türk tarihinde hümanizm

57
www.kuyruksuz.com www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır. TÜRK HÜMANĠZMĠ I Nurer UĞURLU baĢkanlığında bir kurul tarafından hazırlanmıĢtır. Dizgi - Baskı - Yayımlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.ġ. Aralık 1998 TÜRK HÜMANĠZMĠ I Prof. Dr. SUAT SĠNANOĞLU CGAZETESĠNĠN OKURLARINA ARMAĞANIDIR ĠÇĠNDEKĠLER Önsöz 7 I. GiriĢ: Sorun verilerinin oluĢup geliĢmesi 14 1- Yabancı ülkelerde okuyan öğrencilerin deneyimi 14 2- Atatürk devrimi; yeni bir hümanizm kaynağı 23 3- Tanıma kuramı 29 4- Bu giriĢi yazmamın nedeni 34 II. Batılı olmayan evrenin tarihsel ve fikirsel incelemelere aykırı düĢen niteliği. 35 1- Batılı olmayan evrenin tarih ve fikir yönlerinden yapılan incelemelere karĢı koyan bir nitelikte olmasının nedenleri 35 2- Batılı olmayan evrendeki bunalım 42 III. Türkiye'nin kültür sorunu. 54 1- Osmanlı çağında yenilik hareketleri. Devrimin eylemci ve yaratıcı dönemi: Aatürk'ün manevi portresi 54 2- Durgunluk dönemi ve devrimin ideolojik cephesindeki çelimsizlik 75 3- Batılıların modern Türkiye üzerindeki görüĢleri 78 4- ÇağdaĢ Türkiye'nin durumu ve manevi bunalımı 81 5- Benimsenmek istenen yeni ilkelere ve baĢlayan yeni yaĢayıĢa rağmen, öbür dünyaya dönük yazgıcı zihniyetin Türk toplumu üzerindeki egemenliğini sürdürmesi. 86 6- Bugünkü durumu yaratan nedenler. Devrimin üç yorumu 91 7- Üç yorumun yetersizliği. 98 8- Devrimin dördüncü yorumu 109 9- Yeni bir kültür bilinci edinme zorunluluğu 115 10- Okulun iĢlevi. Ortaöğretimin bugünkü durumu 116

Upload: chp-aydin

Post on 11-Mar-2016

230 views

Category:

Documents


1 download

DESCRIPTION

Türklerde Hümanizmi Anlatır.

TRANSCRIPT

Page 1: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

TÜRK HÜMANĠZMĠ I Nurer UĞURLU baĢkanlığında bir kurul tarafından hazırlanmıĢtır. Dizgi - Baskı - Yayımlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.ġ. Aralık 1998 TÜRK HÜMANĠZMĠ I Prof. Dr. SUAT SĠNANOĞLU CGAZETESĠNĠN OKURLARINA ARMAĞANIDIR ĠÇĠNDEKĠLER Önsöz 7 I. GiriĢ: Sorun verilerinin oluĢup geliĢmesi 14 1- Yabancı ülkelerde okuyan öğrencilerin deneyimi 14 2- Atatürk devrimi; yeni bir hümanizm kaynağı 23 3- Tanıma kuramı 29 4- Bu giriĢi yazmamın nedeni 34 II. Batılı olmayan evrenin tarihsel ve fikirsel incelemelere aykırı düĢen niteliği. 35 1- Batılı olmayan evrenin tarih ve fikir yönlerinden yapılan incelemelere karĢı koyan bir nitelikte olmasının nedenleri 35 2- Batılı olmayan evrendeki bunalım 42 III. Türkiye'nin kültür sorunu. 54 1- Osmanlı çağında yenilik hareketleri. Devrimin eylemci ve yaratıcı dönemi: Aatürk'ün manevi portresi 54 2- Durgunluk dönemi ve devrimin ideolojik cephesindeki çelimsizlik 75 3- Batılıların modern Türkiye üzerindeki görüĢleri 78 4- ÇağdaĢ Türkiye'nin durumu ve manevi bunalımı 81 5- Benimsenmek istenen yeni ilkelere ve baĢlayan yeni yaĢayıĢa rağmen, öbür dünyaya dönük yazgıcı zihniyetin Türk toplumu üzerindeki egemenliğini sürdürmesi. 86 6- Bugünkü durumu yaratan nedenler. Devrimin üç yorumu 91 7- Üç yorumun yetersizliği. 98 8- Devrimin dördüncü yorumu 109 9- Yeni bir kültür bilinci edinme zorunluluğu 115 10- Okulun iĢlevi. Ortaöğretimin bugünkü durumu 116

Page 2: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

11- Manevi evrende dönüĢüm zorunluluğu; akılcı ve insancı temellere dayanan eğitim 122 Notlar 133 ÖNSÖZ Atatürk'ün ölümünden hemen sonra ülkenin manevi ve maddi geliĢmesinin vazgeçilmez koĢulu olan devrim ilkelerinden -halktan gelen ya da geldiği sanılan baskı karĢısında- ödün verilmeye baĢlandı. Kanımca o ilkeler gerçi devletçe kabul edilmiĢ ve onlara en uygun düĢen kurumlar kurulmuĢtu; ancak o ilkeleri gerçekten benimseyebilecek, o modern kuruluĢlarda kuruluĢ amaçlarına uygun ruhu yaĢatabilecek, zihniyet henüz oluĢmamıĢtı. Devrimin bugün büsbütün çöken ideolojik cephesi o günlerde de son derece çelimsizdi. 1945 yılında çok partili rejime geçiĢle ödünler arttı. Kitlelerin devrimin belli baĢlı ilkelerine yabancı kalmıĢ olması, yöneticileri ödün vermeye zorluyordu. Yöneticilerin kendileri verilen ödünlerle devrimin ne ölçüde sarsıldığının farkında değillerdi. Devrimin muhasebesi dönemine girildiğini ilan eden muhalefetin 1950'de iktidara gelmesi ile Türk toplumu, tuttuğu yolun bilincine ermek çabası ile, -oluĢamayan laik ahlakın eksikliğinde- eski ölçütlere baĢvurmuĢ ve yeni bir yön saptaması yaptığını, yapmak zorunda kaldığını anlamıĢtır. Eksik olan yalnız laik ahlakın oluĢması değildi; devrim hâlâ heyecan ve duygular düzeyinde yaĢıyordu. Atatürk'ün eseri tarihsel ve fikirsel düzeylerde sistemli bir biçimde değerlendirilmemiĢti. Öğretisi belli direktifler Ģeklinde, devrim kuruluĢlarında kopuk parçalar halinde yaĢıyordu. Bu eser Türk toplumunun manevi sorunlarının dinsel ilkelere dönülmekle çözümlenebileceği, Atatürk'ün gösterdiği çağdaĢ uygarlık düzeyine eriĢme amacının ise ekonomik etkenin ön plana alınması ile gerçekleĢeceği inancının kamuoyunda yaygınlaĢtığı yıllarda kaleme alındı. 1938'den beri ülkenin içine düĢtüğü bunalımların hep bu hayalci ve demagojik politikanın sonucu olduğunu hiç kimse düĢünemedi. Nitekim, dıĢ evrenin, yani bir toplumun siyasal, toplumsal ve ekonomik kurumlarının ve bu toplumun maddi olarak ortaya koyduklarının, -insan düĢüncesinin birer ürünü olmaları dolayısıyla- onun düĢünsel ve ahlaksal biçimleniminden kaynaklandığı gerçek ise, Türk toplumundan manevi evrenini olduğu gibi korumasını ve aynı zamanda çağdaĢ uygarlık düzeyine eriĢmesini istemek, baĢarısızlığa mahkûm bir politika izlemek demektir; toplumdan ilgilerine ve eylemine, sahip olduğu yaĢam felsefesinin reddettiği bir yön vermesini talep etmektir. Zihin yapısına iliĢmeden, hiçbir toplumda hiçbir önemli yenilik beklenemez. Atatürk bu hakikati biliyordu. Onun için devrimin insan aklına güvenen yeni bir toplum yaratmayı amaçladığını kesinlikle ileri sürebiliriz. Eserin amacı, devrimi sönmekte olan heyecanların düzeyinden fikir düzeyine aktarıp değerlendirmek ve Türk insanına eleĢtiri ruhunu ve yaratma gücünü sağlayacak yeni bir eğitim sisteminin ilkelerini saptamaktır. Kitap, ülkemizin sorunlarının gerçek nedenlerine inemeyen, son bir iki onyılda cereyan eden olayları değerlendirecek ve kuramsal araĢtırmalara giriĢecek düĢünsel yetenekten yoksun bir ortamda yazıldı. O günden bugüne birçok yıl geçti; bu yıllar içinde bir dizi değiĢiklikler oldu. Ġnsan iradesinin egemen olamadığı olayların doğal akıĢı ile ortaya çıkan düzen, belli iĢ alanlarının, belli zümrelerin, belli fikir akımlarının oluĢmasına yol açtı. Ülkenin dinamik güçleri belli çıkarlar etrafında toplandı; bu çıkarlar ülkenin toplumsal, ekonomik ve siyasal yaĢamını etkilemekten geri kalmadı. Bunun sonucu olarak bugünkü kuĢak kaynağını ve kaynağındaki sorunları unuttu, dikkatini günün ve çıkarlarının ön plana ittiği sorunlara çevirdi. Atatürk devrimini yaĢatması, onun evrensel değerini kabul ettirmesi gereken bu kuĢak kitabımızda ele alınan sorunları büsbütün bir kenara itti ve her ilgisini, her yargısını -estetik olmayan ve ahlak dıĢı kalan eğitimi gereğince- ekonomik temellere oturttu. Bunun sonucunda Batı'nın etkisi ile, fikirsel gerekçesinden yoksun, hatta böyle bir gerekçeden habersiz, kaba bir kapitalizm anlayıĢı egemen oldu; bu anlayıĢın savunucuları -bizdeki koĢulların ne kadar farklı olduğuna bakmadan ya da aldırmadan- Batı'daki örneklere uyarak, dini iĢ çevrelerine destek olarak kullanmaktan çekinmediler. Her hareket bir karĢı hareketi davet eder kuralına uygun olarak, kısa zamanda karĢı akımlar belirdi.

Page 3: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

1961 Anayasası'nın yerleĢtirdiği daha geniĢ özgürlük rejimi yeni düĢüncelerin geliĢip yayılmasına olanak tanıdı. 1960 yıllarında önce aydınların, sonra kamuoyunun ilgisinin ekonomik sorunlar üzerinde odaklanması olumlu bir olgudur; ancak ilgilerin yalnız bir alana çevrilmesi, Türk toplumunun gerçeklerini tümüyle kucaklayan Atatürk düĢüncesinin anlaĢılmasını daha da güçleĢtirmiĢ oldu. Ekonomik etken öylesine bir önem kazandı ki bir yandan var olan siyasal partiler durumlarını ve tutumlarını ona göre belirlemek zorunda kaldılar, bir yandan da yeni partilerin kurulduğuna tanık olundu. Ekonomik etkenin bugünkü toplumların yaĢamında ön planı iĢgal ettiği herkesçe bilinmektedir; iĢgal etmesi de, kitlelerin kendi haklarına sahip çıktıkları bir çağda, doğaldır. Ancak ekonomik etkenin hiçbir toplumun yaĢamında tek etken olduğu kesinlikle ileri sürülemez. Özellikle Türk toplumu gibi evrimini ve geliĢimini gerçekleĢtirmek için önce düĢünsel ve toplumsal yapısını yenilemek zorunda olan, yani ekonomik olanaklardan çok fikir ve irade gücü ile disiplinli bir özveriye dayanmak zorunda olan toplumlar, ekonomik sorunlarını genel durum içinde değerlendirmedikçe onları eğitim, toplum ve kültür sorunları ile birlikte ele almadıkça, bir çözüme varamazlar. Ülkemizi 27 Mayıs 1960 müdahalesinden on bir yıl sonra yeni bir bunalıma düĢüren ve yeni bir askeri müdahaleyi kaçınılmaz kılan baĢlıca neden bu oldu. Sonuç olarak diyebiliriz ki 27 Mayıs müdahalesi olayların doğal akıĢına yeni bir yön veremedi, çünkü düĢünce daha yüksek bir bilinç düzeyine yükselemedi ve tarih perspektifinin yokluğu bugün dahi genel durumun irdelenip değerlendirilmesine olanak vermemektedir. Gerçekten, 1960 askeri müdahalesi kısa bir süre için Atatürk ruhunun yeniden canlanacağı izlenimini uyandırdıysa da, önce koalisyon hükümetlerinin, sonra iktidara gelen Adalet Partisi'nin tutumları, toplumumuzun kendini 1960'tan önceki gidiĢten kurtaramadığını kanıtladı. 12 Mart 1971 müdahalesinden sonra, 70'li yıllarda siyasal partilerin ve kamuoyunun Atatürk'ün bize gösterdiği doğrultunun tam tersi bir doğrultuya yöneldiklerine tanık olduk. Sağ ve sol Atatürk'ün milliyetçilik anlayıĢını reddetmekte birleĢtiler; milliyetçilik Atatürk ilkelerinden biri değilmiĢ gibi değiĢik bir milliyetçilik anlayıĢını vurgulamak amacı ile "Atatürk ilkeleri ve Türk milliyetçiliği" deyimi yayıldı. Atatürk'ün halkçılığından kuĢku duyuldu, devrimciliğinden söz edilmez oldu; ama özellikle laiklik ve devletçilik ilkeleri amansız saldırılarla büyük ölçüde hırpalandı. Sonuçta Ģehir ile kırsal kesim arasında ve toplumsal tabakalar arasında görülen fark derinleĢti. Demokratik kuruluĢların iĢlevlerini yapmalarına engel olunmakla, demokrasi büsbütün yozlaĢtırıldı ve her Ģeyden daha korkutucu ve üzücü olmak üzere gençlik sağ ve sol olarak ikiye bölündü, sonra her biri bir çok bölümlere ayrıldı; çok kan döküldü. 70'li yılların tarihe Cumhuriyet çağının en karanlık dönemi olarak geçeceğinden kuĢku duyulamaz. Bu akıl dıĢı, mantık dıĢı, sağduyudan uzak gidiĢ 12 Eylül 1980 müdahalesinde düğümlendi. Atatürk'ün öğretisinden uzaklaĢma hemen onun ölümünden sonra baĢladıysa da, 1938-1960 yılları arasında, ister devrim yolunda olsun, ister gerici yönde olsun, her tutum ve her davranıĢ Atatürk'ün ilkelerini hesaba katmak zorunda kalmıĢtır. Bu yıllarda Atatürk henüz duygular üzerinde, toplumun günlük yaĢamı üzerinde varlığını bütün gücüyle duyurmuĢ, her eylem Atatürk ilkeleri ölçüt alınarak değerlendirilmiĢtir. ancak 60'lı yıllarda Atatürk'ün gönüllerden ve zihinlerden silindiğine tanık olundu. Bu yıllarda "Batı tekniği, Doğu kültürü" formülüne uyularak, Milli Eğitim Bakanlığı Tercüme Bürosu'nun çalıĢması durduruldu; liselerde vaktiyle kurulan klasik koldan artakalan "küçük Latince" kaldırıldı; Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde kurulduğu günden beri Batı dillerinin zorunlu yardımcısı olan Latince dersleri, 1968'de bir öğrenci eylemi bahane edilerek, seçmeli ilan edildi. Bu eserde açıklanan kuramın yer aldığı çerçevede baĢgösteren değiĢiklikler sayfa altı notlarla belirtildi. Bunlar çok değildir ve hepsi de Atatürk düĢüncesinden gitgide daha çok uzaklaĢıldığının birer kanıtıdır. 70'li yılların baĢında Ġmam-Hatip okullarının sayısının yetmiĢi bulması ve bu okullardan çıkanların ilkokul öğretmeni olmaları için yapılan giriĢimler daha o günlerde yöneticilerin üçüncü yorum yanlılarının etkisi altında kaldıkları izlenimini uyandırıyordu. Bugün Ġmam-Hatip okullarının sayısı 350'yi aĢtı: Türkiye'de artık iki tip okul -din okulu ile laik okul- gençlik üzerinde egemenlik kurmak için savaĢım veriyorlar. Kesin olan Ģudur ki politikacılarımız geçmiĢ deneyimlerden yararlanmasını bilememiĢler; aydınlarımız da Atatürk'ün düĢüncesini inceleyip açıklayacak ve geliĢtirecek yerde, ülkenin

Page 4: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

kendine özgü koĢullarına uyup uymadığına aldırmadan, dıĢarıdan hazır fikir sistemleri almayı yeğlemiĢlerdir. Burada artık yeni bir kitabın konusunu oluĢturacak yeni sorunlara geçmiĢ oluyoruz. Bu nedenle, bu yeni fikir akımlarının Atatürk'ün ölümünden sonra ortaya çıkan duruma -bu eserde açıklanan tez açısından- herhangi bir değiĢiklik getirmediğini ifade etmekle yetinmeliyim. Sol düĢünce Atatürk düĢüncesini değerlendirmekte dikkate değer bir çaba göstermiĢ değildir. Sol düĢünce de, eylem adamının ötesinde fikir adamını göremedi ve devrimin fesi çıkarıp Ģapkayı giydirmekten öteye gitmeyen bir baĢarı kazandığı görüĢünde -Atatürk devrimini küçümsemede- sağ düĢünce ile birleĢti. Böylece sağcıların gözünde Mustafa Kemal'in dinden kopmasını simgeleyen Ģapka solcu düĢünürlerin gözünde yeni bir simgesel değer kazandı: Bunlara göre, Ģapka toplumun yalnızca üst yapısında değiĢiklik yapan yüzeysel bir reformun simgesi oldu. Sonuç olarak, son yılların çok hareketli geçtiğini, olayların birbirini süratle izlediğini, ancak hiçbirinin düĢünce düzeyinde yankı uyandırmadığını ileri sürebiliriz. Bu kitapta ele alınan sorunların hiçbirine ne kuramsal düzeyde, ne de uygulamada yanaĢılmadı. 1971'de durum 1960'takinden çok daha çetindi. Bugün ülkeyi çıkmazdan kurtarmak için her zamankinden daha büyük bir ileri görüĢ, çok daha büyük bir azim, çok daha büyük bir çaba gerekmektedir. Bugünkü bunalımdan çıkabilmek için Atatürk'ün düĢüncesine baĢvurmak zorunluluğu vardır. Yeni Atatürkçü kuĢakları yetiĢtirme gereği vardır. Böyle bir uygulamaya geçilecek mi? Atatürk Enstitüsü, Atatürk'ün ölümünden hemen sonra kurulmalıydı. Kurulmadı. 50'lerde yaptığımız giriĢim sonuç vermedi. 1968'de Halkevleri örgütü içinde kurulmasına önayak olduğum Atatürk Enstitüsü'nde ancak üç yıl çalıĢabildik. 1971'de anlayıĢsızlık ve mali olanaksızlıklar yüzünden bilimsel kurulumuz topluca istifa etti. 12 Mart 1971'den hemen sonra, hükümetin isteği ile toplanan bir komisyon Atatürk Akademisi'nin tüzüğünü hazırladığı halde, akademi hiç bir zaman kurulmadı. Sorunlarımızın bilincine varmamız konusunda, 1950'lerde Batılı hümanistlerin yardımcı olabilecekleri görüĢünde idim. Ama çok geçmeden Batılı hümanistler kendi toplumlarının etkin yaĢamından uzaklaĢtırıldılar. Teknolojik çağın kurduğu düzen, onların kendi ülkelerindeki kurumların örgütlenmesine katkıda bulunmalarına, toplumun evrim sürecine yön vermelerine, kamuoyunun oluĢturulmasında etkili olmalarına engel olmaktadır. Epeydir bu görevi toplum bilimciler üstlendiler. ġimdi de teknologlar toplum bilimcileri bir kenara itmektedirler. Bize öyle geliyor ki yalnız ülkemiz büyük bir bunalım içinde değildir: Batı uygarlığının geleceği tehlikededir. Bu açıdan bakıldığında bu kitapta ortaya atılan ve incelenen sorunlar, kaleme alındıkları güne oranla, bugün çok daha büyük bir güncellik ve ivedilik niteliği sergilemektedir. Bu kitabın Türkçe olarak yayımlanmasında iki kiĢinin büyük rolü oldu: Bu iĢi gerçekleĢtirmeye beni sürekli olarak teĢvik eden Türk Tarih Kurumu Genel Müdürü Sayın Uluğ Ġğdemir ile Türkçe metnin baskıya hazırlanmasında bana büyük yardımı dokunan eĢim Necile Sinanoğlu. Ġkisine de teĢekkür ederim. Esere -değerli Türkolog Alessio Bombaci'nin yazdığı uzun makalenin baĢlığından ("L'Umanesimo Turco di Suat Sinanoğlu") esinlenerek- Türk Hümanizmi adını verdim. Ekim 1980 SUAT SĠNANOĞLU 1. GĠRĠġ: SORUN VERĠLERĠNĠN OLUġUP GELĠġMESĠ 1- Yabancı ülkelerde okuyan öğrencilerin deneyimi Ġki ayrı dünyayı (doğup büyüdükleri kendi dünyaları ile, öğrenim yıllarının bir bölümünü geçirdikleri Batı dünyasını) tanımıĢ olan insanların psikolojisi üzerine edindiğim deneyime dayanarak diyebilirim ki, yaĢamlarının birkaç yılını yabancı bir ülkede geçiren gençler yurtlarına, o yılların yarattığı bir iç dinginliğine kavuĢmuĢ olarak ve kendi ülkelerinde yapabilecekleri iĢlerle ilgili büyük düĢler kurarak dönerler.

Page 5: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

Bu gençler gezip görmüĢler, okumuĢlar, kendilerini konuk eden ülkedeki düzenin kendi ülkelerinde kurulmuĢ olan düzenden çok üstün olduğuna inanmıĢlar, Batı evrenini özlenecek bir uygarlık düzeyine çıkartanın toplumsal, siyasal ve eğitimsel kurumlar olduğunu saptamıĢlardır. Aynı Ģeylerin kendi ülkelerinde de yapılabileceği kanısındadırlar. Ġleri sürmeye hazırlandıkları tutanaklar çürütülecek cinsten değildir. Gerçek onlardan yanadır. ĠĢe giriĢmelerini engelleyecek ne olabilir? Onlar bu düĢüncelerinin birer düĢ olduğunu anlayıncaya kadar çok zaman geçecektir. Yıllar boyu zihinlerinde oluĢturdukları tutamaklar vatandaĢlarını etkileyecek güçte değildir, çünkü o tutamaklar vatandaĢlarını etkileyecek güçte değildir, çünkü o tutamaklar baĢka bir mantığın, baĢka koĢulların, bambaĢka bir ruhun ürünüdürler. Sağduyuya seslenmeleri de yankı uyandırmaz, çünkü -ama bunun bilincine kendileri de varmıĢ değillerdir- sağduyu da, Batı'da baĢka, kendi ülkelerinde baĢka olan bir yaĢam deneyiminden, bir dünya görüĢünden kaynaklanmaktadır. Üstelik onlar, yeni bir biçim vermek istedikleri toplumun gerçekte kendine özgü bir düzeni olduğunun farkında değildirler; bilmezler ki bu düzen çağdaĢ yaĢamın gereksinimlerini karĢılayacak durumda değilse de, kolayca bir kenara itilecek cinsten de değildir; değildir, çünkü bu düzen, köklerini derinlere salmıĢ normlara ve bu normlardan daha çetin, daha aĢılmaz bir engel oluĢturan bir çıkarlar -kiĢisel ya da ortaklaĢa çıkarlar- örgüsüne dayanmaktadır. DüĢ kurma dönemini düĢ kırıklığı dönemi izler. Gençler genellikle bu aĢamadan öteye gidemezler. DüĢ kırıklığı birçoğunda eylem ve yenilik arzusunu söndürür; bu durum onları çoğunlukla asıl çevreleri olup hiçbir zaman kopmadıkları eski çevrelerine uymaya zorlar. O andan itibaren Batı'da geçirdikleri yıllar geçmiĢe karıĢır, gençlik anıları olur. Zevkli anılardır, ama, tıpkı orada edindikleri ve yalnızca teknik nitelikte olan bilgileri gibi, zihin habitus'larını zorlayacak, üzerinde iz bırakacak güce sahip değildirler. Daha baĢkaları vardır, bunlar içlerine kapanırlar ve kırılan ümitlerinin acılığını ömür boyunca içlerinde saklarlar. Bir bölümü, öğrenim yaptıkları ülkeye döner, orasını kendilerine yurt edinirler. KuĢkusuz Batı'da okuyan birkaç yüz ya da birkaç bin gencin, yetkilerini kıskançlıkla koruyan bir geleneğin yüzyıllardan beri yerleĢtirdiği bir düzeni kısa bir süre içinde değiĢtirmesi beklenemez. Ani değiĢiklikler beklenemez elbet; ancak Batılı olmayan dünyanın herhangi bir ülkesinde, Batı'da okumuĢ olan aydınların bir fikir akımının baĢına geçmeleri beklenebilirdi; ülkelerinin pragmatik düzeyde karĢılaĢtığı ve olayların zorlaması ile, irdelemeden ve anlayamadan çözmeye çalıĢtığı sorunlara bilincin ıĢığını tutabilirler, böylece sonradan yetersiz, elveriĢsiz ya da tümüyle yanlıĢ oldukları ortaya çıkacak birtakım önlemlerin alınmasını önleyebilirlerdi. Ama ne yazık ki bugüne kadar böyle bir giriĢime tanık olunmadı. Her türlü evrim ve ilerleme fikrine yabancı kalan Batılı olmayan toplumların durağan bir yapıya sahip olmaları, yeni fikirlerin etkisine açık olmamaları, hemen hemen tamamıyla gelenekler ve geçici çıkarlarca yönetilmeleri gibi nedenler, Batı'yı tanımıĢ olan aydınların gösterdikleri çabanın niçin etkisiz kaldığını açıklamaya yeterli nedenler değildir. BaĢka ve çok daha önemli bir neden vardır: o da, bu aydınların gerçekte kendilerinden beklenen tarihsel ödevin düzeyinde olmamalarıdır (1). Bu güçsüzlüğü yaratan nedenlerin ayrıntılı bir incelemesi bu giriĢin sınırlarını aĢar. En önemli nedeni anmakla yetinerek diyebilirim ki bu neden, gençlerin orta öğretiminin sonunda, çok kez de (kısa ya da uzun bir staj süresi için) yüksek öğrenimlerinden sonra yabancı ülkelere gönderilmeleridir. En gençleri aĢağı yukarı on sekiz yaĢındadır. On sekiz yaĢında ise bir insanın zihni biçimini almıĢtır; bu forma mentis, gencin içinde yetiĢtiği toplumun forma mentis'idir. Bundan sonra, yüksek öğretim kurumlarında ya da uzmanlaĢma kurslarında kendisine öğretilenleri, bir genç kendi yeteneklerinin ve düĢünsel ilgilerinin izin verdiği biçim ve ölçüde öğrenebilecektir. Zihin, oluĢmasını tamamlamıĢ, belli bir biçim almıĢtır; artık o, edineceği yeni bilgilere kendi biçimini veren bir kalıp olmuĢtur. Bu gençlerin baĢına, Pindaros'un baĢına gelen gelmektedir. Atina'da geçirdiği yıllar, Pindaros'a Ģiir ve müzik tekniği alanında çok Ģey öğretmiĢtir; Pindaros sanatını geliĢtirme olanağını bulmuĢtur. Ama Pindaros Atina'ya geldiği günkü Dor ruhlu bir saray ozanı kimliğini olduğu gibi korumuĢtur (2). Pers SavaĢları'nda Atina'nın üstlendiği Ģanlı tarihsel rolün büyüklüğünü hiçbir zaman anlayamamıĢ olan ya da çok geç anlamıĢ olan bir Thebailidir. Ġyon ruhunun içine hiçbir zaman girememiĢtir. Çünkü Pindaros Atina'ya on sekiz yaĢında (3), ya da herhalde, zihninin belli bir kalıba girmesinden sonra gelmiĢtir (4). Batılı olmayan öğrencilerin yabancı ülkelere çocuk yaĢta gönderilmelerini önleyen baĢlıca neden, psikoloji alanına ait olan bu gerçeğin hiçbir suretle göz önünde tutulmamasıdır. Oysa yaĢadığımız çağ, psikoloji ve sosyoloji gibi bilimlerin altın çağıdır. Öte yandan on bir yaĢında bir çocuk için, anasından babasından ayrı, tek baĢına yabancı bir ülkede yaĢamanın çok zor olacağı da açıktır.

Page 6: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

Ayrıca yabancı bir ülkeye gönderilen küçük bir çocuğun konuğu olduğu toplumun kültürünü her bakımdan benimseyeceği, ancak bu kez de kendi ülkesine yabancılaĢacağı haklı olarak hesaba katılmalıdır; bunun büyük bir sakınca oluĢturduğu kolay kolay reddedilemez. Kısaca, bilgisizlik ve pratik düzeyde karĢılaĢılan önemli güçlükler, Batılı olmayan toplumların Batı'ya öğrenci göndermekte gösterdikleri iyi niyeti büyük ölçüde boĢa çıkarmaktadır. Batı'ya gönderilen öğrencilerin ruh durumu konusunda diyecek bir Ģey daha var: arasına karıĢıp yıllarca yaĢadıkları yabancı toplum bu gençlerde genellikle dünyayı toz pembe görme eğilimini ve aĢırı bir iyimserlik uyandırır. Bu da onların yurt gerçeklerini yavaĢ yavaĢ unutmalarına neden olur. Somut bir örnek olarak Türkiye'yi alacak olursak, öğrenimini tamamlayıp ülkesine dönen gencin, burada karĢılaĢtığı gerçek durumla özlemin idealleĢtirdiği ülkesinin anısında canlanan görünümü arasındaki sert karĢıtlığı bütün acılığı ile duyduğu ve bunun vatandaĢlarının Batı'yı bilmemesinden ileri geldiğini düĢünerek teselli bulduğu görülür. Onu gönderen ya da yabancı bir ülkede öğrenim görmesine izin veren devlet olduğuna göre, kendi uzmanlık alanına giren konularda dile getireceği görüĢlere kulak verileceğinden emindir. Onun gözünde Türkiye Ģanlı bir tarihe sahiptir, fakat aynı zamanda ''Doğulu'' bir ülkedir; dinsel düĢüncenin geliĢmesine önemli katkıları olmuĢtur, skolastik kültürün temsilcisi olan değerli kiĢiler yetiĢtirmiĢtir; bu nedenle de dünya iĢlerine ilgi duymamıĢtır, betimleme sanatlarına yanaĢmamıĢtır ve kuramcılar, tarihçiler, düĢünürler -bir kelime ile yaratıcı insanlar- yetiĢtirmediği için, insan düĢüncesinin geliĢmesine katılmamıĢtır. Ancak -genç bu konuda hiçbir kuĢku beslememektedir- Türk toplumu, Atatürk devrimi sonucunda, bütün bu sorunların bilincine varmıĢtır ve hiçbir önyargıya kapılmadan, Batı uygarlığına kucağını açmıĢtır. Ama gerçeğin böyle olmadığını genç neden sonra anlayacaktır: bir toplumun zihin yapısını ve yaĢam normlarını oluĢturan eski inançları, kökleĢmiĢ alıĢkanlıkları söküp atmanın iĢlerin en zoru olduğundan kimse haberli değildir. Bu gençlerden birçoğunun karĢılaĢtıkları sorunun terimlerini gerçekten kavrayacak durumda olmadıkları ayrıca belirtilmelidir: pek çoğu o iki evreni karĢılaĢtırmalı olarak inceleyecek ve bu inceleme sonunda aralarındaki temas noktalarını saptayıp, bu noktalardan hareketle modern Batı düĢüncesinin geleneksel zihniyete nüfuz etmesini ve bu suretle onun değiĢip yenilenmesini sağlayacak yetenekte değildir. Tam tersine, hemen hepsi bu konulara yabancıdır. Ġki ayrı evreni tanımak ve bilmek çetin iĢtir; o iki zihniyeti kavrayabilmek, irdeleyecek güçte olmak gerekir; bu iki dünyada yalnızca düĢünceler ve duygular farklı değildir: iki değer sistemi çatıĢma halindedir. Ayrılık iki dünyanın değerler sistemindedir; iki ayrı insanlık anlayıĢı söz konusudur. Böyle bir bilinçlenme bir dizi soyut kavrama nüfuz edilmesini gerektirir: zihin yapısı, yaĢam normu, değerler sistemi, hatta kavram kavramı ve soyutlama kavramı bunlardan birkaçıdır. On sekiz yaĢına kadar zihin biçimlenmesi doğa ve matematik bilimlerine dayandırılmıĢ olan bir gençten bu kadarı beklenemez. Ġki yanlı bir yetersizlik söz konusudur: bir yandan idealist genç ayrıntılarla ilgili gözlemlerini ve tüm üzerine izlenimlerini fikre dönüĢtürmekte yetersizdir; öte yandan, yetkin ve hareketsiz bir toplum örneğine sadık kalıp evrim sürecine girmeyi arzulayan, durağan yaĢam geleneklerine sımsıkı bağlı kalıp Batı'nın dinamizmine özenen bir toplumun yetersizliği söz konusudur. KuĢkusuz Doğu ile Batı arasında kalmıĢ olan bu toplumun zihin yapısına nüfuz edebilmek ve onun -geri kalınmıĢlığın belli bir noktasından hareketle, uygarlığın manevi ve maddi en ileri aĢamasına eriĢmek çabasında olan her toplum gibi- kendi aydın sınıfından çok daha güçlü bir aydın sınıfına sahip olan ülkeler için bile aĢılması çok zor olan sorunlarla karĢılaĢtığını anlayabilmek için, yıllarca süren bir yaĢam deneyimine ve bundan da önemli olmak üzere, modernist öğretim kurumlarının tarih-dıĢı akılcılığını değil, filoloji, tarih ve felsefe düzeyinde yürütülen incelemelerle özümsenen hümanist değerleri temel edinen bir düĢünsel biçimlenime gereksinim vardır. Bugünkü durumda köy ve kasaba halkı yeniliklere kolay açılamayıp akıl-dıĢı ya da empirik inançlarına ve geleneksel ahlak anlayıĢına içtenlikle bağlıdır (5): buna karĢılık büyük kentlerin halkı derin bir ahlak bunalımı içindedir, çünkü eski eğitimin etkisinden kurtulduğu halde yeni bir ahlak anlayıĢı edinme fırsatı bulamamıĢtır. Toplumumuzun yeni bir düzen muĢtucusunu asla beklemediğini, kendince kurduğu düzen içinde kimsenin düĢünemeyeceği kadar mutlu yaĢadığını anlamak için düĢ kırıklıkları ve yanılmanın verdiği üzüntülerle dolu uzun yılların geçmesi gerekecektir. Neden sonra insan son derece karmaĢık, tümüyle karanlık ve mantık dıĢı bir zihniyetin sık ve sağlam ağına düĢtüğünü anlayacaktır. Bu zihniyet, her toplumsal düzenin temeli olduğu sanılan -zihin özgürlüğü ya da insan onuru gibi- kavramlara kesinlikle yabancıdır.

Page 7: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

Bu toplum kendine özgü ve çok sağlam bir biçimde örgütlenmiĢtir; kendine özgü bir dünya görüĢü ve bir yaĢantısı vardır: bu dünya görüĢü ve bu yaĢantı Atatürk'ün devrimci çabasının sonucunda kurulan düzenden ancak bir ölçüde etkilenmiĢtir; gerçekte yaĢam anlayıĢı hâlâ geçmiĢin, yazgıcı zihniyetin egemenliği altındadır. Gerçi, çetin savaĢımları gerektiren durumlarda, Türk toplumu yaĢamın gerçekleri ile temas sonucunda edindiği eski erdemlerini yeniden bulabilen bir toplumdur; ancak belirli bir değerler sistemine dayalı bir yaĢamdan yoksun olan ve değerler sistemi kavramına eriĢmedikçe yoksun kalmaya mahkûm olan bir toplumdur. Her türlü dinsel önyargılardan arındırdığı ve böylece ahlaksal kaygılardan da uzak olduğunu sandığı günlük yaĢamında son derece karmaĢık ve son derece sefil bir karĢılıklı çıkarlar sistemine; ahlaksal değerleri, duyguları, hatta aile bağlarını hiçe sayan acımasız bir do ut des'e boyun eğen bir toplumdur. Bundan sonra, bilerek ya da farkında olmadan, durumu olduğu gibi kabul etmediyseniz ve oyunun kurallarına ayak uydurmadıysanız, sizin için infial ve isyan duygularının içinizde kaynaĢtığı bir dönem baĢlayacaktır. ġayet, olağan durumun dıĢında, Batı'da, sürdürdüğünüz öğreniminiz sırasında Yunan ve Roma toplumlarının ahlak ilkelerini ve düĢünsel biçimlenimini tanımak fırsatını, hümanist zihniyeti benimseme olanağını bulduysanız, iĢte o zaman okulda öğrendiklerinizle gerçek yaĢam arasındaki Ģiddetli karĢıtlık sizi bir an için olsun tedirgin etmekten geri kalmayacaktır. Bu durumda, insanın Sokrates üzerine düĢüncesi ne olabilir? Ona Ankara sokaklarında rastlasa, hâlâ haklı olduğunu ileri sürebilir mi? Ġnsan yaratılıĢı üzerine verdiği yargıların doğru olduğunu savunabilir mi? Ġnsanın onu -kötü bir adam olduğu için değil, tam tersine dünyaya aĢırı idealci bir açıdan, bu nedenle de tümüyle yanlıĢ bir açıdan baktığı için- gençleri doğru yoldan ayırmakla, onları aldatmakla suçlamaya kalkıĢması daha olası değil mi? Gerçek yaĢamın kazandırdığı deneyim, Sokrates'in insan yaratılıĢı üzerine görüĢlerini açıklarken göz önünde yalnızca çağının toplumunu, 5. yüzyıl Atinalılarını göz önünde tuttuğunu düĢündürmektedir. Ne var ki 5. yüzyıl Atinalıları insanlığın tümü değildir. Onlar kendine özgü küçücük bir toplum idiler: kendine özgü bir zihin habitus'una sahiptiler; bu sayede de içlerinden biri, Sokrates, genel kavramları bulgulamayı baĢarmıĢ ve insan yaratılıĢı üzerine dünyaca bilinen yargılarını açıklamıĢtır (6). Bu yargılar Batılı olmayan bir toplumda yaĢayan ve dolayısıyla 5. yüzyıl Atinalılarına özgü olan eğitim ve kültüre büsbütün yabancı olanlar için temelsiz ve dayanaksızdırlar. Çünkü onlar kendi ortamlarında durumun bambaĢka olduğunu -örneğin erdem yolunun dıĢında mutluluğun pekâlâ olanaklı olduğunu- gözleri ile görmektedirler. Gerçekten, çevrelerinde birçok insanın -ortada hiçbir inandırıcı neden yok iken, tam tersine kendilerine saygıyı yitirmeleri için pek çok neden varken- kaygısız ve mutlu yaĢadıklarına, yaĢamlarından memnun olduklarına tanık olmaktadırlar. Bu durumda, insanların temel ahlak anlayıĢına duydukları inancın sarsılması; onun yerini yılgınlık ve usanç yaratan bir görelik duygusunun alması doğaldır. Bu koĢullar altında baĢvurulabilecek tek manevi destek insanlığın büyük eğiticileridir. Onları tanımak için sürdürülen çalıĢmalar bu umutsuz kuĢkuculuk döneminin aĢılmasını kolaylaĢtırır. Sonra yeni bir bilinç, vaktiyle küçümsenilen insan tiplerinin küçümsenmeye değil, anlayıĢla karĢılanmaya layık oldukları bilinci, bu uzun deneyim süresinde yeni bir dönem baĢlatır. DavranıĢları ile periĢan düĢünceleri ile kiĢilik, onur duygusu, hatta karakter yoksunluğu ile sizi düĢ kırıklığına uğratmıĢ olan birçok insanın ruhça kötü kiĢiler olmadıkları, tersine özellikle kiĢisel çıkarları söz konusu olmadığı durumlarda, dünyanın en dürüst ve ağırbaĢlı insanının bile eĢsiz bir incelik örneği sayabileceği davranıĢlarda bulunabilecekleri bu dönemde göze çarpmaktadır. Ġnsan bunu ĢaĢkınlık ve kızgınlıkla saptamaktadır. Sonunda düĢünsel, ahlaksal ve estetik açıdan biçimlenim bulmamıĢ insanların -hiç olmazsa bu terimlerin Batılı anlamında- karakter, mantık, sağduyu sahibi olamayacakları anlaĢılabilmektedir. Bu insanlar ahlaksız değildir, ahlak dıĢıdırlar. Günlük yaĢamda, ahlak duygusundan yoksun görünmelerinin nedeni, eski ahlakın ahrete dönük asketik bir yaĢam için geçerli olup, yaĢamın nimetlerinden yararlanmayı isteyen ya da hiç olmazsa, yararlanmakta özgür olan çağdaĢ bir toplumu yönetme konusunda kesinlikle yetersiz kalmasıdır. Bu aĢamada artık, böyle bir toplumun kendisine yeni bilgiler ve yeni deneyimler, yeni kavramlar, yepyeni bir iç evren sunabilecek, Atatürk'ün açtığı çığırdan yürümesine yardımcı olabilecek kimselere kendiliğinden kulak vermesi beklenemeyeceği anlaĢılmaktadır. Bir yaklaĢım çabası zorunludur: bu topluma daha önce manevi sorunların niteliği ve önemi öğretilmek, böylesine konulara dikkati ve ilgisi çekilmek gerekir; bundan sonra bu sorunlar ortaya atılabilir ve toplumun bu sorunları baĢarıya ulaĢabilecek bir yetenekle incelemesi umut edilebilir.

Page 8: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

Ancak toplumsal ortam o derece ilgisiz, anlayamadıkları fikirler karĢısında çıkarlarını ve inançlarını tehlikede görenlerin düĢmanca tepkisi o kadar Ģiddetlidir ki, ulusun geleceğinin büyük ölçüde öğretim ve kültür sorunlarının çözümlenmesine bağlı olduğu konusunda çok derin, sarsılmaz bir inanca sahip olmadıkça, kiĢi bu davasını savunamaz ve bunda direnemez. Zihinlerde ve gönüllerde böylesine sarsılmaz bir inancın yer edebilmesi için, somut gerçeklerin gözlenmesi ve incelenmesi, tarihsel olayların yargılanması ve sorunların kuramsal düzeyde değerlendirilmesi zorunludur. 2- Atatürk devrimi: yeni bir hümanizm kaynağı Yakın tarihimizin bizzat devrim ilkelerinin tehlikeye düĢtüğü izlenimi uyandıran karanlık bir döneminde, böyle bir inanç beni Atatürk devrimini inceleyip yorumlamaya itti. Hümanist değerler sistemi tarih bilincinin ıĢığında değerlendirilirse ya da baĢka bir deyiĢle, yeni kuĢaklara Batılı dünyanın yüzyıllar boyunca edindiği deneyimin doğrudan doğruya tanınmasına dayanan bir eğitim verilirse, ülkenin tümüyle BatılılaĢmasının sağlanabileceğini gördüm; buna ''Türk ulusunun insanlığın manevi geliĢmesine katılması'' demek daha doğru olurdu; gerçekten, yeni Türk toplumu klasik dünya ile modern dünya arasındaki iliĢkiler sorununu kendi açısından ele alacak olursa -ancak böyle bir inceleme ona Batı uygarlığının özünü kavrama olanağını verebilirdi-, Batılı dünyanın körü körüne taklidinden kurtulmakla kalmaz, yeni sonuçlara ulaĢabilir, sorunları yeni açılardan görebilirdi; çünkü Türk toplumunun yaĢadığı tarihsel dönem tümüyle özgün ve olağan dıĢı önem taĢıyan bir dönemdi. Toplumumuzun Avrupa örneklerince kurduğu kurumların ruhunu esas alarak, Atatürk'ün eserini fikir düzeyinde anlamaya çalıĢırken, araĢtırmam ilerledikçe, bu eserin önceleri hiç tahmin etmediğim ölçüde bir önem ve değer kazandığının farkına vardım. Gerçi Türk devrimi gelmiĢ geçmiĢ ihtilallerin en büyüğü, en radikali olma onurunu hümanist ruha borçluydu; çünkü ancak hümanist ölçütlerle değerlendirildiğinde bu sonuca varılıyordu; ama Türk devrimi hümanist düĢünceye olan borcunu, ona yaptığı çok daha büyük bir hizmetle kat kat ödemek durumundaydı. Nitekim, Türkiye'de büyük ölçüde hümanist ruhlu yeni bir temel eğitim uygulanacak olursa, Anadolu'da Türk hümanizmi adını taĢımaya layık bir fikir akımının oluĢması olanak buluyordu; bu büyük fikir akımı insanlığın manevi tarihinde yeni ve daha ileri bir aĢama oluĢturabilirdi; bu aĢama (insancıl değerler sisteminin doğuĢu, Batı'ya yayılması, Ortaçağ uykusundan sonra yeniden bulgulanması, Latin evreninde dal budak salması ve son olarak, Avrupa'nın tümünü kapsaması dönemlerine karĢılık olan) Yunanlılık, Romalılık, Ġtalyan hümanizmi, Fransız- Ġtalyan uyanıĢı ve Alman neo-hümanizmi aĢamalarına yeni bir aĢama olarak katılabilirdi. Türk hümanizmi insancıl değerler sisteminin yepyeni bir alana -ulu bir ırmak gibi akıp giden insanlık evriminin (Batı'nın baĢlattığı düĢünsel, ahlaksal ve estetik geliĢim sürecinin) kıyılarına itilip akıntı dıĢında kaldıkları için, bu ilerleyiĢe doğrudan doğruya bir katkıda bulunmamıĢ olan Batılı olmayan toplumlara- yayılmasını sağlayabilirdi. Ne var ki bu sorunlar daha baĢka sorunlara yol açıyordu; en önemlisi, Türkiye'de Batı'nın humanist eğitimine yer verilecekse, bu savı kuramsal düzeyde doğrulamak gerekiyordu; humanist eğitimin zorunluluğu kanıtlanmalıydı. Avrupalıların Klasik çağın araĢtırılmasını tarihsel, dinsel ya da ulusal nedenlere bağlamak, bazen de öz değerini ileri sürmek suretiyle oluĢturdukları gerekçeler (aslında bu değerlerin ne olduğunu açık ve inandırıcı biçimde dile getirmeyi hiçbir zaman baĢaramamıĢlardır) Batılı olmayan dünya için kesinlikle yeterli değildi. Bu durum beni, klasik dünyanın değerini modern dünya ile iliĢkileri açısından araĢtırmaya vakit ayırmıĢ olan bir dizi humanist, edebiyatçı, filolog ve filozofun eserlerini incelemeye itti. Yüzeysel bir inceleme bile, Batı uygarlığının ana çizgilerinin bu yazarlarda bulunacağını ortaya koymaya yetmektedir. Bu bakımdan Batı'nın çağdaĢ uygarlığının özü ve ruhu Hıristiyan dinidir savını durmadan, çoğu zaman çocukça kanıtlarla yineleyen yazarlar üzerinde durmaya değmeyecekti. Gerçekten, önyargılardan sıyrılmıĢ olmak koĢulu ile, Avrupa ve Kuzey Amerika'nın toplumsal, siyasal, eğitimsel ve kültürel kurumlarına bir göz atmak bile, onların temelinde Hıristiyan düĢüncesinden değil, Yunan dünyasından kaynaklanan hemen hemen sınırsız bir zihin özgürlüğünün bulunduğunu görmeye yetecektir. Bu nedenle, çoğunluğu humanist, filolog, filozof olan ve Batı dünyasının yaĢam ve evrim kaynağını klasik çağın incelenmesinde, daha doğrusu Klasik çağa içtenlikle bağlanmakta gören bir dizi düĢünür üzerinde özellikle durmak gereğini duydum. Bu konuda Alman altın çağının büyük

Page 9: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

aydınlarının özel bir yer iĢgal etmeleri doğaldır; çünkü onların düĢüncesinde daha güçlü bir sistemli çaba vardır; bunun da nedeni, onların modern Batı'nın evrim tarihinde Ġtalyanlardan, Fransızlardan ve Ġngilizlerden sonra boy göstermeleri ve Klasik çağa bağlanmalarını alıĢılagelen lenguistik, geleneksel ve tarihsel gerekçelere dayandırma olanağından yoksun olmalarıdır. Fakat Batı dünyasının Klasik çağ düĢüncesini böylesine bir sebat ve inançla incelemesinin nedenlerini kuramsal düzeyde doğrulamayı; hatta bu giriĢimlerinde Yunan ve Roma uygarlıklarının tanınmasında baĢta gelen bilim olarak görünen filolojinin sınırlarını bile açık ve kesin biçimde saptamayı baĢaramadıklarına hayretle tanık oldum. Ġçlerinden birçoğu, filolojiye özgü bildikleri görevle bu bilimin uygulama alanı arasında bir uyumsuzluk görerek, onun ilgi alanını tarih ve felsefenin alanlarına taĢacak biçimde geniĢletme eğiliminde idiler. Böylece son derece önemli yeni bir sorun: Filoloji, tarih ve felsefe arasındaki iliĢkiler sorunu ortaya çıkmıĢ oluyordu. Kuramsal düzeyde gösterilen bunca çabanın bir sonuca varmadığı, çağımızın en parlak zekâlarından biri olan idealist filozof Croce'nin filolojinin değerini küçümsemesiyle, zihnin bu üç etkinlik biçimini tarihsel yargıda toplayıp filolojiyi belgeleri araĢtıran, saklayan ve sınıflandıran bilim olarak görmesiyle kanıtlanmaktadır. ÇağdaĢ uygarlığın özünü saptamak için giriĢtiğim araĢtırmalarda Batı düĢüncesi bana yardımcı olmayınca, öbür yandan topluma bu özün ne olduğunu açıklamak, bununla da kalmayıp onun mutlak bir insancıl değer taĢıdığını, böylece her insan toplumu için geçerli olduğunu göstermek durumunda olduğuma göre -gerçekten Batı'nın düĢünsel, ahlaksal ve estetik değerlerinin ülkemizde yerleĢmesinin sağlanmasında en önde gelen iki kuruluĢ olan klasik lise örneğince kurulacak bir ortaöğretim okulu ile humanist düĢünceyi ve kültür sorunlarımızı inceleyecek bir enstitünün kurulması için bu doğrulamayı yapmak zorunluluğu vardı- iĢte bu durumda -"Batı dünyasının uygarlıklar topluluğu" adı ile anmayı yeğlediğim- Batı uygarlığı üzerine kendi baĢıma bir araĢtırma yapmak zorunda kaldım; çünkü bu uygarlık ya da uygarlıklar topluluğu, bütün öbür uygarlıklardan farklı olarak, ĠÖ 9. yy'dan bu yana -sapmalar ve duraklamalarla da olsa- düz ve sürekli bir çizgi oluĢturduğu izlenimini veriyordu. Gerçekten, Batı uygarlığını öbür uygarlıkların yapısından ayıran özellik, onun temelinde bulunan tam bir ruh özgürlüğü idi; bu özgürlük sayesinde Batı dünyası (öbür kültür dünyalarından burada da farklı olarak) ereklerini kendi dıĢında aramıyor, kendi özü içinde bulunan ve hiç değiĢmeyen bir amaç, insanın doğal yeteneklerini özgürce geliĢtirme amacını güdüyordu. Ġnsan yaratılıĢını ve onun zihin ürünlerini incelerken Ģu kanıya vardım: Tarihsel gerçek bir kez oluĢtu mu, ne ise o olması nedeniyle doğal gerçeklerin zorunluluğundan (örneğin olduğu Ģey olan ve olduğu Ģey olduğu için, öyle olmaması ya da baĢka türlü bir Ģey olması olanaksızlaĢan bir kimya elementinin zorunluluğundan) hiç farklı olmayan bir zorunluluk niteliği kazanıyordu. Böylece, insan aklı otuz yüzyıl boyunca bilinçli olarak oluĢmuĢ olduğu gibi oluĢmuĢ bulunduğundan ve artık yeryüzünde değiĢik bir geliĢme evresi olamayacağından -çünkü insan zekâsının bulguladığı en büyük temel hakikatların yeniden ilk kez bulgulanamayacağı apaçıktı-, bu durumda insanlığın manevi evrimine etkin bir biçimde katılmak isteyen her toplumun, Batı'nın uzun süren ve karmaĢık bir yapı gösteren insancıl deneyimini geçirilen aĢamalar boyunca izlemekle ve onu somut tarihsel gerçekliği içinde incelemekle yükümlü olduğu ortaya çıkıyordu. Türkiye'de bu düĢüncelerin sonucunu göz önünde tutan bir eğitim sistemi kurulabilirse, Atatürk devriminin insanlık için sürekli bir kazanç oluĢturacağı, Atatürk'ün de tarihin göğünde birden görünen ve hiç iz bırakmadan kayıp giden yıldızlardan biri olmayacağı böylece anlaĢılmıĢ oluyordu; aynı zamanda ülkenin geleceği inanca altına alınacak; üstelik Türk ihtilali insanlığın fikir tarihinde yeni bir aĢamayı baĢlatacaktı: Türk hümanizminin Batılı olmayan toplumlara -çağdaĢ teknolojiye sahip çıkma ve Batılı kurumları taklit etme sayesinde- bağımsızlıklarını koruyabilmenin ötesinde, uygar evrenin insanlık için daha iyi bir yaĢam sağlama çabasına nasıl katılacağını öğretme durumunda olduğu, insanlığın manevi tarihinde yeni bir atılım dönemine geçiĢ oluĢturduğu ortadaydı. Ama bu atılıma götüren fikir akımına evrensel hümanizm de denebilirdi; çünkü Batılı olmayan uluslar, Atatürk devrimini örnek alan ve hiç olmazsa biçimsel olarak, anayasal yoldan, zihin özgürlüğünü amaçlayan bir temel ihtilali gerçekleĢtirdikten sonra, insancıl değerler sistemini özümseyebilirler ve -evrensel ölçüte dönüĢen- bu sistemi elde ettikten sonra, tüm edebiyatlarını, tüm tarihlerini, tüm zihniyetlerini yeniden değerlendirebilirlerdi; böylece yeryüzündeki bütün uluslar humanist biçimlenimin ortak paydasına indirgenmiĢ olurdu.

Page 10: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

Ġnsancıllığı ideal edinen yeryüzündeki bütün ulusların kendilerine özgü biçimde insanlığın ilerlemesine katkıda bulunabilecekleri de söylenebilirdi; çünkü her biri baĢka bir tarihsel deneyim geçirdiği ve değiĢik bir toplumsal varlığa sahip olduğu, bu yüzden de değiĢik sorunlarla karĢılaĢtığı için, bu temel sorunlara zihin yapısındaki birliğin sağladığı aynı ruhla, ancak değiĢik bakıĢ açılarından bakmaları ve doğal olarak, her birinin kendine özgü sonuçlar çıkarması beklenebilirdi. Ülkemizde, örneğin klasik evrenle modern evren arasındaki iliĢkiler sorunu konusunda beliren durum da bundan farklı değildi: ÇağdaĢ dünyada klasik kültür ve klasik filolojinin rolü konusunda bizim, Fransız, Alman, Ġngiliz ya da Ġtalyan filologları ile aynı yargılara varamayacağımız kesinlikle anlaĢılıyordu. Batı dünyasına gelince, bu dünyanın kendi özü üzerine daha esaslı bir bilgiye sahip olması, insanlığın geri kalan bölümünün karĢısına bölgesel ayrılıklardan arınmıĢ olarak, tek yüzle çıkması ve oluĢturduğu değerler sisteminin evrenselliğine güvenerek, geleceklerini kurmak için çalıĢan Batılı olmayan toplumlara önderlik etmesi gerekiyordu. 3- Tanıma kuramı Her toplumun, insanlığın evrim sürecinin baĢlamasına ve sürüp gitmesine katkıda bulunan ulusların deneyimine dayalı bir zihin ve ahlak biçimlenmesini edinme zorunluluğunda olduğu kuramsal yoldan saptandıktan sonra, insanlığın geleceği sorununu bilinçli olarak ele alan ve -bilinçsiz olan ya da her ne suretle olursa olsun, insan iradesinin dıĢında kalan güçlerle denk bir kuvvet oluĢturdukları zaman- insan topluluklarını uygar toplumlara dönüĢtüren ve onların yaĢamına tam anlamı ile tarihsel bir karakter kazandırabilen bilinçli güçlerin birer parçacığı olmalarını sağlayacak eğitim ve öğretimin ne olduğunu ve nasıl verilmesi gerektiğini açıklamak kalıyordu. YaĢamın sağladığı somut deneyim bir büyük gerçeği öğretir: Buna göre, insanın zihni, önceden bu iĢe uygun bir biçimde eğitilmedi ise, dıĢardan formülleri, kavramları, bir kelime ile soyut olanı almaya -baĢka bir deyiĢle, duyulara ve aynı zamanda insanın aklına seslenen somut gerçeklerin dıĢında hiçbir Ģeyi algılamaya- elveriĢli değildir. Bu deneyim bana filolojinin, genellikle gözden kaçmıĢ olan, paha biçilmez değerini açıklamıĢ oldu. Batı eğitiminin temeli, sanıldığı ve sık sık dile getirildiği gibi, estetik değil, hiç olmazsa klasik tipteki okullarda, filolojiktir. Gerçi, öğretimde estetik eğitimle filolojik eğitimin özdeĢleĢtikleri kabul edilmelidir, çünkü orta dereceli okullarda filoloji iki klasik dilin öğretilmesi ve klasik çağın büyük edebiyat eserlerinin okutulması biçimini alır. Okullarda ise estetik duygunun eğitilmesini hemen hemen yalnızca edebiyat sağlar. Ancak filolojik eğitimden çok farklı bir Ģey olduğu vurgulanmalıdır. Filolojik eğitimin amacı gençlerin ruhunu gerçek olanla iliĢkili hale getirmektedir; edebiyat eseri ise en somut insancıllığı kapsar, çünkü onda ilintilik ya da özel gerçekle ideal ya da evrensel gerçek kaynaĢmıĢ durumdadırlar. Her çeĢit dogmacılığa götüren yolu kesen öğe, iĢte bu somutça insancıl olanı tanımaktı; bundan da filolojik eğitimin humanist biçimlenimin ve dolayısıyla, her tarihsel, felsefi ve bilimsel zihin yapısının temelini oluĢturduğu sonucu çıkıyordu. Ġnsan aklı somut gerçeği tanımadıkça tarihsel yargıya ya da felsefi kavrama eriĢemezdi, çünkü tarihsel yargıya varmak için olaylar arasındaki iliĢkiyi saptamak, felsefi kavrama eriĢebilmek için de -duygusal ve akılcı öğelerin iç içe olduğu- somuttan ideal değeri soyutlamak gerekiyordu. Böylece ortaya temel bir kuram çıkıyordu; daha önce söz konusu edilen aĢamalar boyunca yavaĢ yavaĢ oluĢan bu kuram, buraya kadar kat edilen yola öylesine parlak bir ıĢık tutuyordu ki, her Ģey yeni bir önem ve yeni bir anlam kazanıyordu. Türkiye'nin ve herhangi bir Batılı olmayan ülkenin kültür sorunlarının çözümünde, bundan böyle -tanıma kuramı ve ruhun tarihsel oluĢumu kavramı olması nedeniyle, ruh kuramı diye adlandırabileceğimiz- bu kuram yön verici egemen öğe olmalıydı. Bu kuram filolojinin ne olduğunu da kesinlikle ortaya çıkarmaktaydı; bu açıdan bakıldığında, filoloji, tıpkı tarih ve felsefe gibi, bir yandan özel bir bilim dalı, bir yandan da bir tanıma biçimi olarak görünüyordu. ġöyle bir denklem ortaya çıkıyordu: Filoloji ile filolojik tanıma arasındaki iliĢki, tarihle tarihsel tanıma ve felsefe ile felsefi tanıma arasındaki iliĢkilerin tıpkısıydı. Böylece filolojinin sınırları da kesinlikle belirlenmiĢ oluyordu; kimse artık filolojiyi ne küçümseyebilir, ne de tarih ya da felsefe ile karıĢtırabilirdi.

Page 11: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

Üçüncü olarak, bu kuram ortaya yeni bir sav atıyordu: Buna göre, temel eğitim için filoloji, daha doğrusu klasik filoloji (bununla filoloji adını taĢıyan özel bilim dalı değil, klasik çağ eserlerine dayanan filolojik biçimlenim anlaĢılmalıdır) zorunluydu; çünkü klasik filoloji ile öbür filolojiler arasında öz farkı vardı. Bu fark, klasik filolojinin, incelediği evrenin en somut bir insancıllıkla dolup taĢan eserlerden yana zengin olmasından ve filoloji biliminin ve hatta filoloji kavramının doğmasına yol açan somut bir evren olmasından kaynaklanmaktaydı. O halde benim artık filolojik diyebileceğim, yani geniĢ ufuklu, her çeĢit insancıllığa açık ve insan aklına güven duyan bir ruhu oluĢturma gücü yalnız Yunan ve Latin filolojilerine özgü olmalıydı. AraĢtırmanın vardığı bu sonuçlara göre, Türkiye'de Yunanca ve Latincenin okutulmasının zorunlu olduğu kesin bir dille ileri sürülebilirdi. Temel kuram, ayrıca, mutlak gerekle Vico'nun -filolojik certum dediği arasında beklenmedik bir karĢılıklı bağ da kuruyordu. Gerçekten, dört tanıma kategorisinden geçerek -filolojik tanıma, tarihsel tanıma, felsefi tanıma ve historio-filozofik tanımadan geçerek- aĢama aĢama insanlığın manevi deneyiminin genel sentezine varılıyordu; bu sentez düĢünmekte olan bir ben duygusunu kuvvetle duyuruyordu; daha doğrusu sentez insanın kendi düĢüncesinin varlığını bilincinde duyma düzeyine ulaĢıyordu. Bununla gerçekler düzeyinde olsun, fikirler düzeyinde olsun her durağan ve her tarihsel an ortadan kalkıyor, böylece -atomun parçalanması ile maddenin yok olması gibi- düĢüncenin bütün önceki aĢamaları yok oluyordu. Ancak nasıl insan için atomun parçalanması değil, içinde yaĢadığı somut dünya gerekli ise, aynı biçimde onun için değerli olan -her defasında zihnin yeni bir çabası ile elde edilen ve en yüksek hakikatin düĢünen ben olduğunu duyuran- o güçlü sezgi değil, insanlığın manevi evrim tarihidir. Esasen unutulmamalıdır ki -kimya, fizik ve matematik bilimlerinin atomun parçalanmasını sağlamaları gibi-, bu yüksek bilince eriĢmeyi sağlayan da insanların otuz yüzyıllık tarih boyunca olgunlaĢan deneyimidir. Bu ruh kuramından eğitim sorunu ile ilgili bazı sonuçlar çıkarılabilirdi. Çünkü bu kuram, eğitimin amacını açıklıkla ortaya koymaktaydı. Ona göre diyebiliriz ki eğitimin amacı insana insan ruhunun bir gerçek olduğu bilincini kazandırmaktır; dört tanıma kategorisi (ve özellikle filolojik eğitim) sayesinde onu bilinçli güçlerin bir parçacığı yapmaktır; onu, bilinçsiz ya da her ne suretle olursa olsun, insan iradesinin denetiminden kaçan güçlere elden geldiğince karĢı koyma yeteneğine sahip, zihinsel, ahlaksal ve estetik yetkinliğe eriĢmiĢ bir birey kılmaktır. O bilinçsiz ya da insan iradesinin dıĢında kalan güçler her toplumda bol sayıda vardır. Bu güçler, toplumun manevi varlığı boĢ inançlardan, ilkel inanıĢlardan oluĢuyorsa, egemendirler; fakat -kuĢaktan kuĢağa çoğu zaman bilinçsizce aktarılan- bu aynı varlık aklın ıĢığı ile aydınlatılmıĢ ise, bir kenara itilmek ve yok olmak durumundadırlar. ġu halde eğitimin amacı, elden geldiğince bireyin ve toplumun yazgısını insanların bilinçli iradesinin denetimine bırakmaktır. Eğitimin amacı böylece saptandıktan sonra, bundan mantıksal olarak çıkan sonuç her toplumun bütün insanları için bir tek eğitim biçimi olduğudur. Gerçekten, orta dereceli öğretimde değiĢik tipte okulların bulunmasının pratik düzeydeki zorunluluğu, gençleri değiĢik mesleklere hazırlama gereksiniminden kaynaklanmaktadır; ancak okul içi ve okul dıĢı eğitimin gütmesi gereken ideal amaç, her insanı -aydın olsun, köylü olsun, iĢçi olsun- aynı insanlık ideallerine yöneltmek olmalıdır. 4 - Bu giriĢi yazmamın nedeni Bu giriĢ bölümünde, kitapta ele alınan hemen hemen bütün konulara dokunuldu. Bu sayfaların, ele alınan çeĢitli sorunlar arasındaki iliĢkilerin izlenilmesini ve hepsi de yaĢamsal önemde olan bunca sorunun aynı kitapta incelenmesinin nedeninin anlaĢılmasını kolaylaĢtıracağını düĢündüm. KuĢkusuz anlatımıma daha sistematik bir biçim verebilirdim; böylece eser belki daha açık olur ve mantıksal yapı bakımından daha büyük bir güç kazanabilirdi; ancak o zaman somut karakterini kesin olarak yitirirdi; çağdaĢ insanlığın canlı ve güncel sorunları ile ilginin kesilmesi ise, okuyucunun iĢlenen konuların anlamını kavramakta güçlük çekmesine neden olabilirdi. Bu kitap algıları zihnin çeĢitli iĢlemlerinden geçirerek bilgiç bir sistem kurma hevesi ile kaleme alınmadığına; hümanist yaĢam anlayıĢı ile Batılı olmayan dünyanın gerçekleri arasındaki çatıĢmanın ve bu çatıĢmanın yarattığı koĢulların bir ürünü olduğuna göre, anlatımı tarihsel çerçevesi içinde sürdürmem kanımca gerekliydi.

Page 12: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

II. BATILI OLMAYAN EVRENĠN TARĠHSEL VE FĠKĠRSEL ĠNCELEMELERE AYKIRI DÜġEN NĠTELĠĞĠ I - Batılı olmayan evrenin tarih ve fikir yönlerinden yapılan incelemelere karĢı koyan bir nitelikte olmasının nedenleri Batılı olmayan evreni bir bütün olarak kavrayan bir kuram bugüne kadar vücut bulmuĢ değildir; bunun en baĢta gelen nedeni Batılı olmayan evrenin, yaratılıĢının gereği olarak, sistemli bir araĢtırmaya, yani bu evrenin özünü ortaya koyacak ve böylece nedensel bağlantılarını ve ideal değerlerini saptayacak veya baĢka bir deyiĢle, bu evren hakkında tarihsel yargılar verecek ve onun felsefi kavramlarını bulup çıkaracak araĢtırmalara yaratılıĢı gereği aykırı düĢen bir nitelik taĢımasıdır. Batılı olmayan evrenin bu aykırılığını doğuran nedenler iki çeĢittir. Birinci çeĢit nedenler, zihnin kendine ait özgür bir dünyası olduğu bilincine eriĢmiĢ olup, bu bilinci kendi toplumlarında uyandıran kiĢilerin öğretisine yabancı kalmıĢ olan Batı dıĢı toplumlarda, bilinçli güçlerin bilinçsiz ya da her ne suretle olursa olsun, insan iradesinin denetiminden kaçan güçlere oranla hemen hemen yok denecek kadar zayıf olmasından doğmaktadır (1). Bilinçli güçler toplumları yalnız ilintilik gerçekler düzeyinde değil, -olayların akıĢına ve içinde doğdukları toplumun evrimine bilinçli olarak etki yapmaları itibarıyla- tarih düzeyinde de, -bilince eriĢmiĢ olan insan zihninin bir ifadesi olmaları itibarıyla- fikir düzeyinde de kavranılır ve anlaĢılır düzeye getirirler; bu yüzden Batılı olmayan bir toplumun tarihini, edebiyatını, sanatını, kuruluĢlarını ve toplumsal yapısını ne kadar incelerse incelesin, bilgin, zekâsı ve insanlık sorunları hakkındaki olgun deneyimi ile kavrayacağı ve belki de, birçok ince ve derin gözlem halinde belirteceği ilintilik gerçeklerin düzeyinin ötesine geçemeyecektir. Ne kadar geniĢ olursa olsun, bu evrenle ilgili deneyimi ve bilgisi onu yalnızca toplu bir görüĢe eriĢtirecektir; fakat o bu görüĢünü fikirlerin üstün düzeyinde açıklayıp doğrulamak durumuna gelemeyecektir. Hatta, bu toplu görüĢüne dayanarak birtakım olumlu savlar bile ileri süremeyecektir (2); tersine, Batılı olmayan evren üzerine bilgisi ve deneyimi birtakım yadsımalar ve çeliĢmelerden öteye gidemeyip dağılacaktır. Batılı olmayan evrenin bu aykırılık niteliğinin ikinci çeĢit nedenleri doğrudan doğruya birinci tür nedenlere bağlanır. Çünkü Batı'nın zihinsel, ahlaksal ve estetik değerlerine dayanmakla, bu değerlere ve bu değerleri yaratan ruha yabancı olan bir evren üzerine yargıya varmak ilk bakıĢta doğru değildir. Böyle olunca da, bilginin olumsuz savları bile temelsiz ve zihin karıĢtırıcı bir öznellik kazanmaktadır. Gazetecinin yalın izlenimi ile tarihçinin verdiği yargının ve kuramcının eriĢmeye çalıĢtığı kavrayıĢın aynı değeri taĢır görünmeleri ve bir dereceye kadar da, gerçekten öyle olmaları (çünkü gerek bu izlenimler, gerek bu yargı ve kavramlar hep bir kaynaktan, her çeĢit tarihsel ve fikirsel öğeden yoksun görünen pragmatik gerçeklerin ilintiliğinden doğmaktadır), bu öznelliği daha belirlemektedi (3). Batılı olmayan evren üzerine ileri sürülen görüĢlerin birbirinden son derece ayrı olması da bunun bir sonucudur. Bu görüĢler yüzeyde kalmakta ve sağlıklı olmayan sonsuz bir hayranlıktan en derin ve küçük düĢürücü -bu duyguyu uyandıranı da duyanı da küçük düĢüren- bir küçümsemeye varmaktadır. Fakat her ne kadar Batılı olmayan evrenin kuramcısının henüz ortaya çıkmamıĢ olması her Ģeyden önce araĢtırılan konunun kendi niteliği ile ilgili ise de, Ģu da kabul edilmelidir ki bizzat tanıyan özne, yani Batı düĢüncesi, Batı'nın bu görevini yerine getirecek yeterliği gösterememektedir. Bu konuda Batı düĢüncesinden baĢka bir tanıyan özne de söz konusu olamaz, çünkü, ilgili kavramları yaratmıĢ olmak nedeniyle, yalnız o,(4) olayların ve eserlerin akılcı bir irdelenimine giriĢip, Batılı olmayan evreni tarih ve fikir yönlerinden ele alan bir incelemeyi kendine konu edebilir. Gerçekten, Batı düĢüncesi, kendi manevi sınırlarının dıĢında kalan insanlığı bilmezlikten gelmekte direndiği için, Batılı olmayan evreni ve onun ivedi sorunlarını tanıma yönünde çok düĢük bir düzeyin ötesine geçmemiĢtir. Bu sorunlara ''temel sorunlar'' değil de ''ivedi sorunlar'' diyorsak, bunun nedeni o evrende ''temel sorun'', ''ilke sorunu'' gibi kavramların var olmayıĢında aranmalıdır. Batılı olmayan toplumların maddi durumuna olduğu kadar manevi ve kültürel durumuna gösterilen ilgi bakımından da, Batı evreni sosyalist evrene oranla çok geridedir. Bize öyle geliyor ki -A. Tonybee'nin kullandığı terminoloji ile söyleyelim- bu, tarihin Batı uygarlığının karĢısına çıkardığı yeni bir meydan okuyuĢtur; Batı uygarlığı da, yok olmak istemiyorsa, bu meydan okuyuĢa karĢı koymak zorundadır. Ancak bugün, Batılı olmayan ulusların eğitim ve kültür alanı gibi insanlığın geleceği için gerçekten yaĢamsal bir önem taĢıyan bir alanda, Batılıların tarihin bu meydan

Page 13: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

okuyuĢuna cevap vermeye azır olduklarını gösteren belirtiler kanımızca henüz pek zayıftır. Oysa, Batı düĢüncesi kendi -Avrupalı ya da Amerikalı- çevresine sıkıca kapanmaktan vazgeçerse, kuramsal etkinliğini Batılı olmayan evrenin sorunları üzerinde toplamaya yanaĢırsa, ta baĢlangıçtan beri, belirli uygarlık aĢamalarında birikinti su gibi yatan kitleleri -insanlığın büyük çoğunluğunu oluĢturan toplulukları- harekete geçirmeyi, büyük bir ırmak gibi akan evrim sürecinin akıntısına onların da katılmalarını kesinlikle sağlayabilir: aynı zamanda, kendi özü hakkında yeni ve çok yanlı bir bilince eriĢme olanağını bulur. Gerçekten, ruhumuzdan ve zihinsel alıĢkanlıklarımızdan ayrı bir ruhun ve zihniyetin ifadesi olan maddi ve manevi bir evren üzerine bir değer yargısına varmamız gerekiyorsa, ilkelerimizi yeniden ve özenle gözden geçirmek, değerlendirmelerimizi ve yargılarımızı yeni bir incelemeye dayandırmak, hatta düĢünsel ve ahlaksal değerler sistemimizin tümünü yeniden gözden geçirmemiz gerekir; çünkü biz bu değerleri incelemeden, çok kez de -üyesi olduğumuz toplumun manevi varlığının birer parçası olmaları dolayısıyla- farkında olmadan bilinçsizce benimsemiĢizdir. BaĢka bir deyiĢle, bizim geleneksel değerlerimizle ilgisi olmayan maddi ve manevi bir veri üzerine bir değer yargısı verilecekse, önce insanın yaratılıĢı ve amaçları nedir sorusuna cevap vermek gerekir; çünkü ancak bu soruyu cevaplandırmakla yargılarımız için bütün toplumların kabul edecekleri ortak bir temel bulabilir, yeryüzünde var olmuĢ olan ve var olan uygarlıklar arasında bir sıra kurma olanağını veren evrensel bir ölçüt ortaya koyabiliriz. Bunun dıĢında mutlak bir ölçüt kurmanın; çeĢitli uygarlıklara bağlı çevrelerin değerlendirilmesinde bizi tek yanlı, tek yanlı olduğu için de öznel görüĢlerden korumaya yeterli bir ölçüt saptamanın baĢka yolu yoktur. Bu durumda bile, yargının nesnelliği, insanın yaratılıĢı ve amaçlarının ne olduğu sorusuna verilecek cevabın nesnelliğine bağlıdır, çünkü, örneğin, mistik bir ruhla maddeci bir ruhun bu temel sorunu birbirinden çok farklı bir biçimde çözecekleri açıktır. Böyle olmakla birlikte, daha sonra görüleceği gibi, bu temel sorunun çözülmesi için sağlam bir nesnellik ölçütü vardır. ġimdilik Ģunu belirtmekle yetinelim: Batı düĢüncesi bu temel sorunu ortaya atmak Ģöyle dursun, kendinden memnun olmanın verdiği bir doygunluk ve huzur duygusu içinde tükenip gitmektedir. Her halde bu düĢünce kendini daha derin bir biçimde inceleyecek, bir tüm olarak ele alınan insanlığın evrensel düzeyi üzerinde kendi değerini doğru olarak biçecek bir araĢtırmaya giriĢebilecek olgunluğa henüz eriĢmiĢ görünmemektedir; tersine, çağımızın tarihsel koĢulları göz önüne getirilirse, Batı düĢüncesinin kendisine düĢen görevi üzerine alacak güçte olmadığı kabul edilecektir. KuĢkusuz, Batı'da gerçekten aydın ruhlu insanların sayısı az değildir; bunlar Batı evreninin karĢısına çıkan ve çözüm bekleyen kültür sorunlarının ne olduğunu görmektedirler. Üstelik, pragmatik düzeyde ileri sürülen birçok çözüm biçimlerinin, insanlığın nereye varacağını çok iyi gören bir seziĢten esinlendiğini de kabul etmek gereklidir. Ancak Ģu da var ki, ne bu aydın kiĢiler, ne de gerçeklerin karĢı konmaz dürtüsü Batılı toplumların genç kuĢaklarına yeni bir ideal verecek yeterlikte değildirler; bunun nedeni ise, bu fikirlerin ve bu olayların bilinçli düĢünce tarafından henüz değerlendirilmemiĢ, kuramsal bir sistem içinde sağlam bir biçimde doğrulanmamıĢ olmasıdır. BaĢka bir deyiĢle, Batı düĢüncesi eriĢtiği hakikatlerin evrenselliğini duyurmak istiyorsa (ve gerçekten, ileride görüleceği gibi, böyle bir sava hakkı da vardır) -bu tür sorunların incelenmesi ve çözülmesi söz konusu oldu mu- kuramsal çalıĢmalarının temeli ve amacı olarak yalnız Batılı toplumları, yüzyıllar süren bir evrim sonunda oluĢan Batılı insan ruhunu değil, tüm insan soyunda beliren insan yaratılıĢını ele almak zorundadır. ĠĢte o zaman, yalnızca Ġ.Ö. 5. yüzyıl Atinalılarını göz önünde tutmakla, Sokrates'in ne kadar yanıldığı çok daha iyi anlaĢılacaktır. Kritik der Urteilskraft'ında(5) Kant estetik yargıların, varlığını önceden kabul ettiği tek ve ortak bir sağduyu sayesinde olanaklı olduğunu ileri sürmekle aynı yanılgıya düĢmüĢtür. Kant sağduyunun insanın evrensel yaratılıĢından ileri gelmeyip, belli bir forma mentis'in pratik ifadesi olabileceğini, bu forma mentis'in de toplumun, mensuplarına bilinçli ve bilinçsiz yollardan verdiği belli bir eğitimle meydana gelebileceğini düĢünmemiĢtir. Oysa gerçek durum budur; sağduyu tek değildir; uygarlıkların sayısı kadar sağduyular vardır. Ġmdi, baĢvurulması istenen bu tek ölçütün evrensel ve kendiliğinden var olan bir etken olmadığı; tersine etkilediği ve etkisinde kaldığı estetik duygu ile aynı kaynaktan gelen ve aynı nitelikte olan bir etken olduğu sonucuna varılmalıdır. Sağduyunun, denek taĢı görevini göreceği o quid'in bir bakıma ürünü olduğu savunulabilir.

Page 14: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

Sonuçta, belli bir insan topluluğunda oluĢmuĢ olan ve ortaya çıkan bir duyguya dayandığı için, estetik yargı yalnız o toplum içinde bir anlam, bir değer taĢır, fakat bambaĢka bir eğitimin ve uygarlığın egemen olduğu bir evrende o yargının hiçbir anlamı yoktur. Batı düĢüncesinin kendi içine inatla kapanıĢının örneklerini manevi alanların tümüne yaymak, böylece örneklerin sayısını sonu gelmeyecek biçimde çoğaltmak olanaklıdır. Burada zorunlu sonucu çıkarmakla, yani bu koĢullar altında Batı evreni ile Batılı olmayan evren arasında herhangi bir diyalog kurmaya olanak olmadığını söylemekle yetinelim. Batı düĢüncesi, yeni bir çaba göstererek, kuramsal etkinlik alanını, tüm insanlığı kavrayacak biçimde geniĢletmedikçe, bu diyaloğu kurmaya olanak sağlanamayacaktır. Gerçekten, Batı düĢüncesi insan soyunu bir tüm olarak ele alırsa, kendi gerçek özünün ne olduğunu anlamakta güçlük çekmeyecektir; çünkü onun gerçek özü, -içinde uzun bir evrimle geliĢtiği, hayran olunacak, ama gene de sınırlı dünya bölümünde beliren özü değil- insanoğlunun evrensel yaratılıĢı karĢısında ortaya çıkacak olan özdür. Bu yolu tutmakla, Batı düĢüncesi, bir yandan Batılı toplumların öncülük ettiği manevi evrimin tüm insan soyu için geçerli olan birtakım değerlerin saptanmasına götürdüğünü, böyle olunca da, bu değerlerin bütün insanlar tarafından benimsenebilir olduğunu ortaya koyabilir; bir yandan da bilinenden -yani bizzat kendisinden- yayılan ıĢığın yardımı ile bilinmeyeni, Batı'nın dıĢında kalan bilinmeyen evreni açıklamak, böylece sorunlarını kavramak ve ona karĢı davranıĢını eriĢtiği bu yeni anlayıĢa göre ayarlamak olanağını bulabilir. Batılı olmayan evreni sistemli bir biçimde incelemek isteyen araĢtırıcının göstermek zorunda kalacağı çifte çaba böylece belirmiĢ oluyor. AraĢtırıcı her Ģeyden önce, Batı uygarlığı karĢısında (bu sözlerimizden belli bir tutumu benimsediğimiz anlaĢılacaktır) bir çok ortak özellikler gösteren Batı dıĢı uygarlıkların ruhuna, bugüne kadar nüfuz edildiğinden daha derin bir biçimde nüfuz etmek zorundadır. Bundan baĢka, Batı uygarlığının özünü araĢtırmak ve mutlak değerini, yani bugün var olan ve geçmiĢte var olmuĢ olan uygarlıklara oranla taĢıdığı değeri ortaya koymak da ona düĢmektedir. Çünkü bizzat olayların somut gerçekliği, bilgini Batı uygarlıkları ile öbür uygarlıkları -hatta, A. Toynbee'nin yaptığı gibi, Batı uygarlıklarına bir prima inter pares değeri verilse bile- (6) aynı düzey üzerinde incelemekten alıkoymakta; onda Batı uygarlığının kendine özgü ve özünde bulunan bir üstünlük sayesinde öbür uygarlıklardan ayrıldığına iliĢkin bir duygu uyandırmaktadır. BaĢka nedenler olmasa bile, bilim ve teknik alanlarında, Batı uygarlığının öbür uygarlıklara oranla çok ileri bir evrim noktasında bulunması ve bu gerçeği yadsımanın olanaksız olması bütün toplumların bu üstünlüğü de facto teslim etmelerine neden olmaktadır. Ayrıca, Batı uygarlığının kendisine tükenmez bir yaĢam gücü bağıĢlayan bir iç güçle hareket eder görünmesine karĢılık, öbür uygarlıkları, tam tersine, ortadan kalkmamak için ve gururlarından özveride bulunmak suretiyle kısmen bilinçli kısmen bilinçsiz -fakat kökeni bilinçli iradeden çok kendini koruma içgüdüsünde aranılması gereken- bir BatılılaĢma çabasına düĢmüĢ oldukları sezisi de bu üstünlük savını doğrulamaktadır (7). 2- Batılı olmayan evrendeki bunalım Önce söylendiği gibi, bugüne kadar yapılagelenlerden çok daha ciddi ve çok daha sistemli bir incelemeye giriĢse de, bilgin, araĢtırmalarının tümüyle düĢsel bir görüĢle sonuçlanmasını istemiyorsa, ilintilik gerçeklerin somut yüzeyinde kalmak ve o gerçekleri tarih yönünden yargılamaktan da, ideal değerlerini soyutlamaktan da vazgeçmek zorundadır; çünkü buna önce iĢaret edilen iki çeĢit neden -tanıma konusunun böyle araĢtırmalara karĢı koyan niteliği ve tanıyan öznenin yetersizliği- engel olmaktadır. Tersine, bilgin Batılı olmayan evrenin baĢlıca aksaklıklarını günlük yaĢam düzeyinde, yaĢanan gerçeklerde arayıp bulmak için çaba göstermelidir. iĢte o zaman, Batılı olmayan uygarlıkların, Batı uygarlığının etkisi altında, derin bir bunalım dönemi geçirmekte olduğunu ve bu bunalımın nedenlerinin gene iki çeĢit olduğunu görmekte gecikmeyecektir. BaĢta bu uygarlıkların doğasına özgü nedenler gelir: bunların en önemlisi, bu toplumun kendi zihin yapısını, toplumun maddi ve manevi görünümünü oluĢturan dogmalara uygun bir biçimde oluĢturmasıdır. Böyle olunca bu zihin, her Ģeyi kendi son derece sınırlı açısından görür, yargılar ve benimser. Bu nedenle o toplumda özgür bir zihin evreninin, insan onuru duygusunun oluĢması beklenemeyeceği gibi, toplumsal ve siyasal özgürlüklerin de hiçbiri veya hemen hemen hiçbiri var

Page 15: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

olamaz. Toplumsal, siyasal, ahlaksal ve ekonomik düzende, önce söz konusu edilen bilinçli güçlerin bulunmayıĢı bu durumun bir sonucudur; bu yokluk sonucunda da, bir yandan, insan tarafından denetim altına alınmayan ve serbestçe boĢanmak olanağını bulan doğa güçleri, bir yandan da, keyfi davranıĢların ve kiĢisel çıkarların dinginsiz oyununa olduğu kadar, olayların doğal akıĢına da hemen hemen tamamıyla terk edilmiĢ olan toplumun kendisi öyle koĢullar yaratırlar ki, insan azla yetinmeye, tevekkül göstermeye ve her türlü savaĢım ruhundan yoksun olduğu için, gerçekte kendisinin bizzat yarattığı o karĢı konulmaz yazgıya boyun eğmeye kendiliğinden razı olur. ġu halde o aynı uygarlığın iç enerji kaynaklarına baĢvurmakla bir evrim yolunun açılması hiçbir zaman beklenemez. Gerçekten de -herkeçe bilinen bir benzetme ile- (8) tepesi keçiler tarafından kemirilen ağaçlara, enine büyümeyi sürdüren fakat boyları bir daha hiç uzamayacak olan bodur ağaçlara benzeyen uygarlıklar Batılı olmayan uygarlıklardır. Bu uygarlıklar güç doğumlarının belli anında belli bir istikrara kavuĢmuĢ ve -birbirlerinden farklı olmalarını sağlayan- belli bir düzeni oluĢturmuĢ oldukları halde, bütün çabalarını, yeni atılımlara değil, status quo'nun korunmasına yöneltmiĢlerdir. Aralarındaki ortak karakteri oluĢturan da aslında budur. Daha aĢağı sınıflara mensup soydaĢlarını sömürmek fırsatını veren bir düzenden yararlandıkları için, toplumun güçlü sınıfları status quo'nun baĢlıca koruyucusudur. Böyle bir çevrede düĢünce dokunulmaz dogmalar biçiminde kristalleĢir. AĢamadığı sınırlar içinde zorla tutulan ruh da, yaratıcılık gücünü kaybetmediği için, toplumun fikirsel fetihlerini iĢleye iĢleye süse boğar, karmakarıĢık arabesklerle donatır, fakat yeni fetihlere atılmaya cüret edemez; böyle bir etkinlik sonucunda ruhun son derece inceldiği ve o kristalleĢmiĢ düĢünceye en kusursuz biçimini, en olgun ifadesini vermeyi baĢardığı görülür. Birbirini izleyen kuĢaklar sanki on bölü üç cinsinden bir aritmetik probleminin sonucun hep daha doğru, daha yetkin bir hale getirme çabasındadırlar; daha baĢlangıçta elde edilen üç virgül üç'e daha bir çok üçler eklemekten sanki usanmamaktadırlar; fakat bu insanlar sonucu 10/3 biçiminde gösterip problemi kesin olarak çözmek, dolayısıyla yeni problemlere geçmek, bakıĢlarını yeni ufuklara çevirmek gücünden yoksundurlar. Hep daha ileri bir incelik ve yetkinlik düzeyine çıkmak için gösterilen bu sürekli ve kısır çabanın sonu gelmeyecek gibi görünür; fakat en sonunda bezginlik ve yorgunluk belirtileri gösteren ruh, ĢiĢip bünyesinde kanserli hücrelerin türemesine yol açar; bol sayıda üreyen bu hücreler barındıkları vücudu tümüyle kaplar ve onu öldürecek hale gelirler. Ruhun ağır bir çarpıklığa uğradığını gösteren kesin belirtiler artık ortadadır. Bu durumda -kadın-erkek eĢitliği davasını umursamayıp, kendisini erkeğe tutsak eden geleneğe dört elle sarılan kadının örneğinde olduğu gibi- insanların kendi köleliklerini canla baĢla savundukları görülür. Ya da sevdiğinin sağlığa kavuĢmasını kurĢun dökmekle sağlamaya çabalayan bir insanın sergilediği görünüme dehĢetle tanık olunur ve -gerektiğinde, kediyi kusturucu otları yemeye iten içgüdü gibi- içgüdülerin bile bu biçimde iĢleyen bir insan muhakemesinden çok üstün olduğu kanısına varılır. Ġradesiz, durgun, tembel ve kaygısız bir toplumun sergilediği dıĢ görünüĢ bu hastalığın tablosunu tamamlar. Böyle bir toplumun iç yaĢamı (buna manevi yaĢam diyebilmek güçtür) bir kaç dogmaya mekanik bir biçimde saygı göstermekten ileri gitmez; hatta bunlara dogma demek bile doğru olmaz, çünkü o toplum dogmanın da, özgür düĢüncenin de ne olduğu bilincine eriĢmiĢ değildir; bunlar daha çok geçmiĢ kuĢakların bir mirasıdır: toplum onları bilmeden benimser ve zihin alıĢkanlıkları haline getirir. Bunun sonucu, hiçbir gücün koparıp atmaya yetmeyeceği bir kısır döngüdür; bu kısır döngü, pratik alanda, olsun, kuramsal alanda olsun, insanı ''iğrenç bir hayvan olmasa, domuza domuz demezlerdi'' (9) biçiminde muhakeme etmeye götürür. Bu çeĢit bir muhakemeye dayanan yargıları ise mantık yolu ile çürütmek olanaksızdır. Manevi yaĢamın var olmayıĢının pratik yaĢamda karĢılığı, en aza indirilmiĢ, en aza indirildiği için de kitleleri sonsuz bir sefalet içinde yaĢamaya, doğa güçlerine ve egemen olanların iradesine boyun eğmeye zorlayan bir etkinliktir (10). Sonuç olarak bu ülkelerde insanın yaĢamı gerçekten -oralarda büyük R ile yazılan ve böyle yazılmasında isabet olduğu yadsınamayan- Raslantının elindedir. Böylece, doğa, felaketler, hastalıklar, yoksulluk ve hatta kendinden daha güçlü olan soydaĢları karĢısında çaresiz kalan insan, bu keder verici ve düĢman çevrenin baskısı ile alınyazısına razı olarak ruhunun derinliklerine çekilmeye, kendi içine kapanmaya zorlanmıĢ olur. GörünüĢe göre, gerçek bir manevi yaĢama sahip olmayan, tarih görüĢü ve fikir yaĢamı bulunmayan böylesine toplumlarda gözlem ruhu bile dağılıp gitmektedir (11), çünkü kiĢi, etkisine

Page 16: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

karĢı koymadan katlandığı dıĢ evrene karĢı hiçbir ilgi duymaz olur. Dünyanın zevklerinden vazgeçilip, bunlar, istense bile, artık elde edilir olmaktan çıktı mı, insanlara yalnızca bir bitki yaĢamı kalır; böyle bir durumda tek manevi ıĢık, öbür dünya düĢüncesi ve bu düĢüncenin verdiği umuttur. Tek değilse de, baĢlıca kaygısı meditatio mortis (ahret düĢüncesi) olan böylesine toplumlarda, ilk bakıĢta, günlük yaĢam gereksinmelerinin en aza indirilmiĢ olacağı sanılabilirse de, tersine, bu çevrelerde doğal yaĢam gereksinmelerinin son derece kaba ve zorba bir biçimde belirdiğine ve küçük bireysel çıkarların vahĢice düĢmanlıklara yol açtığına tanık olunur; bu savaĢım bütün Ģiddeti ile patlak vermiyor, toplum yaĢamının yüzeyindeki kaygısız uyuĢukluğu bozmuyorsa, nedenini kiĢilerin seçtiği silahta, asıl amaçlarını gizlemeyi ve iki yüzlülükle davranmayı yeğ tutmalarında aramalıdır. Böylece savaĢım olabildiğince gürültüsüz ve patırtısız, ama gene de amansızca yürütülmektedir. Tanrının ya da insanların açık buyruğu ile, insancıl ve toplumsal idealler beslenmesine izin verilmeyen yerlerde, insanların, daha yüksek çıkarların var olduğundan habersiz oldukları için, davranıĢlarını ve yargılarını yalnızca kendi bireysel ve günlük çıkarlarına göre ayarladıkları gözlenmektedir. Bunun sonucunda böyle bir çevrede kiĢinin bireysel ve günlük küçük çıkarı yaĢam normu düzeyine yükselmekte; güzel ve iyi olana karĢı saygı duygusunun, ahlakça yükselme isteğinin ve her çeĢit yaĢam felsefesinin yerini almaktadır. Gerçekten, Batılı olmayan evrendeki toplum yaĢamı, insanca ideallerle yönlendirilmediği, insan-ötesi ideallerce de dikkate alınmadığı için, doğal oluĢuna terk edilmiĢ olarak, istikrarını ve dengesini kiĢilerin küçük çıkarlarının çatıĢmasında bulur; bu çıkarlar genellikle bitkisel ve duygusal yaĢamın en kaba gereksinmelerini doyurmaya yöneliktir. Toplum içindeki, hatta aile içindeki iliĢkilerin tümüne -yerine göre, bazen üstü kapalı, bazen açık biçimde beliren, fakat daima acımasız olan- bir do ut des zihniyeti egemendir. Bu do ut des hiçbir ahlaksal değere saygı göstermeyen, hatta Tanrı ile olan iliĢkilere bile el atan bir hoyratlıkla uygulanmaktadır. Batılı olmayan toplumları doğal bir ölüme itmiĢ ya da itmekte olan bu yapısal nedenlerin yanında daha baĢka nedenler de vardır. Bunlar, Batılı olmayan evrenin bunalımını daha da ağırlaĢtırıp yoğun hale getiren ve Batı uygarlığı ile iliĢki kurulmuĢ olmasından kaynaklanan dıĢ nedenlerdir. Batılı olmayan toplumların kendilerini koruma içgüdüsünü harekete getiren etken Batı'nın siyasal, ekonomik ve kültürel alanlarda yaptığı baskı ve gösterdiği yayılma eğilimidir. Geleceklerini saptayıcı bilinçli bir görüĢle değil, daha çok (önce de dendiği gibi) kendilerini koruma içgüdüsü ile hareket eden ve davranıĢlarına ona göre yön veren bu toplumlar, BatılılaĢmak için çabalarken, sınırlı düĢüncelerinin karĢılarına diktiği aĢılmaz engelleri yıkacak ve yeni bir yaĢamın doğmasına fırsat verecek olan Ģu, tanınması gerçekten güç ve Batı uygarlığına özgün gücün ne olduğunu araĢtıracak yerde, kendilerini ölüme mahkûm eden tümörü koparıp atacak bisturiyi elde etmek ve böylece, yüzyıllardan beri içinde yaĢadıkları hareketsiz ortamda bitkisel yaĢamlarını eskisi gibi sürdürmek amacını güdüyorlar. Onun için bu toplumlarda Batı uygarlığının ruhuna, onun kültürüne, kurumlarına, hatta, bir ölçüde, tekniğine bile bilinçli bir yaklaĢma çabasının sarf edildiği göze çarpmıyor. Bu ülkelerin, bilinçle ortaya konmuĢ olmayıp, iki karĢıt gücün -Batı'ya uymak zorunluluğu ile her yenilik denemesine karĢı koyan passiv direncin- çatıĢmasından doğal olarak oluĢan ve gitgide ağır basan sorunu; Batı'dan yalnızca mutlaka alınması gerekeni alabilmek, bunu yaparken de denetimi elden kaçabilecek bir BatılılaĢma hareketine kapılmamak sorunudur. BatılılaĢma sorununu bu açıdan gören ve bu yoldan çözmeye çalıĢan düĢünürlerin en özgünü Gandhi'dir. Sorunu enine boyuna incelemiĢ ve geniĢ bir ilgi toplamıĢ olmasına rağmen, Hintli düĢünür, gerçeklerin gücünü gereğince ölçemediği için tam anlamı ile olumsuz bir sonuca varmaktan kurtulamamıĢtır: Gandhi ekonomi alanında BatılılaĢmaya engel olmayı tasarlamıĢ, bununla Hindistan'ın geleneksel uygarlığını kurtaracağını ummuĢtur. Kendisi öldükten sonra, arkadaĢlarının tuttuğu bambaĢka yol, onun düĢündüğü çözümün ne denli ütopik olduğunu yeteri kadar kanıtlamıĢtır (12). Olanak bulsalar, Batılı olmayan toplumlar yalnızca silahlı kuvvetlerini Batılı biçimde yeniden örgütlendirmeyi yeterli görecek, onunla yetineceklerdir (13); ama yalnız silahlı kuvvetlerin modern biçimde donatımı ile yetinilmek istense bile, gene de tekniğe gerek vardır; teknik ise, verilerini pratik alanda uyguladığı bilimden ayrılamaz. Modern donatım isteyen ülke, kapılarını tekniğe ve bilime de açmak zorundadır. Ancak teknikle bilimin bir ülkede tutunup yer edebilmesi için daha bir

Page 17: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

çok koĢulların gerçekleĢmesi zorunludur sağlam temellere oturtulmuĢ bir ekonomi, sanayileĢme, yeni bir yönetici örgüt, yeni kurumlar, yeni bir yaĢam ritmi baĢta gelen gereksinimlerdir. Bu da yetmez: Bilim ancak uygun bir biçimde eğitim görmüĢ zihinlerde geliĢir; bilim zihniyeti ise ödün vermeyecek bir akılcılık ister, özlü bir hümanist temele dayanır. ĠĢte bu gerçek, bu konuda bunca eser yazılmıĢ olmasına rağmen (14), Batı'da bile gerektiği kadar yer etmiĢ değildir; Batılı olmayan evren ise, bilimle hümanist zihniyet arasındaki iliĢki Ģöyle dursun, teknikle bilimin arasındaki bağlantıyı bile güç kavrar görünmektedir. Nitekim, pragmatik gerçekler alanında yapılan gözlemler, Batılı olmayan düĢünürlerde -aslında hiç de yersiz olmayan- bir kuĢkuyu, Batı'dan her ithal edilen Ģeyin Batılı olmayan yeni kuĢakların zihinsel ve ahlaksal biçimlenimine dolaylı ve etkisi ileride görülecek bir darbe olduğu kuĢkusunu uyandırmaktadır (15). Bütün bunlar Batılı olmayan evrenin iç bunalımını daha da ağırlaĢtırmaktadır. Batı'dan ithal edilen özgürlükçü kuruluĢlar, aslında sallantıda olan eski ahlaksal düzenin son artıklarını yere sermiĢtir; buna karĢılık, bu toplumlar henüz yeni bir ahlak düzenine gereksinme duyacak zamanı bulamamıĢlardır. Bütün alanlara büyük bir karmaĢa egemendir. Bilinçli düĢüncenin bir ürünü değil, yalnızca bir ithal malı olan siyasal özgürlük bu ülkelerde dizgin tanımayan bir demagojiye yol açmaktadır; ya da yalnızca adı var, kendi yok bir kavramdır. Son derece ilkel, kapalı bir ekonomiden ulusal, hatta uluslararası çapta bir ekonomiye birdenbire geçilmesi, ekonomik yaĢamda büyük bir dengesizlik yaratmıĢtır. Toplum yaĢamı, yeni ve modern olanla eski ve geleneksel olan arasında süregiden çatıĢmanın etkisi ile alt üst olmuĢ durumdadır. Tarihsel köklerinden koparılarak, baĢka iklimlere götürülüp dikilen Batılı kuruluĢlar sayesinde kurulan özgürlük düzeni, sosyalist rejimin yerleĢmesinden önceki Çin'de olduğu gibi, birçok ülkelerde korkunç bir ahlak bunalımına yol açmıĢtır. Batı'nın siyasal, toplumsal ve ekonomik kavramları, doğup geliĢtikleri tarihsel çevre içinde değerlendirilmedikleri, dolayısıyla -ideal değerlerini soyutlama olanağını verecek olan- felsefe yönünden incelenmedikleri için, çok kaba bir biçimde anlaĢılmakta ve uygulanmakta, bu yüzden de büyük sapıtmalara neden olmaktadır. Bunun en güzel örneği ulusçuluk kavramının Japonya'da, Ġkinci Dünya SavaĢı'ndan önce, taĢkın ve amansız bir militarizm biçiminde ortaya çıkmıĢ olmasıdır (16). Fakat gelenekçilikle yenicilik arasındaki karĢıtlığın özellikle eğitim ve kültür alanlarında belirgin ve giderilmez olduğu gözlenmektedir; çünkü yaĢamın somut gerçekliği ve olayların doğal akıĢı, toplumun manevi yaĢamından çok maddi yaĢamını daha çabuk ve daha derinlere inecek biçimde etkiler; gelenekçi güçler ise kültür alanında daha canlı ve daha inatçı bir direnme olanağına sahiptirler. Gerçekten, düĢmanın askeri ve siyasal baskısından korunmak için, onun silahlarına karĢı aynı ölçüde etkili silahlarla çıkmak gerektiği meydanda ise de, Sokratik kavramlarla insan hakları bildirgesini esinleyen anlayıĢ arasındaki iliĢkiyi, ya da Sophokles'in tragedyalarının incelenmesi ile -çağdaĢ bilimin son zaferi olan- atomun parçalanması arasındaki iliĢkiyi kavramanın çok daha güç olduğu kesindir; çünkü Batılı olmayan evren hiç bilmemekte, Batı evreni ise, bildiği halde, pratikte tümüyle unutur görünmektedir ki, insanlık tarihinde manevi özgürlük düzenini ilk kuranlar klasik çağın büyük kiĢileridir; iĢte bütün ilerlemelerin baĢlıca kaynağını oluĢturan dignitas hominis -insan onuru- kavramı ile, bu ulu kavramla, insan aklına duyulan sarsılmaz güven de bu manevi özgürlükten ileri gelmektedirler. BatılılaĢma zorunluluğu ile geleneklere -her çeĢit eleĢtiri yeteneğinden yoksun olmanın uyandırdığı- körü körüne bağlılık duygusu arasındaki karĢıtlık, eğitim ve kültür alanında daha Ģiddetle ortaya çıkıyorsa, bunun baĢka bir nedeni bu iki karĢıt gücün burada birbirini bilmezlikten gelememesidir, birbirinin yanında yer alamamasıdır; çünkü okul, radyo-televizyon, tiyatro ve buna benzer toplumsal kurumların programlarının saptanmasında, toplumun eğitim ve kültür sorunları, hatta bizzat manevi evreni, sürekli olarak, somutluk kazanmaktadır. Bu nedenle eski ile yeni evren arasındaki gizli savaĢım, kuramsal incelemelere hiç yeteneği olmayan en kaba kiĢilerin bile gözünden kaçmamaktadır. Böyle olmakla beraber, Batılı olmayan evren bir formülle ("eski gelenekçi zihniyet ve yeni Batı tekniği" formülü ile) bu iki karĢıt güç arasında bir mondus vivendi, ödünlü bir uyuĢma çaresi bulmuĢtur. Bu mondus vivendi, her iki tarafın kendi savları lehinde yeni tutamaklar arayıp bulmasını gereksiz kılmakla, bugünkü bunalımın sürüp gitmesine neden olmaktadır (17). Uygarlıkla kültürü iki ayrı Ģey gibi gören Alman kökenli bir kurama dayanan bu formülün hiçbir anlamı olmadığı kesindi. Ne var ki bu, o formülün yaygın bir onay görmesini önleyememekte ve

Page 18: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

çürütülmesini çetin bir sorun haline getirmektedir. Oysa, insan düĢüncesinin ve toplum etkinliğinin ürünleri arasında tekniğin ayrı ve bağlantısız bir ürün olmadığı, tam tersine insan sorunlarına ve art arda ortaya çıkıp toplumdan çözüm bekleyen zorunluluklara sımsıkı bir biçimde bağlı olduğu kanıtlanmak suretiyle, bu formülün temelsizliği kolayca ortaya konabilir. Bu durumda böylesine anlamsız bir ikiliğin uzun süremeyeceği ve Ģu iki seçenekten birinin gerçekleĢmesinin zorunlu olacağı anlaĢılmalıydı: Ya toplumun gelenekçi tutumunun ağır basacağı ve tekniği ve teknikle birlikte kabul edilmek zorunda kalınan kuruluĢları kendisine benzeteceği, kendine uyduracağı; ya da -çok daha zayıf bir olasılıkla- tekniğin zamanla toplumun ruhunu uyuĢukluktan kurtaracağı ve biraz olsun daha bilinçli bir BatılılaĢma dönemine geçilmesini sağlayacağı sonucuna varılması gerekirdi. Fakat bir formülü, hakikati ifade ediyor diye değil de, kendi iĢine geliyor diye benimseyen bir zihniyetin böyle bir muhakemeyi benimsemesi beklenemez. Bu formül Batılı olmayan toplumların iĢine geliyor, çünkü hazır bir formüldür ve Batı kökenlidir -yani sağlamlığı kuĢku götürmez ve çürütülmesi güç bir formüldür-; aynı zamanda bu formül, yaratıldığı sanılan, gerçekte ise yalnızca kabul edilip katlanılan bir durumu fikir düzeyinde kusursuz bir biçimde doğrular görünmektedir. Bundan çıkarılacak sonuç Ģudur: EleĢtiri yeteneğinden yoksun ve belli dokunulmaz dogmaların esiri olan zihniyetlerini atmak olanağını bulmadıkça, Batılı olmayan toplumların bugün içinde bulundukları bunalımdan kurtulmaları olası değildir. ġu halde bugünkü bunalımın sona ermesi daha baĢka, çok karmaĢık nitelikte bir sorunun, Batılı olmayan toplumların bugüne kadar hiç dikkate almadıkları bir temel sorunun çözümlenmesine bağlıdır. Ġnsan, yaratılıĢı itibarıyla soyut düĢünceden çok somut gerçeğin etkisine açık olduğundan, Batılı olmayan toplumların yalın, yalın olduğu kadar temel bir sorunun ve bu soruna bağlı bütün öbür sorunların çözümlenmesine zorunlu bir önkoĢul oluĢturan bir hakikati kavramaları belli bir süre isteyecektir. Hakikat Ģudur: Ġnsanın oluĢturduğu ve örgütlediği toplumsal evren, onun iç evreninin dıĢ görüntüsünden baĢka bir Ģey değildir; bu nedenle çağdaĢ uygarlığın, insanı kötü raslantıların darbelerinden, hastalıklarından, doğanın kaba güçlerinden, iliĢki kurmak zorunda olduğu soydaĢlarının keyfi davranıĢlarından korumakta gösterdiği büyük baĢarının nimetlerine bir gün kavuĢmak istiyorlarsa, Batılı olmayan insanlar, bu uygarlığı yaratan insanlardaki zihinsel ve ahlaksal biçimlenimi olduğu gibi benimsemek zorundadırlar. Türk toplumunun bugün karĢılaĢtığı kültürel sorun ayrıntılı bir biçimde incelenirse, ileri sürülen savın doğruluğu ortaya çıkacaktır. Gerçekten Türk toplumu, Batılı olmayan toplumlar arasında, Atatürk'e borçlu olduğu, dikkate değer bir evrim düzeyine eriĢmiĢtir; çünkü Atatürk devrimi ona düĢüncelerin özgürce ifade edilmesi için gerekli olan temel özgürlükleri sağlamıĢ ve böylece, yalnızca yeti halinde bile olsa, bu ülkede zihin özgürlüğünü kurmayı baĢarmıĢtır. III. TÜRKĠYE'NĠN KÜLTÜR SORUNU 1- Osmanlı çağında yenilik hareketleri- Devrimin eylemci ve yaratıcı dönemi: Atatürk'ün manevi portresi Devrim dönemine ait belgelerin, anlaĢma metinlerinin ve baĢlıca yasaların incelenmesi ile yetinildikçe, Türk devriminin meydana getirdiği büyük eseri doğru dürüst değerlendirmeye olanak görülemeyeceği; bunun yanında, genel karargâhlarını kurmak için Ankara'ya ilk kez geldikleri zaman, Türk ihtilalcilerini eyleme iten kahramanlık ruhuna nüfuz etmenin gerekli olduğu haklı olarak gözlenmiĢtir (1). Öte yandan, Ankara'daki Türk ulusçularının ve baĢlarında bulunan Kemal Atatürk'ün fikirlerinin ne denli ileri ve cüretli olduğunu anlayabilmek için, Osmanlı çağında ülkeye egemen olan siyasal, toplumsal ve kültürel düzeni olduğu kadar, imparatorluğun son bir iki yüzyılında giriĢilen yenilik hareketlerini de iyi bilmek gerekir. Türk toplumunu Ortaçağ'ın karanlıklarından çağdaĢ uygarlığın ıĢığına çıkarmak amacını gütmüĢ olan Kemal Atatürk'ün fikir alanında gösterdiği yüksek yaratıcı çabayı tam olarak değerlendirmenin baĢka yolu yoktur. Bizans'ın Osmanlılar üzerindeki etkisinin niteliği ve niceliği sorunu çetin bir sorundur: çünkü Ġstanbul'un alınmasından sonra baĢ gösteren dolaysız etkilerle, Osmanlıların daha önce, Anadolu'da ve Anadolu'nun dıĢında, Bizans kuruluĢlarının etkisinde kalmıĢ birtakım devletlerle iliĢki kurmaları nedeni ile aldıkları dolaylı etkilerin birbirinden ayırt edilmesi gerekir. Üstelik

Page 19: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

gerçekten Bizanslı olan öğelerle , bizzat Bizans'ın Ortadoğu uygarlıklarından, özellikle Sâsâni uygarlığından, devraldığı öğeleri ayırmak gereği vardır (2). Bu sorunun çözümü yolunda bugün varılan sonuçlar ne olursa olsun, Romalılarla Osmanlılar arasında bir benzerliğin var olduğu meydandadır: Romalılar, Yunanistan'ın fethine giriĢtikleri zaman, gerek Etrüsk uygarlığının aracılığı ile, gerek Ġtalya'daki Yunan yerleĢmeleri ile aralarında kurulan iliĢkiler yolu ile, Yunan kültürünün ana öğelerini esasen benimsemiĢ bulunuyorlardı. Aynı biçimde, Osmanlılar da Ġstanbul'u fethederken Bizans'ın zihin yapısına çok benzeyen, demir çember içine alınmıĢ dar bir zihin yapısının içine girmeye önceden hazırlıklı idiler. Çünkü onlar çok önceden çeĢitli vesilelerle Bizanslılarla ve daha geniĢ ve derin bir biçimde, -binlerce yıldan beri yakın ve Ortadoğu'yu egemenliği altında tutan ve ilk olarak Herodotos tarafından kesinlikle teĢhis edilip Yunan ruhunun karĢısına çıkarılan (3) Doğu ruhu ile karĢılaĢmıĢ ve bunlardan etkilenmiĢlerdi. Bizans'ın zaptından sonra, Osmanlılar Bizans kuruluĢlarını bir ölçüde benimsemiĢ olsalar da, kendi kuruluĢlarını Bizans'ta buldukları benzer ve daha geliĢmiĢ kuruluĢlar örneğince yeniden örgütlemiĢ olsalar da olmasalar da, Ģu bir olgudur ki, Yunanistan'ın Roma üzerine yaptığı etkiden farklı olarak, Bizans'ın kendini fethedenler üzerindeki etkisi olumsuz ve yıkıcı olmuĢtur. Yunan ve Roma uygarlıklarının mirasçısı olmasına rağmen, Bizans Osmanlılara eski pagan kültürünün hiç bir temel öğesini verememiĢ, hatta Anadolu'nun güneyindeki Hellenizm çağı devletlerinin Araplara aktardıkları kültür öğelerinin en küçük bir parçasını bile aktaramamıĢtır. Sonuç olarak, Bizans'ın doğulu ruhu, doğmakta olan Osmanlı kültürünü Denetim altına almıĢ ve Ġslam uygarlığının klasik çağında Arapları Renaissance'ın eĢiğine kadar götürmüĢ olan fikir ve kültür hareketlerinin Osmanlıların becerisi ile yeniden canlanması ve ileri atılımlar yapması olanağını ortadan kaldırmıĢtır. ġurası kesindir ki Selçuklu ruhu, Osmanlı ruhuna oranla, çok daha az Bizanslı, çok daha az Sâsânidir; Selçuklular, bugün genellikle anlaĢılan anlamı ile, Osmanlılardan çok daha az Doğuludurlar. Osmanlı sanatı ile karĢılaĢtırıldığı zaman, Selçuk sanatı bunu en kesin bir biçimde kanıtlamaktadır. Osmanlı uygarlığının, hemen Bizans'ın fethi ile değilse de, fethinden pek az zaman sonra duraklamasının ve uzun yüzyıllar sürecek olan bir gerileme dönemine girmesinin baĢlıca nedeni budur. Ġslam skolastiği ile yeni bir güç ve dinamiklik kazanan birkaç bin yıllık Doğu ruhu, Osmanlı toplumunun henüz pek genç ve yaĢam dolu vücudunu yıpratan bir zehir etkisi yapmıĢtır. Hükümdarın aslında cömert ve babaerkil yaĢayıĢın gereği olarak, demokrat ve özgürlükçü ruhu, Ġslam evreninin dünyasal ve ruhsal önderi olmanın verdiği güçle, kulları üzerinde ölüm-dirim hakkına sahip, mutlak bir efendinin zorba gururuna dönüĢmüĢtür. Din bilginleri hükümeti desteklemiĢ, hükümet de din bilginlerine dayanmıĢtır. Din bilimi tanınan tek bilim olduğu için, ulema toplumun biricik bilgin sınıfını oluĢturmaktaydı. Bu sınıf toplum yaĢamını Kuran adına, daha doğrusu Kuran'ı kendi yorumlayıĢına göre, yüzyıllarca denetim altında tutmuĢtur. Ulemanın yorumu felsefe anlayıĢına aykırı, Ortodoks, kelimelerin anlamına bağlı, yalnızca seziden esinlenen bir din anlayıĢına uygun düĢen; dogma haline gelmiĢ birtakım inançların dıĢına çıkamayan, belki filolojiden ve tarihsel bilgilerden yararlanan, ancak asla filolojik ve tarihsel bir yorum olma amacını gütmeyen bir yorumdu. Böyle bir yorumla toplumu yönetmiĢler, daha doğrusu mutlak bir hareketsizliğe mahkûm etmiĢlerdir. Çiftçilikle hayvancılık hariç, her türlü dünyasal etkinlik yasaklanmıĢ, toplumun heyecan ve hayal kaynakları kurutulmak pahasına betimleme sanatlarına izin verilmemiĢti ve tıpkı Avrupa Ortaçağı'nda olduğu gibi, mimarlıktan da sadece ad gloriam dei yararlanma yolu tutulmuĢtu. Çıkarını kurulu düzenin korunmasında gören her iktidar gibi, bu egemen sınıfta her çeĢit yeniliğin baĢ düĢmanı kesilmiĢ ve birçok olumsuz davranıĢları arasında, matbaanın Müslümanlarca kullanılmasına 1729 yılına kadar engel olmuĢ ve böylece kültür alanında 289 yıllık bir gecikmeye neden olmuĢtur. Genellikle tarihçiler bu yılı, imparatorluk kurumlarının yenilenmesi uğrunda giriĢilen hareketin baĢlangıcı olarak kabul ederler: 1729'u izleyen yıllarda birçok giriĢimlerde bulunulmuĢsa da, hepsi kanlı bir biçimde bastırılmıĢtır. Bununla beraber, Osmanlı kuruluĢlarını yenileme isteği, devletin varlığı söz konusu olduğu her dönemde eylemci bir güç olmasını bilmiĢtir. BaĢlangıçta, uyruklarının dile getiremedikleri istekleri karĢılamayı arzulayan aydın bir hükümdarın ödününden çok, koĢulların kabul ettirdiği birtakım yenilikler söz konusu olmuĢtur. Gerçekten Osmanlı toplumu Batı'nın, ne anlamını ne de amaçlarını kavramasına olanak bulunmayan manevi ve maddi evrimine karĢı hiçbir hayranlık ya da yakınlık duymuyordu. O yalnızca maddi yaĢamını tehdit eden

Page 20: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

tehlikelere tepki gösteriyordu: yenilenme ve ilerleme zorunluluğu üzerinde açık ve bilinçli bir görüĢ oluĢmuĢ değildi; toplum kendini koruma iĢgüdüsü ile, bir de, her zaman yenmeye ve iradesini kabul ettirmeye alıĢık olmanın verdiği gururun dürtüsü ile hareket ediyordu. Nitekim Sadrazam Ġbrahim PaĢa'nın ve onu bu tehlikeli iĢte destekleyen padiĢahın (1730'da Ġbrahim PaĢa'nın öldürülmesi, padiĢahın da tahttan indirilmesi ile sonuçlanan) giriĢimlerine baĢlıca neden, Rusya'nın Deli Petro zamanında izlediği tehditçi siyasettir. III. Mustafa'nın (1757-1773) aynı yolda yaptığı giriĢimlerin daha az ilintilik ve daha bilinçli olduğuna inanılamaz. III. Mustafa Batı'nın üstünlüğünü kabul etmekle beraber, bu yadsınamaz üstünlüğün nereden geldiğini ve ne olduğunu anlamaktan çok uzaktı. O kadar uzaktı ki Resmi Ahmet Efendi'yi, hayranı olduğu II. Frederich'ten iki müneccim baĢı istemekle görevlendirmiĢtir: Frederich'in giriĢtiği savaĢlardaki baĢarılarını müneccimlerinin yeteneklerine bağlıyor, tasarladığı savaĢları ilan etmek veya etmemek konusunda ve elde edeceği sonuçlar üzerinde onlara danıĢmak istiyordu. On-on iki yıl sonra, Kırım'ın elden gitmesini izleyen dönemde Halil PaĢa'nın giriĢtiği yenilik hareketlerinin de daha bilinçli nedenlere dayandığı savunulamaz. III. Selim'in büyük cüretle giriĢtiği daha köklü yenilik hareketi, varlığı açıkça tehdit edilen imparatorluğu korumak amacını güdüyordu. Kolayca tahmin edileceği gibi, bu hareketten en baĢta subay sınıfı yararlanmıĢtır; çünkü -ne donatım, ne talim ve eğitim, ne de örgütlenme bakımından Batılı ordularla baĢa çıkamayacak duruma düĢmüĢ olan- Osmanlı ordusunu modernleĢtirmek için duyulan zorlayıcı gereksinim, padiĢahı subayların Fransızca öğrenmelerine izin vermeye itmiĢtir. Öbür okullarda yasak edilmiĢ olan resim dersinin askeri okula sokulması aynı zorunluluktan ileri gelmiĢtir. Öte yandan, Avrupa devletlerinin baĢkentlerinde ilk kez kurulan elçilikler, sınırsız bir gururun ve her bilimin Kuran'da bulunduğuna iliĢkin inancın o güne kadar bilmezlikten geldiği Batı evrenine açılma yolunda atılmıĢ ilk önemli adımı oluĢturmuĢtur.(4) O dönemde Osmanlı toplumunun ruh ve kültür durumu üzerine fikir edinmek için, III. Selim'in öldürüldüğünü ve sorunların özüne inip onlara bir çözüm bulma gücünden yoksun olmakla beraber, gene de dinsel inançlara belirli bir ölçüde aykırı düĢen yeniliklerinin ortadan kaldırıldığını anımsamak yeterlidir. Fakat gerçeklerin ağırlığı o kadar büyük, kendini koruma içgüdüsü her duygudan o kadar daha güçlüdür ki, çıkarcı kör tutuculuğa rağmen, II. Mahmut (1808-1839) bir kez daha devleti modernleĢtirmek iĢine giriĢmekten kendini alamamıĢ ve ilk olarak, her yenilik hareketinin karĢısına dikilen baĢlıca engeli yok etmek amacı ile, Yeniçerilerin kılıçtan geçirilmesini emretmiĢtir; sonra, öğretimin Fransız dili ile yapıldığı bir tıp okulu ve Fransızların Saint-Cyr okulunu örnek tutan bir askeri okul kurmuĢtur. Böylece, 1856 yılında, oğlu Abdülmecid (1839-1861) tarafından ilan edilen Tanzimat dönemine varılır. Avrupa'nın etkisi artık her alanda duyulur hale gelmiĢtir. Ġmparatorluğun Avrupa vilayetlerine yayılmakta gecikmeyen ulusculuk akımının ve Batı ülkelerinde anayasalı bir düzen kurmak için giriĢilen savaĢımın yankıları Osmanlı baĢkentinde büyük olmuĢtur; Ġstanbul'da da parlamentolu bir düzen kurma yanlısı güçlü bir akım belirmiĢtir. Ancak, padiĢahın rızası ile ilan edilen anayasal düzen, özgürlük için çok kaypak bir güvence idi; Birinci MeĢrutiyet'in ilan edilmesi ile kaldırılması bir olmuĢtur. Ġkinci MeĢrutiyet saray tarafından değil, saray dıĢında oluĢan ve gittikçe güçlenen -asker ve sivil- aydınlarca ilan edilmiĢtir. Birkaç yıl sonra Birinci Dünya SavaĢı'nın patlak vermesi ve Alman Ġmparatorluğu ile Avusturya - Macaristan Ġmparatorluğu'nun yenilgisi ile sonuçlanması, yaĢlanmıĢ Osmanlı Devleti'nin esasen sallantıda olan askeri, siyasal ve ekonomik düzeninin ve çökmeye yüz tutmuĢ kuruluĢlarının yok olmasını daha da çabuklaĢtırmıĢtır. Ġlk anda, önce padiĢahların, daha sonra Avrupa eğilimli küçük bir aydın zümresinin giriĢtiği yenilik hareketinin Osmanlı Devleti'nin yıkıntıları arasında göçüp gideceği sanılmıĢtır. Batılı devletler Osmanlı ordularının fethettikleri toprakları aralarında paylaĢmakla yetinmeyip, Anadolu'ya da el atınca, tek tek direnme odakları oluĢmuĢtur. Ünlü bir general, Mustafa Kemal, 19 Mayıs 1919'da Samsun'a ayak basarak Türk ulusunun temsilcilerini kongreye çağırmıĢ ve direniĢi örgütlemiĢtir. Bu andan itibaren, ilk dönemi KurtuluĢ SavaĢı'nın gümbürtüsü içinde geçen Türk ihtilalinin tarihini izleyebilmek, ruhunu kavramak, bu ihtilalle geçmiĢ dönemlerde giriĢilen yenilik hareketleri arasındaki öz farkını anlayabilmek için, büyük olayın protagonistini, baĢ kahramanının kiĢiliğini her yönü ile tanımak gerekir (5). Atatürk daha iĢin baĢında son amacın ne olduğunu kesinlikle saptamıĢtı (6); bu yüzden Türk ihtilali, güçlü bir zihnin tasarlayıp gerçekleĢtirdiği bir baĢarılar dizisidir. Ġhtilal mantıklı ve uyumlu bir geliĢim gösterir (7).

Page 21: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

Atatürk, seyrek görülen bir siyasal öngörü ile, aleyhte olan koĢullardan yararlanmasını bilmiĢtir; hatta denebilir ki Türk ulusuna indirilen her darbe onun amaca doğru yeni bir adım atmasına vesile olmuĢtur. Batılıların savlarına sahip çıkarak, onlara kendi silahları ile karĢı koymuĢ, Wilson'un ilkelerini en elveriĢsiz koĢullarda eĢi olmayan bir ustalıkla kullanarak ulusal bilincin uyanmasını sağlamıĢtır; bu uyanıĢ yalnız Ġstanbul'da küçük bir aydın zümreye özgü kalmamıĢ, ülke çapında olmuĢtur (8). Ġzmir'in iĢgali ona, Harbiye Nazırı'na gönderdiği bir telgrafta, halkın heyecanının ve bu heyecanın neden olduğu gösterilerin kontrol edilmesi çok zor bir güç kaynağı olduğunu ima etmek için vesile olmuĢtur (9). Ulusal iradeye dayanan bir hükümetin kurulması yolunda ilk adım böylece atılmıĢ oluyordu. Nitekim, aynı yılın ağustos ayı baĢında, Erzurum Kongresi'nin çalıĢmalarını bitirmesi üzerine yayınlanan bildirgede "kuvayı milliyeyi âmil ve iradei milliyeyi hâkim kılmanın esas olduğu" ilan ediliyordu (10). Çok geçmeden, Damat Ferit PaĢa hükümetinin iĢlediği hatalar, ona bu halk heyecanını, Ġstanbul'daki kabineyi yıkacak güçte bir kamuoyuna dönüĢtürme fırsatını vermiĢtir (11). Bununla da yetinmeyerek, Ġtilaf Devletlerine etkili birer önlem gibi görünen Ġstanbul'un iĢgali ve Osmanlı parlamentosunun dağıtılması olaylarını yeni bir fırsat bilmiĢ ve bundan, padiĢahın artık hareket özgürlüğünü yitirdiğinin kanıtlandığı savı ile, Meclis'i Ankara'da toplamak ve "Büyük Millet Meclisi Hükümeti"ni kurmak için yararlanmıĢtır (12). Büyük ihtilal böyle baĢlamıĢtır. Bu ihtilal, büyük bir askerin ve çok büyük bir devlet adamının, fakat hepsinden çok Türkiye'de -hatta bütün Batılı olmayan evrende- Batı'nın kurumlarını ve kültürünü en iyi anlamıĢ olan ve onları herkesten iyi değerlendirmesini bilen geniĢ kültürlü bir fikir adamının eseridir. Yenilikçi padiĢahların tersine, Atatürk hanedan çıkarlarına bağlı değildi, gücünü Tanrısal iradeden almıyordu; bu nedenle de, yenilikçi padiĢahlar gibi, Osmanlı toplumunun manevi zincirlerden kurtarılmasına en büyük engeli bizzat kendisi oluĢturmuyordu. Atatürk, Batılı olmayan bir toplumun tarihinde ilk defa olarak halka baĢvurmuĢtur; bağımsızlığın elde edilmesinde ve demokratik bir devletin yaratılmasında halkla birlikte çalıĢmıĢtır. YaĢamı ve eseri üzerine çok yazılmıĢtır, ama hiçbir tarihçi söylevlerinde beliren kiĢiliğine uygun bir manevi portresini çizmemiĢtir. Oysa, söylevlerini okurken Atatürk'ün göz önünde beliren manevi kiĢiliğinin bir yana bırakılmaması gerekir; çünkü 1919'dan ölüm tarihi olan 1938 yılına kadar geçen olayların en derin nedenlerini akla uygun ve doyurucu biçimde açıklayabilmek için onun kiĢiliğinin tuttuğu ıĢığa gereksinim büyüktür. Söylevlerinde, kahraman ve Ģövalye ruhlu bir insan olarak belirir; ulusu için savaĢım veren bir Ģövalyedir; bazen, utangaçlığa çok benzeyen alçak gönüllülüğü kendisinden söz etmesine engel olur (13); dünyayı gerçekçi gözle görür (14), fakat gerçeği, gerçeklerin en yalınını, kendi ideal amaçlarına yöneltmesini bilir; olaylara egemen olmak ister ve olur (15). Türk ulusundan söz ettiği zaman, sözlerinde insanlık duygularının titreĢtiği hissedilir: Türklerin çok daha mutlu bir geleceğe layık oldukları fikrinin onu baskı altında tuttuğu, bu fikirle yanıp tutuĢtuğu bellidir. Fakat o bütün insanlara (16), bütün uluslara saygı duyar (17); insanların acılarına saygılıdır (18). Bizzat kendisi çektiği acılarla yücelmiĢtir (19). Karakteri Yunan tragedyalarındaki kahramanların karakterine benzer: Tıpkı Sophokles'in kahramanları gibi, Ģiddetle arzular ve duyguları bilinçli birer fikre dönüĢünce, yalnız bu fikirlerin mantıksal gücü ile savaĢıma atılır. Gözler, yargılar, değerlendirir: Hak ve hukukun, sağduyunun, mantığın, onur duygusunun bir Ģeyin yapılmasını gerektirdiğine inandı mı, hukukun, mantığın, adalet duygusunun, onur duygusunun yengisi için çalıĢır. Sık sık doğal hukuktan (20), meĢruluk ilkesinden (21), insanlık halinin sınırlılığından söz eder (22). Hakkın gücüne inanır; inancı sarsılmaz bir inançtır; insan bazen Demosthenes'i okuduğu sanına kapılır (23). Bazen Perikles'e benzer (24). Üslubu ölçülüdür, fakat canlandırdığı bazı hayallerin görkemi Aiskhylos'u anımsatır (25). Çok güçlü bir konuĢmacıdır. Kendini sözlerinin hızına kaptırdığı hiç görülmez; duyguları üzerinde kurduğu egemenlik tamdır; tumturaklı sözlerden kaçınır. Ġnfial edip coĢtuğuna çok az raslanır; o durumlarda bile kendi üzerindeki egemenliği elden kaçırmaz (26). Meclis'te söylediği bir söylevin bir bölümü vardır (27): o satırları okurken, sözlerindeki Ģiddet; infialinin taĢtığı anlarda bile berraklığını koruyan muhakemesi; sorunları en gizli noktalarına varıncaya kadar deĢen keskin irdeleme gücü ve özellikle karĢısındakine hiçbir kaçamak bırakmayan o art arda kanıt sıralama yeteneği karĢısında insan büyülenmiĢ gibi olur. Büyük Nutuk'un sonunda, olağanüstü bir yasa ile ülkenin mutlak efendisi olmaya yeltendiği yolunda ileri sürülen suçlamalara karĢı kendini savunurken, onu konuĢturan duygunun, kökü derinlerde olan bir onur duygusu olduğu hissedilir (28). Bazen ülkesinin geleceği söz konusu

Page 22: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

olduğu zaman, heyecanlı hayallerinde bir an için, bir cümle süresince, lirik bir eda parlayıp söner (29). Fakat bunlardan çok, insanı, düĢüncesinin derinliği ve berraklığı etkiler (30). insan hayret içinde kalır; nasıl bir eğitimden geçtiğini merak eder olur. Ama bugüne kadar bu konuda doyurucu bir inceleme yapılmıĢ değildir. Ancak Ģu kadarı kesindir ki toplumda çağın en parlak kiĢilerinin harp okulu ile tıp okulunda yetiĢmiĢ olmaları bir raslantı değildir; çünkü Osmanlı toplumunda yalnız bu iki kurum, öbür eğitim kurumları arasında, Batı'yı örnek tutmuĢ bulunuyordu (31). Bu nedenle bu iki okul dinin dogmatik zihniyetinin bir ölçüde de olsa dıĢında kalabilmiĢtir; öte yandan askerlik sanatı olsun, tıp sanatı olsun, her ikisi gerçeklere dayanan sağlam bir muhakeme gücüne gereksinim gösteriyordu. Ayrıca, bu okullarda Fransızca okutuluyordu; bu da en yetenekli ve meraklı öğrencilere Fransız düĢüncesi ve Fransız kültürü ile iliĢki kurma olanağını veriyordu. Bu öğrencilerden biri Atatürk'tür. Onun bir özelliği de, bir bakıĢta geniĢ ufukları kavrayabilmesidir; ele aldığı her konuyu enine boyuna tanımak ister, çünkü bütün tanınmadıkça onun herhangi bir bölümü üzerinde sağlıklı bir yargıya varılamayacağına inanır. Arzusu, tüm toplumun, iyi bir askerin savaĢ sanatına nüfuz etmek için gereksindiği olumlu ve akılcı ruhla yönetildiğini görmektir (32). Her Ģeyin kaynağına inmek aklının vaz geçmediği bir gereksinimdir (33); öyle anlaĢılıyor ki bu özelliği onu Batılı olmayan evrende hiçbir kiĢinin eriĢemediği bir fikir özgürlüğüne kavuĢturmuĢtur. Onun fikir özgürlüğü mutlak ve egemendir: bu yüzden Doğu ile Batı'nın arasını bulmak gibi boĢ çabalarla vaktini harcamamıĢ, ihtilal yolunda cüret ve bilinçle yürümek olanağını bulmuĢtur (34). Gözlemlerinin, yargılarının ve uygulayıcı eylemlerinin temeli Batı düĢüncesidir; fikirleri ve davranıĢları bu düĢüncenin çevresi içinde anlam ve değer kazanır. Olayları yorumlarken, tasarlanan planları doğrular ve kabul ettirirken, ölçü olarak Batı'nın değerlerinin alır (35). Batılı olmayan evrende gelmiĢ geçmiĢ aydın kiĢiler arasında en aydın ruhlu olanı odur. MeĢrutiyetçi fikirlerin etki alanına giren çevresi, askeri okuldaki öğrenimi, Fransız ihtilali üzerine edindiği bilgiler, tanığı olduğu büyük sarsıcı olaylar ve özellikle muharebe meydanlarında yakından tanımak fırsatını bulduğu ulusunun düĢtüğü durumdan duyduğu elemle kendisini bağımsızlığını yitirmiĢ bir toplum çocuğu olarak görmekten duyduğu eziklik (36), yaralanan onuru, ona, Batılı olmayan toplumların ruhunu doğuĢtan tutsak eden zincirleri koparıp atma gücünü vermiĢtir (37). Dehası ona en büyük hakikatlere ermenin yolunu göstermiĢtir: sezi halinde bir tarih bilinci düĢüncelerini aydınlatır (38). Tarihe karıĢan yüzyıllara baĢvurduğu zaman, aradığı bir örnek, mutlak bir hakikat değildir. Amacı, bir geleneği, bir göreneği tarihsel geliĢimi içinde inceleyip hakkında yargıya varmak ve Ģu ya da bu geleneğin, Ģu ya da bu göreneğin belli bir çağın toplumsal koĢulları ile ilintili olduğunu, hepsinin insanların eseri olduğunu, bu nedenle yeni gereksinimlerle uyumlu hale getirilebileceklerini, daha doğrusu getirilmeleri gerektiğini kanıtlamaktır (39). Gerektiğinde bir kelimenin etimolojisini ele alır (40); toplumsal ve siyasal kurumların tarihini açıklamak için yüzyılların gerisinde klasik çağa eriĢir (41). YaĢamı sever ve Türk ulusunun da yaĢamı sevmesini ister. YaĢam onun için sürekli bir savaĢım ve sevinçtir. Atatürk büyük bir humanisttir (42). Atatürk'ün bir eylem adamı olduğu, onda bir düĢünürde aranacak niteliklerin aranamayacağı biçiminde sav yaygındır. Ancak, baĢ kahramanı olduğu olaylara bir göz atmak bile aksi kanıyı uyandırmaya yeterlidir. Atatürk Samsun'a ayak basmadan önce de yüklendiği tarihsel görevin ne olduğunu saptamıĢ ve amaca varmak için uygulayacağı programı kesinlikle tasarlamıĢtı. Kendisini olayların akıĢına hiçbir zaman kaptırmayıp, tam tersine onları kendi lehinde yönlendirmeyi, onlardan yararlanmayı baĢarmıĢ olması da, esasen, bu bilinçliliği ile açıklanabilir. Fikirlerinin berraklığı, kurucusu olduğu kurumlarda yansıyan dahiliğinin parıltıları, ona çağdaĢ Ġslam evrenini en büyük düĢünürlerinin eriĢtikleri noktanın çok ötesinde, çok üstünde ayrı bir yer sağlamaktadır: söylevlerinin incelenmesinden edinilen kanı budur. Eseri insanın karĢısında anıtsal bir gerçek olarak durduğu için, Atatürk'ün fikir yönü gözden kaçmaktadır. Fikirlerini gerçekleĢtirmeyi baĢarmıĢ olması adeta bir kusur gibi yüzüne vurulmak istenmektedir: oysa fikirler, gerçekleĢmekle, ideal düzeydeki anlamlarını ve değerlerini yitirmezler. Dendiği gibi, onu eyleme iten, düĢüncesidir. DüĢüncesi o kadar güçlü ve özgün bir düĢüncedir ki, nedeni ve parçası olduğu eylemleri, yepyeni bir ıĢık altında görür, onlara yeni boyutlar kazandırır. Gerçekten de yetenek sahibi herhangi bir Türk generali direnme hareketinin baĢına geçip günün birinde Sakarya kıyılarında yurdu istila eden düĢmanla muharebeye tutuĢabilir ve onu yenebilirdi. Ancak, ''kahraman Türk neferinin Anadolu muharebelerinin manasını anlaması, yeni bir mefkûre ile muharebe etmesi'' yalnız Atatürk tarafından sağlanabilirdi. Muharebeyi izleyen günlerde, uyanan bu yeni bilinci, ülkeyi coĢturan bu yeni ideali gözleyen bizzat kendisidir (43). Atatürk yalnız

Page 23: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

geleneksel düĢüncenin sınırlarını parçalayıp kolayca aĢan bir devrimci değildir; o aynı zamanda olaylara olduğu kadar kendi düĢünce dünyasına bilincinin ıĢığını tutan bir düĢünürdür. Devrimi sürdürerek, ilkeleri uyarınca saltanatı ve daha sonra hilafeti ortadan kaldırıp cumhuriyeti ilan ettiği, birtakım cüretli atılımlarla ülkenin genel görünümünü değiĢtirdiği yıllar boyunca, Sakarya Muharebesi yeni bir anlam ve önem kazandı (44). Sakarya Muharebesi Doğu'nun Batı uygarlığını Batı'ya karĢı savunduğu muharebe olarak tarihe geçmeye hak kazandı. Öte yandan eylemini, KurtuluĢ SavaĢı ve cumhuriyet dönemleri olmak üzere, iki döneme ayırmak âdet olmuĢtur. KurtuluĢ SavaĢı'nda asker olarak parlak zekâsını ortaya koyduğu, cumhuriyetin ilanından sonra ise devlet adamı ve reformcu olarak sivrildiği ileri sürülür. Bu sav, eserini çok yanlıĢ ya da maksatlı açıdan görenlerin savıdır. Çünkü yazılı ve sözlü beyanları hiçbir kuĢkuya yer bırakmayacak bir kesinlikle tam tersini kanıtlamaktadır. Devrimin özünü oluĢturan esaslar 1919-1923 yılları arasında hem uygulamaya temel olmuĢ, hem de birer ilke olarak dile getirilmiĢtir. Bu da göstermektedir ki cumhuriyet döneminde baĢarılan iĢler ne kadar önemli bir ve çarpıcı olursa olsun, gene de bu öncüllerin doğal ve zorunlu birer sonucudurlar. Gerçekten, Wilson ilkelerine baĢvurmak ve böylece imparatorluğun ve saltanatın temelini oluĢturan Osmanlılık ilkesine ilk ciddi darbeyi indirmek suretiyle Türk ulusçuluğu esaslarına dayanan programı kaleme alması, Samsun'a ayak basmasını izleyen günlere raslar. Gene o günlerde ulusal egemenlik ilkesinin ilanını hazırlayan beyanlarda bulunur. Milli Misak ve anayasa, savaĢa giriĢilirken kaleme alınmıĢtır: bunu belirten bizzat kendisidir (45). Ayrıca, ekonomik temelleri sağlam bir devlet yaratılmasını (46), akılcı ve ulusçu bir eğitim kurulmasını, cumhuriyetin ilanından önce talep etmiĢtir (47). Nihayet, savaĢ süresince çok büyük ihtilalin gerçekleĢtiğini idrak eden gene kendisidir (48). Atatürk'ün çok yönlü kiĢiliğini daha iyi anlamak için bir özelliği göz önünde tutulmalıdır: Atatürk Türk ulusunun ortak bir duygusunu, din duygusunu sömürmekten -bunun tükenmez bir manevi güç kaynağı olacağını bildiği halde- kesinlikle ve sistemli olarak kaçınmıĢtır. Hiçbir zaman müttefiklere ve Yunanlılara kutsal savaĢ ilan etmemiĢtir (49). Ulusçuluk ilkesini bayrak edinmiĢ ve yığınların anlayıĢsızlığını yenmek zorunda kalacağını (50) Ģiddetli bir direnme ile karĢılaĢacağını bildiği halde, ulusta bu yeni bilinci uyandırmaya çalıĢmıĢtır. Bu yüzden Anadolu'da yer yer ayaklanmalar olmuĢtur; onun bu, temel ilkeler konusunda ödün vermeme kararı, Ankara hükümetinin direniĢi örgütleme çabasını çok güçleĢtirmiĢse de, toplumu ileride baĢlatılacak olan yenilik hareketlerine hazırlama bakımından yararlı olmuĢtur. Bu kadar aydınlık ve berrak bir zekâya sahip olan bir insanın kendi eserinin anlam ve değerini kavrayamayacağı düĢünülemez. Hukuk okulunun açılması münasebeti ile Ankara'da söylediği söylevde (51) devrimin geçirdiği aĢamaları ana hatları ile dile getirir: Atatürk'ün gözünde baĢarılan ihtilal o denli önemli ve geçmiĢ ihtilallerin hepsinden nitelik bakımından o kadar farklıdır ki ona bir baĢka adı vermek gerekir (52); gerçekten de, bu ihtilal sayesinde Türk toplumu tümüyle dünyaya dönük -yani akılcı ve laik- yepyeni bir zihin yapısı edinmiĢtir. Atatürk'ün kiĢiliğini ve eserini incelemiĢ olan tarihçileri yanıltan çeĢitli etkenlerin var olduğu kabul edilmelidir. Mussolini'nin ve Hitler'in çağdaĢı olması, birtakım karĢılaĢtırmalara ve benzetmelere yol açmıĢtır: günün geçerli yöntemi olan pragmatik ve pozitivist yöntem bu yoldaki çalıĢmalara hız kazandırmıĢtır. Ancak pragmatik ve pozitivist yöntem her Ģeyin yüzeyinde kalan, derine iĢlemeyen bir yöntemdir: böyle olduğu için de, geçerli bir yöntem olabilmesi ya da hiç olmazsa, büyük yanılgılara yol açmaması için, bizzat olayların akla ve mantığa uygun olmaları ve gene akla uygun ve mantıklı koĢullardan kaynaklanmaları gerekir. Ne var ki bu yöntem Batı evreninden, yani içinde doğduğu evrenden farklı bir evrenin sorunlarını incelemek için kullanıldığı zaman tümüyle yetersiz olduğunu ortaya koymakta gecikmemektedir. Pragmatik yöntem Atatürk'ün, tıpkı Mussolini ve Hitler gibi, ülkede tek partili bir düzen kurmuĢ olduğunu saptamakla yetinir. Gözlemleri bu olay üzerinde odaklanır; değiĢik ülkelerde aynı sonucu doğuran çok değiĢik ve özel koĢulların bulunabileceğini hesaba katmaz ve böyle bir araĢtırma ile kendini görevli saymaz: olayların nedenlerini incelemeye yanaĢmaz. Güdülen amaçların ne olduğu ile de ilgilenmez. Oysa Atatürk ile Avrupalı diktatörler arasındaki büyük fark, güdülen değiĢik amaçlardadır. Mussolini ile Hitler Fransız ihtilalinin ilkelerine cephe alırlar ve demokrasinin kokuĢmuĢ bir yönetim biçimi olduğu savı ile aslında diktatörlüğün övgüsü olan yeni bir devlet kuramı oluĢturmaya uğraĢırlarken, ''diktatör'' Atatürk kent kent dolaĢıyor, cumhuriyet rejiminin yararlı yanlarını anlatmaya çalıĢıyordu: ''Cumhuriyet idaresi faziletli ve namuskâr insanlar yetiĢtirir; sultanlık korkuya, tehdide müstenit olduğu için korkak, zelil, sefil, rezil insanlar yetiĢtirir'' diyordu (53). Takriri Sükûn yasasının yürürlükte olmasından yararlandıysa ''yalnız ve ancak bir noktai

Page 24: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

nazardan istifade etmiĢtir... O noktai nazar Ģudur: Türk milletini, medeni cihanda, layık olduğu mevkiye ıs'at etmek ve Türk Cumhuriyeti'ni sarsılmaz temeller üzerinde, her gün, daha ziyade takviye etmek için'' yararlanmıĢtır. Bu ise, ancak bir koĢulla, ''istibdat fikrini öldürmek'' koĢulu ile olanaklıydı (54). De facto diktatörce olmakla beraber, kurulan rejim demokrasi ilkelerine inancını ilan eden ve toplumu demokratik ideale göre eğitmeyi amaç edinen bir rejimdi (55). Nesnelerin gözle görülür somutluğundan baĢka gerçek tanımayanlar için bu oldukça karıĢık bir durum gibi gözükebilir; ancak, ister çapraĢık diye nitelensin, ister öngörüĢlü olarak kabul edilsin, bu davranıĢ Türk toplumuna 1945'te çok partili rejime geçme ve ülkeyi herhangi bir bunalıma sürüklemeksizin, 1950 seçimlerinde bir çeyrek yüzyıl süre ile ulusun yazgısını elinde tutmuĢ olan Cumhuriyet Halk Partisi'ni iktidardan uzaklaĢtırma olanağı vermiĢtir. Eserinin yanlıĢ anlaĢılmasına yol açan ikinci bir etken, 1917'de Rusya'da patlak veren komünist ihtilalidir. Atatürk'ün siyasal ve toplumsal kurumların laikleĢtirilmesi için gösterdiği çaba, kötü niyet ya da bilgisizlik yüzünden, Marksizmin öğretisel ateizmi ile sık sık karıĢtırılmıĢtır (56). ĠĢte bu çeĢit yanılgıların önlenmesi ve Atatürk üzerine bugün hâlâ özlemi duyulan ciddi bir eserin yazılabilmesi için, onun Meclis'te ve Meclis dıĢında söylediği söylevleri ve özellikle 1927 yılında okuduğu büyük Nutuk'unu okumak ve iyi anlamak gerekir. Bu o kadar kolay bir iĢ değildir; çünkü Atatürk'ün düĢüncesini ve eserinin taĢıdığı anlam ve değeri gerçekten anlayabilmek için iki ayrı evreni kapsayan geniĢ bir bilgiye gerek vardır: Batı'nın hümanist değerlerini olduğu kadar, kuramsal eserlerden çok günlük hayatın gerçekliğinde beliren Ġslamlığın ruhunu tanımak zorunluluğu vardır. Oysa, Batılı bilginler genellikle devrimin, kendi evrenlerine hiç de yabancı olmayan amaçlarını çok iyi anlamakla beraber, devrimin fikirsel ve manevi alanlarda harcamak zorunda kaldığı çabayı ölçecek, devrimin taĢıdığı evrensel nitelikteki değeri kavrayacak güce sahip değildirler; bunun nedeni, bir yandan Batılı olmayan dünyayı tanımamaları, bir yandan da kullandıkları pragmatik yöntemdir. Doğulu bilginlere gelince, bunlar Batı'yı çok yüzeysel bir biçimde tanımaktadırlar ve Atatürk'ün çağdaĢ uygarlık düzeyine ulaĢma yolunda harcadığı çabanın büyüklüğünü değerince anlamakla beraber, devrimin gerçek amaçlarının ne olduğunu saptamak ve dolayısıyla devrimi fikir düzeyinde değerlendirmek gücünden yoksundurlar. Ruhuna eriĢilmesi ne kadar zor olursa olsun, Nutuk Atatürk'ün kiĢiliğini ortaya koymak isteyen için en önemli kaynaktır. Böyle olduğu halde, bugüne kadar hiçbir ciddi incelemeye konu edilmemiĢ olması dikkat çekicidir. Onu gerçekten anlayanlar için, Nutuk edebi ve tarihsel değeri ilk bakıĢta göze çarpan önemli bir eserdir. Bizim kanımıza göre, Nutuk biçim ve içerik bakımından Türk nesrinin en büyük eseridir. Tarih eseri olarak, değeri her ölçünün üstündedir: tarih eserinden olayların gerçeğe uygun bir anlatımı ve mantığa uygun bir yorumu anlaĢılıyorsa, 1919-1927 yılları arasında yer alan olayların bu anlatımından ve bu yorumundan daha kusursuz bir Ģey düĢünülemez; çünkü yazar o olayları tasarlayıp gerçekleĢtiren insandır. Böylece Thukydides'in dilediği ideal durum oluĢmuĢ olmaktadır (57). Atatürk'ün söylevi, tıpkı Thukydides'in tarihi gibi, bir tarih ve sanat eseridir ve nasıl Thukydides'in eserinde devlet adamlarına atfedilen söylevler çıplak olarak fikir yönünden aydınlatıyorsa, Atatürk'ün Nutuk'unda da gönderilip alınan telgrafların metinleri okuyucuyu KurtuluĢ SavaĢı'nın manevi ortamına sokuyor (58); bununla da kalmayıp, geçen olayların en derin nedenlerini ortaya koyuyor. Nutuk'a geçirilen bu metinler, birer gerçek belgedir; bu nitelikleri ile Thukydides'in tarihine serpiĢtirdiği söylevlerden daha büyük bir değer taĢırlar. Bundan daha önemli olmak üzere, o metinler bize asıl savaĢımın muharebe meydanlarında değil, telgraf makinelerinin baĢında sürdürüldüğünü göstermektedir. Değinilmesi gereken önemli bir konu daha var: Atatürk devriminin fikirsel değerini hiçe indirmekte çıkarı olanlar, onun eserinin geçmiĢ çağlarda giriĢilen reform hareketlerinin yalnızca bir devamı olduğu görüĢünü ileri sürerler; kiĢisel bir yargıya varma gücünden yoksunluğu bilimsel nesnelliğe sıkı bir bağlılık biçiminde anlayanlar da bu sava katılırlar. Devrimin önceki dönemlerin olaylarını izlediği, önceki dönemin tarihine bağlandığı kuĢkusuz yadsınamaz. Ancak Atatürk'ün düĢüncesi ile Osmanlı yenilikçilerinin düĢüncesi arasındaki farkın öz farkı olduğu da ancak körü körüne yan tutanlarca reddedilebilir. Bu fark bir derece farkı değil (59), bir nitelik ve ruh farkıdır. Özellikle ticaretle ilgili birçok maddenin Ģeriat esaslarını açıkça çiğnediğini bildiğimiz Mecelle'nin hazırlanması ile -Ġsviçre vatandaĢlık yasasının hemen hemen eksiksiz bir çevirisi olan- Türk vatandaĢlık yasasının 4 Nisan 1926 tarihinde Türkiye'de yürürlüğe konması ve böylece yeni bir hukuk düzeninin kurulması arasındaki fark ne ise, bu iki düĢünce arasındaki öz farkı odur (60).

Page 25: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

Aynı zamanda Peygamber'in temsilcisi olması dolayısıyla, uyruklarının dünyasal ve ruhsal efendisi durumunda olan bir hükümdarın, kurulmasına razı olup izin verdiği bir parlamentolu rejimle, ulusal egemenlik ilkesine dayanan cumhuriyetçi ile laik bir rejim arasındaki fark ne ise, o iki düĢünce arasındaki fark da öyle bir ruh farkıdır. Nihayet, Sokrates'le davranıĢların bir örneğini Platon'un Phaidros'unda gördüğümüz sofistleri karĢı karĢıya getiren bakıĢ açısındaki farklılık ne ise, bu da öyle bir farklılıktır (61). Sokrates, halkın çabucak kanıp inanma mizacı ile alay eden; Oreithyia adlı genç kızın Bora tarafından kaçırıldığına inanmayıp, rüzgârın, kızı, kayaların üstünde arkadaĢı Pharmakeia ile oynarken itip aĢağıya yuvarlamıĢ olacağını düĢünen sofistlerin görüĢüne uymayı reddeder. Eski mythosların bu biçimde, akılcı bir zihniyetle, yorumlanmasında onun için çekici bir yan yoktur; yararını da görmemektedir. Onun tutumu baĢkadır: Bu halk öyküsündeki Ģiir havasını beğenir, ancak bu masalı mantığın ölçülerine vurarak incelemeyi reddeder. Mythosun yeri mythos alanıdır; bu alanı felsefe araĢtırmaları alanından ayrı tutar. Oreithyia ile Bora efsanesi onun gözünde halkın ince ruhunu dile getiren güzel bir masaldır, o kadar. Sofistler ise akılcı yorumları ile efsanenin Ģiir havasını bozmakta, buna karĢılık gerçeği bulgulama yolunda tek adım atamamaktadırlar. Sokrates'in sofistleri eleĢtirmesinin nedeni budur. Aslına bakılırsa, Sokrates geleneklere sofistlerden daha saygılıdır. Ancak yığınlar bunu kavramakta güçlük çekerler; onların kanılarında mantığın yeri pek yoktur. Halk yığınları ciddi bir zihin çabası gösterme gücünden yoksun olduğu için daima ödünlü uyuĢma yoluna sapanlarla beraberdir. Sofistlerin davranıĢı böyle bir ödünlü uyuĢmadan -eski değer yargıları ile yeni görüĢleri birlikte koruma olanağını veren bir ödünlü uyuĢmadan- öteye varmaz. Sofistler mythosu bir yana itmiyorlar; kayaların üzerinde oynarken birdenbire yok olan Oreithyia'nın anısına bir bakıma bağlıdırlar. BambaĢka bir biçimde yorumlamakla beraber onlar efsanenin verilerini kabul ediyorlar. Hiçbir Ģeyi yıkmıyorlar, ortadan kaldırmıyorlar; eski bir öyküyü çağdaĢ anlayıĢa, günün görüĢlerine ve duygularına uydurmakla, yani modernleĢtirmekle yetiniyorlar. Oysa Sokrates yıkıyor, yok ediyor. Tanıma kaynağı olarak mythoslar, tanıma kaynağı olarak ataların aktardığı bilgiler onun için geçersiz Ģeylerdir. Hakikatin kaynağı, devletin manevi ve toplumsal düzenine temel oluĢturan ilkelerin kaynağı onun için artık gelenekler değil, akıldır. Bu durumda sofistler yenilikçidir, ama Sokrates ihtilalcidir. Onun Atina mahkemesi tarafından ölüme mahkûm edilmesinin gerçek nedeni bu ihtilalciliğidir. 29 Ekim 1923'te Cumhuriyetin ilanını izleyen dönem, coĢkulu bir etkinlik ve yaratma dönemidir. Atatürk'ün burada çizilen manevi portresi göz önünde tutulursa, büyük devrimi meydana getiren -laik devletin kurulması, Arapça ve Farsça'nın okullardan kaldırılması, öğretimde çağdaĢ bilimlere ağırlık verilmesi, ülke kapılarının Batı tekniğine açılması, din esasına dayanan yasanın yerine Ġsviçre vatandaĢlık yasasının ve Ġtayan Ceza Yasası'nın konması, Arap harflerinin kaldırılıp Latin harflerinin kabul edilmesi, Avrupalı örneklerine uygun birçok toplumsal ve kültürel kurumlarla birçok eğitim ve sanat kurumlarının kurulması, giyim kuĢamda Batı'ya uyulması(62) gibi- büyük atılımların, bu kadar kısa bir zamana nasıl sığdırılmıĢ olduğu daha iyi anlaĢılır. Birbirini süratle izleyen bu aĢamaların son amacı ülkeyi, önceden ve özenle hazırlanan bir plan gereğince, özü ve görünümü ile baĢtan baĢa değiĢtirmektir. Radikal yenilenmeden Atatürk'ün anladığı, toplumun tümüyle de olsa sadece maddi yaĢamının değiĢmesi değil, onun kültürel ve manevi yaĢamının da özlü bir değiĢmeye uğramasıydı. Yeni değerlerin kabul edilmesini yeterli bulmuyordu; istediği, bu değerlerin kiĢilerin zihnine iĢlemesi, onların zihin habitus'u haline gelmesiydi (63). Pratikte imparatorluğun bütün ticaretini Müslüman olmayan azınlıkların tekeline bırakan ve böylece -dinin koyduğu ticaret yapma yasağının da yardımı ile- Türk ulusunu etkin yaĢamdan uzak tutup onu tam bir hareketsizliğe zorlayan kapitülasyonların kaldırılması, Türk toplumunun bundan sonraki atılımını olumlu yönde etkilemiĢtir. 2- Durgunluk dönemi ve devrimin ideolojik cephesindeki çelimsizlik Ġkinci Dünya SavaĢı gelip çatınca, devletin karĢılaĢtığı yaĢamsal tehlikeden korunma kaygısı, devrim yolunda gösterilen çabaların önce ağırlaĢmasına, sonra da büsbütün durmasına neden olmuĢtur. Sonunda -Atatürk'ün amaçlarından biri olan- çok partili rejimin kurulması ile tam bir durgunluk dönemine girilmiĢtir. Devrimin ortaya koyduğu eseri incelemek, onu yeniden değerlendirmek eğilimi bu yıllarda yaygın bir hal almıĢtır. Bir bakıma, son derece dinamik bir

Page 26: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

yaratıcılık döneminden sonra baĢarılan iĢlerin muhasebesinin yapılacağı bir döneme geçilmesi doğaldı. 1950'lerde beliren yeni durumun çeĢitli nedenleri vardır. Her Ģeyden önce, Atatürk'ün ölümünü izleyen yıllarda, dürüstlükleri ve KurtuluĢ SavaĢı'nda ülkeye ettikleri büyük hizmetler sayesinde halkın saygısını kazandıkları halde, Atatürk'ün cumhuriyetin ilanına götüren cüretli fikirlerine sonuna kadar ayak uyduramamıĢ olan ve bu nedenle devrimciliğin birer temsilcisi olarak görülmelerine olanak bulunmayan insanların yüksek sorumluluk mevkilerine getirilmeleri, toplumun büyük kesiminde ''aĢırı'' davranıĢlardan artık vaz geçilmek istendiği izlenimini kanıya dönüĢtürmüĢtür. Böyle bir manevi ortamda Ġsmet Ġnönü ülkede çok partili bir rejim kurmakla Atatürk'ün eserini biçimsel olarak tamamlamıĢ, ancak bu yeni düzen devrim ruhunun zayıflamasına, sonra da gerilemesine baĢlıca neden olmuĢtur. Böylece devrimin en büyük baĢarılarından biri sayılması gereken demokratik özgürlüklerin geniĢletilmesi, Cumhuriyet rejiminden memnun olmayanlara karĢı saldırıya geçme olanağını vermiĢtir. Ġkinci olarak, çok partili rejime geçilmekle, -evrim derecesi birbirinden çok farklı birer zihin yapısına sahip toplumsal sınıflardan oluĢan- ulusun, elde ettiği oy hakkı sayesinde, bir anda, hiçbir hükümetin göz ardı edemeyeceği büyük bir siyasal güç olarak ortaya çıktığını hesaba katmak gerekir. Üçüncü olarak, dinle ilgili olan ve laik devletin kurduğu yeni toplumsal ve siyasal düzenle halkın inançları arasında baĢ gösteren çatıĢmadan doğan birçok dinsel nitelikteki sorunların gerçekte çözümlenmediği, hatta ele bile alınmamıĢ olduğu kabul edilmelidir. Bundan baĢka savaĢın neden olduğu genel kargaĢalık, ülkenin ekonomik ve mali alanda karĢılaĢtığı büyük güçlükler, silah bırakıĢımını izleyen yıllarda Avrupa'da canlanan yeni birtakım dinci eğilimler, 1950'ler Türkiyesi'nin kültürel koĢullarının incelenmesinde göz önünde tutulması gereken etkenlerdir. Fakat bu durgunluk ve eleĢtiri döneminde iĢin en çok göze çarpan yanı, devrimin ideolojik cephesinin derme çatma bir yapıya sahip olmasıdır. Atatürk'ün uygulamasında üç aĢama saptanabilir. Birinci aĢama Türkiye'nin askeri, siyasal ve toplumsal aĢamasıdır. Ġkincisi, ekonomik aĢamadır; Ġzmir'de toplanan ekonomi kongresini bu aĢamayı muĢtulayan ilk belirti olarak görebiliriz (64). Üçüncü aĢama ise baĢarılan iĢlerin ideolojik bir sistem içine oturtulması aĢamasıdır. Ancak bu aĢamada yalnızca iki bilim kurumunun, Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumu'nun kurulduğuna tanık olunmaktadır. Atatürk'ün erken ölümü, eserini fikir düzeyinde değerlendirme isteğinin gerçekleĢmesine engel olmuĢtur (65). Güçlü bir zekânın tasarladığı devrim, Fransız ihtilalinin tersine, fikir düzeyinde hiçbir köklü hazırlığa dayanmıyordu: devrim, yalnızca Atatürk'ün olağanüstü kiĢiliği ile gördüğü büyük saygınlık sayesinde, bir de Türk ulusunu bir önder etrafında toplanmaya iten ve Atatürk tarafından zaman zaman büyük ustalıkla değerlendirilen olaylar sayesinde gerçekleĢme olanağını bulmuĢtur. Bu önder, kölelikten kurtarmak istediği ulusundan yalnızca savaĢma meydanında canını vermesini istememiĢ, daha büyük bir özveri çağrısında bulunarak çok daha çetin bir yolda -toplumun özüne inen büyük bir manevi kalkınma savaĢımında- peĢinden gelmesini talep etmiĢtir. Türk devrimi, kölelik yaĢamına alıĢık olmadığı için bağımsızlığını ne pahasına olursa olsun korumak isteyen bir ulusun gösterdiği olağanüstü bir çabanın sonucudur. O günlerin çetin koĢulları altında halkça gösterilen ve Atatürk'e planını gerçekleĢtirme olanağını sağlayan yüksek görev duygusu ve büyük anlayıĢ, onun ulus olarak varlığını sürdürme iradesinden kaynaklanmaktadır. Devrim pragmatik düzeyde gerçekleĢmiĢtir; devrim, gücünü sistemli bir biçimde yayılıp telkin edilmeye çalıĢılan ilkelerden değil, önderinin ileri görüĢlülüğü ve azminden olduğu kadar ulusun gururundan ve önderine bağlılık ve minnet duygularından almıĢtır. Ancak devrimin en büyük eksikliği, yetiĢen yeni kuĢakların cumhuriyetin kurduğu kurumların ruhunu ve bu kurumların dayandığı ilkeleri daha iyi anlayıp benimsemelerine yol açacak; dolayısıyla onları, devrim kuĢağının pragmatik düzeyde baĢardıklarını fikir düzeyinde değerlendirmeye yetenekli kılacak bir eğitim sistemi yerleĢtirmemiĢ olmasıdır. Eğitim alanındaki baĢarısızlık, devrimin değerlendirilmesi konusunda dün olduğu kadar bugün de duygular ve olaylar düzeyinin ötesine geçilmesine olanak vermemektedir. Öbür yandan duyguların, kendilerini doğuran nedenlerin unutulup gitmesi ile ve genellikle, aradan bir süre geçtikten sonra, doğal olarak zayıflayıp söndükleri göz önünde tutulursa, bu durgunluk ya da yeniden gözden

Page 27: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

geçirme dönemi diye adlandırabileceğimiz dönemin devrimin aleyhine dönüĢmesi beklenmedik bir sonuç değildi. 3- Batılıların modern Türkiye üzerindeki görüĢleri Her Ģeyden önce Atatürk devriminin Ġslamologların ilgisinin dıĢında kalan bir inceleme alanı olduğunu belirtmek gerekir; çünkü Ġslam bilginleri dikkatlerini doğal olarak Arap evrenine çevirirler; bunun da nedeni Kuran dilinin Arapça olması ve çeĢitli Ġslam kültürlerinin Arap uygarlığının klasik dönemine az ya da çok idealleĢtirdikleri bir örnek olarak bakmalarıdır. Öte yandan, Osmanlı Ġmparatorluğu kendi baĢına bir konu olarak ele alınmayıp, daha çok kültürünün kaynağı olan Arap evreni, Bizans Ġmparatorluğu, Ġtalyan deniz cumhuriyetleri ve nihayet büyük Avrupa devletleri ile kurduğu ve sürdürdüğü iliĢkiler açısından incelenmektedir. Bu nedenle Atatürk devrimi çok uzun bir zaman yalnızca gazetecilerin ve dünyada olan bitenlerle ilgilenen aydınların incelediği bir konu olmaktan kurtulamamıĢtır (66). Pek az bilim adamı devrimle ilgilenmiĢtir; bu ilginin sonucunda büyük değer taĢıyan eserlerin meydana geldiği de söylenemez (67). Sayısı sınırlı Batılı bilgin ve Batılı aydınların modern Türkiye üzerine bugüne kadar vardıkları çeĢitli yargılar çoğunlukla Türk ülkesinin ve Türk ulusunun genel dıĢ görünümüne dayanmaktadır. Bundan önceki bölümde bu yargıların niçin son derece yüzeysel kalmaya mahkûm olduğu üzerinde duruldu. Cumhuriyet Türkiyesi üzerine ileri sürülen değiĢik kanılar kısaca üç kategoride toplanabilir. Bir yanda, ana çizgileri ile de olsa, Osmanlı Ġmparatorluğu'nun tarihini bilen, Birinci Dünya SavaĢı'nın sonunda Anadolu halkının giriĢtiği KurtuluĢ SavaĢı üzerinde bilgi sahibi olan bilgin ve aydınlar vardır: Bunlar yargılarını bugünkü Türkiye ile yarım yüzyıl önceki Türkiye arasındaki karĢılaĢtırmaya dayandırırlar; bu karĢılaĢtırmayı yargılarına ölçüt olarak alırlar. Böyle bir karĢılaĢtırmadan doğan izlenim hayranlığa varır. Yabancı gözlemcilerin bu yargısının ekonomik, teknik, toplumsal ve siyasal alanlarda elde edilen baĢarılar ve sağlanan geliĢmelerle doğrulandığı genel bir görüĢtür. Gerçekten, aradaki bütün aĢamalar atlanılarak, kara sabandan traktöre; dinsel öğretimden, ağırlığı modern bilimlere veren ve insanın muhakeme yeteneklerini geliĢtirmeyi amaçlayan laik bir öğretime; çarĢaftan bikiniye; tek kiĢinin mutlak egemenliğinden, kadınlara erkeklerle hak eĢitliği tanıyan(68) ve milletvekili adaylarının önemli bir yüzdesinin partilerin yerel örgütlerince gösterilmesini isteyen en ileri bir demokrasiye geçmeyi baĢarmıĢ olan bir topluma hayran olmamak olanak dıĢıdır. Hele, özellikle büyük kentlerde günlük yaĢamın Avrupalı görünümü ve Avrupalı örneklerine göre kurulan modern kurumlar bu görüĢü destekleyen sağlam tutamaklardır. Bu aydınlara bakılırsa, Türk toplumu geleceğe güvenle bakabilecek genç, gücü taĢkın, dinamik bir toplumdur. Buna karĢılık, ikinci kategoriye sokabileceğimiz bilgin ve aydınlar, tıpkı öbürleri gibi, devrimin baĢardığı maddi eserleri incelemekle yetinmekte, ancak dünyayı baĢka bir açıdan, kendi Batılı uygarlıklarının yükseğinden görmektedirler. Onlar bugünkü Türkiye'yi Batı evreninin en ileri ülkeleri ile karĢılaĢtırmakta; bu ülkede bilim ve teknik alanlarında gözledikleri sayısız eksiklikleri, toplumsal ve siyasal yaĢamdaki aksaklıkları, çeliĢkileri aleyhine değerlendirmekte, geriliğinin birer örneği saymaktadırlar. Avrupa'daki örneklerine göre kurulmuĢ olan kurumlarda biçimin ruhtan çok ilerde olduğunu saptadıkları için de, Türkiye'yi bütün gerilikleri ile sıradan bir Ortadoğu ülkesi olarak görmektedirler. Birbirine tümüyle karĢıt iki görüĢü benimseyen ve gerek hayranlık duymakta, gerek devrimin baĢarılarını küçümsemekte aynı ölçüde aĢırı gider görünen bu iki kategoriye giren aydın ve bilginlerin yanında üçüncü bir kategori daha vardır; bunu oluĢturanların sayısı çok değildir ve Türk toplumunun çözmek zorunda kaldığı sorunların özünü kavrayamamakla birlikte, ülkenin manevi yanı ile ilgilidirler. Bu kategorinin insanları ülkenin manevi durumunu tümüyle olumsuz bir ıĢık altında görmekte birleĢirler. Onların gözünde, Türkiye'de ''AvrupalılaĢmıĢ'' çok küçük bir azınlığın karĢısında, geri kalmıĢ, dogmaların esiri, zihnini çalıĢtırmakta tembel, ilkel kanıların ve kuruntulu inançların kölesi olan büyük halk yığınları bulunmaktadır. Fikir düzeyinde oluĢturulan sağlam kanılardan yoksun bulunan bu ''AvrupalılaĢmıĢ'' azınlığın toplumsal ve siyasal yaĢamda bir dizi reforma ve modern tekniğin benimsenmesine razı olmasının tek nedeni -onlara göre- Batılıların eriĢtiği refaha kavuĢma, kavuĢmakla da ileri uluslar topluluğuna katılabilme umududur.

Page 28: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

Türk toplumunun dıĢ görünüĢü göz önünde tutulur ve bu üç kategorinin görüĢleri bir bir incelenirse, birbirinden çok farklı olmakla beraber, aynı gerçeğin değiĢik yanlarını vurgular görünen bu yargıların her birinin bir doğruluk payı olduğunu teslim etmek gerekir. Çünkü ülke, Atatürk'ün 1933 yılında söylediği bir söylevde belirtitği gibi, sürekli ve hızlı bir değiĢim süreci içindedir: ''Geçen on sene gelecek devirler için bir baĢlangıçtan baĢka bir Ģey değildir. Bununla beraber, eski edvirlerin tarihi karĢısında, cumhuriyetin bu on senesi, eĢi görülmeyen bir diriliĢ ve göz kamaĢtırıcı bir ileri atılıĢ abidesidir.''(69) Genellikle Türkiye'nin dıĢ görünümüne ve günlük yaĢamın gerçeklerine dayanan bu yargıların, Batılı bilginlerin bugün Türk toplumunun karĢılaĢtığı manevi sorunların bilincine varmaktan bir hayli uzak olduklarını açıkça ortaya koyduğunu kabul etmek gerekir. Oysa, aslında Avrupalıların beĢ-altı yüzyıl önce aĢtıkları bir bunalımın benzerini geçirmekte olan Türk toplumunun çözmek durumunda olduğu yaĢamsal sorunların niteliğini anlamakta bu bilginlerin güçlük çekmemesi gerekir. Ne çare ki, Avrupalılar Batı'nın uzun ve derinlere inen kültürel deneyimi ile Türkiye'nin bugünkü kültür sorunları arasında herhangi bir bağlantı ya da benzerlik kurabilme yeteneğinden yoksun görünüyorlar (70). 4- ÇağdaĢ Türkiye'nin durumu ve manevi bunalımı Ġstanbul'da Batı'ya eğilim gösteren küçük bir aydın zümrenin idealci etkinliği bir yana bırakılırsa -bu etkinlik hiçbir zaman toplumsal ve ulusal bir hareket önemini kazanmıĢ ya da kazanmak amacını gütmüĢ olmayıp, yukarıda söz konusu edilen kısıntılı reformlara yol açan etkinliktir-, bundan yarım yüzyıl önceki Türkiye'nin tümüyle bir Ortaçağ görünümünde olduğu söylenebilir. Türk toplumu toplumsal sorunlara eğilen aydın çevrelerden yoksundu; çünkü dünya iĢlerinden elini ayağını çekmiĢti, yaĢamla ilgili amaçları, çıkarları yoktu; etkin, dinamik yaĢamın ne olduğunu bilmiyordu; ilerleme kavramına ve tarih bilincine yabancı olduğu için de günün birinde yepyeni bir yaĢama kavuĢma umudu beslenemezdi. Din eğitimi değiĢmez ve tartıĢılmaz kurallara bağlılığı sağlamaktan baĢka amaç gütmüyordu; bu kurallar birçok ilkel inançlarla birlikte aile ve toplum yaĢamına yön veriyor ve böylece ulusun zihin habitus'unun biçimlenmesinde etkili oluyordu. Bu da toplumun geleneklerine körü körüne, inanılmaz bir biçimde bağlanmasına; ruh hastalarına, meczuplara özgü bir davranıĢla, en somut gerçeklerin, üzerinde düĢünülmeden, tartıĢılmadan, usa vurmaya giriĢilmeden reddedilmesine neden oluyordu (71). Atatürk'ün gerçekleĢtirdiği devrimle çok kısa bir zamanda, dünyanın en ileri toplumlarının malı olan ilkeler ülkeye sokulmuĢ ve bu ilkeler uyarınca birçok kurumlar kurulmuĢtur. Bu andan itibaren devrimin yaĢam verici soluğu her alanda kendini duyurmuĢtur; böylece, yüzyıllardan beri maddi ve manevi açılardan tam bir hareketsizlik içinde olan toplum yola düĢmüĢ, uzun bir yolculuğa çıkmıĢtır. Cumhuriyet yönetimi, teokratik rejimlerde istenmeyen, gerek de duyulmayan bir aydın sınıfına gereksiniyordu. Hukuksal, toplumsal, ekonomik ve siyasal incelemelere büyük bir coĢku ile giriĢilmiĢ, bireylere tanınan özgürlükler sayesinde birdenbire açılan yepyeni sayısız fikir, sanat, bilim, eğitim alanlarının çekiciliği en uyanık, dogmalardan fazla etkilenmemiĢ zekâları harekete getirmiĢtir. Eskisine oranla toplum yaĢamı yoğun denebilecek bir etkinlik kazanmıĢtır; yeni bir dizi sorumluluklar yüklenmek zorunda olduğunu anlamıĢtır. Eskiden köylü tarlasında yalnızca kendi besinini sağlamak kaygısında iken, bugün ülke çapında, zaman zaman uluslararası çapta bir tarımsal kalkınmanın yapıcı bir öğesi olduğu bilincine eriĢmiĢtir; bu yüzden kendi küçük tarlasının ve köyünün çok ötelerine uzanan sorunlara merak sarmıĢ durumdadır. Türk toplumu yeni yeni gereksinimler duymaktadır: su istemekte, elektrik istemekte, daha elveriĢli konutlar, zaman yitimini önleyecek makineler, taĢıtlar talep etmekte, daha iyi yollar arzulamakta, yaĢamın yeni ritmine uymak çabası ile katlandığı maddi ve zihinsel yorgunluğunu giderecek dinlence olanaklarının sağlanmasını istemektedir. Onda yeni yeni arzular, hevesler uyanmaktadır; tiyatrolara, sinemalara, konser salonlarına istek duymaktadır; çünkü bu çeĢit toplum ve sanat etkinliklerinin insanı eğlendirip eğitmekle kalmadığını, ona yaĢama zevkini aĢıladığını, ertesi gün iĢbaĢı ettiğinde yorgunluğunun üstesinden gelecek yeni bir enerji verdiğini anlamıĢtır. Bu toplum yaĢamın güzel olduğunu, yaĢamaya değdiğini bulgulamıĢtır. Atatürk'ün en güzel arzularından biri Türk ulusunun yaĢamı sevdiğini ve ondan zevk aldığını görmekti.

Page 29: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

Bununla beraber, bütün bu yeni etkinlikler ve bu etkinliklerin uyandırdığı yeni gereksinimler, hevesler ve istekler günlük yaĢamın bilinçsiz akıĢı içinde doğal bir geliĢme ortamı bulduğu halde, bu yaĢama dalmıĢ olan insanlar, eylemlerinin, duygularının, düĢüncelerinin muhasebesine koyuldukları zaman, onları ahlâk açısından açıklayamaz duruma düĢmekten kurtulamamaktadırlar. Çünkü bağlı oldukları ahlâk, öbür dünya kaygısını ön planda tutan bir evrende oluĢmuĢ olan yüzyılların ahlâkıdır. Bir bakıma Türk toplumunun her bireyi, vaktiyle Boccaccio'nun karĢılaĢtığı durumla karĢılaĢmaktadır. Hümanizmin büyük öncüsü, Napoli ve Floransa'da geçen gençlik yıllarında, içinde kaynaĢan yaĢama tutkusunu kendisine tek kılavuz seçmiĢti. Decameron adlı eseri yaĢama bağlılığının ifadesidir; biz ilk kez bu eserde Ortaçağ'ın öbür dünyaya dönük zihniyetinin taĢkın bir coĢku ile ve kesinlikle reddedildiğine, yeni bir yaĢam anlayıĢının muĢtulandığına tanık oluyoruz. Yazarın yaĢama içgüdüsü eski ahlâk kadar ulu, ancak ondan çok daha sade, çok daha insanca ve doğal bir ahlâka götüren yolu tutmuĢtu. Fakat, kırkına doğru, ölümün düĢünülmeye baĢladığı yaĢta, Ģiddetli bir manevi bunalıma düĢmekten kurtulamamıĢtır. Saygı ve sevgi duyguları ile bağlı olduğu dostu Petrarca iĢe karıĢmasaydı, Boccaccio insanlığın en büyük kiĢileri arasında anılmasını sağlayan eserini yakacaktı. Çünkü Boccaccio geçmiĢ yılların muhasebesini yapmaya, yaĢamının anlamını ortaya koymaya, değerini ölçmeye giriĢtiği zaman, elbette kendi ahlâk anlayıĢının ölçütlerine baĢvuracaktı. Onun ahlak anlayıĢı ise, toplumun dinsel ahlak anlayıĢıydı. Ortaçağ düĢüncesinin ölçütlerine göre de Boccaccio kendini ve eserini mahkûm etmekten kurtulamazdı. O da bunu yapmıĢtır (72). Boccaccio'nun, bugünkü Türk insanından farklı olarak, bambaĢka bir ahlakın -akılcı ve insancıl temellere dayanan Yunan-Roma ahlakının- büyük temsilcilerini çok daha yakından tanıma olanağını bulmuĢ olduğu düĢünülürse, bu olayın üzerinde ciddiyetle durulması gereken bir anlam kazandığı anlaĢılır. Gerçek Ģudur ki, bu konuda Boccaccio'ya oranla çok daha elveriĢsiz koĢullarda olan Türk toplumu dinsel ahlakın dıĢında, yalnızca akılcı ve insancıl değerlere dayanan, zihin özgürlüğü ve dignitas hominis (insan onuru) kavramlarından esinlenen baĢka bir ahlakın varlığından bugün bile habersizdir. Boccaccio, henüz sistem halinde belirmemekle beraber, derin ve somut bir yaĢam sevgisi biçiminde meydana çıkan kendi dünya görüĢü ile yalnızca meditatio mortis'ten esinlenen Hıristiyan dogmaları arasındaki çatıĢmadan kaynaklanan bunalıma düĢtüğü zaman, kilisenin yerleĢmiĢ ahlak kurallarına uymak zorunluluğunu duymuĢtu. Buna karĢılık Türk toplumunda böyle bir bunalımın ne sanatta ne de fikir dünyasında yansıdığına tanık olmuyorsak, bunun nedenini toplumda gerçek bir fikir yaĢamının henüz oluĢmamıĢ olmasında aramak gerekir. Gerçekten bu toplum bugüne kadar ne yeni bir dünya görüĢünün eĢiğine varabilmiĢ, ne de eski dogmatik düĢünüĢünü bilinçli bir sistem haline getirip koruma olanağını bulmuĢtur. Hele eski ahlakı yeni zorunluluklarla uzlaĢtırma yolunu hiç bulamamıĢtır. Öyle ki, ancak alıĢkanlıklar, örf ve âdetler ve gelenekler yolu ile -yani bilinçsiz bir biçimde- kuĢaktan kuĢağa aktarılan eski ahlak ilkelerine bağlı kaldığı halde, daha doğrusu bağlı kalmaya çalıĢtığı halde, bugünkü yaĢamın günlük olaylarından ve bu olaylar karĢısında edindiği izlenimlerden bir dizi sonuç çıkarmaktan kendini alamamaktadır. Bugün bu günlük yaĢam eskisine oranla çok daha canlı ve dinamik olduğu için, uyandırdığı izlenimler ve telkin ettiği fikirler yepyeni bir nitelik taĢımakta ve devrimin, ilan ettiği ilkeler yolu ile Türkiye'de yerleĢtirmek istediği yaĢam anlayıĢının kapsamı içine girmektedir. Bunun sonucu, toplumun çağın gerisinde kalmıĢ olan zihin yapısı ile yaĢadığı gerçek yaĢam arasında uyuĢmaz bir çeliĢkidir. Bilinçli bir biçimde kavranılmadığı kesin olmakla beraber, bu çeliĢki gene de üzüntü ve ĢaĢkınlık kaynağıdır. Sonuç olarak, skolastik zihniyetin eski değerler sistemi ile pragmatik ve duygusal gerçeklerin yüzeysel ve öznel yorumu arasında ödünlü bir uyuĢmanın kurulduğu göze çarpmaktadır; iĢte bu ödünlü uyuĢma, modern Türk toplumunun altmıĢ yıldan beri dayandığı güvenilmez ve kaypak temeli oluĢturmaktadır. 5- Benimsenmek istenen yeni ilkelere ve baĢlayan yeni yaĢayıĢa rağmen, öbür dünyaya dönük yazgıcı zihniyetin Türk toplumu üzerindeki egemenliğini sürdürmesi Somut varlıkları ile sürekli olarak karĢımızda durdukları göz önünde tutulursa, günlük yaĢam gerçeklerinin zamanla toplumu eski zihin yapısından ve bu zihin yapısının temelini oluĢturan öbür dünya kaygısından sıyırabileceği ilk anda akla gelebilirse de, böyle bir olasılığa bel bağlamamak

Page 30: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

gerekir. Çünkü insanoğlunun yeryüzünde var olmasının anlamını ve amacını açıklayan -dinden kaynaklanmayan- özgür bir kavrayıĢ ile hiçbir zaman iliĢki kurmamıĢ olan; kurmadığı için de yeni kuĢaklara manevi özgürlük ilkesine dayanan bir zihin biçimi vermek olanağına hiçbir zaman sahip olmamıĢ olan ve sonunda, iç evreninin durgunluğuna dalmıĢ olup, özgür düĢüncenin, diyalektiğin, ilerleme kavramının ne olduğunu hiçbir zaman bilmemiĢ olan bir toplum, insanlığı yöneten genel yasa gereğince, maddi yaĢamını, kuĢaktan kuĢağa aktardığı iç yaĢamı örneğince biçimlendirmekten baĢka bir Ģey yapamaz. Bireyler olsun, toplumlar olsun, günlük yaĢamlarını fikir düzeyinde değerlendiremezlerse, büyük idealler besleyemez, büyük idealler peĢinde koĢamazlar. YaĢamın güçlükleri, toplumsal yaĢamın zorunlulukları karĢısında, bu insanlar, daha büyük bir çaba ve azimle iĢe koyulacakları yerde, çabucak yılarlar; insanı insan olarak yüceltenin acılar ve savaĢım olduğu düĢüncesine yabancı oldukları için, yeryüzünde zevki nimetlerin en büyüğü sayarlar; ona eriĢemeyince, yaĢama karĢı ilgileri azalır, kendi içlerine kapanırlar; yeryüzünde amaçsız, amaçsız olduğu için de umutsuz yaĢarlar. Böyle bir ruh durumu içinde, çevrenin kendilerine bilinçsiz yollardan, sanki el altından, telkin ettiği mistik düĢüncenin tevekkül evreninde iç dinginliğine kavuĢurlar. Devrimin öğretim ve eğitim alanlarında yaptığı atılımlarla eski zihniyetin yeni kuĢaklara bilinçli yollardan aktarılması önlendikten sonra, bu zihniyetin -örf ve âdetler, kuruntulu inançlar, günlük dilde yer etmiĢ deyimler gibi- bilinçsiz yollardan geçerek yeni kuĢakları nasıl etkisi altına aldığını incelemek çok ilgi çekici olmalıdır. Eski zihniyetin etkisi yalnızca yığınlar üzerinde olsaydı, devrim ilkelerinin ve bu ilkelerden esinlenilerek kurulan kurumların günün birinde gelenekçi duyguların dağ gibi yükselen dalgaları altında yok olup gitme tehlikesi o kadar büyük olmazdı. Ancak eski zihin yapısının yalnız okumamıĢ halk yığınlarına değil, aydınlara da egemen olduğu itiraf edilmelidir. Aslında aydınla halk adamı arasında zihinsel ve ahlaksal biçimlenme bakımından öze deyen bir fark olduğu savunulamaz; bunun nedeni, bugün Türkiye'de modernist eğitimin öğretim alanını tekeli altına almıĢ olmasıdır. Aydınla halk adamı arasındaki fark gerçekten meslek bilgilerinden öteye gitmemektedir: biri yasaların maddelerini biliyorsa, öbürü sürü gütmesini biliyor (73). Bu durumu sezenler yok değildir. Eskiler Divan Ģairlerinin ünlü dizelerini dillerinden düĢürmezlerken, genç kuĢakların o dizeleri ağza almadıklarından yakınanlara zaman zaman rastlanmaktadır. Dile getiriliĢ biçimi basit olmakla beraber, gözlem özünde doğrudur. Gerçekten bugün Türkiye'de bir ulusun kültür bilinci diye bilinen Ģeyin var olduğu ileri sürülemez. Oysa sağlam bir ulusçu bilince, güçlü bir din bilincine ve hatta meslek bilincine sahip olan bir toplumun kültür bilincinden yoksun olması aklın alacağı Ģey değildir. Gençlerin divan edebiyatı Ģairlerinden dizeler okumamaları, onların o evrenle -kendilerine özgür insan ve özgür vatandaĢ olma yolunda herhangi bir yardımda bulunamayan o manevi evrenle- bağlantıyı kesmiĢ olduklarını gösterir. Bu, devrimin en büyük baĢarılarından biridir. Çünkü her edebiyat meydana geldiği çağın ve ortamın görüĢlerini ve duygularını dile getirir. Okullarda çok yüzeysel bir biçimde okutulan divan edebiyatının yeni kuĢakların bilincinde yaĢamaması, yeryüzündeki yaĢamın geçici ve boĢ olduğu inancına dayanan dünya görüĢünün (divan Ģairleri olgun sanatları ile bu dünya görüĢünü yansıtırlar) cumhuriyet kuĢaklarına, hiç olmazsa bilinç yolundan, aktarılmadığının kanıtıdır. Ancak divan edebiyatı Ģairlerinin yerine baĢka Ģairler ve fikir adamları geçmediğine göre, bugün yeni kuĢakların her türlü manevi destekten yoksun oldukları sonucunu çıkarmak gerekir. Oysa manevi enerji kaynağının bulunmayıĢı, toplumun maddi ve manevi alanlarda geliĢmesine tek baĢına engel olmaya yeterli bir nedendir. Peri Hypsous'u yazan adını bilmediğimiz büyük düĢünür yaĢadığı ve (bunu anımsamakta yarar vardır) insancıl ve akılcı değerler sisteminin geçerli olduğu çağda, geçmiĢte insanlığa onur kazandırmıĢ olan büyük adamlar çapında kimselerin yetiĢmeyeceğini o günkü toplumun manevi dayanağı olmayıĢına, yeni bir bilinçten ve yeni ideallerden yoksun oluĢuna bağlamakla, güçlü bir gözlem yeteneğine sahip olduğunu kanıtlamaktadır (74). Kültür bilincinden yoksun bir toplumun yüzyıllar boyunca kazanılan deneyimlerden ders alamayacağı, bu deneyimleri değerlendirip dile getiren büyük insanların önderliğinden yararlanamayacağı meydandadır. Böyle bir toplumun insanları, yaĢamlarının en güç bir anında, ya da önemli bir karar vermeye hazırlandıkları sırada o büyük kiĢilere baĢvurmak, onların yardımından yararlanmak olanağından yoksundurlar. O ulu kiĢiler ki, bizzat örnek olmakla, özdeyiĢlerinin inandırıcı gücü ile, insanlık duygularını dile getiren dizelerinin ve bestelerinin uyumu ile, yahut ta

Page 31: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

gerçeğe ıĢık tutan fikirleri ile, yaĢamın sıkıntıları ve acıları ile karĢılaĢtığı zaman, cesaretlendirmek, teselli etmek, öğüt vermek için, insanın kalbinde ve aklında sevecenlikle beliriverirler. Aydının eğitimi doğa bilimleri ve matemiğe dayandırıldığı ve her ne olursa olsun, meslek bilgilernin ötesine pek geçmediği için, bir toplumda zihin ve ahlâk açısından aydınla sade halk adamı birbirinden farklı değildirler; her ikisinin tek manevi dayanağı babadan oğula, çoğu zaman bilinç dıĢı yollardan, aktarılan geleneklerdir. Gelenekler ise tarih boyunca ülkede geliĢmiĢ olan ya da etkisini dıĢardan duyurmuĢ olan uygarlıkların uzak bir yankısından baĢka bir Ģey değildir. Türk toplumunda, aydın olsun olmasın, her bireyin baĢvurduğu tek manevi kaynağı oluĢturan gelenekler, Anadolu'da ve Anadolu dıĢında gelmiĢ geçmiĢ çeĢitli uygarlıkların ürünüdür; ancak onlara egemen olan ruh Ġslam uygarlığının ruhudur. Türk ulusunun zihin habitus'unu meydana getiren bu uygarlıktır. Toplumda geleneklerin sürdürdüğü bu zihniyet, devrimin savunduğu ilkelerin ve kurduğu kurumların aracılığı ile yerleĢtirmek istediği ve çoğu zaman -yeni kurumların var oluĢuna aldanılarak- yerleĢtiği sanılan dünya görüĢüne ve zihin yapısına taban tabana karĢıttır. Bazen bir kelime insanı hiç beklenmedik bir ruh durumuna, içinde kök salmıĢ olduğunu hiç bilmediği bir ahlak düzenine, bir manevi evrene sürüklemeye yetebilmektedir. Bu kelimelerden biri, dinsel anlamı akla gelmeden sık sık kullanılan inĢallah'tır. KonuĢma dilinde bir öneriyi, bir çağrıyı kabul etme anlamında kullanılıyorsa da; vazgeçme, isteksizlik, ihmal, sözünden dönme durumlarında kelimenin asıl anlamına baĢvurulmakta, söz verilmediği, iĢin Tanrı'ya bırakıldığı ileri sürülmekte, böylece suçlu kendisini aklamaktadır. Aynı biçimde, güç bir durumda, olayları değerlendirip kendi baĢımıza karar verme zorunluluğu karĢısında kaldığımız zaman -benzer koĢullarda baĢkalarının ağzından çokça duyduğumuz için- dilimizin ucuna gelen bir deyim: Yarın Allah kerim, bilmeden duygularımıza bambaĢka bir yön verir, irademizi zayıflatır, davamız uğrunda savaĢım verme azmimizi kırarak bizi tevekküle boyun eğmeye zorlar. Sonuçta, tarihsel ve düĢünsel temellerinden yoksun, ahlâk dıĢı bir akılcılığın egemen olduğu okullarda yetiĢen teknikerin, mühendisin, avukatın, yöneticinin, hekimin, aydının -bugünkü eğitimin boĢ yere yıkmaya uğraĢtığı- eski yazgıcı yaĢam görüĢünün pençesine yeniden düĢtüklerine tanık olunmaktadır. Bu yüzden, devrimin benimsediği ilkelere ve kurduğu çağdaĢ kurumlara rağmen, hareket noktasında yerinde sayan Türk toplumunun manevi evreninde göze çarpan bir geliĢme gözlenememektedir. Bu durumda Kuran'ı tek kelimesinin anlaĢılmasına gerek duyulmadan ezberletmek amacından baĢka amaç gütmeyen Kuran kurslarının yarı resmi etkinliği ile, Milli Eğitim Bakanlığı'nca meslek adamı yetiĢtirme amacı ile kurulmuĢlarken din okulu niteliğini açığa vurmakta gecikmeyen Ġmam-Hatip okullarının gösterdiği geliĢme karĢısında devrim adına kaygılanmamak olanaksızdır. Çünkü çağdaĢ olma savında bulunan bir toplumda varlığı hiç bir suretle açıklanamayacak olan Kuran kursları ile birkaç modern bilim dalına yer verilmekle dogmatik ruhu yok edilemeyen Ġmam-Hatip okullarının etkinliği, eski düĢüncenin genç kuĢaklara yeniden bilinçli ve sistemli biçimde aktarıldığının çürütülmez kanıtıdır. 6 - Bugünkü durumu yaratan nedenler. Devrimin üç yorumu Türk toplumu yarım yüzyıldan fazla bir süreden beri dogmatik zihniyetle günlük yaĢam gerçeklerinin yüzeysel yorumu arasında kurulan ödünlü bir uzlaĢmaya dayanıyorsa, bunun baĢlıca nedeni dayanaksız bir sanıda aranmalıdır. Devrimin, tarihsel ortamından koparıp -akılcılığın ne olduğu oluĢum süreci içinde ve insanlığın fikir tarihi çerçevesinde incelenip anlamaya çalıĢılmaksızın- Türkiye'ye aktardığı akılcı ilkelerin tek baĢına eğitimin -Ortaçağ'ın karanlığından henüz kurtulamamıĢ olan bir toplumun eğitiminin- temelini oluĢturabileceği sanılmıĢtır. Ülkede kabul ettirilen laiklik ilkeleri ile laik kurumların kendi baĢına yeni kuĢakların ruhunda laiklik bilincini uyandıramayacağı, uyandırmasının olanaksız olduğu hiçbir zaman akla gelmemiĢtir. Gerçekten, Batı'da laiklik ilkesini bulgulandıran Avrupalı kurumlar değildir; tam tersine, bugün Türkiye'de yerleĢtirilmesine uğraĢılan o toplumsal ve siyasal düzenin meydana gelmesini sağlayan, yaĢamı laik açıdan değerlendiren bakıĢtır. Bu durumda laiklik bilincinin Türkiye'de uyanmamıĢ olması ĢaĢılacak bir olay değildir; çünkü bu bilince eriĢebilmek için toplumun belli bir zihin ve ahlak biçimlenimine sahip olması gerekir. Ancak, topluma bu istenilen zihin biçimlenmesini verecek eğitim sistemini kabul ettirebilmek için,

Page 32: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

toplumun laiklik kavramına değilse de, gerçekten özgür bir düĢünce düzeyine eriĢmiĢ olması gerekir. Görüldüğü gibi, ortada bir kısır döngü vardır. Ġslam evrenini hareketsizliğe mahkûm eden manevi zincirlerin kopması isteniyorsa, bu kısır döngünün parçalanması zorunludur. Ortadoğu evreninde laiklik bilincinin oluĢturulması sorununun bu bölge toplumlarının geleceği için ne kadar büyük yaĢamsal bir önem taĢıdığının anlaĢılması için, örneğin bir katolik din adamının, belli dogmalara bağlılığı bir yana bırakılırsa, sahip olduğu dünya görüĢünün ve davranıĢlarının Batılı olmayan halk yığınlarının ve Batılı olmayan aydınların çoğunun dünya görüĢü ve davranıĢlarına oranla, çok daha humanist bir zihin yapısının ürünü olduğu göz önünde tutulmalıdır. Devrimin en önemli ilkelerinden biri, din sorunları ile din duygularının siyasal etkinlik alanının dıĢında tutulmasını buyurur; bu buyruğa genellikle uyulmaktadır (*). Ancak anayasada yer aldığı halde, laiklik ilkesi -yalnızca bir ilke olarak kaldıkça- ne halk yığınlarında ne de, hatta aydın çevrelerde laiklik bilincini uyandıramaz. Laiklik ilkesinin ilan edilmesi olsa olsa bu bilincin uyanması ve yayılması yolunda çaba gösterceklere gerekli özgürlüğü sağlar; bu çabanın en çok öğretim ve eğitim alanında gösterilmesine gerek olduğu kuĢkusuzdur. Bugünkü durumda laik bilincin ne toplumsal iliĢkiler, ne fikir, ne de -Türk akılcılığının kalesi olan- bilim alanında eğemenlik kuramadığı kesinlikle belirtilmelidir. Hele laik bilincin bireyin yaĢamına yön veren kararlarına ve davranıĢlarına egemen olduğunu savunmak büsbütün olanak dıĢıdır. Atatürk devriminin çeĢitli yorumları ve bu yorumlara uygun olarak ülkede beliren çeĢitli akımlar gözden geçirilirse, toplumda laiklik bilincinin yokluğunun, ülkenin kültür yaĢamını ve dolayısıyla yazgısını ne denli olumsuz biçimde etkilediği yeterince ortaya çıkar. Yalnız bu akımların hiçbir zaman ideolojik bir sistem oluĢturmadıkları -bulundukları fikir düzeyi anımsanırsa, oluĢturamayacakları açık olduğu- belirtilmelidir; ancak böyle olmakla beraber, bu akımların toplumun manevi yaĢamını ve genel gidiĢini derin bir biçimde etkilediği de bir gerçektir. Bu akımları ana çizgileri ile belirtmek yetecektir; çünkü -aslında derince bir irdelemeye dayanamadıkları için- ayrıntılı bir inceleme konusu edilmelerine gerek olmadığı gibi, - duygu ve öznel kanı düzeyinin ötesine geçemeyen- temsilcileri ve bu konuda yapılan -içerik bakımından son derece yoksul- yayınlar üzerinde durmayı gerektirecek bir neden de yoktur. Birer ideoloji oluĢturma olanaksızlığı karĢısında, bütün bu akımlar eylemciliğe dönüĢme eğilimini göstermektedirler. Söz konusu edilen ödünlü uzlaĢma durumunun doğmasına neden olan yorum baĢta gelmektedir; bu yorum devrimin resmi diyebileceğimiz, daha doğrusu devletin kabul eder göründüğü yorumdur. Buna göre, Atatürk devrimi ülkenin toplumsal ve siyasal bünyesinde derin, büyük bir değiĢiklik eylemidir; amacı, ülkenin Avrupa uygarlığına ayak uydurmasını sağlamaktır. Ancak, bizzat bu görüĢün temsilcileri uygarlık, kültür, etik değerler, ideoloji gibi kavramlara gerçekten nüfuz edemedikleri için, devrimin bu birinci yorumu açık değildir ve Avrupa uygarlığından ne anlaĢıldığı ortaya konulamamaktadır. Bu uygarlığın manevi cephesinin Hıristiyanlık, maddi cephesinin ise bilim ve teknik olduğu kabul edildiğine göre (hiçbir tarihsel veriye dayanmayan bu yanlıĢ kanıyı yayanların baĢında Batılı aydınlar ve bilginler gelmektedir), -saçmalığı oranında büyük bir kolaylıkla benimsenen bu sava uygun olarak- (75) Müslüman bir topluluğun Batı uygarlığının manevi cephesini reddedip, maddi cephesini benimsemesinden daha doğal bir davranıĢ düĢünülemez. Türk ya da Batılı, böyle düĢünenler Avrupa'yı Avrupa yapan toplumsal ve ahlaksal değerlerin insancıl ve akılcı ilkelere dayandığını ve bu ilkelerin kaynağının Yunan- Roma evreninde aranması gerektiğini bilmemekte ya da unutmaktadırlar. Doğu kaynaklı Hıristiyan dinini güçlü ve olumlu etkisi altına alan iĢte bu değerler sistemidir. Bu gerçeği göz önünde tutanlar, klasik çağın büyük insanlarının naturaliter christiani (doğuĢtan Hıristiyan) değil, tam tersine büyük kilise düĢünürlerinin historice gentiles (tarihsel açıdan pagan) olduklarını kabul etmek zorundadırlar (76). Atatürk devrimini bu biçimde yorumlayanlar, Ġsviçre vatandaĢlık yasasının Ģeriatın yerine konmasını, artık kimsenin tartıĢma konusu edemeyeceği, karĢı çıkamayacağı, kuramsal hiç bir doğrulamaya gereksinim göstermeyen bir olup bitti sanmaktadırlar (77). Bunlar, yeni kuĢakların -teknik bilgilerden aldıkları güçle- eski skolastik zihniyeti alt edeceğine inanmaktadırlar. Bu birinci yorum, genellikle ve bu arada Gibb tarafından yapılan sınıflandırmaya göre (78), secularists kesiminin Batı evrenine karĢı takındıkları olumlu tutuma uygun düĢmektedir.

Page 33: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

Öte yandan, sözcülerine, Gibb'in sınıflandırmasına göre, modernists diyebileceğimiz (79) ikinci bir yorum, Atatürk'ün eylemini bir ihtilal olarak değil de, yalnızca bir ıslahat hareketi, maddi alanın dıĢına taĢmaması gereken büyük bir yenilik ve kalkınma hareketi olarak görmek isteyen ve bunda direnen yorumdur. Böyle düĢünenlere göre, 1919 yılında baĢlayan devrim, geleneksel Ġslam uygarlığının saptadığı sınırlar içinde tutulması gereken yenilikçi bir harekettir; amacı da, toplumun maddi koĢullarını daha elveriĢli duruma getirmektir. Bunlar da devrimciler arasında yer alırlar: Atatürk'e duydukları sevgi ve hayranlığın nedeni, onu bilim ve tekniğin sağlam desteğini sağlamakla Ġslam evrenini yok olmaktan kurtarmıĢ olan bir dâhi olarak görmeleridir. Doğal olarak devrimin bazı yanlarını eleĢtirmekte, özellikle laiklik ilkesine karĢı çıkmaktadırlar. Ancak, laikliğe cephe almakla, modern vatandaĢlık yasasını kaldırıp eski Ġslam hukukuna dönülmesi gerektiğini savunup savunmadıklarını kendileri de kesin olarak bilmemektedirler (80). Yeni kuĢaklara verilen ve ağırlık merkezi teknik bilgilerden oluĢan öğretimin yetersizliğini haklı olarak gözledikleri için okullarda din esaslarına dayanan bir ahlak öğretimine yer verilmesini istemektedirler. Yalnızca teknik bilgilere önem veren bir eğitimin eksiklikleri fazlasıyla belirgin olduğu için, çok partili rejime geçildiği tarihten beri resmi çevreler de devrimin bu ikinci yorumunu yeğler görünmektedir (*). Bunun en açık kanıtları, o yıllarda din derslerinin önce yalnızca ilkokullara, daha sonra orta dereceli okullara da sokulması, Ankara Üniversitesi'nde bir Ġlahiyat Fakültesi'nin kurulması, imam ve hatip yetiĢtirmek üzere orta dereceli okulların açılması, arkadan yüksek ilahiyat enstitülerinin kurulmasına gidilmesidir. Bu yorumun yanlıları eski zihniyetle günlük yaĢamın gerçekleri arasındaki çeliĢkiyi böylesine zorlamalı bir bağdaĢtırma ile çözümlemek arzusundadırlar. Üçüncü yorumu benimseyenler, Atatürk'ü, orduları sevk ve idare etmekte usta, rakiplerini ortadan kaldırmakta daha da usta bir general olarak görürler. Onların gözünde Atatürk kutsala hiç saygısı olmayan, son derece hırslı, KurtuluĢ SavaĢı'nın kendisine sağladığı saygınlıktan iktidarı ele geçirmek için yararlanmıĢ bir insandır. Bu yoruma göre, Atatürk'ün baĢardığı ihtilal eski Osmanlı toplumunun dayanağını oluĢturan Ġslamlık ilkesini ortadan kaldırmayı amaçlayan bir eylemdir. Üçüncü akımı benimseyenler geleneksel zihin yapısı ile devrimin bu zihniyete uymayan ilkeleri arasındaki çatıĢmanın çözümünü devrimin reddinde görmektedirler. Ülkede uyanan, fakat skolastik zihniyetin ortaya koyduğu eski değerler sistemi içinde doğrulanmalarına olanak bulunmayan yeni yaĢam gereksinimlerini ve yeni hevesleri bile ret ederek, hareket noktasına dönmek azmindedirler. KarmakarıĢık duygularını düĢünce haline getirip ifade edemeyen bu insanların bir içgüdü dürtüsü ile kendi içlerine kapanıĢını doğru yorumlamak güçtür; ancak öyle anlaĢılıyor ki onlar Batı'nın bilimini ve tekniğini bile elde etmek istemiyorlar; onlar ancak Batı bilim ve tekniğinin hazır ürünlerini kabule yanaĢıyorlar. DavranıĢları Gibb'in conservatives (81) dediği kimselerin davranıĢına uyuyor. Ancak, yanlısı oldukları düzen bugün artık Türkiye'de var olmadığı için öbür Ġslam ülkelerinde coservative -tutucu- olanlar burada birer "gerici" kimliği kazanıyorlar. Çünkü devrimin kurduğu düzeni tanımayarak, eskiye, geriye dönmek kararındadırlar. Bu nedenle bu akımın bir adı da devrim düĢmanlığıdır. Bu üç yorumdan hiçbirinin Atatürk'ün kiĢiliği, düĢünceleri ve eseri üzerinde, ana çizgileri ile de olsa, yapılmıĢ yöntemli bir incelemenin ürünü olmadığını söylemeye gerek yoktur. Gerçek birer yorumdan çok, devrimin baĢardığı eser karĢısında toplumun gösterdiği çeĢitli tepkiler söz konusudur. Üçüncü akımın ülkeyi nereye götürmek istediği, Türk toplumunun geleceği için ne kadar büyük bir tehlike oluĢturduğu apaçık ortada olduğu halde, öbür iki akımın kendi amacına eriĢmekteki yetersizliği gözden kaçmaktadır; kendilerine devrimin savunucusu diyenlerin ülkeyi nasıl yavaĢ yavaĢ geriye ittiklerini, devrim düĢmanlarının arzuladığı noktaya döndürdüklerini görebilen yoktur. Gerçekten, yüzyıllardır kökleĢtirdiği zihniyetle, devrim kurumları sayesinde yaratılan yeni yaĢam koĢulları arasındaki savaĢımda, eski dogmatik değerler sisteminin karĢısına yalnızca teknik bilgiler kondukça, skolastik eğitimden geçmiĢ insanın -ya da, son zamanlarda, Ġmam-Hatip okulu mezununun- karĢısına teknik bilgileri sağlam, ancak manevi ve düĢünsel yaĢamı olmayan, yani ahlak yönünden oluĢmamıĢ meslek adamı çıkarıldıkça, devrim ruhunun geleneklerin gücünü alt etmesi beklenemez. Ortada duran apaçık bir gerçek olmakla beraber, bu durum ne Türkiye'de ne de Batı'da gereğince anlaĢılıp değerlendirilememektedir.

Page 34: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

Öte yandan uzunca bir süreden beri ikinci yorumun birinci yorumun yerine geçmiĢ olması ve toplum yaĢamında gün geçtikçe etkisini arttırması, hatta üçüncü yorumun baskısını gitgide daha çok duyuran bir güç kazanması, ülkenin yeni yöneliĢinin önemli birer belirtisidir. (*) Eski zihniyetin toplumu hangi ilkel koĢullar altında yaĢamaya mahkûm ettiğinin, maddi ve düĢsel yoksulluğunun ne düzeye vardığının ve genel durumunun ne kadar onur kırıcı olduğunun bilinmemesi bir yandan; bir yandan da okulda edinilen bilgilerin toplumun manevi sorunlarını çözümlemede yetersiz kalması, yeni kuĢakların bir süreden beri eski ahlak anlayıĢına yeniden değer vermeye eğilim göstermelerine neden olmaktadır. 7- Üç yorumun yetersizliği Yarının Türkiyesi'nde ister üçüncü yorum egemen olsun, ister ikinci yorum -ister Atatürk devrimini Ġslam evrenini koruyan surlarda açılmıĢ bir gedik olarak görenlerin sözü geçsin; ister (gönüllerinde yaĢattıkları toplumun geçmiĢe ait bir toplum olduğunu, ne verebilirse esasen vermiĢ olduğunu, ancak Ġslam dünyasında manevi evrime, olumlu bilimlere ve tekniğe yol açacak yetenekten yoksun olduğunu anlayamadıkları için) Türk toplumunun skolastik zihniyetli bir Ortaçağ toplumu olarak kalmasını, fakat aynı zamanda Batı'nın biliminden ve tekniğinden yararlanmasını arzu edenler baĢa geçsin- bu iki yorumdan hangisi ağır basarsa bassın, durumun değiĢmeyeceği ve Atatürk'ün kiĢiliği ile eserinin, gecenin karanlığını bir an için aydınlattıktan sonra akıp giden bir yıldız gibi, tarihte hiçbir iz bırakmayacağı meydandadır. Bu bakımdan -devrimin etkisi dıĢında kalan ve özgün bir yan göstermeden, öbür Ġslam ülkelerinde gözlenen akımları yakından izledikleri anlaĢılan- bu iki akımın fikir tarihinde bir yeri olmayacağı sonucu çıkarılmalıdır. Bu durumda, yetersizliğine rağmen, birinci akımı yeğlemekten; Türk toplumunun devrim yolunda yürümeyi sürdüreceği ve günün birinde insanlığın manevi evrimine katılarak kendine düĢeni yapacağı umudunu, bu yorumu benimseyenlerin düĢüncesine bağlamaktan baĢka çare kalmadığı izlenimi uyandırmaktadır. Gerçekten, onlar hiç olmazsa toplumun eski zihniyetini, eski toplumsal ve siyasal düzenini ve eski ahlak anlayıĢını reddetmek gerektiği savındadırlar. Ne var ki onlar, kendilerini baĢarıya götürecek yolu seçmekte yanılgıya düĢüyorlar. Bugün Avrupa'da klasik eğitim yanlıları ile modernist eğitim yanlıları arasında baĢlayan (ve bu sonuncuların kesin yengisi ile sonuçlanan) çetin savaĢım da onların bu konudaki yanlıĢ görüĢüne güç kazandırmakta, bu görüĢün yaygın hale gelmesine yardımcı olmaktadır. Onlara göre, doğa ve matematik bilimlerine dayanan bir eğitim, Arap ve Fars dilleri ile Kuran'a dayanan eğitimin yerini baĢarı ile tutabilecektir. Aldıkları Batı eğitimi, yüzeysel olmakla beraber, onların -büyüklüğünü kavramaktan çok sezdikleri- Atatürk'e duygusal yoldan bağlanmalarını sağlamaya yetmektedir. Devrim eserlerinin muhasebesine giriĢilmiĢ olduğu bir dönemde, onların davranıĢında hiçbir endiĢe belirtisi görülmüyorsa, bunun nedeni Türk devriminin özünü hiçbir zaman gerçekten anlamamıĢ olmalarında ve -skolastik ruhla hümanist ruhun arasındaki Ģiddetli ve uyuĢmaz çatıĢmaya sahne olan- fikir düzeyine hiçbir zaman yükselmemiĢ olmalarında aramak gerekir. Dinginlik içinde oldukları söylenemezse de, çevrelerinde olup biten olayları değerlendiremeyenlerin saf iyimserliğine sahiptirler. Yayıcısı oldukları fikirler, devrim ilkelerinin ve kurumlarının dokunulmazlığını -ülkenin geleceği üzerine bilinçli bir kanıya sahip oldukları için değil de gerçeği sezdikleri için dahi olsa- savunmaya hazır olanların zihnini karıĢtırdığı ve yanlıĢ yollara götürdüğü için daha da zararlıdırlar. Batı eğilimli bu aydınların savlarını kanıtlamak için baĢvurdukları tutamaklar, Avrupa düĢüncesinden almadır. Bunlar Batı'nın tarih ve kültür deneyiminden çıkarıldıkları için Batı'nın gerçekleri ile tam bir uyum içindedirler. Böyle olduğu için de o tutamakların oluĢmasını sağlayan tarihsel sürece yüzyıllar boyunca yabancı kalmıĢ olan bir çevreye uygulanmak istendikleri zaman, birtakım gerçeklerin çarpıldığına ve gerçeklik niteliğini yitirdiğine insanları inandırmak olanaksız değilse de, çok zor olmaktadır. Ayrıca günün özel koĢulları altında, Batıcıların düĢüncelerinin her türlü savaĢımdan kaçınan, zamanın ve ilintilik olayların meydana getirdiği her çeĢit duruma teslimiyetle katlanmaya hazır olan Doğu ruhuna tümüyle uygun düĢtüğü de belirtilmelidir. Bu da, devrime en candan bağlı olanların bile aslında Doğu ruhundan kurtulamadıklarının çürütülmez kanıtıdır. Bu aydınların kanısına göre:

Page 35: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

1) Yoğun yaratıcılık ve güçlü etkinlik dönemlerini bir durgunluk ve gerçekleĢtirilenlerin üzerine eğilip değerlendirme döneminin izlemesi olağan ve doğaldır; çünkü onlarca, her ihtilalden sonra, denizlerin gel git hareketindeki git dönemi gibi bir dönem gözlenmektedir (82); 2) Devrim yıllarında aĢırı gidilmiĢ olması olağan ve doğaldır; 3) Bu aĢırılıkların gözden geçirilmesinde ve gerektiğinde, ayıklanmasında özellikle gerici güçlerin etkili olması olağan ve doğaldır; 4) Belli bir zamanın geçmesine izin verildiğinde, birçok güçlüklerin kendiliğinden çözüm yoluna girmesi olağan ve doğaldır; çünkü ruhların yeni çağa uymaları ve ülkenin modernleĢmesi zaman istemektedir; ancak bu sağlandı mı, eskiye dönme hevesleri ve geçmiĢ zamana duyulan boĢ özlem yok olmaya mahkûmdurlar; 5) Devrimci güçlerle gelenekçi güçler arasındaki savaĢımın sürmesi karĢısında, akla uygun bir orta yolun izlenmesi olağan ve doğaldır. Ġnsanda, olayların ölümcül akıĢına karĢı koyma azmini söndürmeye elveriĢli olan böylesine fikir yürütmelerden kendilerine göre çıkardıkları sonuç da çok ilginçtir; madem ki iki ucu temsil eden bu akımların hiçbirinin baĢarı sağlaması söz konusu değildir ve madem ki bir orta yol tutma zorunluluğu vardır, o halde daha Ģimdiden bu yolu izlemekten daha akıllıca bir davranıĢ olamaz. Bu orta yolu izlemenin büyük bir yararı da, insana kimsenin tepkisini uyandırmadan yaĢamak, üstelik ölçülü gibi görünen bu davranıĢla bilgelik aĢamasına eriĢmek olanağını sağlamasıdır. Çıkarılmak istenen sonucun ne kadar yanlıĢ olduğu meydandadır; nitekim iki uçtan biri adına harekete geçen güçler -bu durumda devrimci güçler- savaĢımdan vazgeçecek olursa ve gelecekte toplumun tutacağı hesaplanan orta yoldan yürümeyi daha akıllıca bulacak olursa, bu iki karĢıt gücün, devrimci güçle gerici gücün, ortalamasının elde edilemeyeceği açıktır. Bu ortalamanın yerine, söz konusu orta yolla gerici güçlerin izlediği yol arasında kalan yeni bir orta yol elde edileceği; hiç hesapta olmayan bu yolun, devrimcilerin öngördükleri orta yola oranla, gericilerin amaçladıkları yöne çok daha yakın bir yönde olacağı besbellidir. TartıĢılması bile gereksiz olan bu yanlıĢ sonuç bir yana, böyle düĢünenlerce, kendi edilgin davranıĢlarını mazur göstermek için baĢvurulan -ve gerçekte devrim yanlılarının tarihin kendilerine yüklediği görevi yerine getirecek çapta olmadıklarını kanıtlamakla kalan- bu tür tutamak ve fikir yürütmelerin yalnızca Batı evreni içinde -yani zihin ve ahlak biçimlemeleri belli bir değerler sistemine dayanan toplumlar için- geçerli olduğu ayrıca belirtilmelidir. Bu öyle bir değerler sistemidir ki toplumun manevi, toplumsal ve siyasal düzeninin temeli olmakla kalmayıp, her evrimi, her değiĢimi, her ihtilal hareketini de yeti halinde kendi içinde taĢır. Bunun için ihtilalcilerle gelenekçilerin ihtilal, karĢı ihtilal, fikir düzeyi ve olaylar düzeyi anlayıĢları birbirinden farklı değildir; olmadığı için de bu iki karĢıt güç arasında bir diyalog kurma olanağı her zaman vardır. Fakat, Batılı olmayan bir topluma aktarıldıkları zaman, bu aynı tutamakların, toplumla hiçbir ortak yanı olmayan bir evrenden ödünç alınmıĢ birtakım görüĢler olduğu ve iliĢkisiz durum ve olaylara kabaca uydurulmak istendiği görülür. BaĢka türlü olması da beklenemez, çünkü Doğu evreni öyle bir evrendir ki orada baĢarılan ihtilal ilk erek olarak yeni bir düzen kurmayı saptayacağı yerde, her Ģeyden önce topluma ihtilalin ne olduğunu anlama ve onu değerlendirme olanağını verecek değerler sistemini benimsetmek zorundadır. Ödünç alınan bu tutamaklarla ilgili olarak Ģu noktaların belirtilmesi yararlı olacaktır: 1) Atatürk devrimi kendine özgü bir karakter taĢır; bir temel ihtilaldir, çünkü amacı bir ulusun belli bir düzenden baĢka bir düzene geçmesi ya da bir toplumsal sınıfın baĢka bir toplumsal sınıfa haklarını tanıtması değil, bir toplumun tümüyle bir uygarlıktan baĢka bir uygarlığa aktarılmasıdır. Bu ihtilal toplumun siyasal ya da toplumsal kurumlarını yıkıp yenilerini kurmakla yetinmeyip, toplumun düĢünsel değerlerini ele aldığı için ideal ihtilal (fikir ve zihin ihtilali) de diyebiliriz. O halde Atatürk devrimi, geçmiĢin ve bugünün bütün ihtilallerinden öz bakımından farklı, kendine özgü bir ihtilaldir. Çünkü Atatürk devrimi ülkede yeni bir düĢünsel, ahlaksal ve estetik değerler sistemini yerleĢtirmeyi amaçlamıĢtır. Bu sistem benimsenmedikçe, bizzat ihtilalin özünü anlamak, hatta böyle bir sorunu ortaya atmak, eleĢtirisini yapmak olanağı olmadığı gibi ''durumu gözden geçirme dönemi'' diye adlandırılan bu dönemde gericilik akımının derinliğini ve etkisini değerlendirme olanağı da yoktur. Atatürk ihtilalinin bu özelliğinden zorunlu olarak Ģöyle bir sonuç çıkmaktadır; Muhasebe dönemi, devrimin ortaya koyduğu eserlerin bir bölümünün kaldırılması ile -yani (çok uzak bir olasılık olmakla beraber) sözü edilen orta yolda karar kılınması ile- kapanacak olursa -bunun Türk devrimini anlama ve amacını kavrama olanağını veren ilke ve değerlerin yıkıntıya uğraması demek

Page 36: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

olacağı için- Türk toplumunun yeni baĢtan hareket noktasına dönmesi ve devrimin ortaya koyduğu eserlerle birlikte yok olması önlenemeyecektir. 2) Atatürk devriminin belirtmeye değer baĢka bir özelliği her türlü aĢırılıktan sakınmıĢ olmasıdır. BaĢ savunucusu olduğu dil ve tarih kuramları bile, bilimsel sonuçlara varmayı erek edinmekten çok, Türklerde yeni bir ulusçuluk bilinci uyandırmak amacı ile ortaya atılmıĢtır. Bu iki alanda göze çarpan ciddiye alınmayacak davranıĢlar ve yayınların baĢlıca nedeni ülkenin o dönemde gerçek bir dil ve tarih eğitimi görmüĢ uzmanlardan yoksun oluĢudur. Atatürk'ün askeri ve siyasal -toplumsal- ekonomik aĢamalardan sonra üçüncü aĢamaya, yeni ve tümüyle Türk olacak bir sistemi kurma olanağını vereceğini sezdiği ideolojik aĢamaya geçme arzusunun etken olduğundan kuĢku duyulamaz. Devrimin her türlü aĢırılıktan uzak kalmayı baĢarmıĢ olmasının nedenini, Atatürk'ün dürüst ve dengeli kiĢiliğinde, bir de onun Türk ulusunun dile getirilmemiĢ büyük emellerini hayran olunacak bir biçimde bulgulamıĢ ve değerlendirmiĢ olmasında aramak gerekir. Toplumun en somut gereksinmelerinden kaynaklanan bu emeller, yürürlükte olan dinsel kurallara rağmen, daha doğrusu onlara ters düĢtükleri fark edilmeden, gönüllerde yer etmiĢ ve devrimin baĢarılmasında Atatürk'ün dayandığı temeli oluĢturmuĢtur. Atatürk'ün gerçekleĢtirdiği dönüĢüm atılımlarının ulusça olumlu karĢılanması ancak bu saklı emellerin varlığı ile açıklanabilir. Esasen Atatürk'ün örf ve âdetlerle halkın zevkleri konusunda aĢırı Ģiddet gösterilmesini hiçbir zaman doğru bulmamıĢ olduğu da belirtilmelidir. Atatürk hukuk ve kurumlar alanında yapılan atılımların çok daha önemli olan manevi alanda yenilenmeye yol açacağını ummuĢtur. Bu ilkeye uyarak, kadınların giyimi ile tek sesli müzik konularında büyük bir duyarlıkla hareket etmiĢtir: Bu iki alanda değiĢimin daha sonra, doğal bir evrim sonucunda gerçekleĢeceğini ümit ettiği kuĢkusuzdur. Din konusunda alınan ve -kötü niyet, çıkar ya da bilgisizlik yüzünden- birçokları tarafından aĢırı Ģiddette görülen önlemlere gelince, bunların hiçbir zaman -ne yasa yapıcısının niyetinde ne de uygulamada- dine karĢı yöneltilmiĢ olmadıklarını kesinlikle belirtmek gerekir. Gerçekten Türkiye'de ibadet özgürlüğüne saygıda hiçbir suretle kusur edilmemiĢ, halk yığınları ibadetlerini serbestçe yapmıĢlardır. Bu önlemlerin tek amacı Ģeriat düzenine dönüĢü engellemekti. Güdülen amaç kurumların, toplumsal ve siyasal yaĢamın özgürlük düzenine kavuĢması ve sanat, fikir, söz ve vicdan özgürlüklerinin kurulmasıydı. Sorun, özgürlüğe kavuĢmak sorunu olduğu zaman bir orta yol söz konusu olamaz; özgürlük ya vardır, ya da hiç yoktur. Dün de bugün de sorun aynıdır: ya Türkiye'de Aristoteles'i modern filoloji biliminin gereklerine göre yorumlama olanağı tanınmalıdır (bunun sonucunda da onu, Yunan düĢüncesinin evrimci sürecinde, kendisinden önceki felsefenin varıĢ noktası, kendisinden sonraki felsefenin de hareket noktası olarak görme düzeyine çıkılmalıdır) ya da Yunan düĢünürü (felsefe tarihinin öncüsü olan Aristoteles!) Hıristiyan ve Ġslam ortaçağı evreninin yetkin ve çürütülmez auctoritas'ı olarak saygınlığını sürdürmelidir. Toplum yaĢamı ya Batı'nın hümanist, dolayısıyla laik, ilkelerinden esinlenen bir düzene sokulmalı, ya da dinsel kurallar uyarınca yönetilmelidir. Bir orta yol söz konusu değildir. ĠĢte denebilir ki Türk aydınları ve yabancılar bu özelliğin hiçbir zaman farkına varmamıĢlardır; onlar Atatürk devriminin, ana sorunun çözümlenmesinde, yani toplumun siyasal, toplumsal ve manevi özgürlüğü konusunda doğal olarak, özünün gereği olarak radikal davranmak zorunda olduğunu anlamamıĢlardır. Gerçekten, devrim radikal bir ihtilaldir, toplumun tümünü ve bütün yönleri ile kavrayan bir ihtilaldir. Aradan bunca yıl geçmiĢ olmasına rağmen, bugün bile bu ilkelerden ödün vermezlikten vazgeçilecek olursa, devrim tümüyle yok olabilir. Nitekim, zaman zaman verilen ödünler yüzünden, devrim bugün hâlâ tehlikededir. Tehlikenin sürmesi aĢırı gelenekçilerin amacı olabilir, ama devrime bağlılıklarını ilan eden aydınların bundan elem duymaları gerekir. 3) Tek partili rejim düzeninde, devrim ruhunun ülkede kök salmasına olanak vermek amacı ile siyasal etkinlikten bile bile uzak tutulmuĢ olan gelenekçi güçlerin, birer aĢırılık olarak gösterilen atılımlara karĢı baĢlatılan tepkide önemli bir rol oynadıkları, toplumsal ve siyasal yaĢamı belirgin biçimde etkiledikleri bir gerçektir. Ancak birinci yorumu benimseyenler yeni ruhun ve yeni zihniyetin yeterince yer etmediğini görüp endiĢelenmelidirler; çünkü gelenekçi güçler aslında var olmayan aĢırılıklara karĢı savaĢım verdikleri bahanesini ileri sürmek gereksinimini dahi duymadan devrimin ilkelerine ve kurumlarına açıkça meydan okumakta ve devrimi temellerinden sarsmaktadırlar. Daha dikkatli bir gözlem davanın aĢırılıkların önlenmesi davası olmadığını, devrimin tümüyle tehdit altında olduğu gerçeğini kolayca meydana çıkaracaktır. Devrimin tehlikede olmasının nedeni ise

Page 37: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

KurtuluĢ SavaĢı'nı yapmıĢ olan kuĢağın beslediği devrimci duyguların öğreti düzeyine bir türlü geçirilememesidir, toplumun bu konudaki fikir yetersizliğidir. 4) Bir toplumun manevi ve maddi evrimi ile her Ģeyi olgunluğa eriĢtiren zamanın beraber ilerledikleri bir gerçektir; fakat yüzyıllarca uygarlıkların en durgununa boyun eğmiĢ olan ve fikir ve tarih bakımlarından insanlığın büyük evrim sürecine sürekli olarak yabancı kalmıĢ olan bir ülkede bu gerçeğin geçerli olduğunu ileri sürmekteki saçmalık ayrıca kanıtlamaya değmeyecek kadar belirgindir. Böyle düĢünenlerin, Batılı olmayan uygarlıkların, daha önce sözü edilen bir çeĢit iç yetkinliğe eriĢtiklerini, ancak yüzyıllar boyunca hiçbir evrimsel sürece girmediklerini göz önüne getirmeleri yetmelidir. Mısır uygarlığı bunun bir örneğidir. Buna karĢı çıkılabilir -gerçekten de sık sık karĢı çıkılmakta, bunu yapanlar da yalnız Türk aydınları değildir-, denebilir ki, bugün büyük bunalımlara ve büyük sapmalara rağmen, geliĢmesini sürdüren bir uygarlık vardır: Bunun yalnızca kurumları ve -çağdaĢ Batı uygarlığının en karakteristik yanı olarak görülen- tekniği örnek alınsa, hareketsiz toplumlar harekete geçebilir ve ilerleme yolunda yol alabilirler. Gerçekten de bir toplum özgürlük, demokrasi ve ilerleme kavramlarının tanımını ezberlemekle o kavramların bilincine eriĢebilseydi, böyle bir Ģeyin olması beklenebilirdi. Fakat gerçek durum çok baĢkadır: Öyle olduğuna inanmak için, Ģu yarı BatılılaĢmıĢ ülkelerin haline bir göz atmak yeterlidir. Onların durumu, insanlığın manevi evrimi açısından, Zelotların olduğu kadar Herodesçilerin düĢüncelerinin de yararsız olduğunu ileri süren Toynbee'ye hak verdirmektedir (83). 5) Son olarak, iki karĢıt güç arasında zorunlu olarak bir orta yolun bulunduğu hiç de doğru değildir. Herkesçe bilinen fizik yasasına göre, bir kitlenin, uygulanan iki gücün yönlerinin tam ortasına düĢen bir yönde ilerleyebilmesi için, bu iki gücün tanımlarından eĢit olması gerekir. Oysa Batıcı güçler gelenekçilerin manevi evreninin karĢısına yalnızca Batı'nın tekniğini çıkarmakta ve hem ikisi arasında her türlü diyalog olasılığını ortadan kaldırmakta, hem de -kolayca tahmin edileceği gibi- yenik düĢmektedirler. Devrimin ikinci yorumu bu iki karĢıt güç arasındaki dengesizliği daha belirgin hale getirmekte, hatta tehlike yaratacak bir düzeye çıkarmaktadır; çünkü bu yorum, devrimin ülkeye kazandırabileceği her Ģeyi kazandırdığına inandığı için, Ģimdi artık devrim yıllarında ihtiyatsızca yıkılmalarına neden olunan gelenekçi değerlerin yeniden kurulması gerektiği savındadır. Ġlk amacı toplumun ahlak anlayıĢını ve eğitimini dinsel temellere oturtmak ve Ġslam topluluğunu özerk bir düzen içinde yeniden örgütlemek, böylece onun, eğitim ve kültür alanlarında karĢılaĢılan birçok sorunların çözümüne katkıda bulunmasını sağlamaktır. Bu talep laiklik ilkesine dayandırılmaktadır; gerçekten laiklik vicdan özgürlüğü, dolayısıyla özerk topluluklar biçiminde örgütlenme özgürlüğüdür. Ancak devrimin en sadık yanlıları bile bir gerçeği görememektedirler; toplum içinde laik ruhla dinin gerekleri arasındaki dengeyi koruyabilmek için ya -laiklik gibi- (84) dini de yalınç bir formüle indirgemek ve örneğin din Tanrıya ve peygamberlerine bağlılıktır demekle yetinmek gerekir, ya da laik düĢüncenin de din duygusu gibi toplumun ruhunun dıĢında yaĢayamayacağı ve onun da toplumun ruhunda kök salabilmek için dininki kadar geniĢ ve karmaĢık bir örgütlenmeyi gereksediği kabul edilmek gerekir (85). BaĢka bir deyiĢle, dinsel düĢüncenin örgütlenmesi karĢısında dengeyi koruyabilmek için laiklik ilkesini toplumda yerleĢtirmenin bütün yollarını aramanın ve bu yolda ısrarla çaba göstermenin zorunlu olduğu kesinlikle kabul edilmelidir. Fakat bu noktada devrimci aydınların kararsız ve edilgin tutumunun çürütülmesi konusunun ötesine geçilmiĢ oluyor. Böylece açık olarak belirmektedir ki, ilk yorum yanlılarının düĢüncesi dahi -incelenmeye değer bulabileceğimiz tek düĢünce olduğu halde- tutarsız içerikli ve etkisiz bir düĢüncedir. Bu düĢünce Türk toplumunun bundan sonraki geliĢimi açısından değil, Atatürk'ün getirdiği ilkelerin korunması bakımından dahi yetersizdir. Bu durumda devrimin yeni bir yorumu zorunluluk kazanmaktadır. 8- Devrimin dördüncü yorumu Hiçbiri ideolojik bir nitelik kazanmamakla beraber, yine de Türk toplumunun manevi ve maddi gidiĢi üzerinde etkili olan bu çeĢitli görüĢ ve davranıĢların incelenmesi sonucunda, Atatürk'ün eserinin dördüncü yorum adını vereceğimiz yeni bir biçimde yorumlanmasının zorunlu olduğu ortaya çıkmakta ve bu yorumun ne olabileceği önceden belli olmaktadır.

Page 38: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

Bu yeni yorum bize en doğal yorum olduğu kanısını vermektedir, çünkü somut eserler halinde karĢımıza çıkan bir dizi öncüllerin sonucudur; bu yorum aynı zamanda pratik açıdan en etkili yorumdur, çünkü Türkiye'nin bugün en yüksek noktasına ulaĢan manevi bunalımına çözüm getirecek tek yorumdur. Böyle olduğu halde, Türk aydınları bugüne kadar böylesine bir değerlendirmeye yönelebilmiĢ değillerdir. Gerçekten siyaset alanında teokratik düzeni reddedip demokratik rejimin en ileri örneğini kabullenen, toplumsal yaĢamını yüzyıllarca yönetmiĢ olan Ģeriatı bırakıp bir anda Ġsviçre vatandaĢlık yasasını, Ġtalyan ceza yasasını benimseyen; tam anlamı ile skolastik bir eğitimden akılcı ve en ilerici modernist eğilimlere yer veren bir eğitime geçmekle, manevi evreninde ihtilal yaratan bir ülke; Avrupa edebiyatı türlerini benimseyen, teokrasi çağında yasaklanmıĢ olan betimleme sanatlarının özgürce geliĢmesine olanak tanıyan; tiyatroyu, konservatuvarı ex novo kuran; Batılı üniversitenin ruhunu değilse de biçimini örnek alan; olup bittiye, bir dünyadan bambaĢka bir dünyaya geçiĢin baĢarıldığına kendini inandırmak için dıĢ görünümünde bile ihtilal yapan, alfabe, giysi değiĢtiren; yeni bir yaĢama tarzına giren bir ulus böyle bir ulus ilk iĢ olarak, doğal ve mantıksal olarak, devrimin yakın zamanlarda Türkiye'ye soktuğu toplumsal, siyasal ve kültürel kuruluĢların ruhunu -oluĢtukları yer ve çağda geliĢmelerine yol açan ruhu- benimsemeye çaba göstermek durumundadır. Bunun sonucunda da, Türk toplumunun siyasal eğitim alanında, Yunanistan'ın ve Roma'nın siyasal tarihini ve kurumlar tarihini -tarihsel gelenek yolu ile demokrasi kavramının yerleĢmiĢ bulunduğu- Batılı toplumlara oranla daha büyük bir istek ve coĢku ile incelemesi beklenir. Aynı biçimde, Ġsviçre vatandaĢlık yasasının, bir kiĢinin iradesine boyun eğen toplumlardaki edilgin zihniyetle uygulanması ve bu yasaya aynı zihniyetle uyulması istenmiyorsa, Roma hukuku üzerine araĢtırmaların hız kazanacağı toplum, özellikle bu toplumdur. Çünkü ulusal irade ile getirildikleri için, insan onuru duygusunu zedelemeyen hukuk ve adalet anlayıĢını toplumun ruhunda kökleĢtirecek çalıĢmalar, bu çalıĢmalardır. Ayrıca, klasik edebiyat, sanat ve düĢünceye en büyük gereksinimi duyacak olan toplumlar, Batı edebiyatının türlerini ilk kez benimseyen, büyük kalkınma çabalarında laik mimarlığa ve Ģehircilik bilimine baĢvurmak zorunda olan ve betimsel sanatlarla ilk kez özgürce ilgilenebilen toplumlardır. Türk toplumu, daha sonra üzerinde duracağımız dörtlü bir tanımadan yararlanarak, Batı'dan, ruhuna derinlemesine nüfuz etmeye gerek görmeden, aldığı kurumları ve ilkeleri koruyabileceğine inanmakta direniyorsa; geleceği için ölümcül sonuç verebilecek bu yanılgıyı sürdürüyorsa, bunun nedeni, insanlığın yüzyıllar boyunca oluĢturduğu evrimin ürünü olan düĢünsel ahlaksal ve estetik biçimlenmeden yoksun olmasında aranmalıdır. Öte yandan sözü edilen biçimlenmeyi verebilecek öğretim, eğitim ve kültür kurumlarının kurulmasına olanak sağlayacak tek etkenin devriminin bu dördüncü yorumu olduğu belirtilmelidir. Nihayet, dördüncü yorumun toplum üzerinde egemen olabilmesi için, Atatürk'ün ölümünden beri Türkiye'nin devrimci atılımını köstekleyen bu bir çeĢit kısır döngüyü kırıp parçalamak gerekir. Gerçekten, bu kısır döngü parçalanmadıkça, Atatürk devriminin -Türk ve Batılı aydınların sandığı gibi- geniĢ kapsamlı da olsa, yalnızca bir toplumsal ve siyasal yenilik hareketi olmadığı, bunun çok ötesinde Ortaçağ düĢüncesinin kültür bilinci düzeyinde reddi ve akılcı, laik, hümanist düĢüncenin kabulü olduğu anlayıĢına eriĢme olanağı yoktur. Ret, yalnızca Ortaçağ zihniyetinin ve bu zihniyetin ürünlerinin, yani toplumsal düzenin, teokratik rejimin reddi değil, bu ruhun geliĢmesine elveriĢli ortamı yaratan manevi evrenin, yani fikirden yoksun edebiyatının, yaĢamdan kaçak dekoratif sanatının, yaĢamdan usancı ve yazgıya boyun eğiĢi dile getiren müziğinin bir yana bırakılmasıdır. Devrim -Ġslam ülkelerinde, eski ile yeni arasındaki çatıĢma, hemen hemen dinsel ruhla yenilik ruhu arasında süregelen bir çatıĢmadan ibaret olduğu için- kısaca laik diye adlandırabileceğimiz düĢüncenin benimsenmesidir. Bundan baĢka, devrim laikliğin kaçınılmaz sonuçlarının hepsinin kabulüdür. Bu sonuçlar ise, hiç de, sanıldığı gibi dinsel düĢüncenin siyasal yaĢama el atmasını önlemekten ibaret değildir. Gerçekten bir devlette laikliğin güvence altına alınması, toplumun laik bir zihin yapısına sahip olması ile sağlanabilir. Oysa laikliği gerçekten benimseyen bir toplumda, dinsel inançlar siyasal yaĢama karıĢmamakla kalamaz; din düĢüncenin, bilimin, sanatın özgürce geliĢmesini engelleyecek her türlü davranıĢtan kaçınmak zorundadır; ayrıca o, devlet adamının, bilginin, aydının, herhangi bir vatandaĢın kendi hareketlerinin hesabını topluma dinsel ve dogmatik özde olan eski değerler sistemine göre vermek zorunda kalmaması için, ya da, buna zorlanırsa, kendini temize çıkaramama

Page 39: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

durumunda eski zihniyete tehlikeli ve onarılması olanaksız ödünlerde bulunmasının önlenmesi bakımından, vatandaĢla toplum arasındaki iliĢkileri etkilememek zorundadır. Laik açıdan bakılınca, Atatürk devrimi Doğu'nun mistik ya da dogmatik, ama her halde akılcı olmayan zihin yapısından kaynaklanan değerler sisteminin reddi, akılcı ve insancı temellere dayanan yeni bir değerler sisteminin kabulü olarak ortaya çıkmaktadır. Bu yoruma göre, Atatürk devrimi, tarihe geçen ihtilallerin en geniĢ kapsamlısı, en derine ineni, en radikali (86) ve en hayranlık uyandırıcısı olarak belirmektedir. Atatürk dehaların en büyüğü; eseri, bir tek kiĢinin gerçekleĢtirebileceği eserlerin en yücesidir. Devrim olaylarını oluĢtukları pragmatik alandan ve bugün anı olarak yaĢadıkları duygu alanından çıkarıp, değerlendirilmelerinin yapılacağı fikir alanına yükseltecek olan, iĢte bu akılcı ve insancı sistemdir. Türk toplumunu bu durumdan kurtarıp, kuĢkusuz daha elveriĢli ancak eskisi kadar durağan bir duruma getirmeyi değil, ona sonu gelmeyecek bir evrimi baĢlatacak ilk hareketi sağlamayı amaçlayan bir ihtilal yalnızca bu sistem içinde değerlendirilebilir. Çünkü evrim fikrinin, sözü edilen değerler sistemine varlık kazandıran Batı düĢüncesinin dıĢında var olabileceğini düĢünmek bile olanaksızdır. Böylece, Türk toplumunun çözmek durumunda olduğu kültür sorunu ana çizgileri ile ortaya çıkmıĢ oluyor. Sorun Ģu terimlerle dile getirilebilir: eski skolastik zihin yapısının üstesinden gelebilecek tek güç, hümanist kültürdür; bu kültürün ülkemizde doğup geliĢmesi kaçınılmaz bir zorunluluktur. Çünkü, öğretimde doğal ve matematik bilimlere geniĢ yer veren bugünkü eğitim sistemi eski zihniyetin köklerini sökmeyi baĢaramamıĢtır; onun bütün yapabildiği her biri el sürülmez birer auctoritas olan ve Ġslam evrenini egemenlik altında tutan ulemayı tahttan indirip yerine Larousse du XX. siècle'i geçirmek olmuĢtur. Türk toplumunun geleceği, laik düĢünceyi ülkenin toplumsal ve kültürel yaĢamında egemen kılmaya bağlıdır: devrim ilkelerinin ve devrimci kurumların ülkemizde sürekli sağlam bir inanca altına alınabilmesi bu koĢula bağlıdır. Toplumun zihninde laik bilincin yer etmesi, devrimin aldığı yolun bugünkünden çok daha iyi bir biçimde aydınlanmasına olanak sağlayacaktır; bu da, yeni bir yola giren Türk toplumunun sürekli olarak karĢısına çıkan sorunları çok daha çabuk ve yanılmazlıkla kavramasına izin verecektir. Bu durumda toplumumuzu manevi alanda yeni ve daha büyük aĢamalara ve insanlığın evrimi yolunda daha ileri bir noktaya götürecek olan yeni bir dizi toplumsal ve insancıl ideallerin filizlenmesi beklenmelidir. Bugün yalnızca bir hayal olarak görünen, dinsel düĢünce ve kurumlarda büyük bir reform hareketinin baĢlaması Türk toplumunda laiklik bilincinin yer etmesi ile ileride olanak kazanacağından kuĢku duyulamaz. Reforma bizzat din adamlarının önayak olmaları da olasılık dıĢı değildir; çünkü bu durumda din adamları dinsel inançla yeni laik düzen arasında uyumu kurmak zorunluluğunu duymakta gecikmeyeceklerdir. Ġslam toplumlarını ve genellike, Batılı olmayan toplumları, çoğunlukla dinsel temellere dayanan ve her halde eleĢtiri ruhundan yoksun olmaları nedeniyle, dokunulmaz bir niteliğe sahip olan geleneksel değerlerini yeniden gözden geçirmeye yöneltebilecek tek güç hümanist eğitimdir. Bu gözden geçirme Avrupa'dakinden farklı olmayacaktır; Avrupa'da din adamları, hümanizmi ve uyanıĢ çağını izleyen yıllarda, yenilenme gereksinimini duymuĢlar ve reformun ister yanlısı, ister düĢmanı olsunlar, hümanist düĢünceyi değiĢik ölçülerde kabullenmek zorunda kalmıĢlardır. Her ne olursa olsun, Ġslam düĢüncesi, -kendini insanlığın bütün manevi ve dünyasal gerçeklerinin tek sahibi olarak görmeye iten ve böylece insanlara bulgulanabilecek ya da yapılabilecek hiçbir Ģey bırakmayan- dogmacılıktan ve tarihsel üst yapısından vazgeçmedikçe ve Türk Toplumunda uyanan yeni ve etkin yaĢamın yarattığı zorunluluklara uymadıkça, laik düĢünce ile bir modus vivendi bulamayacaktır; buna karĢılık, çağın gerçeklerine uymak koĢulu ile laik düĢünce ile iĢbirliği halinde, yeni Türkiye'nin manevi kalkınmasına etkili biçimde katılabilecektir. Çünkü vaktiyle Hıristiyan düĢüncesinin kendinden kaynaklanan bir UyanıĢ'a yol açabileceğini düĢünmek ne kadar yersiz ise, aynı biçimde Ġslam düĢüncesinin, bir iç evrimle, Ġslam evrenini modernleĢtirecek bir harekete giriĢmesini beklemek o kadar gerçekçilikten uzak bir tutumdur. Batı'da Hıristiyanlıkla hümanizm arasında kurulduğuna tanık olduğumuz uyuĢmaya benzer bir anlaĢmanın Ġslam düĢüncesi ile hümanist düĢünce arasında kurulmasından bir dizi sonucun çıkması doğaldır; her Ģeyden önce, Türk toplumu kendi pratik etkinliği ile -ahlaksal özgürlük ilkelerine ve anlamının geniĢ kapsamı ile kavranılan dignitas hominis ilkesine dayanan- yeni iç evreni arasında tam bir uyuĢum kurulabildiğinin; ayrıca kendini yeni giriĢimlere, yeni ve daha büyük eserler yaratmaya yönelten bir enerji kaynağının kendi içinde oluĢmaya baĢladığının farkına

Page 40: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

varacaktır. KiĢi, günlük etkinliğinin yeni insancıl değerler sistemi içinde manevi ve ahlaksal bir değer kazandığını görecek, bununla kendine olan güven artacak ve -her insanın, çoğu zaman haksız yere de olsa, duyduğu- kendine saygının boĢ bir duygu olmadığına inanacaktır. Ġç denge, kendine güven, kendi kiĢiliği ve yeni yaĢam bilinci onu dünyaya dönük etkinliğe o güne kadar duymadığı bir ilgi ve coĢku ile itecektir. Çünkü toplumları düĢünce, bilim, sanat ve toplumsal ve siyasal düzen alanlarında ilerleten bu sevgi ve yaratıcı coĢkudur. 9- Yeni bir kültür bilinci edinme zorunluluğu Demek ki dördüncü yorum, diğer üçünden esas bakımından farklıdır, çünkü devrimi pratik ve duygusal düzeyden fikir düzeyine yükseltmekte ve böylece ona aynı zamanda yeni bir öz kazandırmaktadır. Ancak bu fikir düzeyine yükselme Türk toplumunda yeni bir bilincin oluĢmasını doğal olarak gerektirir. Gelenekçi ve dogmacı zihin yapısını ortadan kaldırmayı ve Atatürk devriminin paha biçilmez değerini görüp onu yorumlamayı baĢaracak tek güç olan hümanist düĢünce ise belli bir insancıl deneyimin ürünüdür. Bu deneyimi benimsemenin yolu, iyi planlanmıĢ bir düĢünsel, ahlaksal ve estetik eğitimden geçerek onu yeniden yaĢamaktır. ġu halde, devrimin dördüncü yorumunun toplumumuzda yer etmesi ve ulusal bir idealin temeli olduktan sonra, etkili olması isteniyorsa, ortaöğretimi yeni baĢtan düzenlemek gerekir. Özellikle gençleri yükseköğrenime hazırlayan okullarda köklü bir reforma gereksinim vardır. Dördüncü yorum, Ģu halde, eğitim alanında esaslı bir yeniliği zorunlu göstermektedir. Devrimin yıktığının yerine bir Ģey koymadığı tek alanın eğitim alanı olduğu da dikkatten kaçmamalıdır. Ortaöğretimin bugün içinde bulunduğu koĢulların gözden geçirilmesi hem buradaki bunalımın nedenlerini ortaya koyacak, hem Türk toplumunun bugünkü manevi durumunun ne olduğunu olduğu gibi meydana çıkaracaktır. 10- Okulun iĢlevi. Ortaöğretimin bugünkü durumu Devrim, eğitimi yeni ilkelere göre düzenlemeye din okullarını kapatmakla, Arapça ve Farsça derslerini kaldırmakla, programlardan yalnız Kuran derslerini değil, din derslerini de çıkarmakla iĢe giriĢti. Bunu anayasada yeri olan laiklik ilkesine dayanarak yaptı. Meslek okulları, teknik okullar kuruldu ve bunların sayılarının arttırılması için uğraĢıldı; Batı örneklerine göre düzenlenen yükseköğrenime yöneltici ortaokul-liseler kuruldu. Aslında Alman realschule'sinin düzeyine bile eriĢemeyen bu okullarda ağırlık matematik ve doğa bilimlerine verildi; insan bilimleri içinde pozitif bilimlerin kesinlik niteliğine uyar yöntemleri kullanabildiği savında olan psikoloji ve sosyolojiye önem verildi. KuĢkusuz, eğitim alanında giriĢilen bu reform hareketi, Türk toplumunu mutlak bir zihin tembelliğine mahkûm eden manevi zincirleri koparıp atma bakımından önemli bir atılım olmuĢtur. Bu alanda, eskiyi ortadan kaldırma konusunda, devrim dikkate değer bir etkinlik göstermiĢtir. Ancak devrim, önce de söylendiği gibi, bu alanda aynı ölçüde yoğun bir yapıcı etkinlik gösterebilmiĢ değildir. Devrim Arapçayı, Farsçayı, din derslerini yalnızca olumsuz açıdan, parçalanması gereken manevi köstekler olarak görmüĢtür; ama bu disiplinlerin insana manevi bir yapı ve bir ahlak anlayıĢı kazandırdığı gözden kaçmıĢtır; dolayısıyla, genç kuĢaklara eskilerin yerini tutacak yeni bir zihin yapısı, yeni bir ahlak anlayıĢı vermenin gerekliliğini görememiĢtir. Arapça ile Farsçanın okullardan kaldırılması ile Osmanlı edebiyatının da anlaĢılmaz hale gelmesi, sorunun önemini daha da arttırmıĢtır. Gerçi Osmanlı edebiyatının Cumhuriyet kuĢaklarına gerekli zihin biçimlenimini veremediği bir gerçektir; ancak, bu tutumla her türlü edebi eğitimden vazgeçilmekteydi. Gençliğin eğitiminde en büyük etken her zaman ve her yerde öğretim kurumları olduğuna göre, devrimin, güçlendirilmesine en büyük özenin gösterilmesi gereken ideolojik cephesi tehlikeli ölçüde çelimsiz kaldı. Birinci yorum yanlıları diye andığımız kimselerce düzenlenen ortaöğretim programlarından Türk dili gramerinin kaldırılmasına kadar gidildi; gerekçe olarak, doğanın çocuklara pratik yoldan öğrettiklerini kuramsal yoldan öğretmenin gereksiz olduğu ileri sürüldü (87). Skolastik zihniyetin pozitif bilimler ve teknik bilgilerle yıkılabileceği konusunda beslenen yanlıĢ kanının gençliğin eğitimini ne hale düĢürdüğünü göz önüne getirmek güç değildir: ahlak dıĢı ve

Page 41: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

tarihsel köklerinden koparılmıĢ bir akılcılıkla dinsel inançlar topluma egemen olmak için savaĢım halinde idiler. Ancak devrimin ve ülkemizin geleceğini etkileyen bu çatıĢma uzun süremezdi. Nitekim, çok partili rejimin kurulmasından sonra, ikinci yorum yanlılarının düĢüncesine uyularak, iĢe klasik kolun kaldırılması ile baĢlandı: baĢlıca özelliği, programına Latince derslerini alması olan klasik kol 1940 yılında edebiyat ve fen kollarının yanında yer almıĢtı. Sonra din dersleri yeniden baĢlatıldı; din dersi önce, dördüncü sınıftan baĢlamak üzere, ilkokullara kondu; daha sonra ortaokulların programına da alındı. Bu önlemlerle gençlere ne doğal ve matematik bilimlerin, ne de teknik öğretimin veremeyeceği ahlaksal biçimlenimin verilmesi düĢünülmüĢtür. Ayrıca Ankara'da bir teoloji fakültesi ile imam ve hatip yetiĢtirmek için birçok okul kuruldu. Ġmam-hatip okullarının amacı toplumun eskiden beri duyduğu manevi önder gereksinimini karĢılamaktı. Ġstenen, geleneksel değerlerle günlük yaĢamın kabul ettirdiği gerçekler arasında sürüp giden çatıĢmayı yapay bir uyuĢma ile sona erdirmekti. O günlerde egemen görüĢe göre, özellikle halk arasında mistik niteliğinden sıyrılamayan din ile, çok daha uyanık ve gerçekçi bir zekâ isteyen teknik artık dövüĢmemeli, aralarında alanları paylaĢmak suretiyle gençliğin eğitimine elbirliği ile çalıĢmalıydılar (*). Ancak toplumun genel evrimi içinde dinle laik kuruluĢlar arasında -birinci yorumun eleĢtirisi yapılırken- saptanan dengesizlik öğretim alanında çok daha belirgin bir hal almaktadır. Gerçekten ayrıntılar programına bakılırsa, imam-hatip okulları laik bir toplumda dinsel görevleri yerine getirecek insanlar yetiĢtirmeyi değil, dinsel anlayıĢın dıĢına çıkmayan bir eğitim vermeyi amaçlar görünüyor. Bu meslek okullarına, kurulduklarından hemen sonra imam-hatip okulu değil de (88) ''din okulu'' denmesi çok anlamlıdır. Tevhidi Tedrisat yasası sanki artık yürürlükte değildir, sanki laik ve dinsel olmak üzere ikili bir öğretim uygulanmaktadır (*). Filolojinin ve tarihin yöntemlerine göre değil, geleneksel biçimde okutulan Kuran, Ġslam teolojisi, ahlakı, hukuku, felsefesi ve tarihi dersleri -doğa bilimleri, matematik ve yaĢayan yabancı dil konusunda bir ölçüde verilen bilgilerle birlikte de olsa- kuĢkusuz genç Osmanlının en iyi biçimde yetiĢmesini sağlayacak disiplinleri oluĢturur, ama bu disiplinler, laik ve demokratik bir düzen kurmak için koca bir devrim baĢarmıĢ olan bir ulusun dinsel gereksinimlerine yön verme sorumluluğunu yüklenecek insanların sahip olması istenen düĢünsel ve ahlaksal biçimlenmeyi sağlayacak disiplinler değildir. Bu eğitim, gençleri dogmacılığa düĢmekten koruyacak hümanist bilinçlenmeye tamamıyla yabancıdır; Batı düĢüncesinin tükenmez kaynağı olan ve bizzat kilisenin kendi amaçları için bol bol yararlandığı hümanist biçimlenmenin, akılcılığın ve eleĢtiri ruhunun bu eğitimde hiçbir yeri yoktur. Batı'da, ulusal tarih ve ulusal edebiyat, klasik düĢünceye bağlanmaları nedeniyle, kendi baĢına gençlerin eleĢtiri ruhuna ve tarihsel bilince eriĢmelerine yardımcı olabilirlerse de, Divan edebiyatı ve Osmanlı tarihi Ġslam evrenine egemen olan hareketsiz, dogmatik zihniyetin ürünüdürler; bu yüzden din okullarında okuyan öğrencilerin her türlü evrim ve ilerleme fikrine yabancı kalmamaları olanaksızdır. Bundan çıkan sonuca göre, gençleri üniversite öğrenimine hazırlayan Türk orta dereceli okulları, Batı klasik dillerine yer verilmediği, öbür yanda da Osmanlı tarihi ve edebiyatı bir ölçüde de olsa akılcı ve insancıl bir eğitimin sağlanması açısından yararlı olmadıkları için, örnek alındığı ileri sürülen Fransız lisesinin modern kolundan -özgürlükçü biçimlenim ve estetik eğitim açısından- aĢağı kaldıkları gibi (Montesquieu, Ronsard, Descartes, Rousseau bir bakıma Yunan ve Roma yazarlarının yerini iyi kötü tutabilirler), Batının meslek ve teknik okullarının düzeyine bile eriĢememektedirler. Bugün artık öbürlerinden ayırt etmek zorunluluğu ile, laik olarak adlandırmak durumunda olduğumuz okullara 1950'lerde yeni bir ruh vermek için çaba gösterildiğini ve bu arada, Ġngilizcenin iyi öğrenilmesi için, matematik ve doğa bilimlerinin Ġngilizce okutulduğu beĢ lisenin kurulduğunu burada anımsatmak yerinde olacaktır. Fakat bu ve bundan sonra yapılan giriĢimler sorunu asıl terimleri ile ele alabilmiĢ değildir. Ġngilizce öğretim yapılan liseler konusunda söylenecek Ģudur: Bir Batı dilinin bilinmesi daima yararlıdır, çünkü bir ölçüde de olsa, ruhuna nüfuz edilmeden bir dil konuĢulamaz. Ancak Türkçe ve Ġngilizce olmak üzere öğretimin iki dilde yapıldığı beĢ lisenin, ilk Türk lisesini, o günün Batı'ya özenen kültürünün etkisi ile, derslerin Türkçe ve Fransızca verildiği Galatasaray Lisesi'ni çok açık bir biçimde anımsattığını gözlemek acıdır. BaĢka bir deyiĢle, eğitim ve kültür alanındaki ilerleme konusunda, bugünkü Türk toplumunun Tanzimat dönemindeki görüĢlere hiçbir Ģey katamadığı ortadadır.

Page 42: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

Bu durumda, geleneksel zihniyet ve kültürün iyi yetiĢmiĢ temsilcilerinin karĢısına, laik ve akılcı ruh adına -normal ya da iki dilli- liselerden çıkan ve matematik, fizik, kimya bilgilerinin yanında ayakkabıcılık, tenekecilik gibi birtakım el ustalıkları kazanmıĢ bulunan, ancak ahlak konusunda yalnızca dinsel telkinlerin etkisinde kalan gençlerin çıkarılabildiği göz önünde tutulursa, laik Türk toplumunda insanın manevi evreninin yeniden eski dogmatik düĢünceye teslim edildiği kolayca anlaĢılacaktır. Devrime karĢı çıkanlara, eski ile yeninin çatıĢmasını eski düzene dönmek biçiminde çözümlemek isteyenlere gelince, cumhuriyet okullarında eğitimin Ġslam ilkelerine dayandırılması davasındadırlar. Bu da, bugün imam-hatip okullarında uygulanan öğretimin esas çizgileri ile bütün liselerde uygulanmasını istemek demektir. Onlarca Ġslam dinine bağlı bir topluluk için tek kabul edilebilecek eğitim biçimi budur. Erekleri bugünkü düzeni tersine çevirmektir. Orta dereceli öğretimde bugün ayrıntılar programlarının ağırlık noktasını pozitif bilimler oluĢturmaktadır; yüzeysel biçimde okutulan Osmanlı çağı, daha da az öğrenilen Batı dünyası, dil bilgileri ile birlikte tamamlayıcı disiplinler niteliğindedir. Üçüncü yorum yanlıları, bunun tersine, gençliğin eğitiminin temelinde -özü dinsel ve skolastik olan- Osmanlı kültürünün bulunmasını istemekte, öğretilmesinden vazgeçilemeyeceğini kendilerinin de anladığı pozitif bilimlerle teknik bilgilerin tamamlayıcı öğe olmasında diretmektedirler. Birinci ve ikinci yorum yanlılarının tutumu ile karĢılaĢtırılırsa, bunların tutumunun daha mantıklı olduğunu kabul etmek gerekir. Gerçekten, kiĢinin ve toplumun manevi evrenini pozitif bilimlerin, teknik bilgilerin, yüzeyde kalmıĢ birkaç din ilkesinin ya da, birkaç onyıl önce önerildiği gibi, bir dizi formüllerden oluĢan acaip bir ahlâk bilgisinin oluĢturamayacağını ileri sürmekte haklıdırlar (*). Ancak bunların zihin yapısı eleĢtirici düĢünceye o kadar yabancıdır ki -yaĢamı, kendisine kabul ettirilen biçimde değil, kendi eğilim, yetenek ve deneyimine göre değerlendiren bir zekânın ürünü olan- bilimle tekniğin, skolastik zihniyetin baskısından henüz kurtulamayan bir toplumda niçin yerleĢip geliĢme gösteremeyeceğini anlamaktan kesinlikle acizdirler. Bilimin ve tekniğin ülkeye dıĢalım malı gibi sokulan ürünlerine bile toplumca uzun süre katlanılamayacağı akıllarından geçmemektedir. Fikir yürütme yolu ile onları inandırmaya kalkıĢmak da boĢunadır; çünkü dogmalarına karĢı çıkan hiçbir diyaloğun kurulmasına olanak vermemekte, zihinlerini her türlü mantığa sımsıkı kapatmaktadırlar. Bu çeĢit insanlardan, pek de uzak olmayan bir geçmiĢte diri diri yakılma tehlikesi ile karĢılaĢan Galilei'in baĢına gelenleri değerlendirmeleri herhalde beklenemez. II- Manevi evrende dönüĢüm zorunluluğu: akılcı ve insancı temellere dayanan eğitim Bu çeĢit bir eğitimin uygulanabilmesi için devrimin resmen reddedilmesi gerekeceği açıktır. Böyle bir olasılık pek yakın görünmemektedir. Bununla beraber, soruna uyguladığımız kısa irdeleme gösteriyor ki, bilimsel ve teknik bilgilere ağırlık veren bir eğitim sisteminin, ne eski dinsel eğitimle baĢa çıkması, ne de -insana manevi biçimlenim verme gücünden yoksun olduğundan- Türk kültüründeki bunalıma çözüm getirmesi, dolayısıyla devrim ilkelerinin sürekliliğini sağlaması beklenemez. Bundan çıkan sonuç Ģudur: birinci yorumdan ikinci yoruma geçildiği gibi, kaçınılmaz bir zorunluluk olarak yakın bir gelecekte ikincisinden üçüncüsüne geçilecektir (*). Bugünkü acıklı görünümü ile, Türk toplumu, devrim coĢkusu ile kendini insancıl evrimin engin akıĢına kaptırdıktan sonra, yavaĢ yavaĢ akıntının dıĢına kıyıya itildiği izlenimini uyandırmaktadır. Toplumun eski durgunluğa dönmesini önlemek için, yeni kuĢakların harekete geçirilmesi, zihinlerin aydınlatılması gerekir, bunun için de, kendini hemen hemen bütün dogmatik kösteklerden kurtarmıĢ olan, gençlerde özgürlüğe, estetik ve ahlaksal güzelliğe bağlılık duygusunu uyandıran tek sistem olduğu gözlenen Batı eğitiminin örnek alınması zorunludur. Türk toplumu yüksek öğrenime hazırlayan orta dereceli okullar için Batı'nın klasik liselerini örnek almalıdır; yönetici sınıfa ve aydınlara akılcı ve insancıl bir zihin yapısı vermek istiyorsa, baĢka bir deyiĢle, devrim ilkelerinin ve kurulan kurumların anlamının anlaĢılmasını istiyorsa, günlük etkinliğin gerekçesi ve amacı üzerine bilinçlenilmesini istiyorsa, baĢka çıkar yol yoktur. KuĢkusuz, klasik okulun Avrupa'daki iĢlevinin ne olduğunun belirlenmesi gerekir. Çünkü bunun Ģimdiye kadar açıklıkla saptanmadığı anlaĢılıyor; öyle olmasa, yararcı ya da modernist akımın baĢlattığı saldırı karĢısında klasik okul yok olma tehlikesi geçirmezdi. Avrupa bu eski öğretim kurumuna kuramsal bir inançtan çok gelenekçiliği yüzünden sadık kalmıĢtır. Fakat Avrupa'da klasik lisenin tarihsel bir iĢlevi olduğundan, bunun da laik bilinci kökleĢtirmek, kökleĢtirdikten

Page 43: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

sonra da canlı tutmak olduğundan kimse kuĢku duyamaz. Gerçekten Avrupa'da zihin özgürlüğü ile dogmacılık çatıĢması, laik düĢünce ile dinsel düĢünce çatıĢması biçiminde oluĢmuĢtur. Batı'nın, birkaç bin yıllık uygarlığını korumak için ve en az beĢ yüzyıldan beri sahip çıktığı laiklik bilincinin sönmesine tanık olmamak için, kendi klasik kaynaklarına inme gereksinimini her zamankinden çok bugün duyması gerektiği ve dolayısıyla bu bilincin oluĢmasına olanak sağlayan tek kurum olduğu görülen klasik lisenin kurulmasının kaçınılmaz bir zorunluluk olduğu da kabul edilecektir. Böyle bir iĢe giriĢilirken, laik ruhun Avrupa'da topumsal düzene egemen olmaya baĢlamasının beĢ yüzyıllık bir tarihi olduğu, etkisini durmadan arttırdığı, öbür yandan bizzat dinin, baĢlangıçtan beri klasik kültürle sıkı iliĢkileri olduğu için, UyanıĢ kültürüne büyük ölçüde ayak uydurduğu; buna karĢılık ülkemizde, yaĢamı Ortaçağ açısından değerlendiren görüĢün -örf ve âdetlerin, geleneklerin bilinçsiz yolundan geçerek ve laiklik kavramının toplumda oluĢmasına ve yerleĢmesine zaman ve fırsat vermeden- kiĢinin ruhu üzerinde eski egemenliğini kurmayı baĢardığı gözden uzak tutulmamalıdır. Türk aydınları olsun, Batılı aydınlar olsun, bıktırıcı bir diretiĢle savunulduğunun tersine, Batı uygarlığının yalnızca iki öğeden oluĢmadığını, tekniğin ve dinin yanında üçüncü bir kaynağın bulunduğunu, -demokrasi, fikir özgürlüğü, söz özgürlüğü, vicdan özgürlüğü, insan onuru kavramları teknikten ve dinden kaynaklanmadıklarına göre- bir üçüncü kaynağın bulunması gerektiğini sonunda anlamalıdırlar. Gerçekten Batılı olmayan toplumlar teknikten önce (dinsel gereksinimleri yönünden, kendi dinleri bu gereksinimleri gidermektedir), bu kavramları benimsemek durumundadırlar. Bu kavramlar olmadan, yeni bir dünya görüĢüne sahip olmaları, taklit yolu ile kabullenilen ve belki bir gün bu toplumları insanlığın ilerleyiĢ yolunda kendi baĢlarına yürüyecek hale getirecek olan ilkelerin ahlaksal değeri konusunda aydınlanmaları olanak dıĢıdır. Kesin olan Ģudur ki pratik deneyim, tarihsel koĢullar ve mantıksal sonuçlandırmalar yeni Türk kuĢaklarının zihinsel, ahlaksal ve estetik biçimlenimini sağlam bir akılcı ve insancı temele dayandırmanın gerekliliğini bütün açıklığı ile ortaya koymaktadır. Tarih boyunca insanlığın manevi yaĢamına ve dolayısıyla aynı zamanda maddi yaĢamına yön veren eserlerin sayıca ne kadar az olduğunu görmek insanı ĢaĢırtıyor. Ġslam evreninin manevi besinini bir tek kitabın, Kuran'ın oluĢturduğunu, Hıristiyan düĢüncesinin tek kaynağının da Ġncil olduğunu söyleyebileceğimiz gibi; dinsel inançların dıĢında bir ahlak, bir dünya görüĢü, bir diyalektik edinmek isteyenler için de, ahlaksal kavramları, estetik kuramları, diyalektiği geliĢtiren ve sayısı hiç de kabarık olmayan büyük insanların eserlerini gösterebiliriz. Temeli özgürlük fikri olan ahlak ilkelerinin ortaya çıkarılması, bağımsız bir manevi yaĢamın bulgulanması, insanın zihinsel melekelerini geliĢtirme yöntemlerinin bulunması, güzel kavramına eriĢilmesi, Yunan ve Roma toplumlarının parlak baĢarılarıdır. Batıyı Ortaçağ uykusundan uyandırabilmek için, hümanistler ve UyanıĢ çağının kuĢakları hep bu üçüncü kaynağa baĢvurmuĢlardır. Denebilir ki, aydınlanma çağının filozofları o önceki kuĢakların fikir evreninden elde ettikleri kazançları bilinçli bir sisteme bağlamakla yetinmiĢlerdir. Bugünkü Batılı kuĢaklar da o tükenmeyen kaynaktan yararlanmayı sürdürüyorlar; çünkü bugünkü uygarlığın inancası olan laiklik bilincini uyanık tutabilmek için o kaynağa gereksinimleri vardır. Gerçekten Batı bugün de, hatta belki de her zamankinden çok bugün, klasik düĢünceden yararlanma gereksinimi içindedir; onu tehdit eden bazı ideolojiler vardır; bunlar ister geçmiĢi özlesinler, ister aĢırı bir ilericilik hevesinde olsunlar, hız aldıkları hümanist hareket noktasını, dolayısıyla özgürlüğün kutsal ilkesini reddetme yanılgısına düĢmüĢlerdir. Atatürk devrimini skolastik düĢüncenin reddi, hümanist düĢüncenin olduğu gibi kabulü biçiminde değerlendiren dördüncü yorum, Ģu halde, ilk amaç olarak Türk lisesini temelden değiĢtirmeye ve yeni kuĢaklara eski dogmatik eğitime her bakımdan karĢıt olan hümanist eğitimi vermeye yönelmelidir. Ancak bu sayede Türk gençliği insan onuru kavramından, özgürlük duygusundan, yurt ve ulus sevgisinden, hoĢgörü fikrinden, savaĢım azminden oluĢan bir manevi evrene sahip olacaktır; bu gençlik dünya görüĢünün temeline insan duygularının gerçekliğini ve yüceliğini yerleĢtirecektir. Ve nihayet ancak bu yeni zihinsel ve ahlaksal biçimlenim yolu ile insan iç evreni ile dıĢ yaĢamın gerçekleri arasındaki çatıĢmanın son bulduğunu görecektir; çünkü günlük etkinlikler, yani bilimin, tekniğin, siyasetin, ekonominin, düĢüncenin, sanatın çeĢitli alanlarındaki etkinlikler ve hatta toplum ve aile iliĢkileri hem manevi yaĢamın, hem de, aynı zamanda, toplumsal düzenin ortak

Page 44: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

temeli durumunda olan bir zihin yapısının ürünü olacaktır. Bu da kiĢinin maddi ve manevi yaĢamları arasında doğal bir uyuĢumun kendiliğinden kurulmasını sağlayacaktır. Batılı olmayan bir uygarlığa bağlı bir toplumda kurulacak ilk klasik okula yön verecek ilkeler üzerinde durmadan ve temel programından söz etmeden, Ģimdilik buraya kadar ileri sürülen görüĢlerin mantıksal sonuçlarını çıkarmakla yetinilecektir. Türkiye'de kurulacak klasik bir ortaöğretim okulunda zihinsel, ahlaksal ve estetik biçimlenimin temeli, Batı'daki klasik okullarda olduğu gibi, Yunan ve Latin dili ve edebiyatı ile ulusal dil ve edebiyattan oluĢmalıdır. Bütün öbür disiplinler de zihinlere bilgi yığmak değil, öğrencileri olgunlaĢtırmak amacını gözeten bir biçimde verilmek suretiyle, vazgeçilmez tamamlayıcı dersler olmalıdır. Ancak burada birbirinden son derece farklı iki zihniyet, iki uygarlık arasındaki karĢıtlık açık olarak ortaya çıkmaktadır. Türk edebiyatı ve Türk tarihinin yeniden değerlendirilmesi -tarih bilincinin ıĢığında ve Türk klasik okulunun kurulması ile oluĢması amaçlanan yeni zihniyetin ifadesi olacak bir ölçüte dayandırılmak suretiyle yapılacak yeni bir değerlendirme- bu sorunun doğal çözümü gibi görünmektedir. Bu sayede, modern gençliğin manevi eğitimde örnek oluĢturacak edebi eserler ve tarihsel ve insancıl olaylarla öğrencilerin zihin biçimlenmesinde yeri olmayıp, yalnızca tarihsel bilgilerin çerçevesi içinde ele alınması uygun olan edebi eserler, tarihsel olaylar ya da tarihsel dönemler arasındaki sınır kesinlikle çizilmiĢ olacaktır. Mantıksal sonuçlar dizisi sürdürülerek, klasik okulda yetiĢen gençlerin, toplumda yerlerini aldıktan sonra, mesleklerinin normal olarak onlara yüklediği sorumluluğun dıĢında daha baĢka sorumlulukların yükünü omuzlarında duyacakları düĢünülebilir. Bu sorumluluk duygusu ile ülkedeki köklü Doğu zihniyetine karĢı çok daha iyi hazırlanmıĢ olarak çıkacakları kuĢkusuzdur. Bu yeni zihniyetin temsilcileri toplumda sorumluluklarını aldıktan sonradır ki, koca bir ulusun tümünün yepyeni bir biçimde eğitilmesi iĢine gerçekten ve baĢarılı olma umudu ile giriĢilebilecektir. Belediye memuru, hekim, sağlık memuru, ebe, tarım memuru, öğretmen, aldıkları hümanist eğitim sayesinde, davranıĢları ile, sözleri ile gerektiğinde bilinçli giriĢimleri ile esas itibarıyla insancıl ve akılcı olan bu kültürün yayıcısı olacaklardır. Ġlkel ve her çeĢit boĢ inançların tutsağı olan eğitilmemiĢ yığınlar bu yeni ve gerçek aydın zümresi ile temasa gelmekle, ufuklarının geniĢlediğini görecekler ve bundan büyük yararlar sağlayacaklardır. Bu açıdan bakıldığında, kültürümüzün gereksediği köklü reformun yayılma merkezi klasik okul olmalıdır, kanısına varılmaktadır. Öbür yandan, ilk klasik okulun kurulmasına paralel olarak ve aynı zamanda, bir hümanist araĢtırmalar enstitüsü ya da merkezinin kurulmasına giriĢilmesi gereklidir. Burada bu fikirlere yatkın Türk aydınları ile Batı dünyasında hümanist düĢüncenin en yetkili temsilcileri bir araya gelmeli ve birlikte çalıĢmalıdırlar. Batılı olmayan bir ülkede Batılı olmayan bir giriĢimle kurulacak olan bu ilk hümanist araĢtırmalar merkezinin amacı laiklik kavramı ile bundan kaynaklanan hümanist değerlerin ülkemizde yerleĢmesini sağlamak olmalıdır. Bu giriĢimlerle birlikte bir de, baĢlangıçta sınırlı ölçüler içinde tutulsa da, bir örgüt kurulmalıdır. Bunun amacı toplumun zihinsel eğitimini yeniden ele almak ve onun sağlıklı duygularına, sağ duyusuna, somut ve tarihsel deneyimine seslenerek, eski dogmatik zihniyetin temel direklerini bir bir yıkmak, ilkel ve boĢ inançları bir bir söküp atmak olmalıdır. Birincisi gençliği eğitmek, ikincisi, ortak çaba göstermeleri için, iyi niyetli aydınları bir araya getirmek, üçüncüsü de toplumun içinde yeni görüĢleri yaymak iĢini ele alacak olun bu üç kuruluĢu aynı zamanda yaratmanın zorunluluğu bir gözleme dayanmaktadır; bu gözlem, insanların ve toplumun yaĢantısı üzerinde okulun etkisi ne kadar büyük olursa olsun, toplumun, doğrudan doğruya okulların ayrıntılar programları üzerinde değilse de, bu programların uygulama biçimi ve elde edilen sonuçlar üzerinde çok daha büyük bir etki yaptığını saptamaktadır. Toplumun okul üzerinde etkisi olabileceğinden kuĢku duyanlar, her yanında aynı toplumsal ve siyasal kurumların bulunmasına ve aynı öğretim örgütünden yararlanılmasına rağmen, bir ülkenin değiĢik bölgelerinde (örneğin Ġtalya'nın kuzey ve güney bölgelerinde) zaman zaman tanık olunan zihniyet ve ahlak anlayıĢı farklılığı göz önüne getirmelidirler. Sonuç olarak bir kuĢağın sağlam bir ahlaksal ve zihinsel biçimlenim alması isteniyorsa, gençlerin okulda, evde ve toplumda, iki değiĢik zihniyetin ürünü olmaları nedeniyle, birbirine kesinlikle karĢıt iki dünya ile karĢılaĢmalarını ne yapıp yapıp önlemek gerekir. Topluma yeni bir manevi eğitim getirilirken ilk olarak onda, yaĢamsal maddi gereksinimlerin yanında, aynı öncelikle doyurulmayı bekleyen bir dizi manevi gereksinmelerin de var olduğu

Page 45: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

duygusu uyandırılmalıdır Bu manevi gereksinimlerin karĢılanması sonucunda insanların zihninde ve gönlünde yepyeni, din alanının dıĢında kalan, manevi, dünyaya dönük, insancıl ve laik bir dünya anlayıĢı yeĢerecektir. Anlamı iki kavranılmak koĢulu ile, son derece yalın önlemler toplumun manevi yaĢamında yeni ufukların açılmasını sağlayabilir. Köyde, kasabada, çiçek yetiĢtirmek alıĢkanlığı insanlarda güzel duygusunu, güzel sevgisini, yaĢam sevgisini pekiĢtirip yaygınlaĢtırabilir. Köy meydanında üst üste konan üç kaya parçası ile dikilecek gösteriĢsiz bir anıt yurt sevgisinin simgesi olabilir, insanda insanlara karĢı minnet duygusunu uyandırabilir; ona, tamamıyla toprağa dönüĢmeyen insanın değerini öğretebilir. Klasik çağ örnek alınarak, tiyatro temsilleri ülke yüzeyine yayılabilir; bunlar, gerekirse en yalınç bir okul temsili biçimde bile uygulanabilir. Kırsal kültüre ustalıkla uydurulacak Aiskhylos'un trilogyası, devletçe dağıtılan adaletin kiĢisel öç alma geleneğinden, kan davasından üstün olduğu gerçeğini halk yığınlarına bugün bile aĢılayabilecek güçtedir. Önemli olan halkın manevi dünyasını etkileme yollarının ve araçlarının hangileri olduğunu bilmektir. Halk öykülerine yeni bir yaĢam görüĢü getirmek, yeni bir ruh katmak gerekir. Onları ele almak, yeni baĢtan anlatmak gerekir; bu yeni anlatıĢta mucizeli müdahalelere bir anda insanın yaĢamını değiĢtiren, onu zenginliğe ve mutluluğa eriĢtiren müdahalelere ve bu müdahaleleri sağlıksız bir bekleyiĢle bekleyen kahramanlara hiçbir suretle yer verilmemek gerekir. Bu masallarda yazgıya boyun eğiĢin, insanı karanlıklara gömen hüznün eseri kalmamalıdır. Yeni anlatıĢ masalların hayal gücünü eksiltmemeli, fakat onlara gerçeklik getirmeli, mantık kurallarının ve insanlık duygularının sınırlarının aĢılmamasına dikkat edilmelidir. Bir baĢka deyiĢle, bu masallara Homeros destanlarındaki ruh kazandırılmalıdır. Ayrıca, halk Ģairlerine yeni esin kaynakları gösterilmelidir. KurtuluĢ SavaĢı ile yepyeni bir geleneğin ve yeni bir ruhun doğduğuna onları inandırmalıdır. Özellikle destansal türküler, koçaklamalar, çoğu zaman yüksek bir Ģiir değeri taĢıyan içeriklerine uymayan tekdüze ritmden kurtarılabilir ve yeniden bestelenebilirler. Halk yığınlarının merakını tahrik etmenin ve yaĢadıkları dünyayı biraz daha iyi tanıma isteğini uyandırmanın yolları bulunmalıdır. Çünkü tanımak sevmektir; yaĢamak ve yaratmak için ise, sevmek gereklidir. I. BÖLÜMÜN NOTLARI (1) KĢ. Taha Hussein, The futur of culture in Egypt, s.76: ''(Öğrenimlerini Avrupa'da yapanlardan) only a tiny fraction were genuinely and permanently influenced by European intellectual life''. (2) KĢ. Wilamowitz, Pindar, s. 88 ve Schmid-Stahlin, Griechische Literaturgeschichte, I. Teil, I. Band, s. 551. (3) Vita Ambrosiana'ya göre (bk. Scholia vetera in Pindari Carmina, edidit A.B. Drachmann, Leipzig, s.1) Pindaros Atina'da Agathokles'ten ders almıĢtır; baĢka kaynaklar öğretmenleri arasında Apollodoros'un da bulunduğunu gösterirler. Koro Ģiiri yarıĢmalarının Atina'da 508 yılında kurulduğunu, Agathokles'in de koro yöneticiliği ettiğini biliyoruz (kĢ. Schmid-Stahlin, loc. cit.). Öbür yandan, Vita Thomana'da (op. cit., s. 4) Pindaros'un Hermioneli Lasos'un öğrencisi olduğu kaydedilmektedir. Lasos'un Atina'ya Peisistratidlerin kovulmasından (Ġ.Ö. 511) birkaç yıl sonra döndüğü doğru ise, bu hesaba göre Pindaros'un Ġ.Ö. 500 yıllarında Atina'da yaĢamıĢ olması gerekir. 65. Olimpiyatta (Ġ.Ö. 520-517 yıllarında) doğduğuna göre o sıralarda aĢağı yukarı 18 yaĢında olmalıydı. (4) Pindaros Ġyon doğacılarının ''bilimin henüz olmamıĢ meyvalarını topladıkları'' (Frg. 204) kanısındadır; fikrince Ġyonların ortaya attıkları sorunlar, aslında Hesiodos'un ve Apollon dininin çözüme bağladıkları sorunlardır (kĢ. Schmid-Stahlin, loc. cit.). (5) KĢ. Gibb, Modern Trends in Islam, s. 69: ''The illiterate Muslim, the villager, is in no danger yet of losing his faith, and, even if he were, the educated town-bred modernist would have no word to meet his needs. His spiritual life is cared for by the Sufi brotherhoods, regular or irregular, by the imam of the local mosque, or by the itinerant revivalist preacher. So far as modernist ideas reach him, they are filtred through such medium''. Bu çeĢit aracılar halk ile Atatürk'ün modernist değil,

Page 46: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

tam anlamı ile ihtilalci -Gibb'in deyimi ile secularist- fikirleri arasına girmek istemiĢlerdir. Bu adamlar yüzyıllar boyunca yöneticilerin karĢısına yerel ahalinin temsilcisi oldukları savı ile çıkmıĢlardır. (6) Atina'da o yüzyılda kurulan toplumsal düzen, Pheidias'la Sophokles'in sanatlarının doğmasını sağlayan, Periksel çapında insanlar yetiĢtiren ve uzun zamandan beri Attike toprağında kök salmıĢ olan demokratik ideallerin oluĢmasına olanak tanımıĢ olan ruhtan esinlenmektedir. O dönemde ahlak duygusu çok yüksektir. Bu nedenle Sokrates yararlı ile iyi'nin eĢanlamlı olduklarını rahatlıkla ileri sürebilmiĢtir, bk. Ksen. Apom. III 10, 9; IV 6, 8 ve IV 6, 9. Kurulu düzen göstermektedir ki erdem mutluluğun temelidir, kötü bir davranıĢ olayların doğal akıĢı sonucunda cezalandırılacaktır, çünkü akla aykırı bir davranıĢ cezasız kalamaz, bk. Ksen. Apom, III 9, 12 ve IV 4, 24. Ve gerçekten bu dönemde Atina toplumu insanda erdem, bilgelik ve bilimin bir bakıma eĢdeğerli kavramlar olduğu izlenimini uyandırmaktadır, bk. Ksen. Apom. III 9, 4 ve III 9, 5; böylece Sokrates hiçbir insanın ''kendi isteği ile aldanmadığını ve isteyerek kötü ve utanılacak iĢler görmediğini'' ileri sürebilmektedir, Plat. Protag. 345 d. II. BÖLÜMÜN NOTLARI (1) Büsbütün düĢünsel nitelikte olan ve sadece mantıksal ve nesnel bir incelemeyi gerektiren sorunlar bile ilintilik koĢulların akıĢına bırakılmıĢtır. Akademik sorunların çözümlenmesinde geçici duygulanmaların, hatta birden patlak veren heyecanların etkili olduğu sık sık görülür, bk. Taha Hussein, The futur of culture in Egypt, s. 77: ''I used to be greeted with arguments of this kind, but more passionately presented, whenever I pleaded before the Administrative Council of the Ancient Egyptian University for the addition of Latin and Greek to the regular curriculum of the Faculty of Arts. They finally yielded in order to get rid of me, not because they accepted my thesis''. KĢ. özellikle s. 78: ''Once there were a number of English professors in the Faculty of Arts who oddly enough vigorously supported the enemies of Latin and Greek. The most outspoken critic was a University of Liverpool man, Professor Copeland, a specialist in medieval history, whose entire academic life was centered on Latin. I recall one occasion when we were warmly debating the subject before a session of the Faculty Council. His views were apparently prevailing when I asked him: 'Do you know of any English University where Latin is neglected? 'When he replied in the negative, I said: 'Why then do you want the Egyptian University to be different from all the English universities?' He answered: 'Because Egypt has not yet come to be like England!' This sharp and inequivocal statement promptly rallied most of those present to my side". (2) Bu güçlüğü Gibb Ġslam evreninde çok iyi görmüĢ ve belirtmiĢtir, Modern Trends in Islam, s. 32: "As has so often been exemplified in the history of Islamic thought and action, external appearances are to a large extent misleading. It is not only the non-Muslim student, either, who finds it difficult to from an assured judgment. The protagonists themselves are often not fully clear in their own minds". Bk. ayrıca aynı sayfada n. 2. (3) Apologetik bir yazar olan Taha Hussein yurdu Mısır söz konusu olduğu zaman eleĢtiri görüĢünden ve mantık kurallarından uzaklaĢır; kanıtlamak istediğini daha kolay kanıtlayabilmek için iki yana çekilebilen ifadeler kullanmakta ustadır; toplumun zihin biçimlenimi için vazgeçilmez temel bir disiplin olarak değil de, belli bir alanda uzmanlaĢmak için gerekli iki dil olarak gördüğü Yunan ve Latin dillerine Mısır okullarında yer verilmesini isterken, bu isteğini sağlam bir görüĢe dayandıracak gücü gösteremeyen bir aydındır. Böyle olmakla beraber, daha önce de sözünü etmek fırsatını bulduğumuz The futur of culture in Egypt adlı eseri, değeri konudan konuya değiĢen, gene de ince ve son derece ilginç gözlemlerle dolu bir eserdir. Mısır'ın kültür sorunlarının tarihçesine ayırdığı sayfalar gerçekte dar bir çevrenin dıĢında hiçbir ilgi uyandırmayacak ilintilik birtakım olayların, insanı zaman zaman gülümseten birtakım kiĢisel çekiĢmelerin tarihçesi olmaktan ileri gidememektedir; böyle bir tarihçede tarihsel sürekliliğe ve dolayısıyla, mantıksal bağlantılara yer yoktur, kĢ. s. 47: "Dr. Hâfiz Afifi Pasha has drawn a painful picture of the situation in his book On the margin of politics where he describes how an incoming minister, as soon as he settles down in his office nullifies the work of his predecessor and then sets up a new system which will later be accorded the same treatment by his successor"; böyle bir tarihçede fikir çatıĢmaları söz konusu olamaz, çünkü bu çevrelerde gerçek fikir yoktur, kĢ. s. 62: "The University, government agencies, and private industry all complain about the inadequate

Page 47: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

preparation of our young people. This has come about because we are too easily satisfied with general, obscure, and ambiguous expressions whose meanings we ourselves do not grasp. We then adopt them as our goals, which we seek to reach by employing equally vague means"; bu çeĢit çevrelerde yaĢamsal önemi olan eğitim sorunlarının çözümünde bile bazen fazlasıyla kiĢisel ve aĢağılık çıkarlar rol oynar, kĢ. ss. 74-75: "Professor De Guy was the most vigorous opponent of Latin in the Faculty of Law and his is the disgrace of inducting the Egyptians to eliminate it - this in spite of the fact that he had been head of the Law School of the University of Bordeaux and was unusually fine Latinist as well... I am not sure what be basis of Professor De Guy's position was, but... Another reason may be found in the personality of Professor Grégoire, leader of the proponents of Latin and first dean of the Faculty of Arts. Professor Grégoire was impopular whit Professor De Guy and most of the university people. The campaign against Latin in the Faculty of Law was used as an attack against Grégoire... A fourth reason I cite only of its humorous overtones. Some Egyptians law professors strongly objected to Latin on the grounds that they themselves had never studied it. Why should the students know what they did not know?" Mısır'daki durumla bizdeki durum arasındaki büyük benzerlik, Türk akademik çevrelerini iyi bilenlerin gözünden herhalde kaçmayacaktır. (4) Gibb, Modern Trends in Islam, Ġslam yazarlarının ortaya koydukları eserleri söz konusu ederek, GiriĢ s. IX'da Ģöyle bir gözlemde bulunmaktadır: "But one looks in vain for any systematic analysis of new currents of thought in the Muslim world. Almost all the books written in English or French by Muslim writers, on the other hand, turn out to be apologetic works, composed with the object of defending Islam and demonstrating its conformity with what their writers believe to be present-day thought". AnlaĢılan Gibb "Ġslam yazarları"ndan sistemli bir irdeleme beklenemeyeceğini düĢünmemiĢtir; oysa -onun söz konusu ettiği "Ġslam yazarları"ndan "Ġslamın temel dogmalarına bağlı kalmıĢ Ġslam evreni yazarları" anlaĢılması gerektiğine göre- bu yazarlar hiçbir suretle özgürlükçü, yani insancı ve akılcı bir eğitim almıĢ değildirler; dolayısıyla temelinde eleĢtirici bir muhakemenin bulunduğu zihin habitus'undan yoksundurlar. Hatta, özde farklı olan zihin biçimlenimlerine bakılırsa, Doğuluların Gibb'in -modern Ġslam evreninin en derin ve ince irdelemelerinden biri olan- bu eserinde ortaya koyduğu düĢünceleri gerçekten kavrayabileceklerinden bile kuĢku duyulabilir. Ancak Müslümanların akılcılığın "thought processes"ini niçin yadırgadıklarını bize açıklayan gene Gibb'in kendisidir, op. cit. ss. 1-16. Ġslam eserlerinin apologetik niteliği üzerine bk. ayrıca W.C. Smith'in Islam in Modern History adlı eserinde bu konuya aktarılan bölüm ve gene aynı yazarın The intellectuals in the Modern Development of the Islamic World adlı makalesi (Social Forces in the Middle East, edited by S. N. Fisher, Cornell University Press, Ithaca, New York 1955, s. 198). (5) Bk. I. Kant, Kritik der Urteilskraft, Leipzig 1924, ss. 79-82. Bu konuda bk. ayrıca B. Croce, La Filosofia di Giambattista Vico, s. 85. (6) Her ne kadar yanlıĢ anlaĢılan bir yansızlık kaygısı ile, Toynbee kendini ve okuyucularını Batı uygarlığının öbür uygarlıklardan üstün olmadığına inandırmak istiyorsa da (bk. J. Madaule, La pensé de Toynbee: Toynbee'nin The World and the West adlı eserinin Primerose du Bos, Paris 1953, tarafından yapılan Fransızca çevirisinin önsözü, s. 40), eserinde Batı uygarlığının bütün öbür uygarlıklardan üstün olduğuna içtenlikle inandığını gösteren pek çok belirti vardır. Ancak Toynbee bu üstünlüğün nereden geldiğini ve neden oluĢtuğunu kendine ve baĢkalarına açıklayamamıĢtır, kĢ. A. Study of History, s. 254 (Toynbee'nin bu on ciltlik eserinde ileri sürülen düĢünceleri - doğrudan doğruya kaynağa baĢvurmak isteyen okuyuculara kolaylık olur diye - D. C. Somervell'in yaptığı özetten aktarmayı uygun bulduk): ''Though sixteen civilizations may have perished already to our knowledge, and nine others may be now at the point of death, we - the twenthy-sixt-hare not compelled to submit the riddle of our fate to the blind arbitrament of statistics. The divine spark of creative power is still alive in us. ..'' Hiç kuĢkusuz, Batı uygarlığının niçin tükenip sona ereceğe benzemediğini açıklamak için, Toynbee'nin sözünü ettiği ''divine spark''tan çok daha akla uygun, çok daha akılcı bir neden vardır. (7) KĢ. P. Gentizon, Mustapha Kemal, s. 204. Gentizon, Türkiye'de II. Mahmut zamanında belirip Abdülhamit dönemine kadar süregelen ''mouvement d'inspiration libérale'' için Ģöyle diyor: ''(il a été) d'une part imposé par I'Europe, de I'autre dicté par I'instinct de conservation''. (8) KĢ. Toynbee'nin The World and the West adlı eserinin Fransızca çevirisine J. Madaule tarafından yazılan önsöz, ss. 17-18.

Page 48: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

(9) Bu ise hiçbir eleĢtiriye katlanmayan ve tam anlamı ile akılcılığın dıĢında kalan bir düĢüncenin, toplumun zihin habitus'u üzerinde yaptığı ölümcül etkileri yansıtan küçük bir örnektir. Gibb, Modern Trends in Islam, ss. 125-126, ulemanın yürüttüğü muhakemelerin mantıktan yoksun olduğunu söyler; ''modernistler'' üzerine söyledikleri, ss. 76-77, çok ilgi çekicidir. Modern Ġslam yazarları arasında ayrı bir yer verdiği ve beğenir göründüğü Ġkbal için Ģöyle diyor, op. cit. s. 60: ''His poems appear to me to be full of strange contradictions, although his Indian fellows have tried to organize them into some sort of system''; bk. ayrıca s. 83. Bununla beraber, Gibb Ġkbal'e ne değer verirse versin, Ġkbal'in The reconstruction of religious thought in Islam konusu üzerine verdiği konferansları okuyan sadece hayal kırıklığına uğramaktadır; Ģu alıntı Ġkbal'in düĢüncesi üzerine bir fikir verebilir, s. 70: ''The most remarkable phenomenon of modern history... is the enormous rapidity whith which the world of Islam is spiritually moving towards the West. There is nothing wrong in this movement, for European culture, on its intellectual side, is only a further development of some the most important phases of the culture of Islam''. L. Massignon'un, bu eserin Fransızcaya çevirisinin (Paris 1955) baĢına koyduğu önsözde okunan Ģu yargı kolay kolay ciddiye alınamaz, s. I: ''... des penseurs originaux dignes d'être mis en comparaison, à égalité, avec les nôtres. On ne peut reprocher à Ikbal... un 'fanatisme' répudiant toute recherche philosophique, on n'y recourant que par tactique''. Ġnsan bu ikinci cümledeki eleĢtiriden sonra, bir düĢünür olarak Ġkbal'den birinci cümleyi haklı gösterecek ne kaldığını merak ediyor. (10) KĢ. Camille Léger, L'Éducation laique, s. 37: ''Sans un idéal vers lequel s'orientent toutes ses facultés, pour la réalisation duquel sont mises en oeuvre toutes les ressources de son étre, l'homme reste inactif et infécond, endormi dans le scepticisme ou dans les plaisirs savourés au hasard des circonstances. L'homme qui n'a pas d'idéal, I'homme qui ne se propose pas un but choisi par sa raison et chéri par son coeur ne peut avoir une volonté ferme. La volenté ne s'exerce pas à vide et son éducation n'est pas possible si l'on n'indique pas un but à ses efforts''. (11) Bir Türk kadısının, kendisinden yaĢadığı kent üzerine istatistik ve tarihsel bilgi isteyen bir Ġngiliz gezerine verdiği cevabı, B. Croce, La Storia come pensiero e come azione, s. 204 n. 2, ''tarihe karĢı tam bir ilgisizlik'' (''sentimento di pieno disinteresse verso la storia'') örneği olarak gösteriyor. P. Gentizon, Mustapha Kemal, s. 195, kadının yazdığı bu aynı mektuptan söz ederek Ģu sonuca varıyor: ''la statistique paraissait alors, à tours les fonctionnaires ottomans, comme une science des plus superflus et sans aucun intérêt''. Ama gerçek daha da düĢündürücüdür; çünkü aslında o kadının cevabı, dıĢ evrende insanın kendi kiĢisel çıkarlarının sınırları içine girmeyen hiçbir Ģeyin onu ilgilendirmediğinin açık bir ifadesidir. Doğu'da bu davranıĢ büyük çoğunluğun olağan davranıĢıdır. (12) Bk. A.Toynbee, The World and the West, ss. 79-81: yazar olayları belirttiği halde, Hint düĢünürünün temeldeki yanılgısının farkına varmıĢ görünmüyor. Gandhi evrensel çapta bir düĢünür değildir; o sadece ilginç bir Hint düĢünürüdür. (13) KĢ. A.Toynbee, Civilization on Trial, s. 189: ''... in as much as he (the 'Zealot') has adopted the Western's weapon, he has set foot upon unhallowed ground. No doubt if ever he thinks about it - and that is perhaps seldom, for the 'Zealot's behaviour is essentially irrational and instinctive - he says in his heart that he will go thus far and no farther''. (14) Son yıllarda bu konuda yazanlar arasında bk. E. R. Dodds, Humanism and technique in Greek Studies; kĢ. özellikle s. 4; ''it's a vulgar error to confuse the antithesis between humanism and technique with the antithesis between a classical and a scientific education. Not all scientific study is technical, nor all classical study humanistic... Nothing in our academic world offends me more than the bickerings which from time to time breack out between self-appointed advocates of 'science' and 'the humanities', respectively. Historically, science and humanism are sisters: both were born in Greece, and at the Renaissance both were reborn. Logically, they are allies: their common task is to bring cosmos out of chaos; their common enemy is irrationalism''. Statistik yolu ile, Amerikalıların da aynı sonuca ulaĢtıkları anlaĢılıyor: William H. White Jr., The Organization Man (bk. özellikle VI. bölüm, ss. 86-100), saf bilimlerin gerilemesi ile humanities'in gerilemesi arasında karĢılıklı bir bağlantı olduğunu ileri sürüyor, ss 88-89: ''The conflict is not as some embattled humanists believe, between the sciences and the liberal arts. The conflict is between the fundamental and the applied. Quite clearly, the increase in vocational students is not just an overlayer - it is a subsctraction, and one that has affected the liberal arts and the sciences in the same degree''. (15) KĢ. A.Toynbee, Civilization on Trial, ss. 189-193.

Page 49: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

(16) KĢ. A.Toynbee, The World and the West, s. 62: ''But we have lived to see this secular western dispensation disappoint us in both countries. In Japan it bred a disastrous militarism; in China it bred a disastrous political corruption...'' (17) Türkiye'yi ilgilendiren konular için bk. Z. Gökalp, Yeni Mecmua 27, s. 1; ve 33, s. 123; bk. ayrıca TürkleĢmek, ĠslamlaĢmak, MuasırlaĢmak, ss. 9, 18-19, 35, 37. KĢ. U. Heyd, Foundations of Turkish Nationalism, s. 63 n. 3 ve ss. 64-65. III. BÖLÜMÜN NOTLARI (1) Bk. A.Toynbee ve K. Kirkwood, Turkey, s. 126. (2) Bk. bu konuda F. Köprülü, Bizans müesseselerinin Osmanlı müesseselerine tesiri hakında bazı mülâhazalar (''Türk Hukuku tarihine ait tetkikler'' I, ss. 165-313). (3) Bk. Herodotos I 60, III 154, VII 104, 135 ve 136, VIII 26 ve 193. KĢ. R. Pettazzoni, La religione nella Grecia antica, ss. 239-240: ''E così, anche, opera secondo virtù, essendo la virtù non puro sapere anzi attitudine e abito di subordinare l'elemento irrazionale al razionale, onde all'elemento razionale e a quello irrazionale rispettivamente corrispondeva, nell'umanità, il popolo greco e il mondo barbarico...'' (4) KĢ. Atatürk, Söylev ve Demeçler III, s. 67: ''Memleketler muhteliftir, fakat medeniyet birdir ve bir milletin terakkisi için de bu yegâne medeniyete iĢtirak etmesi lazımdır. Osmanlı Ġmparatorluğu'nun sükûtu, Garbe karĢı elde ettiği muzafferiyetlerden çok mağrur olarak, kendisini Avrupa milletlerine bağlayan rabıtaları kestiği gün baĢlamıĢtır. Bu bir hata idi, bunu tekrar etmeyeceğiz.'' (5) A.Toynbee ve K.Kirkwood, Turkey, s. 129, bu güçlüğün farkına varmamıĢlardır: ''Without some comprehension of the spirit which reigned in Paris from 1789 to 1795, the political history of Turkey since 1920 is incomprehensible''. Ancak, Atatürk'ün Fransız ihtilalini iyi bilmesine rağmen, her Ģeyi Paris'te ihtilal yıllarında egemen olan ruh durumu ile açıklayabileceklerini düĢünmekle yanıldıkları kuĢkusuzdur. (6) Cumhuriyet Halk Partisi'nin 15-20 Ekim 1927 tarihleri arasında toplanan ikinci büyük kongresinde söylediği büyük Nutkun baĢında, Atatürk, Ġtilaf Devletleri ile imzalanan mütarekeyi izleyen günlerde ülkenin içine düĢtüğü güç koĢulları açıkladıktan sonra, Ģöyle diyor, Nutuk I, s. 9: ''Efendiler, bu vaziyet karĢısında bir tek karar vardı. O da hâkimiyeti milliyeye müstenit, bilâkaydüĢart müstakil yeni bir Türk devleti tesis etmek. ĠĢte, daha Ġstanbul'dan çıkmadan evvel düĢündüğümüz ve Samsun'da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz tatbikatına baĢladığımız karar, bu karar olmuĢtur.'' (7) Nutuk, s. II: ''Ancak dokuz senelik ef'al ve icraatımız bir silsilei mantıkıye ile mütalea olunursa, ilk günden bugüne kadar takip ettiğimiz istikameti umumiyenin ilk kararın çizdiği hattan ve teveccüh eylediği hedeften asla inhiraf eylememiĢ olduğu kendiliğinden tebarüz eder''. KĢ. E.Herriot: Tekin Alp'ın Kemalisme adlı eserinin önsözü, ss. V ve VII. (8) Atatürk, Ankara'ya ilk geliĢinde kentin ileri gelenlerine verdiği bir konferansta (28 Aralık 1920) programını büyük bir açıklıkla ortaya koymuĢtur. Benimsediği Wilson ilkelerini anlattıktan sonra, bu ilkelere dayanarak Batılıları suçlar ve Türklerin, kendilerine karĢı Wilson'ın ilkelerine uygun bir biçimde davranılmasını istemeye hakları olduğunu ilan eder; bk. Atatürk, Söylev ve Demeçler II, ss. 4-9 (konferansın metni ss. 4-15). (9) 3 Haziran 1919, bk. Nutuk I, s. 19. (10) Erzurum Kongresi bildirgesinin dördüncü maddesi, bk. Nutuk I, s. 47. (11) Bk. Nutuk I, s. 139. (12) Bk. Nutuk II, ss. 1-6 (13) Atatürk'ün gözünde, ülkenin baĢarılı bir biçimde örgütlenmesi ve Yunanlılara karĢı kazanılan büyük yenginin nedeni yalnızca Büyük Millet Meclisi'dir, Söylev ve Demeçler I, s. 240: ''Milletin mukadderatını doğrudan doğruya deruhte ederek yeis yerine ümit, periĢanlık yerine intizam, tereddüt yerine azim ve iman koyan ve yokluktan koskoca bir varlık çıkaran meclisimizin...'' Atatürk Ġzmir'e ''kahraman ordumuzun düĢman ordusunu nihayete kadar mağlup ve periĢan ve imha ettikten sonra buraya vasıl olduğu zaman, ona karıĢarak'' girmiĢtir, ''muzaffer ordunun içinde'' gelmiĢtir, Söylev ve Demeçler II, s. 76 ve s. 83. Ve Ģayet Türkler bağımsızlıklarını koruyabilmiĢlerse, bunun nedeni ''ordularımızın Ģuurlu, mefkûreli harekâtta muvaffak'' olmuĢ olmalarıdır; kendisine gelince, ''Ģahsına terettüp etmiĢ olan vazifeleri yapabilmiĢse çok bahtiyardır'', Söylev ve Demeçler II, s. 232.

Page 50: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

(14) Erzurum Kongresi'nde ulusal hareketi yönetmek için kararlı ve yetenekli insanlara gerek olduğunu, bu son derece güç görevin yerine getirilmesinin ''bilfarz Erzincanlı bir nakĢi Ģeyhi ve Mutki'li bir aĢiret reisi''ne bırakılmayacağını haklı olarak düĢünmüĢtür, bk. Nutuk I, s. 51. BoĢ kahramanlık gösterilerinden nefret eder; gerçek bir asker olduğu için, koĢullar gerektirirse bir ordunun geri çekilmesini bilmesi gerektiğine inanır: ''Çekilmek lazımdır. Eğer ölmek lazım gelirse, o da yapılır. Ölmek ancak öldürmek maksat ve gayesine matuf olmak lazım gelir. Fakat öldükten sonra hiçbir gaye temin edemeyecekse neye yarar?'' Söylev ve Demeçler I, ss. 80-81. Ham hayalden hoĢlanmaz, Türk milletine dünyanın egemenliğini elinde tutmadığını anımsatır, Nutuk II, ss. 200-202. Partisinin hoĢa gideni değil, doğru olanı söylemesini ister, çünkü ulusları, mutluluk ve refaha götüren hakikattir, Söylev ve Demeçler II. s. 263. Kendisine gelince, kendisinin gerçekçi bir düĢünceye sahip olduğunun farkındadır: ''Biz ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almıĢ bulunuyoruz. Bizim yolumuzu çizen, içinde yaĢadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk milleti ve bir de milletler tarihinin bin bir facia ve ıstırap kaydeden yapraklarından çıkardığımız neticelerdir'', Söylev ve Demeçler I, s. 389. (15) Atatürk, Kâzım Karabekir PaĢa'nın fikrine uyamaz, ''vaziyet ve harekâtı mustakbele için zuhurata tabi'' olamaz: ''bilakis zuhuratın ne olabileceğini, zuhûrundan evvel keĢif ve teyakkun ederek, mukabil tedabirini düĢünmek ve anında, tereddütsüz tatbik etmek taraftarı''dır, Nutuk I, s. 279. (16) Büyük Millet Meclisi'nde, düĢmana geçmekle asıl amaçlarını meydana vuran Çerkes Ethem ve kardeĢlerine Ģiddetle çatarken onlardan ''bey'' diye söz etmekle milletvekillerinin itirazlarına hedef olur, Nutuk II, s. 82-83. (17) Ġskenderun ve Antakya'nın sınırlarımız içine alınması sorununda, Türkiye ile Fransa arasında baĢgösteren bunalım sırasında, Atatürk kendini polemiğe kaptırmadan, ağır baĢlı ve temkinli konuĢur. Bu durumlarda kolayca galeyana gelen ulusal heyecan, onun Türk ulus ve hükümetinin olduğu kadar Fransız millet ve hükümetinin onur duygusuna hitap etmesine engel değildir, Söylev ve Demeçler III, s. 106. (18) Yunanlılara karĢı kazanılan büyük yengiden söz ederek: ''Hakikaten arkadaĢlar, bu harp cephesini ertesi günü gezdiğim zaman teessürden men'i nefs edemedim. Bir asker için ve herhangi bir asker için bu vaziyet mucibi teessürdür'' der, Söylev ve Demeçler I, s. 25. (19) Annesinin mezarı baĢında söylediği sözlerde retoriğin en hafif bir izi yoktur. Sözleri içtenlikli duygular ve derin bir teessürden kaynaklanır, Söylev ve Demeçler I, s. 74-75. (20) Atatürk, bugün her Ġslam devletinin çözmek zorunda olduğu baĢlıca sorunun dinsel hukukun kaldırılarak yerine doğal hukukun getirilmesi olduğunu bilmektedir; bu sorunu sistemli bir düĢünce çerçevesi içinde ele almıyorsa da, o kadar açık ve kesin bir biçimde ortaya koyuyor ki, bu konuda ne düĢündüğü konusunda en ufak bir kuĢku yoktur. Nutkunda Hoca ġükrü Efendi'nin yayımladığı broĢürden bir alıntı yaptıktan sonra (''Hilafeti Ġslamiye emri dini hıfz ve harasette nübüvvete halef olmaktır; ikamei Ģeriat hususunda resulü ekrem efendimiz tarafından niyabettir''), sözünü Ģöyle sürdürüyor: ''Halbuki, Hocanın sözlerini tatbike kalkıĢmak, hâkimiyeti milliyeyi, hürriyeti vicdaniyeyi kaldırmaya çalıĢmaktı'', Nutuk II, s. 205. ġeriatın yürürlüğe konmasının Atatürk için ulusal egemenlik ilkesinin ortadan kalkması anlamına geldiği açıktır; baĢka bir deyiĢle, dinsel hukukla, ulusal egemenlik kavramının kaynağı olan doğal hukukun bir toplumda birlikte egemen olmalarına olanak yoktur. Bugünkü Türk aydınlarının ülkenin kültür sorununu bu temel hakikat açısından ele alamadıkları kaydedilmelidir. Bk. ayrıca Söylev ve Demeçler I, s. 196. (21) MeĢruluk ilkesi onun için manevi bir kuvvet kaynağıdır. Durumun, akla ve mantığa baĢvurularak yapılacak soğukkanlı bir irdelemesi insanda hiçbir ümit uyandıramayacak iken, o nihai baĢarıya inanmaktadır. 1921 yılının ocak ayında Ģöyle diyor: ''Efendiler, maksadımız meĢrudur, muvaffakiyet imanımız lâyetezelzeldir. Binaenaleyh dâhilde ve hariçteki düĢmanlarımız ister çok ister az olsun, teĢebbüslerinin vüsati ne olursa olsun, muvaffakiyeti katiye, muvaffakiyeti nihaiye meĢru bir maksat takip edenlerde kalacaktır'', Söylev ve Demeçler I, s. 143. Sakarya yengisinden sonra gene ağır baĢlı ve alçak gönüllü bir eda ile konuĢur; sözlerinde büyük baĢarıların baĢa vuran gururundan eser yoktur: ''Efendiler! DüĢmanın pek büyük gayretlerle, fedakârlıklarla vücuda getirdiği ve diğer bazı devletlerin de büyük muavenetleriyle takviye eyledikleri hakikaten mükemmel ve kuvvetli ordularını mağlup etmek için kendimizde bulduğumuz kuvvet ve kudret, davamızın meĢruiyetindendir. Filhakika biz hududu milliyemiz dahilinde hür ve müstakil yaĢamaktan baĢka bir Ģey istemiyoruz'', Söylev ve Demeçler I, ss. 178-179. Bk. ayrıca Nutuk I, s. 298.

Page 51: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

(22) ''Büyük Millet Meclisi Hükümeti''nin görev ve yetkileri ile ilgili bir yasa önerisi dolayısıyla yaptığı uzun konuĢmada, Söylev ve Demeçler I, ss. 182-214, Atatürk görüĢlerini ve muhakemesini bütünüyle akılcı ve insancı bir temele dayandırmaktadır. Her Doğulu toplum gibi büyüklük hayallerine kapılmaya eğilimi olan Türk toplumuna gerçek gücünü anımsatarak daha sınırbilir, daha insanca amaçlar gösterir, içinde bulunduğu koĢullar altında aĢılması olanaksız olan sınırların ne olduğunu açıklar. Bk. özellikle op. cit., ss. 194-196. (23) Bk. not 21'de anılan Söylev ve Demeçler I, s. 143 ve ss. 178-179. Ġstanbul'un iĢgali nedeniyle uygar evrene gönderdiği protesto, kiĢiliğini meydana vuran en belirgin belgelerden biridir. Tıpkı Demosthenes gibi, hakkın gücüne inancı, safça denecek kadar tamdır, Nutuk I, s. 298: ''Biz, hukukumuzu ve istiklalimizi müdafaa için giriĢtiğimiz mücahedenin kutsiyetine kail ve hiçbir kuvvetin bir milleti yaĢamak hakkından mahrum edemeyeceğine kaniiz... Davamızın meĢruiyet ve kudsiyeti, bu müĢkül zamanlarda, Cenabı Haktan sonra en büyük zahîrimizdir.'' Demosthenes'le paylaĢtığı bu duygu, ona, Yunan hatibini anımsatan sözler söyletir; ama Atatürk'ün sözleri Demosthenes'in sözlerinden daha etkili ve daha güçlüdür, çünkü Atatürk, asker ve eylem adamı olarak, Demosthenes'ten çok üstündür. Demosthenes'in Aiskhines'e çatan heyecanlı sözleri, Çelenk üzerine Nutuk 199, ile Atatürk'ün eserini gençliğe emanet ettiğini bildiren heyecan ve gurur dolu sözleri, Nutuk II, s. 336-337, karĢılaĢtırılırsa, her iki hatibin aynı soylu duyguların ektisi altında konuĢtukları, ülkülerine aynı biçimde içten bağlı oldukları görülecek, cümlelerinde aynı taĢkın ve coĢkun ritm gözlenecektir. Ancak Atatürk'ün verdiği savaĢım ve elde ettiği baĢarı çok baĢka çaptadır. (24) BaĢtan baĢa duygu ve heyecan olan bir ulusun bireyi olarak Atatürk -tıpkı Perikles gibi- Olymposlu tanrılar örneğince ağırbaĢlı ve temkimli davranmak zorundadır. Gerçekleri görme yeteneği eĢsizdir, sorunları kavrayıĢı tamdır: tahrik ve heyecana kapılmaya eğilimli gönülleri yatıĢtırmalara, onlara gerçekleri göstermeye her an hazırdır, Söylev ve Demeçler I, ss. 194-196, bk. not 22. Ama o, felaketin bütün ümitleri yok ettiği zaman da hazırdır; ancak bu sefer uğraĢı cesaret ve ümit vermektir; kĢ. Thukydides'in Perikles üzerine söyledikleri, Peloponnesos SavaĢı II 65: ''Atinalıların zamansız ve cüretli bir iĢe kalkıĢtıklarını gördüğü zaman, onlarla konuĢur, vazgeçirirdi; bir neden olmadan ümitsizliğe düĢtüklerini gördüğü zaman ise, onlara cesaret ve ümit vermesini bilirdi.'' Ulusal kuvvetlerin Batı cephesinde çekilmek zorunda kaldığı haberi alınınca, herkesin heyecana kapılarak ağlaĢtığı ve ümitlerini yitirdiği sırada, Atatürk onlara bir teselli ve manevi kuvvet kaynağı olmasını bilir, Nutuk II, ss. 23-25: ''Harekâtı askeriyeyi, vaziyeti hakikiyeye vakıf olarak ve icabatı askeriye nazarı dikkatte tutularak mütalea ve tetkik eden yoktu. Söylenilen sözler, ya hissi hamiyet galeyanıyla veyahut zâfı kalp eseri olarak feryadü figan halinde dermeyan ediliyordu... Uzun beyanatım meyanında bilhassa demiĢtim ki: Felaket baĢa gelmeden evvel, onun esbabı mania ve müdafaası düĢünülmek lazımdır. Geldikten sonra teellümün faydası yoktur... Tarihte yarılmamıĢ ve yarılmayan cephe yoktur. Bahusus, mevzuubahs cephe... böyle yüzlerce kilometre imtidadında bulunursa... Muharebe hatlarına mücavir köyler ahalisinin yapabileceği müdafaadan, hayali neticelere intizar etmek makul olmaz... Biz vaziyetin ve cephelerin ihtiyacından gafil değiliz... Bizim vazifemiz ve vaziyetimiz onların teessür ve heyecanına iĢtirak ederek umumun kuvvei maneviyesini kırmak değildir, bilakis onlara metanet ve sebat ve ümit verecek tarzda hareket etmektir.'' Büyük Millet Meclisi'nde, Yunanlılara karĢı kazanılan büyük yengi münasebeti ile yaptığı konuĢmanın sonunda, vatan uğrunda ölenler için söylediği sözler gene bize Perikles'i anımsatır, Söylev ve Demeçler I, s. 260: ''ArkadaĢlar! en soz sözüm budur: Ģehamet meydanında ölenlerin analarına ve babalarına taziyetler değil, fakat tebrikâtımızı îsal edelim''; kĢ. Thukydides II 44. (25) Ülkenin 1920 yılında içinde bulunduğu durumu anlatırken uzun bir kent ve kasaba listesi okur: buralarda ''alevlenen ĢuriĢ ateĢleri, bütün memleketi yakıyor, hıyanet, cehalet, kin ve taassup dumanları, bütün vatan semasını kesif karanlıklar içinde bırakıyordu'' der, Nutuk II, s. 8. Ġkinci Ġnönü savaĢmasından sonra Ġsmet PaĢa'ya gönderdiği telgrafta duygularını Ģöyle dile getirir: ''Siz orada yalnız düĢmanı değil, milletin makûs taliini de yendiniz. Ġstila altındaki bedbaht topraklarımızla beraber bütün vatan, bugün müntehalarına kadar zaferinizi tes'it ediyor. DüĢmanın hırsı istilası, azim ve hamiyetinizin yalçın kayalarına baĢını çarparak hurdahaĢ oldu'', Nutuk II, s. 106; kĢ. Aiskh. Persler 309-310: (''yenik düĢmanlar baĢlarını kayalık sahile çarpıp duruyorlardı''). (26) ĠçiĢleri Bakanı Damat ġerif PaĢa'nın düĢman iĢgalinin protesto edilmesini ''Hükümetin hali hazır siyasetine gayrımuvafık'' bulmasını Atatürk büyük bir infialle karĢılar: ''Böyle sakim ve hayvanca bir düĢünce, izmihlâl ve inkıraz uçurumuna kadar tekmelenmiĢ bir devleti kurtarabilecek

Page 52: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

siyasete esas olabilir miydi?'' Nutuk I, s. 169, diyor ve biraz ötede konuĢmasını Ģöyle sürdürüyor: ''...Milletin, 'kahrolsun iĢgal' avazei Ģikâyetini boğmaya çalıĢan, bihissü idrak insanlardan mürekkep, hayvan ve terkibinde hain bulunan bir heyetin, eblehane ve echelâne ve miskinine hareketlerinin seyircisi kalmak, erbabı aklü iz'an ve hamiyetten talep olunabilir miydi?'' op. cit., s. 171. (27) Söylev ve Demeçler I, ss. 190-191. (28) Nutuk II, ss. 333-336. (29) Bk. örneğin Söylev ve Demeçler I, s. 165-166. (30) Bk. örneğin Söylev ve Demeçler I, ss. 193-196 ve s. 239: ''Meclisi âlinizin mâlum olan elîm müĢkülât içinde vücuda getirmeye muvaffak olduğu ordular filvaki Viyana surlarına dayanan eski Osmanlı ordularından biri değildir. Ancak haiz olduğu âli ve insani mefkûre itibarıyla onlardan daha yukarı meziyette, kıymette bir çelik parçasıdır.'' (31) Bir çokları arasında, kĢ. H. E. Allen, The Turkish Transformation, s. 130: ''...the medical profession in Turkey seems the best equipped of any professional group in the country, excepting only the military class. '' (32) Söylev ve Demeçler II, ss. 43-44. (33) Atatürk, Balıkesir ahalisine hitaben yaptığı bir konuĢmada hutbenin ne olduğunu anlatırken, kelimenin etimolojisini açıklamakla baĢlar, sonra Peygamber zamanında hutbenin niteliği üzerinde durarak, gerçeğe uygun bir tanımını yapar ve bundan çıkarılması gereken akla uygun sonucu çıkarır, Söylev ve Demeçler II, ss. 94-95. (34) Atatürk için, pragmatik gerçekler açısından görüldüğü zaman, Batı ile Doğu arasındaki çatıĢma, bilimin, aklın ve mantığın bilgisizlik, kin ve taassupla çatıĢmasında baĢka bir Ģey değildir, kĢ. Nutuk II, s. 3 ve s. 8. Batı Atatürk için geliĢim ve evrimdir, Doğu ise ortaçağ ruhunun hâlâ egemen olduğu evrendir: Bu evrende ''birtakım Ģeyhlerin, dedelerin, seyitlerin, çelebilerin, babaların, emir'lerin arkasından sürüklenen ve falcılara, büyücülere, üfürükçülere, nüshacılara tabi ve hayatlarını emniyet eden insanlardan mürekkep kitleler'' yaĢar, Nutuk II, s. 335. Özellikle sakıncalarını gördüğü hallerde, ödün ve uyuĢma yollarına asla yanaĢmayan bir yaratılıĢtadır: ''Her halde zihniyetlerde mevcut hurafeler kâmilen tardolunacaktır. Onlar çıkarılmadıkça dimağa hakikat nurlarını infaz etmek imkânsızdır'', Söylev ve Demeçler II, s. 217. (35) Bk. örneğin Nutuk II, s. 3: ulusal bir politika izlemenin zorunlu olduğunu ileri sürdükten sonra: ''Tarihin ifadesi budur, ilmin, aklın, mantığın ifadesi böyledir'' der. (36) Hakimiyeti Milliye muhabirine verdiği bir demeçte (24 Nisan 1921), Atatürk Ģöyle diyor: ''Ben yaĢayabilmek için mutlaka müstakil bir milletin evladı kalmalıyım'', Söylev ve Demeçler II, s. 25. (37) Geleneklerle ilgili görüĢü için bk. Söylev ve Demeçler II, s. 43: ''fikirler manasız, mantıksız safsatalarla mâli olursa, o fikirler marizdir. Kezalik hayatı içtimaiye akıl ve mantıktan âri, bifaide ve muzir bir takım akideler ve ananelerle meĢbu olursa mefluç olur''. Ve biraz sonra konuĢmasını Ģöyle sürdürüyor, op. cit. s. 44: ''Hiçbir delili mantıkiye istinat etmeyen bir takım ananelerin, akidelerin muhafazasında ısrar eden milletlerin terakkisi çok güç olur; belki de hiç olmaz. Terakkide kuyut ve Ģurutu aĢamayan milletler hayatı makul ve ameli müĢahede edemez. Hayat felsefesini vâsi gören milletlerin tahtı hâkimiyet ve esaretine girmeye mahkûmdur.'' (38) Ġslam evreninin ve Ġslam düĢüncesinin ezeli durgunluğunu sarsan bir atılımla, Atatürk Peygamberin icraatını tarihin süreci içinde değerlendirmeye kalkar. Tarih açısından bakılırsa, Ġslam toplumlarının sanatlar arasında heykeltraĢlığa da yer vermeleri hiçbir suretle putperestliğe dönüĢ olarak kabul edilemez, Söylev ve Demeçler II, s. 66. Atatürk hayret uyandıran seziĢi ile Doğu zihniyetinin durgun dogmatizmini ortadan kaldıracak tek gücün tarih çalıĢmaları ve tarihsel evrim kavramı olduğunu fark etmiĢtir, bk. Söylev ve Demeçler II, s. 251. Bk. ayrıca op. cit. II, s. 197, III, s. 80 ve Nutuk II, s. 205. (39) Bk. Söylev ve Demeçler II, ss. 94-95 (kĢ. not 33): ''Biliyoruz ki, Hazreti Peygamber zamanı saadetlerinde hutbeyi kendisi irat ederlerdi. Gerek peygamber efendimiz ve gerek Hulefayı RaĢidinin hutbelerini okuyacak olursanız görürsünüz ki, gerek Peygamberin, gerek Hulefayı RaĢidinin söylediği Ģeyler o günün meseleleridir, o günün askeri, idari, mali ve siyasi, içtimai hususatıdır... Hutbeden maksat ahalinin tenvir ve irĢadıdır, baĢka Ģey değildir. Yüz, iki yüz, hatta bin sene evvelki hutbeleri okumak, insanları cehl ve gaflet içinde bırakmak demektir... Hutebayı kiramın ahvali siyasiye, ahvali içtimaiye ve medeniyeyi her gün takip etmeleri zaruridir. Bunlar bilinmediği takdirde halka yanlıĢ telkinat verilmiĢ olur. Binaenaleyh hutbeler tamamen Türkçe ve icabatı zamana muvafık olmalıdır...''

Page 53: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

(40) Söylev ve Demeçler II, loc. cit.: ''Efendiler, hutbe demek nâsa hitabetmek, yani söz söylemek demektir. Hutbenin manası budur. Hutbe denildiği zaman bundan bir takım mefhum ve manalar istihraç edilmemelidir. Hutbeyi irat eden hatiptir; yani söz söyleyen demektir.'' (41) Bk. Söylev ve Demeçler I, ss. 209-210. (42) ''Efendiler, bilirsiniz ki, hayat demek, mücadele müsademe demektir. Hayatta muvaffakiyet, mutlaka mücadelede muvaffakiyetle mümkündür'', Nutuk II, s. 2. 17 Mart 1937'de Romanya DıĢiĢleri Bakanı Antonescu'ya hitaben yaptığı konuĢmada Ģöyle diyor: ''Vaktiyle kitaplar karıĢtırdım. Hayat hakkında filozofların ne dediklerini anlamak istedim. Bir kısmı her Ģeyi kara görüyordu. Mademki hiçiz ve sıfıra varacağız, dünyadaki muvakkat ömür esnasında neĢe ve saadete yer bulunamaz, diyorlardı. BaĢka kitaplar okudum, bunları daha akıllı adamlar yazmıĢlardı. Diyorlardı ki: Madem ki sonu nasıl olsa sıfırdır, bari yaĢadığımız müddetçe Ģen ve Ģatır olalım. Ben kendi karakterim itibarıyla ikinci hayat telakkisini tercih ediyorum, fakat Ģu kayıtlar içinde... Hayatta tam zevk ve saadet, ancak gelecek nesillerin Ģerefi, varlığı, saadeti için çalıĢmakta bulunabilir''. Burada Atatürk, laik bir ahlak anlayıĢının temellerini atmaktadır. Sözlerini Ģöyle sürdürüyor: ''Bahçesinde çiçek yetiĢtiren adam çiçekten bir Ģeyler bekler mi? Adam yetiĢtiren adam da, çiçek yetiĢtirendeki hislerle hareket edebilmelidir'', Söylev ve Demeçler II, ss. , 277-278. (43) 19 Eylül 1921'de yaptığı konuĢma, Söylev ve Demeçler I, s. 178. (44) KĢ. A. Toynbee ile K. Kirkwood'un yargısı, Turkey s. 100: ''It (Sakarya SavaĢması) was in fact, the turn of the tide in the Graeco-Turkish war, and may well deserve the title of one the decisive battles of the century''; ve bu eserde anılan Clair Price, The Rebirth of Turkey, s. 188: ''The Turkish victory on the banks of the Sakaria radically changed the political complexion of the Near and Middle East. for two hundred years, the West had been breaking down the old Ottoman Empire, but on the Sakaria River it encountered the Turk himself, and when it touched, the tide of history turned. History will one day find in this obscure engagement on the Sakaria one of the decisive battles of our era''. (45) ''Efendiler, milletimiz halâsı katiye ve halâsı hakikiye mazhar olabilmek için, iki umdeye istinadın farz ve Ģart olduğunu anladı... O umdelerden birincisi Misakı Milli'nin ifade ettiği ruhi manadır. Ġkincisi TeĢkilatı Esasiye Kanunumuzun tespit ettiği gayri kabili tebdil hakayiktir'', ''Söylev ve Demeçler II, s. 106. (46) Söylev ve Demeçler II, s. 99-115: Ġzmir'de 17 ġubat 1923'te toplanan ekonomi kongresini açıĢ nutku, özellikle s. 208: ''... fakrı fazilet bilmek felsefesine de iktisat devri artık hitam versin. Efendiler, bu felsefeyi, mutlaka yanlıĢ tefsir etmek yüzünden bu millete, bu memlekete çok büyük fenalık edilmiĢtir.'' (47) 16 Temmuz 1921'de toplanan eğitim kongresinin açıĢ nutkunda, Atatürk ulusal ilkelere dayanan bir eğitim sisteminin kurulması zorunluluğu üzerinde durmuĢtur, bk. Söylev ve Demeçler II, ss. 16-17. 27 Ekim 1922'de öğretmenlerle yaptığı bir konuĢmada da Türk ulusunun düĢünsel eğitimini akılcı esaslara dayandırmak gerektiği savını ileri sürmektedir, op. cit., ss. 43-44. (48) ''Efendiler! Bugüne kadar istihsal eylediğimiz muvaffakiyet, bize ancak terakki ve medeniyete doğru bir yol açmıĢtır. Yoksa terakki ve medeniyete henüz isal etmiĢ değildir. Bize ve ahfadımıza düĢen vazife bu yol üzerinde tereddütsüz ilerlemektir. ġurasını hatırdan çıkarmamalıdır ki, bu kadar fedakârlıkların semeresini elimizden kaçırmamak ve geçen musibet ve felaketlerin bir daha avdetini gayrı mümkün kılacak tedabir almak bizim için her günün düĢüncesi olmalıdır'', Meclisin ikinci dönemini açıĢ nutku (13 Ağustos 1923), Söylev ve Demeçler I, s. 307. Atatürk'ün bu sözleri, onun bilinçli amaçlar peĢinde bilinçle hareket etmiĢ olduğunu kanıtlamaktadır: 1919'dan 1923'e kadar süregelen baĢarılı eylemi sayesinde Türk toplumunun, eski dinsel düzenin koyduğu çetin engelleri devirerek kendisine ''terakki ve medeniyete doğru bir yol açmıĢ olduğunun'' farkındadır. BaĢka bir deyiĢle, Atatürk temel ihtilalin, en özlü ilkeleri bakımından, artık gerçekleĢmiĢ olduğunu ileri sürüyor: Elde edilen haklar ve özgürlükler artık Türk ulusuna toplumsal ve manevi evrimini gerçekleĢtirme olanağını vermektedir. Bk. ayrıca Söylev ve Demeçler II, s. 68. (49) 22 Ocak 1920 tarihinde Sadrazam Ali Rıza PaĢa'ya gönderdiği telgraf bu genel tutumu içinde bir istisnadır; bu telgrafta, Ģayet Ġngilizler Ġstanbul'la bağlantıya engel olacak olursa, bunun ulusal ve kutsal bir savaĢa yol açabileceği tehdidinde bulunur. Fakat öyle anlaĢılıyor ki kutsal savaĢtan söz açmakla, Atatürk sadece Ġstanbul hükümetinin kolayca anlayabildiği bir dil kullanmak istemiĢtir, Nutuk I, ss. 262-263.

Page 54: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

(50) Nutuk I, s. 10: ''Görülüyor ki, verdiğimiz kararın tatbikatını temin için henüz milletin ünsiyet etmediği meselelere temas etmek lazım geliyordu. Umumca muvzuubahs olmasında azim mahzurlar tasavvur olunan hususların mevzuubahs zarureti mutlaka bulunuyordu. Osmanlı hükümetine, Osmanlı padiĢahına ve Müsliminin halifesine isyan etmek ve bütün milleti ve orduyu isyan ettirmek lazım geliyordu.'' (51) Söylev ve Demeçler II, ss. 240-243. (52) Ibidem, s. 240. (53) Söylev ve Demeçler II, s. 234. (54) Nutuk II, s. 336. Bk. ayrıca Söylev ve Demeçler II, s. 174: Atatürk cumhuriyetin fikir ve vicdan özgürlüğüne dayanan bir eğitimden geçmiĢ kuĢaklara gereksindiğini ileri sürüyor. (55) KĢ. G. F. Hudson, Questions of East and West, s. 108: ''... the very fact that the Kemalist régime, in Turkey, and the Kuomintang, in China, proclaimed free parliamentary democracy as their ultimate goal, and did not equate it with their own tutelage, prevented them from creating real totalitarian ideologies''. Bk. ayrıca A. Toynbee'nin yargısı, The World and the West, s. 28, ve M. Duverger'nin Atatürk tarafından kurulan yönetim sistemi üzerine görüĢü, Institutions politiques, ss. 391-392. (56) Bk. örneğin H. E. Allen, The Turkish Transformation, s. 183: ''... evidence that the Kemalists are not narrowly and fanatically antireligious as are the Communists of Russia''. AnlaĢılan, Allen'e göre Kemalistlerle komünistler arasında bir derece farkı var; Allen'in gözünde din düĢmanlığı komünistlerde taassup derecesine vardığı halde, Kemalistler çok daha hoĢgörülüdür. Ama Allen yanılıyor: ne Atatürk ne de devrimin öğretisini ortaya koymaya çalıĢmıĢ olan aydınlar hiçbir zaman din düĢmanlığı etmemiĢlerdir. Atatürk'ün çabası toplum yaĢamını laik bir temele oturtmaya yöneliktir. Bu açıdan Atatürk devrimi, Fransız ihtilalinin gerçekleĢtirdiğinin ötesinde bir Ģey yapmıĢ değildir. (57) KĢ. Thukydides, Peloponnesos SavaĢı Tarihi I, 20-23. (58) ĠĢin bu yanını belirten gene Atatürk'ün kendisidir, Nutuk II, ss. 105-106: ''Efendiler, düĢman çekilirken Garp Cephesi Kumandanı ile 1 Nisan günü cereyan eden muhaberat, o günün tahassüsatını tespit eden vesaiktir. O tahassüsatı ihya için müsaade buyurursanız o günkü muhaberattan bazı telgrafları aynen okuyacağım...'' (59) Bk. H. E. Allen, The Turkish Transformation, s. 9: ''... one study of the movement and forces which in the last seventeen years have achieved infinitely more in the transformation of Turkey from a medieval, superstion- ridden country to a twentieth-century, westward-looking nation than the efforts of well-meaning reformers of the past hundred years. '' (60) Bk. Gibb, structure de la pensée religieuse de I'Islam, s. 36: ''...Tout comme les peuples de la chrétienté occidentale ont toujours reconnu une loi morale, bien qu'ils puissent ne pas toujours I'observer, de meme tous les musulmans orthodoxes considèrent la Chari'a comme posant le mode parfait pour une société humaine, encore que leur propre pratique puisse n'y pas atteindre. Rejeter la Chari'a en principe est done en quelque sorte une apostasie, ce qui explique le choc ressenti par les musalmans du monde entier devant I'acte de la République turque qui, d'un seul coup, abolit la Chari'a''. Mecelle konusunda bk. P. Gentizon, Mustapha Kemal, s. 209: ''Ce code, dit le Medjellé, entra en vigueur le 10 mars 1868. Bien que constituant un progrès considérable sur 'la mer immense de la jurisprudence sacrée', le Medjellé ne s'écartait en rien de la doctrine islamique. C'est ainsi que ce premier cede civil turc restait basé sur des concepts théocratiques ou moraux plutôt que juridiques. '' Fakat Gentizon Mecelle'ye ''vatandaĢlık yasası'' demekle yanılmaktadır. (61) Phaidr. 229 b- 230 a. (62) Bu son sorun üzerine bk. P. Gentizon, Mustapha Kemal, ss. 107-138: Gentizon burada Atatürk'ü, Türk vatandaĢının kılık kıyafetini değiĢtirmeye iten nedenleri canlı ve dramatik bir biçimde açıklamaktadır. (63) Bk. Söylev ve Demeçler, II, s. 263. (64) Bu iki aĢamanın birbirini izlediğini belirten gene Atatürk'tür. Söylev ve Demeçler, II, s. 112 (1923 ġubat ayında Ġzmir'de toplanan ekonomi kongresini açıĢ nutku). (65) 1 Kasım 1937'de Büyük Millet Meclisi'ni açıĢ nutkunda, Atatürk ''memleket davalarının ideolojisini anlayacak, anlatacak, nesilden nesile yaĢatacak fert ve kurumları yaratmak; iĢte bu önemli umdeleri en kısa zamanda temin etmek, kültür vekâletinin üzerine aldığı büyük ve ağır mecburiyetlerdir'' demektedir, Söylev ve Demeçler I, s. 386. Tekin Alp'in (1937'de Fransızca'ya

Page 55: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

çevrilen) Kemalizm ve Saffet Engin'in Kemalizm Ġnkılâbının Prensipleri (1938) adlı eserleri ile Recep Peker'in, Ġnkılâp Dersleri Notları'nın (1935) bu yıllarda yayımlanmıĢ olması anlamlıdır. Ancak bu ve buna benzer eserler, inceledikleri büyük tarihsel olayları sınırlı bir açıdan gören denemeler olmaktan ileri gidememektedir. (66) KĢ. Gibb, Modern Trends in Islam, s. 46-47: burada yazar: ''We ought also to include developments in Turkey and Persia... But the religious aspects of modern Turkish and Persian revolutions have not yet been adequately studied; and rather than reply upon the superficial materials and judgments which are all that is at present available, I must reluctantly leave them aside'' dedikten sonra ilgili notta H. E. Allen'in The Turkish Transformation adlı eserini ''a first approach to the study of the problem in modern Turkey'' olarak anmaktadır. (67) Bu kısırlığın bir nedeni bilginlerde iyice yer etmiĢ olan kötü bir alıĢkanlık olsa gerek: araĢtırmalar, olaylar ve kaynaklardan çok daha önce yapılmıĢ bulunan incelemelere, denemelere ve her çeĢit yazılı malzemeye dayandırılmak suretiyle yürütülmektedir. Bu tutum, bibliografya bilgisini ve daha önceki yazarların fikirlerini aktarma zorunluluğunu hakikate eriĢmek için gerekli birer araç olarak değil de, araĢtırmanın asıl amacı olarak görmekten ibaret kaba bir qui pro quo'dan ileri gelmektedir. (68) 5 Kasım 1934 tarihinde çıkarılan bir yasa Türk kadınlarına Meclis'e seçme ve seçilme hakkını tanımaktadır. (69) Söylev ve Demeçler I, s. 359 (1 Kasım 1933'te Büyük Millet Meclisi'ni açıĢ nutku). (70) Örneğin, Ġslam evreni üzerine çok derin ve geniĢ bilgiye sahip olan bir Ġngiliz bilgini, H. A. R. Gibb, gerçi en önemli bir konuda -doğal yasa ile Tanrısal yasa konusunda- Batı dünyası ile Doğu dünyası arasındaki çeliĢmeyi belirtmektedir, La structure de la pensée religieuse de I'Islam, s. 22: ''L'esprit scientifique, dont les attitudes sont determinés par I'héritage de la pensée grecque, trouve une telle Puissance ordonnatrice dans la loi naturelle, à laquelle correnspond, dans I'intuition religieuse, la Loi de Dieu. Muhammed, dont la vision intuitive n'était pas circonscrite par la pensée grecque, rejeta implicitement tout concept de loi naturelle et concut la puissance ordonnatrice comme la personnalité d'un Dieu toutpuissant, lâ charika lohu, unique et affrinchi de toute sorte d'association''; fakat burada kalmaktadır. Oysa, muhakemenin burasında, bir yandan hıristiyanlığın da doğal yasaya karĢı koyduğunu saptamak ve belirtmek, bir yandan da Avrupa ortaçağında kurulan Hıristiyan dünyası üzerinde büyük etki yapan etkenin Yunanlıların insancı ve bilimci düĢüncesi olduğunu ortaya çıkarmak güç değildir. Buradan varılacak mantıksal sonuç, Ġslam evreninin de Yunan düĢüncesinden yararlanması gerektiğidir. Bu ise, Hıristiyanlık karĢısında Yunan ve Roma kültürünü bulmuĢken, Ġslamlığın animizmin ilkel inançları ile karĢı karĢıya kalmasına neden olan tarihsel talihsizliği (kĢ. Gibb, op. cit., s. 17) bilerek, bilinçli bir biçimde telafi etmekle, Yunan ve Ġslam düĢünceleri arasında bir dialoğun kurulmasını sağlamakla olanak kazanacaktır. Bk. ayrıca Gibb, Modern Trends in Islam, ss. 46, 47 ve 48. Fakat daha baĢka alanlar vardır; buralarda çözümlenecek sorunların daha somut bir niteliğe sahip olması nedeni ile, benzerlik daha belirgindir. Kapatılmalarından önce, Türk medreselerinde uygulanan programlarla karĢılaĢtırılırsa, her iki kuruluĢta bilimlerin öğretilmesine karĢı inatçı bir direnmenin var olduğu görülecektir. Montreal'deki Loyola High Scholl'da kimya ve fizik dersleri hâlâ seçmeli ders durumundadır; öğrenciler Yunanca yerine bu iki dersi seçebilmektedirler, bk. Loyola High Scholl, General Prospectus 1957-1958, ss. 16-17 ve 20. Kimya ve fizik derslerine, öğrenci velilerinin ısrarlı baskısı sonunda yer verilmiĢtir. (71) Bugün konuĢma dilinde meczup kelimesinin sadece bir anlamı olması ilgi çekicidir: meczup, ''zararsız deli'' demektir (bk. Türk Dil Kurumu'nun yayımladığı Türkçe Sözlük, Ankara 1955, 2. baskı: Bu sözlükte Osmanlıca'dan miras olarak kalan ve bugün kullanılmayan, eskimiĢ kabul edilen kelimelerle, yabancı kaynaklı kelimelerin yerine getirilmek istenen öz Türkçe karĢılıkları arasında henüz çok yeni olup Türk diline mal olduğu ileri sürülemeyenlere yer verilmemiĢtir); oysa meczup Arapça bir kelimedir, cezbe (kendinden geçme) ile aynı kökten gelmedir ve ilk anlamı ''kendinden geçmiĢ, aklını ve gönlünü Tanrı'ya vermiĢ''tir. (72) Bk. bu konuda Hauvette, Boccace; étude biographique et littéraire, Paris 1914. Hauvette'in bu eseri Boccaccio üzerinde inceleme yapmak isteyenler için temel eser niteliğini korumaktadır. (73) Mısır'da Taha Hussein aynı sonuca varmıĢtır, The future of culture in Egypt, s. 127: ''Converse with any graduate of the Arts, Law, Medical or Engineering School and you will see that outside of his speciality he knows little more than the man in the street''.

Page 56: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

(74) Peri Hypsous, 44, I-II, özellikle II: ''Kısacası, diyordum, çağımızda büyük yetenek sahibi insanlar meydana çıkmak fırsatını bulamıyorlarsa, bunun nedeni, bir iki kiĢi hariç, hepimizin tasasız bir ömür sürmemizdir: hiçbir iĢ görmeyiz, yeniĢme ve saygı duygusu uyandıracak yararlı bir iĢe asla el atmayız, giriĢtiğimiz iĢlerden de yalnızca övgü ve zevk bekleriz.'' (75) KĢ. A.Toynbee, Civilization on trial, s. 85 ve The World and the West, ss. 54-55, 59-60. Klasik düĢüncenin temsilcileri bile Batı uygarlığını bu yanlıĢ açıdan görmekten kendilerini kurtaramıyorlar, kĢ. Carsten Hoeg, AçıĢ nutku: Actes du premier congrès de la Fédération internationale des Associations d'Etudes classiques (Paris 1950), Klincksieck, Paris 1951, s. 19: ''...il est évident que si l'oeuvre d'harmonisation spirituelle à laquelle aspire l'humanité doit réussir, il faut que l'on connaisse l'infrastructure spirituelle - la tradition gréco-romaine et le christianisme - de cette civilisation superficielle d'origine européenne qui embrasse tout le monde''; fakat bize öyle geliyor ki, ''Avrupa tekniği, ekonomisi ve biliminden'' oluĢan (s. 18) bu ''yüzeysel uygarlığın'' temelinde yalnızca klasik düĢünce yatmaktadır. Bk. ayrıca Ross'un (Roma'da 1953 Ekimi'nde toplanan) La Table Ronde de l'Europe'ta söylediği sözler (Strasbourg 1954), s. 32: ''La culture cecidentale d'aujourd'hui est une culture sécularisée. Si l'Europe a réussi a conquérir le monde ce n'est pas par la force de la doctrine chrétienne, mais par le pouveir de sa science'' ancak ''laikleĢtirilmiĢ, dünyacı temele indirgenmiĢ kültür''le ''bilim'' elbette aynı Ģey değildir. Bütün bu aydınlar ''Yunan- Roma düĢüncesi'' ya da ''laikleĢmiĢ kültür'' ya da ''humanist zihniyet''in her Ģeyden önce bir temel kavramı içerdiğini unutur görünüyorlar; bu kavram özgürlük kavramıdır: eleĢtiri özgürlüğü, fikir özgürlüğü ve zihin özgürlüğü. (76) KĢ. B. Croce, La Storia come pensiero e come azione (6. baskı), ss. 327-328: ''L'Umanesimo fu allora un movimento verso la vita terrena e mondana contro l'idea trascendente e ascetica, e il suo abbracciarsi alla cultura greca e romana aveva cotesto intrinseco e pregnante significato. Talune artificiose teorie odierne, costruite da scrittori cattolici o cattolicizzanti e da dicitori di paradossi, che procurano di presentarlo come nato in servigio del cattolicesimo e della Chiesa di Roma, e quasi una nuova patristica, a furia di sofisticare finiscono col non intendere bene neppure le parole che essi adoperano, perchè appunto la patristica si valse della precedente poesia e letteratura pagana, che era esistita come pagana e non come cristiana, e similmente la chiesa cattolica fece suo pro delle forme letterarie venute in onore col neopaganesimo, cioè con l'umanesimo''. (77) Gibb, Modern Trends in Islam, ss. 51-52'de, her türlü kuramsal araĢtırma yapma yeteneğinden yoksun görünen Batı yanlısı Arapların bu yüzeysel, ciddilikten uzak, adeta havai tutumunu çok derin bir biçimde incelemiĢ ve irdelemiĢtir: ''...it is impossible for the Muslim who absorbs a secular education on western lines to avoid some overlay of Western thought in his mental activity; and if it does not take a religious form, it creates an implicit tendency to adopt the values, humanistic or otherwise, that are manifested in Western civilization and to apply the concept of evolution without regard to Muslim theological limitations. Western education, that is to say, has fostered in the Muslim world something of that same double- mindedness that is to be found in our Western society, even if the dualism is partly concealed by a profession of orthodoxy. And thereby a new tension has been introduced into Islamic thought, but a tension of which Muslims in general are not yet fully conscious and whose terms they would find it difficult to define''. (78) Modern Trends in Islam, s. 32. (79) KĢ. Gibb, Modern Trends in Islam, s. 55. (80) DavranıĢlarında göze çarpan özellik, devrimcilere olduğu kadar gericilere de hoĢ görünmektir. Örneğin, onların kanısına göre, Arap alfabesi Atatürk'ün ''acele ile'' aldığı bir karar sonucunda kaldırılmıĢtır; bugün bu yanılgı düzeltilmeli ve Latin harflerinin yanında Arap harflerinin de öğretilmesine yeniden izin verilmelidir. (81) Bk. Gibb, loc. cit. (82) KĢ. A.Toynbce ve K. Kirkwood'un her ihtilalden sonra baĢ gösteren karĢı eylem üzerine sözleri, Turkey, ss. 159-162. (83) Bk. A.Toynbee, Civilization on Trial, s. 199; bu kısmın tamamına bakınız, ss. 195-199. (84) Bk. örnek olarak H. S. Tanrıöver'in Büyük Millet Meclisi'nde 1956 ġubat ayında yapılan bütçe tartıĢmaları münasebeti ile söylediği sözler: T.B.M.M. Zabıt Ceridesi II, Cilt 10 (1956), ss. 849-851. (85) KĢ. C. Léger, L'éducation laique, s. 118: ''Il faut pour qu'il existe une démocratie digne de ce nom, que le respect des droits naturels et imprescriptibles de l'homme.... soit profondément ancré

Page 57: Türk Tarihinde Hümanizm

www.kuyruksuz.com

www.kuyruksuz.com sitesinin sunucularında barındırılmıştır.

dans le coeur de tous les citoyens. La démocratie n'existera donc vraiment que le jour ou l'éducation laique sera organisée aussi parfaitement que possible''. (86) KĢ. P. Gentizon, Mustapha Kemal, s. 198 ve H. E. Allen, The Turkish Transformation, s. 85. (87) Milli Eğitim Bakanlığı'nın yüksek kademelerinde görev almıĢ olan Ali Canip Yöntem 1940 yılında, bir Alman profesörün Almanya'daki Türk öğrencileri ile ilgili olarak bakanlığa gönderdiği bir raporda bu gençlerin ana dillerini iyi bilmediklerini yazdığını bana üzüntü ve hayretle aktarmıĢtı. Ne var ki bir dilin ne edebiyatını ne de gramerini bilmeyen bir insanın o dili gerçekten bildiği ileri sürülemez. O insan ana dilini iĢite iĢite ve konuĢa konuĢa pratik olarak öğrenmiĢtir. Bu bakımdan o, ana dilini, turistik bir kuruluĢta çalıĢan bir görevlinin birkaç yabancı dili bildiği kadar bilmektedir. Taha Hussein aynı durumdan Ģikâyetçidir, The futur of culture in Egypt, s. 67: ''There have been justifiable complaints that our children do not know their own Arabic language very well...'' (88) Bk. Howard A. Reed, Turkey's New Ġmam-Hatip Schools, Brill, Leiden 1955.