahmet Mithat’ın da otobiyografik
bilgilerini barındırıyor dememiz uygun olacaktır. Biyografın bu kadar ön planda
olması da bu eserin, modern biyografi özelliklerinden haylice uzaklaştığını
göstermekte, yine Ahmet Mithat’ın kendi biçimine ve arzusuna göre şekillendiğini
kanıtlamaktadır.
Modern biyografilerde bulunması gereken detaylar açısından bu eserin,
Ahmet Mithat’ın Beşir Fuad adlı biyografisine göre daha tatmin edici olduğunu
söylemek mümkündür. Çünkü, Ahmet Mithat’ın ilk yazmış olduğu biyografisindeki
öznesi Beşir Fuad’ın özel yaşamına dair bildikleriyle Fatma Aliye Hanım hakkında
bildikleri karşılaştırıldığında, ikincisine dair daha fazla bilgiyle donanmış olduğu
ifade edilebilir. Çünkü kendisi de Fatma Aliye Hanım hakkında ayrıntılı bir araştırma
yapmış olduğunu, altı-yedi yıllık tanışmaları süresince Fatma Aliye Hanım’ın
yetişme tarzına tanıklık ettiğini, tanıdıklarından ve hatta babası Cevdet Paşa’dan
90
birçok bilgi edindiğini, kısacası bu konuda kendisini vâkıf gördüğünü belirtmiştir.
(37-38)
Ayrıca eserde döneme ait bilgiler de verilmektedir. Örneğin, “Şebabet” adlı
bölümde Ahmet Mithat, Fatma Aliye Hanım’ın on dördünü bitirdikten ve tesettüre
girdikten sonraki sıkıntılarından ve yalnızlığından bahsetmiş, genç kızın bu
yalnızlığını kitapları ve arkadaşı Matmazel Alfa ile giderdiğini belirtmiştir. Ve tam
bu noktada, iki arkadaşın edebiyat ve felsefe ile ilgilendiğini ve bu dönemin Fatma
Aliye Hanım’ın ‘feylesolaşması’ devresi olduğunu ifade eden Ahmet Mithat, yine
bahsetmek istediği bir konu hakkında parantez açma fırsatı yakalar. Gazetelerde
çıkan “Kadınlara roman okutulmak yararlı mı yoksa zararlı mıdır?” gibi güncel
tartışmalardan (62) bahseden yazar, Fatma Aliye Hanım ile bu konuyu uzun uzadıya
tartıştıklarını belirtir. Fatma Aliye Hanım’ın, bilgilerini yalnızca kitap okuyarak
edinip, dış dünyaya gözlerini kapayanların, bilgin olabilse de filozof olamayacağını
savunduğunu belirten Ahmet Mithat, yine kadın yazarın sözlerine yer vererek bu
konudaki fikirlerini desteklemeye çalışmıştır.
Fatma Aliye Hanım’ın (aynı zamanda Ahmet Mithat’ın) bu konudaki
fikirlerini özetlemek gerekirse; kadınlara kötü etki yapan, onların ahlakını bozan
romanlar mıdır? sorusunu soran Fatma Aliye Hanım, kadınlar arasında geçen ‘adi
masallar’a da dikkat edilmesi gerektiğini savunur. Çünkü;
...bilmem kimin oğlu bilmem kimin kızına şu veçhile âşık olarak nice mezahim ve müşkülattan sonra ‘Kırk gün kırk gece düğün bayram etmişler. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine’ tarzındaki hikâyelerde sevda denilen şey hep elvan-ı latifeyle tasvir ü tersim edildiğinden ondaki cihat-ı müthişe ve mühlike hatırlarına bile gelmeksizin genç kızlar her tarafta genç âşıklar tahayyül eder dururlar. (63) İşte bu nedenle Fatma Aliye Hanım’a göre kimi zaman aşkların kötü bir
biçimde bitme olasılığına genç kızlar bu hikâyelere kandığı için hazır değildir. Zira,
bu tarz hikâyelerin her zaman tatlı bittiğini, “Ondan sonra zevk ü sefayla
91
yaşamışlar.” sözünün masalları süslediğini belirten Fatma Aliye Hanım, genç kızların
bu hayallere sürüklendiğinin altını çizer. Ve tam bu noktada yine Ahmet Mithat’ın
Kırkambar adlı dergisinden söz ederek, kendi fikirlerinin tam olarak bu dergide
Ahmet Mithat’ın ‘aşk’ başlığı altında yayımlanan fikirlerine uyduğunu vurgular. (63)
Burada da, yine döneme ait bir meselenin ele alındığı görülmektedir. Edebiyatın
gerçek yaşamla ilişkisini, gerçekçilik meselesini tartışan Ahmet Mithat, eserde kendi
çağına ait sorunları işlemekten çekinmez. Bu sebeple, Ahmet Mithat için yine o
dönemin okur kitlesinin önemli olduğu, yazarın asıl derdinin kalıcı bir biçimde
öznesini her yönüyle tanıtmak olmadığı söylenebilir. Zira Ahmet Mithat’ın esas
amacı, olumlu gelişimlere vesile olmak, eserinde ele aldığı konularla gençleri
eğitmek ve kendi tarzıyla tanıttığı öznesinin de okurlara örnek olmasını sağlamaktır.
Fakat yine de bu eserin bir takım bilgiler açısından eksik kaldığı da ortadır.
Eser boyunca öznenin, çocukluk yıllarına ait anıları, psikolojik gelişimi, ailesi ile
olan ilişkileri, fiziksel görünümü ya da kişisel özelliklerine değinilmemiştir. Örneğin
“Sebavet” adlı bölümde, çocukluk dönemi anlatılan öznenin, eğitimi ve okuma
konusundaki yetenekleri dışında herhangi bir bilgi verilmemiştir. Fatma Aliye
Hanım’ın ailesi ile olan ilişkileri dahi yine onun becerileri çerçevesinde ele alınmış,
örneğin ağabeyi Ali Sedat Beyefendi’nin, kardeşinin küçük yaşta mektup yazmasına
hayran kaldığı belirtilmiş ve ağabey kardeşe dair bir anekdota da yer vermiştir. (48)
Genel olarak kadın yazarın özel yaşamını aktarmayı tercih etmeyen Ahmet
Mithat, Fatma Aliye Hanım’ın özel hayatından bir nebze olsun dördüncü bölüm olan
“Genç Zevce”de bahseder ve Fatma Aliye Hanım’ın 17 yaşındayken padişahın
yaverlerinden olan Faik Bey ile evlendiğini belirtir. Özel hayata dair bilgi eksikliği,
yine dönemin yaşam biçimi, gelenekleri ve alışlanlıkları ile açıklanabilmektedir.
İslami düşüncenin hâkim olduğu ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ın özellikle altını çizdiği
92
gibi; kadınlı erkekli hayatın yokluğuyla, tanışma ve sevişmenin kafes arkadasından
veya mektupla yapıldığı178 Tanzimat döneminde yazarlar, roman kahramanlarında
dahi özele çok fazla inememiş, insanın iç dünyasından bahsedememiştir.
Biyografi türünde, bir insanın hayatı kaleme alınırken, kişiliği, eserleri,
yaptıkları ne kadar önemliyse, özel hayatı da yaşamını şekillendirmede o kadar
önemli rol oynar. Fakat Ahmet Mithat, Fatma Aliye Hanım hakkında verdiği bilgileri
sınırlı tutmuştur. Onun amacı yine okurlarına doğru ile yanlışı göstermektir. Bu
nedenle Ahmet Mithat için, askeri fikirlerle donanmış olan Faik Bey’in, Fatma Aliye
Hanım’ın roman okuması konusundaki tepkilerinden bahsetmesi de boşa değildir.
Romanlarını ortadan kaldıran ve Fransızca konuşacak kimseyi bulamayan, kısacası
ne öğrenim ne de gelişim konusunda bir ilerleme kaydedebilen Fatma Aliye Hanım,
tam bu dönemde tercüme etme hevesine kapılarak ilk denemelerini yapmıştır. (70)
Evliliklerinin yedinci senesinde, eşinin onayı ile Georges Ohnet’in Volonte yani
Meram adlı romanını tercümeye başlayan Fatma Aliye Hanım’ın bu başarısını,
Ahmet Mithat da övmüş ve yeri gelmişken bu bölümün sonunda yazarın Nisvan-ı
İslam ve Muhazarat gibi diğer eserlerinden de söz etmiştir. (73)
Bu noktada Ahmet Mithat’ın, Fatma Aliye Hanım’ın eserlerinden detaylıca
bahsetmemesi göze çarpmaktadır.179 Diğer bir deyişle Ahmet Mithat, 32 yaşına kadar
olan hayatını yazdığı öznesinin hayatı boyunca verdiği eserlerin içeriklerinden ziyade
eser verebilmiş olmasıyla ilgilenmektedir. Bu nedenle, anlatılan yaşamın, yazar
tarafından verilen eserler ile çevrelenmiş olduğunu söylemek mümkündür. Diğer bir
178 Ahmet Hamdi Tanpınar, 19uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, s.297. 179 Bu biyografi 1893-94 tarihlerinde oluşturulmasına rağmen, Fatma Aliye’nin daha önce tercümesini yapmış olduğu Meram ve o sıralar basılmış olan Muhazarat’dan bahsedilirken, Ahmet Mithat’la birlikte yazdıkları Hayal ve Hakikat’in (1891-1892) bahsinin hiç geçmemesi ilginçtir.
93
deyişle Bahriye Çeri’nin de belirttiği gibi, bu eserde anlatılan; “yaşanılmış bir
yaşam”dan çok “eser vermiş bir yaşam”dır.”180
Modern biyografi özelliklerine uygun olarak kronolojik sıraya göre ilerleyen
eser, Fatma Aliye Hanım’ın 32 yaşına dek devam eder. Son bölüm olan
“Tekemmül”de, Fatma Aliye Hanım’ın 33 yaşında olduğu ve daha birçok başarılara
imza atacağı belirtilir. Ve Ahmet Mithat sözlerini; “Aliye Hanımefendi’yi
yetiştirmek emrinde birçok zevatın büyük büyük hizmetleri olmuşsa da hizmetin en
büyüğünü şehver-i âlileri Faik Paşa Hazretleri’ne haml ü hükmetmek kadirşinaslığın
en büyük muktezayatındandır. Zira böyle bir Aliye Hanım yetişebilmek için evvel
beevvel lazım olan şey zevcinin muvafakatidir.” (80) şeklinde, ilk başlarda eşini
kısıtlamış da olsa sonradan kendisine yardım ettiği için Faik Paşa’nın önemini
vurgulayarak bitirir. Burada da Ahmet Mithat’ın, eşlere vermek istediği mesaj
açıktır.
Eserin bütününe bakıldığında Ahmet Mithat’ın eğitim, çocuk terbiyesi,
psikolojisi ve bir kadın romancının kendisini yetiştirmesi konuları dışında fazla
ayrıntıya girmediği, Fatma Aliye Hanım’ın ise mektuplarında anılarını, yaşadıklarını,
çevresindeki insanları ve okuduğu kitaplar hakkındaki yorumlarını daha samimi ve
parçalı bir biçimde yazdığı görülmektedir. Ve sohbet havasında ilerleyen bu eserde,
her iki yazarın da fikirlerinin aynı olduğu ortaya çıkmaktadır. Fakat kendi fikirlerini
ifade ediş şekillerinde şöyle bir fark olduğu söylenebilir; Fatma Aliye Hanım
mektuplarını Ahmet Mithat’a gönderirken, kendi yaşadıklarını ve edebiyat ve
felsefeye ait fikirlerini olduğu gibi aktarmıştır. Diğer bir deyişle Fatma Aliye Hanım,
kendisini ifade etmek için mektuplarını yazmış, özel yaşamına dair hiç bir detaya da
girmemiştir. Ahmet Mithat ise, eser boyunca hem bu mektuplar aracılığıyla Fatma
180 Çeri, s. 4.
94
Aliye Hanım’ı okura tanıtmayı ama daha ziyade Fatma Aliye Hanım üzerinden okura
mesajlar vermeyi hedeflemiştir. Ve hatta kendi fikirlerini de Fatma Aliye Hanım ile
destekleyerek ifade etmiştir. Ahmet Mithat’ın eserinde, Fatma Aliye Hanım’ın
yazarlığına ya da kadın hakları savunucusu tarafına hiç değinilmemesini ilgi çekici
bulan Nüket Esen’in fikirlerini belirtmek gerekirse;
Bu kitap çıktığında Fatma Aliye’nin henüz 33 yaşında olduğu düşünülse bile, Muhazarat yayımlanmış, Fatma Aliye’nin kadın haklarını savunduğu birçok yazısı gazetelerde çıkmıştır. Ahmet Mithat ise sanki sevgili manevi kızında görmek istediği kadarını görmekte, gününe göre ilerici ama özünde gene de oldukça gelenekçi olan kendi görüşlerine aykırı noktalara Fatma Aliye hanımın gidebileceğini göz ardı etmek istemektedir. Ortada sanki iki Fatma Aliye vardır: Biri Ahmet Mithat’ın kurguladığı kadın, diğeri ise Fatma Aliye’nin kendisi.181
Alıntıdan da anlaşıldığı gibi Ahmet Mithat, Fatma Aliye hanımın
biyografisini ele alırken, bir nevi öznesini kendisi şekillendirmiş ve okura olması
gereken bir yaşamı sürdüren, romanlarında yarattığı ahlaklı, düzgün, roman okusa da
yoldan çıkmayan, yeri geldiğinde gelenekçi ve yeri geldiğinde son derece cesur bir
kadın portresi çizmeye çalışmıştır. Bu da, biyograf olarak Ahmet Mithat’ın öznesine
ve hikâyesine müdahele ettiğini, kendi istekleri doğrultusunda konu kişinin yaşamını
ele aldığını göstermektedir.
Sonuç olarak, Tanzimat döneminin en önemi yazarları arasında yer alan
Ahmet Mithat, her edebi türü denemiş olduğu gibi, biyografi alanında da iki eser
meydana getirmiştir. Yukarıda da bahsettiğimiz üzere, kendi teknik ve üslubunu
kullanmayı uygun gören ve her yazısında özellikle gençlere bir şey öğretmeyi
hedefleyen yazarın, Beşir Fuad ve Fatma Aliye Hanım yahut Bir Muharrire-i
Osmaniyenin Neşeti adlı eserleri de aynı amaca hizmet etmektedir. Bu nedenle,
fikirleri ve intiharı yönüyle gençlere ibret olarak gösterilebilecek olan Beşir Fuad,
181 Esen, http://www.os-ar.com/modules.php?name=Encyclopedia&op=content&tid=501817
95
Ahmet Mithat tarafından tenkit edilmiş, başarılarıyla kadınlara yol gösterecek olan
Fatma Aliye Hanım da, yazar tarafından yüceltilmiştir.
96
Fatma Aliye Hanım’ın Biyografileri
1862-1936 yılları arasında yaşayan ve Tanzimat döneminde ‘kadın romancı’
kimliğiyle adını duyuran Fatma Aliye Hanım, yurt içinde ve yurt dışında ilgi görmüş
yazarlarımız arasında yer alır. Küçük yaşlarda okumaya ilgi duyan Fatma Aliye
Hanım, almış olduğu eğitim sayesinde182 hemen her konuda bilgi sahibi olmuş ve
çok geçmeden kendi fikirlerini okuyucularıyla paylaşma arzusuyla eserler meydana
getirmiştir. Devlet adamı, tarihçi ve hukukçu Ahmet Cevdet Paşa’nın iki kızından
biri olan ve genç yaşta yaptığı Arapça ve Fransızca çeviriler ile edebiyat dünyasına
adım atan Fatma Aliye Hanım, toplumsal olaylara, toplumda kadının yerine ve felsefi
konulara gerek romanlarında gerek makalelerinde ve gerekse yazmış olduğu üç
biyografi çalışmasında yer vermiştir.
Fatma Aliye Hanım, ilk olarak Georges Ohnet’in Volonte adlı romanını
Meram başlığıyla çevirmiş, daha sonra romanlarını kaleme almış ve yazı hayatı
süresince makaleler aracılığıyla fikirlerini aktarmıştır. Ve elbette kadın yazar Fatma
Aliye Hanım, batılı anlamda ilk örnekleri Tanzimat döneminde verilmeye başlanan
biyografi türüne ait eserler vermeyi de ihmal etmemiştir. 1899-1901 yılları arasında
“Malumat Gazetesi”nde tefrika edilen Nâmdârân-ı Zenân-ı İslâmiyân adlı eserinde
İslam kadınlarını tanıtmayı amaçlamış; 1899-1900’de hazırladığı Terâcim-i Ahvâl-i
Felâsife adlı çalışmasında hem filozofların biyografilerini aktarmış hem de felsefe
tarihine dair bilgiler vermiş; 1912-1913’te kaleme aldığı Ahmet Cevdet Paşa ve
Zamânı adlı eserinde ise okuyuculara hem babasını hem de dönemi tanıtmayı
hedeflemiştir.
182 Mübeccel Kızıltan, Fatma Aliye Hanım Yaşamı-Sanatı-Yapıtlar ve Nisvan-ı İslam, (İstanbul: Mutlu Yayıncılık, 1993.)
97
Fatma Aliye Hanım, Nâmdârân-ı Zenân-ı İslâmiyân adlı eserinde; Emevi,
Arap ve Osmanlı hanedanlarına mensup olan ünlü İslam kadınlarının biyografilerini
kaleme almış ve bu eseri, okurlarından gelen istek doğrultusunda yazmış olduğunu
belirtmiştir.183 Mübeccel Kızıltan’ın belirttiği gibi Fatma Aliye Hanım bu eseri,
Osmanlı geleneklerini ve İslamiyet’in kurallarını bilen hanımlarla konuştuktan sonra
yazmıştır.184 Bu bilgiden de anlaşıldığı üzere tüm Tanzimat yazarları gibi Fatma
Aliye Hanım da, İslam kadınlarının hayat hikâyelerini belli bir amaç doğrultusunda
kaleme almıştır. Yazarın amacı; kendi toplumundaki kadınlara örnek olabilecek
hayatları gözler önüne sermek ve İslam kadınları hakkında bilgi vermektir.
Aynı şekilde Fatma Aliye Hanım, küçük yaşlarda ilgi duyduğu felsefe
birikimini aktarmak için, 1899 yılında Terâcim-i Ahvâl-i Felâsife adlı eserini
meydana getirmiştir. Romanlarında dahi kimi zaman felsefe konularını işleyen yazar,
bu eser sayesinde Thales ile başlayarak yaklaşık 30 filozofun hayatını aktarma,
İlkçağ felsefesine dair bilgiler sunma ve İslam dünyasının bilimi, felsefe ve kelam
tarihinden de bahsetme fırsatı bulmuştur. Düzyazı halinde akan bu metin esnasında
Fatma Aliye Hanım, daha çok ansiklopedik bilgi aktarır gibi ele aldığı kişileri
tanıtmış ve filozofların özlü sözlerini de metne eklemiş, eserin ikinci bölümünde ise,
aralara girerek bilgiler vermiştir. Bu nedenle. Terâcim-i Ahvâl-i Felâsife adlı eser
için, biyografik bilgiler içerse de, daha ziyade açıklamalı küçük bir felsefe kitabıdır
demek mümkündür.
Dolayısıyla her iki eser de, objektif bakış açısıyla yazılması gereken modern
biyografilere uzaktır. Diğer yandan tek bir konu çerçevesinde öznelerini seçen Fatma
Aliye Hanım, tezkirelerde olduğu gibi her iki eserinde de birden fazla özne ele
almıştır. Bununla birlikte felsefe konusu zaten göreceli bir konu olduğundan ve
183 Kızıltan, s.26. 184 Kızıltan, s. 26.
98
Tanzimat yazarlarının okurlarını bilgilendirmek amacıyla eserler yazdığı göz önüne
alındığında Terâcim-i Ahvâl-i Felâsife adlı eserin, tarafsız bir biçimde yazılmasının
da zor olduğu söylenebilir. Kısacası, şu ana dek ele alınan biyografi örneklerinin
içinde, modern biyografi türüne en uzak olan eserlerin, bu iki eser olduğunu
düşünmek yerinde olacaktır.
Ahmet Cevdet Paşa ve Zamanı
Fatma Aliye Hanım, son eseri olan Ahmet Cevdet Paşa ve Zamanı’nı 1912 ile
1913 yılları arasında kaleme almış ve Mübeccel Kızıltan’ın belirttiğine göre bu eseri
yarım bırakmıştır.185 Yazın hayatı süresince, öğretmeni ve manevi babası saydığı
Ahmet Mithat’ı üstadı olarak kabul etmesi, onu örnek alarak biyografik eserler
yazması ve son eseri olarak da yine bir biyografi örneği vermiş olması dikkat
çekicidir. Zira bu noktada, diğer Tanzimat yazarlarında olduğu gibi Fatma Aliye
Hanım’ın da bu tür vesilesiyle kendi fikirlerini aktarabildiğini ve biyografi türünün
yazarın amaçlarına hizmet ettiğini söylemek yanlış olmayacaktır.
Yaşamöyküsünü yazmak istediği kişinin, hayatında olumlu anlamda etkiler
bırakan babası Ahmet Cevdet Paşa olması ise kayda değerdir. Daha önce de
belirttiğimiz gibi, biyografların özne seçimleri bilinçlidir. Fatma Aliye Hanım da
öznesini bilinçli bir biçimde belirlemiş ve babasının hayatının yanı sıra yaşadığı
dönemi hakkında da bilgi vereceğini müjdelediği bu eserinin yazılış sebebini,
“Mukaddime” bölümünde açıklamıştır. Açıklamaya göre Fatma Aliye Hanım’ın bu
eseri yazma sebebi, çevresinin teşviki ve babasının günün birinde tarih yazması
gerekebileceği için kendisinden tarihi iyi öğrenmesini istemesidir. Çünkü Fatma
185 Kızıltan, s. 28.
99
Aliye Hanım, “İyi belle! İyi hıfz et! Benim neşretmeye muvaffak olamadıklarımı
belki bir gün sen neşredebilirsin!” sözlerini sarf eden babasının bu isteğini bir vasiyet
olarak kabul etmiştir.186 Ayrıca Mübeccel Kızıltan’ın bu konudaki fikrine göre; bir
devlet adamı olan Ahmet Cevdet Paşa'nın, Mithat Paşa’nın tevkifi ile
görevlendirilmesi ve bu olay sonucunda babasının itibarının aldığı yarayı sarmak
amacıyla da Fatma Aliye Hanım’ın babası hakkında bir kitap yazmak istemiş olması
düşünülebilir.187
Burada bir parantez açmak gerekirse; Fatma Aliye de tıpkı hocası-manevi
babası olan Ahmet Mithat gibi, kendi dönemine yakın olan bir kişinin hayat
hikâyesini yazmayı seçmiştir. Bu bağlamda şu yargıya varmak da mümkündür; ele
alınan örneklerde açıkça görüldüğü gibi Tanzimat yazarları, genellikle çağdaşlarının
biyografilerini yazmayı tercih etmişler, kendi dönemlerinden uzak isimleri ele
aldıklarında ise daha ziyade tezkire biçimini kullanmışlardır. Diğer bir deyişle,
kendilerinden daha önceki dönemlerde yaşamış olan ve tek bir başlık altına
toplanabilecek olan isimleri (örneğin Namık Kemal, kahramanları; Fatma Aliye de
filozofları ya da İslam kadınlarını seçmiştir) ele alırken, ansiklopedik biyografi
tarzına uygun olarak hayat hikâyelerini bir arada ve kısaca vermeyi uygun
görmüşlerdir. Fakat kendi dönemlerine yakın olan ve daha yakından tanıdıkları, belki
de hayatlarına tanık oldukları isimleri ise tek bir eserde daha detaylıca tanıtmayı
tercih etmişlerdir.
Yine Tanzimat yazarları için önemi tartışılmaz olan “Mukaddime”
bölümünde Fatma Aliye Hanım, eserini yazma sebeplerinin yanı sıra kendi biyografi
anlayışını da sergilemiştir. “Hayât-ı târihiyyeye dâhil olan insanların tercüme-i hâli
186 Fatma Aliye Hanım, Ahmet Cevdet Paşa ve Zamanı, (İstanbul: Bedir Yayınevi, 1995), s. 18. (Buradan itibaren bu eserden yapılan alıntıların sayfa numaraları, yazı içersinde paranteze alınarak belirtilecektir.) 187 Kızıltan, s. 28.
100
yazılır.” (17) diyen Fatma Aliye Hanım, tarihe damgasını vurmuş olan kişilerin hayat
hikâyesinin yazılacağını belirtir. Fakat, o kişinin önemli bir mertebeye gelmesinde
özel hayatın fazla rolü olmasa da tarihi kişiliğinin gelişmesine vesile olduğu için özel
hayatın da merak edildiğini ifade eder. Bu ifade ise bize yine Ahmet Mithat’ın
fikirlerini hatırlatır. Ahmet Mithat gibi Fatma Aliye Hanım için de yapılan işlerin
önemi, diğer özel hayat bilgilerine göre daha fazladır. Ahmet Mithat’ın deyişiyle
‘malumat-ı sade’ler, yani kuru bilgilerden ziyade, yazar için öznenin başarıları, ilim
hayatı, siyasi gelişimleri ön plandadır. Bu açıklama, modern biyografi türünde olması
gereken tüm detayların bu eserde bulunmayacağını, belki de ‘çocukluk yılları’,
‘evlilik’, ‘aile hayatı’ gibi önemli bilgilerin üstünkörü geçileceğini şimdiden
vurgulamaktadır.
Eser, Ahmet Cevdet Paşa’nın doğumu, çocukluğu, eğitimi, katıldığı edebiyat
toplantıları ve 1857’ye kadar olan siyasal olayları içermektedir. Fakat Fatma Aliye
Hanım’ın, hem daha ziyade babasını tanıtırken dönemsel tasviri de ön planda
tuttuğundan, hem de eser yarım bıraktığından, eserde Ahmet Cevdet Paşa’nın,
doğumundan ölümüne dek ayrıntılı bir biçimde tanıtılmadığı açıktır. Oysa ki, modern
bir biyografide öznenin doğumu, çocukluğu, gençliği, eğitimi, yaşadıkları, özel
hayatı ve (eğer konu kişi ölmüş ise) ölümü ile ele alınması gerektiği düşünülürse,
Fatma Aliye Hanım’ın bu konuda okuruna çok ayrıntı sunmadığı görülmektedir.
Aslında Fatma Aliye Hanım’ın birinci dereceden yakını olduğu babası
hakkında bildiklerini, diğer araştırmalar ile zenginleştirilebilecek konumda olduğu
ifade edilebilir. Fakat yazar, başlıklar halinde böldüğü bu hayat hikâyesini kendi
arzuladığı doğrultuda işlemiş, babası hakkında istediği kadar bilgi sunmuştur. Bu da
yukarıda bahsettiğimiz gibi, özel hayattan ziyade tarihsel süreç ve öznenin tarihteki
yerinden bahsetme gayesi ile açıklanabilmektedir. Ayrıca, Ahmet Mithat’ın
101
biyografilerinde de bahsettiğimiz gibi elbette dönemsel şartların elverdiği ölçüde özel
hayata inilebilinmektedir.
Modern bir biyografide bulunması gereken en önemli detaylardan biri
öznenin fiziksel tasviri ve psikolojik tahlilidir. Fakat bu eserde Fatma Aliye Hanım,
diğer Tanzimat yazarlarının yaptığı gibi daha ziyade olaylar üzerine gitmiş, öznenin
fiziksel görünümüne ya da ruhsal durumuna dair fazla bilgi vermemiştir. Örneğin
okur, Ahmet Cevdet Paşa’nın mavi gözlü olduğunu, “... Ammâ hâlâ gözümün
önünden gitmeyen parlak mavi gözlerinden saçılan zekâ kıvılcımları...”(40) şeklinde
bir cümle içinde geçmesiyle öğrenir. Bu noktada, Fatma Aliye Hanım’ın babasının
fiziğinden hiç bahsetmemesi dikkate değerdir. Çünkü burada yazar, babasının
gözlerinden bahsederken de esasında öznesinin zekasına vurgu yapmaya
çalışmaktadır. Ayrıca Fatma Aliye Hanım için önemli olan Ahmet Cevdet Paşa’nın
fiziksel özelliklerini belirtmek değildir. Daha önce de belirttiğimiz gibi bu tip
ayrıntılar, öznenin mahremidir ve yazar bunları toplum ile paylaşmak zorunda
değildir.
Diğer bir eksiklik de, yaşamı süresince önemli eserler meydana getirmiş olan
Ahmet Cevdet Paşa’nın, Fatma Aliye Hanım tarafından kaleme alınan biyografisinde
bu eserlerine değinilmemiş olmasıdır. “Sûret-i Mektûb” bölümünde Fatma Aliye
Hanım, Ahmet Cevdet Paşa’nın Târih-i Cevdet adlı eserinin üç cildinin bitmiş
olduğunu belirterek, sade bir Türkçe ile yazılmış olmasının da dönemde çıkarılan
gazetelere örnek olduğunu vurgulamıştır. (104) Daha önce de belirtildiği üzere,
modern bir biyografi eserinden beklenen, ele alınan özneyi her yönüyle
tanıtabilmesidir. Eğer konu kişinin yazmış olduğu eserleri varsa, yaşamöyküsünde
onlardan da bahsedilmesi kaçınılmazdır. Fakat Fatma Aliye Hanım’ın, özellikle tarih
alanında yazmış olan Ahmet Cevdet Paşa’nın eserlerine değinmemesi dikkat
102
çekicidir. Fatma Aliye Hanım’ın Ahmet Cevdet Paşa’nın eserlerinden sadece isim
olarak bahsetmesi, yine amacıyla ilişkilendirilebilir. Çünkü burada Fatma Aliye
Hanım’ın yapmak istediği, öznesini bütünlüklü bir biçimde okura tanıtmak değildir.
Yazar, nasıl ki babasının özel hayatına, fiziksel özelliklerine ya da tarihçi kimliği
dışında karakteristik özelliklerine değinmiyorsa, eserlerinden de uzun uzadıya
bahsetmek istememiş olabilir. Zira, Fatma Aliye Hanım yine tek bir amaç
doğrultusunda bu eseri kaleme almış, belki de bir anlamda Ahmet Cevdet Paşa’nın
savunuculuğunu üstlenmiştir. Dolayısıyla eserlerin detaylı incelemesi veya
edebiyatımızdaki yeri, Fatma Aliye Hanım’ın biyografisinde ele almak istediği
noktalardan değildir.
Fatma Aliye Hanım, öznesine dair fazla bilgi ve ayrıntı sunmasa da, tarihsel
olaylar ve kişiler hakkında ayrıntılar vererek okuru bu konularda bilgilendirmiştir.
Örneğin, “Zevk u Sefâhat” başlıklı bölümde, Ahmet Cevdet Paşa’dan ziyade,
dönemde neler olup bittiği hakkında bilgiler verilmiştir. “O zamanın Meclis-i Vükelâ
heyeti...” (79) diyerek söze başlayan Fatma Aliye Hanım, o dönemde mecliste
bulunan sadrazam, şeyhülislam ya da serasker gibi üyelerin maaşları hakkında bilgi
vermiş ve eğlencenin ve dağıtılan maaş miktarının artması ile şikayetlerin başladığını
belirtmiştir. Dolayısıyla hazinede “Kriz” yaşandığını vurgulayan Fatma Aliye
Hanım, bu noktada yine yazar kimliğiyle araya girmiş ve “Kriz” kelimesinin Türkçe
karşılığı olarak “Buhran” kelimesinin kullanıldığını ifade etmiştir. (82) Görüldüğü
gibi Fatma Aliye Hanım, dönemsel ayrıntıları fazlasıyla önemsemiş ve okurunu her
konuda bilgilendirmeyi amaçlamıştır.
Ayrıca birincil kaynaklara kolaylıkla ulaşabilme avantajını kullanan Fatma
Aliye Hanım, Ahmet Cevdet Paşa’nın ders zabıtlarından elde etmiş olduğu, Meclis-i
Umûmî’nin mazbatası ile Takvîm-i Vekâyi’ için yazılan beyannâmeyi de esere
103
eklemiştir. Ayrıca kendi ders kitabında bulunduğunu söylediği “Hitabe”nin sûretini
de nakleden Fatma Aliye Hanım, yine bu konuyla ilintili olarak ara açıklama
yaptıktan sonra Reşîd Paşa’nın da nutkunu aktarmıştır (73) ki bu noktada modern bir
biyografik eserde olması gereken birincil metinlerin kullanılmış olması dikkate
değerdir. Zaten romanlarında da mektup türünü kullanan Fatma Aliye Hanım’ın,
biyografisinde de mektup, nutuk ve özne ya da dönem için önemli sayılan metinleri
aktarması doğaldır. Bu bağlamda, üstadı Ahmet Mithat’ın da Beşir Fuad’ın hayatını
yazarken birincil metinleri eserine nakletmiş olduğu hatırlanabilir.
Ayrıca Fatma Aliye Hanım’ın, Ahmet Cevdet Paşa’nın geçmişini ilk ağızdan
dinlemiş olması da yazara bir avantaj sağlamaktadır. Örneğin üçüncü kısım olan
“Mehâfil-i İlmiyye ve Edebiyye”de Murâd Molla döneminden bahsederken;
“Pederim merhûm o zamandan bahs ederken demişti ki...” (36) şeklinde bilgi veren
Fatma Aliye Hanım, babasının kendisine söylediklerini aktarmıştır. Bu bağlamda,
modern biyografi özelliklerine göre doğruluğun önemi hatırlandığında, Fatma Aliye
Hanım’ın bu noktada başarıya ulaşmış olduğu söylenebilir. Zira, modern biyografi
örneklerinde, kaynaklar arasında birincil ağızdan dinlenenlerin ne derece önem
taşıdığı açıktır. Bu açıdan Fatma Aliye Hanım’ın esas kaynağı babasıdır ve
gözlemlerinin yanı sıra ondan kendisi ve dönemi hakkında dinledikleri, bu
biyografiye doğru bilgiler kazandırmıştır. Fakat yine de modern bir biyografi
eserinde, öznenin anlattıkları kadar, öznenin çevresinin yorumları da son derece
önemlidir. Fatma Aliye Hanım’ın, babasının çevresi ile görüştüyse bile bunları
belirtmemiş olması, kendi tarih bilgisi ve babasının anlattıklarının dışında çok fazla
ayrıntılı dış bilgi vermemesi, yazarı ideal bir biyograf kimliğinden
uzaklaştırmaktadır.
104
Diğer yandan Fatma Aliye Hanım’ın biyografiyi yazmak için bir takım
kaynaklara başvurması kaçınılmazdır. Fakat burada dikkati çeken yazarın, bu
kaynakları referans göstermemesi, gösterse bile bu kez konu hakkında bilgi
vermemesidir. Örnek vermek gerekirse; ilk bölüm olan “Tevellüd ve Tahsil-i
İbtidâi”de Fatma Aliye Hanım, Ahmet Cevdet Paşa’nın soy ağacını okurlara
tanıtmayı amaçlamış ve bunu yaparken de eserlere göndermeler yapmıştır. Ahmet
Cevdet Paşa’nın babası Hacı İsmail Ağa’dan bahseden Fatma Aliye Hanım, Hacı
İsmail Ağa’nın da babası hakkında “Onun pederi Hacı Ali Efendi’dir ki bu Hacı Ali
Efendi’yle birâderi Süleyman Bayrakdâr’a dâir Târih-i Cevdet’in yedinci cildinin on
ikinci sahifesinde ve yine Hacı Ali Efendi’ye dâir Târih-i Cevdet’in dokuzuncu
cildinin otuz dördüncü sahifesinde mâlûmât vardır.” (21) diyerek okuru kaynaklara
yönlendirmiş, kendisi bu kişiler hakkında fazla bilgi vermemiştir.
Modern biyografi özellikleri göz önüne alındığında, yazarın sesinin her ne
kadar ön planda olmaması gerekiyorsa da, bu eserde Fatma Aliye Hanım, bizzat
Ahmet Cevdet Paşa’nın kızı olarak kendini göstermektedir. Bazı yerlerde
öznesinden, Ahmet Cevdet Paşa olarak, bazı yerlerde de ‘pederim’ olarak söz eden
Fatma Aliye Hanım’ın babası ile kendisi arasına herhangi bir mesafe koymadığı
açıktır. Ayrıca yine yazar kimliğini saklamadan okuruna bilgi vermeyi ihmal
etmeyen Fatma Aliye Hanım, “Mukaddime” bölümünde eseri hakkında “mümkün
olduğu kadar yazabileceğim!” der. (15) Görüldüğü gibi Fatma Aliye Hanım da diğer
Tanzimat yazarları gibi, giriş bölümünde okurlarına eseri hakkında bilgiler vermekte,
bu eseri elinden geldiği kadar iyi bir biçimde kaleme alacağının altını çizmektedir.
Fatma Aliye Hanım, “Mukaddime” dâhil, ilk bölümden itibaren ‘ben’ olarak
metnin içinde bulunmaktadır. Gerek ara açıklamalarla okuyucusuna bilgi vermek
gerekse kendisini tanık göstererek gerçekliği kuvvetlendirmek için kendisini de
105
metne katan Fatma Aliye Hanım’ın bu tavırları, yine Tanzimat yazarlarında görülen
olaylara/metinlere karşı müdahaleci tutum ile açıklanabilir. Ayrıca, Ahmet Mithat’ın
rehberliğinde yetişmiş bir yazar olarak Fatma Aliye Hanım’ın bu şekilde aralara
girerek bilgiler vermesi ve gerçekliği önemsemesi oldukça doğaldır.
Fakat yine de diğer Tanzimat yazarlarının verdiği biyografi örnekleri göz
önünde tutulduğunda, Fatma Aliye Hanım’ın bu biyografide daha az yorum yaptığı
görülmektedir. Bazen “Zehî!” (36) şeklinde ünlemlere başvurarak duygularını
gösteren yazar, metnin genelinde fazla yorum yapmaktan kaçınmıştır. Burada Fatma
Aliye Hanım için önemli olan, kendi fikirlerini aktarmaktan ziyade, tarihsel olayları
ve babasının devlet adamı kimliğini doğru bir biçimde ifade etmektir. Bu nedenle
eser boyunca fazla yorum yapmayan yazar, farklı tekniklerle inandırıcılığı sağlamaya
çalışmıştır.
Örnek vermek gerekirse; Ahmet Cevdet Paşa’nın çocukluk yılları ya da
gençliğine dair fazla bilgi vermeyen Fatma Aliye Hanım, “Medrese Hayatı” başlıklı
bölümde, 17 yaşında İstanbul’a gönderilen Ahmet Cevdet Paşa’nın eğitiminden,
hocalarından ve aldığı derslerden uzun uzadıya bahsetmiştir. Bu noktada, Fatma
Aliye Hanım’ın hep ‘yapmış, etmiş’ şeklinde geçmiş zaman olarak yazdığı metinde,
anekdotlar yazmağa başladığı sırada ‘yaptı, etti’ şeklinde geçmiş zaman kullanması
dikkat çekmektedir ki bu durum, yazarın anlattıklarından emin olduğunun bir
göstergesi sayılabilir. Daha da önemlisi, Ahmet Cevdet Paşa’dan bahsederken; “Biz
pek küçük sinde iken pederimizin...” cümlesiyle başlayan bir anekdottan örnek
vermesi ve “.... hazırlıklar olduğunu görürdüm.” (30) diyerek kendisini olaya şahit
göstermesi, diğer bir deyişle metne dâhil etmesi, yazarın eserine ne kadar hâkim
olduğunu vurgulamaktadır. Bu şekilde, öznesinden bazen Ahmet Cevdet Paşa bazen
de ‘pederim’ olarak bahseden Fatma Aliye Hanım, birçok yerde metnin içine
106
girmiştir. Zira yine aynı bölümde, “Pederim İstanbul’a yeni geldiği senelerde
medrese hayatında sıkıntılı bir gününü anlatmış idi ki onu nakl etmeden
geçemeyeceğim!” (32) diyen yazarın bu tarz cümlelerinden yola çıkarak, aslında
anlattıklarını inandırıcı kılma çabası içinde olduğunu söylemek mümkündür.
Diğer yandan, Fatma Aliye Hanım metin içerisinde fazla yorum yapmasa da,
metninin gidişatını kendisinin belirlediği de gözden kaçmamaktadır. Örnek vermek
gerekirse, “Harb Zamânında” başlığından itibaren yazar, Ahmet Cevdet Paşa’nın
özel kâtipliğini ve danışmanlığını yaptığı Reşid Paşa hakkında bilgi verir. Yazar
tarafından açılan bu parantez bilinçlidir, zira Fatma Aliye Hanım’ın, Reşid Paşa’nın
yerine Âli Paşa’nın getirilmesi konusunda söyleyecek sözü oldukça fazladır. Bu da,
bir biyograf olarak Fatma Aliye Hanım’ın, kendi arzuları doğrultusunda metnini
ilerlettiği ve yorum yapmak istediği şahısları metne eklediğini örneklemektedir.
Çünkü Fatma Aliye Hanım’ın bu bölümde Reşit Paşa’yı anlatması, okur için önemli
değildir. Ahmet Cevdet Paşa’nın hayatını öğrenmek isteyen okur, Reşit Paşa
hakkında fazlasıyla bilgi edinir. Fatma Aliye Hanım, Âli Paşa, Fuâd Paşa ve Serâsker
Rüşdü Paşa gibi isimlerin Reşid Paşa’ya ters düşmesi sonucunda, Reşid Paşa’nın
üzüldüğünü şu cümlerle belirtir;
Bu hâl zavallı Reşîd Paşa için elîm idi. Kendi tâlîm eyleyip yetiştirdiği ve iki kolu mesâbesinde bulundurduğu, kendisine sırdâş edindiği, mahâret-i siyâsiyyesinden, tecrübe ve melekesinden feyiz-yâb eylediği, birini kendi eliyle vüzerâta, diğerini rütbe-i bâlâya kadar çıkardığı bu iki sevgili ve kıymetli şâkirdlerinin ona öyle arkalarını çevirmeleri gücüne gitmeyecek bir şey değildi. (84-85) Alıntıdan da anlaşıldığı gibi, eserin büyük bir bölümünde yazarın hisleri çok
ön planda olmasa da, satır aralarında duyguların da sezildiği açıktır. Bu noktada çoğu
Tanzimat yazarlarının biyografilerinde olduğu gibi, Fatma Aliye Hanım’ın eserinde
de, öznenin kişiliğinin yazar tarafından tasvir edildiği görülmektedir. Diğer bir
deyişle, ele aldığımız tüm biyografi örneklerinde olduğu gibi bu eserde de okur, konu
107
kişiyi bilhassa yazarın gözüyle görmekte ve onun dilinden tanımaktadır. Modern bir
biyografi eserinde, biyografın öznesini her ne kadar kanlı canlı biçimde tanıtması
beklenirse de, Tanzimat döneminde kaleme alınan eserlerde öznelerin daha soyut bir
biçimde tanıtıldığı söylenebilir. Örnek vermek gerekirse, Reşid Paşa’dan ayrılmak
istemeyen Cevdet Paşa’nın arada kalmasını ve kendisine edilen sözlere kırılmasını
dile getiren Fatma Aliye Hanım kendi bakış açısıyla sade bir biçimde babasının
hislerine tercüman olur. (86) Bu nedenle, okur da Reşit Paşa’nın veya Ahmet Cevdet
Paşa’nın yaşadıklarını, duygularını, ikilemlerini her ne kadar kendi cümlelerinden
alıntılar yapılsa da daha ziyade, Fatma Aliye Hanım’ın cümleleriyle öğrenmek
durumunda kalır.
Sonuç olarak, Fatma Aliye Hanım’ın ele aldığımız eserlerine baktığımızda,
Nâmdârân-ı Zenân-ı İslâmiyân’ın, Terâcim-i Ahvâl-i Felâsife’nin gerek içeriği gerek
özneleri gerekse yapısıyla modern biyografi türünden farklı olduğu görülmektedir.
Ahmet Cevdet Paşa ve Zamânı adlı eserde ise, tek bir bireye odaklanılmış olması
önemlidir.
108
3. SONUÇ “Türk Edebiyatı’nda Modern Biyografinin Doğuşu” başlıklı bu tezde,
Tanzimat döneminde batılı anlamda verilen ilk biyografi örnekleri ele alınarak, bu
eserlerin ne ölçüde geleneksel biyografi yazımından uzaklaştığı, ne kadar modern
biyografi kalıplarına uydukları ve yazarların ne şekilde kendi teknikleriyle bu
örnekleri verdikleri araştırılmıştır.
Tezin sonucunda Türk edebiyatında modern biyografinin ilk adımlarının
Tanzimat döneminde atılmış olsa dahi, bu dönemin bir hazırlık devresi olduğu ve
verilen örneklerin tezkirecilik geleneğinden uzaklaştığı ama birçok açıdan modern
biyografi özelliklerine de uymadıkları ortaya çıkmıştır. Yapılan inceleme neticesinde
ele alınan Namık Kemal, Beşir Fuad, Ahmet Mithat ve Fatma Aliye Hanım’ın ortak
bir noktadan hareket etmekle beraber eserlerini, modern biyografi özelliklerinden
uzak bir biçimde kendi üslup ve usullerine göre şekillendirdikleri gözlemlenmiştir.
Tüm Tanzimat yazarlarında olduğu gibi, Namık Kemal, Beşir Fuad, Ahmet
Mithat ve Fatma Aliye Hanım’ın ortak noktası, aynen diğer türlerde olduğu gibi
biyografi türünü de araç olarak kullanmalarıdır. Yeni fikir ve ideolojileri topluma
aktarmak amacıyla kalemlerine başvuran yazarların, biyografi türünü de bu amaca
hizmette kullanmaları oldukça doğal karşılanmaktadır.
Osmanlıcılık ve İslamcılık fikirleriyle hareket eden Namık Kemal, tarihi
biyografilerini bir arada sunduğu Evrak-ı Perişân adlı eserinde, özellikle gücü ve
ahlakı simgeleyen kahramanların hayatını aktarmayı amaç edinmiştir. Faydacılık
prensibiyle roman ve tiyatro piyeslerini yazan Namık Kemal, biyografilerinde de bu
109
fikirden uzaklaşmamış, toplumun örnek alabileceği efsaneleşmiş isimleri tanıtmak
istemiştir.
Batılı fikirleri, Tanzimat döneminin ilk kuşak yazarlarına nazaran daha farklı
biçimde hazmeden ve Türk edebiyatına uyarlamak isteyen Beşir Fuad ise, yine kendi
fikirlerini ve ideolojilerini aktarmak amacıyla iki Batılı aydının biyografisini
yazmayı tercih etmiştir. Özne olarak, Batılı isimleri seçmesi de son derece bilinçlidir.
Zira, yazarın amacı sıradan insanların hayat hikâyesini yazmak değil, tanıtmaya
çalıştığı kişiler üzerinden kendi edebiyat eleştirisini yapmak ve bir anlamda
edebiyata yeni fikirler kazandırmaktır. Bu nedenle, ilk olarak Victor Hugo adlı
eserinde, kendi çağında yüceltilmiş olan Victor Hugo’yu ele almış ve onun
hayatından ziyade fikirleri ve eserleri üzerinden romantizmin eleştirisini yapmıştır.
Çünkü amacı romantizmi yıkmak ve yerine realizm ve materyalizmi getirmektir.
Bunun için de bu eserin adı her ne kadar Victor Hugo olsa da, metnin içinde Emile
Zola da detaylıca tanıtılmıştır. Fakat elbette hayat hikâyesi şeklinde değildir bu
tanıtma. Çünkü Beşir Fuad, Victor Hugo’nun karşısına Emile Zola’nın hayat
hikâyesini değil, Zola’nın fikirleri ve edebiyata kattığı yenilikleri çıkarmayı
amaçlamıştır. Bu nedenle de bu eserde okur, Zola’nın kim olduğunu ya da hayatının
nasıl geçtiğini değil, edebi düşüncelerini öğrenir.
Beşir Fuad, Türk edebiyatında çok ses getiren ve tartışmalara yol açan bu
eserin hemen ardından da Voltaire biyografisini yazmayı uygun görmüştür. Burada
da yine yazarın amacı ön plandadır. Voltaire’in fikirlerine katılan ve Türk
edebiyatına da bu fikirleri getirmek isteyen Beşir Fuad için bu özne seçimi son
derece yerindedir. Bu sebeple yine hayat hikâyesinde verilen Voltaire’in geniş çaplı
yaşamı, kişiliği, fiziği değil, onun edebiyata dair fikirleridir. Ve bunu Beşir Fuad,
110
daha önce de belirttiğimiz gibi Voltaire’in eserleri üzerinden giderek anlatmayı tercih
etmiştir.
Beşir Fuad’ın edebiyat dünyasında yankı uyandıran intiharının hemen
ardından, yazarı yakından tanıyan ama fikirlerine kesinlikle katılmayan Ahmet
Mithat da bir biyografi yazmayı uygun görmüştür. Yazın hayatı boyunca hemen her
türü deneyen ama hiç biyografi yazmayan Ahmet Mithat’ın, Beşir Fuad’ı örnek
alarak bu türü yazmak istediği düşünülebilir. Çünkü, Beşir Fuad nasıl eserinde Victor
Hugo’yu eleştirdiyse, Ahmet Mithat da Beşir Fuad’ı ve görüşlerini, intiharı
dolayısıyla bir yaşamöyküsü yazarak eleştirebileceğini düşünmüş olmalıdır.
Dolayısıyla, gençleri uyarmak amacıyla öznesini seçmiş olan Ahmet Mithat, Beşir
Fuad’ın hayatını yazmaktan ziyade, özneyi materyalist fikirleri ve intiharı açısından
değerlendirmiş, yargılamıştır.
Ahmet Mithat, biyografi türünün, rol model alma açısından olumlu etki
bırakacağını düşünmüş olmalı ki Beşir Fuad adlı eserinin ardından bu kez de Fatma
Aliye Hanım’ı topluma tanıtmayı seçmiştir. Fatma Aliye Hanım yahut Bir
Muharrire-i Osmaniyenin Neşeti adlı biyografi, Ahmet Mithat’ın gözünden ve
kaleminden ama, Fatma Aliye Hanım’ın mektuplarına dayanarak bir anlamda
ortaklaşa yazılan bir yaşamöyküsüdür. Fatma Aliye Hanım topluma, özellikle de
kadınlara örnek olabilecek bir yaşam sergilediği için yazar tarafından seçilmiştir.
Görüldüğü gibi bu kez, Beşir Fuad’ın tam aksine, son derece örnek bir yaşamdır
anlatılan.
Ahmet Mithat’ın rehberliğinde yetişen ve edebiyat zevkini tadan Fatma Aliye
Hanım’ın da biyografi türünde bir eser yazması kaçınılmazdır. Ve bu türde Fatma
Aliye Hanım, Nâmdârân-ı Zenân-ı İslâmiyân, Terâcim-i Ahvâl-i Felâsife ve Ahmet
Cevdet Paşa ve Zamânı adlı üç eser vermiştir. Yazar, ilk ikisini ansikolopedik
111
biyografi tarzında yazmıştır ki bu eserler, geleneksel biyografi yazımına yani
tezkireciliğe yakın durmaktadır. İlkinde İslam kadınlarını, diğerinde de filozofları
tanıtmayı amaçlayan Fatma Aliye Hanım, Ahmet Cevdet Paşa ve Zamânı adlı eseri
yazarak yine biyografi türünü kendi amacı için araç olarak kullanmıştır. Zira Fatma
Aliye Hanım, her ne kadar babasının hayatını yazıyor da olsa arka planda onu
bütünüyle tanıtmak gibi bir gaye edinmemiş, esas olarak babasının hayatındaki yanlış
anlaşılmalara karşılık bu eseri yazmıştır. Diğer bir deyişle babasının savunuculuğunu
yapmak üzere bu eseri kaleme almıştır denilebilir.
Görüldüğü gibi dört yazarın da biyografi türünü seçmede ve kullanmadaki
amaçları birbiriyle örtüşmektedir. Hepsinin amacı, kendi fikirlerini topluma yaymak
ve topluma örnek olacak ya da halkın ibret almasını sağlayacak özneleri tanıtmaktır.
Fakat yine de aralarında gerek türü kullanmadaki yöntemleri gerekse bireysel
düşünce biçimleri açısından birtakım farklılıklar da göze çarpmaktadır. Namık
Kemal, Ahmet Mithat ve Fatma Aliye Hanım ile Beşir Fuad arasındaki en önemli
fark; inanç konusudur. İslami fikirlerini eserlerinde vurgulayan ve İslam
epistomolojisi ile şekillenen yazarlara karşın Beşir Fuad, materyalizmin
savunuculuğunu üstlenen bir kimlikle yol almıştır. Dolayısıyla, Beşir Fuad Batı’ya
farklı bir bakış atarak Batılı aydınlardan Voltaire ile Victor Hugo’nun hayatını
kaleme almayı tercih ederken, Namık Kemal, İslamcılığı ve Osmanlıcılığını öne
çıkarmış ve faydacılık prensibinden uzaklaşmayarak İslam kahramanlarının hayat
hikâyelerini yazmış, Ahmet Mithat ise biyografisinde, Beşir Fuad’ın inançsızlığını ve
intihar eylemini tenkit etmiş, öznenin Allah’a karşı nasıl hesap vereceği fikrinden
yola çıkarak hayali bir sorgulama dahi oluşturmuştur. Ayrıca Ahmet Mithat, Fatma
Aliye Hanım yahut Bir Muharrire-i Osmaniyenin Neşeti adlı eserinde, Fatma Aliye
Hanım’ın başını örttüğünü belirterek kadın yazarın inancını vurgulamıştır. Fatma
112
Aliye Hanım da Nâmdârân-ı Zenân-ı İslâmiyân adlı eserinde İslam kadınlarını ön
plana çıkarmıştır.
Diğer yandan yazarların biyografilerini yazarken kendi üslup ve teknikleriyle
yol aldıkları da görülmektedir. Örneğin daha önce de belirttiğimiz gibi Namık Kemal
Evrak-ı Perişân’da sadece kahramanların hayat hikâyelerini sıralamış, gerçekliği
savunurken bir yandan da onları yüceltmiştir. Ve bu yaşamlara göz attığımızda,
öznelerin hepsinin birer güç sembolü ve ahlak timsali oldukları görülmektedir. Zira,
burada önemli olan kahramanların nasıl bir yapıya sahip olduğu ve hem fiziksel
özelliklerinin hem de ahlaki yapılarının başarılara ulaşmakta nasıl bir rol oynadığıdır.
Fakat öte yandan, diğer biyografilere baktığımızda Beşir Fuad, Ahmet Mithat ve
Fatma Aliye Hanım’ın, Namık Kemal kadar fiziksel özelliklere önem vermediği göze
çarpmaktadır. Çünkü onların amacı, Namık Kemal gibi gücünü gösterecek
kahramanları tanıtmak değildir. Onlar, fizikten ziyade, zihinsel güç ile
ilgilenmektedir ve öznelerini yüceltme yoluna gitseler de kahramanlıklarını öne
sürmemişlerdir. Bu nedenle öznelerinin fiziksel tasvirlerine Namık Kemal kadar
özen göstermemişler ve fiziksel özellikleri belirterek öznelerinin zihinsel
özelliklerini gölgelemek istememişlerdir.
Yazarların aralarındaki en önemli farklardan bir diğeri de, eserlerinde yazar
kimliklerini öne çıkarmaları konusudur. Her Tanzimat yazarında olduğu gibi
metinlerine müdahele etmeyi seven yazarlar, biyografilerinde de kimliklerini
gizlemeye gerek görmemişlerdir. Ama her ne kadar metinleri okurken yazarların
sesini duyuyorsak da, dört yazarın okuruna hitap ediş şekli veya yazar kimliğiyle öne
çıkış biçimi birbirinden farklıdır. Örneğin Namık Kemal’i, tarihi biyografileri
boyunca kahramanları tanıttığı için, daima gür sesiyle duyarız. Metnin içinde, vaaz
veren, metne müdahale eden, kahramanını koruyan ve efsanevi bir kahramanı yüksek
113
sesle tanıtan bir yazar vardır. Buna karşılık Beşir Fuad ise, tamamıyla düşüncelerden
yola çıktığı için daha eleştirel bir ses tonuyla metnin içinde kendini göstermektedir.
Zira onun amacı birtakım fikirleri yıkmak ve yerine yenilerini getirmek olduğu için,
okura hitap eden yoruma dayalı bir metin oluşturmuştur. Diğer yandan kendi çağında
düşünceleri ve inancıyla farklılık arz ettiğini bildiği için de biraz çekimser bir ses
tonuna sahip olan Beşir Fuad’ın, yeri geldikçe okuru ikna etme ve kendi fikirlerini
savunma çabasına girdiği de gözlenmektedir. Ahmet Mithat ise, diğer tüm Tanzimat
yazarlarından farkını bu biyografilerinde yine ortaya koymuştur. Her zamanki
babacan tavrıyla eserlerini kaleme alan yazar, metnin içinde bir an olsun kaybolmaz.
Beşir Fuad’ın doğru yola girmemesine üzüntüsünü dile getirirken tüm gençleri
uyarmayı, Fatma Aliye Hanım’ın her adımını desteklerken de kadın yazarı örnek
alması için gençlere akıl vermeyi ihmal emez. Daha da önemlisi Ahmet Mthat, her
iki biyografisinde de gerçek hayatta yaşayan, yazar olan Ahmet Mithat olarak
karşımıza çıkar. Öte yandan Namık Kemal, Beşir Fuad ve Ahmet Mithat’a göre
Fatma Aliye Hanım ise, biyografilerinde daha sessiz bir yazar kimliğine sahiptir.
Diğerleri gibi metni bölerek araya bilgiler serpiştirse dahi, kişisel yorumlarına
sıklıkla yer vermemiştir. Bu da belki, o dönemde kadın yazar olmanın zorluklarıyla
açıklanabilir.
Tanzimat edebiyatının tipik bir özelliği olarak görebileceğimiz yazarın
metindeki varlığının yanı sıra, bu örnekleri modern biyografiler açısından da tekrar
değerlendirmek gerekir. Namık Kemal’in Evrak-ı Perişân’ının, daha önce de
belirttiğimiz gibi arada kalmış bir eser olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü eser
için ne tam bir tezkire ne de modern bir biyografi denebilmektedir. Bir yandan eserde
menakıpnamelere yakışır biçimde kahramanlık hikâyeleri ele alınmış, diğer yandan
yazar tarafından gerçeklik iddiası vurgulanmıştır. Fakat en önemlisi, birden fazla
114
öznenin ele alınması ve Namık Kemal’in öznelerine taraflı bir biçimde yaklaşması,
eseri modern biyografilerden uzaklaştırmaktadır. Ayrıca İslami bir ortak geçmişi öne
çıkarmak için birer kahraman imgesi yaratan Namık Kemal, sıradan insanları ele
almadığı ve öznelerini fazlasıyla yücelttiği için yine modern biyografilere
benzememektedir.
Buna karşılık Beşir Fuad’ın biyografilerinin, Batılı anlamda ilk biyografi
örnekleri olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü Beşir Fuad, Tanzimat döneminde
ilk kez biyografi kalıplarına uygun olarak iki eser meydana getirmiş ve diğerlerinden
daha önce ve farklı bir biçimde Batılı aydınların hayatını kaleme almıştır.
Tezkirecilik sistemini geride bırakarak, tamamen Batılı bir bakış açısıyla öznelerin
hayatını yazan Beşir Fuad’ın da elbette modern biyografi özelliklerine uymayan
tarafları vardır. Daha önce de belirttiğimiz gibi, yazarın metnin içersinde kendi
yorumlarını serpiştirmesi ve Victor Hugo adlı eserinde öznesini eleştirmesi, Voltaire
adlı eserinde de öznesini yüceltmesi en önemli kusurlarıdır. Diğer yandan yazarın,
Victor Hugo’yu tanıtırken, Emile Zola’dan da ayrıntılı olarak bahsetmesi, biyografiyi
bölmüş ve konunun yazarın seçimi doğrultusunda dağılmasına sebep olmuştur. Fakat
amaçlı da olsa, Beşir Fuad’ın ele alınan diğer üç yazara göre öznelerinin hayatını
daha detaylı bir biçimde yazdığı ve eserlerinden daha ayrıntılı bir biçimde bahsettiği
de gözden kaçmamaktadır.
Ahmet Mithat, tamamıyla yazar kimliği ile metninde var olduğu ve Beşir
Fuad adlı biyografisinde öznesini açıkça yargıladığı için, Fatma Aliye Hanım yahut
Bir Muharrire-i Osmaniyenin Neşeti adlı biyografisinde de öznesini yücelttiği için
ideal biyograf kimliğine uymamaktadır. Fatma Aliye Hanım da Ahmet Cevdet Paşa
ve Zamanı adlı eserinde her ne kadar kendi sesiyle ön plana çok çıkmasa da, babası
olduğunu vurguladığı Ahmet Cevdet Paşa’yı her yönüyle tanıtmadığı için modern
115
biyograf kalıplarına uymamaktadır. Bu bağlamda Namık Kemal, Ahmet Mithat ve
Fatma Aliye Hanım’ın öznelerinin hayatlarını ayrıntılı bir biçimde vermedikleri
görülmektedir. Kendi fikirleri ve istekleri doğrultusunda anlatılması gereken
parçaları nakleden yazarlar, modern bir biyografiden beklenen ayrıntıları
vermemişlerdir.
Kısacası, Tanzimat yazarları tüm türlerde olduğu gibi, biyografi türünü de
belirli bir amaç doğrultusunda kullanmışlardır. Onlar için önemli olan halka doğru
yolu göstermek veya kendi edebi görüşlerini aktarmaktır. Bu nedenle modern
biyografi özelliklerinin olmazsa olmazlarından olan objektif bakış açısı, Tanzimat
yazarlarınca uygulanamamıştır. Çünkü onlar Batılı bir biyografın tam aksine, metnin
içine süzülmüşler, yazar kimlikleriyle seslerini duyurmuşlar, okura hitap etmişlerdir.
Ayrıca tarafsız olmaları gerekirken, ele aldıkları öznelerine karşı mesafe
koymamışlar, bunun tam tersine öznelerini olumlamış ya da yermişlerdir. Kısacası,
taraflı olarak yazılmış, kişisel görüşlerle bezenmiş, kendi amaçları doğrultusunda
biçimce şekillenmiş ve detay açısından eksik kalmış olan bu biyografiler, modern
biyografi kalıplarıyla çok fazla örtüşmemektedirler.
Fakat yine de Tanzimat yazarlarının, geleneksel biyografi yazımından
uzaklaşarak edebiyata yenilik kattıkları da açıktır. Zira, tezkire sisteminden farklı bir
biçimde tek bir kişinin hayat hikâyesini konu almayı tercih eden yazarlar, çok fazla
objektif olmasalar dahi ortaya bir yaşamöyküsü çıkarmışlardır. Ve elbette bu
örnekleri verirken yine Batı’yı örnek almışlar ama kendi istekleri doğrultusunda bu
türü biçimlendirerek, toplumun örnek alabileceği modeller sunmayı hedeflemişlerdir.
Sonuç olarak daha önce de belirttiğimiz gibi, bu eserlerin geçiş evresi
özellikleri taşıdığı görülmektedir. Bu bağlamda bu eserler ve eserlerin yazılış
nedenleri, Türk edebiyatında biyografinin az yazılışı konusuna da ışık tutmaktadır.
116
Türk edebiyatında biyografinin az yazılan ve az okunan bir tür olduğunu düşünen
Orhan Pamuk da, bunun sebeplerini açıklarken, öncelikle bireyin, insanın hayatına az
önem ve değer verildiğini söyler. Bir diğer nokta da insanı sevapları ve günahlarıyla
görüp anlamaktan çok övmeye ve cezalandırmaya ilgi duyulması, insanı iyiliğin ve
kötülüğün bir simgesi olarak görme isteğidir.188 Pamuk’un bu vurgusu, bu tezde
incelenen örneklerle de desteklenmektedir aslında.
Bu noktada Tanzimat sonrasına bakıldığında ise, gerçek anlamda yazılan
biyografik eserlerin sayısının hâlâ az olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü,
Tanzimat edebiyatında hâkim olan örnek gösterme gayesi ya da otobiyografik
bilgiler verme isteği daha sonra yazılan biyografilerde de ön plandadır. Örneğin
Tanzimat döneminden sonra, Halit Ziya Uşaklıgil’in edebi hatıralarını yazdığı Kırk
Yıl, siyasi anılarını aktardığı Saray ve Ötesi ile oğlu Vedat’a ait hatıralarını yazdığı
Acı Bir Hikâye adlı eserleri, Servet-i Fünun döneminde yazılan ve kişisel yorumların
aktarıldığı hatıratlardır. Bu dönemde, otobiyografik anı türü dışında biyografik
örneklere çok fazla rastlanmamaktadır.
Milli Edebiyat döneminde, yine kahramanlık öğeleri ağır basan hayat
hikâyeleri sunulmuştur. Örnek olarak, Ahmet Mithat’ın Beşir Fuad adlı eserinde
olduğu gibi Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun kendi bakış açısı ve birinci tekil
şahısla yazdığı Ahmet Haşim adlı monografisi verilebilir. Ayrıca, Yakup Kadri
Karaosmanoğlu’nun Atatürk adlı biyografisinin öznesinin kahramanlık yönlerini
vurgulaması açısından Namık Kemal’in Evrak-ı Perişân adlı eserine benzediğini
söylemek mümkündür. Diğer yandan, Atatürk biyografisinin “Mukaddime”
bölümünde “... bu kitap, Atatürk’ün ölümünü takip eden yas ve elem haftalarında ve
188 Orhan Pamuk, Öteki Renkler: seçme yazılar ve bir hikâye (İstanbul: İletişim yayınları, 1999), s.264.
117
hemen bir hamlede yazıldığı için onda büsbütün objektif bir vasıf aranmamalıdır.”189
uyarısında bulunan Yakup Kadri Karaosmanoğlu, bu dönemde yazılan eserlerde de,
Tanzimat döneminde yazılan biyografilerde olduğu gibi objektif bir bakış açısına
rastlanmadığının altını çizmektedir.
Son yıllarda ise, biyografinin daha sık yazılmaya başladığı konusunda Talat
Sait Halman ve Selim İleri gibi araştırmacıların hemfikir olduğu görülmektedir.190
Zira, Ömer Faruk Huyugüzel’in Hüseyin Cahit Yalçın’ın Hayatı ve Edebi Eserleri
Üzerinde Bir Araştırma (1984) ile İsmail Parlatır’ın yazdığı Recaizade Mahmut
Ekrem (1995) adlı bilimsel birer inceleme niteliğindeki biyografi örneklerinin yanı
sıra özellikle son yıllarda biyografik roman türünde çok sayıda esere rastlanmaktadır.
Bu türün ilk örneklerini ise, M. Emin Erişirgil’in 1956 yılında yazdığı Mehmet
Akif/İslamcı Bir Şairin Romanı ve Tahir Alangu’nun 1968’de kaleme aldığı Ömer
Seyfettin adlı eserleridir. 1975 yılında Oğuz Atay’ın, hocası Mustafa İnan’ı anlattığı
Bir Bilim Adamının Romanı adlı biyografik romanı ise, edebiyatımızda bu türün en
iyi örneklerinden biri sayılabilir. Son yıllardan biyografik roman türüne
gösterilebilecek örneklerden birisi de Ayşe Kulin’in Adı: Aylin (1997) adlı eseridir.
Bu noktada, biyografik roman yazımının da bilinçli ve yazar açısından
avantajlı bir tercih olduğunu ifade etmek mümkündür. Çünkü modern biyografi
özelliklerinden bağımsız bir biçimde yazılabilecek olan bu türü seçen yazarların,
objektif olmak ya da metne müdahele etmemek gibi kurallara uymak zorunluluğu
yoktur. Otobiyografik ya da biyografik ayrıntılara rağmen, birer kurmaca olarak
yazılan biyografik romanlarda yazarlar, tıpkı Ahmet Mithat’ın eserlerinde yaptığı
gibi özneyi biçimlendirme şansına sahiptirler. Bu açılardan ayrıntılı modern
189 Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk, (İstanbul: İletişim yayınları, 1983), s.15. 190 http://www.milliyet.com.tr/2006/08/08/kitap/akit.html (8 Ağustos 2006)
118
biyografiler yerine, günümüzde de Tanzimat usullerinin az çok tercih edildiğini
söylemek mümkündür.
119
KAYNAKÇA Ahmet Mithat. Beşir Fuad. Çevrimyazı: N. Ahmet Özalp. İstanbul: Oğlak Yayınları, 1996. Ahmet Mithat. Fatma Aliye Hanım yahut Bir Muharrire-i Osmaniyenin Neşeti. Çevriyazı: Lynda Goodsell Blake, Yay. Haz. Müge Galin. İstanbul: İsis Yayıncılık, 1998. Ahmet Mithat. Karı Koca Masalı ve Ahmet Mithat Bibliyografyası. Haz. ve Çevriyazı: Nüket Esen. İstanbul: Kaf Yayınları, 1999. Aktaş, Şerif. “Namık Kemal ve İnsan”, Doğumunun Yüzellinci Yılında Namık Kemal. Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1993: 1-12 Alpers, Antony. “Biography – The ‘Scarlet Experiment’”, The Literary Biography Problems and Solutions. Great Britian: Macmillan Press LTD, 1966:12-21 Apaydın, Mustafa. “Biyografik Romanlar ve Türk Edebiyatında Biyografik Romanın Gelişimi Üzerine Bazı Gözlemler”, Çukurova Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, sayı: 7, (2001): 165-176 Bellos, David. “Yazınsal Yaşamöyküsü Yazarlığı Denen Beceriksiz Sanat”, Kitap-lık, sayı 36 (1999): 179-186 Batchelor, John. The Art of Literary Biography. Oxford: Clarendon Press, 1995:1-14 Beşir Fuad. Mektuplar. Yay. Haz. C. Parkan Özturan. İstanbul: Arba Yayınları, 1989. Beşir Fuad. “Victor Hugo”. Şiir ve Hakikat içinde. İstanbul: YKY, 1999: 32-156 Beşir Fuad. Voltaire. Erzurum: Babil Yayınları, 2003. Carpenter, Humphrey. “Learning about Ourselves: Biography as Autobiography”, The Art of Literary Biography. Oxford: Clarendon Press, 1995: 267-280 Cunbur, Müjgan. "Namık Kemal'e Göre Askerlik ve Ordu", Doğumunun Yüzellinci Yılında Namık Kemal. Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1993: 137-179 Çeri, Bahriye. Fatma Aliye Hanım yahut Bir Muharrire-i Osmaniyenin Neşeti ve Kadın Yazar ile Erkek Yazar Arasındaki Söylem Farkı, (Yazarın Bilkent Üniversitesi’de Yapılan Türkiye’de Kadın Yazarlar Sempozyumunda Yaptığı Konuşmanın Metni)
120
Çeri, Bahriye. “Orhan Okay ile Ahmet Midhat Üzerine”, Tarih ve Toplum, C.34, sayı: 203, (Kasım 2003): 5-8. Demiralp, Oğuz. “Yaşamöyküsü Mezartaşına Yazılır”, Kitap-lık, sayı: 36 (1999): s.173-178. Durling, Dwight. Biography Varieties and Parallels. New York: The Dryden Press, 1941. Duruel, Nursel. “Hayat, Biyografiler, Biyografyalar”, Jale Baysal’a Armağan. İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, 1993: 73-79. Edel, Leon. “The Figure Under the Carpet”, Telling Lives the Biographers’s Art. Washington: New Republic Books, 1979: 16-34. Esen, Nüket. “Bir Osmanlının Batı Romanına Bakışı: Ahmet Mithat’ın Ahbar-ı Asara Tamim-i Enzar’ı” Şinasi Tekin Armağanı: 1-7. Esen, Nüket. “Bir Osmanlı Kadın Yazarın Doğuşu”, Journal of Turkis
Studies – Türklük Bilgisi Araştırmaları, Agah Sırrı Levend hatıra sayısı I, Vol. 24, Cambridge, Mass.: 2000 http://www.os-ar.com
Esen, Nüket. “The Narrator and the Narratee in Ahmet Mithat”, Edebiyat, (Vol.13, No.2, 2003): 139-146. Faik Reşat. Eslâf, ” Tercüman 1001 Temel Eser,” Sayı 65, Yay. Haz: Şemsettin Kutlu. İstanbul: Tercüman, 1975. Fatma Aliye Hanım, Ahmet Cevdet Paşa ve Zamanı. İstanbul: Bedir Yayınevi, 1995. Hyde, Marietta A. Modern Biography. New York: Harcourt, Brace and
Company, Inc., 1926.
Işın, Ekrem. “Düşünce Akımları Osmanlı Materyalizmi” Tanzimattan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, Cilt 2: 363-370. İnci, Handan. “Beşir Fuad Hakkında Yeni Bilgiler”, Toplumsal Tarih, sayı: 83, Kasım 2000): 49-54.
İnci, Handan. Şiir ve Hakikat. İstanbul: YKY, 1999.
İpekten, Haluk. Şair Tezkireleri. Ankara: Grafiker Yayınları, 2002. Kaplan, Mehmet. Namık Kemal, Hayatı ve Eserleri. İstanbul: İbrahim Horoz Basımevi, 1948.
Kılıç, Filiz. XVII. Yüzyıl Tezkirelerinde Şair ve Eser Üzerine
Değerlendirmeler. Ankara: Akçağ Yayınları, 1998.
121
Kızıltan, Mübeccel. Fatma Aliye Hanım Yaşamı-Sanatı-Yapıtlar ve Nisvan-ı İslam. İstanbul: Mutlu Yayıncılık, 1993. Kolcu, Ali İhsan. “Orhan Okay’ın Beşir Fuad’ı”, Orhan Okay’a Armağan. (İstanbul: Dergâh Yayınları, 1997.
Kökden, Uğur. “Orhun Yazıtları’ndan Şair Nigâr’a”, Kitap-lık, sayı 36 (1999): 201-206.
Lee, Hermione. Virginia Woolf’s Nose, Essasys on Biography. Oxford: Princeton University Press, 2005. Levent, Agah Sırrı. Türk Edebiyatı Tarihi. Ankara: Türk Tarihi Kurumu, 1973. Maurois, André. Aspects of Biography. New York: D. Appleton & Company, 1930. Moran, Berna. Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış. İstanbul: İletişim Yayınları, 1998. Muallim Naci. Osmanlı Şairleri. Yay. Haz. Cemâl Kurnaz. Ankara: Akçağ Yayınları, 2000. Nadel, Ira Bruce. Biography: Fiction, Fact and Form. New York: St. Martin's
Press, 1984. Nicolson, Harold. The Development of English Biography. New York: Harcourt, Brace and Company, Inc., 1928. Okay, M. Orhan. Beşir Fuad İlk Türk Pozitivist ve Natüralisti. İstanbul: Hareket Yayınları, 1969. Okay, M. Orhan. “Osmanlı Toplumunda İlk Aydın İntiharı Beşir Fuad”, Karizma, sayı 12 (2002): 47-52. Özkırımlı, Atilla. Türk Edebiyatı Tarihi. İstanbul: İnkilap Yayınları, 2004. Pachter, Marc. “The Biographer Himself: An Introduction”, Telling Lives the Biographers’s Art. Washington: New Republic Books, 1979. Pala, İskender. Namık Kemal'in Tarihi Biyografileri. Ankara: Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Türk Tarih Kurumu Yayınları II. Dizi, Sa.27, Türk Tarih Kurumu Basmevi, 1989. Parla, Jale. Babalar ve Oğullar Tanzimat Romanının Epistemolojik Temelleri. İstanbul: İletişim Yayınları, 1993. Parla, Jale. Don Kişot’dan Bugüne Roman. İstanbul: İletişim Yayınları, 2000. Peters, Catherine. “Secondary Lives: Biography in Context”, The Art of Literary Biography. Oxford: Clarendon Press, 1995: 43-56
122
Salwak, Dale. The Literary Biography Problems and Solutions. Great Britian: Macmillan Press LTD, 1966. Schlaeger, Jürgen. “Biography: Cult as Culture”, The Art of Literary Biography. Oxford: Clarendon Press, 1995: 57-72 Sevük, İsmail Habib. Tanzimattan Beri. İstanbul: Remzi, 1944. Sevük, İsmail Habib. Tanzimat Devri Edebiyatı. İstanbul: İnkılab Kitabevi, 1951. Shelston, Alan. Biography. London: Methuen & Co Ltd., 1977. Stannard, Martin. “The Necrophiliac Art”, The Literary Biography Problems
and Solutions. Macmillan Press LTD, 1966: 32-40
Tanpınar, Ahmet Hamdi. Edebiyat Dersleri. İstanbul:YKY, 2002. Tanpınar, Ahmet Hamdi.Edebiyat Üzerine Makaleler. İstanbul: Dergah Yayınları,
2000. Tanpınar, Ahmet Hamdi. 19uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi.
İstanbul: Çağlayan Kitabevi, 1997. Tolasa, Harun. Sehi, Latifi, Aşık Çelebi Tezkirelerine göre 16. YY.’da Edebiyat Araştırma ve Eleştirisi. İzmir: Ege Üniversitesi Matbaası, 1983. Turan, Güven. “Bir Yaşamın İçi Dışı” Kitap-lık, sayı 36 (1999)167-172 Wolff, Geoffrey. “Minor Lives”, Telling Lives the Biographers’s Art.
Washington: New Republic Books, 1979: 56-72 http://www.milliyet.com.tr/2006/08/08/kitap/akit.html