turuz - dil ve etimoloji kütüphanesi...ve . baskı : sümbül basımevi ebussuut cad. no. 60/2...
TRANSCRIPT
nec ti cumalı )/) y �
/
kente inenJ · ., � kaplanlar · '\ �
ı..... (l)
""O c ro (/)
kutuphaneci - eskikitaplarim.com
SANDER YAYINLARI
Halaskar gazi Caddesi 27 5 - 277 Osmanbey - İstanbul Tel.: 48 32 09
Dağıtım:
Kırağı Sokak No. 62/2 Osmanbey - İstanbul Tel.: 40 84 75
Kapak:
Mehmet Akse!
Dizgi ve Baskı :
Sümbül Basımevi Ebussuut Cad. No. 60/2 Sirkeci - İstanbul Tel.: 22 83 71
İstanbul, Aralık 1976
NECATI CUMALI
•
KENTE iNEN
KAPLANLAR
ÖYKÜLER
SANDER YAYINLARI - İSTANBUL
İÇİND E KİLE R
I.
KENTE İNEN KAPLANLAR
II.
Kente İnen Kaplanlar Gençlik Berberi Annemin Yüzü Dost Bahçe Halk Neyi Sever? Annem gibi Kadınlar Çaktı Ölüm Gölgesi Batan Gemi Cennet Yeryüzündedir
DEGİŞİK GÖZLE
Değişik Gözle Bakınca Gene Yenik Düşsem de Aklım Arkada Kalacak Gecenin Şarkısı Kaybolan Bunlar Tüm Anı Olacak Denize Bakıyorum Benim Kalbim
7 16 34 40 47 53 57 66 76 85
101 116 133 153 145 163 173 189
KENTE İNEN KAPLANLAR
BİR SÜREDİR sık sık o yüzlerle karşılaşıyordum. Olur olmaz yerde göz göze geliveriyorduk. Bir ürperme sarıyordu sırtımı. Önceleri neden ürperdiğimi, ürpermelerimin bu karşılaşmalarla ilgili olduğunu anlayamıyordum.
Daha bu yılın içindeydi. Bir gün, bir caddede yaya geçidinin iki yakasında kümelenmiş, yeşil ışıkların yanmasını bekleyenler arasındaydım. Alış verişten dönen, çocuklu, gebe kadınlar; elleri kolları paketlerle dolu kapıcılar, itişip kakışan öğrenciler, sarmaş dolaş çiftler, biribirinin elini bırakmayan ürkek, yaşlı karı kocalar. Tümümüz, ışıkları, caddeden akıp giden araçları gözlüyorduk.
Caddeye sarı ışıklar yandı. Son arabalar önümüzden kaydılar. Işıklar kırmızıya döndü. Akıntı kesildi. Yaya geçidinin yeşilleri yanınca, acınacak bir acelecilikle, birbirimizden kopmamaya çalışarak, karşıdakiler bi'ze, biz karşı kaldırımdakilere doğru atıldık. Öndekiler daha ikişer adım ya atmış ya atmamışlardı ki, kocaman spor bir araba, kırmızı ışıklara falan kulak asmadan, sağ sol şeritlerde duran araçların arasından fırladı, üstümüze yürüdü, topumuzu darına duman etti. Kaçıştık:
«Ayy, gidiyordum!» «Kaba herif!»
8
«Kör müsün ?ıı «Görgüsüz;)) «Öküz!))
KENTE İNEN KAPLANLAR
Arabadaki, iki yanından bağırışanlara, anlamadığı bir dilden konuşuyorlarmış gibi, çok kısa birer bakış attı. Bakışları bana da değdi geçti. Sırtım ürperdi. Adamı birden tanıyorum sandım. Bomboş, acımasız bakan gözler, yuvarlak basık kafatası, kısa iri delikli burun, burnun iki yanından inen derin yanak çizgileri, bütün çeneyi do·lanan genişlikte, sert ince dudaklı ağız. Evet oydu! Son günlerde sık sık karşılaştığım, göz göze gelince sırtımı ürperten yüz. Sırtımın ürpermesinden bile tanıyabilirdim onu. Kaçışıp dağılanlar yeniden bir araya gelip karşiya geçerken, iki yanımdakilere, ben bu adamı tanıyorum, hep böyledir, her zamanı yaptığı iş bu! der gibi bakıyordum.
Önümde yürüyen bir delikanlı kız arkadaşına, kaçışmayacaktık, dedi.
«Ezilirdik!n «Birimizden birine değecek olsa görürdü gü
nünü!n Orta yaşlı bir kadınla bir erkek karıştılar ko-
nuşmaya: «O zor .. . ıı
«Olan bize olurdu ... n O arada birinin, iyi ki toktu, dediğini duy
dum. Evet, iyi ki toktu! Nedenini bilmeden doğruluğunu sezdim bu sözün. Bu sözle, nereden tanıdığımı daha iyi hatırlayacak gibi oldum adamı. Karşı kaldırımda, bir süre, bu sözle gördüğüm yüzü birbirine vurarak yürüdüm. Adamı nereden
KENTE İNEN KAPLANLAR 9
tanıdığımı, hep böyle olduğunu nereden bildiğimi tam olarak çıkarmaya çalıştım. Sonunda kaldırımın kalabalığı, vitrinler, dikkatimi dağıttı, kesin bir sonuca varamadım.
Yine o günlerdeydi. Özgürlük Alanında devrimci gençlerin bir açık hava toplantısını izlemeye gittim. Kalabalığın arasına karıştım. Konuşma,cıları dinledim. Konuşmacılarla dinleyenler arasında şaşılacak bir uyum vardı. Öyle ki hep birlikte, bir ağızdan konuşuyorlar sanılırdı. Arada, o uğultu arasında konuşmacının bir iki sözünü kaçıracak olsam, yanımdakilerin yüzüne, tepkilerine baktıkça ne dediğini duymuş gibi oluyor, anlıyordum.
Gençlerin gerçekçi olmadıkları, düşler içinde yaşadıkları gibi sözler edilir. Daha daha kendini beğenmişler, özledikleri dünyanın ne olduğunu bilseler bu türlü işler karıştırmazlar, gibi sözlerle küçümsemeye kalkarlar gençleri. İçtenlik yoktur bu türlü konuşmalarda. Bu türlü konuşanlar, gerçekte kendilerini doğru yolda göstermek, bazı güçlü kişilere yaranmak çabası içindedirler. Bana kalırsa, düşler içinde yaşayıp yaşamamaktan, gerçekçi olup olmamaktan daha önemli bir şey varsa, o da daha iyi bir dünyanın özlemini duymaktır. Önemli insanlar, bu özlemi duyanlar, yaşatanlardır. Gün gelir bazı düşler gerçekleşir de, gerçekle özlem arasında bir yakınlık görülmezse, o özlem sona ermiş olmaz ki! Sürer gider. Sonsuz ölümsüz bir duygudur o. Yeni bir düşe atlar, yine özlem olarak kalır. Durmadan daha güzel bir dünya kurmak çabasına iter bi-
1 0 KENTE İNEN KAPLANLAR
zi. Sürgit aptallıklar, bayağılıklar arasında yaşamaya hükümlü olmadığımıza inandırır. Bu umuttu beni gençlerin toplantısına çeken. Aralarında bu umutla dolaşıyor, konuşmacıları iyimserlikle dinliyordum. Bir ara üniformalı bir güvenlik görevlisi ilişti gözüme. Çatık kaşları, gülmeyen yüzü, dudaklarının iki ucunda ... Evet, dudaklarının iki ucunda açıkça göremiyordum ama, yine de kan diyeceğim geliyordu. Alandaki kalabalığa ters düşen gördüğüm ilk kişi oydu. Az sonra aralarında fısıltılarla konuşan yadırgadığım iki siville karşılaştım. Kalantor kılıklıydılar. İkiz gibi benzeşiyorlardı. Biraz dikkat edince birbirlerine benzedikleri kadar güvenlik görevlisine de benzediklerini gördüm. Basık, kalın kemikli alınlar, başın alt bölgesinde geniş bir yarık gibi uzayan birer ağız, bomboş, camdanmış gibi pırıltılar yansıtan, kötü kötü bakan gözler... Ağızlarının iki yanında, nasıl diyeyim? Başkalarının gözünden kaçabilir, ama ben görüyordum, ince birer kan çizgisi... Daha da kötüsü açığa vurmaktan çekinmedikleri bir iştiha... Yine o ürperme geçti sırtımdan. Yine ben bu yüzleri tanıyorum, diye düşündüm. Yaya geçidinde üstümüze üstümüze arabasını süren o adamın bakışlarını bir kez daha görür gibi oldum. O adam, güvenlik görevlisi, fısıltılarla konuşan iki kalantor, nasıl da benziyorlardı birbirlerine. Hep o acımasız bakışlar, dudaklarda o kan izi1 parçalayıcı iştiha etkisi bırakan ağız çizgileri... Kuşkum yok, eş soydan geliyorlardı.
Kalantorların fısıltılarına kulak verdim. Kışkırtıcıları, ele başıları mimleyelim, sonra tek tek
KENTE İNEN KAPLANLAR 1 1
haklarından geliriz, dedi biri. Güvenlik görevlisi ile bakıştılar. Güvenlik görevlisi, göz kapaklarını kapadı, açtı, başını evet anlamına eğdi, doğrulttu. Anlaşmışlardı! Sırtım bir kez daha dondu.
O gün kimliklerini yine tam olarak çözemediğim bu yüzlerle karşılaşmalarım daha sonra da sürdü gitti. İşin kötüsü gittikçe daha sık karşıma çıkıyorlardı. Yakın bir dostumla Balıkpazarında sık sık gittiğimiz bir meyhane vardı. Akşamları ikişer üçer kadeh içer, karşılıklı iç dökerdik.
Bir adam, hangi masaya otursak hemen yanımızdaki masaya oturuyordu. İlk kez, bizi dinlediğini, gözlerini dikmiş bize baktığını gördüğüm akşam yine o ürpertiyi duydum sırtımda. Keyfim kaçıverdi. Onlardandı! O soğuk, bıçak gibi kesici, parçalayıcı bakışlılardan! Geniş bir yarık gibi uzayan yaban ağızlılardan ...
Hemen ertesi gün, bir devlet kuruluşunda, masasının başında gördüğüm, yüz çizgileri kasılmış kalmış, gülmek nedir bilmeyen bir genel müdürün, bana hayır dediği sırada, yüzünde gördüm o yırtıcılığı. Yine o soğuk esinti geçti sırtımdan ...
O günden sonra nereye gitsem, ne yana baksam karşıma çıkmaya başladılar. İş yerimin sahibi, kirayı arttırıyorum! dedi. Yüzüne baktım. Ağzı aralıktı. Azı dişleri arasında çiğ bir et parçası gördüm. Onlardandı!
Bir lokantada hesabı istedim. Şişirilmişti. Yemediğim l:ıir sürü şey vardı pusulada. Fiyatları listeyi tutmuyordu. Garsona söyleyecek oldum. Gitti, az sonra yanında iri kıyım iki arkadaşıyle
1 2 KENTE İNEN KAPLANLAR
geri geldi. Ödeyeceksiniz! dedi. Gözlerine bakınca hemen anladım. Üçü de onlardandı!
Mahallemizin bunca yıllık kasabı, bakkalı bir gece yok oldular. Ertesi gün yerlerini başka bir kasapla başka bir bakkal aldı. Her gün aldığım peyniri, ekmeği, eti daha eksik tartıyorlar, her gün fiyaf artırıyorlardı. Neden? diyemiyordum. Üst dudakları sarkıyor; bakışlarını üstüme dikiyorlar; kaçmaz, biraz daha olduğum yerde kalırsam hırlamaya başlayacaklarını, pençelerini yüzüme indirivereceklerini anlıyordum. İkisi de onlardandı!
Günlerim karabasan durumuna gelmişti artık. Bütün geçitleri tutmuşlardı. Sokağın alt başında onlar, üst başında onlar! Durmadan ürüyorlardı. Durmadan borçlu çıkarılıyordum. Elimde avucumda ne varsa önlerine atıp zor kurtuluyordum dişleri arasında parçalanmaktan. Nedir ki varım yoğum gün günden tükeniyordu. Sonumun gitgide yaklaştığını sırtım ürpererek duyuyor, bu durumdan kurtuluş çaresi arıyordum.
Yine o günlerdeydi. Durmadan bu yüzden sıkıldığım, bunaldığım günlerde. Bir akşam evde gazetemi okuyordum. Birinci sayfada iki fotoğraf vardı. Ünlü bir iş adamını, karısı, oğlu, damadı, on beş yaşında bir kızla bastırmışlardı. Fotoğraflar, iş adamıyle karısının, oğlunun, damadının fotoğraflarıydı.Yine o köşeli kafa kemikleri, geni;;; bir yarık gibi uzanan ağızlarda kan tutkusu, ürkütücü iştiha... Her biri gazeteden çıkıp, canlanıp, üstüme yürüyeceklermiş gibi, kötü kötü bakıyorlardı bana. Tanıdım, erkek de dişi de, yavru da
KENTE İNEN KAPLANLAR 1 3
olsalar dördü de onlardandı... Allah Allah! diye şaşkın mırıldanmışım. Yanıbaşımda babamın sesini duydum :
- Ne o? Gazete elimde döndüm : - Sanki bu adamı önceden tanıyorum ... - Tabii tanıyorsun!. - Nereden? - Düşün, hatırlamaya çalış gördüğün yerleri .. Bütün bu karşılaşmaları hatırladım. Babam
öleU on yıl oluyordu. Sanki onunla birlikte bir bir yeniden gördük bütün bu karşılaştığım yüzleri ...
- Doğru hatırlıyorsun, dedi.. Tümü eş tür-den ...
- Yani? - Yani, kaplan! - Kaplan mı? - Evet, kaplan!. Biraz şaşırmıştım : - Ne biliyorsun? - Senin bildiğin yoldan. - Ne gibi? - Bak, sen elin ekmek tutmaya, ev geçindir-
meye başlayalı neredeyse tanımışsın kim olduklarını. Benimse ömrüm onların pençesinden canımı, sizleri kurtarmak için didinmekle geçti. Onlara et, onlara su yetiştireceğim diye iki yakam bir araya gelmedi ...
Düşündüm: - Tam anlayamıyorum. - Ne var bunda anlaşılmayacak? Dinle, dün-
yamız bir dönemde şimdi göründüğü kadar çıplak
14 KENTE İNEN KAPLANLAR
değildi. Haritaya bakılınca sarı, açık sarı, beyaz gösterilen yerler bu kadar çok tutmazdı. Büyük, yeşil ormanlarla kaplıydı dağlar ovalar. Kaplanlar, sırtlanlar, öbür yırtıcı hayvanlar hep o ormanlarda yaşarlardı. Sonra sonra o ormanlardan kimi yandı. Kimi kesildi biçildi. Kimi kuraklıktan yok oldu. Ormanlarda yaşayan kaplanlar da önce yakın köylere, köylerde insanlarla olan ilişkilerinde ilk korkularını yenince kasabalara, kasabalarda yaptıklarına ettiklerine karşı çıkan olmayınca işi daha da azıtarak kentlere indiler. Senin gördüklerin hep o kaplanlar işte!.
Alay etmiyordu. Üzünlüydü sesi. Dediklerindeki doğru payını seziyordum ..
- Tuhaf ... - Niye tuhaf olsun? Ormanlarda olup biten-
lerle büyük kentlerde olup bitenleri karşılaştır. Gördüğün değişiklik ne? İkisinde de eş kanunlar, eş yöntemler geçerli. Güçlüler güçsüzlerle besleniyor. Sen ne sanıyorsun yaşamayı? Kaplanlarla bir arada yaşadığını düşünmeye alıştır kendini! Bak nasıl daha açık anlayacaksın çevrende olup bitenleri...
- Düşünmeye çalışıyorum ama ... - Aması açık bunun. Gün geçmez bir deli-
kanlı öldürülür, bir kadın kaçırılır, bir genç kız kirletilir. Büyük vergi kaçakçılıkları, silah kaçakçılıkları olur. Hanlar, hükümet binaları yanar, yakılır. Öldürenler, kaçıranlar, kirletenler, yakanlar ortaya çıkmaz. Neden? Sen hükümeti yönetenleri hep bilgisiz, akılsız mı sanırsın? Çocukken sirke götürmüştüm hani seni. Sirkte gördüğün o
KENTE İNEN KAPLANLAR 15
kaplanlar tok olmasa eğiticilerini saniyede lokma lokma ederlerdi. Iİükümeti yönetenler de kentlerdeki, köylerdeki kaplanları tok tutmak zorunda olduklarını bilirler. Vurduklarına, kırdıklarına, yediklerine içtiklerine bile bile göz yumarlar. Bu gerçeği çoğu yurttaşlar da bilir. Ama hükümetin bu umursamazlığını suç saymazlar. O kadarı olacak elbet, o kadarı kaplanların hakkı, diye düşünürler. Öyle ya, mademki kaplanlarla bir arada yaşıyorlar! Kaplanlardan kurtulabilecekleri akıllarına bile gelmez. Aksine çocuklarını kaplan yetiştirmeye çalışırlar ... Ama ... Birden kısıldı sesi. Sözünü tamamlamadan gidiyordu.
- Biz ne olacağız? Biz kaplanların dişlerinden nasıl kurtulacağız? diye seslendim arkasından ...
Kapıdan giren rüzgarda, onun yolunu kendiniz bulacaksınız, dediğini duyar gibi oldum ...
1975
GENÇLİK BERBERİ
ARASTA'NIN daracık sokaklarından birinin, kasabanın pazar yerini ana caddeye bağlayan sokakla kesiştiği köşede kalırdı dükkanı. Köşeyi kesen çift kanatlı camlı kapı, iki yanında iki yan sokağa bakan iki pencere ile küçük bir beşgen. Pencerelerle kapının alt camları tül perdelerle örtülüydü. Kapının üstünde kırmızıya boyanmış yumurtamsı tahta bir tabelada, Gotik alfabesinden esinlenmiş tepelikli beyaz harflerle
yazısı okunurdu. Kapı karşı gelen duvara bitişik, birbirine yaklaşan birer kıvrım çizdikten sonra ayakları bir kuş pençesi gibi açılarak yere inen, üstü mermer kaplı, ceviz XV. Louis stili bir tuvalet masasıyle, onun üstünde, çizgileri daha sade, daha yalın bir dönemdeo. kalma, kalın ceviz çerçeveli ayna vardı. Aynanın sağında, rafları kat kat beyaz örtüler, havlularla dolu, işçiliği aynayı tutan, çift kanatlı ceviz bir camlı dolap asılıydı. Tuvalet masasının iki ucundaki çekmecelerin üstünde, aynanın önünde, ko-
GENÇLİK BERBERİ 17
lonya ispirto şişeleri, krem, pamuk kavanozları, pudra kutuları, fırçalar, taraklar diziliydi. Tıraş makineleri ile usturalar çekmecelerde dururdu. Bütün bu gibi şeylerin yedekleri ise ceviz dolabın alt rafına kaldırılmıştı. Masanın solunda küçük bir saç mangal, yaz kış sürekli olarak yanar, üstünde çivit rengi bir çaydanlıkta sürekli olarak su kaynardı. Sol köşede, soluk pembe renkli basmadan bir perde ile ayrılmış küçük bir bölmede, duvara asılı lamarina bir musluk, çöp tenekesi, süpürge, faraş vardı. Perdenin önünde ise bir su testisi. Duvarların önüne dizili sandalyeler, deri şilteli berber koltuğu ile tamamlanırdı dükkanın eşyası. 1930'lara yaklaşırken, o günlerin koşullarına göre, eksiksiz, saç sakal kestiren müşterilerin sevinçle girip çıktıkları, hasır sandalyelerde tıraş sıralarını beklerken keyifle çene çalarak sokaktan geçenlere içerde görünmekten hoşlandıkları bir dükkandı.
Dükkanın önünden geçenler günün her saatinde berberi içerde görürlerdi. Oğlunun evden getirdiği öğle yemeğini müşterilerinden beş dakika izin isteyerek dükkanında yerdi. Onun dışında hep ayaktaydı. Bir elinde tarak, öbüründe makas, üstünde kısa beyaz önlüğüyle tıraş koltuğunun gerisinde soldan sağa, sağdan sola sarkaç gibi gider gelirdi bütün gün. Zayıf, sağlam yapılı, elmacık kemikleri çıkık, yüz çizgileri keskin, dik duruşlu bir gençti o yıllarda. Uzun ince parmakları salt sinir, kemik ile kan damarlarından oluşurdu. Her iki eliyle kullanırdı makasıyle tarağını. İnce çelik makas, durmadan öten küçük bir kuşa dönerdi par-
18 KENTE İNEN KAPLANLAR
maklarında. Arada, havada şaklatarak kıllarını silkerken makasının sesi daha da renklenir, Qu öten ne kuşu diye hatırlamaya çalıştığı olurdu tıraş olanın.
Evde yıkanıp hafif kolayla ütülenen beyaz örtüleri bir hoş kokardı. Tıraşa başlarken, bak sana nelerim var, der gibi bir övünmeyle, biri büyük biri küçük iki örtü alırdı cam dolabından. Küçük örtüyü kolunun üstüne atar, büyüğünü, sanki katları arasında gizli iki ucundan tutup, el çabukluğunu andıran bir ustalıkla silkerek açar, dizlerinden yukarıya bütün gövdesini içine alacak gibi önüne yayarak, boynunun yöresinde sıkar, ensesinde iğnelerdi müşterisinin. İkinci örtüyü geriden sırtına yayar, üst kıyısından boyun ile ilk örtü arasına sıkıştırırdı. Müşteri boyun damarlarının şiştiğini duyar, örtülerin boğazını fazla sıktığını söylemek isterdi önce; ama aynaya bakınca onun yüzünde örtülerinin beyazlığından, temizliğinden duyduğu mutluluğu görür, susardı. Yine başı hafif öne eğik gözleri aynada kalır, daha bir süre devinimlerini izlerdi onun. Hep öyle, dur, daha yeni başladık, daha sana nelerim var nelerim, diye sürüp giden mutluluğu içinde, pudra kavanozunu aldığını, ensesini pudralamaya başladığını görürdü. Sıra makine ile ense saçlarının fazlasını almaya gelinceye kadar aynaya bakmaya dalan müşterinin başı kendiliğinden biraz doğrulmuş olurdu. O, sol elinin parmak uçlarıyle tepesinden hafifçe bastırır yine üne eğerdi başı. Müşteri içinden gelse de karşı koyamazdı bu sert parmaklara. O yıllarda zaten kimse karşı koymazdı ona. Herkes kendini
GENÇLİK BERBERİ 19
baş eğmek zorunda duyar, kaşlarının altından aynaya bakarak, uysallıkla onu seyrederdi. Tıraş makinesini bırakıp makasla tarağını ele aldı mı berberden çok bir portre ressamını andırırdı. Gittikçe esinlenerek işine kaptırırdı kendini. Makasla tarak ellerinde kanatlanırlar, kısa uçuşlarla konar kalkarlardı kestiği saçlara. Müşterinin sağında solunda döner durur, bir adım geriye çekilir, gözlerini kısar, çömelir, doğrulur, saçlara verdiğı biçimi denetlerdi. Başını oynatanlara, kımıldananlara en küçük bir hoşgörüsü yoktu artık. Müşteri onun içtenliğini, çalışmasının gösterişten ne kadar uzak olduğunu çabuk anlar, dakikalar geçtikçe, onun duyduğu coşkuyu, mutluluğu paylaşmaya başlardı.
Sakal tıraşındaki ustalığını izlemek zevkti görenlere. Usturasını biley kayışında kılağılarken devinimlerinin şaşmaz bir ölçülülüğü vardı. Elinin sırt kıllarına, avucunun derisine yaklaştırarak denerdi usturanın keskinliğini. Fırçayı iyice sabun -lar, hoş vuruşlarla dolaştırırdı müşterinin yüzünde. Taşan köpüğü parmak uçlarıyle ovarak deriye iyice sindirir, usturasını bir kez daha kılağılayıp deneyinceye kadar, sabunu yüzde bekletirdi. Kulağın dibinden başlardı sakalı almaya. Usturanın yüzündeki sabun ile kılları sık sık başparmağının tersine sıyırır, biraz birikince, usturanın tersiyle oradan alır, tuvalet masasının üstünde önceden hazırlanmış küçük bir kağıda aktarırdı. Ustura kayar giderdi deride. Tıraş olanlardan kimse yüzünde küçük bir çizik, bir damla kan gördüğünü hatırlamazdı onun elinden. Perdahtan sonra ellerini
20 KENTE İNEN KAPLANLAR
siler temizler, duvara asılı tıraş tasını alır, çaydanlıktan biraz su doldurur, mevsimine göre testideki su ile ılıştırarak çukur yerinden çenesi altına yecleştirir; parmak uçlarıyle suyu alır, göğsündeki örtünün altından iki eliyle tası tutarak kendisine yardım eden müşterinin, okşar gibi yüzünü yıkardı. Tıraş tası perdenin gerisinde yıkanıp yerine asılır, derken artan mutluluğuyle tıraş olanın sabırsızlıkla beklediği işe sıra gelirdi. Kalın beyaz porselen bir tasta kaynar suya batırılmış dumanı tüten küçük beyaz bir havluyu sıkar, geriye doğrn uzanan adamın yüzüne yayardı. Bir süre parmak uçlarıyle alnı, boyun damarlarını, şakakları ovardı ardından. Havluyu geri aldığı zaman, mutlaka, gülerek, oh rahatladım, ellerin dert görmesin dediği duyulurdu koltuktakinin. O, güvenli duruşu, yüzünde yer etmiş o daha bitmedi, daha arkası var diyen anlamla, kolonya çarpar, pudralar, kremle ikinci bir masaj daha yapardı yüze. Sonunda örtülerini ustalıkla alır, bir adım geriye çekilir, bu kez yüz çizgilerinde verdiği bütün sözleri yerine getirmenin iç rahatlığıyle, koltuktan kalkan müşteriye sıhhatler olsun derdi.
Hasır sandalyelerde oturanlar, tıraş olana imrenerek, onun yerini almaları yaklaştıkça bir mutluluğa yaklaşmanın sabırsızlığıyle beklerlerdi sıralarını. Dükkanın kapısı sık sık açılırdı bu arada. Gelen, koltuğun, hasır sandalyelerin dolu olduğunu görür kapıda kalırdı. O, selamını alacak kadar kısa bir bakış attıktan sonra işini sürdürerek konuşurdu kapıdakiyle. Görüyorsun halimi! Ne diyeyim bilmem ki? Hep böyle! Sıkılmazsan otur bek-
GENÇLİK BERBERİ 21
le. Yine sen bilirsin . . . Eh, akşama doğru bir uğra istersen, boş bulursan. . . En iyisi bekle bana kalıras . . . Ya da yarın erkenden gel... Güle güle . . . Bunları duydukça sandalyelerde oturanlar, beklemekle iyi ettiklerine, kazançlı çıktıklarına inanırlardı.
Aynanın,, camlı dolabın çerçevesi kıyısına sıkıştırılmış kartpostallar, fotoğraflar, duvarların değişik yerlerindeki bazı taşbasmalı temsili resimler ile büyültülmüş bir iki fotoğrafa bakarak oyalanırdı sıra bekleyenler. Her gelişlerinde gördükleri şeylerdi bunlar. Yine de sıkılmazlardı bakmaktan. Dükkanın eşyasıyle, berberle karışarak canlılık kazanırlardı. Sanki bir çeşit kan dolaşımı vardı aralarında. Aynanın solunda biraz yüksekte sarı ile yeşilin karıştığı taşbasması tabloda, 30 Ağustos Zaferinden sonra General Trikopis'in Başkumandan Mustafa Kemal'e teslim etmek üzere kılıcını uzatışı vardı. Mustafa Kemal ayaktaydı. Trikopus'in gövdesi başı hafif öne eğik. Sağda büyültülerek çerçevelenmiş bir fotoğrafta Türk Ocağının ince saz topluluğu sıralanmıştı. Altı kişiydiler. Ut, keman, klarnet, dümbelek, cümbüş, bir de tef. Hepsi saz aygıtlarını çalar durumda. Sol başta tef çalan Gençlik Berberi Muhittin. Daha küçük başka bir fotoğraf ise, Türk Ocağı sahnesinde oynanan «İzmir'e Doğruıı oyunundan bir sahneyi veriyordu. Sedyede yatan başı sarılı yaralı asker Muhittin'di yine. Öbür fotoğraflardan biri kasabanın futbol takımınındı. Oyuncuların çoğu imzalamışlardı fotoğrafı Muhittin Ağabey'lerine. Aynanın kıyısına sıkıştırılmış başka bir fotoğrafta kasabanın o yıllardaki ünlü kalecisi Agah, elinde
22 KENTE İNEN KAPLANLAR
topla uzanmıştı alanın çimenlerine. Sonra bazı asker fotoğrafları... Bahriyeliydiler çoğunlukla. Kasabadan askere giden delikanlılar, İstanbul'dan bir hatıra olarak postalamışlardı Muhittin Ağabey'e. Bunların yanı sıra, üstüne biraz pembe ya da yeşil ile renk katılmış, Paris'in tatlı döneminin, İtalyan, Fransız Akdeniz kıyılarının Cartolina Postale ya da Carte Postale'leri. .. Çiçekler arasında, saçları biryantinli erkeklerle baş başa, kısa kesik saçlı,· sıkma başlı, kiraz dudaklı, etine hafif dolgun kadınlar. ..
Bolluk yıllarıydı henüz kasabanın. Üzümü, zeytini, tütünü para ediyordu. Kurtuluş Savaşının mutlu sonucunun sevinci sürüyordu her yerde. Bolluk ile utkunun sevinci birbirine karışıyor, kimse ufak tefek sıkıntılarını önemsemiyordu. Utkunun sevinci uzun bir umuda çevirmişti yaşamı. Kasapada asker vardı. Borular, trampetlerle talime gider, talimden döner, marşlar söylerlerdi. O da gençti. Otuzuna yaklaşıyordu. Şaşılacak şey, sanki herkes gençti onunla birlikte. Ya da ona öyle gelirdi. Dükkanına kim ayak atsa gençti. Ya akranları ya da kendisinden üç dört yaş büyüklerle üç dört yaş küçüklerdi müşterileri. Kasabanın sokaklarında, meyhanelerinde onlar görünürlerdi. İzmir'e işleyen körüklü Ford taksilerin, otobüslerin gözde müşterileri, en sık gidip gelenleri onlardı. Temsil kolu onların elindeydi. Futbol takımı öyle; saz topluluğu öyle. Kasabanın seçkin gençle· riydi tümü. Yeni gelen kaymakamlar, yargıçlar, subaylar, kime gidelim saç kestirmeye diye sorunca onun adını alırlardı karşılığında.
GENÇLİK BERBERİ 23
O da konuşkandı bütün berberler gibi. Geveze sayılmazdı. Sorulara karşılık verir ya da kendiliğinden bazı konular atardı ortaya. Tartışma götürmez bir kesinlik vardı yargılarında. Bu yargıların kaynağını saptamak güçtü. Kendi görüşleri, düşünceleri olmaktan çok makasının altından gelip geçenlerden tortulanmış, seçilmiş şeylerdi. Bir çeşit sözcüsü gibiydi kasabanın. Basın organları nasıl bir kamuoyu oluşturur, okuyucu sonunda okuduğu gazetenin başyazarı ya da bazı yazarları gibi düşünürse, o da dinleyip konuştukça, saçlarını bıyıklarını benzettiği gibi kafalarının içini de birbirine benzetiyordu sanki tıraş ettiklerinin.
İlk yılların en çok konuşulan konusu Kurtuluş Savaşıydı. Taburun belli başlı subayları, İstanbul doğumlu, gerçekten efendi veterineri ona gelirlerdi. Savaştan dönmüş, göğüsleri madalyalı kahramanlardı tümü. Savaşı yaşamış, ölümler görmüş insanların, top gürültüsünden, makineli tüfek sesinden, kandan bıkkınlığı, barış nimetlerinin, evlerinin, kadınlarının özlemi içindeydiler. O zorladıkça, alçakgönüllülükle savaş anılarına değinirlerdi bir iki tümceyle. O, sonradan dinlediklerini genişletir, başkalarına anlatırdı. Böylelikle, binbaşılar, yüzbaşılar kasabanın bütün savaş serüvenlerini bildikleri kahramanlara dönüşürler, geçtikleri sokaklarda halkın saygınlığıyle selamlanırlardı.
Kurtuluş Savaşının yanı sıra temsil kolunun, saz topluluğunun çalışmaları, futbol takımının karşılaşmaları önde gelen konulardı dükkanda.
24 KENTE İNEN KAPLANLAR
Radyo yoktu o yıllarda. Hava raporunu o verirdi. Akşam bulutuna, ufukta biriken sise, hayvanların, böceklerin davranışlarındaki değişikliklere göre, üç dört gün öncesinden havanın nasıl olacağını kestiren yaşlı ekicilerden, balıkçılardan duyulan haberleri iletir, yağmurun yakın olup olmadığını söylerdi müşterilerine. Bu konuların tümüyle kaynaşan, her gün değişmeyen ana konu ise bir gece öncenin olaylarıydı. Dükkana her gelen, dün gece yine çok kaçırdık, diye başlardı söze. Bütün müşterileri çok içer, sabahlara kadar oyun oynar, İzmir'e çapkınlığa giderlerdi. Sabahları sürekli olarak hafif baş ağrısından yakınırlardı. Daha çok bir gece önce yaptıklarını anlatmaya giriş niteliğindeydi bu yakınmaları. Bir çeşit övünme nedeniydi henüz bu türlü ağrıları. Kocaları ile yetinmeyen kasabanın bir iki çapkın kadınının gözüne kestirdiği yakışıklı gençler hep onun müşterileriydi. Onların herkesin bildiği aşk öyküleri, serüvenleri, paylaşılan bir giz havası verilerek anlatılırdı dükkanında.
Kasabanın bütün yaşayışında onların sözü geçerken politikanın dışında kalmaları düşünülemezdi elbet. 1930'da kasabada Serbest Cumhuriyet Fırkasını kuran onJardı. Serbest Fırka kime karşıydı? Neydi? Öteden beri İzmir'in tüccarları ürünlerinin fiyatlarıyle diledikleri gibi oynarken, liberalizm ne getirecekti onlara? Bildikleri yoktu. İstedikleri, kasabanın kurulu düzeninin yerinden oynamasıydı her şeyden önce. Gençtiler, babalarının buyruğundan çıktıkları yaşa ulaşmış da olsalar, baş kaldıracak konular buluyorlardı yörelerin-
GENÇLİK BERBERİ 25
de. Daha yaşlılara, henüz kasabada gucunu yitirmeyen büyüklere karşıydı tutumları. Baskı altında geçen ilk gençliklerinin birikimi bir öfkeden, başına buyrukluklarının hızını alamayışlarından doğuyordu. Daha yaşlılar, ön sıralarını tuttukları eski partilerinde kaldıkları için onlar yeni partiyi seçmişlerdi. Seçimlerde kasabanın belediyesini aldılar, il genel kurulu temsilciliklerini aldılar.
Kimi gün aynanın kıyısına iliştirilmiş kartla -rın arasında bir yenisi görülürdü. Bir iki ay önce kasabadan daha büyük bir yere atanan bir memurdan geldiğini söyler, durumu iyiymiş, bütün arkadaşlara selamı var diye küçük bir pay çıkarırdı dinleyenlere. Çalışkan arkadaştı, yükselmek hakkıydı, daha çok yükselecek, hep duyacağız diye açıklardı kanılarını. Bazen müşterileri, kasabadan askerlik, iş gibi nedenlerle ayrılan ortak bir tanıdıklarını sorardı kendiliğinden. Haberi her zaman ondaydı. Giden, kart, mektup yazmasa bile, yakınlarıyle selam gönderir, durumunu, işini duyururdu ona.
Yargıları kesindi. Yeni gelen kaymakam nasıl adam? Nasıl buldun? Ne dersin, bir şeyler yapabilecek mi? diye sorarlardı. Ben sevdim, görünüşte efendi adam, bakalım, işinde nasıl onu da göreceğiz, derdi. Bütün dediklerini yerinde bulurdu müşterileri. Nasıl örtüleriyle boyunlarını sıkmasına, sert parma}{ uçlarıyle tepelerini bastırmasına karşı çıkmazlarsa, yargılarına, görüşlerine de karşı çıkamazlardı onun o parlak döneminde. Giden bir kaymakamın ardından iki köy okulu, iki de
26 KENTE İNEN KAPLANLAR
küprü yaptı, daha ne yapsın? Ya da bir memur için üç yıl kaldı, bir kötülüğünü, kimseden haksız para aldığını, kimseye borç taktığını duymadık demesi, o kaymakamın, o memurun bütün kasabalılar gözünde aklanması için yeterdi.
O böyle durmadan makasını şakırdatır dururken kestiği saçlar uzuyor, bir ay önce gelenler bir ay sonra yine sıraya giriyorlardı hasır sandalyelerinde. Arada müşterilerine yenileri katılırken, eskilerden bir ikisi görünmez oluyordu. Henüz askerlik, kasabadan ayrılma gibi olaylardı bu eksilmelerin nedenleri. Böyle gelmeler gitmeler, yeniler eskiler arasında duvardaki saatli maarif takvimleri de değişmiş oluyordu hiç anlamadan. Tek tük aklar görünmeye başlıyordu müşterilerinin şakaklarında. İlk düşen akları hep o görüyordu. Hafiften yürek burkan bir iki söz geçiyordu müşteriyle arasında. Ak teli makasının ucuyle alıverince unutuyorlardı konuştuklarını. Ne de olsa otuzunu yeni yeni aşıyorlardı daha. Güzel günler gerilerde değil önlerindeydi. İlk düşen aklar bile süstü, olgunluk belirtisiydi onlar için. Bir yandan da çoluk çocuğa karışıyorlardı yavaş yavaş. Otuzuna girdiği yıl oğulları ikileşti. Çoğu müşterilerinin de öyle. Bir oğlan bir kız ya da iki oğlan, iki kızları vardı. Çabucak ilkokula başlayacak yaşa geliverdi büyükleri. Kız da erkek de olsalar henüz babaları ona getiriyorlardı saçlarını kestirmek için. Şiltesi alınmış berber koltuğunda kimini ayakta tutuyor, kimini koltuğun kıyısına oturtuyordu küçüklerin.
GENÇLİK BERBERİ 27
Derken kısa düz bir tahta uydurdu. Koltuğun iki kolu üstüne uzatıyor, çocuğu tahtaya oturtuyordu. Çocuk babasından geçen bir saygınlıkla, biraz da ürkerek, ne derse uymaya çalışıyordu ona. Bir elinde makas ya da tıraş makinesi, öbür elinin sert parmaklarıyle kavrıyordu çocuğun başını. Bütün çocuklar nedense tedirgindiler önünde. Avucunun içinde yakalanmış bir kuş gibi bakınıyorlardı sağa sola. Sevgisini anlamıyorlar, şakalarını, takılmalarını soğuk karşılıyorlardı. Tıraşları bitince bir sıkıntıdan kurtulduklarını saklamadan kayıyorlardı koltuğundan, hemen dükkandan fırlayıp kaçmaya bakıyorlardı.
Çocuklar öne geçen konu olmuştu kendiliğinden arkadaşlarıyle arasında. Okul, ev durumları, oyunları, konuşmaları, hep önemsedikleri olaylardı. Çocuklar umuttu. Hep büyüklüğüne inandıkları kişilerin adlarını vermişlerdi çocuklarına. Kurtuluş Savaşı kahramanlarının, vatan şairlerinin, ülkücü gazetecilerin. Büyük, önemli, vatana yararlı kişiler olmalarını bekliyorlardı onlardan.
Kasabanm yaşayışı nasıl oldu demelerine kalmadan değişmesini sürdürüyordu. Tabur, komşu bir ilçeye alınmıştı. Askerler, subaylar çekilmişti kasabadan. Zaten çekilmelerinden önce de eski önemlerini yitirmiş, varlıklarına alışılmıştı. Vatanla kahramanlıkla hiç ilgisi olmayan, her dönemde yalnız kendileri, kazançları için yaşamış kişiler zenginleştikçe öne geçiyor, güçleniyorlardı. Ölenler ölmüş, dönenler dönmüş, her şey eski gidişini almıştı. Savaş kahramanlarına ay sonlarmı
28 KENTE İNEN KAPLANLAR
denk getirmeleri için borç veren, veresiye veren onlardı.
Derken 193 1 buhranı şaşkın bıraktı kasabayı. Üzümün, tütünün rezili çıkmıştı. Alıcısı yoktu. Buhrandan önce göremedikleri şeyleri de görüyorlardı artık. Çoktandır görünmez bir göç başlamıştı kasabadan. Lisede, üniversitede okuma olanağı bulan çocuklar öteden beri geri dönmüyorlardı. Kasabada ustalarının yanında marangozluk, kunduracılık öğrenenlerin de onların ardından İzmir'e, İstanbul'a, Ankara'ya göç ettikleri duyuluyordu. İyi futbol oynayanlar İzmir takımlarına giriyor, fut· bollarının yardımıyle bir bankada, başka bir yerde iş buluyorlardı. Buhranın etkisiyle, sağlam iki kolundan, elind.e bir çapadan başka bir şeyi olmayan gençler de ayrılmaya başladılar kasabadan. Kasaba büyümüyor, gelişmiyordu.
Buhran eski sevinçli yaşayışlarını bütünüyle yok etti çok geçmeden. Saz toplulukları dağılıver -di. Keman çalan öğretmen İç Anadolu'ya atanmıştı. Cümbüş çalan arkadaşları vergi tahsildarıydı. Bağından, tarlasından küçük bir yan geliri vardı. Udunu sevdiği kadar içkiyi, kadınları da severdi. Evi kalabalıktı, ayrıca da kapatmasına bakardı. Bağından, tarlasından eline bir şey geçmeyince topladığı paralara el atmak zorunda kaldı. Çok geçmeden tutuklandı, hüküm giydi. Klarnet çalanları çoluk çocuğunu alıp İstanbul'a gitti, ekmeğini çıkarmak için. Temsil kolu da buna benzer nedenlerle çözülüverdi. Üç beş yıl yeniden saz topluluğunu, temsil kolunu canlandırmanın özle-
GENÇLİK BERBERİ 29
miyle yaşadılar. Bir türlü olmadı. Gidenlerin yerine yenisi gelmiyordu. Buhranın sıkıntıları hafiflerken otuz beşle kırk arasına geliverdiler. Ne deseler boşunaydı. Kendilerindeydi gerçek değişiklik. Geçim yükü ağırlaşmıştı evlerinin. Yüreklerinde öten o eski kuşlardan üçü beşi uçmuştu onlara görünmeden. Eski heves, eski sevinç yoktu içlerinde.
Bir gün Halkevinde kasabanın yeni yetişen gençlerinin bir oyun hazırladıklarını duydu. İzmir'de; lisede, daha başka okullarda okuyorlardı. Onların da futbol, voleybol takımları vardı. Ut cümbüş yerine kitara, mandolin çalıyorlardı. Çoğu küçüklüklerinden ilk sakal tıraşı oldukları güne kadar saçlarını kestiği arkadaş çocuklarıydı. Kendi çocuklarıyle konuşur gibi konuşurdu onlarla. Sesi biraz sert çıkardı. Onları hep çocuk, hep küçük görmemek elinde değildi. Konuşmalarını sağlamak, bir yakınlık kurmak için derslerini soracak oluyordu. Oysa dersler, hele kendilerinden büyüklerle, sözünü etmek istemedikleri konuydu çocukların. Bir çeşit hesap vermek demekti. Hesap vermekten bıkmışlardı. On dördüne, en geç on beşine geldiklerinde, tıraş ederken parmak uçlarıyle tepelerinden kavradığı sırada, sertlikle çekiveriyorlardı başlarını eli altından. Kendisinden hoşlanmadıklarının açıkça yüzüne vurulması gibi geliyordu ona bu davranışları. Yüreğinin derinlerinden kırılıyor, onurunu kurtarmak için, başını düz tutmazsan, diye 'başlayan bazı açıklamalara girişiyordu. Ama ne yapsa aralarında çoktan kopmuş o bağı yenileyemiyordu. On beşine basan ço-
30 KENTE İNEN KAPLANLAR
cuk birden ayak kesiveriyordu dükkanından. Çocuklar onun koltuğundan kurtulmakla sanki büyü.,. düklerini kanıtlıyorlardı. Dükkanından ayrılmalarıyle birlikte hangi kızlarla mektuplaşıp buluştuklarını, hangi kadın öğretmenlerle seviştiklerini duymaya başlıyordu. Onların, ilkokuldan sonra okula gidemeyen bir akranları berber yetişmişti. Babası silik, adsız bir berberken çocuk, bütün akranlarını çekerek dükkanını canlandırdı. O da mandolin çalıyor, iyi kötü voleybol oynuyor, pazarları karşılaşmalara gidip alanın kıyısından arkadaşlarının oyunlarını izliyordu. Kasaba futbol, voleybol, takımlarının, son kadrolarıyle büyültülmüş fotoğrafları onun dükkanında asılıydı şimdi.
Muhittin'e kala kala yine eski gençlik arkadaşları kalmıştı müşteri olarak. Onların da saçları seyrekleşiyor, alınları tepeleri biraz daha açılıyordu her gelişlerinde. Hasır sandalyelerin çoğu boştu artık. Sonra sonra gelenler berber koltuğunu da boş bulmaya başladılar. Arada bir kahve pişiriyordu mangalda. Gelenlerin acelesi yoktu nasıl olsa. Yakın tuttuğu müşterilerinden biriyle pencere kıyısına karşlıklı oturup içiyorlardı kahvelerini. Biri daha gelecek olursa ona da kahve içip içmeyeceğini soruyordu önce. Nasıl olsa onun da acelesi yoku. Konuşma konuları yine değişip duruyordu kendiliğinden. Eskiden hep gelecekti, yaşadıkları gündü konuşmalarının ekseni, artık yavaş yavaş geçmişe kayıyordu. Uykusuzluk, sindirim bozuklukları, romatizma ağrıları önde gelen konuları olmuştu. Salık verdiği bakım yolları, ilaçlarla ilgili öğütleri kesindi bu kez. Uykusuz-
GENÇLİK BERBERİ 3 1
luk için, yatmadan yarım saat önce bir bardak sıcak ıhlamur içmek, en iyisi, diyordu sözüngelişi. Yine de uyuyamazsan içinden yüze, iki yüze, olmadı beş yüze kadar say, o da olmadı beş yüzden geriye dön, tersinden bire doğru say. Kafanda ne varsa silinir, uyur gidersin. Mideye, karaciğere iyi gelen, bağırsakları çalıştıran, cinsel gücü artıran otlardan yapılan bir yığın ilaç biliyordu. Enginar yaprağını kaynat ya da üryani siyah eriği iki gün suda bırak, suyunu iç, karaciğerinde bir şey kalmaz diyor, melisa otundan, hardal otundan, hünnaptan yapılan reçeteler veriyordu. Dediğini yaptım, dün gece çok şükür sayende rahat uyudum diye ertesi gün teşekküre geliyordu müşterileri. Tıraş olmasalar da yarım saat, bir saat kalıyorlardı dükkanında.
Daha sonra gündüzleri üç dört saat için dükkanını kapattığı günler sıklaştı. Son günlerde ortalarda görünmeyen eski arkadaşlarından birinin evinde hasta yattığı duyulurdu. Dükkanına gelen gidenleriyle mutlaka söz konusu olurdu o hastalık. Nasılmış? Gidip bir türlü göremedim, içim rahat değil, biraz önce yolda damadıyle karşılaştım, daha iyiceymiş, gibi sözlerle kaygılarını açıklarlardı karşılıklı. İçlerinin rahatlamasına sıra kalmadan bir sabah dükkanına uğrayan akranlarından biri üzgün yüzüyle acı haberi getiriyordu sonunda. Yüreğinde bir şeyler kalkıyor iniyor, yüzü karışıyor, benim zaten camide sala okunduğunu duyunca içime doğmuştu, diyordu. Dükkanını kapatıyor, evine koşuyordu ölenin. Başı ucunda Kur'an okuyor, cenaze hazırlıklarında elinden ge-
32 KENTE İNEN KAPLANLAR
len yardımı yerine getiriyordu. Camiye, sonra da mezarlığa kadar uğurluyordu yıllarca saçını sakalını kestiği arkadaşını. Cenaze dönüşü dükkanını açınca o ölüm oluyordu söz konusu. Eskiye dönerek. yaşatıyorlardı ölenin anılarını. Başka günler sağ kalan müşterileriyle uzayıp gidiyordu bu geride kalan yıllara dönüşler. Bir ceza yargıcı vardı, bir veteriner yüzbaşı Fahri Bey vardı, bir tapucu vardı, diye şakacılıkları, çapkınlıkları, akşamcılıkları, pokerde kağıt yapmaları ile ilgili yığınla öyküler anlatıyorlardı. Sık sık kasabadan yetişen gençlere atlardı konuşmaları. A. İstanbul'a yerleşmiş, fabrika müdürüymüş; B. Guraba'da iç hastalıkları bölümü şefiymiş, bizden biri gitmiş, çok yakınlık göstermiş; C. Bey'in oğlunun maşallah çok duyuldu adı, çocukluğundan belliydi onun adam olacağı. .. Benimkiler güç yıllara geldi, okutamadım, akılları, zekaları eksik değildi ama ... Kendi çocuklarından söz ederken iç çekerdi. Düş kırıklıklarından acı duyduğunu saklamadığına göre yazgısına katlanıyor denemezdi.
Geçen yıllarla daha da azaldı müşterileri. Saatlarce kimsenin saçını kesmediği oluyordu. Sağ kalan bir iki gençlik arkadaşı eskisinden de sık uğruyorlardı dükkanına. Güzel havalarda pencerelerden birini açıyorlardı. Çaylarını içiyorlardı ağır ağır. Konuşmaları da ağır ağırdı. Bazen hiç konuşmadan dalıp gittikleri oluyordu. Dinden, ahiretten söz eder olmuşlardı çoklukla. Aralarından ayrılanları anıyorlardı kısa, özlü sözlerle. Bir söz, dudaklarının kıyısında beliriveren küçük bir gülümseme bile çok şeyler hatırlatmaya yetiyordu ikisi-
GENÇLİK BERBERİ 33
ne de. Bir daha dalıp gidiyorlardı. Dükkanın kapısı üstünde, kuruyup çatlamış, rengini atmış boyasıyle, unutulup kalan Gençlik Berberi yazılı o
tabelaya baktıkları yoktu hiç. Bakışları karşılaşınca, gençlik günlerinin tanıkları olarak, yıllar ©ncesini görüyorlardı birbirinin gözlerinde.
ANNEMİN YÜZÜ
FIRTINA akşama doğru koptu. Hava birden soğuyuverdi. Üşüyorduk. Yaz ortalarında bağın içindeki zeytin ağaçlarının kurularını ayıklatmıştık. Çıkan yarmalar hala ağaçların diplerinde duruyordu. Kardeşlerimle kucak kucak içeriye taşıdık. Ocağı yaktık.
Zeytin odunu, gür, parlak bir alevle yanar, çok da iyi ısıtır. Yaz kurak geçmişti. İlk yağmur düşmemişti henüz. Çoktandır açıkta, yakıcı güneşin altında iyice kuruyan yarmalar çatır çatır tutuşup yalazlandıkça keyifleniyor, gözlerimizi ocaktan ayıramıyorduk.
Küçük bağ kulemizdeydik. Biri altta biri üstte iki odası, alt kattaki odanın önünde bir mutfağı vardı. Mutfağın üstünü sonradan teras durumuna getirmiştik. Her yıl haziran ortalarında bağa taşınır, eylülde okulların açılmasına yakın kasabadaki evimize dönerdik. Ocak üst kattaki odadaydı. Kule, her yıl taşınmamızdan önce hafif çivit karıştırılmış kireçle badanalanırdı. Her yıl badanalanmaktan içi kat kat kireç tutan ocak, kıyıları dantelli asse perdesiyle, yaz ayları içinde dikiş sepetlerinin, bavulların durduğu, aydınlık tertemiz bir dolap işi görürdü. Eylülde ilçeye taşınırken boşaltılmış bir dolap gibi bırakırdık arkamızda.
ANNEMİN YÜZÜ 35
Ertesi yaz, taşınmadan önce, içinde, tutuşturulmuş bağ çubuklarından kalan küller, yarıda söndürülmüş odun parçaları, belki de üstünde çay, sahanda yumurta, sucuk pişirilmiş yanyana isli iki tuğla parçası ile kararmış, islenmiş bulmak, ocağı yakmak için kıskançlıkla karışık bir özlem uyandırırdı bende.
Babam romatizmalarına iyi geldiği için sıcağı severdi. Ocağın üst başında oturuyordu. Bir omuzunu yan duvara vermiş, sağ dizini göğsüne doğru toplamıştı. Küçük kız kardeşim, babamın dizi dibine yaklaşmıştı. Arada bir babamın onun saçlarını okşadığı oluyordu. Ben ocağın alt başındaydım. Ateşi besliyordum. Öbür kız kardeşlerim babamla benim aramda sıralanmışlardı. Annem, sırtını, odadaki demir karyolanın arkalığına vermiş, daha geride oturuyor, önünde çorap sepeti, sökükleri onarıyordu. Kapı, pencere kapalı, dünyadan kopmuş ayrılmıştık. Rüzgar uğulduyor, dal yaprak saçıp savuruyordu dışarda. Arada rüzgarda uçan küçük bir dalın kapalı tahta kepenklere vurduğunu, bir ayvanın, bir narın dalından yere düştüğünü duyuyorduk. Rüzgar hızını artırdıkça baca daha hızlı çekiyordu. Olgunlaşan çürüyen meyve, yaprak, kök kokuları, nadaslı tarlalardan yayılan ekşili kokular sızıyordu bir yerlerden. Ocağın ateşinden yüzlerimiz pembe pembeydi.
Ateşler hep Makedonya'yı hatırlatırdı babama. Makedonya'da geçen çocukluk, gençlik yıllarını, sert geçen kışları, yüksek dağ sırtlarında yanan çoban ateşlerini, konuk kaldığı köy evlerindeki ocak başlarını, harman yerlerini anardı. Ço-
36 KENTE İNEN KAPLANLAR
cukluğunda babasıyle mısır harmanlarında geçirdiği geceleri anlatmaya başlardı bize. Çalı çırpı ile kuru mısır koçanlarından bir ateş. yakarlardı. Dedem, omuzlarında kürküyle bağdaş kurardı ateşin başında. Yere serili velensesine sarar yatırırdı babamı. Koyu lacivert gökte, bol yıldızlar sarı sarı ışıldayarak gözlerine içine içine akarlarken, Balkan gecelerinin yüzünde, saçlarında dolaşan serinliğini duya duya, uyur kalırdı babam. Uykusunda üşümeye başlayıp bir ürperme geçirdiği sırada dedemin bir kat daha örttüğünü duyardı üstünü ... Bunları anlatırken ocağın alevleri yansıyan bakışlarıyle dalgınlaşıyordu. Karşı bayırda kendileri gibi ateş yakan Bulgar komitecilerinin ölüm saçan yüzlerini görüyor, üstüne çevrilmiş gibi mavzerlerinin soğukluğunu duyuyordu.
Çatıdan iki üç kiremit uçtuğunu duyduk. Rüzgar önce çatıya takıldı kaldı, yüklendi, yüklendi, söktüğü kiremitleri alıp geçti, aşağıda avlunun duvarına çarptı. Babam sustu, rüzgarı dinledi bir süre. Tövbe tövbe, çatıyı uçuracak neredeyse dedi, Tanrı, denizde olanlara, yolda olanlara acısın! Yeniden dışarıya kulak verdikten sonra ekledi: Tanrı bu! Kudretinden, kuvvetinden soru sorulmaz! .. Varım diyor, ben hepinizin üstünde, yukardayım, diyor. Yukardan hepinizin ne yaptığını görüyorum!
Ortanca kardeşim :
- Sonra baba? dedi.
Babam, kardeşimin yüzüne baktı. Parmağı ile pencereyi gösterdi :
ANNEMİN YÜZÜ 37
- Sonrası bu işte! Duyun, dinleyin! Her şeyi nasıl yoktan var ettimse öyle varken yok ederim diyor ...
Kardeşim: - Onu değil, dedi, Makedonya'yı anlat ... Babam: - Tövbe tövbe, diye başını salladı. Annem söze karıştı :
Sevincini bozma çocukların. Korkutma boş yere ...
Boş yere mi? Boş yere elbet, ya ne? Anlatacaksan sev
dikleri şeyler anlat ... - Senin istediğin ne? Dinsiz mi yetişsinler?
Allah korkusu nedir bilmesinler mi?
- Allah korkusu başka, Allah sevgisi başka. Daha ne günahları var ki Allahtan korksunlar? Çocukları korkutma akşam akşam. Sonra rahat uyuyamıyorlar, söyleniyorlar, terliyorlar uykula-· rında ...
Babam kızmış görünüyordu :
- Sana kalsa büsbütün dinsiz yetiştireceksin hepsini ...
- Ne olmuş dinlerine? Ben bildim bileli eylül hep böyle fırtına ile çıkar. Dinle imanla ilgisi ne fırtınanın? ..
- Hadi bırak, söyletme, günaha sokma beni çocukların önünde ...
- Söyle ne söyleyeceksen! Benim korkacak hiç bir şeyim yok. Günahım da yok! Ömrümde pişman olduğum tek şey yapmadım. Ben hep se-
38 KENTE İNEN KAPLANLAR
vinç duyarım içimi dinledim mi, korku duymam! Ölümden, mezardan da korkmam ...
Sevgiyle anneme bakıyor, dediklerini dinliyordum.
Çok yorucu bir gün geçirmiştik. Erkendeı:ı kalkmış, kulenin önünde yığılı duran otuz küfeye yakın üzümü sıkmış, pekmez kaynatmıştık. Annem hepimizin iki katı iş görmüş, iki katı yorulmuştu. Yine de boş durmuyordu işte.
Tam bir halk kadınıydı annem. Güçlü kuvvetli sağlam yapısı, her işe yatkın iri kemikli, hünerli elleriyle halkımızın eli öpülesi sayısız çalışkan analarından biriydi. Bolluk günümüzde de, darlık günümüzde de evin hiç bir işi yoktu ki bir ucundan o tutmuş olmasın. Çamaşırımıza, yatak yorganımıza, yemeğimize el sürdürmezdi kimseye. Kolay kolay kimseden yardım istemez, buyurmaktan hoşlanmaz, kimseyi horlamazdı. Kapımızdan hiç bir yoksulu boş döndürdüğünü görmemiştik. Evimizde hepimizden erken kalkan, hepimizden geç yatan oydu. Bir gün olsun güneş doğduktan sonra yatakta kalmamıştı. Gece bir yandan bir yana dönecek olsak, mırıldansak, uyanıp kulak veren, açılırsak üstümüzü örten oydu. Hep tertemiz söküksüz gezdirdi, kimsenin önünde utandırmadan büyütti.iı bizi. Gününün, gecesinin bir saatini boş geçirdiğini bilmem. Boş bir saksı görmemiştim evimizde. Bahçeye çıkıp girerken bir tutam fesleğen, bir karanfil aşılayıverirdi. Her yıl yazdan pekmezini, salçasını, kuskusunu, tarhanasını, bulgurunu hazırlar, turşularını kurar, reçellerini kaynatırdı. Babam b'orçsuz yaşamışsa, pa-
,4.NNEMİN YÜZÜ 39
rasız kaldığı günlerde eve gelince kendisinin, çocuklarının önünde sofrayı eksiksiz kurulmuş görmüşse onun sayesindeydi. Her Allahın günü, temizlik, yemek, çamaşır, sökük, kopuk, bir yığın iŞle uğraşır, yakınmak nedir bilmezdi. Bizler için ne kadar çok yorarsa kendini, o kadar güler yüzle otururdu sofraya ...
Ucu hafif yukarı kalkık burnuna, çıkık elmacık kemiklerine bakıyordum. Işıklı alnına, ne zaman hatırlasam içleri pırıl pırıl yanan gözlerine, dudaklarının iki ucunda hiç eksilmeyen güldü gülecek çizgilere bakıyordum. Kısa bir an gözlerimi kapıyor, kafamda olduğu gibi görmeye çalışıyordum yüzünü ... Sonra açıyor, bir yanlışım var mı gibi bir daha bakıyordum. Öylesine güzel, aydınlıktı ki... İki gün sonra İzmir'e yatılı okula gidecektim. İstiyordum ki, o güzel yüz, o cesur, sevgili yüz, hiç ama hiç unutmayacağım gibi, bütün çizgileri, bütün ışığıyle belleğimde kazılı kalsın. Göz kapaklarımda alıp götüreyim. O fırtınalı gece, lambanın ışığı altında nasıl görüyorsam o yüzü öyle, yaşadıkça gözlerimi kapadım mı, göz kapaklarımın içinde göreyim ...
1976
DOST BAHÇE
ANA OGUL, yeni kiraladıkları eve ağustos sonlarında bir pazar günü taşındılar. Kentin ana caddesine dikine inen sıra sıra yokuşlardan birinin sonundaydı ev. Ana caddeden sapar sapmaz ağır ağır yükselmeye başlayan yokuşun sağ yanı boyunca, üstünden tür tür sarmaşıklar, frenk asmaları sarkan, taşları arasında otlar yosunlar bitmiş bir bahçe duvarı uzanıyordu. Solda küçük küçük bahçelerin ağaçları arasına gömülmüş evler vardı.
Taşındıkları kamyon evlerinin önünde durunca motörün patırdısı kesildi. Tam bir sessizlik sardı yörelerini. Ana oğul şoförün yanından indiler. Taşlarını otlar bürümüş beş basamaklık bahçe merdivenini çıktılar, bahçeye geçtiler. Bahçeden evin giriş kapısına çıkan ikinci bir merdivenin başında baygın bir yasemin kokusu karşıladı gelişlerini. Merdivenin tırabzanlarını çiçek açmış yasemin dalları sarmıştı boydan boya.
Kadın, merdivenlerin yarı yerinde durdu, eğildi, yaseminleri kokladı. Oğlu, yukarıda, sahanlıkta evin kapısını açmış, onun gelmesini bekliyordu, güldü:
- Memnun musun anne? dedi. Bundan sonrı:ı. yasemin kokuları arasında yaşayacağız ...
DOST BAHÇE 4 1
Kadın, bütün yüzünü aydınlatan bir gülüşle yarı şaka karşılık verdi :
- Yaa, ne mutlu bize ... Geri kalan merdivenleri çıkarken ekledi : - Benim için hepsi bir oğlum, sen iyi ol da
yeter bana ... Bu son sözleri söylerken, az önceki ışıklı gü
lüş silinmiş, yüzünü duygulu bir gölge kaplamıştı kadının. Kocasının ölümünden beri üç yıldır oğlu ile yaşıyordu. Evin bütün yükünü çeken oğlunun otuzunu geçtiği halde evlenemeyişi sürekli bir üzüntüydü onun için. Büyük toprak sahibi bir ailenin kızıydı o. Ailenin kız erkek çocuklarının güven altında yetişip yirmisini bulunca evlendirildiği bir çevrede yetişmişti. Sonradan türlü nedenlerle bütün topraklarının elden gidişi, yaşama koşullarının değişmesi hiç etkilememişti sanki aile anlayışını. Pahalılığın gün günden başıboş başını alıp gittiği bir ortamda, hala sağlam bin gelire kavuşamayan oğlunun evlenemeyişinden boş yere kendini suçlu tutuyor, yaşama dengesi bozulan çoğu dullar gibi oğlunun evinde yabancı görüyordu kendini. Bu yüzd,en oğlunun elinden ne gelse borç sayıyor, ödeyemeyeceğini sandığı bir minnet duygusu altında eziliyordu.
Hamallar, kamyonun başında eşyaları bağlayan ipleri çözmek için şoföre yerdım ederlerken, oğlu ile eve girdiler. Dört bir yandan evin bütün pencerelerini açtılar. Hangi pancuru açsalar, çeşitli ağaçların boy boy yeşillikleri dolduruyordu pencerenin boşluğunu. Yörelerindeki sessizlik daha da büyüyor, daha genişliyordu. Yalnız, arada
42 KENTE İNEN KAPLANLAR
bir hafif bir esintiyle kımıldayan ağaçlardı sanki taşınmalarını izleyen.
Ağaçlar, parmaklarını dudaklarına götürüp «Susss!>> diyorlarmış gibi, hamallar o sessizliği bozmadan boşalttılar eşyalarını. Kamyon, gelişine göre hemen hemen hiç gürültü etmeden yokuş aşağı çekti gitti.
Akşama doğru az çok yerleştikten sonra, oğul, balkona iki sandalye çıkardı. Ev işinden yorulan annesini biraz oturup dinlenmeye çağırdı.
İkisinin, sarmaşıklar, frenk asmaları ile örtülü o uzun duvarın gerisinde kalan komşu bahçe ile dostlukları daha o akşamdan başladı. Bahçe, duvarının kendilerinde uyandırdığı ilk izlenimden çok daha büyüktü. Bulundukları tepenin üstünde iyice yayıldıktan sonra tepenin gerilerine iniyor, nerede son bulduğu baktıkları yerden anlaşılmıyordu. İçi yer yer kümeleşip yer yer seyrekleşen meyveli meyvesiz ağaçlarla doluydu. Ana caddeye yakın, birden tümsekleşen bir yerinde, yeşil pancurları, kavun içi duvarlarıyla ondokuzuncu yüzyıl İtalyan yapılarını andıran üç katlı büyük bir ev vardı. Bütün pancurlarının kapalı olmasına bakılırsa ev boştu.
Ana oğul, birlikte bahçeyi gözden geçirdikleri halde ayrı şeyler düşünüyor, ayrı şeyler görüyor !ardı. Kadın, kanında dolaşan o köklü toprak sevgisiyle, sahiplerinin böyle bir bahçeyi bırakıp gitmelerine üzülüyordu. Oğlu ise bahçenin kendilerine bırakıldığını sanıyordu adeta. Gerçekten de insansız, sessiz görünüşüyle bütün bahçe, o kavun içi evden çok kendi evlerine yakın, kendi evle-
DOST BAHÇE 43
rininmiş gibi duruyordu. Oğul, yaradılışındaki iyimserlikle bütün bahçeyi yemyeşil görüyordu baktıkça. Bir ara annesi «Bu yıl kış sert geçecekıı deyince şaşırdı. «Neden?» diye sordu. Kadın, kavakların uçlarından sararmaya başladığını söyledi karşılığında. Kavaklar uçlarından sararırsa kışın sert geçeceğine işaret sayılırdı.
Oğul, annesinin uyarması. ile kavaklara dikkat etti. Uçlarında ilk sararan yaprakları gördü. Bakışları, kavakların tepelerinden aşağıya doğru kayarken akasyaların dallarında yer yer sararmış yapraklar gözüne ilişti. Toprağı örten otlar ise baştan başa kurumuştu.
O ilk akşamdan başlayarak ana oğulun komşu bahçeye duydukları ilgi hemen her gün yenilendi. Yemek masaları, salonun, balkona açılan camlı kapılardan biri ile bahçeyi yandan gören penceresi arasındaydı. Her sabah kahvaltısında, her akşam yemeğinde aralarında bahçenin sözü açılıyor, kadın, bahçe ile ilgili bir haber veriyordu oğluna. Ya artık her birini tek tek tanıdıkları ağaçlardaki değişiklikleri duyuruyor, ya da örneğin turnaların güneye göçtüğünü, bahçeye yalnız kargaların, serçelerin uğradığını söylüyordu.
Güz ilerledikçe bahçe doyulmaz renklere büründü. Duvarlardan sarkan sarmaşıklar kızardılar. Frenk asmalarının yapraklarına limon rengi bir sarılık yayıldı. Kavaklar, akasyalar sarara sarara yaprak dökerken, eriklerin, bademlerin, incirlerin yeşilleri solgunlaştı. Oğul, işine gidip dönerken sokağı kuru yaprak yığınları ile dolu görüyordu. Akşamları balkona çıkmak, sabahları
44 KENTE İNEN KAPLANLAR
camların gerisinden bahçeye bakmak hüzün veriyordu ikisine de. Ana oğul, güz boyunca, bütün ağaçların yapraklarını, istasyondan, limandan bir yakınlarını geçirir gibi uğurladılar.
Bir sabah kahvaltıda yağan yağmurların bahçeye yaradığını söyledi kadın. Otlar yeşeriyordu.
İlk sararan otlardı. İlk yeşeren otlar oldu. İlk yağan yağmurlardan sonra ordu ordu yürüdüler, bahçenin çıplaklığını yeşillikleriyle örttüler. Kasım sonlarına doğru bahçe sürüldü. Ağaçların dibi açıldı, çapalandı. Otların yeşil örtüsü silindi. Ama bir iki gün geçmeden ilkin çiftin, çapanın değmediği yerlerden fışkırdılar, sonra sonra topakların orasından burasından baş verdiler. İkinci bir yağmur topakları eritince eskisinden daha gür bir yeşillikle bahçenin yüzeyine yayıldılar.
Derken yağmurlar kesildi. Bütün aralık ayı yağmursuz geçti. Ana oğul her sabah, soğuk vuran otların kuruyup can verişini izlediler pencereden, yağmur beklediler. Kuraklık ocak ortalarına kadar sürdü. İyice çıplaklaşan toprağın boz renkli katı görünüşü üşüme veriyordu baktıkça içlerine. Bahçede canlı denilebilecek çamlarla zeytinler kalmıştı yalnız.
Bir gün yumuşak bir lodos ısıtıverdi havayı. Ardından her gün inen yağmurlar başladı. Otlar çimenler dört nala görünüverdiler yine. O küçük, adsız, basıp da geçtiğimiz otlar, toprağın yenilmez gücünün gözüpek piyadeleriydi sanki. Ölüp ölüp diriliyorlar, ezilenlerin, yenilenlerin yerini alıveriyorlardı kaşla göz arasında. Sesleri daha gür duyuluyordu bu kezki görünüşlerinde. Baharın ha-
DOST BAHÇE 45
bercileri gibi : «Geliyoruz» diye tutturmuşlardı hep bir ağızdan ...
Kadın, ocak sonlarında bir akşam, bademlerin göz verdiğini söyledi oğluna. Bir iki gün sonra, kahvaltıya oturunca bembeyaz donanmış gördüler bademleri. Badem çiçeklerinin ak aydınlığı ikisinin bakışlarında yansırken, bademlerle sanki kısa bir konuşma geçti aralarında.
Onlar : - Hoş geldiniz, diyorlardı. Ne haber? Bademler gülüyorlardı : - Eh, sonunda baharı getirdik işte! Kim var,
kim yok? - İkimiz de buradayız ... - İkiniz de buradasınız demek? Sevindik sizi
gördüğümüze ... - Biz de kavuştuğumuza sevindik ... «Sıra eriklerde şimdi» diyordu kadın. Erikler,
ardından zerdaliler, kayısılar çiçeklendiler. Bahçe yine zengin renklerle donandı. Güz aylarının kuru yaprakları yerine, beyaz, pembe çiçeklerle doluydu şimdi sokak.
Şubat boyunca en küçük kara bir bulut, rüzgarların biraz sertleşmesi korkuttu ana oğulu. Ah! Vakitsiz, havalar iyice ısınmadan açmıştı belki de bademler, erikler, kayısılar! Yemdi, tuzaktı bu üç beş güzel geçen gün onlara! Aldanacaklar mıydı acaba zavallılar? İkisi de sabah akşam bu türlü korkular içinde izlediler hava değişikliklerini. Ama boşuna korkmuşlardı işte! Bademler çiçeklerini döküp, yeşeriverdiler. Artık kimse dokunamaz onların taşıdığı yüke! Kışın sınırlarını, tel
46 KENTE İNEN KAPLANLAR
örgülerini atlayıp geçtiler! Çocuklar sevinsinler ! Onbeş güne kadar çağlalar ile dolduracaklarını söylüyorlar koyunlarını, ceplerini ...
Erikler, kayısılar da yetiştiler bademlerin ardından. Nedir ki, neredeyse martın çıkması yaklaşırken kavaklar, dutlar çıplaktılar haia. «Dutlar en son yeşerir,ıı diyordu kadın. «Dutlar yeşermeden yaz gelmez.»
Bir sabah, kavakların pencere camlarında uzayan yeşillerinin sevinciyle başladı günleri. Nisan sonlarında bir başka sabah, çayım boşaltırken, kadın, dutların yeşerdiğini haber verdi oğluna. Oğlu, çay bardağını eline alıp balkona çıktı. Ege'nin ışık dolu, ılık günlerinden biri başlıyordu dışarıda. Dutların her yeni doğan canlı gibi küçük küçüktü henüz yaprakları. Küçük küçük, henüz tam yeşil bile değil! Sarıya çalan yavru bir yeşil! Hafif, okşayıcı bir rüzgar dolaşıyordu havada. O rüzgar, ana gibi yalayıp yıkıyordu o yeni doğan yaprakları ...
Dutlar da yeşerdiğine göre artık sona ermişti korkuları, üzüntüleri! Dost bahçe ile haşhaşa geçirecekleri, uzun, cömert bir yaz vardı önlerinde.
Annesine : - Yaz geldi, dedi. Artık bahçeye karşı bal
konda yeriz akşam yemeklerini ...
1970
HALK NEYİ SEVER
DOGRU DÜRÜST bir kazancım yoktu o ara. Babamın sofrasında karın doyuruyor, cep harçlığımı çıkarabilmek için günlük bir gazeteye kısa öyküler yazıyordum. Yazdıklarım hafif denilen türden şeylerdi. Elime geçen para da öyle. Bir öyküyle bir haftalık cigara paramı ancak karşılayabiliyordum.
ÇoğunlUkla akşam yemeğinden sonra, sofra kaldırılınca, yemek masasında yazardım o öyküleri. Kız kardeşim mangalın başında yün örer, babam en küçük haberlerine, ilanlarına kadar okuduğu gazetesine dalmış olurdu. Mutfaktan annemin küllü suyla, sabunla iki üç kez yıkadığı bulaşıkların tıngırtıları gelirdi. Yazım, odanın o din -ginliği içinde hızla ilerler, annemin odaya girmesine yakın sonuna yaklaşmış olurdu. Annem, gözleri bende, eşikte durakladıktan sonra, sessizce girerdi odaya. Mangalın başındaki yerine oturur, bulaşıkları yıkayıp durularken kabarmış donmuş ellerini ısıtarak, sabırsızlığını zımı tamamlamamı beklerdi. okutup dinlerdi yazdığımı.
dışa vurmadan yaSonunda mutlaka
O akşam, kalemimi masanın üstüne bırakıp s'andalyemde geriye yaslandığımı görünce, bitti mi? dedi, hadi oku ...
48 KENTE İNEN KAPLANLAR
Okudum. «Çaren idi yazdığım öykünün adı. Bankada çalışan bir genç kız, üç akşamdır işten çıkınca, uzun boylu, yakışıklı bir delikanlının ardına takıldığını, kendisini izlediğini görüyordu. Dördüncü akşam, işten çıkarken kendiliğinden delikanlıyı aramıştı bakışları. Kaldırımda beklediğini görmüş, sonra ürkmüş, kurtulmak istemişti sarkıntılığından. Delikanlı ise artırmıştı cesaretini. Neredeyse omuz omuza yürümeye başladıkları bir sırada, kız, önünden geçtiği ilk dükkana atmıştı kendini. Girdiği yer kitapçıydı. Hem kitapları, dergileri karıştırıyor, hem de camdan dışarısını gözlüyordu. Delikanlının bir süre vitrindeki kitaplara baktıktan sonra çekip gittiğini görünce, çıkmıştı kitapçıdan. Ama daha dört beş adım atmadan ensesinde duymuştu delikanlının soluğunu. Bu kez yabancı giyim eşyası satan bir dükkana girip çıkmıştı. Delikanlıyı her kez yanı başında bulunca böyle böyle bir başka kitapçıya, incik boncuk satan bir dükkana, bir tuhafiyeciye girip çıkmak zorunda kalmıştı. Girdiği her dükkanda satıcı kızlar, delikanlılar rahat vermiyorlardı. Buyurun efendim? Ne istersiniz efendim? Neyi beğendiniz? Sanki kendisinin delikanlının elinden kaçıp kurtulmak için dükkanlarına sığındığını, alıcı olmadığını, daha önce başka dükkanlara girip çıktığını biliyorlarmış, yüzüne vuruyorlarmış gibi bir tutumları vardı. Gittikçe sıkıştırıldığını, zor durumda kaldığını duyuyordu. Sonunda bu yüzden bir ruj almak zorunda kalmıştı. Ayın yirmisi ni geçiyordu. Çantasında topu topu ay sonuna kadar otobüse, öğleleri birer sandviç yemeğe yete-
HALK NEYİ SEVER 49
cek parası vardı. Üstelik doğru dürüst ruj da kullanmazdı. Bir çift çorap alsaydı, hadi neyse, ne gereksiz şeye gitmişti parası... Ne yapabilirdi? Başka çaresi yoktu ki! Oğlan girdiği dükkanın vitrinine neredyese yapıştırmıştı yüzünü! Ona karşı da kurtarmak zorundaydı onurunu.... Gelgelelim rujunu alıp dışarı çıkınca oğlanı yine karşısında görmez mi? Ağlayacak gibi olmuşken gülümseyivermişti...
Eleştiriciler, istedikleri kadar hafif desinler, ciddi bulmasınlar bu türlü öyküleri. Ben hafif de olsalar yakınlık duyuyordum yazdıklarıma. Benden bir şeyler vardı onlarda. Gülüyor, ya da duygulanıyordum. Gençliklerinin en güzel günlerini gündüzleri elektrik ışığı ile aydınlanan kapalı sa·lonlarda, masa yığınları arasında geçiren o genç kızların dar gelirleriyle mutluluk arayışları, düşlere kapılmaları yazılmaya değerdi bence. Okumamı bitirince annemden, kız ka�deşimden bir iki tatlı, övücü söz bekledim. Kız kardeşim gülümsedi. Nedense o daktilo kızların ardına düşen deli-kanlılar, öykülerde hep böyle uzun boylu, yakışıklı, iyi giyimli, üstelik de paralı olurlar, dedi ... Annemde ses yoktu.
- Nasıl? diye sordum. Dudak büktü. - Beğenmedin mi? - Ne uğraşıyorsun bu saçmalarla? Biraz bozulmuştum. - Dergileri yönetenler, yazı işleri müdürleri
böyle öyküler istiyorlar. .. - Neden?
50 KENTE İNEN KAPLANLAR
- Halk böylesini istermiş. Bu türlü konulardan hoşlanırmış ...
- Laf! Söylemek istediği bir şeyler olduğunu anla
dım. Konuşurken gözü önünden gitmeyen, hatırladığı bir yere takılmış kalmış gibiydi bakışları.
Sordum : - Ya ne yazayım? - Zeytinyağı fabrikası işçilerini yaz. - Nesini? - Nesini olacak? Görmüyor musun? Nasıl
yaşadıklarını, nasıl çalıştıklarını ... Evimizin bulunduğu sokağın üst başında bir
zeytinyağı fabrikası, alt başında bir yağhane vardı. Deve kollarının, yük arabalarının getirip yere yıktığı, olgun tanelerden sızan yağlar la kararmış zeytin çuvalları keserdi sokağımızın her iki girişini. Dizlerine kadar sıvadıkları eski yamalı pantalonları, yamalı basma gömlekleri yağa batmış, bulanmış yalınayak işçiler, sırtlar, içeriye taşırdı bu çuvalları. İşlik diye, omuzlarını sırtlarını örten, dipteki dikiş yerinden çukurlaştırarak başlarına iliştirdikleri boş bir çuval sarkardı arkalarında. Kollarının, bacaklarının bütün kılları, kaşları, kirpikleri, saçları yağdan ışıl ışıldı. Fabrika elektrikle çalışırdı. Yaşlı bir baba ile oğlunun işlettikleri yağhane bir çeşit değirmendi. Oğul, yağhanenin hemen hemen bütün işlerini döndürürdü. Çuvalları sokaktan içeriye taşır, değirmenin oluğuna çekirdekleri kırılacak taneleri döker, cendereye girecek keçe torbaları doldurur, gelen giden üreticilerle ilgilenirdi. Baba ise değirmenin taşını
HALK NEYİ SEVER 5 1
döndüren oka koşulu, kendisi gibi zayıf bir beygirle yan yana, sabahtan akşama, yuvarlak taş havuzun yöresinde, döner dururdu.
Annem : - Ne zaman o fabrikanın, yağhanenin önün
den geçsem yüreğim ezilir, içime kan oturur, diye ekledi. O gün öğle yemeğinden sonra kardeşimle bir tanıdıklarına misafirliğe giderlerken, fabrikanın önünde bir konuşma ilişmişti kulağına. İki işçi, aralarında bir tabak zeytinyağı, fabrikanın kapısı önünde kaldırıma oturmuşlar, ekmeklerini zeytinyağına banarak karın doyuruyorlardı. Biri, biz de hak etmecliysek cenneti, demişti, kim hak eder?
Annemin sesi titriyordu : - Yaa, böyle dedi işte ... Ağladığını hiç bilmem. Büyük annemin ölü
münde bile yaş görmemiştim gözlerinde. Ama bunları söylerken neredeyse ağladı ağlayacaktı :
- Kulaklarımla duydum. Ne bir kelime ek-ledim ne çıkardl.m. Böyle dedi koskoca adam . ..
- Haklısın. Çok güç çalışma koşulları ... - Yazsana öykülerini... Yatışıyordu. - İyi ama nesi öykü bunun? Olay yok, başı
sonu yok. .. - Daha nesi olsun? Bir çinko tabak zeytin
yağı, bir somun ekmekle, koskoca iki adam, sağlıklı do�sanar kiloluk iki adam, karın doyuruyor . . .
Biraz durakladı, düşündü, duyup da dile geti remediği bir aksaklık olduğu kanısındaydı bu işte.
- Acı, dedi, çok acı! Haksızlık!.
52 KENTE İNEN KAPLANLAR
Elbet yazmak isterdim onların öykülerini. Ama nasıl? Her gün görüyordum onları, tanıyor, selamlaşıyordum. Mevsimlik işçilerdi. Zeytin bitince, bağlarda, tütün tarlalarında çalışırlardı. Ya·rı aç yarı tok da olsalar, çoğunlukla şaşılacak kadar sağlıklıydılar. İşveren belki de sağlıklı olanları seçip alıyordu fabrikasına. Annemin dediği gibi acıydı yaşamları. Taneden zeytinyağı durumuna getirdikleri o altın değerindeki üründen, açlıklarını gidermek umutlarını ceı;ı.nete bırakacak kadar az pay almalarında açık haksızlık vardı. Cennetteki yerlerini sağladıklarına inanarak avunmaları ise büsbütün dokunuyordu insana. Ama yine de henüz bir öykü konusu çıkaramıyordum onlarla olan karşılaşmalarımdan. Bazı ünlü yazarlarımız gibi, evdeki hasta çocuğundayken aklı, o yfüı: yirmi kiloluk cuvallardan birinin altında, ayağı kayarak öldürmek de gelmiyordu elimden onlardan birini.
- Gazeteler istemezler böyle öyküleri, dedim. Kim öykü der bu kadarına? Kim öykü diye okur, kim sever?
Annem neredeyse kızdı : - Ben okurum. Ben severim! Sen selam söy
le o yazı işleri müdürlerine, halk ben değilsem, o işçiler değilse, halk kim?
1976
ANNEM GİBİ KADINLAR
ANNEM küçük bir toprak sahibi karısıydı, kasa-balıydı. Kendi ayarı, orta halli kadınlar gibi giyinirdi. Görünüşünde kendi dengi olan kadınlardan ayrılan bir yanı yoktu. Gençliğinde, düz koyu kahverengi ya da siyah yünlü kumaşlardan paltolar giyer, koyu renk ipekliden düz bir eşarpla saçlarını sıkma baş bağlardı. Daha çok küçükken evimizin yakınlarında akranlarımla oynarken, sokağın bir ucundan gördüğüm sıkma başlı, koyu kahverengi mantolu kadınları birden annem sanırdım. Yüreğim hızla vurmaya başlardı.
Evin büyük çocuğu bendim. Evden ilk ayrılan da ben oldum. Kasabamızda ilkokuldan ötesi yoktu. On bir yaşımda, kırk kilometre uzaktaki İzmir'e okumaya gittim. İzmir zengin bir kentti. Kadınları şıktı, güzeldi. Dünyanın bütün zengin kentlerindeki şık güzel kadınlar gibi giyinirlerdi. Ama okula gidip gelirken, sokaklarda, geçen tramvaylarda, aralarında, annem gibi sıkma başlı, düz renk mantolu kadınlar da görüyor, elimde olmadan heyecanlanıyordum.
Liseyi yatılı okudum. Cumartesi günleri akranlarımla sinemaya gider, çarşıya çıkardık. Yakın ilçelerden gelen annem gibi küçük toprak sahiplerinin kadınları, İzmirli, orta halli esnaf, me-
54 KENTE İNEN KAPLANLAR
mur eşleri, çarşıya alış verişe çıkmış olurlardı o saatlerde. Önünden geçtiğimiz ayakkabıcıların, manifaturacıların, tuhafiyecilerin dükkanlarında, sıkma başlı, dik duruşlu, koyu renk mantolu kadınlar ilişirdi gözüme. Annem diye bağlanıverirdi adımlarım. Sonra annemin, o yıllarda otobüs yolculuğu iki saat süren kasabamızda, evimizde olduğu gelirdi aklıma. Annemin, evimizin, kasabamın özlemini duyardım.
Bu yanılmalarını, duygulanmalarını, üniversiteyi okuduğum yıllarda İstanbul'da, Ankara'da sürdü gitti. Bütün kentlerde annem gibi gösterişsiz giyinişli anneler vardı. Karşıdan onları görünce annemi anardım.
Evimiz dağılmamıştı henüz o yıllar. Bu benzetmelerin ardından tatile kaç gün kaldığı gelirdi hemen aklıma. Tatilde eve döneceğimi, annemi evde bulacağımı, tatilimi kimseyi benzetmeden, kimseyle karıştırmadan annemin yanında geçireceğimi bilirdim.
Üniversite bitti. Askerlik için ayrıldım evden. Sonra da Ankara'da bir işe girdim. Ayrılık günleri uzadı. Artık yaz kış tatilleri yoktu baba evine dönebileceğim. Sokaklarda, otobüslerde, dükkanlarda gördüğüm annem gibi giyinen kadınları gördükçe annemi anar, buruk bir üzüne kapılırdım.
Ardımdan kız kardeşlerim birer birer evlendiler. En küçüğümüz yetişti. Her birimiz ayrı evler açtık, İstanbul'un birbirinden uzak semtlerine. Ankara'ya, Trabzon'a, Van'a dağıldık. Bizim ardımızdan annemle babamın göçebelik günleri başladı. Kasabadaki evimizi yılda bir ay kapatır-
ANNEM GİBİ KADINLAR 55
lar, bizleri dolanmaya çıkarlardı. Üç gün birimizde, beş gün birimizde kalır, ardından kasabaya dönerlerdi.
En son annem ayrıldı evimizden. Babamın ölümünden sonra, o kadar uzaklarda yalnız kalamazdı. O da yaşlanmıştı artık. Kardeşlerim çoluk çocuğa karışmışlardı. Torunlarını dolaşıyordu, ikişer, üçer ay kalarak herbirinin evinde.
Saçları bütünüyle ağarmıştı. Seyrekleşmişti de. Çenesinin altından bağlıyordu eşarbını. Toplamış, durgun yaşamaktan bacakları kalınlaşmıştı. Yine koyu renk paltolar, pardesüler giyerdi.
Ne kadar çok kadın vardı anneme benzeyen bu dönemde de. İstanbulda, Ankara'da, önünden geçtiğim bir evin penceresi önünde, ak saçlarıyle oturur, sokağı seyrederlerdi. Ellerinden tuttuklari torunlarıyle çocuk bahçelerine, sinemalara girerken görürdüm arkalarından. Manav, kasap dükkanlarında alış veriş etmek için sıra beklerken görürdüm. Annem sanırdım çoğunu. İçimde bir eziklikle, ne zaman gelmiş İstanbul'a dediğim olurdu. Oysa İstanbul'a her gelişinde trenden, otobüsten ben alırdım onu. Ankara'ya giderken, trene, otobüse ben bindirir, yolcuların başı üstündeki raflara, filelere, bavulunu, paketlerini ben yerleştirirdim. Öyleyken yine de İstanbul'un inişli yokuşlu sokaklarında, ağır ağır yürüyen, koyu renk mantolu, şakaklarına yakın aksaçları, çenesi altından bağlı eşarbının dışında kalan kadınları annem sanırdım ilk görüşte.
Sonra bir gün, ne · zaman beklemediğim bir telgraf alsam, ne zaman geceleri geç vakit telefon-
56 KENTE İNEN KAPLANLAR
da şehirlerarasından arasalar, ilk aklıma gelen, yaşlı, sevdiklerinden uzak yaşayanların korkuyla bekledikleri o haber gelirdi. Bir başka kentteydim. Telefona çağırdılar kaldığım otelde. Hastaneye kaldırılmıştı. Bir iç kanama ile. Başucuna yetiştiğim zaman kendinde değildi. Sesimi duydu. Gözlerini güçlükle açtı. Bakışları kısa bir an yüzümde kaldı.
İki gün sonra toprağa verdik. O gün bugün yanılmalarını sona erdi. Annem gibi, ömrünü evine, çocuklarına, kocasına vermiş, gösterişsiz yaşamış, dingin bakışlı analar görüyorum pencere önlerinde, sokaklarda. Anneme benzerlikleriyle ayırıyorum onları. Ama hiç birini annem sanmıyo rum artık, annemle karıştırmıyorum.
1976
ÇAKTI
(Aydın'a)
KOLLARI arasında oğlunun ölüsüyle, gözleri takılıp kalıyordu baktığı yere. İnanamıyordu henüz. Nasıl olur? Daha bu sabah? Daha iki üç saat önce? Daha az önce? Diye yineledikçe, olanlar birbiri arkasından çekilmiş fotoğraflar gibi yığılıyordu gözlerinin önünde.
Çok değil daha üç saat önce mangaıln yanında toparlanmış uyuyan bir kedi yavrusu gibiydi yatağında. Yatağının sıcaklığıyle sarmaş dolaş gevşemiş, rahatlamıştı. Uyandırmak için sarsınca annesinin eli altından omuzunu kaçırmış, yan dönmüş, gözlerini açmadan biraz daha sokulmuştu yatağına, yorganına.
Ah, çok değil daha üç saat önce! Bu kaza olmasaydı, unutup geçeceği, hiç önemsemeyeceği bu üç saatin bütün ayrıntıları gözünün önündeydi şimdi ...
Annesi, uyanması ıçın zorlamadan çıkmıştı odadan. Mutfaktan su sesi geliyordu. Musluk tenekesine su boşaltıyordu testiden. Beş mumlµk gaz lambası odanın kapısı içinde duruyor, hem odayı, hem evin içini aydınlatıyordu. Lambanın ağzından vuran ışık geniş bir çember çiziyordu
58 KENTE İNEN KAPLANLAR
odanın tavanında. Dışarda sular, gökler, karalar, gecenin karanlığında karma karışıktı henüz. Gök te yıldızların üçer beşer eksilmeye başlamasından anlaşılıyordu sabahın yaklaştığı.
Kendisi kalkmış, onun ayak ucunda giyiniyordu. Her zamanki gibi sabırsızdı. Pantalonunun düğmelerini iliklerken ayak başparmağıyle dürtmüştü tabanından : Hadi kalk, fırla... Sekiz yaşındaydı. Bütün balıkçı çocukları gibi yalınayak dolaşırdı. Yine de çocuk derisinin yumuşaklığını koruyordu tabanı, ılıktı.
Ne gelirdi elinden? Oydu tek yardımcısı. Yoksulluk işte, rezillik! O yaşta çocuğun yardımına muhtaç eder adamı. O yaşta oğlunu rahat uykusundan uyandırmak zorunda bırakır. Çocukluğu boyunca hep uykusuna doyamadan uyandırılmıştı kendisi de. Daha dün gibi hatırında, annesinin omuzunu sarsan eli, babasının kütleşmiş nasırlı ayaklarıyle bacaklarını hafif hafif tekmeleyişi ...
Hafif bir tekme ile geri itmişti ayağını. Sonra dizlerini karnına doğru çekerek büzülmüştü. Uyandı, uykusu hemen dağılır, şimdi kalkar. Mutfaktan gelen sözler su sesine karışıyordu. Annesinin dediklerini duyunca, mırıldanarak sağa sola kıvrılmış, kolu, bir türlü açamadığı gözlerinin üstünde, bacaklarını gererek sırt üstü kalmıştı yatağında. Odaya giren annesinin ayak seslerini duyunca kolunu çekmişti gözlerinin üstünden.
Her zamanki gibi sessiz sedasızdı uyanışı. Odanın lamba ışığı uzanamayan köşesinde, yarı karanlıkta pırıl pırıldı gözleri. Mangalın yanında çöreklenmiş bir kedi yavrusundan çok, açılan ka-
ÇAKTI 59
pısından ışık alan bir ahırın dibinde kıvrılıp yatmış, kuru ot, fışkı, ter kokuları arasında, dışarıdan gelen taze havayı soluyan bir tayı andırıyordu uyandığı sırada. Canı gözlerindeydi. Kısa kesilmiş saçları, güneş yanığı yüz derisi, kolları, bacakları, ayrı ayrı parçalar gibi iğreti duruyordu üstünde. Nemli bir ışıltı yansıtan gözlerinde toplanmış gibiydi bütün varlığı. Çok kısa bir süre yatağında oturur kalmış, gözlerini ovalamıştı ellerinin tersiyle. Esnemiş gerinmişti. Kendisini karşısında görünce, bir şey demesine sıra kalmadan, yatağının yanında el yordamıyle pantalonunu aramış bulmuş, esnek esnek doğrularak kalkmıştı. Gömleği üstündeydi. Pantalonu elinde sarkıyor -du. Devinimleri ağırdı henüz. Toparlanamıyordu. Yattığı yerden zorla kaldırılan bir kedi yavrusu, bir tay gibiydi. İnce bacakları üstünde, kolları, başı öne düşük, sallanıyordu. Bir iki adım daha attıktan sonra yine yatacak sanılırdı. Pantalonumı bacaklarına çekerken sendeledi. Hadi uyan artık, uzatma! (Hatırladığı gibi çıkmaması gerekirdi sesi. Azarlamak istemediğine göre) Bir baş devinimiyle karşılık vermiş, yine esnemişti. Daha diri daha uyanıktı bu kez. Esnemesi kısa sürmüştü; yarıda kesmiş gibi, hafif bir gülümseme ile karışıktı. Attığı ilk adımda büsbütün sıyrılmıştı uykusundan. Kapının içinde, devinimlerinde her zamanki yumuşak uysallık, yüzünde yine o belli belirsiz gülümseme ile durmuş, kendisini beklemişti. Annesi biraz zeytin tanesi ile evde yoğurulmuş siyah ekmek yerleştirdiği yiyecek sepetini vermişti eline. Birlikte evden çıkmışlar, limanda iskele-
60 KENTE İNEN KAPLANLAR
nin karşısına düşen kahveye doğru yürümüşlerdi. Kahvenin penceresinden gaz lambasının içerisini sarıya boyayan ışığı, ocağın başında sırtı dışarıya dönük kahveci görünüyordu. Bir kova deniz suyu, toz olmuş savruluyormuş gibi nemliydi hava. Kahvenin köşesini dönerlerken ürperdiğini görmüştü. Sabahın serinliği yeni boy atan bir kavak fidanının yapraklarını dolanır gibi yoklamıştı derisini. Saçları; kollarının tüyleri dikilmişti. Nasıl da ağır başlı, nasıl güvenliydi. Kendi çocukluğuy-1e yanyanaydı onunla. Babası ile sokakta yürür, balığa, kahveye giderken büyümüş duyardı kendini. Çocuk yerine konulmaktan hoşlanmazdı.
Çayını içerken, yemine yaklaşan bir balık gibi uzanıyordu bardağa dudakları. Kuyruğu kanatları kendi bildiğine suda kıvrılan, galsamaları açılıp kapanan bir balık gibi, yanakları çukurlaşıp düzeliyor, oturduğu yerde bacaklarının birini öne uzatıp birini geri çekiyor, boş kolunu masanın üstüne bir koyup bir geri alıyordu. Gözleri uyandığı sıradaki gibi yanlız göz değildi artık. Yüzü, elleri, ayfiklarıyle bütünleşmişti.
Çok konuşmazlardı. Limanda rıhtıma bağlı küçük sandallarının başında durdukları zaman ikisi de biliyorlardı yapacakları işleri. Balık selesi kendisindeydi. İpini çekerek rıhtıma yaklaştırdı, sıçradı, başa atladı. Seleyi baş altına yerleştirirken, bakmasa da onun rıhtımda çömelmiş, sandalın ipini çözüşünü görür gibiydi. Sandalın kıyıya doğru kaydığını duymuştu altında. Sonra çıplak ayaklarının yumuşaklığıyle hafif bir çocuk gövdesinin rıhtımdan sandala geçişini. Arkası rıh-
ÇAKTI 61
tıma dönük ikinci küreği ıskarmozuna takıyordu. Sandal hafif sağa yattı. Elinde yiyecek sepeti ile, dengeli, çevik iki üç adımda, hafifçe omuzuna sürünerek, sancak bordasından, kıça geçti. Sepeti kıç altına yerleştirdi. Sıçradı, kıç üstüne çıktı, yekeyi taktı, kendisi ters bir iki kürek vuruşuyle, . sandalı geri geri öbür sandallar arasından sıyırırken, sırtını dönmüş, bacakları iki yana açık, de -miri alıyordu asıla asıla. Çapa soluğunu denize bırakır gibi koptu sudan. Tek başına yukarı aldı. Belini buluyordu neredeyse yüksekliği. Kıç üstü.ne yatırıp bıraktı.
Limandan çıkınca yelken açtılar. Sular alacalandı, ağardı. Dağlar, kıyılar, deniz kendi renklerini buldu. Yekeyi tutuyordu kıçta. Bacaklarını altına toplayarak yan oturmuştu. Gözlerini sağda solda dolaştırıyor, rüzgarı kolluyordu. Nasıl da severdi denizi! Çok değil daha iki üç saat önce, çıplak ayakları, gece gündüz üstünden çıkarmadığı gömleği, güneşten, deniz suyundan, sık sık yıkanmaktan ağarmış, rengi atmış kısa pantalonu, tuzlu su ile güneş lekelerinin sardığı yüzü, kısa kesilmiş saçlarıyle dümenin başındaydı. Aydınlanan denizin suları koyu yeşil gözlerinde yansıyordu.
Kıyıdan üç mil kadar açıkta, körfezin dibine serpilmiş, boş, insansız adalardan birine yaklaştılar. Bir burunu döndüler. Yarım ay biçimi, küçük bir koya girdiler. Sandalın başı ile kıçı arasında koşuşarak yelkeni boşalttılar, topladılar. Sandalı kıyıda kumsala oturttular. Pantalonunun paçaları sıvalı, kıyıya ilk atlayan kendisiydi. Ardından o,
62 KENTE İNEN KAPLANLAR
kolları havada, ayak burunları üstüne konuverdi yanıbaşına. Birlikte burnundan asılarak biraz daha kuma çektiler sandalı.
İki uca doğru daralan bir kumsal çeviriyordu koyu. Kumsalın bitiminde dalgaların getirdiği renkli çakıllar, otlar, yosunlar birikmişti. Daha sonra, kayalar arasından, sert killi topraktan fırlamış pırnallar, erguvan, defne kümeleri, yaban incirlerinden örülü bir setin gerisinde ada yükselmeye başlıyordu. Daracık bir keçi yolunu izleyerek seti aştılar. Yukarlarda düze çıktıklarında toprak kırmızılaştı. Seyrekleşen pırnalların yerini kekik kümeleri aldı.
Körfezin doğusundaki dağlarda günün ucu göründü. Acele ediyorlardı. Kefalları uykuda bastırmaktı niyetleri. İki adım arayla yürüyorlardı. Bir ara geride kaldığını duydu. Dönüp bakınca, tek ayağı üzerinde sıçrayarak tabanına batan bir dikeni çıkardığını gördü. Beklemeden yürüdü. Az sonra da koşarak arkasından yetiştiğini duydu.
Karaya çıktıkları koyun üst başındaki kerempeyi kestirmeden geçtiler. Daha küçük bir koyu dolandılar. Öne, arkaya, yana doğru uzayarak yer değiştiriyor, birbirine karışıp ayrılıyordu gölgeleri. Kıyıları iyic� dik, yeni bir koya varınca durdular. O, iki üç adım önüne geçti bu kez. Denizi gözlemeye başladılar.
Beş kulaç aşağıda birbirine yakın iri kepezler vardı. Kıyı ile kepezler arasında durgun, kırışıksızdı su. Kepezlerin gerisinde, kıyıda gölgeleniyor, yine de yer yer ot kümeleri, ince çizgili beyaz kumun üstüne dağılmış istiridye kabukları, deniz
ÇAKTI 6 3
kestaneleri, ak çakıllarıyle olduğu gibi görünüyordu denizin dibi.
- Çaktı!
Diye dönmüştü birden kendisine doğru. Kolunu uzatıp işaret parmağıyle gösterdiği yerde, kıyıya en yakın kepezin dibindeki otlar arasından büyük bir kefal sürüsü suyun yüzüne doğru kabardı, pulları ışıldayarak yan döndü, açığa doğru yollandı.
Hiç gecikmeden çekti kuşağından dinamit lokumunu. Kibriti yaktı. Allah kahretsin! İncir yaprakları, erguvan dalları titredi. Deniz kırıştı. Küçük bir esintiydi. Kibriti söndürdü. Bir ikincisini çaktı. Fitili tutuşturdu. Gereği kadar bekledi. Fırlattı lokumu.
Suda patlamayı duydular. Patlamanın ardından duman silindi. Geç kalmıştı. Kepezin ardına dolanmıştı sürünün başı. Geride kalanlardan vurulan iki üç kefal suyun yüzünde, bir iki kefal da dipte yatıyordu.
Bir şey söylemesine sıra kalmadan gömleğini atmıştı sırtından. Donunu, pantalonunu olduğu yerde çiğnedi çıkardı. Hafifçe öne eğik, çevik bir oğlak gibi atlaya sıçraya kıyıya yaklaştı. Balıklama suya uçtu. Bir akvaryum içinde görür gibi izliyordu yüzüşünü. Açılıp kapanan ayakları, kolları ile kendini dibe çekiyor, balık elinde yukarı dönüyordu. Bir bir kıyıya fırlatıyordu topladığı balıkları. Kendisi, bir kulaç sağında, dal, tam altında, diye sesleniyordu yukardan. Çabuk davranması gerekirdi. Vurulan balıkları dalga açığa çekme -
64 KENTE İNEN KAPLANLAR
den, yakındaki büyük balıklar gelmeden bitirmeliydi işini ...
Çabucak toparlamıştı o üç beş balığı. Kıyıya çıktığını gördü. Kendisi geriye döndü. Canı sıkkın, bir sigara yaktı. Onun yanına gelmesini bekleyerek bir taşın üstüne çöktü, oturdu. Bir lokum daha vardı kuşağında. Gözleri sudaydı.
Al işte! Talihi dönmüştü sonunda. Eskisinden daha büyük bir sürü. Yandı söndü pulları vuran güneşte. Açıktan kıyıya doğru döndü. Cigarasından ateşledi dinamiti. Kolu havadayken aklına geldi çocuk. Dinamiti fırlatmak için salladığı sırada. Daha bakarken denize atladığını duydu. Az önce göremedikleri bir kefala doğru yüzüyordu. Fitil cızırdıyordu. Elindekini atması gerekirdi. Gecikmişti bile. Nereye? Suya değil, demişti bir ses, kolunun yönünü değiştir! Nereye? Karşılığını duyamadı. Daha önceden atacağı yere attı elinde cızırdayan şeyi. Patlamayı duydu. Sıkı sıkıya yumdu gözlerini. Elleriyle yüzünü kapadı. Görecekti nasıl olsa. Gözleri sıkı sıkıya yumulu iken, elleriyle yüzü kapalı iken bile görmeye başlamıştı. İçindeki yangından kaçırır gibi, ellerini çekip gözlerini açtığında, daha önceden gözlerinin önüne geldiği gibiydi suyun yüzü. Cansız balıklar arasında, kolları bacakları kımıltısız, akıntının çekti ği yöne doğru kayıyordu ağır ağır ...
Üç saat önce birlikte yola çıktıkları, limana dönerken sandalıyle, iki canından birini alan Tanrıyı aranıyordu dalıp gittiği yerde taş kesen bakışları. Şimdi kollarındaydı işte. Gömleği, pantolonu ile sarabildiği kadar sarmıştı çıplak gövdesi-
ÇAKTI 65
ni. Kımıldamıyordu. Hiç kımıldamıyordu. Kırılmış kalmış körpe bir kavak fidanı gibiydi. Boşalmış gibiydi. Uçup gitmişti gözleri. Soğuyordu yavaş yavaş. Her yanı soğuyordu. Ne kadar elleri, kollarının sıcaklığıyle sarsa, göğsüne yaklaştırsa da ısıtamıyordu ...
1976
ÖLÜM GÖLGESİ
DÜN sevdiğim bir arkadaşım öldü, mezarlığa götürdük, gömdük. Yıllardır tanırdım kendisini. Canlı, yılmak yorulmak nedir bilmez bir insandı. Yıllardır ölebileceğini bir gün olsun düşündürmemiş, aklıma getirtmemişti benim.
Sabah gazetesinde ölüm haberini okuyunca irkildim. Yakınları ayrıca, gazetenin ikinci sayfasında siyah bir çerçeve içinde ölümünü duyuruyorlardı. Şaşkındım : «Nasıl olur? Nasıl olur? Allah Allah? Daha üç gün önce ... » diye söylendim durdum kendi kendime. Evden çıkacağıma yakın telefon çaldı. Ortak bir dostumuzdu telefon eden. O da şaşkın, telefonda : «Neden? Nasıl olmuş? Böyle ansızın . .. ıı deyip duruyordu. «Vallahi bilmem ki, gazetede gördüm, kalpten diye yazıyor, ben de anlayamadım ki...ıı diyordum, sanki o gazeteyi okumamış gibi, doğru dürüst ne diyeceğimi bilmeden.
Cami avlusuna bu türlü sorularla toplandık. Şaşkındı herkes. Caminin yan duvarına, avlu duvarına dayalı dizi dizi çelenkler bile şaşkın göründü bana: "Ne işimiz var burada? Sahiden onun için mi gönderildik?» diyorlardı sanki. Tabutu, o büyük süslü kutu, unutulmuştu musalla taşında. Suskun, alıp götürüleceği zamana boyun eğmiş
ÖLÜM GÖLGESİ 67
duruyordu yerinde. Tabutları hep dilsiz görürüm. Boş bir kafes, boş bir sandelye görsem, çırpınan bir kuşu, az önce oturup kalkmış bir kadını, bir erkeği ansırım da tabutla yaşam arasında en küçük bir çağrışım kuramam. Tabutlar susar bende. Çelenkler de susar. Kendimi ne kadar zorlasam, onun tabutun içinde uzanmış yattığına, çelenklerin onun için gönderildiğine inanamıyordum. Yıllardır karşılaştığımız sokaklarda, evlerde, lo·kantalarda hala yaşıyormuş da, birazdan çıkıp gelebilir, omuzuma vurabilir, «Nasılsın? Kimin için geldik? n diye sorabilir gibi bir duygu vardı içimde.
Bir kenarda sıralanan, siyahlar içinde, onun, ölümün eli değmiş karısı, yakınları, gövdelerinin birer dalı kurumuş ağaçları andırıyorlardı cami avlusunda.
Gelenler, eski Yunan tiyatrosundaki maskeler gibi eğreti, acımalı bir yüz takınarak, karısına, yakınlarına başsağlığı diliyorlar, sonra kendi tanıdıklarına doğru koşarak, soruyorlardı acele acele : «Nasıl ölmüş?ıı
((Kalpten ... ıı ((İyi ama daha önce kriz geçirdiğini duyma
mıştık ki ... ıı ((Kalp böyledir, hazan ilk krizde .. . ıı
Kısa bir sessizlik araya giriyor, konuşanlar kendi kalplerinin vuruşunu dinliyorlardı korkulu yüzlerle.
((Dün akşam yemekten sonra birden fenalaşmış, hastaneye kaldırmış1ar .. . n
Biri : ((Hangi hastaneye?" diye soruyordu. Hastanenin adı öğrenilince yeniden kararıyordu yüz·-
68 KENTE İNEN KAPLANLAR
ler. Daha üç ay önce, başka bir dost, gene böyle o hastaneye kaldırılmış, kurtulamamış, ölmüştü. Dinleyenlerin her biri bir gün o hastaneye kaldırılabileceğini düşünerek susuyordu yeniden.
Başka bir soru bozuyordu sessizliği: «Ne yemiş?»
«Hiç! Yemeğin üstüne küçük bir kase sütlaç . .. ıı
«Akşamları sütlaç yenir mi kardeşim? Nasıl dokunur, nasıl gaz yapar bilmiyor muymuş?»
«Ben yemem! » «Ben de ... »
Akşam yemeğinden sonra sütlaç yiyenler de yemeyenler de susuyorlardı yine.
«Sütlaç yememekle kurtulunabilse ölümün elinden ... "
«Öyle, ölüm geliyorum demesin bir kez ... ıı
«Bizimkisi boşuna avunma işte! Bazan bir fincan kahve de görür sütlacın gördüğü işi...ıı
Bütün bu soruların, açıklamaların altında, suyun derinlerinde gidip gelen balıklar gibi yüzen bir korku vardı. Herkes belirsiz bir süre de olsa, ölümü kendine konduramayacağı, daha kendinden uzak sayacağı bir neden arıyordu onun ölümüne.
Cami avlusu dolllyordu yavaş yavaş. Arada bir ölenin karısına, yakınlarına takılıyordu gözlerim. Yaslı kadın, yanındakiler, kendilerinden bu acele kaçışlarını, az ötelerinde soruşturmaya dalışlarını durgun gözlerle izliyorlardı gelenlerin. Bir profesör geldi. Kadının elini sıktı. Baktım, adamın elini sıkarken: « Neden o öldü de sen değil?» diyen bir anlam okudum kadının bakışlarında. Az sonra gelen bir gazetecinin de elini bakışlarında-
ÖLÜM GÖLGESİ 69
ki o anlamla sıktı kadın. Evet, başsağlığı dileyen kimin elini sıksa bakışlarındaki soru değişmiyordu: «Neden o öldü de sen değil?ıı Elimi sıkarken bana da öyle baktığını sandım onun. Kızmadım, gücenmedim kadına. Yalnız onun değil, cami avlusunda karşılaşan herkesin, birbiriyle selamlaş{r, el sıkışırken ürkütücü bir anlam okunuyordu bakışlarında : «Sıra hangimizde şimdi? Sende mi Yoksa bende mi? Hangimizin ölümü bizi bir araya getirecek bir daha burada? n
Mezarlıkta hala atamamıştık o şaşkınlığı üstümüzden. Sorular yinelenip duruyordu yine. Biri : «Kaç yaşındaydı?n diye sordu. Yersiz, tatsız bir sözmüş gibi karşılandı sorusu. Kimse yaşını ansımak, düşünmek istemiyordu ölenin. Gençti daha, genç sayılırdı. İçimizden kimi ile akran, kiminden üç beş yaş büyük, kiminden de küçüktü.
Ah, nasıl olmuştu böyle? Çukurunun soğuk derinliğini görenler, seslerinin tonunda nasıl yaptın bu işi gibilerden bir anlam, ahlarla anıyorlardı adını. Nasıl öldün? Neden karşı koymadın ölüme? Suçlar gibiydiler onu. Oydu bizi ölümle burun buruna getiren. Oydu çukurunun başında, hepimizin bir adım daha kendi çukurumuza yaklaş tığını söyleyen. Oydu teslim olan, bizi biraz daha teslim olmaya hazırlayan, sürükleyen ...
Son karşılaşmalarımızdaki yüzü, davranışları geliyordu gözümün önüne. Yok, hayır! Son aylarda o kadar değişmiş, yumuşamıştı ki o ; kimseyle uğraşıp didişecek, kimsenin en küçük bir kötülüğünü dileyecek bir hava yoktu tutumunda! Suçlamak haksızlık olur onu. Neden değişmişti bu kadar?
70 KENTE İNEN KAPLANLAR
Benim bildiğim, tanıdığım yaradılışıyla son aylara kadar dövüşken bir insandı. Kendine özgü görüşleri, inançları, ilkeleri vardı. Gözleri alev alev, savunur, tartışırdı görüşlerini. Ölümünden sonra söylemem belki çirkin kaçacak ama, çekemediklerini, kendine karşı çıkanları, alt etmek için her yola başvururdu eskiden. Eninde sonunda nasıl ol.sa anlaşamıyacağı kimselerle birleştiği olur, kendinden ufak ödünler verir, eline hangi silah geçerse onunla yüklenirdi karşısındakine. Bir yere gelince neden böyle yavaşlamış, bırakmıştı kavgasını?
Birden yadırgamamaya başladım ölümünü. Mezarının başında ansıdığım son karşılaşmaları -mızdaki görünüşlerinde hep susuyordu arkadaşım. Konuştuklarını, dediklerini düşünemiyor, bulup · çıkarmaya uğraşmıyordum. Yalnız gözlerini görüyordum önümde. Durmuş öyle bakıyordu bana. Bakıyordu uzun uzun. Sonra alnını, burun kanatlarından ağzının iki yanına inen çizgileri görüyordum. Son karşılaşmalarımızın her birinde, gözleri, alnı, ağzının iki yanına inen çizgiler, suskun, bakıyor, bakıyor, bakıyordu bana.
Şimdi, mezarının kıyısında duran tabutunun yanından, "Ben sana demedim mi? " diyen bir anlamla, üstüme dikilmişti o bakışlar. «Ben öleceğimi, ölümümün yaklaştığını söylemedim mi sana? Yüzümde öleceğimi görmedin mi?"
"Nasıl?ıı diyordum içimden. «Nasıl söyledin? Yalnız biraz durgundun, yorgun görünüyordun, o kadar! Hiç düşünmemiştim, hiç aklıma getirmemiştim öleceğini senin .. n
ÖLÜM GÖLGESİ 7 1
O duygulu gözleri, derinleşen alın yüz çizgileri : "İyi düşünı> diyordu karşılığında. "Söyledim. Sana, bütün geride kalanlara, aylardır ölümün koluma girdiğini, ölümle kol kola gezdiğimi söyledim. Ben aylardır batan bir gemi gibiyim. Yavaş yavaş gömüldüm sulara. Hepinizin gözü önünde ... ,,
Bir ay kadar önce bir dostun evinde geçmişti onunla son uzun karşılaşmamız. Türlü konular konuşuluyor, tartışılıyordu. Türkiye'nin gidişi, geri kalmışlığımız, başı boş gelişen gericilik akımları, hükümetin olumsuz tutumu .. O, bir iki kelime söyledikten sonra susuyor, sevmediği kimselerin bile adı geçse tepkisini açığa vurmuyordu. Seyirciydi artık bütün bu kavgalara. Çoktandır ömrü boyunca geçinemediği, uzaktan görse öfkelendiği kimselere aldırış etmiyor, «Öyledir .. » diyor, karşılaştıklarında selam verirlerse alıyordu hep o durgun bakışlarıyle.
O gece birlikte ayrıldık o dostun evinden. Birlikte çıkmamızı o istedi. Özel bir diyeceği varmış gibi koluma girdi sokakta. Yine de bir şey söyle medi evine kadar. Yıllarca önce bir oylamada hakkım olan oyu bile bile esirgemiş, kırmıştı beni. O olaydan sonra bir daha hiç yalnız· kalmamıştık onunla. Hep bir başkasının, ya da başkalarının yanında buluşur görüşürdük. Çok iyi biliyordum ki, benden bir yarar ummadığı, benden gelecek zarardan korkmadığı, üstelik de gelecekteki bir seçimde kendi çıkarını düşünerek hiç hoşlanmadığı birine vermişti benden esirgediği oyunu. O seçimi kaybettiğim için değil, yakınlığına değer verdiğim, sevdiğim için kırılmıştım ona. Kırıldığımı açığa
72 KENTE İNEN KAPLANLAR
vurmadım, yüzlemedim hiç bir zaman. Ben de ondan iyi bir insan değilim belki de. Olay küllendikten niceı sonra, bir sırası geldi, bir toplantıda hakkında karar verileceği zaman, hatalarının, kusurlarının, zayıf yönlerinin hiç acımadan bir bir altını çizdim yüzüne karşı. :Hem de üzüleceğini, yaralanacağını, zararının bir zamanlar benim yitirdiğimin kat kat üstünde olacağını bile bile. Ağzını açıp tek söz diyemedi. Ödeşmiştik. Daha sonraki her karşılaşmamızda hep kendi suçlarımızı, kendi kırgınlıklarımızı ansıyarak baktık onunla birbirimizin yüzüne.
O gece koluma girişinde, aramızda geçmişte bütün olanları ansıtan dokunuşlar vardı. Bütün yumuşaklığı ile, çok eskiden, çok yakın dost olduğumuz, birbirimizi arayıp görmeden duramadığımız günlerden: söz etti. En küçük bir tartışma, hesaplaşmaya yol açacak imlemeden kaçındı aramızda. Bütün o kavgalara, çekişmelere hiç karışmamış gibi yatışmıştı. Haklı haksız bütün eylemlerinin hesabını vermiş, kapatmıştı artık.
O gece, kapısının önünde ayrılacağımız sırada «Boşunaymış! n diyen bir bakışla yüzüme bakarken, ne yapsam yine de yüreğimin köşesinden silip atamadığım bir kırgınlıkla, gençlik yıllarımdaki kadar sevmeye başladığımı duyuyordum onu.
Soruyordum mezarının başında : «Peki ne olacak? Bir gün öleceğiz diye vazgeçecek miyiz inandığımız doğrular uğruna dövüşmekten? Çirkin, düşman bildiklerimizle sarılıp öpüşecek miyiz? Uğradığımız haksızlıkların öcünü almayacak mıyız sırası gelince?n
ÖLÜM GÖLGESİ 7 3
O acılı gözleri ışımaya başlıyordu gençlik günlerindeki gibi karşımda : «Kim dedi bunu? Ben gidiyordum. Yol hazırlığındaydım. Bu güzel dünyaya, sevdiğim şeylere, dostlara ancak bir hoşça kalın demek için bakıyordum o sıralar. O kadar ömrüm vardı. Sevmediklerime kızamayışım, çirkinliklerle uğraşmayışım ondandı giderayak.. n
«Batan bir gemi gibi mi ?»ı diyordum. Gözleri, yüzü, derinlere çöküyordu yavaş ya
vaş : «Batan bir gemi gibi .. » Babamı son görüşümdü. Biliyordum bir daha
göremeyeceğimi. Gitmem gerekiyordu. «İyileşeceksin, yine geleceğimıı dedim, yatağının üstüne eğildim, kucakladım. Yanaklarından uzun uzun öptüm. Doğmlmaya çalıştı beni kucaklamak için. Gövdesini dik tutamıyordu. Kollarımdan yavaş yavaş yatağa bıraktım babamı. Az sonra elimde yol çantam, evden uzaklaşırken gözlerim yaşlıydı. Attığım her adımda babam yatağa kayıyordu hala kollarımdan. Babam kollarımdan yatağa çöküyor çöküyor, sonra yatağı ile birlikte daha derine, daha derine çöküyordu gözümün önünde. Batan bir gemi gibiydi ..
Babamın son gördüğüm yüzü ile arkadaşımın o günkü yüzü eş bir anlamla bakıyorlardı bana. Bağ bozumundan sonra gezdiğim bağların görünüşünü ansıtıyordu şimdi ikisinin de yüzleri. Çırpılan bademlerin, cevizlerin, meyveleri devşirilen ağaçların görünüşündeydiler. Bozulan bağlar, meyveleri toplanan ağaçlar daha bir süre korurlar yeşillerini. Ama o son yeşil, meyveli günlerinin yeşili değildir artık. Kararmış, göglelenmiş, sevinci-
74 KENTE İNEN KAPLANLAR
ni yitirmiş bir yeşildir. İki aylık gebe bir kadınla çocuğunu aldırdığı gün karşılaşmıştım. Bozulan bağların gölgesi vardı yüzünde. O tanıdık, bildik, artık ayırmakta yanılmadığım gölgeydi arkadaşımın son karşılaşmalarımızda yüz çizgilerini karartan. Ölüm gölgesiydi şimdi belleğimde o gölgenin adı.
Gözlerindeki o üzün, kavgalarımıza, tartışmalarımıza uzaktan bakışı, ondandı arkadaşımın. Dudaklarındaki o acı, o yabancı gülümseme ondandı çekişmelerimize. Çok iyi görüyordum şimdi: Ölüm çoktandır yedeğine almış, ağır ağır çekip götürüyordu onu kendi ülkesine.
Yüzünde o gölge ile daha bir , süre aramızda dolaşanlar, bir gün ölümün «geldik! » dediği yerde, bütün haksızlıklarımızın, suçlamalarımızın utancı, pişmanlığı ile bizi başbaşa bırakıp çekip gidiyorlar o uzun dinlenmeye. Çürüyüp toprağa karışmaya. Yalnız, yalnız geride kalanların anılarında, yüzlerine düşen o gölge ile, sesleri yitik, soran bakışlarla daha bir süre yaşamaya.
Mezarlıkta çevremdeki tanıdıkların yüzüne bakmaktan korkuyor, çekiniyordum o gölgeyi gözümün önünde gördükçe. Bir camda, bir aynada yüzümü görmekten kaçıyordum.
Boğazına düşkündü, içerdi, ölçüsüzdü, çapkındı dediler o gün mezarının başında. Değil! Hepsi boş, hepsi anlamsız bu sözlerin! Ölüm en az kırk günlük yoldan görünüyor kurbanına. Bir o kadar uzaklardan seriyor gölgesini aramızdan çekip almak için seçtiği kimsenin yüzüne. İyice bakarsanız görünüyor o gölge. İyi bakın, daha iyi bakın,
ÖLÜM GÖLGESİ 75
görünüyor kararttığı yüzlerde. Neden, neden susuyor? Neden böyle uzak duruyor? Neden kızmıyor, darılmıyor? Neden eski unutulmuş kırgınlıklardan ötürü gönlümüzü almaya çalışıyor? dediklerinizin yüzüne bakın, görürsünüz o gölgeyi. Bir gün kendinizi bütün kavgalardan kopmuş, herkesle barışık duyarsanız aynalara iyi bakın. Yüzünüze yerleşmiştir artık o gölge.
1970
BATAN GEMİ
KARŞIDAN bir gemiyi andırırdı evleri. Evin alnacı boyunca uzayıp giden balkonları bir geminin küpeştesine benzerdi. Hele elektrikleri yandı mı, gecenin içinde, kıyıdan biraz açıkta demirlemiş ışıklı bir gemi gibi dururdu.
Kendilerine göre bir yaşayışları vardı. Sabahları acelesiz başlardı günleri. İlkin Büyükbaba görünürdü ortalarda. Elinde gözlükleri, ütülü pijamalarıyla hızla salondan geçer, kapıya giderdi. Kapıdan gazetecinin bıraktığı gazeteyi alınca, gözlüklerini takar, durduğu yerde başlıklara bir göz gezdirdikten sonra, seçtiği haberi okuya okuya, ağır adımlarla odasına dönerdi.
Dışişlerinden emekliydi Büyükbaba. Emekliye ayrıldığı sırada Marsilya başkonsolosuydu. Sokakta görseniz giyinişinden, çevresindekilere bakışlarından anlardınız eski bir dışişleri memuru olduğunu. Hatta, Akdeniz soylularının o uçarı inceliği, giyinişinde, devinimlerinde öylesine yer etmişti ki, bütün görev süresini Akdeniz çevresindeki ülkelerde doldurduğunu da anlardınız kendisiyle karşılaşınca. Dik yakalı gömlekleri, kravatında inci iğnesi, serçe parmağında yakut taşlı yüzüğü, üstüne iyice oturan kısa ceketi, gümüş saplı basto-
BATAN GEMİ 77
nuyla sokakta ayrılırdı başkalarından. Siyah fötr şapkası, İspanyol şarkıcıları ile Venedik gondolcularından bir şeyler ansıtsa da, nasıl şarkıcı ya da gondolcu değil; şarabı, kadınları, Napoli türküleri ile deniz gezintilerini seven bir bürokrat olduğunu belli ederse; iyi cins kravatlarını yıpranmalarına aldırmadan sıkı sıkıya bağlaması da, elinin açıklığını, hovarda yaradılışlı olduğunu gösterirdi. Yanınızdan geçerken sizi görmeyeceğini sanırdınız. Oysaki nereye baktığını belli etmeden her yere birden bakar, her şeyi birden görürdü. Onun içindir ki daha siz selam vermeye davranırken alırdı selamınızı.
Sonra etekliği yün kazağı ile Stella görünürdü salonda. O hep giyinik dolaşırdı evde. Her dakika paltosunu ya da pardesüsünü alıp gidiverecekmiş gibi. O da gazeteyi almaya giderdi kapıya. Büyükbabanın aldığını anlayınca, geri döner, balkon kapısı önünde kalırdı bir süre. Denize, uzaktaki tepelere, göğe bakar, havanın nasıl olduğunu, o gün nasıl geçeceğini anlamaya çalışırdı.
Büyükbaba, Stella'nın kalktığını anlayınca, elinde gazetesiyle odasından çıkar, gazeteyi Stella'ya uzatırken, bir yandan da onun ilgileneceğini bildiği haberleri anlatmaya başlardı. Sinema, tiyatro, müzik, moda, Roma, Faris, Londra, Liz Taylar, Sofia Loren, Farah Diba, Beatles, Prens Charles üstüne haberlerdi bunlar. Stella, gazeteyi alırken «Hani nerde?ıı diye meraklanır, sabırsızlanırdı. Büyükbabanın göstermesine sıra kalmadan haberin yerini bulur, sık sık fotoğraflarına bakarak, olmaz olamaz şeylermiş gibi, «A sahi !» , «Ay
78 KENTE İNEN KAPLANLAR
ne güzel! )) diye diye, hayretle, sevinçle dinlerdi Büyükbabanın anlattıklarını.
Derken havaya atlardı konuşmaları. O gün havanın nasıl geçeceği üstüne karşılıklı olarak görüşlerini açıklarlardı birbirlerine. Akşama kadar neler yapacaklarına karşılıklı karar vermeleri hava durumuna bağlı olurdu. Stella, İtalyan Lisesini bitirmek için bazı derslerden bütünlemeye kalmıştı o yıl. Bir yerde çalışmıyordu henüz. Büyükbaba gibi onun da vakti bol sayılırdı. Bu yüzden ikisi için de önemli olan havanın her gün açık, güneşli olmasıydı. Onlara kalırsa yağmur gereksiz bir şey ·
di sanki. Hiç yağmasa da olurdu. Sokakların kalabalığına karışıp vitrinleri seyrede seyrede dolaşarak, Adalara kadar vapurla uzanarak, ya da karşı kıyıda oturan bir dostu, bir okul arkadaşını arayarak, hiç acelesiz geçirdikleri günlerin tadına doyamazlardı. Bir yerine iki gün yaşamış duygusuna kapılırlardı böyle günlerin akşamlarında. Bunun içindir ki havayı güneşli gördükleri sabahlar, bir sevinç sarardı ikisini de. Ama havanın kapalı olduğu, yağmur gösterdiği günlerde pek öyle uzamazdı umutsuzlukları. Dalgın dalgın bir süre daha pencereden dışarıya bakar, «Tam sinema havası. Bugün de sinemaya giderim . . ıı deyiverirdi Stella. Bir süre oynayan filmler üzerinde konuşurlardı. Büyükbaba da, ya bir sinemaya gitmeye, ya da bir takım kapalı yerlerde birilerini görmeye karar verince, günlerini daha sabahtan güzel geçmiş saya- ,, rak rahatlarlardı.
Adam, bir aşk gecesinin tatlı yorgunluğunu üstünden atmadan, sabahlığı ile görünürdü salon-
BATAN GEMİ 7 9
da. Hava açıksa, balkona çıkar, derin bir iki soluk alır, salona dönerdi. En son Kadın katılırdı aralarına. Bir güzelliğin güzüne yaklaşıyordu. Omuzlarına dökülen her zaman taralı saçları, bir heykel kadar düzgün vücudunu saran kimonosu içinde, bütün güz bahçelerinin dokunaklı havası vardı onda.
Günaydınlar, kısa konuşmalardan sonra kahvaltı ederlerdi. Çabuk dağılırdı kahvaltı sofraları. Büyükbaba Stella ile yemek masası başında kalırdı. Erkek ile Kadın, ellerinde kahve fincanlarıyla kalkar, hava güzelse, ılıksa balkona birer sandalye atarlar, Erkek bir ara piposunu yakar, ayak burunları birbirine değecek kadar yakın, karşılıklı içerlerdi kahvelerini. Kötü havalarda salonda, koltuk ile kanapenin koltuğa yakın köşesinde, gene konuşmalarını ancak karşılıklı duyabilecek kadar yakın otururlardı birbirlerine.
Evden çıkmakta aceleleri yok görünürdü herbirinin. Saat ona doğru ilkin Erkek ayrılırdı evden. Sonra kimi gün Stella, kimi gün annesi; en son Büyükbaba, anahtarları ceplerinde çekerlerdi evin kapısını.
Akşamları ise sanki her biri acele ederdi eve dönmek için. Karanlık onları evlerinde toplanmış bulurdu. Büyükbaba salondaki yerini alır; Stella, içeriye girince Büyükbabayı öper, üstünü değiştirir değiştirmez açardı radyoyu, ya da pikabına piaklarını dizer dans etmeye başlardı tek başına. En son, en yeni dansları severdi. Derinlerini göstermeyen deniz yeşili gözleri, sis gibi yumuşak te-
8 0 KENTE İNEN KAPLANLAR
ni, buğdaysı saçlarıyla dans ettiği müziği renklere dönüştürürdü o. Büyükbaba bütün gençliğini gülümseyerek ansır, düşlere dalardı onu seyrederken.
Kadın ile Erkek çokluk birlikte dönerlerdi eve. Erkek emprezaryoydu. Eğlence yerlerine truplar getirirdi yurd dışından. Zengin değildi pek. Fakat kötü kazanıyor sayılmazdı. Karısını, getirttiği bir İtalyan orkestrasında tanımış sevmişti. Kadın, henüz altın yaşındaki taşbebekler gibi Stella' sıyla gelmişti İstanbul'a. Evlendiler. Bir daha İtalya'ya dönmedi. Uzun yıllar gölge düşmeden sürdü aşkları. Hala, akşamları eve dönmeden önce sevgililer gibi buluşurlardı dışarda.
Ev dönüşü gene bitmez tükenmez düşlü saatler başlardı ikisi için. Erkek piposunu içer, çok konuşmaz.; Kadın bir dergiyi karıştırırdı ağır ağır. Arada ilgisini çeken bir fotoğrafı gösterirdi kocasına. Böyle yanyana duruşlarında, yanyana gelmeleriyle rahatlayan, susan, gövdelerinin uyumunu dinleyen bir beraberlikleri vardı.
Stella gibi bir kızın evlenmeden yirmisini aşması beklenemezdi elbet. Bahara doğru esmer bir delikanlı görünmeye başladı evde. Delikanlı geceleri gittikçe daha sık göründü. Haziran başında Stella bütünleme sınavlarını verdi. Haziran sonunda, delikanlıyla evlendi.
Stella, ayrılmasıyla bir şeyler alıp götürdü evden. Hani geminin bayrağı gibi bir şey. Sanki indi, dürüldü o bayrak. Stella'nın tek başına, ya da kocasıyla beraber, sık sık konuk geldiği günlerde, gecelerde, yine direğe çekilse bile, eskisi
BATAN GEMİ 8 1
gibi dalgalanmaz oldu. Büyükbaba gazetesiyle yalnız kaldı sabahları. Birilerine dargınmış gibi dolaşmaya başladı evin içinde.
Kadın ile Erkek o yaz daha yaklaşmış göründüler birbirlerine. Uzun yaz akşamları, balkondaki sandalyelerinde, üstüste attıkları ayaklarının burunları yine birbirine değecek kadar yakındı. Bulutlar kızarır, gece bütün yumuşaklığı ile kentin üstüne inerken ; gerilerinde koltuklarının, yemek odalarının, yatak odalarının yaşayışlarının bütün tadlarını birleştiren görünüşünün çizdiği dekor içinde saatlerce başbaşa kalarak, yine mutlu anılarla yüklü gövdelerinin uyumunu dinlediler.
Kış, evde kalan üç kişinin yaşayışlarına bit değişiklik getirmeden geçti. Yeniden bahara girdiklerinde, Erkek ellisine yaklaşıyordu, kadınsa kırkını bulmuştu. O tehlikeli sulara girdiği dönemdi gemilerinin. Geriye dönüp bakınca çıktık -ları limanların gözden silindiğini görüyorlardı.
İlkin Kadın aldı gemilerinin batacağının kokusunu. İlk yazda bir akşam balkonda yine eskisi kadar yakın oturuyorlardı. Kocasının, ağır ağır piposunu içerken, salt oyalanmak için bakmadığını sezdi karşı evlerin balkonlarında oturan kendisinden daha genç kadınlara. Adamın bakışlarındaki "Bir aşk daha! Tanrım, ne olur son bir aşk daha!» diyen özlemi açık açık gördü. Uzun süren aşklarının verdiği doygunlukla, artık birbirlerine verecek bir şeyleri kalmadığı, bir esinti gibi geçti yüreğinden. Biri yakışıklı bir erkek, öbürü genç, güzel bir kadındılar karşılaştıklarında. Bu yüzden sevmişlerdi birbirlerini. Şimdi ise yüzlerinde gün
8 2 KENTE İNEN KAPLANLAR
günden derine inen çizgiler, saçlarında çoğalan aklarla sadece yaşlandıklarını duyuruyorlardı birbirlerine.
Çalıştığı İtalyan orkestrasında o şarkıcıyken, Stella'nın babası orkestranın piyanistiydi. Yıllar sürmüştü aşkları. Biri çalar, biri söylerken sarmaş dolaş olurlar gibi gelirdi her şarkıda ona. Sonra bir akşam, kendi söylediği şarkıyı çalmadığını sandı piyanistin. Tokluğunu, aşklarından bıktığını anladı.
Güzelliği yenilgiyi sindirecek kadınlardan değildi o. İlkesiydi : bir erkeğin kendisini bırakacağını, aldatılacağınının kokusunu alırsa kendisi acele eder, erkekten çabuk davranırdı.
Yıllarca önce Stella'nın babasını bıraktığı gibi, bıraktı Adamı. Olgunlaşmış güzelliği, yaşama deneyleri ile güç olmadı aradığını bulması. Yağmurlu bir gün, dolmuş beklerken, yavaşlayan bir özel arabaya doğru bir adım atıverdi. Taşralı bir çiftlik sahibiydi arabayı süren. Beygire binmiş gibi duruyordu direksiyonun başında. Kadın, eski Avrupa'nın görkemli bir parçasını, görmüş geçirmişliği getirdi arabaya; arabayı tamamlayarak çiftlik sahibinin başını döndürdü.
Erkek, bir kaç gün sonra eve dönünce, yatağının başucuna bırakılmış dostça bir mektup buldu ondan. Ne uzun ne de kısa bir mektup. Beraber geçirdikleri yıllar için teşekkür ediyor, ama gelecekte sevilmeden yaşayamıyacağını, bir yük, bir fazlalık gibi kalamıyacağını yazıyordu yaşamında. «Beni sevecek insanı, bana ihtiyacı olanı buldum'ı diye açıklıyor, Allahaısmarladık diyordu.
BATAN GEMİ 8 3
Kadınsız kalan evin ışıkları azaldı geceleri. Büyükbaba, çoğu geceler yalnızdı artık. Adam, yemeğini içkili lokantalarda yiyor, dönebildiği kadar geç dönüyordu eve.
O yaz bir sirk getirdi. Aksi gibi yağmurlar dinmek bilmiyordu. Bütün o yağışlı günlerde temsiller boş geçti neredeyse. Götürü anlaşmıştı. Her geçen gün varını yoğunu tüketiyordu. İki ay sonunda sirk, Avrupa'ya dönerken ödeyemeyeceği kadar borç altındaydı. Sonbahara kadar toparlanabilmek için elinden ne gelirse yaptı, kurtulamadı. Alacaklılarına battığını açıklamak zorunda kaldı.
Üzüntü, sessizliğini daha da arttırdı evin. Büyükbaba çok yaşamadı bu sessizlikte. Güz başlarında öldü.
Dingin sonbahar akşamları, herkesten kaçıyor, erkenden eve kapanıyordu Adam. Işıkları yakmadan balkonda, ya da salonda oturuyordu saatlerce. Karanlıkta, sönen piposunu ateşlemek için yaktığı bir kibritten belli oluyordu yeri. Gün kavuşmadan eve dönüp balkona çıktığı akşamlar ise kimseyle ilgilenmiyordu. Ne genç güzel komşu kadınlar vardı gözünde artık, ne de yeni bir aşk yaşamak isteği duyuyordu.
Bir sabah kapalı kaldı perdeleri. Öğle, akşam oldu açılmadı. O akşam Stella, bir kaç kez telefonla aradı onu. Bütün gece merak ettikten sonra sabah erkenden yine aradı. Karşılık alamayınca, elini ayağını titreten bir korkuya kapıldı. Koşup geldi. Anahtarın biri hala ondaydı. Başucunda boşalmış bir uyku ilacı şişesiyle yatağında buldu yıllarca baba bildiği adamı. Evin içinde şaşkın şaşkın or-
84 KENTE İNEN KAPLANLAR
dan oraya koşuştu bir süre. Bir mektup, kısa bir pusula aradı. Bulanan gözleriyle hiç bir şeyi açık seçik göremiyordu. Evin ağırlaşan havasını dağıtmak için salonun kapısını penceresini açtı. Telefonu ansıdı sonunda. Açtı, numaraları çevirdi. Kocasının sesini duyunca, kendisini daha fazla tutamayıp ağlamaya ba�ladı.
1970
CENNET YERYÜZÜNDEDİR
BİR KIZKARDEŞİ Tatvan'daydı. Her mektubunda Tatvan'ın güzelliklerini yazıyordu ona. «Bir fırsatını bul, gel ağabey,ıı diyordu. «Buraları o kadar güzel ki, biz buradayken gelip görmezsen, sonradan belki de bir daha hiç gelip göremezsin . . . ıı Yeşillikler içindeydi Tatvan. Van gölünün görünüşü eşsizdi pencerelerinden. Dağlara, korulara, gölün üstünde güneşin doğuşuna batışına, aylı gecelere doyum olmuyordu. Eniştesi mühendisti. Yeni yapılan Muş - Tatvan demiryolunun başındaydı. Kız kardeşi üç yıl bir gün olsun canı sıkılmadan yaşadı Tatvan'da. Demiryolunu Van gölünün kıyısına ulaştırıp döndüler. O, işten güçten vakit bulup gidemedi Tatvan'a. Kız kardeşi ile eniştesi dönüşlerinde, o küçük, herkesin ölü dediği kasabada üç yıllarının tatlı geçtiğini söylüyorlar, «Yazık ettin de gelmedinıı diyorlardı. Yarlar arasında, hızlı akan nehirlerin yanı sıra geçtikleri yolların güzelliğini öve öve bitiremiyorlardı. Neşeli günlerinde Kürtçe türküler söylüyorlar, konuşmalarını öykünerek Tatvan'lıların hoş, sevimli buldukları sözlerini gülüp anlatıyorlardı.
Bir kız kardeşi Trabzon'daydı. «Bütün Karadeniz kıyıları bir cennetıı diye yazıyordu. Trabzon'a çağırıyordu onu. «Ne olursun ağabey, gel,
86 KENTE İNEN KAPLANLAR
buraları gör. Denizi bildiğin denizlere benzemiyor. Öyle canlı ki .. Hele dağların heybeti kimbilir nasıl heyecanlandıracak seni. . .» Trabzon'a da gidemedi.
Birlikte büyüdükleri baba evinin bulunduğu Ege kasabasını da cennet sanırlardı onunla kardeşleri. İzmir Körfezinin dip kıyısındaki o kasaba gerçekten de cennetti onların çocukluk yıllarında. Kırlarının ucu, her iniş yokuşta değişen görüntülerle ne yana yürüseniz denize çıkardı. Takım adaları vardı karşısında. Bağlık bahçelikti. Eski Yunan, Roma, dönemlerinden bu yana yaşayan zeytin ağaçları, çınarları vardı. Üzümü eşsizdi. Bademlerinin cevizlerinin tadı başkaydı. Okul tatillerinde mandolinlerini kitaralarını alırlar, bağlar arasındaki yollardan denize doğru şarkılarla yürüyüşe çıkarlardı akranlarıyla.
Baba evinden sağa sola uçmaya başladıkları yaşlarda İzmir bir cennet, Istanbul daha büyük bir cennetti her biri için. Yatılı okullardan, akraba evlerindeki konukluklardan baba evine dönerlerdi önceleri. Sonra sonra her biri ekmeklerini kazandıkları bir başka kasabaya, bir başka kente yerleştiler. Yeni yeni cennetler buldular -Kimbilir, belki de her biri kondukları yerleştikleri yerlere taşıdılar yüreklerindeki cenneti-.
İlk gençliğinde at delisiydi o. Ne yapar ne eder günde iki üç saatini at üstünde geçirirdi. Ezine kırlarında atının ayak basmadığı yer bırakmadı. Dağlarla çevrili basık bir ovada, sönük bir kasabaydı Ezine. Ama bütün Ege kasabaları gibi eşsizdi kırları. Atıyla Kaz Dağı eteklerine kadar
CENNET YERYÜZÜNDEDİR 8'7
uzaklaşırdı kimi gün. Çanakkale'ye kadar elli kilometrelik yolu atla gelip geldiğini ansır kaç kez. Bozca Ada'dan çeşit çeşit tadına doyulmaz şaraplar gelirdi Ezine'ye. Matarasını şarapla doldururdu yola çıkarken. Cebinde biraz fındık, ya da leblebi, en sık Geyikli'ye gider gelirdi. Saçları beline inen genç bir dula tutkundu Geyikli'de. Nerkisleri sümbülleri ansıtırdı göğüslerinin kokusu. İnsansız boş koyaklarda, tepelerin eteklerinden geçerdi yol. Derelerin diplerinde açan zakkumlara, yamaçlardaki erguvanlara, katırtırnaklarına türküler söyleyerek sürerdi atını. Tepeyi aşınca palamutluklar zeytinlikler arasında Geyikli görünürdü aşağıda. Palamutluklarm zeytinliklerin üstünden uçuk mavisi ile Ege kıyıları. Rüzgarın taşıdığı deniz kokusu kekik kokularıyla karışırdı havada. Soludukça başı dönerdi mutluluktan. Gece geç saatlerde geri dönerken, yalnız yıldızlar, üşür titreşirlerdi gökte. Çakal sesleri, kurbağa çekirge ötüşleri bile uykusuz gezen bir kendisi olmadığım duyururdu ona. Atının karanlıkta en küçük bir gölgeden ürküşü, kulaklarını dikişi oyun gibi gelir, sevinmesine yeterdi. «Gitme» derlerdi yakın dostları : «Başına bir şey gelecek. Ya bir kaza kurşunu, ya kadında gözü olanlardan birinin kuracağı pusu, derelerden birinde vurulup kalacaksın .. » Giderdi. Korku bir türlü yer etmezdi yüreğinde. Henüz kimsesi yoktu mezarlıklarda. Ölüm yabancısıydı. O kadar uzaklardaydı ki..
İlk gençlik yıllarında İzmir'den bir motor kiralayıp Bodrum'a gitmişlerdi bazı dostlarıyla. Dik Karaburun dağları kıyılarında demirlemişlerdi ilk
88 KENTE İNEN KAPLANLAR
sabah. Söke açıklarında bomboş kumluklar bulmuşlardı. Allahım! o el değmedik denizlerin tadı! Aşktı yaşadığı. Şehvetti o sularda yüzmek, güneşlemek. Gün ağarırken Bodrum'a yaklaşıyordu motor. On onbeş kulaça kadar saydamdı sular. Motorun bordasında, dalmış, deniz dibi otlarından, dal-· galanan sünger kümelerinden ayıramıyordu gözlerini ..
Bir hafta İstanköy Körfezi'nde dolaştılar. Gündüzleri, göklerin suların aydınlık mavisiyle doldu boşaldı. Güverteye, ya da demirledikleri yerde kumsala serdikleri battaniyeler üstünde, Akdeniz göklerinin geceleri yaklaşan sıcak yıldızlarına baka baka her şeyi unutarak uyuyorlardı. O ıssız, insansız kıyılarda bir ömür yaşayabileceğine inanıyordu dönüşte. Bodrum bir cennet, İstanköy Körfezi bir cennetti.
Bursa'Iı bir kız tanımıştı o yıllarda. "Ah! )) diyordu kız, «Bursa'yı bir görsen neden bu kadar sevdiğimi anlarsın. O yeşilliğin içinde büyüdükten sonra başka bir yerde yaşayamam ben. Evlenirsek Bursa'ya yerleşiriz.ıı
Şiirlerini seven başka bir genç kızdan Zonguldak damgalı mektuplar alırdı. Zonguldak kıyılarının üzünlü duyarlığına vurgundu kız. Sonra Istanbul'da buluştular. Zonguldak denizlerinden getirdiği birer parçaydı kızın gözlerindeki yabansı mavilik. Saçlarından, bir yerlerinden çam kokuları esiyordu.
Ankara'da bir elçiliğin çağrısında yabancı bir kızla tanışmıştı. Kız jeologtu. Hakkari'den geliyor-
CENNET YERYÜZÜNDEDİR 89
du. Oralarda aylar süren incelemeler yapmıştı. Yakınlıkları, o gidişinde Ankara'da kaldığı iki gün sürdü sadece. Öyle değişikti ki Hakkari'nin doğa yapısı, o sert çizgili dağların dedikleri bitmek tükenmek bilmiyordu. Doyamıyordu oralarda yaşamaya, o renk renk taşların anlattıklarını dinlemeye. Hemen oralara dönecekti. Batının dümdüz kırlarından, bahçıvan yetiştirmesi çimenlerinden, uslu akan ırmaklarından bıkmıştı kız.
Kış ortalarında gece yarısı Eskişehir garında duran camları buz tutmuş trenlerden inip içtiği saleplerin sıcaklığını özler bazı bazı. Garın rıhtımında dolaşırken Porsuk'un bir yerlerde aktığını duyar gibi olur. Rayların pırıltısı, hangarlarında uyur gördüğü iri siyah lokomotifler, makine yağı, demir. Çağdaş endüstri kentlerinin havasını koklardı Eskişehir'de. «İn burada kal, demiryolu işçileri arasında yaşa,» diyen bir çağrı duyardı her geçişinde. Istanbul'da tiyatroda yanına düşen çekik gözlü bir kızı bulmak için hep kalkıp Eskişehir'e gitmeyi düşünürdü bir ara. Sonra sonra unuttu . .
Yaz ortalarıydı. Trenlerinden önce kuvvetli bir sağnak geçmiş, Balıkesir - Kütahya arasında yerlere yatırmıştı o gür yaz buğdaylarını. Tren penceresinin iki yanında karşılıklı oturdukları arkadaşıyla susmuşlar, hayranlıkla doğanın uzayıp giden zenginliğine bakıyorlardı. Küçük köyler, kasabalar, kır çiçekleri gibi yalnız, mahzun, sağlıklıydılar. Yeşiller, maviler, pembeler, sarılar olanca duruluklarıyle göz alıyorlardı. O gün çözer gibi olmuştu Kütahya çinilerindeki dipdiri renklerin gizini..
90 KENTE İNEN KAPLANLAR
Kavaklıdere gazinolarından sevdiği kızlar kadınlarla Yenişehir'e dönerken kaldırımların gölgeli yerlerinde sarılıp öpüştüğü güzel geceler yaşamıştı Ankara'da. İzmir'de birbirinden güzel sevgilileriyle, gün ağarıncaya kadar leylak yasemin kokan sokaklarda faytonlarla dolaşmıştı.
Daha sonraları sayfaları girip çıktığı. gümrüklerin damgalarıyla dolu pasaportlar eskitti.
Atina'yı hep beyaz bir renk gibi düşünmüştü. Öyle buldu. Akrapol'ün mermerlerinden eski Yunan masallarını dinledi.
Etna Dağı açıklarından geçerlerken vapurda tanıştığı bir kız, öpmesi için sabırsızlanıyordu. Üst güvertede karanlık bir köşeye çekildiler. Uzun uzun öpüştüler. Sıcacık, kız biçiminde küçük bir yanardağ vardı sanki kollarında.
Cenova'yı gece ışıklarıyla ansır. Bir kahvenin barında birasını içerken tanıştığı daha yeni yeni sakal traşı olmaya başlamış sevimli bir İtalyan kopili, ille de sana kadın bulacağım diye tutturmuştu. Yukarı Cenova'nın bütün ara sokaklarını, mahzen gibi tav.ernalarını dolaşmışlar, sonunda kapısı kırmızı fenerli bir evin önünde durmuşlardı. Bu türlü yerlerden duyduğu bulantı yüzünden girmemişti içeriye. İki saattir sokaklarda yaptıkları gezintinin hiç unutamıyacağı kadar güzel olduğunu güç anlatabilmişti oğlana.
Trieste'yi bütünüyle bir bitki bahçesine benzetmişti. Kıyıda, tepelerde gördüğü ağaçlar hala büyür, boy atar aklında. Bir benzin istasyonunun karşısında park ettiği arabası içinde uyumadan, yola çıkmak için sabahın yaklaşmasını beklediği
CENNET YERYÜZÜNDEDİR 9 1
geceyi, durmadan geçen tır'ların homurtularıyla duyar, sokak elektriğinin ışıklarından kurtuldukça kararan bomboş bir asfalt yol olarak görür.
Cennetti o ulu ağaçların arasında sabahları güneş doğmadan uyandığı Monza Kampı. O yüz bin kişi arasında izlediği otomobil yarışlarının uğultusu hala kulaklarında . .
Ama ille d e Kuzey İtalya köylerinde geçirdiği geceler! Pancurları, alnaçları renk renk evlerin sıcak kanlı köylüleri, akraba gibi, konuk gibi aralarına alırlardı onu. Ertesi sabah yola çıkarken yakınlarından ayrılmanın üznüyle vedalaşırdı onlarla.
Akşamla birlikte yüreğinin içinde yanardı Paris'in ışıkları. Aşk, soluduğu havaydı sokaklarında. Paris'in sokak adları, kız kadın adlarıyla karışır anılarında . .
Şubatın ondördüydü. Hava da bahar. Öğleden sonra kapısı vuruldu. J eannette odasını düzeltmeye gelmişti,
- Bugün Saint Valentin. Aşıklar günü. Çık-mayacak mısınız?
Yazısını tamamlamaya üç beş kelime kalmıştı. - Hemen çıkıyordum. Siz işinize bakın. O üç beş kelimeyi acele tıkırdattı. Makineden
kağıdı çekti çıkardı. Kalktı. Sayfaları topladı. Yazısını ayakta zarflarken kalktığı sandalyeye yatak örtülerini yığıyordu Jeannette.
- Saint Valentin aşıklara uğur getirir. Bugün seveceğiniz kadınla karşılaşacaksınız. Dikkatli olun . .
92 KENTE İNEN KAPLANLAR
Güldü : - Merak etmeyin. Hadi, Allahaısmarladık . . - Güle güle, iyi şanslar.. - Teşekkür ederim. Cebindeki zarfı atmak için Danton pastahane
sine uğrayacaktı. Onun dışında nereye gideceğini bilmiyordu. Bir haftadır parasızdı. Dört beş frankla gün geçiriyordu. Aşln, kadınları düşünecek durumda değildi. Yoruluncaya kadar sokaklarda dolaşıp odasına döneceğini, kitaplarıyla kağıtlarıyla avunacağım düşünüyor, ama havanın güzelliği J eannette'in dedikleri gene de aşkla kadınla ilgili umutlar istekler uyandırıyordu içinde.
Rue des Ecoles'de akşam üstleri oturduğu bir kahvede kızıl saçlı genç bir kadınla karşılaşıyordu bir süredir. Yeşil süveteri, gri etekliği, lacivert pardesüsü ile henüz bir üniversite öğrencisi havası vardı kadında. Kendisinden bir iki yaş büyük görünen kocasıyla, önlerinde birer bardak beyaz şarap dipteki masalardan birinde otururlardı her akşam. Kocası, hep kadına dönük durmadan anlatır, konuşur, kadınsa dinler görünür, son derece güzel ellerinin ince uzun parmakları arasında, saçlarının renginde kolyesinin taşlarıyla oynayarak, hep ona doğru bakar, göz göze geldiklerinde gülümserdi.
Danton sokağından Saint Germain des Pres Bulvarına çıkacağı sırada karşı kaldırımdan kadının geldiğini gördü. Jeannette'in dediklerini ansıdı. Parasızlığını falan unuttu. Yüreği çarpa çarpa adımlarını yavaşlattı.
Köşede karşılaştılar. Bir seli'tm yaklaşmalarına yetti. «Dolaşıyorum» dedi kadın. Birlikte so-
CENNET YERYÜZÜNDEDİR 93
kakları harmanlamaya başladılar. Dauphine sokağından Pont-Neuf'e çıktılar. Köprünün altındaki küçük bahçeyi dolandılar. Sağ kıyıya geçtiler. Sarah Bernhardt Tiyatrosunun altındaki kahvelerden birinde oturmalarını önerdi kadına. Kadın yürümelerini istedi. Cite 'de, Saint Louis adasında parkların, köprülerin parmaklıklarında dura dura suııy Köprüsüne kadar uzandılar. Saint Michel rıhtımına döndüklerinde hava iyice kararmıştı. Rıhtımın setine dayanmışlar Seine'e bakıyorlardı. Işıklar içinde bir nehir vapuru geçti önlerinden. Vapurun ardından sular yine karardı. Genevieve'in elini yavaşça eline aldı. «Güzel Seine .. » diye mırıldandı.
- Güzle, ama üzünlü, dedi Genevieve. Yirmi yaşındaydı. Bir yıldır evliydi. Yürümü
yordu evlilikleri. Aradığı yoktu kocasında. Üstelik çekilmez derecede kıskançtı. «Kocamla sevişmek mi?,, diyordu, «Askerlik hizmeti gibi bir şey .. Kurtulmaya bakıyorum . . "
Konuşmalarını keserek birden saati sordu. Altıydı. Üç saate yakındır beraberdiler. Telaşlanarak geç kaldığını söyledi. Sorbonne'da İngilizce kuru vardı. «Beni aramayın. Ben sizi bulurum,, dedi. Bir daha ne zaman buluşacaklarını söylemeden hızlı adımlarla gitti. Olduğu yerde kaldı bir süre. Şimdi daha üzünlüydü Seine'in suları.
On gün karşılaşmadılar. On gün sonra Alliance Française'den çıkarken Genevieve kapıdaydı. Demek, istediği zaman nasıl bulabileceğini o gün söz arasında öğrenmişti onu. Luxembourg Parkını geçtiler. Odeon tiyatrosu yakınlarında bir kahvede oturdular. Boşanmıştı. Kocasının deliye döndüğü-
94 KENTE İNEN KAPLANLAR
nü söylüyor, «Seni de deli edeceğimıı diyordu gü lerek..
Parasızlığı sürüp gidiyordu. Doğru dürüst bir yere çağıramadığı için bir başka kahve buluşmasından sonra kaçmak zorunda kaldı Genevieve' -den. Yine de Saint Valentin'e gönül borçlusu duyuyordu kendini . .
Bir sarışın Ludia vardı. Boynunda incecik bir zincire asılı küçücük haçı. Öpüşmelerinden önce hep Tanrıya inanıp inanmadığını sorardı ona.
O ufak tefek, güleç şakacı Julie. Rue de Tournon'da zengin bir burjuvanın beş çocuğuna bakardı. Bayılırdı çocuklara. Yortudan bir gün önce son buluşmalarında, «Bittiıı diyordu kolları arasında. «Bitti. Yarın İtalya'dan nişanlım geliyor. Onbeş gün onunlayım. ıı O mahzunlaşıyordu. «Kıskandın mı? Anlayışlı ol. Benim için geliyor. Güzel sesi var, kitara çalar. Kitarasıyla gelecek. Hem belki evleneceğiz onunla .. ıı
O gururlu, ne giyse kendine yakıştıran Eıvira. Ne zaman birlikte çıksalar, bebek takımları, karyoları satan dükkanların vitrinleri önüne çekerdi elinden. Yalandan da olsa evlenme umudu verebilse Elvira onundu . .
Ne zaman bu türlü anılarına dalsa Barbara ile bağlanırdı sonu. Paris'ten ayrılması yaklaştığı günlerde tanıdı Barbara'yı. Ağzının, çocukluğunda kız kardeşlerinin oynadığı taşbebekleri andırır kokusuyle, aşklarından afişte kalan tek oydu Paris'in bütün ilan kuleleri üstünde : BARBARA... BARBARA. . . BARBARA . . .
CENNET YERYÜZÜNDEDİR 9 5
Karaormanlı bir Alman sosyalistinin kızıydı. Ağaçların yeşilden sarhoşa döndükleri bütün bir mayıs, yarı haziran ne kadar beraber olabileceklerse o kadar beraberdiler. Paris'ten uzaklaşırken her yanı sızlıyordu. Tren onu söküp koparıyordu Barbara'dan. Aşkını eziyordu tekerler : Barbara, Barbara, Barbara . . . Vapurun her durduğu yerden Marsilya'dan, Cenova'dan, Napoli'den, Pire'den, sonra Istanbul'dan Barbara'ya sayfalar dolusu mektuplar yolladı.
Cennetti Faris.
Cennetti Jokond gülüşlü Belçika, Hollanda kırları.
Bir başka yıl bütün bir nisan Côtes d'Azur kıyılarında kaldı. Nice'in küçük İtalyan kasabalarının çiçek pazarlarında dolaştı.
Başka bir yıl mayısın ilk haftasını günlük güneşlik bir Londra'da geçirdi. Geçtiği her sokak mutluluk çağrısıydı öqünde.
Ohri Göli,i kıyısında tatillerini geçiren Makedonyalılar yaşamak delisiydiler.
Bir gece, Skadarska'da fıçılar çevresinde, kaldırımlara dizili masalarda yemek yiyen Belgrat' lılar arasında, bir kır eğlencesine katılmış gibiydiler karısıyle.
Eilat koyunda, dibi cam döşeli bir motorla dolaşmışlardı. Sayısız renk renk balıkları, çiçeklenen mercanları ile eşsiz bir akvaryumdu Kızıldeniz.
Viyana bir keman sesiydi. Ren boyunca yeşillikler arasından bira köpü
ğü gibi fışkırıyordu Alman kentleri.
96 KENTE İNEN KAPLANLAR
Tuna'nın iki yanında kollarını açıyor, geriniyor, «Paris'i aratmam" diyordu Budapeşte.
Sofya'da hiç yabancı duymazdı kendini. Rus,ki Bulvarında elinde keman kutusuyla geçen gençlerle karşılaşır, tay sağrıh kızlar görürdü.
Ah güneşlerle yarış eden uçaklarla uçmak.
Dünyanın her hangi bir yerinde uyuyup uyanmak bile.
Dost masaları, türlü şaraplar, değişik içkiler, değişik olmayan dostluğun tadı.
Yalnızlıkların üstüne yürüyen dostluk.
Kitaplar, bilmediği dillerden bile olsa bakmaya, karıştırmaya doyamadığı kitaplar. Coşku ile okuduğu kitaplar. Yaşadığının altıncı duygusu.
«Gölgeler yerleşiyor pencereme Çağınız başlıyor ey hatıralar»
Dizeleri mırıldanıyor yavaşça. Evet, şimdi yaşı elliye yaklaşırken, kollarında bacaklarında bir yavaşlama, anılarına doğru çekiyor onu.
Ölüm, Ezine kırlarında at sürdüğü günlerindeki gibi ıraklarda değil artık. Yaşadığı her kentin ufuklarında dolanıyor. Tanıyor mezarlıkları. Hani o akrabalar kalabalığı? Dayısı, halalar, teyzeler? En yakın dostlarının bir ikisi eksiliyor her yıl çevresinden. Sevdiği kadınlardan o taptığı tenleri, güzellikleriyle toprağa karışanlar var. Ölüm böyle yaklaşıyor, böyle sevdiklerini birer birer elinden alıp yaşamını ıssızlaştırarak, alıştırıyor ülkesine geride kalan yaşayanları . .
CENNET YERYÜZÜNDEDİR 97
Dostlarıyla buluştuğu akşamlar geçmişten söz açıldıkça, ya da uykusu kaçtığı geceler anılarına daldıkça, Cennet yeryüzündedir, diyor inançla.
Gezdiği yaşadığı kadarıyle her köşesinin cennet olduğuna inandırdı onu bu dünya.
Kutsal kitaplarda yazılı cennet ne ki yeryüzünün yanında? Kutsal kitaplar kendi cennetlerinde eşitlik vaad eder yeryüzünde doğruluktan ayrılmayanlara.
Eşitlikse önce yeryüzü cennetinde eşitlik. Bu cennette, cennette yaşar gibi yaşamak gerek.
Evet, onun için bu kavga. Açlık, yoksulluk, barut kokusu, savaş, katil,
işsizlik, sömürü, yalan dolan yeryüzüne yaraşır işler değil.
Onun için bu kavga. Bir başka gidişinde Cenova'da dok işçileri
grevdeydi. Sokaklarda polislerle çarpışıyorlardı. «Ekzozlarınızın pisliği ile havamızı kirletme
yin)) diye caddeleri tutmuştu New York'lu çocuklar. Kent üniversitesinde «Barış)) diye bağrışırlarken, babalarının emeğinden kesilen vergilerle beslenen muhafızlar, bedelini babalarının ödediği kurşunlarla öldürüyorlardı öğrencileri.
Yürüyen gençlerin, işçilerin sıkılı yumrukları, yurdunda, dünyada, en güzel kentlerin ana caddelerinde havada güller gibi tomurcuklanıyor işte.
Cennet yeryüzündedir, diyor inançla. Onun için bu kavga. Yeryüzünün sevenlerinin elinde bütünüyle
cennet olması yakın. 1970
D E G i S i l< G Ö Z L E I
1957
Sait Faik Armağanı
DEGİŞİK GÖZLE BAKINCA
BAR tenha sayılırdı. Daha arada tek tük gelenlerin çoğu kapıdan bakıp oturmadan geri dönüyor,lardı. Tenha haliyle barın ışıkları büsbütün çok geliyordu göze. Caz susuyordu.
Pistin çevresindeki masalarda ikişer üçer oturan kadınların en ufak bir harekette gözleri kapıdaydı.
Tam kapıya karşı gelen masada oturan Lale, el çantasının kapağı gerisinde tuttuğu aynada, kendine yer.ıden acele bir çekidüzen verdi. Çantasını kapatırken arkadaşı Sevim'e döndü :
- Saat kaç? Sevim yukarı kaçan tuvaletini, göğüsleri al
tından, parmak uçlarıyla, beline doğru çekip düzelterek :
- Daha erken, dedi. Sonra saatine baktı : Ona yirmi var . . .
Li'ıle masanın üstünde duran cigara paketine uzandı. Bir cigara alıp paketi arkadaşının önüne doğru itti :
- ErkenmiŞ . . . O sırada başuçlarında beliren bir garson, her
ikisinin de cigaralarını yaktı. Kül tabağını değiştirirken gözlerini kapıya diken kadınlara :
102 KENTE İNEN KAPLANLAR
- Daha çok erken, dedi. Birazdan kalabalıklaşır . . .
Kadınlar başlarıyla garsonu doğruladılar. Ye-niden gözlerini kapıya çevirdiler. Garson uzaklaştı.
Lafı Sevim açtı : - Senin Günay neredeyse gelir. . . Öteki omuz silkti : - Canı isterse gelsin! - Bize de mi? - Laf! Canı isterse tabii! Kendi bilir! İsterse
gelmesin . . . Sevim güldü : - Belli! Gözlerin kapıdan ayrılmıyor. . . Lfıle dudak büktü : - Ne olacak? Sıkıntıdan! Vakit geçmiyor ki! . . - Öyle mi? - Öyle tabi! . . . - Ama hoş çocuk Günay. Hem iyi çocuk. Ya-
kışıklı: da . . . - Ne olmuş yakışıklı olmuş da . . . - Beğenmediysen haber ver. Bilelim de, ona
göre! . . . Karşıdan, Amerikan barın gerisinden, kolunu
kaldırarak işaret eden; barmen seslendi : - Lale hanım, telefon! Lale, Sevim'e karşılık vermeden fırladı. Ame
rikan barın gerisindeydi telefon. Bar müdürünün odasında. Az sonra döndü. Yerine oturdu. Neşesizdi.
Sevim : - Kim? diye sordu. - Hiç! Günay.
DEÔİŞİK GÖZLE BAKINCA 103
- Gözünaydrn . . . - Boşver Allahaşkına! - Ne diyor? - Hiç! kıvır zıvır. - Canım söylesene? Lale sandalyesine yeniden yerleşti : - Hiç. Aldırma Allahınıseversen. Bir arkada
şıyla berabermiş. On buçukla, onbir arası gelirim diyor.
- İyi ya. Ne desin çocuk? Lale cigarasını tazeledi : - Ne bileyim? Üstüme düşme n'olursun! Sevim meraklanmıştı : - Neyin var senin kuzum bu akşam? - Hiç! Neyim olsun? - Öyle sıkıntılı gibisin? - Aldırma. Geçer. . . - Çocuk fena bir şey söylememiş ki sana? Lale duraladı. Gözleri cigarasının ucuna takıl
dı bir süre. Mırıldandı : - Söylemedi... Söylemedi ama, bilmem ki? Onun bu zayıf, bu kararsız hali arkadaşını iyi
ce kuşkulandırdı : - Sakın bir aptallık edeyim deme, diye kadın
onun gözlerinin içine bakarak eğildi. Çocukluk etme, sonra karışmam . . .
Lale masanın üstündeki kibrit kutusunu parmakları arasında döndüre döndüre devam etti :
- Bilmem işte... Nasıl diyeyim sana?.. Başka bir şey söylemeliydi. Doğrusunu istersen, ne? Ben de bilmiyorum! Ama kaç gündür bekliyorum. Başka bir şey söylesin diye . . .
104 KENTE İNEN KAPLANLAR
- Laf! Unut bu saçmalıkları . . . - Değil! Hiç de saçma değil. Bugün beraber-
dik. Eskiden olsa mesela üstüme düşer, olmaz dersem kızardı istediği şeylere. Bugün birkaç defa denedim oralı olmadı. Son günlerde soğudu o benden .. .
- Deli, sende .. . Geçer bunlar! . . - Bilirim ben. Kokusunu alırım. Soğudu ben-
den dedim ya . . . Salonun yarı ışıkları söndü. Ca�, başladı. Eski
bir tangoydu çalan. Bir öğrenci Lale'nin, bir futbolcu Seviın'in önüne dikildiler.
Tango bitince, saksafoncu piyanonun üstüne bıraktı saksafonu. Kadınlar acele adımlar la yerlerine döndüler. Caz yine sustu.
Kapıdan üç kişi girdi o sırada. İkisi İngiliz kumaşından spor ceketli, çizmeli, biri günlük kılıklı, üç kişi. Çizmeliler delikanlılık çağındaydılar daha. Üçüncü adam her bakımdan onların akranı değildi. Kahyaları, şoförleri olabilirdi olsa olsa.
Barın hemen hemen bütün garsonları gelenleri karşılamak için koşuştular. Gelenler büyük pamuk çiftçilerinin çocuklarıydı.
Çarçabuk toparlanan caz sevilen bir slow'a başladı : I'd been kissed before.
Yeni gelen üç kişi bir an girmekle girmemek arası kapının içinde duraladılar. .. Önden giren çizmelisi yeni başlayan caza ayağıyla bir iki tempo tutup, şarkının girişini hafif mırıldandı. Sonra kendilerini saran garsonlar arasından koluyla yol açıp ilerledi. Bir iki adım atınca arkadaşlarına döndü :
DEGİŞİK GÖZLE BAKINCA 1 0 5
- Siz bir yer beğenip oturun. Ben bu parçayı kaçırmayayım . . .
Pisti geçti, Lale'nin önünde durdu. Kendini beğenik bir duruşla kadını selamladı :
- Lale hanım, benimle bir dans edersiniz herhalde?
Li'ıle kalktı : - Benim işim bu, dedi. Ayakta durabilecek
gibi olduktan sonra, sizinle de, herkesle de ederim . . .
Oğlan hoşlanmadı bu konuşmadan somurttu. - Beni herkesle bir tutmazsınız sanırdım . . . Kadının gözleri kapıdaydı halfı. Bir yandan
da çalınan parçayı mırıldanarak ayaklarına basmasından korktuğu delikanlının adımlarını kolluyordu. Bir süre karşılık vermeden, şarkıyı mırıldanmakta devam etti.
- Pekalfı, dedi az sonra. Delikanlının yüzüne ilk kez doğru dürüst bakarak sözünü tamamladı : Sen başka tabii. Seninle seve seve ederim. Gücenmedin ya bana?
Neşelenmişti sanki. Bunları söylerken değiştiğine şaştı. Bir oyuna başlıyordu şimdi. Sanatının ustalıklarını deneyebileceği bir oyuna. O güne kadar biri barın gediklisi, öteki bardaki kadınlardan biri olarak tanırlardı birbirlerini. Erkeğe sokuldu biraz. Birden teklifsizliği daha da arttırdı :
- Yeni mi geldin Aydın'dan? - Yoo! Dün geldim. - Aşkolsun! Demek dün akşam beni aramadın
öyle mi?
106 KENTE İNEN KAPLANLAR
Şöyle yan gözle avına baktı. Erkeğin gövdesine değen her yerinden sözlerinin etkisini ölçtü. Tamamdı. Delikanlının gururu okşanmıştı şimdi. Kadının önemseyeceğini umarak :
- Dün akşam Göl'deydik* diye kabardı. Kurtulamadık!
Kadın, gövdesini onun gövdesinden ayırdı. Açıldı. Gözlerini onun gözleri içine dikerek sitem etti :
- Kimbilir kiminle aldattın beni dün gece orada? Çok mu: güzeldi bari?
Delikanlı dün geceyi baştan sona anlatmaya hazırdı :
- Sorma,� diye başladı. Önce rakıyla başladık. Sonra viski. Derken ş'ampanya . . . Hala kendime gelemedim . . .
Kadın sokuldu yine : - Sen sorduğuma karşılık ver. Yanınızdaki
kadınlar benden güzel miydi? Aydın'lı elinden geldiği kadar umursamaz gö
rünerek yarım ağızla gülümsedi : - Geç canım! . . Caz sustu. Lale delikanlının elini bırakmadan
masasına doğru ilerledi birkaç adım. Sonra pistin ortasında ondan ayrıldı. Masasına doğru hızlandı. Pistin ortasında kalan erkek, şaşkın, Lale'nin arkasından yetişti. Mırıldandı :
*
- Şey . . . Bir şey içsek . . . Lale geri döndü. Gülümsedi. Erkek yineledi : - Bizimle bir bol içersin herhalde?
İzmir'de, bir gazino.
DEÔİŞİK GÖZLE BAKINCA 1 0 7
Kadın delikanlının arkadaşlarının oturduğu masaya baktı :
- Tabii, dedi. Neden içmiyeyim? Sonra ona danışmayı gereksiz görerek, kendi masalarına dönmüş oturan Sevim'e yöneldi :
- Gel Sevim! Sevim kararsız bekledi. Delikanlı atıldı : - Tabii, tabii. Sevim'i ayıracak değiliz. Affe
dersin, akıl edemedim. İçkiliyim ne de olsa . . . Lale güldü : - Aldırma canım. Sevim de arkadaşınla otu
rur diye söyledim. Sevim kalktı. Garsonlar Aydın'lıların masasında çarçabuk
kadınlara yer hazırladılar. Baş garson karşılarına dikildi. Delikanlı Lale'ye baktı.
- Tabii, bol, dedi Lale. Sonra garsona döndü : Hişşşt bana bak! Kazıklamaya kalkmasınlar, ona göre . . .
Bu ilgiden hoşlanan erkek güldü : - Meyve de . . . Garson eğildi : - Üzüm? Şeftali? - Üzüm de, şeftali de. - Size? Ne emredersiniz? - Bize anasonlu ayran! . . Hep birlikte kahkahayla gülüştüler. Garson
bozmadı : - Baş üstüne. Çerez? Lale atıldı : - Öfff! Uzatmasana canım! Ne getireceksen
getir işte . . .
1 08 KENTE İNEN KAPLANLAR
Garson çekildi. Aydm'lı dansederken tamamlayamadığı dün
akşamın hikayesine başladı : - Dün akşam, üçümüz, belki bir ton içtik be
raber. Önce rakıyla başladık . . . Öteki çizmeli delikanlı sözünü kesti : - Çüşş ayı! Ne bu? Bir ton! Manda mısın mü
barek! Ölçülü konuş . . . Yine hep birlikte kahkahayı bastılar. Birinci boller içildi. İkinciler geldi. Erkeklerin
kadehleri yenilendi. Sevim yavaşça Lale'nin kulağına eğildi : - İyi yapmadın. Günay neredeyse gelir . . . Lale, Sevim'in kadehini eline tutuşturdu. - Keyfimi kaçırmanın sırası mı şimdi? İç ba
kalım . . . Caz başladı. Dansa kalktılar. Dansın sonunda
Lale delikanlıya : "Locaya çıkalım," dedi. "Herkesin gözü önünde rahat etmiyor insan."
Masa olduğu gibi kaldı. Garsonlar locaya üçüncü bolleri getirdiler. .
Lale locanın önünde, kapıya karşı oturuyord ı .
Gözleri ikide bir kapıdaydı hala. Erkekler çakırkeyifti. İlk delikanlı dün gece
den, pamuklarından, otomobilinden anlatıp duruyor, Lale'ye de asılmaktan geri kalmıyordu. Lale' ye :
- Göl'e gittin mi hiç? dedi bir ara. İzinli gecelerinde, Günay'la hazan giderlerdi
ama, Lale yapmacık bir özentiyle boynunu büktü : - Bizim Göl'e gidecek vaktimiz mi var Allah
aşkına? Her gece burada kapanıp kalıyoruz.
DEGİŞİK GÖZLE BAKINCA 1 0 9
- Ben patronun gönlünü ederim hafta arasında ...
- O zaman giderim tabii . . . Az sonra delikanlı konuyu değiştirdi : - Denize gidiyor musun? Öğleden sonra Günay'la denizdeydiler. Açık
tuvaleti denizle, güneşle içli dışlılığını saklamıyordu.
- Bir yere gittiğim yok vallaha. Koca yaz geçti. İki üç kez ya gittim, ya gitmedim.
Delikanlı kasıldı : - Benim spor! Oldsmobil'le geldik. Aydın'dan. Lale : - Biliyorum, dedi. Fes rengi deği1 mi? Aydın'lı sandalyesinde geriye kaykıldı : - Daha seni atamadık ama o arabaya! . . Masadakiler yine yüksek sesle gülüştüler. De-
likanlı devam etti : - Yarın Çeşme'ye kadar hep birlikte bir
uzansak, ne dersin? Haa? Lale elindeki kadehi çaktırmadan yere döktü : - Olur tabii. Yarın sabah otele telefon et . . . Delikanlı söze hiç karışmayan üçüncü adam:ı
sordu : - Ne kadardı Çeşme? - 96 kilometre. Yine Lale'ye döndü : - Onda yola çıksak, on bir buçukta rahat ra
hat plajdayız. Lale yineledi : - Olur. Sen otele telefon et. Sevim'le ben ha
zırlanır bekleriz ...
1 1 0 KENTE İNEN KAPbANLAR
- Ne araba vallahi. Bir yıldır Aydın'dan buraya bir gün olsun bir yerinin tıs dediğini bilmem . .
Lale Sevim'in masanın altından hafif ayağına bastığını duydu. Başını kapıya çevirdi. Baktı : Günay gelmişti. Delikanlı kapıdan bir iki adım atıp, sakin durdu. Barın içine bir göz gezdirdi. Aradığını bulamayıncp, Amerikan bara döndü. Lale'nin barın bütün gürültüsünü bastıran kahkahaları bundan sonra başladı. İlk kahkahayla localara doğru dönen Günay, Lale'nin, geldiğinden habersizmiş gibi locasındaki erkeklerle kadeh kaldırdığını, her yanı sarsıla sarsıla güldüğünü gördü. Kahkahaları duymamazlıktan gelerek, sırtı piste dönük, Amerikan bara yerleşti. Az sonra Lale'yi kendisini kollarken yakalayacağını biliyordu.
Barmen : - Buyurun Günay bey, dedi. Hoş geldiniz.
Nasılsınız?
Günay :
- Teşekkür ederim Yusuf, dedi. Rakı içtim dışarda. Karıştırmayayım ...
Yusuf hafif eğildi :
- Nasıl isterseniz.
Susuz bir kadeh rakıyı, bir tabak şamfıstığıyla birlikte Günay'ın öriüne sürdü.
Locadaki erkekler Lale ile Günay'ın yakınlıklarını bilirlerdi. Arkadaşları Aydın'lıyı dürterek Amerikan barı gösterdiler. Aydın'lı Günay'ı gördü. Lale'ye döndü :
- Bak, kim geldi. Karşılamıyacak mısın? Lale gürültülü bir kahkaha daha attı :
DEGİŞİK GÖZLE BAKINCA 1 1 1
- Bana gelmedi ki! Burası bar. Canı isteyen gelir.
Günay kahkahayı duyunca döndü. Locadakilerle göz göze geldi. Lale'yi de, karşıdan karşıya tanıdığı Aydın'lıları da sakin, hafif bir gülümseme ile selamladı. Hiçbir öfke, kışkançlık kokusu yoktu selamında. İşte Lale'yi büsbütün yıkan bu selam oldu. Locaya giren garsona çıkıştı :
- Su gibi getirme şu holleri sen de . . . Arkasından daha gürültülü bir kahkaha atıp
kadehini kaldırdı. Kahkahadan çok, bir yıkılışın, kırılan bir şeyin gürültüsünü andırıyordu çıkardığı sesler . . .
Yusuf, yine sırtını piste dönen Günay'a yaklaştı : ·
- Üzülmeyin Günay Bey, dedi. Bunlar böy-ledir.
Günay kadehinin içine bakarak omuz silkti : ___, Bir şey yok ki üzülecek! - Aklınca kıskandıracak sizi.. . Günay sözü değiştirmek istedi : - Bir şey iç benden. Onun bileceği şey . . . Bir cigara yaktı. Bir cigara da Yusuf'a uzattı.
Yusuf yineledi : - Bunlar böyledir işte. Sonunda cibilliyetle
rini belli etmeden rahat edemezler! Günay'ı ilgilendirmedi bu sözler. Tuvaletten
dönen kadınlardan biri yanından geçerken takıldı :· - Enişte, yalnızsın galiba! Günay kadına döndü : - Ne · o, acıdın mı? - Niye acıyacak mışım? Beter ol!
1 1 2 KENTE İNEN KAPLANLAR
Kadın uzaklaştı. Günay piste dönük kaldı. Ne tuhaf? Hiç ansımadığı, ilk defa girdiği bir yerdeymiş gibi geliyordu ona yöresi. Ne işim var burada diyeceği geliyordu kendi kendine. Localarda kadınlarla erkekler, sarmaş dolaş kadeh kaldırıyorlar, gülüşüyorlardı. Localardan birinde de bir kadın, bütün kadınlardan çok içiyor, bütün kadınlardan yüksek sesle gülüyordu. Tanıyor gibiydi o kadını. Hepsi o kadar . . .
- Yusuf, diye seslendi barmene. Barmen yaklaştı : - Beni şöyle böyle üç yıldır tanırsın değil mi? Adam gözkapaklarını kısarak şöyle bir hesap-
ladı : - Üç yıl oldu galiba ... - Ne tuhaf! Ben geçen yıl gene böyleydim ... Barmen anlamadan doğruladı : - Böyleydiniz tabii.. . Günay devam etti : - Hayır, onu demedim. Geçen yıl gene Lale
buraydaydı değil mi? - Buradaydı. İki yıl oldu o İstanbul'dan ge
leli. - Ama ben geçen yıl bara gelirken Lale gel
mezdi aklıma. Çıkıp gittikten sonra da Lale'yi hatırlamazdım ...
- Tabii. O zaman bir şey yoktu ki aranızda!.. Günay Yusuf'un dediğini duymazlıktan ge
lerek devam etti : - Sonra, bir yıl kadar önce, Lale'yi bütün ka
dınlardan ayrı gördüm bir gece. Gülse, başım ağrıyor dese, topuğu takılsa, ne bileyim, her ne yapsa
DEGİŞİK GÖZLE BAKINCA 1 1 3
aklımda kaldı. Onu gördüm, onu işittim. Ama şimdi değişik gözle bakınca eskisi gibi oldu gene. Öteki localardaki kadınlardan ayıramıyorum onu da . . .
Yusuf doldurduğu iki kadeh votkayı Amerikan barın önünde servis bekleyen garsonlardan birine doğru itti. Yine Günay'a döndü :
- Yoo! dedi. Neme lazım, Allah için söylemeli. Güzel kadın Lale. Öteki kadınlar onun eline su dökemezler . . .
Günay kadehini devirdi. Pantalon cebinden çıkardığı bir �ağıt parayı Yusuf'a uzattı.
- Güzel olmak başka, bu iş başka, Yusuf, dedi. Hesabımı alıver.
Yusuf paranın üstünü bir tabağın içinde geri verdi.
- Ne o? dedi. Lale'nin inmesini beklemeyecek misin? Daha erken sayılır . . .
Günay Yusuf'un bahşişini ayırdıktan sonra paranın üstünü aldı.
- Erken değil. On bir buçuğa geliyor. Ne zamandır on ikiden önce yatağa girmedim. Bu akşam gidip doya doya bir uyumalı . . . Hadi eyvallah!
Kalktı. Kapıya doğru yürüdü. Yusuf'un arkasından "Güle güle," dediğini duydu. Lale onun gitmeğe hazırlandığını görünce, ne yaptığını düşünmeden, yetişemem korkusuyla, yanındaki erkeği iterek locadan fırladı. Locanın merdivenleri barın giriş kapısındaki hole inerdi. Holde Günay'la karışlaştılar. Günay'ın önüne geçti :
- Nereye? - Gidip yatacağım. - Bu saatte mi?
1 14 KENTE İNEN KAPLANLAR
- Niye olmasın? Kadın ellerini Günay'ın ceketinin yakaları al
tına götürdü. - Off! Bırak şimdi bunları. Aksileşme n'olur-
sun? - Ne yaptım? Bir şey yapmadım ki! . . - Başlama gene. Hadi geç içeri, otur . . . Günay sustu. - Sahiden kıskandın mı?
- Söylesene?
- Off! Böyle buz gibi durma karşımda. Konuş hadi.
- Ne diyeyim bilmem ki? - İstersen hemen bırakayım onları. Hadi geç
otur. Şimdi inerim. Günay onun ellerini eline aldı. - İstemez, diye mırıldandı. Geçti artık. Boş
yere kendini zorlama. Kırılmayalım birbirimize . . . Kadın topuğunu hafif yere vurdu. - Off! Bu benim aptallıklarını! Sarhoşum da.
Daha bu akşam gitme n'olursun. - Üzülme. Elimden bir şey gelmez. Eskisi gi-
bi olamayız artık. - Biliyordum zaten ben . . . Erkek, açıklamada bulunmayı gereksiz buldu. - Öyleyse, Allahaısmarladık. Başka zaman
konuşuruz. Kadın bitkin mırıldandı : - Yarın telefon et, olmaz mı? - Bakalım, fırsat bulursam ederim.
DEGİŞİK GÖZLE BAKINCA 1 15
Günay ayrıldı. Lale dönüp locanın merdivenlerini çıktı. Merdivenlerin üst başında Sevim'le karşılaştılar. SeviIDı sordu :
- Ne oldu? Gitti mi? - Gitti. - Üzülme. Yarın gene gelir . . . Lale durgunlaşmış bin sesle : - Gelmez artık, dedi. Bir daha gelmez. Bçı
bilirim . . . Birlikte locaya girdiler. Aydın'lı kolunu Lale'ninı beline attı. - Gel bakalım benimki.. . Lale ne yaptığını bilmeden onun kolunu itti : - Sus be aptal! . . Bozulan adam kolunu yine Lale'ye uzattı : - Haa? Ne dedin? Lale delikanlının kolunu elinden tutup yavaş
ça indirdi. - Affedersin, dedi. Sarhoşum galiba. Beni
çok içirme n'olursun! O gece bir daha gülmedi.
1 956
GENE YENİK DÜŞSEM DE
CİGARASINI tuttuğu sağ eli kül tabağına uzalı, yüzü sol elinin avucu içinde, masanın üstünden bana doğru iyice yaklaşmıştı. Işıl ışıl yanan gözleri yüzümde dolaşıp duruyordu. Cigarasının külünü silkip hafif doğruldu :
- Biliyor musun? dedi, dişlerin çok güzel! Havadan sudan birşeyler anlatıyordum ona.
Sustum. Aşktan başka söz dinlemem diyordu adeta bu duruşuyla. Bana aşktan söz edeceksen et! Şu anda gerisi zırva!
Fettanlaşmış, pervasız bir hal takınmıştı. Duramıyordu yerinde. İyice ansıdığım bir andı bu benim. Gene böyle bir masa. Gecenin ilerlemiş bir saati. Ben gene böyle sevdalı. Karşımda fettanlaşmış, pervasız bir hal takınmış başka bir kadın. Konuşmamızın bir yerinde, hiç sırası değilken, sözümü kesmiş, dişlerin çok güzel demişti o da. Nasıl da benziyorlardı şu anda birbirlerine . . .
İşte, dedim, o anı geçiyoruz. Başladı artık. Gidebileceğimiz yere kadar gideceğiz. Dönmek yok. Güldüm :
- Ben mi seni öveceğim? yoksa sen mi beni? Büsbütün fettanlaştı : - Ben de seni, sen de beni! Nasıl denk gelir
se! Fena mı? Hak geçmesin!
GENE YENİK DÜŞSEM DE 1 17
Kadehimi kaldırdım : - Başa çıkılmaz seninle! Çok tatlısın. Hadi! Kadehini kaldırdı o da : - Hadi! Kadehlerimizi yudumlayıp masaya bıraktık.
Masanın üstünde ellerini yakaladım. Avuçlarımın içinde sıktım.
Gözleriyle cigarasını işaret etti : - Dur, elimi yakacaksın! Sonuna yaklaşan cigarasını parmakları ara
sından çekip söndürdüm. Yine ellerini avuçlarıma aldım. Dudaklarıma götürüp öptüm. Ellerini masaya bırakırken :
- Yapma, dedi, rahat otur! Masanın üstünde elleri avuçlarımın içindeydi
daha : - Ne yapayım! dedim. Huyum böyle . . Gözleri öbür masaları dolaştı çabucak : - Yapma! Herkes bize bakıyor! . . Çevremizdeki masalarda birtakım karı koca-
lar, sus pus oturmuş, ikimize bakıyorlardı. - Adam sen de! .. Etrafa bakacak olursan . . . Ellerini usulca çekti : - Olsun, düşünmek gerekir! Kadehimi aldım yine : - Nasıl oldu mu? dedim. Anlat. - Neyi anlatayım? - İki günde böyle olduk? Hoppaca omuz silkti : - Olduk işte! Ne bileyim? Parmaklarımın arasında döndürdüğüm kade
hime, sonra da ona baktım :
1 1 8 KENTE İNEN KAPLANLAR
- Ne tuhaf! Daha iki gün önce yabancıydık. Bugün dünyada bana senden yakın insan yok!
Birden çocuklaştı : - Sahi? - Elbette! - Teşekkür ederim. Sevindim buna! O şakacı fettan hali gitmiş, değişmişti. Bes
belli şakası yoktu bu konuda. Söylediklerime inanmak istiyor, yakıştırıyordu kendine.
Değişik bir sesle sordum : - Sahi, iki gün mü oldu? - Tabii. Dün bir, bugün iki. Önceki akşam
tanıştık. - Bana çok uzun oldu gibi geliyor. Sanki hep
böyleydik. - Sahi o hale geldin mi? - Hangi hale? - Demin söylediğin? - Ne hali o? - Ne bileyim? İnsan bütün eskileri unutur.
Nasıl, ne zaman başladığını bilemez. Bütün geçmiş yaşayışı böyleydi sanır . . .
Konuştukça güzelleşiyordu. - Bak, dedim, anladım galiba. Hani boş arsa
lar vardır. Her gün kenarından geçeriz. Yahut çocukken yıllarca üzerinde oynamışızdır. Günün birinde yepyeni apartman, dükkanlar yaparlar üstüne. Göz öylesine alışır ki yeni yapılara, insan ne kadar kendini zorlasa o boş arsanın nasıl olduğunu gözünün önüne getiremez! Öyle mi?
Dikkatle dinledi : - Eh, biraz öyle. Ama tam değil!
GENE YENİK DÜŞSEM DE
Verdiğim örneği yetersiz buldum ben de : - Haklısın, tam değil! Kadehini aldı : - Hadi, nasıl oldu? Gel hatırlayalım! - Bir bir hatırlıyorum ben! - Ben de .. - Bir dakikasını unutmadım . . . - Hadi anlat! dinliyorum. Kadehimi kaldırdım : - İkimizin şerefine!
1 1 9
Başım evet anlamında eğdi. Kadehini kal- . dırdı.
Masanın üstüne bıraktığımızda ikimizin de kadehleri boşalmıştı. Karabiberli, domates suyuyla karışık votka içiyorduk. İkinci kadehteydik daha.
Sordum : - Nasıl? Sevdin mi? Dudaklarını birbiri üstünde oğuşturdu. - İlkten pek anlamamlştım. Şimdi daha hoş! İçkinin dudaklarında kalan tadını bir daha
yokladı. - Çok hoş! Garsonla gözgöze geldik. Çağırdım : - Baksanıza! Yaklaştı. - Gene böyle. İki votka. Bir şişe de domates
suyu! Garson çekildi. Bir cigara alıp bana doğru eğildi. Cigarasını
yaktım. Doğrulup, sandalyesinin gerisine yaslanırken içine çektiği dumanı üfledi :
1 2 0 KENTE İNEN KAPLANLAR
- Hadi, anlat! Dinliyorum. Lil.f karıştırma araya!
Kararsızdım. - İlle anlatmam mı gerekir? Elini hafifçe masaya vurdu : - Artık sabırsızlanıyorum ama! - Daha o kadar yeni ki . . . - Olsun. Merak ediyorum, bakalım hatırla-
dıkların neler? - Ne olduysa bir bir hatırlıyorum işte . . . - Öyleyse bir bir anlat! Garson votkalarımızı getirip önümiize bırak
tı. Domates suyu şişesini açtı. Votkaların üstüne boşalttı. Kadehlere buz atmaya hazırlanırken, buz kasesini bırakmasını istedim.
- Siz bırakın, dedim, ben atarım. Uzaklaştı. Buzlarını atıp karabiberlerini serptikten son-
ra kadehleri iyice karıştırdım. Sordum : - Tesadüflere inanır mısın? - İnanırım. Sen? - Ben de! - Niye sordun? Duraladım : - Hiç! Sordum. - Bir şey düşünmüş olmalısın? Kadehimi buzun erimesi için hafif hafif çal
kalıyordum elimde. - Bilmem ki? Anlatabilecek miyim? Az önce önüne bıraktığım kadehini alıp o da
hafif hafif elinde çalkalamaya başladı.
GENE YENİK DÜŞSEM DE 1 2 1
- Anlamaya çalışırım. - Ben hep seni geçirirdim aklımdan. Ne za-
man aklımdan geçirsem, hemen de karşıma çıkardın!
İyice ilgilendi : - Nasıl? Kadehimin soğuduğunu duyuyordum par
maklarım arasında. - Nasıl mı? bak, mesela ben geceleri sık sık
sokağa çıkmam. On beş gündür de gece sokağa çıktığım yoktu. Karşılaştığ.ımız gece inanır mısın pavyona girerken, acaba sen var mısın diye geçiyordu aklımdan . .
- Niye?
- Onu anlatamıyorum işte.,
- Peki. Devam et öyleyse . . . - Kapıdan girer girmez seni gördüm. Gözgö-
ze geldik. . .
- Hatırladım. Gri bir elbise vardı sırtında . . .
- Kaçtır hep böyle oldu . . . Ne zaman?
Ne zaman aklımdan geçtinse. Hep karşı-!aştık! ..
Bir şeyler ansımaya çalışır gibiydi. Dudaklarını kadehine değdirip bıraktı.
Bütün çizgileri, bütün ışığıyla gözümün önündeydi karşılaştığımız gece. Devam ettim :
- Yanında Zeki'yle karısı vardı . . . Çok eskiden tanışırız onlarla. Erenköy'
den ...
122 KENTE İNEN KAPLANLAR
- Zeki karşıdan el salladı. Masanıza geldim. Gözlerim hep sendeydi. Zeki tanışıp tanışmadığımızı sordu . . .
- Ben, "hayır" dedim . . - Bense dört aydır seni nerede görmüşsem
hep aklımdaydı.. - Zaten o kadar oldu Ankara'ya geleli. Bu
eylül taşındım İstanbul'dan. - İyi ya ; fazla bir şey söylemedim ben de. Düşündü : - Peki ama tanışmıyorduk ki? Daha önce
nereden tanıyordun beni? - Ne bileyim? Kendiliğinden. Bir akşam ka
labalığın arasında seni seçtim. Halin tavrın bana bir şeyler söyledi. Sonra da nerede görsem tanıdım seni. Göremediğim zaman aradım ..
- Her zaman da karşılaştık, öyle mi? - Öyle . . - Ne tuhaf! Ben hiç çıkaramıyorum! Ansı-
mama yardım etsene biraz, nerelerde karşılaştık? - Çoook! - Bir ikisini söyle! - Sinemada, otobüste, yol kavşaklarında, bu-
nun gibi ... Hep tesadüfler işte . . . Kadehimi yudumladım. Karşılaşmalarımızı
hızla, ansıyordum : - Garip değil mi? diye devam ettim. Niye
senin pavyona gittiğin gece sokağa çıkıyordum da, bir önce ya da bir gece sonra değil? Seni aradığım bir sıra, koşa koşa bir otobüse yetişiyorum. Bakıyorum, sen içindesin! Niye bir otobüs önce ya da bir otobüs sonra değil? Bir yol kavşağında,
GENE YENİK DÜŞSEM DE 123
karşıya geçerken seni düşünüyorum, bakıyorum, yan sokaktan çıkıp karşıya geçiyorsun önümden! Niye bir dakika önce ya da bir dakika sonra değil? Hep böyle! Kaç kez oldu bu! Her seferinde şaşırdım kaldım.
- Evet, dedi. Olur hazan. Başlangıçta hep böyle olur.
Güldüm : - Sonunda da iş işten geçti mi ne kadar ara
sa, hep aksilikler girer araya, bulamaz iki insan birbirini! diye sözümü ekledim. Bu işleri bir ayarlayan olmalı.
O da güldü : - Kimbilir? Belki de . . . Sonra? - Sonrasını biliyorsun. Kadehini yudumlayıp bıraktı : - Ben senin adını duyardım hep. Merak eder-
dim. - Ne diye? - Merak ederdim işte. Lafın geçtikçe, seni
sorardım beraber olduklarıma nasıl bir adam diye, nedense . . .
Yine güldüm : - Eh, pek yabancı sayılmayız öyleyse . . Hiç şaka karıştırmak istemeyen bir hali vardı
bağlantımıza : - Sayılmayız tabii! Sonra birden sözü değiştirdi : - Peki neden daha önce tanışmak istemedin
benimle? Keşki tanışsaydık! Oysaki daha önce onunla tanışmayı çok iste
miştim.
1 24 KENTE İNEN KAPLANLAR
- Olmadı işte. Bir türlü olmadı.. Gene o fettan hali geldi üstüne. Gözleri ışıl
ışıl yüzümde dolaştı : - O akşam senin kapıdan girişini ansıyorum
ama . . Takıldım : - O kadarı yeter bana . . Güldü. Yine ilk açtığı konuya döndü : - Hadi gel ansıyalım gene! Sonra ne oldu onu
anlat? - Senin siyah çizgili, kırmızı bir blUz vardı
üzerinde. Çok açıyordu seni. Siyah bir eteklik. . . - Hep böyle etek blf:ız giyerim canım! Elbi-
sem yoktur. - Yanına oturdum. Bakışlarıyla kadehimi gösterdi : ---; Gene böyle domates suyuyla votka istedin.
Daha önce hiç içmemiştim. Merakımı çekti . . - Az sonra program bitti. Dans başladı. Ze
ki'y le karısı dansa kalktılar .. - Bize siz kalkmıyor musunuz? dediler. Elini masanın üstünde duran elimin üstüne
koydu : - Hepsini ansıyorum canım. Hepsini bir bir
ansıyorum. Çok güzeldi! Her şeyimle ilgileniyordun. Keşki hep böyle sürse . . .
Elini avucuma aldım : - Elbet sürecek!' Elini hafifçe çekti : - Kimbilir? Belli olmaz ki! . . Konuyu çevirdim : - Hafif sarhoştum o gece . .
GENE YENİK DÜŞSEM DE 125
- Belli değildi. . - Sarhoştum. İyice sarhoştum . . . - Farketmedim. Biliyor musun en çok sende
dikkatimi ne çekti o gece?
Karşılık vermeden sözünü tamamlamasını bekledim.
- Ellerin, dişlerin hoşum" gitti, bir de çorapların. Çok değişikti ..
- Önem verdiğin şeyler bunlar mı bende? - Değil tabii. Değil ama, böyle oluyor hep!
Aklı bu gibi şeylere takılıyor insanın. Kimbilir belki de beğendiği için bu taraflarını da görüyor karşısındakinin.
Ansıtmamı sürdürdüm : - On, ikide Zeki'yle karısı gidelim diye kalk-
tılar. Öyle sıkıldım. Seni kaçırmak istemiyordum. Bütün yüzü, gözleri durmadan ışıldıyordu. - Ben de kaçmadım ama! - Yaşa sen! - Ertesi gün öyle utandım! - Niye? - Kimbilir neler düşünmüşsündür benim
için? - Ne yüzden? - Zeki'yle karısı evlerinin önünde taksiden
indiler. Sen beni de eve götürecektin. Şoförün yanında oturuyordun önce. Zeki'lerle ayrılmak için indin. Sonra da taksi kalkarken benim yanıma geçtin. Daha erken, Süreyya'ya uğrayalım mı? dedin. Ben de hemen kabul ettim. Kimbilir neler geçirmişsindir içinden . . .
126 KENTE İNEN KAPLANLAR
- Yoo! Hiçbir şey geçirmedim. Aksine, uysal, anlayışlı buldum seni, o kadar.
- Oysaki hiç uysal değilimdir. İsteyince uysal olurum!
- Uysallık yakışıyor sana ama! - Tabii işine gelince öyle olur. İki gündür
sabah akşam beraberiz, daha bir dediğine hayır demedim.
Masanın üstünde ellerini aradım. Çekmişti. - Hiçbir zaman da deme canım! Ben nankör
değilim .. . Kaşlarını kaldırarak başını yana eğdi : - Bakalım? Göreceğiz! . . Orkestra çalmaya başladı o sırada. Öbür ma-
salardan çiftler tek tük piste doğru ilerliyorlardı. Sözü değiştirdim : - Bak! Anlamadı ilk önce. Başını iki yana salladı : - Ne var? Orkestra iki gece önce ilk dansa kalktığımız
parçayı çalıyordu. Kulak verdiğimi belli ederek sustum.
- Ah, dedi. Çok güzel! - Ansıdın mı? - Ansımaz olur muyum? Sandalyemden kalktım : - Dans edelim mi? Kalktık.
Sokağa çıktığımız zaman saat ikiye geliyordu. Havada don vardı. Ayaz ilk anda suratına çarpıyordu insanın. Ürpererek yanıma sokulduğunu,
GENE YENİK DÜŞSEM DE 1 27
koluma girdiğini duydum. Bir taksi çağırdım. Bindik. Buz gibiydi taksinin içi. Şoföre oturduğum apartmanın adresini verdim. Hiç sesini çıkarmıyordu yanımda. Apartmana gelinceye kadar hep böyle koluma girmiş, başı omuzum üzerinde, sokulmuş kaldı. yanımda.
Taksi apartmanın önünde durunca indik. Ben kapıyı açmaya uğraşırken : - İçerisi sıcak mı? dedi sadece. Çıkarken sobayı yakıp, ağzına kadar kömürle
doldurmuştum. Başımla da doğruladım : - Sıcak . . Kapıyı açtım. Kapının yanındaki elektrik düğ
mesini çevirdim. Apartmanımın küçük bir hole bitişik, içiçe iki odası, bir mutfağı, bir de banyosu vardı topu topu.
Holde kurulu soba, tam hızını almıştı içeri girdiğimizde. Doğru sobanın başına yürüdü. Eldivenlerini çıkardı. Ellerini ısıtmak için sobanın üstüne uzattı. Hafifçe burnunu çekerek :
- Oh! dedi, üşümüşüm. Dışarısı çok soğuk. Küçük bir kıza benziyordu o anda. Paltomu çıkarıp astım. Holden geçerek hole
bitişik odanın elektriğini açtım. Yanına gidip pardesüsünü aldım. Götürüp astım. Yine yanına döndüm. Gözleri durmadan evin o köşesinden bu köşesine dolaşıyordu.
Laf olsun diye : - Isındın mı biraz? dedim. Ellerini tutmak
istedim. Ellerini sobanın üstünden çekip kaçırdı. Rad
yoya doğru ilerledi. Radyoyu karıştırmağa başla-
128 KENTE İNEN KAPLANLAR
dı. Kendi haline bıraktım bir süre. Düğmeleri çevirip bir türlü istediği gibi bir şey bulamıyordu. Sonunda beni çağırdı :
- Yardım etsene! Güzel bir müzik bulalım. Yanına yaklaştım. - Nereleri arıyorsun? Gecenin o saatinde hemen hemen bütün Av
rupa istasyonları şarkı saçıyorlardı dünyaya. - Ne bileyim? Bir sürü yer karışıyor birbi
rine .. Kısa dalgada, hafif gece müziği çalan bir is
tasyonun üstünde durdurdum arama düğmesini. - Bu nasıl? Kulak verdik. Kontrbasla cazın hafif hafif
tempo tutuşu arasında, piyanonun üç beş ses içinde değişen soloları duyuluyordu. Sanki piyanist dokunmak istediği bir tuşa yaklaşıyor, yaklaşıyor, bir türlü dokunamıyor gibiydi.
- Bu güzel işte! Bırakalım . . Radyonun
tutup kendime başından ayrılırken, kollarından
doğru çektim. Öpmek istedim. Kollarımdan sıyrıldı :
- Havamı bozma n'olursun! Bırak da biraz evine alışayım.
Bulunduğu yerde odayı gözden geçirerek topukları üzerinde döndü. Sonra gidip öteki odanın kapısından baktı. Geri geldi. Kitaplığımın önünde durup kitaplarımı karıştırmaya başladı.
- İçecek bir şeyin var mı? - Vermut var. Yarım şişe de votkam var. - Vermut içelim daha iyi. İki kadeh vermut doldurup getirdim. Onun
GENE YENİK DÜŞSEM DE 129
kadehini .eline verdim. Ayrıca portakal, mandalina, çikolata koydum, divanın önündeki sehpaya.
Kitaplıktan Eugenie Grandet geçti o sıra eline.
- Vadideki Zambak'ı okudun herhalde?
Adı çok geçen kitapların bir çoğu gibi Vadi-deki Zambak'ı da okumamıştım. Ama :
- Okudum, dedim o anda. - Ne güzeldir değil mi?
Divana oturdum. Bir mandalina alıp soymaya başladım. Kitaplığın önünden ayrıldı. Elinde kadehi, duvarlarda asılı resimlerimin önünde dolaşmaya başladı. Resimden anlamıyordu. Reproduction'ların hiçbirini tanıyamadı. Hepsini ayrı ayrı kimin diye sordu. Sonunda gelip yanıma oturdu. Divana iyice yerleşti. Sırtını duvara dayadı.
- Evin çok güzel! Çok sevindim!
Kadehimi kaldırdım : - Hoşgeldin öyleyse.
Kadehini yudumladı. Sonra boş elini elimin üstüne koydu :
- Niye hiç evlenmedin? - Bilmem ki? Olmadı bir türlü. - Niye olmadı? İstersen pekala olurdu. Her
halde istemedin!
Sahi ben niye hiç evlenmedim? Doğru dürüst bulamıyordum bunun sebebini. Bazan bir kadın, bir genç kız olurdu hayatımda. Türlü ümitler beslerdim .. Hesapsız kitapsız kapılırdım ona ... Sonunda gene de o kadını o genç kızı çekip gitmiş, kendimi yalnız bulurdum.
130 KENTE İNEN KAPLANLAR
- Olmadı işte, diye yineledim. Bep hep tek aşk, tek kadın olsun istedim hayatımda. Ama olmadı!
Anlamamazlıktan geldi : - Sebatsızsın herhalde? - Yoo! Hiç değilim! - Peki neden öyleyse? - Aradığımı bulamamış olacağım! Kimbilir? - Ne gibi? - Uzun hikaye!. . - Ne kızlar var. Hayatında hiç erkek tanı-
mamış. . Evde koca bekleyen. . Paralı.. - Alay mı ediyorsun? - Neden, fena mı? Rahat ederdin! - Rahatını düşünenlerden değilim ben .. Ciddileşti : - Sahi, öyle bir kızı sevebilir miydin? - Nasıl? - Seni, koca diye karşısına çıkan biriyle
ayırmayacak bir kızı? - Bilmem! Hiç tanımadım. - Peki sen nasıl kadınlar tanıdın hayatında? Güldüm : - Böyle, senin gibi! Gem tutmaz cinsinden! . Hafif doğruldu : - Gene de pek akıllanmışa benzemiyorsun
ama? Kolumu omuzuna attım. Başını göğsüme doğ
ru çektim. Kendini bıraktı. - Şikayete pek, hakkım yok! Teraziye vurur
san, verdikleri mutluluk, verdikleri üzüntüden ağır çeker herbirinin . .
GENE YENİK DÜŞSEM DE 1 3 1
Mırıldandı : - Öyledir hep . . Başını göğsüme yerleştirdi biraz daha. - Anlatsana nasıl kadınlardı? Güzel miydi-
ler? Saçlarını okşuyordum. - Önemi var mı bunun? Belki de başka ka
dınlardan hiç bir üstünlükleri yoktu çoğunun. Ama ben seviştiğimiz sürece olduklarından üstün gördüm onları. Her seferinde kendimi aşık sandım. Ayrıldığım zaman kanım donmuş gibi oldu her seferinde günlerce. Bir daha hayatımda kimseyi sevemem sandım. Bazan, dediğin gibi bir kızla evleneyim, olsun bitsin dedim. Ama elinde değil insanın. Yaradılışına karşı gelemiyor.
Doğruldu : - Haklısın canım! Ona bakarsan ben de ne
erkekler tanıdım hayatımda. Çoğunu hatırlayınca gülerim kendi kendime. Hatta bazısı aklıma bile gelmez. Yarabbi! Nasıl kırıldım, nasıl üzüldüm, nasıl gözyaşı döktüm onların kabalıklarına .. Kendimi isteklerine nasıl kul köle ettim .. Nasıl aptaldı çoğu bilsen.. Dönüp bakmaya değmezdiler bile . . Nasıl kandırıyor insan kendini bilmem ki?
Yineledim : - Önemi yok bunların. Önemi olan, sevdiği
insanın kişiliğinden çok, sevebilmesi · insanın. - Elbette . . - İlk pişmanlıkta geri alınır, unutulur bun-
lar. Sonra insan kendini değişmiş bulur. Geçmişteki gibi kalmaz ki hep . .
Az düşündü :
132 KENTE İNEN KAPLANLAR
- En iyisi çoğuyla karşılaşmamak bir daha! Bu muydu diyor insan?
- Bir ya, beş ay, her neyse, bir süre geçti mi, yalnız kalınca insan sevebileceği birini arıyor yanında. Ama sevebiliyor, ya da sevemiyor o başka sorun.
Gözlerini gözlerime dikti : - Bak, dedi, inanır mısın? Her seferinde on
yaşındaymışım gibi sanırım kendimi. Sanki hiç kimseyi sevmemiş gibi .. Öyle el değilmemiş ... Neyse bırakalım bunları . .
Dudaklarına doğru eğildim. Kolumun üstüne bıraktı kendini.
Dudaklarımı ayırdığım sırada : - Uykum var, diye mırıldandı. Kaldır beni .. Kalktım, yatağı hazırladım. Kemerini çözdü elbisesinin : - Sen öteki odaya geç! Sen bakarken soyu
namam .. Gidip öteki odada soyundum. Dönüşümde ya-
tağa girmişti bile. - Işığı söndüreyim mi? dedim. - Nasıl istersen? - Söndüreyim daha iyi.. - Radyo kalsın ama .. Işığı söndürdüm. Yanı başına uzandım. Ka
ranlıkta dudaklarımız birbirini buldu. Başım hafif hafif dönüyordu. Haklıydı. O anda, sanki hayatımda, hiç, hiç sevmemiş, ilk kez seviyormuş gibiydim ben de ...
1 956
AKLIM ARKADA KALACAK
EVİMİZ sokağın alt başında. Yatıp kalktığım odanın penceresinden bakınca, bir baştan bir başa bütün sokağı görüyordum. Bir saat sonra yola çıkacağım. Odamda öteberi eşyamı bavuluma yeıleştirmiş doğruluyordum ki, sokaktan gelen bir çocuk ağlaması beni pencerenin önüne çekti.
Çocukların ağlamasına dayanamam. Bir fena olurum duydum mu. Çocuklar boşyere ağlamaz. Şu dünyada çocukların ağlaması ne kadar azalırsa, bilin ki kötülükler de o kadar azalmıştır. Ağlayan bir çocuk sesi duyar da ilgilenirseniz, bilin ki şu bozuk düzenin sizi üzecek bir olayıyla karşılaşacaksınız.
Pencerenin önünde baktım : karşı komşumuz Boşnak Nuri'nin küçük oğlu, yalınayak, donsuz, kapılarının önüne yüzükoyun düşmüş, ağlıyor.
Demedim mi çocuklar boş yere ağlamaz diye? Çocukcağız üç yaşında var yok. Anası hoppa mı hoppa, fıkır fıkır bir kadındı benim bildiğim. Nuri'den çok gençti. Nuri rençber. Gününü kırda tarlada geçirir. Perçemi kaşı üstüne düşen, ceketi omuzunda bir Hakkı vardı. Nuri evden çıktı mı, Hakkı eve damlardı. Hakkı için kadının dostu diye Iaf çıkarmışlardı konukomşu. Nuri'nin küçük oğlu, hani şu ağlayan, Hakkı'ya benzerdi de kadı-
1 3 4 KENTE İNEN KAPLANLAR
nın bu çocuğu Hakkı'dan doğurduğunu söylerlerdi. Nuri de bilirdi derler karısının hovardalığını. Bilirdi ama, kadına dayanamazdı. Sonra iki yıl kadar önce, kadın, üç çocuğunu da, Nuri'yi de, Hakkı'yı da bırakıp kaçtı. Türlü laflar duyduk arkasından. Kaynına konuk gelen bir Akhisar'lıya kaçtı dediler. Aydın'a gitti dediler. Genelevlere düşmüş, İzmir'de dediler. Kadın nereye gittiyse gitti. Nuri o sıralarda en büyüğü beş yaşında kızı, onun ikişer yaş küçüğü, iki oğluyla kaldı. Şimdi çocuklara sözüm ona, N uri'nin büyük kızı bakar. Konukomşu çocuklara eskilerini verirler, arada birer kap yemek gönderirler, şöyle böyle yardımda bulunurlar ama, analık edemezler.
Ablası koştu. Oğlanı kollarının altından tutup kaldırdı. Sonra büyük bir taşbebeği kucaklar gibi, kardeşini kucaklayıp kapılarının eşiğine oturdu. Çocuğu iki yana sallamaya başladı.
Nuri'nin karısını iyice gözümün önüne getireyim diyorum ama, olmuyor. Pek az şey geliyor kadından aklıma. Eve girip çıkarken, şöyle gözlerinin içi işıl ışıl, kapılarının arasından görünürdü. Yüzü gülerdi hep. Çocuklarını sabahtan sokağa salardı gitsin. Bazan da şarkı söylediğini duyardım. Hepsi o kadar . . .
Ne tuhaf! İnsan kapı komşusu üstüne bile bazan bir şey bilmiyor. Nuri'yi desen, onu da ancak o kadar tanıyorum. Sabah, omuzunda kazma, arkasında keçisi evden çıkar; akşam omuzunda kazma, koltuğunun altında bir demet ot, arkasında keçisi eve dönerdi. Arada bir karşılaşırsak : "Ne var, ne yok bey?" derdi. "Ne yazıyor gazete?" Eli-
AKLIM ARKADA KALACAK 135
ne hiç gazete almamış, okumai yazma bilmeyen biri size gazetede ne yazıyor diye sorarsa ne anlatırsınız önce ona? Bulup seçemezdim söyleyeceğimi. "Şundan bundan" derdim kısaca. Gayet ciddi başını iki yana sallardı. "Acayip! ." derdi o Boşnak şivesiyle, "Muharebe var mı? Muharebe?." "Yok", derdim. "Yeni bir muharebe yok. Habeşistan'da vardı. Bitti." Hayreti büsbütün büyürdü. Alt dudağı uzar, başını iki yana sallardı gene. "Acayip! " diye yinelerdi. "Vardır muharebe. Dünyada olmaz muharebesiz."
Balkan savaşının bitimi çocukluktan çıktığı yıllara rastlamış Nuri'nin. Osmanlı ordusu yenik düşünce, Sırbistan'da, çoğu Müslümanlar dağa çıkmış o dönemde. Nuri'nin de o sırada eline bir mavzer tutuşturan tutuşturmuş. Sonra nasıl olduğunu anlamadan, Suriye cephesinde, Galiçya'da, Kafkaslar'da on yıla yakın bırakmamış elinden o mavzeri Nuri.
Ben savaş yok deyince Nuri'nin nasıl hayret içinde kaldığını ansıyorum. Sanki bu kadar yıl savaştıktan sonra işin neye bağlandığını düşünür düşünür bulamazdı. Başını iki yana sallardı gene, "Acayip!"
Nuri'den de bütün hatırladığım bu işte! Sadece Nuri ile karısı mı, böyle yarımyama
lak ansıdığım? Sahi. Kimler gelip geçti bizim şu sokaktan. . Hiç unutmam, ben beş altı yaşında çocuktum. Sokağın başındaki iki katlı yapıda elektrik fabrikasının makinisti Halit otururdu. Yapının alt katı Makinist Halit'in atölyesiydi. Üst katı evi. Sokağın bütün çocukları atölyenin kapısı
1 3 6 KENTE İNEN KAPLANLAR
önünde birikir, onun çalışmasını seyrederdik hayran hayran. Bazan elinde anahtarlar, aletler, atelyesinin kapısı önüne getirilen bir otomobilin altına girer, uğraşır, uğraşır, sonra alnının terini elini ntersiyle silerek otomobilin altından çıkardı. Az sonra otomobili getiren adama, "Nasıl?" dediğini duyardık, "Tamam mı?" Adam : "Tamam Halit usta" derdi. "Sen bilirsin."
Halit usta ilk yıl bekardı. Yalnızdı. Sonra günün birinde evinin penceresinde esmer bir kadın başı göründü. Mahallenin kadınlarının, oturma odamızda toplandığı uzun kış geceleri, hiç unutmam kadınlar, önlerinde kuru yemiş tabakları, fincan oynar, çığlıklar, kahkahalar atarlardı. Annem ne kadar zorlarsa zorlasın, böyle gecelerde yatmak istemezdim. Öteki kadınların aksine, incecik, çiçek sapı gibi bir kadındı o. ''Gel" derdi çok geçmeden : "Fincanı beraber saklayalım". Alabildiğine sevinirdim. Odanın bir köşesinde o, daha ondan yana iki üç kadın, başlarını, fincan tepsisini bir örtüyle örterler, b'eni de aralarına alırlar, yüzüğü fincanlardan birinin altına saklardık. Sonra bütün gece beni yanından ayırmazdı.
Kasabanın elektrikleri saat onikide sönerdi. Saat onikiye doğru elektrikler, üç kez arkası arkasına çabuk çabuk yanıp sönerdi. Bütün kadınlar atarlardı kahkahayı, "Mualla hanım, Halit bey seni çağırıyor!" Hafif omuz silkerdi o, "Beklesin biraz. Kaçmadım ya!."
Bilirdik ki Mualla hanım yarım saat daha oturursa, saat onikiyi geçse de elektrikler sönmez. Yalnız Halit ustanın işaretleri sıklaşır, bazan bir
AKLIM ARKADA KALACAK 1 3 7
dakikadan fazla elektrikler sönük kalır, yine yanardı. Sonunda gülüşmeler, şakalar arasında misafirler kalkar, dağılırlardı.
Sonra bir gün sokakta oynarken, baktık, sokağın çıktığı cadde üzerinde Halit ustanın evinin köşesinde bir otobüs durmuş, korna çalıyor. Halit ustanın evinin üst katına çıkan kapı açık. Kapının içinde Halit usta ile Mualla teyze sıkı sıkı sarılmışlar birbirine, dudakları kenetlenmiş bir türlü ayrılamıyorlar. Otobüsün şoförü az bekleyip basıyor kornaya yine. Onlar ayrılır gibi oluyorlar. Mualla teyze yine geri dönüyor. Birbirlerine atılıyorlar. Birbirlerinin yüzünü gözünü öpücüklere boğup, yine dudak dudağa kalıyorlar. Ben, yanımda doktor yüzbaşının kızı Feriha, daha yanımızda bir yığın çocuk, kapının önüne yığılmışız. Farkında değiller. Mualla teyze tam yine kapıdan çıkmaya davranırken bizi görüyor. İkisi de gülüyorlar. Halit usta : "Mektup yaz" diyor. "Gider gitmez yaz" Mualla teyze : "Bekletme sen de" diyor, "hemen gel!" Otobüsün yardımcısı "Hadi" diyor, "çabuk olun". Şoför kornaya basıyor. Mualla teyze bizlere el sallayıp otobüse doğru ilerliyor.
Sonraları oynarken Feriha ikide birde bana : "Sen Halit usta ol, ben Mualla teyze olayım" diyor. Tabii otobüsün de acele etmesi li'ızım. Bizden daha küçük bir çocuk, ağzıyla korna çalıyor. Sarılıyoruz Feriha ile birbirimize. Sonra ne yapacağımızı bilmiyoruz. Dudaklarımı Feriha'nın dudaklarına iyice yapıştırıyorum. İkimiz de az sonra boğulacak gibi oluyoruz. Feriha arada bir "Dur, yavaş," diyor. "Hadi şimdi". Ayrılmışken kollarını
1 3 8 KENTE İNEN KAPLANLAR
yine boynuma uzatıyor. Oyunun her sefer sonunda, Feriha'ya "Mektup yaz" diyorum, "Gider gitmez yaz .. " O da : "Sen de bekletme!" diyor, "çabuk gel!"
Halit ustayı, Mualla teyzeyi, Feriha'yı, daha uzun ansımaya çalışıyorum. Nafile! Halit ustadan açık mavi bir çift göz, yağlı bir tulum kalmış aklımda. Mualla teyzeden bir demet dalgalı, siyah saç. Feriha'dan pembe beyaz yanaklar, kuru ot kokusuna, yaz akşamları duyulan kokulara benzer bir koku ansıyorum.
Daha aşağıda, pancurları açık maviye boyalı, o beyaz badanalı evde Melahat ablalar otururdu. Yaşlı babasının biricik kızı Melahat abla. Tek katlı evin sokağa bakan odası Melahat ablanındı. Sokak pencereleri önünde, bir duvardan bir duvara uzanan, üstü tek karışıksız, saçakları dantelli beyaz örtülerle kaplı, kenarlarında Melahat ablanın kendi eliyle işlediği yastıklar dizili minder. Ovula ovula aşınmaya yüz tutmuş pırıl pırıl döşeme tahtaları. Minderin önünde küçük, tertemiz bir kilim. Daima taze badanalanmış duvarlarda kartpostallar. Melahat ablanın ilkokul anıları .. Üzeri beyaz işlemeli örtülerle kaplı tahta bir masanın üstünde ucuzundan bir ayna ile krepon kağıdından yapma güller.
Okula yeni başladığım yıllarda Melahat abla alırdı beni karşısına, elişleri ödevlerimi yapar, derslerimi anlatırdı bana. Pabuçlarımı odanın kapısında çıkarırdım. Minderde, pencerenin önünde, onun dizleri dibine oturur, onun hünerli ellerini seyre dalardım.
AKLIM ARKADA KALACAK 139
Melahat ablaların evlerine karşı piyade taburunun tavlası vardı. Piyade subaylarının binekleri, makineli tüfek bölüğünün katırları o tavlada dururdu.
Bir yüzbaşı Hayri Bey vardı. İkindi üstleri, ben okuldan çıkıp Melahat ablalara uğradıktan az sonra gelir, tavlanın önünde seyisi bineğini tımar ederken, başında durur, sonra da tavlanın bitişiğindeki arsada, çılbır bağlığıyla bineğini en az yarım saat çalıştırırdı.
Ödevlerimi yaparken Melahat ablanın bakışlarının sık sık pencereden dışarı kaydığını görürdüm. Ben de onun bakışları arkasından pencereden bakar, yüzbaşıyla gözgöze gelince bakışlarını yanakları kızararak önüne eğdiğini görürdüm. Elleri hafif titreyerek saçlarımı okşardı böyle zamanlarda, göğsü kalkıp inerdi.
Bir ikindi vakti okuldan dönerken, sokağa sapınca, yüzbaşının gene bineğini tımar ettirdiğini gördüm. Tavlanın önüne yaklaştığım sırada Melahat ablaların kapısı açıldı. Melahat abla, beline kadar inen saçlarını çözüp taramış, üzerinde beyaz bluzu, lacivert etekliği, elinde bir kitap, kapıdan çıktı. Kitabı sıkıla sıkıla yüzbaşıya uzattı :
- Teşekkür ederim. Çok güzel.
- Korkarım sizi üzmüştür.
Melahat abla üzgün, başını kaldırdı hafifçe : - Ah, zararı yok! Sonu çok acı ama, çok gü-
zel! . .
- Beni de çok üzmüştü okuduğum sırada, dedi yüzbaşı.
140 KENTE İNEN KAPLANLAR
Melahat abla : - Beni de, diyebildi. Sonra kapılarının içine
çekildi. Yüzbaşı o sırada beni gördü : - Merhaba delikanlı! Bize selam vermek yok
mu? Durdum. Başımı önüme eğdim. Yüzbaşı, Me
lahat ablaya sordu : - Sizin ahbap galiba, değil mi? Melahat ablanın karşılığını beklemeden,
önümde ayak burunları üzerinde çömelerek beni hafifçe dirseklerimden tuttu; sonra çenemi, yüzüm yüzü yüksekliğine gelecek gibi hafif yukarı kaldırdı.
- Adın ne bakalım senin? Mırıldandım : - Saim. - Kaçıncı sınıftasın? - İkinc� sınıftayım. - Oooo! Maşallah neredeyse okulu kolayla-
mışsın! Ne olacaksın büyüyünce? Bineğe şöyle yan gözle baktım. Öyle bir atım
olmasını o kadar isterdim ki . . - Subay! Yüzbaşı, ceplerini karıştırdı. Sonunda talim
düdüğünü çıkardı cebinden, güldü : - Saim, bunu sana versem ister misin? Sevinçten kulaklarıma kadar kızardım. Başı
mı, evet, anlamına eğdim. - Al öyleyse . . Düdük benimdi. Uçuyordum. Koşmaya hazır
landım. Yüzbaşı :
AKLIM ARKADA KALACAK 141
- Dur bakalım, dedi, önce öttür bakalım, öttürebiliyor musun? Sonra bırakırım seni..
Bütün soluğumla düdüğü üfledim. Yüzbaşı neşeyle güldü. Saçımı okşayıp :
- Haydi, şimdi, dedi. Serbestsin. Marş marş! . .
Arkamdan, Melahat ablaya, benim için "cin gibi" ye benzer laflar ettiğini duydum.
O yıl, çok geçmeden piyade taburu bizim ilçeden başka ilçeye kalktı. Yüzbaşı Hayri bey de taburuyla gitti. Melahat abla çok mu üzüldü o gidince, bilemiyorum. Yalnız minderde, pencerenin önünde oturmuyordu eskisi gibi. Tavlanın kapalı kepenklerine bakmak benim bile içimi sıkıyordu. Ona sık sık "Melahat abla, subay olacağım" diyordum. Bilmem ne söylemek istediğimi anlıyor muydu? Subay olup onunla evlenecektim. O, on sekiz yaşındaydı o sıralarda. Ben sekiz . .
Daha bize yakın, duvarları sıvasız, kepenkleri boyanmadan bırakıldığı için çürümeye yüz tutmuş evde Hatice nine otururdu. Bahara doğru akşamları babam beş kuruş verir, "git" derdi. "Hatice nineden birkaç baş taze soğanla iki marul al". Tuttururdum beş kuruş az diye. Hatice nineye acırdım ben. Oğlu askerdi. Bahçesine kendi bakardı. Sonunda beş kuruş daha verirlerdi. Bir koşu evden fırlar, Hatice ninenin avlu kapısının ipine asılırdım. Kapının dibinde soluk soluğa seslenirdim :
- Hatice nine! Hatice nine! Kadıncağız iki büklüm evinin yöresi tahta
parmaklıkla çevrili ayatına çıkardı.
142 KENTE İNEN KAPLANLAR
- Annem selam söyledi. Marul almaya gel-dim.
- Al, derdi, kısık sesiyle. Geç bahçeye. Çıkar.
Malta taşı döşeli avlunun sonunda başlayan bahçeyeı geçerdim. Akşamın alacakaranlığında, yeni sulanmış bahçeden, yedi sekiz baş soğan, iki marul kökler, dönüşte Hatice nineye on kuruşu uzatırdım. O her seferinde :
- Az bu kadar, derdi. Üşendin mi kökleme-ye? . .
- Yeter, diyecek olurdum. Elinin tersiyle geri çevirirdi beni : - Siz kalabalıksınız. Verdiğin para da çok.
Git bu kadar daha kökle. Az sonra ben kapıdan çıkarken : - Selam söyle annene, diye seslenirdi. Her
seferinde para göndermesin. Bu kadar yıllık komşuyuz.
Sonra daha yakınımızda İsmet abla ile annesi. Saçları, kirpikleri güneşten sararmış, bir Haziran görünüşü gibi belleğimde kalan İsmet abla.
Günün birinde sözlüsü sekiz yerinden bıçaklamıştı kızcağızı. Adam, gece, eve girip taşlıktaki küpün arkasına saklanmış. İsmet abla ile annesi komşulardan dönüp de yataklarına çekilince, saklandığı yerden çıkıp kızcağıza saldırmış derlerdi. İsmet abla varmak istemiyordu adama. Söz kesen kendisi değil, yakınlarıydı.
İsmet ablayı göremedim bir daha. Bana onun hastaneye kaldırılırken kan kaybından yolda öldüğünü yıllarca söylemediler. Yıllarca taşlıklar-
AKLIM ARKADA KALACAK 1 43
da, mutfak köşelerinde duran küplerin arkasında, eli bıçaklı katiller saklıdır sandım. İsmet ablanın, gecenin içinde, bütün sokağı ayağa kaldıran, "yetişin, yandım!" diye dağılan sesi yıllarca kulaklarımdan gitmedi.
Bizim tenha sokağımızın öteki komşularından da buna benzer kısa karşılaşmalar kalmış aklımda. Ne fena! Aşağı yukarı bizim sokağın insanlarından benim bütün bildiğim bu kadar. Hikaye mi arıyorsun dünyada? Al, işte! Burnunun dibinde. Şu sokağın içinden gözüne ilk ilişen evi seç. Yeter ki gönlünde, o evin insanlarını tanımak isteyecek merakın olsun! Ne işin var uzaklarda?
Evet, işe bu sokaktan başlamalı. Bir yaşta benim bütün dünyam bu penceresinden baktığım evde biterdi. Bir yaşa gelince bu evin kapısından sokağa çıktım. Üç dört ev ötedeki boş arsada çocukların oyunlarına katıldım. Sonra, sokaktan ilçenin ana caddesine, başka sokaklarına, günü gelince de ilçeden ile, oradan başka illere . . .
Okullarda, yolculuklarda, kahvelerde, sokaklarda, devlet dairelerinde, kışlalarda, hastanelerde, bir yığın insan içine karıştım şimdiye kadar. Bir kısmı bizim sokağın insanları gibi yarım yamalak aklımda. Çoğu ile karşılaşınca, adını unuttuğumu anlamasın diye ne yapacağımı şaşırıyorum.
Bir yerde, bir sokakta doya doya kalamıyor ki insan. Daha komşularım kimler? demeye kalmadan, bakıyorsunuz gününüz dolmuş, başka bir eve, başka bir sokağa taşınıyorsunuz. Yahut bahtınıza, başka bir kentin yolu görünüyor. Yoksa
1 44 KENTE İNEN KAPLANLAR
insan, doğru dürüst yanını yöresini tanımaya kalksa, bir eve, bir sokağa çok iyi biliyorum ki ömrü ancak yeter.
Bir saat sonra yola çıkacağım. Neredeyse aşağıdan bizimkiler seslenecekler. Bu gelişimde baba evimde bir ay ancak kalabildim. O da nasıl geçti anlamadım. Yeni makinisti, Melahat ablaların evini satın alanları, Hatice ninenin oğlu ile gelinini, öteki komşularımızı, hiç değilse dört beş ay daha kalabilseydim, biraz olsun tanıyabilecektim. Bizim sokak durgun, sıkıcı gibi görünür tanımayana. Ama, iyi biliyorum ki aylarca da kalsam, benim canım hiç sıkılmazdı. Hem o vakit böyle yola çıkarken, hiç değilse aklım arkada kalmazdı! . .
1 955
GECENİN ŞARKISI
GÖZÜMÜ açar açmaz şarkıyı duymaya başladım. Bir yerlerde söylenip duruyordu. İlk yaz sabahının aydınlığı kaplamıştı odanın içini. Hani o gün -lerin bol ışıklı günlerinin, bahçe duvarları, karşı evlerin çatıları; pencerelerimiz önüne gelen ağaçlar gerisinden kırıla kırıla gelen, gene de gücü eksilmeden evlerimizi şenlendiren aydınlığı..
Şarkıyı daha yakından duymaya başladım. Yattığım yerden, başımı yatağımın soluna düşen pencereye çevirdim. Gece perdeleri çekmeden yatmışım. Bahçedeki çamın dalları arasında dolaşan sabah güneşi, üst katın balkonunda asılı bir çift kadın çorabı, gittikçe aklaşan bir mavi gök. .. Olsa olsa onlardı söyleyen şarkıyı. . .
Sevindim günün böyle başlamasına. Yine odama döndüm. Kulak verdim. Şarkı
daha yakından geliyordu şimdi. Baktım : ceketim sandalyenin gerisinde asılı. Pantalonum masanın üstünde duruyor. Kravatım ceketimle, gömleğim pantalonumla yanyana. Ayakkabılarımın biri bana biri kapıya bakıyor. Besbelli onlar da tutturmuş şarkıyı. Hay çapkınlar! Gece yamandım an·· !aşılan ..
Evin içinden terlik sesleri geliyor. Mutfakta öteberinin bir yerden alınıp bir yere konulduğunu
146 KENTE İNEN KAPLANLAR
duyuyorum. Çay bardaklarının, küçük kaşıkların gürültüsü. Çaydanlıktan çıkan buharın fısıltısı, şarkıya katılıyorlar . .
Yine kulak verdim. Şarkı içimden içimden geliyor şimdi de. Şarkı yüreğimde. Derken dudaklamın arasında . . . Deminden beri mırıldanıp duruyorum işte :
I love Paris in the springtime I love Paris in the f aıı
Gerisi? gerisini doğrusu bilmiyorum. Duyabildiğim bu kadarı. Şarkı her seferinde buraya kadar gelip yine baştan başlıyor ..
Seslendim : - Anne! Karşılığını beklemeden yine şarkıya kulak
verdim : I love Paris in the falı Gece aralık bıraktığım kapının içinde görün
dü : - Kalktın mı? Fırladım. Boynuna attım kolumu : - Gel canım, seni bir öpeyim. O da beni öptü : - Erken kalktın. Yat istersen. Kapını çeke-
yim. - Saat kaç? - Yedi. - Yedi mi? - Yedi. Gürültümüzden mi uyandın? Kapın
açık kalmış. Güldüm. Beni şarkı uyandırdı diyemem ya?
GECENİN ŞARKISI 147
- Yoo! dedim. Kapımı çeker gibi oldu : - Daha erken. Hadi yat biraz daha . . Hiç mi hiç uykum yok. Ne uykusu? Koşmalı
bağıra çağıra şarkı söylem eliyim . . - Yeter uyuduğum, iyiyim . . Yüzümü yıkamaya geçtim. Banyonun pence
resinden baktım; orada da şarkı söyleyen : ağaçların dalları arasında dolaşan günün ilk ışıkları . . Gittikçe aklaşan mavi gök. . . Sesim çıktığı kadar şarkıya katıldım ben de . .
Mutfağa girdim. Traş olmak için sıcak su alıp döndüm. Tabii şarkı da benimle beraber mutfağa gidip döndü. Küçük kardeşim arkamdan banyonun kapısından daldı :
du!
- Nasılsın? Banyonun aynasında gözgöze geldik : - Aslan gibiyim . . - Kaçta geldin gece? Sabunlanmaya başladım : - Bilmem! Herhalde on iki falandı! İnandıramadım. - Ne on ikisi? Geldin, ardından saat üçü vur-
Daha lisede. Biliyorum, şöyle eli ekmek tutup da, eve istediği saatte girip istediği saatte çıkacağı günlerin gelmesine can atıyor.
- Yanlış duymuşsun herhalde? .. - Ne yanlışı? Benim yatağımın yanından ge-
çerken şarkı söylüyordun! Salondaki divanda yatar o. Odama onun ya
tağı yanından geçilir. Haklı. İyice ansıdım. Ger-
148 KENTE İNEN KAPLANLAR
çekten de yatıncaya kadar şarkı dilimden düşmedi dün gece . . .
- Duydun mu? - Kapıyı açtığını duydum. Daha kapıyı açar-
ken şarkıyı mırıldanıyordun . . . Jilet makinesini aldım elime. Keyfim yerin -
deydi. - Özür dilerim. Uyandırmak istemezdim se-
ni ama, olan olmuş bir kere. Güldü gene. İtibarım gözünde artmış olmalı : - İyiydin dün gece! - Elbet iyiydim. - Ne kadar içtin? - Bilmem. Saymadım. - Sallanmıyordun ama .. . - Niye sallanayım ? Bulamadı karşılığını. Güldü : - Çok hoştun dün gece. Gülüyordun hep.
Açılmış mıyım diye baktın ... - Peki. Bırak da traşımı bitireyim. Aynadan gittiğini gördüm. Jilet makinesini, temizlemek için, traş tasına
her batırışımda şarkıya başladım yeniden : I ıove Paris . . . Annemle ikisi kahvaltı masasına oturmuşlar,
çayları boşaltmışlar . . . Şarkı söyleyerek içeri girdim. Yerime oturdum.
Annem hiç sebebini aramadı sevincimin. Yüzüme baktıkça onun da yüzünün güldüğünü görüyordum. Kardeşim illaki öğrenecek!
- Abi, nerelerdeydin dün gece? - Hiç, Nihat'la beraberdik!
GECENİN ŞARKISI 1 49
Nihat, evdekilerin tanıdığı yakın bir arkadaşım. Şarkıyı mırıldanıyordum hala! I ıove Paris . . . Dün gece, aklıma geldikçe güleceğim geliyor. Nihat'la beraberdik. Önce bir lokantada oturduk, iç-tik. Niyetimiz bir iki kadeh içip karşılıklı laf atmaktı başlarken. Sonra ben bir kadeh daha dedim. Bitti. Bu sefer Nihat birer kadeh daha dedi. Lokantadan çıktık. Saat hala on buçuk. Ben erken dedim. Nihat erken dedi. Şöyle bir faytonla Kordon'a kadar uzanalım dedik. Ordan Sibel'de kim var kim yok bakalım dedik. Biraz oturduk. Derken, baktık masamızda iki kadın. Onlar şampanya içiyor, biz rakıya devam. Dans ediyor, kaşını gözünü yara yara Fransızca konuşuyoruz.
Kadının yanağı yanağımda, kulağımın dibinde orkestraya uyarak şarkı söylediğini hatırlıyorum :
I love Paris in the springtime Soruyorum : - Yeni mi bu şarkı? - Yoo! Ama yeni sayılır. - Çok güzel! Çok sevdim. Sözleri nasıl? Kulağımın dibinde mırıltısına devam ediyor : - Dinleyin :
I ıove Paris in the . . .
Şarkıya katılıyorum :
- I ıove Faris . . .
Yanağını yanağımdan ayırıp, yüzü yüzüm hizasında, dudaklarıma bakıyor :
- N on Pari! Peris.
Yineliyorum :
150 KENTE İNEN KAPLANLAR
- Non, diyor gene. E ile A karışığı bir Peris deyişi var ki, onu büsbütün güzelleştiriyor.
Söylemeye çalışıyorum. - Tamam! diyor, bu sefer Türkçe sevimli ka
çan bir şive bozukluğuyla. Şarkının gerisine geçiyor : In the springtime.
Şimdi de springtime demekte güçlük çekiyo-rum.
- İngilizce hiç bilmem, diyorum. - Öğretiyorum işte! Öğrenin. Danstan sonra yerlerimize dönüyoruz. Şarkı,
kadının, arkadaşımın, arkadaşımın yanındaki kadının, benim dilimizde hala. Kadehlerimize el atıyoruz. Kadehimi yerine bırakırken soruyorum :
- Ne demek sözleri? Kadın açıklıyor : - Paris'in baharını severim. Güzünü severim.
Böyle gidiyor işte . . . Ne güzel şey şu şarkılar! Bütün dillerden gü
zel! Birbirimizin dilinden iyi anlamasak da zarar yok. Şarkılar imdada yetişiyor!. . Şarkı söylüyor, pekala anlaşıyoruz işte. . . Bir ara bütün salonun şarkıyı bir ağızdan söylediğimi ansıyorum.
Çayımı karıştırırken şarkı gene dudaklarımda :
I love Paris in the . . . Kardeşim atıldı : - Yeni! mi öğrendin bu şarkıyı? Kadının söylediği geldi aklıma : - Yoo! Ama yeni sayılır ... - Senden ilk bu sabah duydum .. . Şarkıya başladım :
GECENİN ŞARKISI
I ıove Paris in the . . . - Güzel değil mi? __. Pari değil Peris.
1 5 1
- Tamam, dedim. Yanlış söyledim. Fransızcadan dil alışkanlığı ne de olsa! Peki, sen nereden biliyorsun?
Elini sallayarak güldü : - Ohooo! Hani bu şarkı çıkalı! Eskidi ner
deyse! Plağını üç aydır Erol'larda çalıp duruyoruz . . .
Şaşırdım : - Sahi mi? - Sahi tabii. Bütün İzmir biliyor. Keyfim kaçtı. - Ben daha dün gece duydum. Övünüyordu adeta : - Tabii. Nereden duyacaksın? Bir yere çıktı
ğın yok ki! Her gece evdesin ... Dalgınlaştım. Annem söze karıştı : - Haklısın. Yorgun geliyorsun. Geceleri an
cak dinlenmene yetiyor. Şarkıların peşinde dolaşacak vaktin yok senin.
Kardeşime baktım. Tam, pikaplarla, radyolarla uğraşacak çağı. Onun yaşında yatılı okulda sandalyelerle dans ederdik. Nasıl da yetkiliydi bu konuda :
- Arada bir çıksan, hepsini duyarsın. Daha ne şarkılar var ...
Hüzünlendim.
- Görüyor musun? dedim anneme. Şarkılar çıkıyor, eskiyor, haberim bile olınuyor ...
1 5 2 KENTE İNEN KAPLANLAR
Yemek odasının penceresının dışında gene o yumuşak sabah aydınlığı. .. Gittikçe aklaşan mavi gök... Ne tuhaf! Şarkıyı duyamıyordum artık! Duysam da öyle hafif, öyle belirsizdi ki. . .
1 95()
K A1 Y B O L A N
ERKEK kapıyı açtıktan sonra geri çekildi. Geçmesi için karısına yol verdi.
Ellerinde küçük yol çantaları, bavullarıyla eve girdiler.
Bir tuhaftı evin içi. On gündür insansız kaldığını belli eden bir hava, bir yabancılık kokusu sinmişti her köşesine.
Kadın salonun bahçeye bakan pancurlarını açtı. Nisan başlarında bir ikindi üstünün hızı geçmiş güneşi eşyayı aydınlattı.
- Şu hale bak, dedi. Dört bir yan toza bulanmış. Ev bu durumdayken imkanı yok rahat edemem. Hemen kolları sıvamam gerek.
Erkek salondan yemek odasına geçti. Odanın pancurlarını açarken karşılık verdi :
- Gelir gelmez iş çıkarma başına Allahaşkına. Bir nefes alalım da sonra.
Kadın pardesüsünü çıkarıp astı. Sobayı yakmak için hazır lığa başladı.
- Ev berbat olmuş! İyi ki döndük! Beş on gün daha kalsak kim bilir ne duruma gelirdi? ..
Erkek yöresine baktı bir daha. Bu ev, tertemiz, sıcacık, pırıl pırıldı her ansıyışında. Şimdi ise, bu durumuyla bütün eşyaları çok eski bir za-
154 KENTE İNEN KAPLANLAR
mandan kalmış gibi yabancı, anlamsız, soğuk geliyordu ona.
Karısı bir sepet odunla geldi : - Ben bayağı yadırgadım evi! Sen? Yardım için karısına yaklaştı : - Ben de. Sanki hiç oturmamış gibiyiz bu
rada . . . Az sonra sobanın yakılması, salonun, yemek
odasının, mutfağın pancurlarının, perdelerinin açılması bitti. Günlük yaşayışlarının yıllardır alışık oldukları ışığı kapladı evin içini. Sobanın çıtırtıları başladı.
Erkek : - Akşamı düşündün mü? dedi. Ne yiyeceğiz? Kadın : - Bilmem ki? dedi. Hiçbir şey yok evde! Bir
şeyler al gel istersen. - Ne alayım? Söyle de ona göre. Bilirsin çar
şı işine hiç aklım ermez.
Kadın, mutfaktan alıp geldiği fileyi erkeğin eline tutuşturdu :
- Mutfak bomboş. Bu saatte ne bulursan al. Pirzola, ekmek, peynir, yumurta, marul, limon, ne bulursan al işte. Fileyi doldur. Ben de evi toplayayım. Sen yokken daha iyi çalışırım.
Erkek, elinde file çıktı. Kadın çarçabuk temizliğe girişti onun ardından. Salonun, yemek odasının tozunu aldı. Süpürdü. Mutfağın fayanslarını sildi. Çantaları açıp kirlileri ayırdı.
Erkek bir saate yakın bir süre sonra, güneşin kavuşmasına yakın döndü. Fileyi, aldıklarını,
K A Y B O L A N 155
mutfaktaki masanın üstüne bıraktı. Kadın geldi. Fileyi boşaltmaya, gelen paketleri açmaya başladı. Pirzolayı, peyniri, limonları, yumurtaları, derken pirzola paketine benzer başka bir paketi ayırdı. Eliyle yokladı. Burnuna götürdü :
- Bu ne? Erkek : - O mu? dedi yaklaşarak. Ciğer aldım. Ke-
diye. Kadın paketi masaya bıraktı : - İyi düşünmüşsün. - Nerelerde? - Ayvaz mı? - Ayvaz tabii! . . - Çıkar gelir herhalde. Erkek mutfak penceresinden yan yan dışarı
baktı : - Hiç mi görünmedi? - Görünmedi.
Adam bu sefer mutfağın bahçeye açılan kapısını açıp çıktı. Seslendi :
- Ayvaz! Ayvaz, gel, pisi pisi . . .
Bahçeyi seslene seslene dolandıktan sonra mutfağa döndü. Öteberiyi dolaba yerleştiren karısının yanında durdu :
- Merak, etmiyor musun?
- Etmez olur muyum? Ediyorum ama, bu mevsim onların hovardalık mevsimi. Evde durmazlar pek. Gelir nerdeyse, diyorum.
Adam, gözleri mutfak penceresinden dışarda, mırıldandı :
1 56 KENTE İNEN KAPLANLAR
- Tuhaf! Her gelişimizde, sinemadan, gezintiden dönüşümüzde kapıda ayaklarımıza dolanırdı. Böyle görünmeyişi tuhaf gelmiyor mu sana?
Kadın marulları yıkamak için musluğa yaklaştı :
- Tuhaf olmasına tuhaf tabii! Ayvaz hiç gecikmezdi. Ama on gündür hayvan yalnız. Elbet bir başının çaresine bakmıştır. Benim nerelerdeyse çıka gelir gibime geliyor . . .
Adam karısına döndü yine : - Biliyor musun? Hiç iyi yapmadık hayvanı
öyle ortada bırakıvermekle. Hiç değilse komşulara emanet edecektik. On gündür hep sana soracaktım. Canın sıkılmasın diye anmadım. Başına bir şey gelmesin hayvanın?
- On günde ne gelecek başına? Bir yerlerde takılmış kalmıştır herhalde. Şimdi neredeyse çıkar gelir . . .
Adam sıkkın, somurttu : - Gelecek olsa gelirdi! Nafile! Bana gelmez
gibi geliyor . . . Kadın ortadan yarıya böldüğü iki marulu,
yapraklarını aralayarak, musluğun altında iyice yıkadı. Büyük bir tencereyi suyla doldurup marulları içine bastırdı. Tencereyi kaldırdı. Kocasına döndü :
- Kocaman çocuksun sen! Hep üzüntü arar-sın.
Sonra da kocasını elinden tutup mutfaktan dışarı çıkardı :
- Hadi, yardım et de bavulları yukarı çıkaralım. Bu patırdı kalksın.
K A Y B O L A N 1 57
Salondan üst kata çıkan merdiven başında duran iki: bavulu erkek, küçük iki yol çantasını da karısı aldı. Yatak odasına çıkarıp, elbise dolabının önünde yere bıraktılar. Adam karyolanın kenarına ilişip oturdu. Kadın pencerenin perdelerini açtıktan sonra kocasına döndü :
- Oh! Nasıl özlemişim odamızı!
Gün kavuşmuştu artık. Odanın içi alacakaranlıktı. Kocası susuyordu. Gelip kocasının yanın-ı oturdu. Elini omuzuna koydu :
- Sen özlemedin mi? Söylesene! - Özledim elbette! Kadın konuyu değiştirdi : - Kimseyi gördün mü dışarda? - Suat'a rasladım. - N asıllarmış?
- İyilermiş. Yorgun değilseniz akşama ye-meğe bize gelin, dedi. Karısı çokı özlemiş seni.
- Ne dedin? - Sen istersen gideriz, dedim. - Gidelim mi? - Bilmem? Kadın kalktı. Derin bir soluk alarak gerindi . - Öyle yorgunum ki! Gitsek, sofra gürültü-
sünden kurtulurum. Ama şimdi sokağa çıkmak da ayrı dert!
Sokağın ışıkları yandı o sırada. Erkek de kalktı. Pencereye yaklaştı. Kadın elektriği açtıktan sonra pencere önüne geldi. Perdeleri kapad1. Hala pencerenin kenarından sokağa bakan kocasının başını çenesinden tutarak kendine doğru çe-
158 KENTE İNEN KAPLANLAR
virdi. Ellerini alıp, kendi beline doladı. ·Adamın göğsüne iyice sokuldu.
- Biliyor musun? dedi, tatlı bir sesle, bir haftadır çok yorulduk! Bittim akrabadan akrabaya, tanıdıktan tanıdığa koşmaktan! .. Şu saati öyle özlemiştim ki! N'olursun üzme kendini . . .
Sarmaş dolaş, öylece bir iki adım atıp yatağın kenarına iliştiler yine.
. ' şıne. Canım iyice sıkıldı şu Ayvaz'ın gelmeyi-
Hadi unut onu artık! Nasıl olsa gelir. Bir şey olmamıştır merak etme. Kediler yedi canlıdır derler.
Adam karısının saçlarını okşuyordu yavaş yavaş.
- Sanmam! Gelse gelirdi . . .
Kadın, kocasının dudaklarına hafif bir öpücük kondurdu. Gözleri ışıl ışıldı :
� Canım, dedi. Ne iyisin! Daha uzun bir öpüşü denediler. Sonra birbiri
nin yüzüne bakakaldılar bir süre. Kadın toplanan etekliğini eliyle düzelterek kalktı :
- Suat'lara gitmeyelim istersen? - Sen bilirsin. - Canın sıkkın. Bilirim orada da oyalanamı-
yacaksın. Erken yatarız daha iyi. Adam da kalktı : - Fena olmaz. - Hadi istersen bakkaldan telefon et, gel.
Gelemeyeceğimizi söyle. Ben de sofrayı hazırlayayım.
K A Y B O L A N 1 59
Alt kata indiler. Adam telefon etmek için çıktı. Yemek odasının önü küçük bir balkona açılırdı. Saksıları vardı orda. Kadın sofrayı kurdu. Sonra da on gündür susuz kalan çiçekleri sulamaya çıktı balkona.
Bitişik evde balkonlarına bakan bir pencere açıldı. Evin kadını pencerede göründü :
- Hoş geldiniz kuzum! Nerelerde kaldınız? - Hoş bulduk canım! - Ne zaman geldiniz? - Biraz önce. Bir iki saat oldu. - Pek yalnız kaldık doğrusu sizsiz. Özlettiniz
kendinizi! -· Biz de sizleri özledik! - Çok kaldınız mı İstanbul'da? - Topu topu on gün işte! Yolu da sayarsan. - Bir şey değil doğrusu. Gezdiniz, eğlendiniz
mi bari? - Yorgunluk işte! Kalabalık, gürültü. İnsan
eğlendiğini anlamıyor ki! . . -- Bizim de niyetimiz var yaza . . . - Daha iyi edersiniz. Biz hiç iyi yapmadık
şimdi gitmekle. Hep soğuk, yağmurlu gitti havalar . . .
- Sorma canım! Burada da öyleydi. İki gün-dür düzeldi.
Kadın sözü değiştirdi : - Kuzum bizim Ayvaz gözünüze ilişti mi hiç ? - Niye sordun? - Görünürlerde yok da . . - Üç gün önce gördüm o soğuklarda. - Nerede?
160 KENTE İNEN KAPLANLAR
- Kapının önünde. Güneşte büzülmüş titri-yor gibiydi.
Kadın meraklandı : - Hasta mıydı dersin? - Çağırdım. Bir şeyler döktüm yiyecek. Gel-
medi. Hasta olmalı herhalde. - Büsbütün dert oldu içime şimdi. Bir şey
olmasın hayvana . . . Komşu kadın omuzlarını kastı : - Bilmem. Bir daha görmedim. İnşallah ol
mamıştır! - Geldiğimizden beri meraktayız. Nerede
aramalı bilmem ki! ? - Yaa! Vah vah! - Turgut çok üzülüyor. Ben üzüntümü saklı-
yorum, o biraz rahatlasın diye . . . - Yazık! üzülmeyin, gelir inşallah! Sokak kapısının açıldığını duydu. Kulak ver-
di. Kapının kapatıldığını duydu şimdi de. - Turgut geldi galiba, dedi. İyi akşamlar! İçeri girmek için geriledi. - İyi akşamlar! Komşusu penceresini kapadı. Kadın yemek
odasına girdi. Kocası sordu : - Ayvaz geldi mi? - Gelmedi daha! Kocası başka bir şey sormadı. Kadın yemeği
getirmek için mutfağa gitti. Yemekte, yemekten sonra yatak odasına çı
kıncaya kadar Ayvaz'ın sözünü açmadılar bir daha. Saat sekizi, sekiz buçuğu, dokuzu vurdu. Kadın birkaç kez, bir bahane uydurup, mutfağa ka-
K A Y B O L A N 161
dar, Ayvaz geldi mi diye gidip baktı. Erkek her cigara yakışta, kalktı, bahçeye, balkona açılan kapıların önünde durdu. Camlardan dışarıda Ayvaz geldi mi diye arandı. Kulakları sesteydi ikisinin de. Duydukları en küçük gürültüde, ikisi de gözlerini pencereye dikiyor, Ayvaz'ın sırtını kamburlaştırarak, cama sürünmesini, pencereyi açmalarını beklemesini görür gibi oluyorlardı.
Saat dokuzda kadın : - Ben yatacağım, uykum geldi, dedi. Kalktı. Erkek : - Peki, dedi. Beraber çıkalım. Yatak odasının elektriğini açıp kapısını kapa
dılar. Hiçbir şey konuşmadan pencereye doğru ilerledi ikisi de. Erkek perdeyi ucundan aralayıp bir daha dışarı baktı. Sonra perdeyi elinden bıraktı.
Kadın çoraplarını çıkartırken : - Haklısın, dedi. Biri eksilmiş gibi sanki ev
den! .. Erkek pencereden ayrıldı. Ceketini çıkardı.
Sandalyenin gerisine astı : - Aslında da öyle. Üç canlıydık bu evde ... - Çok üzüldüm. Akşamdan beri kendimi zor
tuttum. - Yüzünden, sesinden belliydi. Sen benden
çok severdin Ayvaz'ı. Kadın gece lambasını yakıp elektriği söndür
dü. Elbisesini iki eliyle eteklerinden tutarak başının üstünden çekip çıkardı. Geceliğini giydi. Yatağa girdi.
1 6 2 KENTE İNEN KAPLANLAR
- Mutfakta yemeği hazırlarken hep ayaklarımın dibinde dolaşıyor sandım.
Erkek pijamalarını giyiyordu henüz : - Ben de yemekte masanın altında arandım
hep . . . - Sofrayı kaldırırken, tabakları mutfağa gö
türürken hep yanım sıra geliyor gibiydi. - Koltuğa, divana bakınca, sanki kıvrılıp
yattığını görür gibi oldum bütün gece ... Kadın yorganı göğsü hizasına çekerek yatağa
yerleşti : - Ben de . . . Çok acıdım. Bir insan kadar acı
dım . . . Erkek gelip karısının yanına uzandı. Kısa bir
sessizlik geçti aralarında. Az sonra erkek sessizliği bozdu :
- Kaç yaşına kadar yaşar kediler? Kadın gözkapaklarını kısarak az düşündü : - Bilmem? dedi. Ama on yıldan uzun yaşar-
lar herhalde. İkisi de yine daldılar. Erkek : - Öyle ya, dedi, on onbeş yıl yaşarlar ... Kadın yineledi : - Herhalde! - Ayvaz daha altı yaşındaydı! - Vakitsiz ölebilir! Ama belki de ölmemiştir. Kısa bir sessizlik daha geçti aralarında. - Kimbilir? dedi erkek. Orasını hiç bilmeye
ceğiz. Cins kediler ölüsünü göstermez ... Karısının üstünden uzanıp gece lfımbasını sön
dürdü. 1 956
BUNLAR HEP ANI OLACAK
194 . . . KIŞINDA kahverengi yün eldivenlerim vardı. E . . . pazarında bir köylüden seksen kuruşa satın almıştım. Benim iri, kemikli ellerimi bütün kış sıcacık tuttular.
O kış İsmet Paşa mahallesinde üç kişi bir oda kiralamıştık. Yere serili üç yatağı ancak sığardı. Öyle soba moba ne gezer! Ayda on sekiz lira kira verir, her aybaşı bu küçücük odanın on sekiz lira nesine diye şaşardık. Fakat doğrusu fazla hayıflandığımız da yoktu. Ömrümüzün sonuna kadar o odada oturacak değildik ya... Yalnız arada sırada küçüklüğü neyse, bari her yanı böyle kalbur gibi olmasa derdik. Sanki Çanlprı dağlarından kalkan rüzgarlar o hızla soluğu bizim odada alırlardı. Pencere kenarlarını kağıtla sıvamıştık. Ama ne de olsa ahşap ev, soğuk, ne yapsak girecek bir yerini bulurdu. İnsan sabahları evden çıkarken ısınmazsa, bütün gün ısınmazmış derler. Doğru olacak. Zaten yediğimiz, içtiğimiz neydi sanki? Benim gibi yirmi beş, otuz liralık geliriyle okuyan bütün Üniversite öğrencileri bilir : Sabahları çay, simit ; öğleyin üçüncü sınıf bir lokantada az pilav, kuru fasulye; akşamları da çorba, ıspanak, hazan da
164 KENTE İNEN KAPLANLAR
hoşaf. Buna benzer ödemesi 17,5 yahut 22,5 kuruşu geçmeyen cinsten yemekler. İnsan nasıl üşümesin?
Fakat o kış, önceki kışlardan daha az üşüdüm. Burnum, kulaklarım donuyordu. Fakat ellerim hiç donmuyordu. Ellerimi ceplerime bile sokmuyordum. Fakülte, odadan yirmi dakika sürerdi. Yolda giderken hep düşünürdüm : Ellerimin donmamasını eldivenlerime borçluyum. Sonra iki elimi birleştirir, soluğumun bütün sıcaklığını avuçlarımın içine hohlardım. Yün eldivenlerimin örgüleri arasından tatlı bir sıcaklığın, ta bileklerime, dirseklerime kadar yürüdüğünü duyardım ... Arkasından soluğum yavaş yavaş buğulanır, eldivenlerimin üstünde çiğ tanecikleri gibi küçük, parlak damlacıklar belirirdi. Kış güneşi o küçük damlacıkların dünyasında, sanki ayna kırıklarına düşmüş gibi, ışır dururdu. İçimi bir sevincin sardığını duyardım. Ah, bunda sevinecek ne var demeyin. İnsan on dokuz yaşında olduktan sonra sevinmesine sebep mi arar?
Hem bana memleket sevgisi sanki o yün eldivenlerden geçti. Bilek yerine gelen beyaz halkanın üstüne işlenmiş çiğ yeşil, pembe çiçeklere bakardım. İçimden bir coşkudur taşar, o eldivenleri ören vatandaş kadına mektup yazacağım gelirdi. Ne temiz, ne arı beğeniydi o! O kadın bu renkleri, bu çiçekleri belki de hiç düşünmeden, tadına varmadan yan yana getirir örerdi. Anası ona öyle öğretmişti de ondan. Bitkisel boyalar alışkanlıkla kaynatılır, yün külfet diye eğirilirdi. Ama ben o renklerde yurdumun bayırlarını boylu bo-
BUNLAR HEP ANI OLACAK 165
yunca uzanmış görür, kırda gelişmiş vatandaş gönlünün açıklığını okurdum.
Üç kişi bir oda kiralamıştık, dedim. Selim'le, Asım, benden bir sınıf ilerdeydiler. Selim E. . .'den komşumuz olurdu.. . Asım'la liseden arkadaştık. Akşamları hazan pastanelerde ders çalıştıktan, bazan kahvelerde oyalandıktan sonra, eve döner: acele soyunup yataklarımıza girerdik. Canımız hemen uyumayı hiç istemezdi. Ev sahibi arada sırada sobasından çıkan ateşi bir mangala doldurur, kapımızdan uzatıverirdi. Ne güzel hediyeydi o ! . . O küçük mangalın gelişinden sonra, başkaları ne söylerse söylesin, kendimi ev sahiplerinin iyi insanlar olduğunu bütün dünyaya karşı savunmaya hazır duyardım.
Bir kez hiç unutmam, Selim'le yarım kilo elma, üç tane portakal alıp eve gelmiştik. Asım yatağı içinde kitap okuyordu. Oda ev sahiplerinin verdiği mangalla ısınmıştı. Selim'le mangalın başına oturduk. Elmaları, portakalları soyduk. Kabuklarını da ateşe attık. Kağıtlı olduğu için, pencereleri hiç açılmayan odanın havası yalnız kapıdan değişirdi. Yanan kabukların güzelim kokusu az sonra odayı kaplayıverdi. Yarabbi, elma kabuğu ne güzel kokarmış da bilmezmişim! O güne kadar hiç mi farkına varmamışım! Bendeki keyfi görmeliydiniz. Belki kırk kez, "Bak Selim", dedim, "ne güzelı kokuyor", "Duyuyor musun ama?", "Asım sen de duyuyor musun?"
Selim her söyleyişimde, "Sahi, sahi" demekle, yahut başını eğmekle karşılık verdi. Ah canım Se-
166 KENTE İNEN KAPLANLAR
lim'ciğim, ne şeker çocuktu! Asım bir seferinde "hı. .. " diye bir ses çıkardı. Sonra, "Yeter, yahu, dedi; anladık! Daha ne kadar söyleyeceksin?" Asım benden dört beş yaş büyüktü. Böyle şeyler onu ne diye sevindirsin? O benim her halime çocukluk derdi. Hoş şimdi böyle birini görsem ben de aynı şeyi söylerim.
Bazan pastanelerdc oturacak paramız olmazdı. Erkenden eve gider yatakların içinde okumaya dalardık. İkisi ders kitaplarından, notlardan başka bir şey okumazlardı. Ben ne zaman elime bir ders kitabı alsam arkasından hemen düşlere dalardım. Sınavlar yaklaşıncaya kadar saatte bir sayfadan fazla okuyabildiğimi hiç bilmem. Onlar sayfaları arkası arkasına çevirirken, ben, ya yazacağım şiirleri, hikayeleri düşünür, ya da sevdiğim cinsten kitaplar okurdum. Romanlar, şiir kitapları, bunlara benzer şeyler .. Yorganı göğsümün üstüne kadar çeker, bir elimi yorganın içinde ısıtırken öbürüyle dizlerim üstündeki kitabı tutardım. Bazan öylesine dalardım ki, dışarda kalan elimi adamakıllı donuncaya kadar değiştirmeyi unuturdum. İncil elimden düşmezdi. O kış İncili yanımdan hiç ayırmadım. Her dakika açıp okuduğum halde gene de Luka'yı bile biteremedim. Bir iki satır okuyunca sarhoşa dönerdim. İyice coşar :
- Selim bak, ne güzel, derdim : "İyi adam iyi hazinesinden iyi şeyler çıkarır. Kötü adam kötü hazinesinden kötü şeyler çıkarır. Zira ağaç meyvesinden tanınır." Ya da : "Dar kapıdan geçmeye çalışınız. Zira helaka götüren yol geniştir."
BUNLAR HEP ANI OLACAK 1 6 7
Selim, güzel, der susardı. O benim kırılmamı hiç istemezdi. Ama Asım bilmem kaçıncıdır okuduğu Devletler Hukuku'nu bir yana bırakır :
- Ulan, derdi, sen ne zaman ders çalışacaksın? Böyle zırvaları bırak da oğlum, eline doğru dürüst bir kitap al, çalış! . .
Sonra Selim'e döner : - Sen de bunun her yaptığına güzel demese
ne be! Söylesene çalışsın. Babasına yaz. Adam buna ne diye para gönderiyor'?'
Selim'le ben gülerdik. İncil'den yeni bir parça okuyarak karşılık verirdim : "Kır zambaklarına bakınız. Ne çalışırlar ne iplik bükerler. Süleyman bile cümle daratıyla ... "
Asım gene kitabını alırdı : - Haziranda sorarım ben sana! Sen o zaman
görürsün gununu. Serseri kerata! Arkasından bir kahkaha atar : Selim, derdi, kır zambağına bak!
Çok geçmez kitapları kapar, çeneye dalardık. Hep gelecekten konuşurduk. Selim beş yıl sonra avukat olur, E. . . 'de yazıhane açardı. Hanım hanımcık bir kızla evlenirdi. Pazar sabahları, yalıdaki evlerinin balkonunda karısı sabahlığı, o pijamalarıyla karşılıklı otururlardı. Ne sıcaktır, derdi, bilirsin ya? Ben yediğim o yağsız yemekler canıma işlemiş olacak ki, hep tatilde anneme yaptıracağım yemeklerden sözederdim. Asım'ın bu türlü düşünceleri yoktu. Hep o gün geçen şeylerden konuşurdu. Fakültedeki kızlardan, falan. Selim'le ben ona şaşardık. O kadar çalışması arasında ne yapar yapar, küçük küçük serüvenlerin yolunu bulurdu.
168 KENTE İNEN KAPLANLAR
Oturduğumuz evin alt katını bir terzi kiralamıştı. Karısı genç, güzel bir kadındı. Sıralı sırasız ev sahiplerine gelir gider, sık sık merdivenlerde karşımıza çıkardı. Fıkır fıkır bir şeydi. Hani erkek görünce gözleri parlayıveren kadınlardan. Terzi biraz: yaşlıcaydı amma iyi adamdı. Ne zaman bizi görse hal hatır sorardı :
"Okul nasıl, küçük beyler?" "İyi," derdik, "çalışıyoruz.' "Çalışın, çalışın" derdi, geçerdik. Bu kısa ko
nuşma öylesine gönlümüzü alırdı ki. . . Ne çare, daha ucuza çıktığı için elbiselerimizi her tatil E .. . 'de diktirirdik.
Terzinin karısı hangimize daha çok bilmem, fakat üçümüze de yüz verdi. Asım bir gün merdivenlerden inerken haberi yokmuş gibi kombinezonla odasından çıkmış, Selim'le bir gün sokakta karşılaşınca, tuhaf tuhaf haller takınmış. Benden bir gün roman istedi. Verdim. Durup dururken arkadaşsızlıktan sıkıldığını söyledi. Halk sinemasında çok güzel bir Arap filmi varmış. Daha gidememiş. Gitmek istiyormuş . . .
Üçümüz de kadınla başka türlü bir bağlantı kurmaya yanaşmadık. Asım'ın belki uzun işlerle uğraşmaya vakti yoktu. Selim daha çok adamı düşünüyordu. Zavallı akşamları içiyordu -Sanki ne diye her akşam içiyordu?- Gelgelelim karısına öyle düşkündü ki. .. Kıyamıyordu. Bana gelince, o yaşlardayken bir kadının beni sevebileceği aklımdan bile geçmezdi. Ne diye sevsin? Herkesten ne farkım vardı sanki? Aşkın dışında bir kadınla cinsel ilişki kurmayı ise hiç mi hiç düşünmezdim.
BUNLAR HEP ANI OLACAK
Bahara doğru üçümüz başka bir odaya taşınmıştık. Çıktığımız odaya fakültenin yedi yıllık öğrencisi olan biri taşındı. Kadını bir gün onunla sinemada gördük. Kahvede şurda hurda kadınla evde yaptıklarını herkese anlatıp duruyordu. Selim'le Asım anlattıklarına içerlemiş olacaklar, bir gün hiç yoktan kavga çıkarıp oğlanın ağzını burnunu bir güzel dağıtıverdiler.
Fakültede bir de kız arkadaşım vardı. Koridorlarda, bahçede uzun uzun konuşurduk. Güzel, vazolardaki pahalı çiçekler gibi ince bir kızdı. Etten kemikten değilmiş gibi gelirdi bana. Galiba ona tutkundum. Şimdi ansıdıkça onun daha o yaşta kadınların bütün oyunlarını bildiğini görüyorum. O kaçmalar, kovalamalar, kışkırtıcı hareketlerin hepsi onda da vardı. Bir gün konuşmamız bitmemişti. Fakülteden çıkıyorduk. Yolda kendisine arkadaşlık etmenin gerektiğini düşündüm. Fakat o kapıda sıkılarak benden ayrılmak istedi. ·o vakit üstüne başına baktım. Çok şıktı. Ne kadar olursa o kadar şık. Bense eski kısa pardesüm, paçaları dağılmış pantalonum, kapalı yün kazağım, kahve rengi yün eldivenlerimle onun yanında gülünçtüm. Utanarak yanından ayrıldım. Ne kızmıştım, ne de gücenmiştim. O günden sonra bir şey sezdirmeden ona görünmemeye çalıştım. Ondan sonraki düşlerim arasında kat kat elbiseler de vardı. Dünyada giyinmek diye bir şey olduğunu o olaya kadar hiç düşünmemiştim. Aşk da, rahatlık da önümde, kendiliğinden geliverecek bir dünyada, beni bekliyordu. Yalnız çalışmam, daha çok çalışmam gerekti.
170 KENTE İNEN KAPLANLAR
Sahi, şimdilerden çok daha sıkıntılı günler geçirdik. Bir sefer Selim'le birine on lira borç vermiştik. Çocuk borcunu gününde getirmedi. Havale de postadan bir türlü çıkmıyordu. Beş parasız kalmıştık. Borç isteyebilecek kimsemiz yoktu. Bulabildiğimiz elli altmış kuruşla iki kişi gün geçiriyorduk. Bir gün, hala gözümün önündedir, Ankara'mn soğuk, kapalı havalı günlerinden biriydi. Selim'le yirmi beş kuruşumuz vardı. Onu da bulana kadar sabahtan beri dolaşmıştık. O dönemde Postahane caddesinde bir yoğurtçu dükkanı vardı. Oraya gittik. Bir kilo ekmek 9 kuruştu. 10 kuruşluk da pastırma istedik. Dükkanın arka bölümündeki masalardan birine oturup yedik. Selim yaşı büyük olduğu için olacak sıkılıyordu. Ben hiç. oralı değildim. Yoğurtçuda çalışanlar bu türlü karın doyuranları o kadar çok görmüşlerdi ki, durumumuzu hiç yadırgamadılar. Pastırmayla payıma düşen yarım kilo ekmeği yeyinceye kadar garsonluk yapan çıraktan üç bardak su istedim. Çenem de hiç durmadı. Anlattım durdum. Ekmeğimizi furdalarına kadar yeyip bitirdikten sonra çıktık. Kalan 6 kuruşla yarım paket ikiz cigarası aldık. Birer tane yaktık. İyice keyiflenmiştim :
- Selim, biz seninle okul arkadaşıyız, dedim. Yıllarca sonra bunlar hep anı olacak, ben de
Selim de paraya, üne kavuşmuş insanlar olacaktık. Birbirimizden uzakta da olsak, birimizin adı geçti mi, "Benim okulda en iyi arkadaşımdı" diyecektik. Beraber geçirdiğimiz günleri anlatacaktık. Sanki bu sıkıntıları olmasa başarımızın herkesinkinden ne ayrılığı kalırdı? Zeki, çalışkan çocuk-
BUNLAR HEP ANI OLACAK 1 7 1
lar değil miydik? Başarı kazanmak her çalışanın hakkıdır, demiyorlar mıydı? Elbet de kazanacaktık.
Bütün o üçüncü mevkilerde iki gün üstüste süren tren yolculukları, peynir ekmek yiyerek yattığımız geceler, tiril tiril titreyerek donduğumuz günler, gün doğmadan kalkarak pastanelerde, parklarda ders çalıştığımız sabahlar, yıkanmaya gidip de sırtımızdan çıkardığımız çamaşırlarımızı kendimizin yıkadığı o dönemler; o saatlerin, o çevrelerin iyili kötülü insanları, bize veresiye yemek yedirmeyen bütün yıl alıcısı olduğumuz lokantacı, sık sık değiştirdiğimiz odaların sahipleri, komşularımız, günü gelip de önemli birer insan olduğumuz sıra hakkımızı seve seve bağışlayacağımız anılar olacaktı.
Sanki, dedim, ne diye herkes bu kadar rahatını sever, kendini düşünür? Ne diye ufak bir sıkıntıya katlanmak istemez? İnsanlar durmadan, birbirinin elindekini kapmaya çalışırlar? Birbirlerini ezerler? Bu dünyada insanların rahatlarından başka sevecekleri şey mi yok? Gün gelip de yaşlandığımızda, kısacık yaşayışımızı ansıymca içinde gönül tokluğunu tanıtlar üç beş pırıltı görmek iç rahatlığı vermez mi insana ?
O yıl nisanın ortalarında bir gün Meclis parkında Selim'le ders çalışıyorduk. Selim, elini bir akasya ağacının dalına uzatarak kabarmaya başlayan gözleri gösterdi. Sanki o takvime inanmazmış gibi hep ağaçların göz verip vermediğine bakardı.
- Bak, dedi, gözler var. Kış çıkıyor ama sınavlar da yaklaşıyor.
1 7 2 KENTE İNEN KAPLANLAR
Haziranda Asım'la ikisi fakülteyi bitirdiler. Ben de son sınıfa geçtim. Sınavların bittiği gece bir lokantaya gidip içtik. Sonra da bara gittik. Hayatımda ilk defa olarak rakı içiyordum. Sarhoşluk hali hoşuma gitti. İnsanda çekingenlikten, sıkılganlıktan eser kalmıyordu. Daha rahat konuşuyor; kadınlara istediğini söyleyebiliyordu. Yalnız içimde tuhaf bir sıkıntı vardı. Kendimde bir değişme başladığını duyuyor, bu değişmeden hoşlanmıyordum. Öyleme geliyordu ki, terzi komşumuz gibi ilerde her akşam içeceğim. Artık üçümüz ayrılıyorduk. O gece hep birbirimizi mektupsuz bırakmayacağımızı, hiç unutmayacağımızı söyledik durduk. Ondan sonra da, bir daha üçümüz bir araya hiç gelmedik.
Dün eskilerim arasında kahve rengi yün eldivenlerimi bulunca bunları ansıdım. O dönemden beri yıllar geçti. Selim'den iki yıldır mektup aldığım yok. Üç yıl önce bir kez karşılaşmıştık. Asım'ı hiç görmedim. O yıllardaki sıkıntılarımızın hepsi geçti denemez. Eskilerin yerini şimdi yeni ihtiyaçlar aldı. Asım evlenmiş. Karısı öğretmenmiş. Geçimi fena değil diyorlar. Selim şimdi Balıkesir'in bir ilçesinde savcı. Hala evlenemedi. Aldığı aylığın yarısını ailesine gönderiyor. Ben bir bankada çalışıyorum. Edebiyata gene hevesim var, ama, vakit bulamadığım için pek uğraşamıyorum. Fakültedeki kıza gelince, iki yıl önce gazetede tanınmış bir tüccarla evlendiğini okudum. Zaten onun için güçlük yoktu.
1 946
DENİZE BAKIYORUM
I
KAÇ GÜNDÜR, bağımızın bir ucundaki . ceviz ağacının gölgesinde, elimde yarım kiloluk Borçlar Hukuku, o yılın konularını bitirdim bitireceğim diye, canım burnumdan gelmişti. Bir yere gelmiş durmuştum artık! Ondan ötesi boş yere kendimle cenkleşiyordum. Sayfalar şöyle dursun, sabahtan akşama kadar satırlar ilerlemek bilmiyordu. Oysaki cevizlerin iç tuttuğuna bakılırsa yaz geçiyordu.
Bıkmıştım artık! Bağlamlardan, karşılıklı üstenmelerden, üçüncü kişilerden, haklı haksız her türlü mal edinmeden . . . Bana ne bu bir yığın ne olduğunu anlamadığım, karışık, dolambaçlı işten! Ben henüz yi,rmi yaşındaydım .
. Kimseyle bu türlü , alışverişim yoktu. Kimsenin üstenmesi, girdisi çıktısı, alacağı borcu ile uğraşmak istemiyordum. Herkes ne hali varsa görsün. Tek beni, şu dünyada üç beş günlük ömrümü gönlümce yaşamakta rahat bıraksın da. Zorla değil ya! Kodamanlıkta, zenginlikte gözüm yoktu benim! Sevdiğim bir kız vardı. Sevdiğim iki üç insan vardı. Ötesi neyle olsa karnım doyuyordu. Üst-başa aldırdığım yoktu. Şiir, şarkılar, parklarda güneşlemek, yağmurlu
1 7 4 KENTE İNEN KAPLANLAR
havalarda sinemaya gitmek, buna benzer en ucuzundan payıma düşen mutluluklar sarhoş ediyordu beni. Yaz aylarını seviyordum. Kışı, baharı seviyordum. Arayınca sevmediğim, sevemeyeceğim günü yoktu bu dünyanın! Oysaki yaz geçiyordu . . .
Bağımıza bir saat uzakta deniz vardı. Bağımız tepede kalırdı. Kitabımdan başımı kaldırıp baktım mı, bağımızla deniz arasında kalan kasabanın damları üzerinden, mavi, masmavi bir kanat hafifliğiyle sürünüp geçer, uçar gibi uzanan denizi görüyordum. Durmadan beni çağıran bir görünüşü vardı. Uzun yaz günü bütün aklım vadinin o ucunda yazı kaygısız geçirenlere, denize kaçıyor, satırlar gözümün önünde silinip karıncalanıyor, ne kadar zorlasam sonunda gene de okuduğumu anlayamıyordum.
Akşama doğru cevizin altında kitabımı kapatıp, uzandığım şezlongu sırtlayınca aklıma koydum : Ertesi sabah dersi, sınavı, şunu bunu bir yana bırakıp, ne olursa olsun denize gidecektim.
Cevizin altından o niyetle ayrıldım. Bağ kulesine yaklaşırken, kulenin yöresinde akşam işlerine dalmış oyalanan bizimkileri gördüm : Annem kulenin güneyini gölgeleyen bademin altına çömelmiş, ineği sağıyor, babam iki adım ötesinde buzağıyı tutuyordu. Küçük kardeşim yanlarındaydı. Onun büyüğü, ateş yakmak için, az ilerde kuru bağ çubuğu topluyor, ortanca, kuyudan su çekiyordu. Benim küçüğüm görünürlerde yoktu. Herhalde içeride sofrayı hazırlıyor olmalıydı.
Annemi, kardeşlerimi ne zaman görsem, hep böyle bir şeylerle uğraşır görürdüm. Kimi su çe-
DENİZE BAKIYORUM 175
ker, kimi sebze ayıklar, kimi yufka açar, çamaşır yıkar . . . Bana da bütün gün cevizin gölgesine uzanıp kitap okumaktan başka iş bırakmazlardı. Arada bir kuyudan iki kova su çekip kendilerine yardım edeyim diyecek olsam, "Sen yorulma, derslerine bak," diye hemen kovayı almaya kalkarlardı elimden. Bu davranışları beni yük altında bırakırdı işte. Bu yüzden bizimkileri görmek beni oldum olası yumuşatır. Yapmayı düşündüğüm, o kadar istediğim türlü tasarılarımdan sonunda çoğu kimseye söz bile açmadan vazgeçmek zorunda kalmışsam, yüzde yüz, buna sebep bizimkiler. Hepsi birden benim avukat ya da yargıç olacağımı koymuşlardı kafalarına. Kendilerine ileride bir hayrım dokunacağını umduklarından mı? Sanmam. Bilirdim ki, ileride de ellerinde olsa yemez bana yedirir, giymez, bana giydirirlerdi. Hem benim avukat ya da yargıç olmak isteyip istemediğimi de hesaba kattıkları yoktu. Sadece böyle olsun deyip çıkmışlardı işin içinden. Bu yüzden dişlerinden, tırnaklarından artırdıklarını okul gideri diye bana gönderiyorlar, umutlanıyor, sonra da övünüyorlardı. Dedim ya benim avukat, ya da yargıç falan olmakta gözüm yoktu. Ama nasıl dersin bunu onları;ı? Ben yargıç olmam diyecek olsam, düşlerinin orta direğini yıkmış olacaktım adeta. Diyemeyince de sırf onların gönlü olsun diye bütün gün kitap elimde, kendimi cevizin altında sıkıntıya sokuyordum! Böyle kitabımı bütün gün elimden bırakmadığımı görmek bile onları mutlu kılmaya yetiyordu. İşte durum böyleyken, otuz sayfa okurum diye umduğum koca bir günün
176 KENTE İNEN KAPLANLAR
sonunda zar zor üç sayfa okuyabildiğimi ansıyınca içim cız etti. Onların bunca iyiliklerine, bunca yardımlarına karşılık bütün gün üç sayfa! Bir de kalkmış ertesi gün kitabı bütün bütün kapatıp denize gitmeyi düşünüyordum! Adamlık değildi bu benimkisi! Oracıkta kararımdan vazgeçer gibi oldum. Ertesi gün sabahtan başımı vurup hiç değilse elli sayfa okuyacak, bugünün açığını da kapatacaktım. Yaz geçerse geçsin! Ne yapalım? . .
Bu türlü pişmanlıkların, sıkıntıların bütün sevincimi yok ettiği sırada herhalde yüzüm yorgun bir anlam almış olacak. Derken babamla, annem beni gördüler. İkisinin de gözlerinin içi, bütün yüzleri ışıdı. Babam küçük kardeşime :
- Koş, dedi, ağabeyinin elinden şezlongu al. Durgun bir tavırla :
- Ben yerine koyarım, diyecek oldum.
- Olmaz, dedi. Sen yorulmuşsun, dinlen.
Annem söze karıştı : - Yazını bilmedi çocuk. Hiç rahat etmedi.
Ne diyeceğimi şaşırdım :
- Yoo. Neyim eksik! Babam ineğin memelerine doğru atılan buza
ğının başlığını biraz daha kasarken yüzüme dikkatli dikkatli baktı :
- Başın mı ağrıyor?
Gülümsemeye çalıştım : - Yoo! . . Annem çömeldiği yerde gövdesinin ağırlığını
sağ ayağından sol ayağına aktardı :
DENİZE BAKIYORUM 177
- ' Ağrımaz olur mu? Bütün gün oku oku. Çocuğun başını kaldırdığı yok! Zihin bu. Ne de olsa yorulur . . .
Babam, elinden başka bir şey gelmediği için üzgün, bana :
- İçerde rafta aspirin var. Bir tane alsan, dedi. Sonra anneme döndü :
- Bilmem ki? Bu iş bu kadar mı zor? Ben yargıçları, avukatları görürüm. Bütün gün park kahvesinde tavla atıp duruyorlar. Ben onu rahat etsin diye okula gönderdim. Bizim gibi bütün gün yorulduktan sonra ne anladım ben bu işten! Hiç dinlendiği yok! . .
- Eh, dedi annem, onlar sırasında yorulmuşlar. Yorulmasalar yargıç olamazlardı. İş bir kere oluncaya kadar. Kolay mı yargıç olmak? Sen niye olmadın?
Babam sıkıntılarımın öteden beri geçici olduğuna inanmak isterdi.
- Bir yılı kaldı. Bir yıl sonra o da rahata erer. Hem sen beni karıştırma! Bizim yetiştiğimiz yıllarda, babalarımızın bizi okula göndermek aklına bile gelmezdi.
Anacığım mahzun, içini çekti : - Bir yıl sonra da başka dert çıkar. Kim bilir
nereye atarlar! Hasretlik başlar . . . İşte böyle ... Aralarında ne zaman benden, kar
deşlerimden konu a�ılsa, ikisinin de gönülleri, dilekleri bir olduğu , halde biri ötekinin dikine konuşurdu. Babamın iyice canı sıkıldı :
- Ne yapayım? dedi. Söylesene? Neyime güveneyim? Çiftliklerime mi? Böyle işte! Güvenecek
1 7 8 KENTE İNEN KAPLANLAR
yerin olmadı mı çocuklarına da sahip olamazsın! . . Yine bana döndü : Şimdi görmezsem, ne zaman göreceğim ben senin yüzünü doya doya? Kapa şu kitabı da biraz rahat et. Ben hukuku bitirmedim ama aç da kalmadım. Yeter yorulduğun! . .
Sözün burasında : - Ben de yarın denize, teyzemlere gideyim
diyordum, diye kekeledim. İkisinin de bütün yüzleri ışıdı. Babam mem
nun : - Hah şöyle, dedi. Biraz soluk al!
II
Teyzemler denize yakın otururlardı. Sabahtan harçlığımı aldım. Bağdan kasabaya, kasabadan da bir dolmuşa atlayıp deniz kenarına indim. Limanın iskelesini, yöresini çeviren depoları geçtim. Liman meydanının kıyısında çocukları görür müyüm diye önce Osman Efendinin kahvesine uğradım. Kahvede kimseler yoktu. Osman Efendi sandalyesini kahvenin önüne atmış, heceleye heceleye il gazetesini okuyordu. Yanı başında dikildiğimi anlayınca :
- Merhaba! diye başını gazetesinden kaldır-dı. Hoş geldin!
- Merhaba Osman Efendi. Hoş bulduk! . . - Ali'leri mi aradın? Başımı salladım. - Az önce buradalardı. Denize gittiler. Ayrılacak oldum. Önledi :
DENİZE BAKIYORUM 179
- Dur bakalım, nereye? - Çocuklara bakayım. Sonra uğrarım. - Olmaz oyle şey. Dur bakalım bir iki laf
edelim. Günler var görünmedin! Nasılsın? Nerelerdesin? Otur bir kahve pişireyim.
Osman Efendinin otur bir kahve pişireyim demesi olağanüstü bir karşılanıştı. Hiçbir işi olmadığı günlerde bile, müşterisi olduğumuz halde, ona da, kendimize de kahve çay pişirmek çokluk bize düşerdi. Zaten benim gibi beş on öğrenciden başka gelen olmazdı kahvesine. Bizler de büyüklerimizle karşılaşmaktan çekinerek başka kahvelere gidemediğimizden Osman Efendinin kahvesine giderdik. Ne de olsa ulu orta cigara içemeyeceğimiz yaştaydık. Osman Efendinin kahvesinde kimse bizim ne yaptığımızı görmezdi. Kahvesinde bizlerden bir iki kişi buldu mu, bayılırdı aramıza karışıp, dünya siyaseti, Arap tarihi üstüne coşarak konuşmaya. Bir iki dakika için bir sandalye alıp şöyle iliştim :
- Ders çalışıyorum, dedim. Bilirsin. Osman Efendi gazetesini dizi üstünde bıraka
rak, önce ikiye, sonra dörde katladı. Tabakasını açtı. Her zamanki, yavaş, acelesiz tutumuyla :
- Çalışmak iyidir. İyidir ama dünyayı da başlamamalı. Hırs iyi değildir. Doyacak kadar çalışmalı. O kadar. Daha fazla çalışan başkalarının rızkını elinden alır.
Osman Efendiye kısaca durumumu anlattım. - Ben ne diyorsam sen onu dinle. İnsan geçi
necek kadar çalışmalı. Geri kalan zamanında da ibadet etmeli. Hayır işlemeli. Efendimizin bize ba-
180 KENTE İNEN KAPLANLAR
ğışladığı nimetlerin kadrini bilmeli. Başka türlü iyi değildir. Şimdi git, at içinden sıkıntıyı. Denize gir. Yorul. Öğle üstü uyu. Gün uzun. Çalışmak için gene de zaman kalır.
Kalktım. Cigarasını sarmayı yeni bitirmü;ti. - Ne o, dedi, gidiyor musun? - Ali'leri bir göreyim, dedim. - Gidersin. Dur bakalım acelen ne? Daha
kahve pişireceğim. Elimi uzattım : - Başka zaman Osman Efendi. Alacağım ol-
sun. Hafif keyfi kaçtı : - Sen bilirsin. Acele etmek iyi değildir. Hadi
bakalım. Madem öyle daha sık uğra ..
III
Limanın gerisine doğru yürüdüm. Limanın yöresini çeviren bir sıra ev, depo arasından geçen kısacık sokaklardan birine saptınız mı hemen limanın gerisine çıkardınız. Oradan öteye deniz, boş arsalar, bahçeler, tarlalar boyunca uzar gider.
Denize hemen limanın girişindeki boş arsadan girerdik. Deniz orada kumluktu. Yavaş yavaş derinleşirdi. Bu yüzden ayaklarınızı korkmadan denizin içinde yere basabilir, saatlerce yorulmadan denizinde kalabilirdiniz.
Kıyıda durup çocukları aramama kalmadan denizdeki kalabalık içinden bir elin havada iki yana sallandığını gördüm. Ali'ydi. İbrahim'le be-
DENİZE BAKIYORUM 1 8 1
raberdiler. İkisi yanyana bana doğru yüzüp doğ·ruldular. Aramızda on beş adım ya var, ya yoktu. Ali saçlarını elleriyle geriye doğru sıvazlarken :
- Soyun da gel, dedi. Vakit geçirme! İbrahim yineledi : - Böyle deniz az bulunur. Oyalanma! İki dakika sonra yanlarındaydım. İkisi birden
çatmaya başladılar : - Nerelerdesin be? - Sorma ... - Ne oldun? Öldün mü? - Bırak şimdi.. . - Cevizin altındasın herhalde? Gülüştük. - Ararsın bu günleri! - Arıyorum zaten! . . Rüzgarsız bir sabahtı. Deniz bıçakla kes de
dikleri cinsten hiç mi hiç kımıldamıyor. Doya doya yüzdük. Çıkıp kıyıda güneşlendik. Sigara içtik. Kıyıdaki atlama kalasının üstünden hevesimizi alana kadar, çıktık çıktık atladık. Geçen kayıklara asıldık. Ta denizin tenhalaştığını, neredeyse bizlerden başka kimse kalmadığını görüp şaşırıncaya kadar . . .
Rüzgar çıkmış, deniş kırışmaya, dalgalar gitgide büyümeye başlamıştı.
IV
Temmuz sonlarının o çekilmez öğle sıcağında, teyzemlerin kulesini kasaba yoluna bağlayan ge-
182 KENTE İNEN KAPLANLAR
çide sapınca, kulenin gölgesinde uzanmış yatan teyzemlerin köpeği yattığı yerden tembel tembel bir iki havladı. Teyzemle eniştem kulenin yola bakan iki kanatlı giriş kapısının kanatlarını ardına kadar açmış, kapının eşiğine attıkları birer şilteye karşılıklı geçip oturmuşlardı.
Eniştem başını uzatıp önce kapının merdivenleri dibinde yatan köpeğe, sonra da sağ elini gözleri üstüne siper ederek, gözkapaklarını kısıp köpeğin havladığı yönden gelenin kim olduğuna baktı. Kararsız mırıldandı :
- Mehmet mi o?
Teyzem tıpkı eniştem gibi gözlrnpaklarını kısıp elini alnına götürerek kesin bir şey söyleyemiyeceğini açıkladı :
- Mehmet mi? .. Biraz daha yaklaşmıştım. Eniştem beni iyice
seçmiş olacak ki, önce kesinlik, sonra da, hayretini belirten bir sesle :
- Mehmet ya. Mehmet! dedi. Ta kendisi! . .
Teyzem de önce kesinlik, sonra hayretini belirten bir sesle yineledi :
- O ya. O! Ta kendisi! . . Çocukluğumda kendilerini ilk nasıl gördümse,
o gün bugün hiç değişmemişler gibi gelirdi bana teyzemle eniştem. Yaşlıların, daha da yaşlandığı kolay kolay anlaşılamıyor. Yetmişini aşkındı her ikisi de, sanırım. Çocukları olmamıştı. Kış yaz küçük topraklarının içindeki bu kulede otururlardı. Altı, yedi tavukları, iki inekleri vardı. Tarlalarının kendi yiyeceklerine yetecek kadar bir kısmına,
DENİZE BAKIYORUM 183
buğday, mısır, bostan, biraz da sebze eker, geri kalanını ineklerine otlak olarak kullanırlardı. ·
İhtiyarlar dizlerine dayana dayana doğruldular. Köpek de kalktı. Havlamasını arttırdı. Seslendim :
- Bağlı mı? Eniştem seslendi : - Bağlı bağlı. Köpeği tersledi : Sus be uyuz.
Bu kadar yıldır kime havlayacağını kime havlamayacağını hala öğrenemedin!
Teyzem tamamladı : - Sus be kafir! Köpek, kalktığına pişman, şöyle bir kıvrılıp,
gözleri bende, yine uzandı. Bir iki adım sonra eşikteydim. İkisi birden ellerini uzattılar :
- Hay koca aslanım hay! - Koçum gelmiş! Koca koçum!. . Ellerini öptüm. Sırtımı sıvazladılar. Teyzem
üstelik kucaklayıp birde yanaklarımdan öptü. Eniştem yerine otururken, karşısındaki şiltede bana da yer gösterdi. O alaylı Rumeli şivesiyle :
- A be, dedi, nerelerdesin kaç gündür? Koca yaz geçti yüzünü görmedik! Hadi teyzeni, enişteni unuttun diyeyim. Denize gitmek te mi gelmez içinden. Ne biçim gençsin sen? Bütün gençler denizde!..
Özürlerimi sıraladım. Teyzem içerden bir şilte alıp geldi :
- Çalışkandır o! Yargıç olacak o! Ne yapsın denizi?
Teyzem evdekileri sordu. Selamlarını söyledim. Eniştem bu beylik selam faslını kısa kesti :
184 KENTE İNEN KAPLANLAR
- E anlat bakalım! Sabahleyin girdin mi denize? Ha, ne biçim, gençsin sen?
- Girdim, dedim kısaca. Eniştem tabakasını açtı. Bir köylü cigarasını
ortasından dikkatle ikiye bölüp bir parçasını ağızlığına yerleştirdi. Sağ dizini dirseği altına topladı :
- Ben genç olmalıydım ki göstereyim sana gençlik nasıl olur. Denizden çıkmazdım. O kısacık mayolu kızlar. O göğüsler. O bacaklar ha? Körpe körpe. Doyulur mu onlara ha? Ne biçim gençsin sen? Ben bu yaşta gözümü alamam.
Güldüm. Teyzem sözüm ona çıkıştı t - Sus adam! İpsiz sapsız söylenme. Sonra sırasını bekliyormuş gibi qana döndü : - Karnın aç mı? Bakma sen eniştenin saç-
malarına! - Aç, dedim. Kadıncağız iyice üzüldü : - Sabahtan niye uğrayıp da görünmedin? Sa
na piliç keseydim. Bilmem ki ne yapayım? Sana göre yemeğimiz de yok!
Bayılırdı konuk ağırlamasına. Her yıl üç dört kuluçka bastırırlar ama çıkan piliçlerin bir kısmını kedi köpek kapar, çoğunu da gelen gidene kestiklerinden bir türlü tavuklarının sayısı onu aşmazdı.
- Pilice kıymadığın iyi oldu, dedim. Hazır ne varsa yerim.
Teyzem iki dolu kaşık lora günlük iki yumurta kırdı. Evde tutulmuş bir kase yoğurt çıkardı. Eniştem de bostandan bir karpuz koparıp geldi.
DENİZE BAKIYORUM 185
Bir de acıkmıştım ki. Değirmen unundan nohutlu kocaman üç dilim ev ekmeğiyle önümdekileri sildim, süpürdüm. Yemekten sonra eniştemle teyzeme birer birinci verdim. Karşılıklı cigaralarımızı yaktık.
Eniştemin, her gelişimde yinelediği bir soru vardı :
mı? - Sen şimdi ne olacaksın? Yargıç mı, avukat
Ben de her zaman aynı karşılığı verirdim : - Eh işte. Öyle bir şeyler . . . - İyi. İster yargıç ol, ister avukat. Yazları
eniştene gelirken birer paket cigara getir, yeter. Bu her uğrayışımda yinelenen konuşmanın
burasında teyzem, sahne oyuncusu gibi kendi sözünü söylerdi :
- O kendini kurtarsın yeter. Sen cigara içmeyiver.
Konuşmanın bundan ötesi aşağı yukarı şöyle sürer giderdi :
- Ben çok istemem, derdi eniştem. Tabakam dolu olsun, şu pencerenin başında oturayım. Bana yeter . . . Arada bir paket cigara gönderirse, bunu Mehmet gönderdi derim, içerken. Mehmet yargıç oldu ama eniştesini unutmadı derim. Koltuklarım kabarır . . . Ben dünyanın tadını hep böyle çıkardım. Mala tamah etmedim. Babamdan kendi başa çıkacağımın üç dört misli mal kaldı. Fazlasını azar azar sattım gitsin. Bir gün olsun bana kalanı az görmedim. Ben tarlanın seti yıkılırsa kendim örüp onarayım severim. Ağaçlarımı kendim aşılayıp budayayım. Bostanımı da çekirdekten kendim ayı-
186 KENTE İNEN KAPLANLAR
rıp kendim dikeyim. Başka türlüsü tad vermez bana. Sonra şu pencerenin başına, şu kapının içine oturayım severim. Böyle karşıki yola, tarlalara saatlerce baksam canım sıkılmaz. Ha ne dersin?
Teyzem yüzünü buruştururdu : - Ne varmış o pencerede? Tembelim, canım
iş istemez desene! Eniştem gülerdi : - Bakma sen karı lafına. Kadın kısmının ak
lı ya mutfaktadır, ya kilerde. Mutfağı kileri düşünmeyen esvap düşünür, süs düşünür. Şu pencerenin önünde oturup da benim gördüğümü görecek kadın yoktur dünyada! Kadın kısmı eksik akıllıdır. Ben onu bilirim.
Kalktık. Öğle uykusuna çekildik.
v
Gün ikindiyi bulmamıştı daha. Limanda, rıhtım boyunca kimseye raslamadan yürüdüm. Osman Efendinin kahvesine gideyim dedim, vazgeçtim. Limanın dalgakıranı ucundaki deniz fenerine doğru ilerledim. Fenerin gölgesinde, sırtımı fenerin duvarına dayayıp, yüzüm denize karşı, oturdum.
Rüzgar sertleşmiş, dalgalar iyice azıtmıştı. Fenerin yakınlarında koyu lacivert deniz, uzaklarda yeşile dönüyordu. Uzaktan hızla gelen dalgalar limanın dalgakıranına kadar biri ötekine yetişmek istercesine atılıyor, dalgakıranın dibinde yığılı denize çalan iri kayaların üzerinde dağılıp kayaların
DENİZE BAKIYORUM 1 87
dört yanına dökülüyordu. O iri kayaları, dalgakıranın duvarını korumak için oraya yığdıklarını ilk olarak orada düşünüp anladım. Bu kadarcık bir şey olsun öğrenmek beni sevindirdi.
Önümdeki iki kaya arasında bir yengeç vardı. Her gelen dalga yengeci bulunduğu yerden az daha aşağılara sürüklüyor, fakat dalga kırılıp parçalandıktan hemen sonra, o, ihtiyatlı bir iki adımla eski yerini almakta gecikmiyordu. O yengeci dalgaların büsbütün kayaların altına doğru sürükleyip sürük leyemiyeceği bütün dikkatimi oyalayan bir merak oldu bana. Ta karşıdan gelen bir dalgayı tutuyor, kayaya gelinceye kadar dalganın alçalıp yükselişini, hız alışını izliyordum. Bazan kayalara yakalaşan dalga, tam kayaların dibinde alçalınca, yeniden hız alıp doğrulacak açıklık kalmıyordu arada. Böyle olunca, dalganın suları kayaların dibinde hızla dağılıyor, geri dönüyor, arkadan gelen dalganın sularına katılıyordu. Çoğu kayaların az ilerisinde yeniden doğrulan dalga bütün hızıyla kayaların üstüne, benim küçük yengecime, dört yanından saldırıyordu. Dalganın serpintileri ay;:ıklarımın dibine düşüyor, rüzgara karışan küçük damlacıkları yüzüme, üstüme başıma vuruyordu. Gözlerimi benim korkusuz yengecimden ayıramıyordum. Daha kayaların tepesinden dalganın son suları dökülürken onun eski yerini aldığını görmek, beni coşturuyor, onu içimden sessiz sedasız, uzun uzun alkışlıyordum.
Derken, küçük bir yelkenli, fenerin yanından orsalayıp limandan fırladı. Al işte! Bir çılgın daha! Rüzgara karşıydı yelkenlinin yolu. Dalgaların her-
188 KENTE İNEN KAPLANLAR
biri o yelkenlinin yanında dağ gibiydi. Hey tanrım! Bu dünya gözüpek bir yığın yaratıkla dolu. Bir süre yengeci unutup küçük yelkenlinin gidişine daldım. Dalgaları umursamadan bir atılışı vardı ileriye! Öyle gözüpek, öyle yiğitçe, öyle keyifli!
Böyle ne kadar oyalandım? Farkında değildim. Neden sonra Ali'nin gölgesini ayaklarımın ucunda görüp başımı kaldırdım.
- Ne yapıyorsun orada? dedi. - Hiç, dedim. - Hadi kalk. Kahveye gidelim! - Vazgeç. - Prafa oynarız .. . - Bırak prafayı .. .
- Karpuz peynir ekmek alır yeriz . . . - İstemem. - Peki ne yapıyorsun burada? Gözüm sola voltalayan yelkenlideydi. Omuz-
larımı silktim. - E, peki? - Hiç. Denize bakıyorum! Ali başını denize çevirip rüzgarını tam bulan
yelkenliye baktı. - Sahi, dedi. Ne deniz! ayağının ucuyla hafif
ayağımı itti .: Git azıcık öteye! Ben de oturayım . . . Oturdu, denize bakmaya başladı. Onun için severdim keratayı. Ne desem an
lardı.
1 9 55
BENİM KALBİM
MAHKEME kaleminin hükümet avlusuna bakan penceresinden bakınca onları gördüm : İkişer ikişer kelepçelemişler. Yedi çocuk hepsi. Yedincisi tek kaldığı için iki bileğine vurmuşlar kelepçeyi. En küçükleri de o!
Bir iri kıyım jandarma önde, sağ başta yürüyor. Geride elinde zimmet defteri bir iri kıyım jandarma daha. Belki de jandarmalar pek öyle enine boyuna şeyler değil. Ama çocuklar o kadar küçük ki! Kelepçelilerden başta giden en iri çiftin boyu, yanıbaşındaki jandarmanın koltuk hizasını aşmıyor. Hele yedincileri o tek başına kelepçelenen, ardından gelen jandarmanın beliyle bir . . .
Yüreğim alt üst oldu birden! Görüp de başımı çevireceğim, yerimde durabileceğim, susarak karşılayabileceğim bir görüntü değil bu benim! Fırladım mahkeme kaleminden, salona çıktım. Adliye kapısına karşı durdum, salona girmelerini bekledim.
O sırada ilk bizim Reşat çıktı karşıma. Kolundan kavrayıp adliye kapısına döndürdüm onu da :
- Bak! dedim. Önde iri jandarma, ardında sağ sol bileklerin
den çift çift kelepçelenmiş altı çocuk, sonra da tek
190 KENTE İNEN KAPLANLAR
başına kelepçelenen en küçükleri .. En arkada, elinde zimmet defteri, öbür jandarma . . .
- Gördün mü, ne hal?
Reşat dondu kalvı.
Ben susamam. - Zulüm bu! dedim. Ötesi yok, zulüm!
Jandarmalarla çocuklar adliye salonunu hızla geçtiler. Mahkemecilerin kapatıldığı merdiven altının kapısı önünde durd,ular.
Öndeki jandarma çocukların kelepçelerini çözmeğe başladı. Birinci çiftin, ikinci çiftin, üçüncü çiftin kelepçelerini çözdü. Gözüm en küçüklerindeydi benim. Sıra ona geldi. Jandarma kendisine dönünce, küçük hiçbir şey söylemesine sıra bırakmadan kollarını kaldırabileceği kadar yukarıya kaldırıp jandarmaya uzattı . . .
Ayakları yalınayak. Bir gömleği var, gömlek değil! Bir pantalonu var, pantalon değil! Sonra da o pantalon eskisi belinden kaymış. Erimiş gömleği yer yer fırlamış, sarkmış! Besbelli daha kendini derleyip toparlayacak yaşta değil!
Saçlarını sıfır numarayla kesmişler. Gülmenin bütün çizgileri silinmiş yüzünden. Kırılmış hepimize talihsiz! Hepimize dargın, küskün!
Ama bir gözleri var, ne kadar ürkek, kaçamak da baksa yöresine, parıltısını vuruyor açığa. Çocukluğundan bir o ışıl ışıl gözler kalmış yaşayan!
Şeytan diyor, git al onu mümkünse jandarmaların elinden! Önünde çömelip gömleğini pantalonunun içine bir güzel yerleştir. Kılığını kıyafetini
BENİM KALBİM 191
çeki düzenle. Belindeki o ipe benzer kemerle pantalonunu sıkı sıkı bağla. Yüzünü gözünü sil bir sabunlu bezle. Cebine de beş on kuruş koy. Kıçına hafif bir tokat vurup, hadi, de, yallah! Uçsun gitsin kerata! Bak bakalım o dargın küskün anlamı kalıyor mu yüzünün!
Adliye salonu adam dolu. Kimse başını çevirip çocuklarla bir nebzecik ilgilnemedi bile. Merdiven altının boşluğu önünde, on onbeş kişi birikmiş. Onlar da mahkemecilerin yakınları. Bekliyorlar, mübaşirlerden biri seslensin, sanıklardan sırası geleni çaığrsın, da, merdiven altının kapısı açılsın! O kapının açılıp kapanması arasında, içerde bekleşen mahkemeciler birbirlerinin üstünden başlarını uzatırlar dışarıya. Dışarıda bekleşenler uzanan başları görebilmek için harekete gelir iterler birbirlerini. Hasretlisi olduklarını görmeye çalışır iki taraf da karşılıklı. Şimdi kapı açılacak. Çocukları merdiven altına, öteki mahkemecilerin yanına, o küf, ter, cigara dumanı kokan loş bodruma indirecekler. Onlar da o umutla kapının açılmasını gözlüyorlar. Şaşkın, yaşmaklı köylü kadınlar, şayak pantalonlu, poturlu köylüler çoğu .. .
Fırladım, bekleşen kalabalığın önüne geçtim. Jandarmaya yaklaştım :
- Suçu ne bunun? Jandarma, elinde, çocuğun bileklerinden yeni
çekip aldığı kelepçe, sakin, başını bana çevirdi :
- Bilmem! Sonra çocuğu omuzundan tutup merdiven al
tının kapısına doğru döndürdü.
192 KENTE İNEN KAPLANLAR
Berbat bir yerdir orası. Kapıdan aşağıya, Oil
oniki basamak taş bir merdivenle, her yandan kapalı bir bodruma inilir. Merdivenin üst başında, eni boyu, duvarın kalınlığından daha dar demir parmaklıklı tek penceresi vardır. Tavanda yirmibeş mumluk bir lamba yanar. Bodrumun dip tara-fı, sirklerdeki vahşi hayvan demir parmaklıklı, bölmelere
kafeslerine benzer, ayrılmıştır. Katil-
den, ırza geçmekten, uyuşturucu madde kullanmaktan sanık yirmi otuz kişi kapatılmışlardır o parmaklıkların arkasına. Suçu daha hafif olanlar merdivenlerde birbiri üstüne yığılır bekleşirler.
Kalabalığın arasında sıkışıp kalan Reşat'ın yanına döndüm :
- Ne suçu, olur bunun? - Ne olacak? dedi arkamdan tanımadığım
biri. Hırsızlıktır!
Adama döndüm : - Hırsızlık mı? - Hırsızlık elbet? Ne olacak başka!? Hırsız demesine razı olmuyor, gönlüm o ço-
cuğa. Adamın güven uyandırmıyan bir suratı var.
- Geç a canım! dedim. Banka soymadılar ya?
Sinsi sinsi güldü :
- Ellerinden gelse banka da soyarlar! Kopuk takımı bunlar!
İncecik dudaklar. Hinoğlu hin, cam gibi mavi iki göz.
- Hadi beyim, dedim. Hadi! Geç Allahaşkına, parmak kadar çocuğa kelepçe! Hak mı bu?
BENİM KALBİM 193
Ceket cebinde dolmakalemi, dolmakaleminin sapıyla kıstırdığı mendili de var.
- Siz bilmezsiniz bu bacaksızları! ..
- Neleri varmış bilmiyecek? Talihsizler işte! Allahın garipleri! Hepsi bu!
Yukarıdan alarak güldü : - Siz böyle düşünürseniz! Üstelik kanun ada
mısınız! . .
Gel de sabret! Şeytan diyor . . .
_:.._ Ne çalmıştır a canım? dedim, kendimi tutmaya çalışarak. Ya bir parça hurda demir, ya bir kova kömür. Erik, çağla, şu bu. Ne çalacak başka? Bunun için kelepçe vurulmaz ya bacak kadar çocuğa . . .
Ne desem yumuşamıyor. Hatta dikleşti büsbütün :
- Peki ne yapmalı yani? Aferin mi demeli?
- Çok çok çekersin kulağını. Verirsin eline on beş yirmi kuruş. Hadi dersin gider. Keyif için hırsızlık yapmaz ya insan!
Dudak büktü :
- Oooo, maşaalah! Ne ala memleket! Sonra ciddileşti : Siz okul aile görmüşsünüz, tanımazsınız bu gibileri beyim. Elbet bilmeden anlamadan böyle konuşursunuz. Şimdiden gözünü korkutmazsan ilerde büsbütün başa çıkılmaz bu bacaksızlarla. En ufağının bir düzine sabıkası vardır bunların! Bu gün erik çalan, çağla çalan, yarın ev de soyar banka da! İyisi mi yesinler cezayı, akılları başlarına gelsin.
194 KENTE İNEN KAPLANLAR
Baktım olacak gibi değil, kestim attım :
- Ben bilmem, dedim. Merdiven altı değil bu, çocukların yeri!
Başını inatla salladı :
- Haksızsınız! Suçlu olmasalardı atılmazlar-dı merdiven altına!
İyice öfkelenmiştim artık :
- Haksız olsam ne olur?
- Ne demek ne olur?
- Hak buysa, haktan daha önemli şeyler de var bu dünyada!
Yüzü gerildi : - Neymiş onlar?
- Ne mi? dedim, sonra da duraladım.
- Evet ne?
- İster haklı olsun ister haksız! Benim kal-bim dayanmaz buna. On yaşında çocuğa kelepçe vurulmasına razı olmaz! Yetmez mi?
Yukarıdan alarak güldü gene :
- Laf!
Reşat koluma girdi :
- Hadi, dedi. Vazgeç. Uğraşma!
Bir iki adım uzaklaştık. Reşat sakin :
- Kimbilir ne işi vardır araştırsan buralarda uğursuzun, dedi.
Bu türlü hak savunucularının türlüsüyle karşılaştım hayatımda. Bilirim. Karıştırmadıkları halt kalmamıştır.
BENİM KALBİM 195
- Bak, dedim. Hiç aklıma gelmedi, bunu sormak!
- Ne yapacaksın sorup da? Boşuna yorma kendini!
Doğruydu Reşat'ın dediği. Bu türlü ne akıl hocalarıyla didiştim durdum şimdiye kadar. Düşünsem hiçbirini ansıyamam doğru dürüst. Benim aklımda kalacak o küçük gene! Kelepçeli bileklerini jandarmaya uzatışım hiçbir zaman unutamıyacağım. Onun kırık gönlünü, küskünlüğünü, açıkça dile getiren yüzü, çocuk gözleri, gözümün önünden gitmiyecek! O akıl hocası ne derse desin, zorla değil ya, ona hırsızlığı konduramıyorum!
1 956
NECATİ CUMA LI ' nın öyküleri konu açısından olduğu kadar , kurgularındaki biçim değişiklikleriyle de dikkati çeker. Yazarın her öyküsünde daha önce yazdıklarını tekrara diışmemek çabası açıkça görülür. Fakat böyle de olsa CUMALI 'nın öyküleri belirgin öğeleriyle ikiye ayrılabilir. St,TSUZ YAZ , AY B ÜYÜRKEN UYUYAMAM , MAKEDONYA 1900 gibi kitaplarında topladığı öykülerinde yazar , daha çok dışa dönüktür. Anlattıklarında kendini geriye çekerek, nesnel kalır. Yayınlarımız arasında çıkan YALNIZ KADIN ile 1957 Sait Faik Armağanını alan D EGİŞİK GÖZ LE 'den sonra elinizde bulunan KENTE İNEN KAPLANLAR 'da yer alan öykülerinde .ise öz�el yan ağır basar. Bu öykülerinde CUMA I,I kendisi de yarattığı kişiler aras�na karışarak çoğunlukla onlarla bir arada yaşar.
K F.NTE İNEN KAPLANLAR, çoğu yazarın hiç bir yerde yayınlanmamış onsekiıyeni öyküsünden oluşmaktadır.
Kapak düzeni: Mehmet Akset