yol kasım aralık 05 sayı 8
DESCRIPTION
Bizi aşağıda bulunan adreslerden takip edebilirsiniz. www.yolsiyasidergi.org & www.twitter.com/yolsiyasidergi & www.facebook.com/yolsiyasidergiTRANSCRIPT
3 Ekim'de çıkılan yol nereye gidiyor?
PKK neden tasfiye edilmeli?
Üniversitelerin giyotini: soruşturmalar
Neden yıkımlara karşı mücadele?
İşsizlik, Güvencesiz Çalışma ve• •
Örgütlenme SorunlarıSınıfın örgütlenmesi eskinin yöntemleriyle çözülemiyor
Doğduğum yerde çalışmak istiyorum Haklarımızı istiyoruz, almaya geliyoruz
Ev eksenli çalışan kadınların örgütlenmesi
I
iç indeki ler
M E R H A B A ................................................................................................................................................................... ..
3 E K İ M ’ DE ÇIKILAN YOL N E R E Y E G İ D İ Y O R ? / M s h lT i e t Vl imOZSr.................................................
Z a r f a d e ğ î l , m a z r u f a b a k a l i m / U m u t A y d ı n ........................................................................................
r a n t s a l d ö n ü ş ü m / M e h m e t V u s u f o ğ l u .........................................................................................................
N e d e n y i k i m l a r a k a r ş i m ü c a d e l e ? / B a h a r €k inc i ......................................... ..................................
Ç H D ' d e n A v . H a k a n K a r a d a ğ :‘ K R İ Z İ A N C A K P A N İ K Y A S A L A R İLE Y Ö N E T E B İ L İ R S İ N İ Z ’ ..............................................................
T E Z İ Ç ’ İN G Ö Z Y A Ş L A R I A R D I N A S A K L A N A N 2 4 . Y IL ..........................................................................
p k k n e d e n t a s f İ y e e d İ l m e l İ ? / Me l ih R t e ş e r ......................................................................................
S U S M A M A L I Y I Z , S U S M A Y A C A Ğ I Z !H A L K L A R I N K A R D E Ş L İ Ğ İ N İ S A V U N A C A Ğ I Z ! ...............................................................................................
L İ B E R A L İ Z M , Mİ LLİ YETÇİ Lİ K VE D E V R İ M C İ S İ Y A S İ D U R U Ş ! / Fikret KIZIİ tOD...................
D a y a n ı ş m a e v l e r i n d e n F a t m a İnce:‘ S I N I F I N Ö R G Ü T L E N M E S İ E S K İ N İ N Y Ö N T E M L E R İ Y L E Ç Ö Z Ü L E M İ Y O R ’ ...............................
‘ D o ğ d u ğ u m y e r d e ç a l i ş m a k i s t İ y o r u m ’ / H a t a y D a y a n ı ş m a e v i Ç a l ı ş a n l a r ı .................
N e y a p i y o r u z ? / U m u t A y d ı n ......................................................................................................................................
h a k k ı m ı z ı İ s t i y o r u z . A l m a y a G e l i y o r u z ! ' k a m p a n y a s ı s o n u ç l a n d ıS o m u t , m ü t e v a z İ b İ r a d i m ....................................................................................................................................
D A Y A N I Ş M A E V L E R İ VE S I N I F M Ü C A D E L E S İ .................................................................................................
E v E K S E N L İ Ç A L I Ş A N K A D IN L A R I N Ö R G Ü T L E N M E S İ / NİhOİ HoyOCCn ...................................
Ü y e İ n İ s İ y a t İ f l e r İ u m u t o l a b İ l İ r m İ ? / M e r t Büy ü k k a r o b o c a k ...........................................
‘ S Ü P E R G Ü Ç ’T E N S O N R A S I R A D Ü N Y A HA LK LA RI N DA / M e h m e t Vl lmOZer .........................
K a r a a l t i n s a v a ş l a r i / A y ş e T a n s e v e r .........................................................................................................
a f l - c ı □ ’ d a k İ b ö l ü n m e n e r e y e ? / M e h m e t A k y o l ............................................................................
ö ğ r e n c i h a r e k e t i t a r i h i n d e ö n e m l i bi r p a r a n t e z :‘ 9 6 H a r ç e y l e m l e r İ ............ .......................................................................................................................................
‘ E Ş İ T L İ K Ç İ ÇA Ğ S O N A E R D İ ’ ...................................................................................................................................
Ü N İ V E R S İ T E L E R İ N G İ Y O T İ N İ ! S O R U Ş T U R M A L A R ................................................................................
İ k İ i s i m , b İ r t e f r İ k a / H a ş a n O ğ u z ...................................................................................................................
E R M E N İ K O N F E R A N S I N I N D Ü Ş Ü N D Ü R D Ü K L E R İ VE S O L-Lİ B E RALİ Z M / NeCOti Bilen
L e n İ n ’ İ d ü ş ü n ü r k e n / H a ş a n O ğ u z .......................................................................................... ........................
S O S Y A L İ Z M İ Y A B A N C I L A Ş M A MI Y E N D İ ? / M. SİnOH................ ...........................................................
. .6
..8
, .12
. 16
.19
..23
■V.29
..32
■■35
•37
.38
.41
•45
■49
■51
■57
.67
.76
.80
.85
.89
.92
■95
103
M erhaba;3 Ekim AB müzakerelerinin başlamasının ardından çizilen pembe
tablonun uçucu renkleri hızla soluklaşmış görünüyor. Ne de olsa AB limanı hala çok uzaklarda. AB’ye üyelik müzakereleri ve ABD ile ilişkiler, ordu-hükümet çekişmesi ve düzen partilerinin demagojiye dayalı rekabeti ile birlikte Türkiye’de burjuva siyaseti sürekli istikrarsız bir görünüm arz ediyor. Siyasi alandaki bu tabloya karşın uluslararası sermaye örgütleri eliyle dayatılan ekonomik program harfiyen uygulanıyor. Ekonomi politikaları, yerli ve yabancı büyük sermaye gruplarının çıkarları doğrultusunda geniş halk kesimlerinin aleyhine yeniden düzenleniyor. Düzen partileri yeni liberal politikaların uygulanmasında birleşiyorlar. Birleştikleri diğer bir konu ise özgürlüklerin daha da kısıtlanması. Terörle Mücadele Yasa Taslağı bunun en somut örneği. Makyaj niteliğinde “demokratik” düzenlemelerin altında düzene gerçek bir alternatif oluşturabilecek güçlerin bastırılması için mevcut durumu a- ratacak hazırlıklar yapılıyor.
Düzen tahakküm ve sömürü mekanizmalarını yeniden düzenlerken bize düşen, değişen koşulları iyi analiz edip kitlelerin mücadelesinin ö- nünü açacak bir çalışma tarzını hayata geçirmek. Bu sayımızda birisi sürmekte olan, diğeri henüz tamamlanmış iki siyasi kampanyaya yer veriyoruz. Sınıf mücadelesindeki farklı deneyimlerin değerlendirilmesi Yol’un bundan sonra da ana gündemlerinden birisi olmaya devam edecek. Bunun dışında geçen sayıda yer alan İstanbul’daki yıkımlar konusuna kent mekânının ranta dönüştürülmesi üzerine bir değerlendirme yazısıyla beraber bu sayıda da devam ediyoruz.
Dünya sayfalarımızda ABD emperyalizmi, petrolün ekonomi politiği ve Amerika’daki sendikal hareket üzerine değerlendirmeler var. Ermeni Konferansı ve Kürt Sorunu bağlamında sol içi tartışmalara bu sayımızda da devam ediyoruz. Bu tarz yazılar Yol’da önemli bir yer tutmaya devam edecek. Çünkü ideolojik ve politik çizgilerin yeniden tanımlanmasına ihtiyaç duyulan bir dönemden geçtiğimizi düşünüyoruz. Ayrıca sosyalizmin ve devrimci mücadelenin sorunlarına ilişkin deneme ve araştırma yazılarına da Yol’da yer vermek istiyoruz. Bunun bir örneği bu sayımızda yer alıyor.
Yol’un bu sayısında gençlik hareketi üzerine değerlendirmelerin yer almasıyla geçen sayının önemli bir eksiğini gidermiş olduk. Üniversiteler ve gençlik konuları Yol’da geniş yer tutmaya devam edecek.
Yeni yılın ilk günlerinde buluşmak dileğiyle...
YOL Siyasi Dergi - Uyanış Kültür Sanat İletişim Tanıtım Film Yayıncılık ve Organizasyon Hizmetleri San. ve Tic. Ltd. Şti. Sahibi: Edip Bal, Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Alaattin Erdoğan Menderes Malı. Atışalan Cad. No: 19 Kat: 4 D: 57 Esenler İstanbul
Tel/Faks: (0212) 584 31 05 Web: http://www.yoldergisi.com E-posta: [email protected] Baskı: Ser Matbaacılık - Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No: 16/26 İstanbul Tel: 0212 565 17 74
3 EKİM’DE ÇIKILAN YOL
NEREYE GİDİYOR?Mehmet Vıimazer
Türkiye, Siyasal İslam damgasını taşıyan bir hükümetin eliyle tam yol küreselleşmeye uyum yolunda ilerliyor. Bu yeni icat edilmiş sözün bildik anlamı ise emperyalist paylaşımdır. Türkiye Yeni Dünya Düzeni'ndeki paylaşım menziline boylu bo
yunca girmektedir.
İki güç merkezi arasında gittikçe sıkışan Türkiye
3 Ekim şenlikleri Aralık 1999’da Avrupa fotoğrafının içinde yer aldığımız günlerdeki şenliklerden daha sönük geçti. O günler hatırlanırsa tarih kitaplarında anlatılan OsmanlI’nın Tanzimat şenliklerine benzer bir hava ortaya çıkmıştı. Memlekete “demokrasi” ve “refah” gelecekti. Yüz elli yıllık bu hayalin bir türlü
gerçekleşmemesi önemli değildi.' Böyle her fırsatta şenlik yapmak artık alışkanlık olmuştu. 3 Ekim şenliklerinin sönük geçmesinin iki nedeni olabilir. Türkiye’ye bu beş yılda zaten demokrasi ve refah gelmiş olabilir; ya da bu iki Anka kuşunun bu topraklara gelişiyle ilgili umutlar ö- nemli darbeler yemiştir. İkincisinin doğru olduğunu biliyoruz. AB’nin çekiciliği hızla sönüyor.
Ancak biz bu hikayeyi bir kez daha 3 Ekim öncesi ve sonrası yaşa
nanları göz-
giremeyeceğini kanıtlamak değildir. İki büyük güç merkezinin çekim alanında itilip kakılmaktan başı dönen Türkiye’nin nereden gelip nereye gittiğini kestirebilmektir. Bu ülkede yaşayanların ülkenin gidişine müdahale şansları yoktur, alın yazıları büyük güçler tarafından çizilir. YDD i- le Türkiye soğuk savaş günlerine göre çok daha karmaşık dengelerin arasına sıkıştı. Değişken, hatta oldukça belirsiz süreçlerin içinde sürüklenip gidiyor. Daha doğrusu güç merkezlerinin çekim alanında demir tozları gibi bir dizilip bir bozuluyor. 3 E- kim’de AB görüşmelerinin başlamasıyla Türkiye artık bu git-gellerden kurtulmuş oluyor mu?
3 Ekim öncesi yaşanan krizler çözümlendi mi?
3 Ekim öncesi yaşanan üç önemli krizin boyutlarına bir kez daha bakarak çizilen pembe tablonun arkasını görmeye çalışalım. İlki, Washing- ton ve AKP hükümeti arasında yaşanmıştı. 9-10 ay önce Washing- ton’un ünlü yayın organları hemen her gün AKP hükümetine ve bizzat Başbakan Erdoğan’a karşı saldırılarla doluydu. Erdoğan bile “düğmeye basıldı” demek zorunda kaldı. Sonrasında Erdoğan’ın Beyaz Saray ziyaretine rağmen ilişkilerde önemli bir değişim yaşanmadı. Ancak AB i- le çok yoğun pazarlıkların sürdüğü Eylül ayında Bush’un ulusal güvenlik danışmanı Hadley, Türkiye’yi ziyareti sırasında önemli bir açıklama
Türkiye güç merkezlerinin çekim alanında de- den geçirerek mir tozları gibi bir dizilip bir bozuluyor. 3 E- anlatalım A_. . , , _ . , , , ,, , maçımız sa
kim kararıyiaTurkıye artık bu gıt-geiierden dece Türki-kurtuimuş oluyor mu? ye’nin AB’ne
2
KasiM'AraIiI< 2005 <pi
yaptı ve “1 Mart’ı unuttuklarını” söyledi. Ünlü “tezkere kazası”nı ABD unutmaya karar verdiğine göre ilişkilerde bir değişim olasılığı olduğunu varsaymak gerekiyor. Ancak nasıl, hangi boyutta? Bunu şu anda Washington’un da bilmediğini söyleyebiliriz. Fakat bu manevralar ö- nemli gelişmelerin işareti olmalıdır.
İkinci büyük kriz AB içinde yaşanmıştı. AB anayasasının Fransa ve Hollanda tarafından reddedilmesi hem Avrupa’nın hem de Türkiye’nin gündeminde şiddetli bir deprem etkisi yaratmıştı. AB’nin geleceğini ve elbette Türkiye’nin üyeliğini köklü bir şekilde etkileyen bu deprem yıkıntılar süpürüldükten sonra unutturulmaya çalışılıyor. Bu büyük problemin çözümlenmeden ortada durduğunu söylemeye bile gerek yok. 3 E- kim bayram şenlikleri sırasında bü önemli konu da uykuya yatırıldı.
Üçüncü önemli konu iç politika dengelerinde bir çekişme gibi göründü. PKK’nin yeniden silahlı mücadeleyi çok sınırlı olarak başlatmasını önce gündemleştirmeyen derin devlet daha sonra bunu gündemin üst sıralarına taşıdı. Linçler, genelkurmayın '92 yılını hatırlatan bir şekilde “teröre karşı gönül birliği” çağrısında bulunması gerilimi iyice yükseltti. Kara Kuvvetleri Komutanı Büyü- kanıt’m “çanlar Türkiye için çalıyor” açıklamasıyla gerilim tepe noktasına çıktı. Ancak 3 Ekim ile birlikte bu gerilimde hızlı bir düşüş yaşandı. Bu gerilimin kaynağında Türkiye’deki geleneksel güçler ilişkisi vardır. Sivil ve üniformalı hükümetler arasında yaşanan gerilim AB sürecinde özel bir önem kazanıyor. Avrupa açık açık ordunun politikadaki ağırlığına itiraz ediyor. 3 Ekim öncesi derin devletin gündemi özellikle terörle yüklemesinin amacı bellidir. AB'nin hafızasına bir kez daha “Türkiye'nin özel konumu” kazınmak istenmiştir. Yararı oldu mu? Son yirmi yıldır süren bu oyunun bu son perdesinin öncekilerden farklı bir yanı olduğunu göze batırmak gerekiyor. Türk derin devleti özellikle son 4-5 yıldır yeni bir strateji arayışı i- çindedir. ABD ve AB arasında sıkı
şan ve Kaf- kaslar-Orta- d o ğu - B al- kanlar “ateş üçgeni”nde büyük roller uman TürkDevleti bu yönde büyük düş kırıklıklarına uğradığı ölçüde yeni strateji a- rayışlarma çıktı. Bunu en açık bir şekilde ilk kez dört beş yıl önce bir Harp Akademisi konuşmasında Bü- yükanıt ifade etmişti. Bugünün dünya güçler dengesinde böyle yönelişler “imkansız” değildir. Bu gerçeklikten dolayı Türkiye’deki egemen zümreler arasındaki çekişmeleri artık sadece eski geleneksel boyutundan öteye değerlendirmek gerekiyor.
AB görüşme sürecinin sihirli bir değnek olmadığı yeterince açıktır. Bu derece önemli sorunların bir görüşme süreciyle buharlaşması mümkün olmadığına göre, bundan sonra kendini nasıl ortaya koyacağı sorusu akla geliyor.
ABD7 ünlü "tezkere kazası"nı unutmaya karar verdiğine göre ilişkilerde bir değişim olasılığı olduğunu varsaymak gerekiyor. Ancak nasıl,
hangi boyutta?
Bu sorunun cevabına gelmeden 3 Ekim’de taraflar neler verip neler aldılar? Büyük gürültüler arasında işin bu yanı örtülü kaldı. Zaten taraflarca istenen de buydu. AB bütün diplomatik maharet ve gücünü kullanarak Türkiye’yi “imtiyazlı üyeliğe” zorladı. Sonunda tam üyelik görüşmelerine razı olarak büyük bir taviz vermiş gibi göründü. Fakat bu gürültü sırasında protokole “AB’nin hazmetme kapasitesi” diye önemli bir kayıt düşülerek aslında tam üyelik yoluna çok büyük bir engel konulmuş oldu. AB’nin amacı İngiltere Dışişleri Ba- kam’nın dediği gibi “Türkiye’yi de- mirlemek”ti. Çünkü Türkiye doğrudan reddedilir ve AB kapısı kapatılırsa iki yönde demir tarayabilirdi. Derin devlet farklı bir strateji arayışı
5
ı\A51IVI-VAKALI K ZUW7
AB süreci veMiili Güvenlik Siyaset
BelgesiEpeydir ertelenen MGSB niha
yet kararlaştırıldı. Bunun AB süreciyle doğrudan bağlantılı olduğu bellidir. Bu gizli anayasa açıklanmayacağı için vatandaş basma sızanlarla yetinmek zorundadır. Genelkurmay Başkam’mn açıklamasından bazı kırmızı çizgilerin kaldırıldığı ortaya çıkıyor. En önemlisi Kürt Federasyonuna karşı tavırdır. Bu her zaman gerilime gebe konu şimdilik federasyonu resmi tanıma olarak bir biçime sokulmuştur. Kıbrıs sorununda belgede bir sınır konulmuştur. Ay-
içindeydi. ABD ve AB salıncağında sallanmak artık bir doyum noktasına gelmişti. Öte yandan, AB sürecine çok hevesli görünen AKP, kapı kapatılırsa İslam dünyasına doğru kesin bir yöneliş yapabilirdi. Bu gerçeklerden dolayı AB görüşme süreci başlatılmak zorundaydı. Ancak öyle kayıtlar konuldu ki, sonuçta yürünecek yol “imtiyazlı ortaklığa” çıkar hale geldi. Fakat oyunun mantığı gereği her iki tarafın da zafer çığlığı a- tabilmesi gerekiyordu. Bu sağlandı. AB, Türkiye’ye verebileceği en bü
yük tavizi vermiş göründü; Türk Devleti ise reddedilmenin yaratacağı büyük pozisyon ve imaj kaybından kurtulup “ucu açık” ve “AB’nin hazmetmesine” bağlı binbir engelle dolu da olsa, görüşme yolunun açılmasını elde edebileceği en büyük zafermiş gibi algıladı.
Öte yandan, ABD tam pazarlıkların en çetrefilli anında "1 Mart’ı u- nuttuk” açıklamasını yaparak hem AB’ye Türkiye lehinde mesaj vermiş, hem de Türkiye’nin pazarlıklarda biraz da olsa elini güçlendirmiş
AB açısından Türkiye'nin rolü tam bir bilmecedir. A lmanya Türkiye'yi daha çok "güvenlik" konularında düşünüyor, Fransa için durum çok belirgin değildir. İngiltere ise Türkiye için ABD'nin biçeceği rolü destekleyecektir.
oldu. Öte yandan, somut hiçbir tavır almasa da Kuzey Kıbrıs ile görüşme yaparak jestini daha da derinleştirerek Irak savaşı ile bozulan ilişkileri düzeltme niyetini açıklamış oluyordu. Amerika hiçbir zaman “iyilik yapıp denize atmadığı”na göre bu cömertliğin ardında mutlaka bir beklenti olmalıdır. Bu konuda basma sızan somut bir pazarlık olmasa da bir şeylerin pişirilmekte olduğu kesindir.
3 Ekim sonrasına baktığımızda öncesinin temel sorunlarından hiç birisinin çözülmediğini sadece zemin veya seviye değiştirdiğini söyleyebiliriz. 3 Ekim pazarlıkları tiyatrosu öylesine oynanmıştır ki, AB verebileceği en önemli tavizleri vermiş rolünü oynamıştır. Dolayısıyla artık sıra Türkiye’dedir. ABD ise bu yılın başında topa tutarak gerdiği ilişkileri yumuşatarak Türkiye’ye büyük bir jest yapmıştır ve elbette bunun karşılığını bekleyecektir.
Sonuç olarak, 3 Ekim’de görüşme sürecinin başlamasıyla, Türkiye kazandığı bu büyük zafere karşılık artık yeni büyük ödünler verme sürecine girecektir. Alabileceği en büyük tavizi almış artık verme sırası ona gelmiştir. Bu gerçeklikten dolayı ortalığın 3 Ekim sonrası hemen yumuşaması son derece aldatıcı bir görünüştür. Daha büyük pazarlık ve geri- limlerin yaşanacağı bir döneme girilmiştir.
ÇİVİM; MCEM Y<d ü z e n e :NİM yo VAR MI?
4
Kasim-AraIi k 2005 qol
nı zamanda Ermeni sorunu konusunda da gidilecek son nokta belirlenmiştir. AB ile yapılacak pazarlıklara genel bir çerçeve çizen Belge, aslında aynı zamanda sivil ve üniformalı hükümet arasında da sınırları belirleyen bir belgedir. Klasik “tehdit unsurları” dışında bu Belge’nin önemi AB pazarlıklarını ilgilendiren yönüdür.
Gazetelerde her gün sivil ve üniformalı hükümet arasındaki bilek güreşinin yeni bir raundunu okuyoruz. En son rektörler savaşı yaşandı. Hemen ardından Genelkurmay başkanı “sabrımızı deniyorlar” diyerek yeni bir uyarı yaptı. AB pazarlıkları süresince bu çekişmeler yükselip alçalarak devam edecektir. Son Güvenlik Belgesi bu pazarlıklara bugünkü güçler durumu açısından bir çerçeve çizmiştir. Bu anlamda bu Belge’nin orta vadede bir hükmü yoktur.
Nereye?AB sürecini sadece onun ünlü
“kriterleri”ne uyum olarak algılamak politikadan hiçbir şey anlamamak o- lur. Doğu Avrupa ülkelerinin ABD (NATO) ve AB rekabeti yüzünden nasıl büyük bir hızla üyelik basamaklarını çıktıklarını biliyoruz. Ö- nemliler seçildi üye edildi, ikinci ö- nemde olanlar bekletiliyor. Öte yandan, portakal devrimini yapan ve stratejik bir pozisyona sahip olan Ukrayna’nın AB üyeliğinin şimdilik düşünülmemesinin tek nedeni büyük güç merkezleri arasındaki dengelerdir. AB-Rusya-ABD ilişkilerinde denetlenemeyecek bir gerilimin yaşanmaması için taraflar şimdilik konuyu bir noktada tutmayı yeğliyor.
Türkiye’nin “geleceği” açısından aynı güçler ilişkisi almyazısı rolünü oynamaktadır. Brüksel’in “32 dosyası” ve “Kopenhag Kriterle- ri”nden öteye konuya bakmadan nereye gidildiğiyle ilgili bir öngörüde bulunmak zorlaşır. Hala dünyada en çok sözü geçen ABD’nin durumu en önemli belirleyicidir. Irak Savaşı öncesi ilan edilen strateji ve bölge için planlananlar bugün büyük sürtünme
ler nedeniyle yeterince ilerlemiyor. ABD yakın gelecekte bölgede nasıl adımlar atacağını tam bilemediği, daha doğrusu niyetlerine gücünün yetip yetmeyeceğini kestiremediği i- çin yeni bir karar aşamasındadır. Bu anlamda Türkiye’ye bölgede biçilen rol kesin değildir. Daha önce belirttiğimiz gibi ABD’nin “1 Mart’ı unuttuk” tarzındaki açıklaması Türk Devleti ile yeni bir pazarlık ve hazırlığın işaretidir. Ancak bunun ne olduğu henüz belli değildir. Bölgenin, sadece Ortadoğu’nun değil, aynı zamanda Kafkasların da yeni bir kaynama sürecine girdiği ortadadır. ABD’nin güç ve itibar kaybına uğradığı bir dönemde onun yedek gücü olarak bölgede davranmak Türkiye i- çin oldukça zor görünüyor. Bugün ABD’nin yaptığı Türkiye’yi Irak’ta- ki saflaşmalarda tarafsızlaştırmak, Suriye ve İran konularında da kendi safına çekme çabasıdır. Bundan öteye henüz aktif bir rol'belirlenmemiştir. Ancak Amerika’mn'sıkışması düşünülürse yakın gelecekte farklı uzlaşmalar yapılabilir.
AB açısından Türkiye’nin rolü tam bir bilmecedir. Almanya Türkiye’yi daha çok “güvenlik” konularında düşünüyor, Fransa için durum çok belirgin değildir. İngiltere ise Türkiye için ABD’nin biçeceği rolü destekleyecektir. Ancak ortada bir AB anayasası ve dış politikası olmadığı için Türkiye konusu her bakımdan -ekonomik ve siyasi- Brüksel a- çısmdan gerçekten ağır bir sorundur. Bu gerçeklikten dolayı İngiliz Dışişleri Bakanı Straw’ın tavrı şimdilik tek uygun olan gibi görünüyor: “Türkiye’yi demirlemek gerekir.” Bir taraflara kaymaması için demirlemek, yani AB görüşmeleri ile bir yandan umut vermek, öte yandan bitmek bilmez isteklerle bunaltıp, sıkıştırmak en uygun taktik tutumdur.
Bu durumda Türkiye’nin üzerinde belirsizlik bulutları yoğunlaşmaktadır. Yoğunlaşan belirsizliğe rağmen gerek AB’nin ve gerekse ABD’nin amaçlarından birisi bugünden kesindir. O da Türkiye’nin za- yıflatılmasıdır. .Çeşitli fırsatlarla manevra alanı biraz daha genişlemiş bir
Türkiye kesinlikle ABD ve AB tarafından istenmiyor. Bu gerçeklikle Türkiye egemenlerinin çıkarları kısa vadede değilse bile orta vadede bir çelişkiye girecektir. Sürekli bir yerlerde bekletilen, oyalanan ve gerektiğinde köşeye sıkıştırılan bir Türkiye, “Batı medeniyeti”nin Ankara i- çin biçtiği gelecektir. Soğuk savaş yıllarında Batı medeniyeti uğruna göğsünü siper etmiş olan, şimdi yeni koşullarda herkesin fırsat kolladığı, kendi çıkarma baktığı, büyük güçlerin dayatmalarına rağmen farklı yollar aradığı ve bazen de bulduğu dünyada Türk Devleti’ne düşen ABD ve AB kuşatmasında bekleşmektir. 3 E- kim’in çizdiği gelecek budur. Bu gelecek kendini kesin hatlarıyla gösterdikçe Türkiye’deki gerilim yükselecektir.
SonuçAmerika’nın yaptığı gibi doğru
dan savaşla veya AB usulü sözde barışçı yollarla dünyanın yeniden paylaşımının yapıldığı günümüzde, Türkiye paylaşımın sıcak alanına henüz giriyor. Küreselleşmeye u- yum ve neo-liberal ekonomi politikaların uygulanması Özal’la başlatılmış, ancak hem Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesi hem de işçi ve öğrenci hareketlerinin yükselmesi i- le kesintiye uğramıştı. Hemen hemen on beş yıllık bir kesintiden sonra şimdi üstelik Siyasal İslam damgasını taşıyan bir hükümetin e- liyle Türkiye tam yol küreselleşmeye uyum yolunda ilerliyor. Bu yeni icat edilmiş sözün bildik anlamı ise emperyalist paylaşımdır. Türkiye Yeni Dünya Düzeni’ndeki paylaşım menziline boylu boyunca ancak girmektedir. AB süreci bu yönde gidişe yeni bir ivme verecektir. AB sürecinin demokrasi ve refah beklentisinden çok başka bir şey, emperyalist paylaşımın günümüzdeki yollarından birisi olduğu kavrandıkça böyle bir “geleceğe” şovenizme batmış sahte, değil, gerçek itirazlar yükselecektir.
01.11.2005
5
C jO İ KasiM'AraIik 200?
Özelleştirmeler tam gaz devam ediyor!..
Z a r f a d e ğ İl , m a z r u f a ba k a limUmut fiydin
Sürecin ana iki hedefi net olarak şudur: Birincisi, karar alma süreçlerinin küresel kurallara uygun "bağımsız" düzenleyici kurullara devredilmesidir. İkincisi ise, eğitim,
sağlık, kentsel varlıklar vb. kamuya ait değer ve varlıkların ticarileştirilmesidir.
24 Ocak kararlarıyla kapısı aralanan ve Özal’la başlayan neo-liberal politikalara uyum süreci 90’larm başında gerek Kürt hareketinin çıkışı gerekse de bahar eylemlerinin bir sonucu olarak hız kesmişti. AKP iktidarı ile birlikte bu süreç tekrar derinleşmeye başladı. TÜPRAŞ, PET- KİM, ERDEMİR ve Telekom gibi büyük varlıkların satışını yenileri izleyecek. Bu arada TMSF üzerinden de özellikle geçmişte Uzan grubuna ait olup el konulan medya şirketlerinin satışı sürüyor. Burada ise sırada Telsim satış bekliyor.
TMSF’nin medya satışlarına ayrıca bakmakta yarar var. Diğer taraftan süren özelleştirmelerde ise tartışmanın boyutu eskiye göre başka bir
ERDEMİRArcelor, Ereğli Ortak Girişim
Grubu, Mittal Steel Company, NLMK, Nurol-Limak-Ozaltm- Alkol Pazarlama ve OYAK olmak üzere altı firma ve grubun katıldığı ihaleyi 2 milyar 770 milyon dolar veren OYAK kazandı. OYAK, Erdemir’in %3.17’si- ne karşılık gelen Türkiye Kalkınma Bankası’na ait hisseleri de aynı şartlar da satın alacak. Erdemir hisselerinin yaklaşık %9’u daha önce çeşitli yöntemlerle satılmıştı. OYAK ise bu ihalede Erdemir’in %46.12’lik hissesini almış oldu. Öte yandan OYAK, henüz şirketi devralmamışken ortak arayışına başladı bile.
J
noktaya kaymış durumda. Bugüne kadar tartışılan ana nokta “KİTTerin zarar mı, kar mı ettiği, zarar edenleri satmanın ne kadar doğru olduğu” şeklindeydi. Bu tartışma başlı başına yanlış bir noktaydı. Bugün gelinen noktada ise “KİTTerin yabancı sermayeye mi, yoksa yerli finans kapitale mi satılması gerekir” şeklinde u- lusal çizgide bir tartışma yürüyor. Konunun böylesi ters noktalardan ele alınması sonuç olarak özelleştirmelere karşı ciddi bir direniş yaratılmasının da önünde bir engel oluşturuyor.
1990’larm başlarında IMF-DB İkilisinin gündeme soktukları Washington Mutabakatı’nm ardından gelişen birinci kuşak düzenlemeler, ulus devletlerin piyasalarını küresel kapitalizmin piyasa kurallarına sınırsızca açmalarını dayatıyordu. Birinci kuşak politikaların yönelimi; ticaretin serbestleştirilmesi, fmansal transferlerin önündeki engellerin temizlenmesi ve bunlara uygun biçimde kuralsızlaştırma (de-regülas- yon) ve özelleştirme idi.
İkinci kuşak politikalar ise devlete düzenleyici (re-regülasyon) bir rol yükledi. Hedef, piyasanın top-
GALAT APORTGalataport Projesi, Karaköy
Meydanı’ndaki Türkiye Denizcilik İşletmeleri Genel Müdürlük binasından Deniz Ticaret Oda- sı’na kadar yaklaşık 1200 metrelik sahil şeridini kapsıyor. Projenin işletmesi için 49 yıllığına a- çılan ihaleyi, Royal Ortak Girişim Grubu, yaklaşık 3.5 milyar euro vererek kazandı. İhale bedeli dördüncü yıldan itibaren 49 yılda ödenecek.
Royal Grubu’nun hakim ortağı İsrailli Sami Ofer’in sahibi olduğu Ofer Grup. Sami Ofer, kru- vaziyer turizmin dünyaca ünlü i- simlerinden ve Karayipler’deki gücünü Doğu Akdeniz’e taşımaya çalışıyor. Daha önce de Kuşadası Limam’nı ve Gümüşsüyü’ndaki
^ark Oteli satın almıştı. ^
lumsal olan her alana yayılmasıdır. Bu doğrultuda ulusal kurum ve hukuksal yapıların tasfiye edilmesi, bunların yerine IMF-DB İkilisinin çerçevesini hazırladığı yapıların yerleştirilmesi amaçlandı. Merkez Bankası özerkleşmeli, siyasetin denetiminden uzak özerk kurullar oluşturulmalı, uluslararası tahkim gibi kurumlar aracılığıyla küresel sermayenin tek hukuk sistemi kabul edilmelidir.
Sürecin ana iki hedefi net olarak şudur: Birincisi, karar alma süreçlerinin küresel kurallara uygun “bağımsız” düzenleyici kurullara devre-
6
KasiM'AraIiI< 2005 c p i
dilmesidir. İkincisi ise, eğitim, sağlık, kentsel varlıklar vb. kamuya ait değer ve varlıkların ticarileştirilme- sidir.
Buradan yazının basma dönersek; özelleştirme “KİT kambu- ru”ndan kurtulmak, karlı-zararda gibi sığ bir tartışmanın öznesi değildir. Zarfa değil, mazrufa bakmak gerekiyor. KİT’ler her halükarda satılacak. Çünkü amaç kamuyu tasfiye etmektir. Kamunun yerini yerli ya da yabancı sermayenin alması tartışması i- se, ulusalcı hezeyanları bir kenara bırakırsak, pazar kavgasından başka bir şey değil. Sonuçta hepsinin de a
macı, kar ve sermaye birikimi düzenini derinleştirmek. Öyle ya da böyle, ama çalarak, ama halktan alarak... Kaldı ki Erdemir’i alan CİYAK, ihalenin hemen ardından ihaledeki rakiplerinden Mittal Steel ile ortaklık görüşmesi yapmıştır. İşte size “yerli” sermaye!
Sonuç olarak; Batı cephesinde değişen bir şey yok. Piyasanın vahşeti, sermayenin mutlak tahakkümünü gerçeklemeye çalışıyor. Buna karşı bir direniş örgütlenemediği sürece özelleştirme KIT’lerle sınırlı kalmayacak, yaşama bütünüyle nüfuz edecektir.
TÜPRAŞTüpraş’m %51’inin özelleş
tirilmesi ihalesini, 4 milyar 140 milyon dolar veren Koç-Shell Ortak Girişim Grubu kazandı. Bilindiği gibi daha önce de TÜPRAŞTn %14.76‘hk kısmı İMKB Toptan Satışlar Paza- rı’nda İsrailli Ofer Grubu’na satılmıştı.
Petrol-İş Sendikası her iki satışla ilgili olarak da yargıya başvurdu. Süreç devam ediyor^
O ligopo lden M o n o p o leTasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) bir süre
dir Uzan Grubu’na ait varlıkların satışına devam ediyor. Son dönemin gözdeleri ise medya varlıklarıydı. Star TV’yi 306.5 milyon dolara Doğan Grubu satın aldı. Kral TV’yi Mehmet Emin Karamehmet aldı, ancak ihaleye tek başına katıldığı için satış tekrarlanacak. Star Gazetesi’ne ise talip çıkmadı.
Uzanlara ait radyolara da “yoğun” ilgi vardı. 0- zellikle grubun iki motor radyosu ciddi bir kapışmaya sahne oldu. Süper FM’e 33 milyon dolar veren CGS grubu, Metro FM’i de 22 milyon 850 bin dolara satın aldı. CGS grubu, Star TV ihalesine de girdi, ancak i- hale devam ederken çekilmeyi tercih etti.
Tekelcilik mi, tek seslilik mi?Star TV’nin Doğan Grubu tarafından satın alınma
sının ardından bir tekelcilik tartışması sürüp gidiyor. Oysa tekel konumu yeni bir durum değil. Doğan Grubu, sektörün %60’ma yakınını elinde bulunduruyordu zaten. Onun dışında da Dinç Bilgin’in yerine geçen Turgay Ciner ile Yapı Kredi ve Pamukbank operasyonlarının ardından güç yitiren, Turkcell’in de sahibi olan Mehmet Emin Karamehmet bulunuyordu. ‘90’h yılların başında Uzan Grubu’nun mafyatik girişiyle başlayan özel televizyonlar süreci, hep tekelci bir hatta ilerledi. Bugün yaşanan ise Doğan Grubu’nun üçüncü büyük kanalıyla birlikte piyasanın neredeyse tamamına ambargo koymasıdır. Başka bir ifadeyle; oligopolden monopole adım atılmıştır.
Dolayısıyla “medya tekelleşiyor” tartışması boştur. Asıl sorun tek sesli duruşun derinleşmesidir. Sözünü ettiğim iktidarın ya da şu sermaye grubunun sözcüsü olmak değil. Bugün medya; küreselleşmeci, piyasacı sermaye ideolojisinin sesi olarak var. Haberler,
yorumlar hep bu çerçevede, aykırı düşenler çoktan a- yıklandı, tecrit edildi. Birkaç tane ayrık otu, “çok seslilik” iddiasının dekoru olarak kenarda tutuluyor. Sektör, yeni girişlere açık ve rekabetçi görünse bile, üretimin niteliği hepsinde aynı. Parayı veren, hep aynı düdüğü çalıyor.
Ofer’le CanVVest arasında ne var?!Süper FM ve Metro FM’i satın alan CGS grubun
hakim ortağı CanWest, Kanada’nm en büyük uluslararası medya kuruluşu. Bünyesinde 40 gazete, 17 televizyon, 3 radyo, 6 yayın ve dağıtım şirketi ile 2 web sitesi bulunuyor. CanWest’in Avustralya, Yeni Zelanda ve İrlanda’da da yatırımları var. Sermayenin dini olmaz, doğrudur. CanWest’in sahibi Leonard Asper, Yahudi asıllı ve şirket geçmişte bizzat Reuters Ajansı tarafından İsrail-Filistin haberlerine sansür uyguladığı ve maniplasyona gittiği yönünde suçlanmıştı.
CanWest Türkiye’ye büyük paralar ödeyerek hızlı bir şekilde girdi. Star TV’den son anda vazgeçti. Kulislerde, danışmanlığına ABD’nin Türkiye eski büyükelçisi ve Dışişleri Eski Bakan Yardımcısı Marc Gros- man’m getirildiği TGRT’yi satın alacakları konuşuluyor.
Öte yandan bu dönemde başka bir Yahudi grup, O- fer grubu da Türkiye’ye hızlı girdi. Burada komplo teorisine meraklı olanlar için birkaç şey yazalım. İki grubun da Türkiye’deki partneri aynı. Daha önce ismi pek duyulmamış olan Global Menkul Değerler’in patronu Mehmet Kutman iki gruba da eşlik ediyor. Bu benzerliğin dışında; CanVVest’in Türkiye’deki ortaklarından biri de Fatih Akol. Sami Ofer ise Fatih Akol’un eşi Meltem Akol’u kendine hukuk danışmanı ve sözcü olarak seçmiş. Benzerlikler bu kadar. Yorum size ait.
7
qol Kasim--AraI!İ< 2005
Şirketleşen belediye, metalaşan kent, dışlanan yoksullar
R a n t s a l d ö n ü ş ü mMehmet Vusufoğlu
İstanbul'un rant alanlarının büyüh sermaye tarafından değerlendirilmeye açılması 1980'lere yani ilh neoliberal uygulamalara uzanıyor. Üretim sektöründe düşen karlar sorunu, yeniden bu karlara ulaşmak isteyen sermaye tarafından hayatın
tüm alanlarının metalaşması ve özelleştirmelerle aşılmaya çalışılıyor.
Dubai Holding Kuleleri, AKM’nin yıkılma planlan, Galataport Projesi, ormanlık araziye yasaya uydurularak yapılan Formula 1 Pisti, Haydarpaşa garı ve çevresinin ticaret ve turizm merkezi yapılması çalışmalan, Haliç Değerlendirme Projesi, Harbiye’deki TRT Radyo binasının satılıp otele dönüştürülmesi projesi, dünyanın sayılı büyük alışveriş merkezlerinden biri olduğu söylenen Cevahir Alışveriş Merkezi’nin açı
lışı, 2b statüsündeki orman arazilerinin hükümetçe satışa çıkarılmaya çalışılması, kentin kuzeydeki ormanlık ve su havzalarına doğru genişlemesine neden olacak ve tüp geçit gibi toplu taşımacılık alternatiflerini dışlayan Sarıyer’e yapılacak 3. köprü kararları (7 Kasım 2005, Recep Tayyip Erdoğan’ın açıklaması), Zeytinbumu’nda “depreme karşı dayanıksız” gerekçesi ile sayıları 10 binlere ulaşacak konut yıkımları ve
bölgenin boşaltılması projesi, kent içinde kalan eski depo, garaj gibi yapıların satılması derken kentsel rant yaratımı ve bu rantların sermayenin koşulsuz kullanımına dönük ve acil olarak tepki üretilmesi gereken pek çok örnekle karşılaştık.
‘Arazi yok, kentsel dönüşüm kaçınılmaz’
Kentsel Dönüşüm ve Gelişim Kanunu ise tüm bu sürece yasal kılıf oluşturma amacıyla şekillendi. Bankalar ve emlak şirketleri bu yasanın uygulanmasını iştahla bekliyorlar, zira basma göre “Mortgage kredi sistemi ev satışlarını patlatacak”. Şimdilik az bir kısmı gerçekleştirilen gecekondu yıkım planları ve kentsel yenileme, canlandırma projeleri ile birlikte
ele alındığında kentin allanıp pullanıp, geçmişten gelen zengin kültürü yeniden cilalanıp “pazara” çıkartılması süreci ile karşı karşıyayız. Daha da önemlisi kentin yoksullarının “Arazi Kalmadı, Kentsel Dönüşüm Şart” (kaynak: emlak.milliyet.com.tr) denilerek bir kez daha yerinden edilmesi, piyasanın acımasız ellerine bırakılması, kentin kıyısına savrulması, hem karar alma süreçlerinden hem de kamusal olması gereken kentsel mekanlardan dışlanması gerçeğiyle karşı karşıya olduğumuz a- çık. “Kentsel Dönüşünf’den elde edilecek merkeze yakın araziler, daha çok para verebilecek olanlara konut ya da işyeri olacak ya da “para getirecek” yatırımlara açılacak.
Belediyelerin ve belediye hizmetlerinin ticarileşmesi, birimlerin şirketleşmesi ve böylece halkın katılım ve hesap sormasından iyice uzaklaşması, belediye hizmetlerinin kar mantığı ile işletilmesi ve bunun sonucu olarak gittikçe parası olanlara ve o semtlere hizmet üretir hale gelmesi oldukça önemli ve mutlaka tartışılmalı. Ancak bu yazıda kentsel gelişme ve dönüşüm sürecinde hızla sermaye kullanım ve kontrolüne açılacak alanlar ve bunu sağlayacak projeler üzerinden süreci özetlemeye çalışacağım.
İstanbul’un rant alanlarının büyük sermaye tarafından değerlendirilmeye açılması 1980’lere yani ilk neoliberal uygulamalara uzanıyor. Üretim sektöründe düşen karlar sorunu, yeniden bu karlara ulaşmak isteyen sermaye tarafından hayatın tüm alanlarının metalaş-
8
r
ması ve özelleştirmelerle aşılmaya çalışılıyor. Kentlerin metalaşması sürecini bununla birlikte incelemek gerekiyor. Eğitim, sağlık, sosyal güvenlik alanlarında olduğu gibi kentsel mekan ve .mekanın organizasyonu da metalaşma ve kar konusu oluyor. Yine bu mekanlarla birlikte yaratılan tüketim kalıplan ve ü- retilen yaşam tarzları “küresel elitlere” ve “kentin yeni profesyonellerine” sunuluyor, kent ve özellikle “çöküntü alanı” diye adlandırılan kentin merkezi bölgelerinin “değerlendirilmesi”, zenginlerin bu bölgelere çekilip belediye ve sermaye gelirlerinin artmlması bir başka amaç.
Küresel meta üretimindeki rekabet ve finansallaşma göz önüne alındığında üretim dışı alanların karlı sektörler olarak tanımlanıp sermayenin toplan döngüsünün içine çekilmesi neoliberal dönemin temel özelliği. Bu süreçte kentler birbirleri ile yarışırcasına sermayenin kullanımına açılırken, “dünya kenti” olmanın faturası kamusal değerlerin ve halkın ortak mallarının ve kullanım alanlarının sermaye lehine, özellikle fı- nans, emlak, inşaat ve tüketim sektörleri lehine el değiştirmesi olarak ortaya çıkıyor. Bu süreçte kente göç eden yoksulları bir de kent içi göç bekliyor aynı zamanda.
Dubai Kuleleri’nin öncesi
Burada vermeye çalışacağım örnek yaşadığımız kentsel dönüşüm sürecine hangi aktörlerin etkin olduğunu göstermesi ve kentsel rantların kenti nasıl şekillendirdiğini göstermesi açısından oldukça anlamlı. Bu süreç son olarak Dubai Holding’in yapacağı gökdelenlerle zirvesine ulaştı maalesef.
Büyükdere Bulvarı kentin Avrupa yakasında Şişli Camisi’nden başlayıp Esentepe-Levent-Maslak ve Hacıosma- na kadar uzanıyor. Büyükdere E5 ve TEM’in birbirine en yakın geçtiği bir merkez olması ile kentin her yerinden kolayca ulaşılabilirlik özelliğine sahip.
Rant için kuzeydeki ormanlık alana ve Boğaz’m kuzeyine doğru genişlemeyi hızlandıran Maslak-Zincirlikuyu ekseni yapılanmaları ve Maslak gökde
lenleri projeleri Dfc zr nrt^ -m v tıklıyor. Dalan'm 19S6 • Anca Dcizrcerr ve Piyalepaşa'yı büyük ;s merkezlen. oteller, alışveriş merkezi ve lüks konutlarla donatma projesi ciddi tepki ile karşılaşınca büyük sermayenin baskıları sonucu bu proje Büyükdere-Maslak
• eksenine kaydırılır. (İptal edilen projenin sadece ilk adımı olarak Tarlabaşı Bulvarı açılabilir.). Zincirlikuyu-Mas- lak hattı için ilk talepler Sabancı, İş Bankası, Yapı Kredi, Tatlıcılar Holding ve Alarko Holding’den gelir. İlerleyen finans sektörünün ileri teknolojili bina talebi bu süreçte belirleyici olur. ANAP “yabancı sermaye için uygun ortam yaratmak”, “İstanbul’u neo-liberal politikaların vitrini yapmak” gibi hedeflerle süreci başlatır. Ancak sonra başa gelen SJTP’li belediye gökdelenler için daha içerlerdeki Ferhatpaşa’yı önerir ve buraya ciddi imar kısıtlamaları getirir. Bu- na karşılık ANAP hükümeti alanı “Turizm Bölgesi” ilan ederek uygulamayı devam ettirir ve yetkileri belediyeden alır. Bu dönemde Türkiye’nin büyük sermayesi 1960’larm ve 70Terin karlı alanlarını terk ederek arsa rantlarına yönelmiştir iyice. Gecekondulaşma ve arazi açma süreci iyice ticarileşip büyük sermayenin denetimine girer. Koz- yatağı-Altunizade ekseni de bölgedeki toprak sahiplerinin talebi sonucu bu tip imara açılan bölgedir. Yine Kavacık, 2. köprünün yapılması ile artan rantlar sonucu sermayenin ciddi yatırımlar yaptığı bir bölge olarak öne çıkar.
Bu tip projeler kentteki elit grupların çıkarını gözetmekte ve kentte gelir eşitsizliğini, mekansal kutuplaşmayı artırıp kentin sınırlı kaynaklarını belli sınıfların çıkarı için kanalize etmektedir. Kuzeydeki ormanlar ve su havzaları günümüzde lüks konut siteleri ile iyice dolmaya başlamıştır. Bu gelişme trafik, su vb. pek çok altyapı problemini de birlikte getirmiştir. Maslak’a yapılması planlanan yeni gökdelenler (6 A- ralık 2005, Milliyet), Dubai Kuleleri ve Sarıyer’e yapılacak 3. köprü de yapılaşmayı kuzeye ve boğaz kıyılarına iyice yerleştirecektir. (Oysa bu alanlar 1980 nazım planı ve önceki tüm planların tam aksine gökdelenlerle dolmuştur.) Ayrıca Kuştepe, Gültepe, Çelikte- pe, Karanfilköy üzerinde günümüzde
Yağmalanan merkezler: GalataPorr. Haliç proje
leri, Haydarpaşaİstanbul Boğazı’nm güzelliğim ve
kültürel geçmişini pazarlamaya soyunan Haliç, Haydarpaşa ve Galataport projeleri ise kentin en değerli merkezlerine yönelik projelerdir. Kentin içindeki sanayi tesisleri, liman ve garlar, depolar “finansal akışları ve hizmet sektörü yatırımlarını” çekmek isteyen kent için ve kentin bu en değerli alanlarına göz koyan sermayedarlar için bulunmaz fırsatlardır. İstanbul Büyükşe- hir Belediye Başkanı Kadir Topbaş Londra’daki Doklar Bölgesi’ni örnek vermektedir. Elit kültür ve sanat kurumlan, iş merkezleri, oteller, turistik plazalar ve alışveriş merkezleri ile Haliç ve Galata yerli yabancı elitlerin hizmetine sunulacaktır. Kentin değerli ve merkezi bir alanı daha kamusal kullanımın dışına çıkartılmış olacaktır. Kentlerin sanayisizleşmesi olarak akademik çalışmalarda yer alan bu sürecin pek çok örneği Avrupa kentelerinin bir kısmında 1970’lerden beri yaşanmaktadır. Taksim’deki Atatürk Kültür Merke- zi’nin yenilenmesi ve Harbiye’deki TRT binasının otel yapılması da kentin merkezindeki bu yapıların haraç mezat ticari kullanıma açılması anlamına gelmektedir.
Nezihleştirme ve yeniden canlandırma
Kenti pazarlama ve zenginlerin kullanımına sunmanın bir diğer yolu da “çöküntü ve suç alanları” olarak adlandırılan yerlerin, özellikle şehrin merkezinde olup da sonradan gözden düşen bölgelerin yeniden canlandırılmasıdır. (Yeni kanun tasarısında da “yenileme” ve “yeniden canlandırma” pek çok kez yer almış durumda.) Bunlar Kuzguncuk, Ortaköy, Cihangir, Fener-Balat, Amavutköy gibi semtlerde uygulanmıştır ya da bu semtler bu tip bir “yeniden değerlenme” sürecinin içindedir. Talimhane ve Unkapam’na kadar olan Tarlabaşı çevresi için, Aksaray ve Fa-
9
CjOİ KasiM'AraIiI< 2005
tih’in belli bölgeleri için de düşünülen süreç buraların nezihleştirilip orada yaşayan kiracı ve yeni göçmenlerin yerinden edilmeleri anlamına gelecektir. Artan kiralar ve masraflar sonucu taşınmak zorunda kalan yoksul ve emekçilerin konut sorunu ve çalışma haklarına dair bir çözüm ise kesinlikle üretilme- mektedir. Kentin merkezlerine zenginlerin çekilmesi, bu alanların tüketim i- çerikli kentsel turizme yönelik olarak metalaşması böylece hem belediye gelirlerinin hem de sermaye gelirlerinin (emlak, fınans, inşaat sektörleri başta olmak üzere) artırılması hedeflenmektedir. Zeytinbumu gibi semtlerde ise “kentsel dönüşüm” adı altında yapılacak olan yeniden canlandırma değil aslında “yıkarak yenileme” olarak adlandırılabilir. Bu bölge ciddi bir toplu konut rant alanı yapılacaktır.
Aslında Bahçeşehir, Kemer Co- untry, Beykoz Konakları vb. dışarıya kapalı ve hijyenik ortamlar olarak sunulan siteler gerçekte sermayenin kente ve yoksullara bakışını ifade eden bir anlayışta tasarımlanıyor. Kent sorunlarının, hava kirliliğinin, trafiğin, temizlik sorunlarının yükünü paylaşmak istemeyen ve “suç ve pislik yuvası” olarak gördükleri kentten ve yoksullardan u- zakta kendilerine steril yaşamlar kurmak isteyen kent zenginlerinin yaşa->, dıkları yerler olarak ortaya çıkıyor bu tip siteler. İşte mevcut kentsel dönüşüm
projelerinin de Haydarpaşa’yı, Gala- ta’yı, Haliç’i benzer bir mantıkla, e- mekçileri ve onların ihtiyaçlarım dışlayan bir mantıkla sermayedarların hizmetine sunacağını söylemek zorlama olmaz.
Kentin kendi dinamiklerine odaklanmak ve
kentsel mücadelelerin önemi
Yeni yoksulluk, işsizlik, güvencesiz ve düzensiz çalışma, sosyal harcamaların kısılması, temel hizmetlerin ticarileşmesinin,- belediyelerin ticarileşmesi ve semtlerin gelirlerine göre hizmet sunar hale gelmelerinin yarattığı e- şitsizlikler yukarıdaki dönüşümlerle birlikte düşünüldüğünde kentsel ayrışma, dışlanma ve gerilimleri artıracaktır. Suç ve toplumsal çürüme, uyuşturucu ve kapkaççılık olaylarının kamuoyunda tartışılma biçimine baktığımızda bu ayrışmanın bir yönünü zaten görebilmekteyiz. Tarımsal politikaların yaratacağı yeni göç, gecekondulaşılacak alanların iyice azalması (örneğin gecekondudan dönüşen apartmanların gecekonduların tersine yoksullar için ciddi bir kira yükü ve kalabalık yaşama zorunluluğu getirmesi) ile de birleşince çok ciddi kentsel ayrışmaların ve mücadelelele- rin gerçekleşeceğini gelecekte öngörmek zor değil. Bu dönemde sadece
kente kırsal kesimden gelen göçün yaratacağı sorunlara değil, kentin yeniden yapılanması ve metalaşması sürecinin, kentiçi ve kentler arası göçün yaratacağı özgün sorunlara (örneğin şimdiye kadar varoş bölgelerinde gerçekleşen yıkımlar bunun sadece çok küçük bir kısmı) müdahale edebilmek, sermayenin en önemli kar ve sömürü alanlarından biri olma yolunda olan kentsel rantlara karşı çıkabilmek, kente sahip çıkmak oldukça önemli. Arazi arayışındaki sermayenin yoksullan tehdit ettiği bu koşullarda mekan ve mekana eklemlenmiş değerler, çelişkiler ve özgünlüklerin üstünden atlamayan bir mücadele tarzı anlamlı olacaktır.
Kamusal kullanıma ve toplumsal ihtiyaçlara yönelik bir planlama, toplumsal katılımı ve dayanışmayı arttıran mekansal düzenlemeler, ortak tüketim alanları, spor merkezleri, aşevleri, kreşler, kadınların, yaşlıların, gençlerin katılımını artıran kentsel yönetim modelleri, yıkımlara karşı alternatif kent mücadeleleri ve halk özyönetim biçimleri, metalaşmayı ve ticarileşmeyi tersine çeviren süreçler bugünkü mücadelelerin içinden çıkacaktır. Kent rantlarının vergilendirilmesi ve kamusal yatırımlara aktarımı, fmansal sermaye hareketlerinin kontrolü, kentsel yatırımların çevreye maliyetlerinin sermayeye ödetil- mesi, yıkımlara karşı sağlıklı barınma hakkını öne çıkaran mücadeleler, kentle ilgili kararlara halkın kesin katılımının sağlanması talebi, özelleştirilip satılacak kent içi tesislerdeki özelleştirme karşıtı mücadeleler gibi güncel pratik hedefler türünde hedeflerin geliştirilmesi de anlamlı olacaktır.
Kaynaklarİstanbul’da Kentsel Ayrışma, Haz. Hatice
Kurtuluş, Bağlam 2005. (H.Kurtuluş, Bin-
nur Öktem ve Besime Şen’in Makaleleri)
Praksis; Kent ve Kapitalizm, Bahar 2001.
Fikret Şenses; Küreselleşmenin Öteki Yüzü: Yoksulluk, Kavramlar, Nedenler,
Politikalar ve Temel Eğilimler, İletişim Ya
yınları, İstanbul, 2001
www.dayanismaevleri.org
10
KasiM'AkaIiI< 2005 qol
Kim ne d iyo r?
Arsa yok, yoksullar dışarı!İstanbul’da arsa sıkıntısı başlayacak, kentsel dö
nüşüm kaçınılmaz.
Düzensiz, çarpık ve plansız yapılaşma İstanbul’da inşaat yapılacak alanları bitirdi. 1950’lerde başlayan, 1960, 1970 ve 1980’lerde devam eden, 1990’larda zirve noktaya ulaşan yapılaşma İstanbul’da düzenli konut yapılacak alan bırakmadı. Kentsel dönüşüm kaçınılmaz. Gelinen bu noktada büyük bir ihtimal ile başa dönülecek. Yani kentsel dönüşüm planları uygulanacak, bu konuda Güngören, Bağcılar, Esenler, Gaziosmanpaşa, Eyüp, Zeytinburnu, Bahçelievler, Küçükçekme- ce,Ümraniye, Maltepe ve Kartal’da kentsel dönüşüm planlarının uygulanması kaçınılmaz hale gelecek.”
(emlak, milliyet, com. tr)
Emlak spekülatörleri: ‘Kentsel dönüşüm kolay olmayacak!’
Dünya Gayrimenkul Enstitüsü (ULI) Türkiye Başkanı Hakan Kodal, gayrimenkulde sağlıklı büyümenin kentsel dönüşüm yasa taslağının kabulüyle yaşanacağını söyledi.
Gayrimenkul yatırımcıları, büyük kentleri gecekondulardan kurtaracak kentsel dönüşüm yasasının bir an önce kabul edilmesi için bastırıyor. Bu yıl, 4’üncüsü Ceylan İntercontinental Oteli’nde düzenlenen Gayrimenkul Zirvesi’ne katılan ve ‘Kentsel Dönüşüm’ konulu paneli yöneten Dünya Gayrimenkul Enstitüsü (ULI) Türkiye Başkanı Hakan Kodal, gayrimenkulde sağlıklı büyümenin kentsel dönüşüm yasa taslağının kabulüyle yaşanacağını söyledi. Kentsel dönüşümün kolay olmayacağına dikkat çeken Kodal, ‘Kentsel dönüşüm öyle bugünden yarma olabilecek birşey değil. Halic’in kentsel dönüşümü başarılı oldu. Şimdi, Zeytinburnu’nda, bir proje var. Amacımız, kentsel dönüşüm projelerini hızlandırmak’ dedi. Eskiye göre yerel yönetimleri daha dinamik bulduğunu da belirten Kodal, şöyle konuştu: “Gayrimenkulde, büyüme sağlıksız olduğu zaman gerçek anlamda değer artışları yaşanmıyor. Büyümenin sağlıklı olması için kentsel dönüşüm projelerinin hızlandırılması şart. Ayrıca, kamu arazilerinin değerlendirilmesi, Yerel Yönetimler Yasası ile alışveriş merkezlerine ilişkin yasa gibi sektörü yakından ilgilendiren gelişmelerde ve ipoteğe dayalı finansman sisteminin uygulamaya geçilmesinde gayrimenkul yatırımcıları o- larak her türlü görüşlerimizi yansıtmaya devam edeceğiz.”
Bankalar konut kredisi peşinde!Konut Kredisine Amerikan modeli haziranda: Ser
maye Piyasası Kurulu Başkam Doğan Cansızlar, 2 yıldır yürüttükleri ipoteğe dayalı konut finansmanı çalışmalarında son aşamaya geldiklerini söyledi. Cansızlar, “Model, haziran ayında netleşecek. Bir finans şirketi kurulacak. Bankalar, bu şirkete ipotek kredilerini belli bir komisyon karşılığında satacak. İpotek kredileri şirket bünyesindeki havuzda toplanacak ve burada menkul kiymetleştirilerek vatandaşlara uzun vadede, kira öder gibi konut kredisi sağlanacak” dedi.
Topbaş: ‘M etroyu da satmak istiyoruz’
“Dubai International Properties ile 5 milyar dolarlık gayrimenkul projeleri için işbirliğine giden İstanbul Büyükşehir Belediyesi, metroyu da satmaya hazırlanıyor. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, Güney Kore, Dubai, Fransa ve İtalya’daki şirketler ile görüşmelerinin sürdüğünü, bugünkü tramvay ve metro işletmesini devredebileceklerini açıkladı.”
(Milliyet, 25 Kasım 2005)
Üçüncü köprü kuzeydenİstanbul Valisi Muammer Güler, İstanbul’a 3. bo
ğaz köprüsünü çok gerekli bulduğunu, çünkü bu köprünün yeni bir çevre yolunu da kapsamış olacağını belirterek, ‘’Bu köprünün mevcut 2 köprünün arasına değil, 2. köprünün kuzeyine olacağı konusunda bir mutabakatın oluştuğunu biliyorum” dedi.
Galata’yı turizme açacağız! Hedefimiz dünya kenti olmak!Kadir Topbaş: “İstanbul’daki çarpık yapılaşmaya
son vermek için çok sayıda kentsel dönüşüm projemiz var. Çalışmalarımızı deprem dönüşüm ve gecekondu dönüşüm olarak sürdürüyoruz. Bugüne kadar tespit çalışması sürdürülen Zeytinburnu’nda 500 birimde deprem dönüşüm için arkadaşlarıma talimat verdim ve çalışmalara başladık. Ayrıca Tarlabaşı’nm altındaki bölgeyi restore ederek burayı öğrenci yurtlarının, kültür ve sanat merkezlerinin hakim olduğu bir semt haline getireceğiz. Bu çalışmalarımız da başlıyor. Kü- çükçekmece’de TOKİ ile başlattığımız kentsel dönüşüm çalışmalarında da yakında kazmayı vuruyoruz. Hedefimiz İstanbul’u yaşanabilir, aydınlık, güvenli bir dünya şehri haline getirmek. Galata Projesi çerçevesinde de burayı turizme açacağız.”
(Akşam Gazetesi, 14 Mayıs 2004) (www. ibb.gov. tr)
CJOİ KasiM'AraIiI< 2005
N e d e n y ik im l a r a k a r ş i
M ÜCADELE?Bahar €kinci
Konduların nasıl ve hangi Koşullarda yapıldığı, şimdi neden yıKılmaK istendiği e- mehçilerin bilincine çıkarılmalı ve sorunun gerçek çözümü olan "Herkese Sağlıklı Barınma Hakkı!" şiarı öne çıkarılmalıdır. Bu anlamda yerel yönetimlere, kira bedeli
cüzi konutlar yapıp halka sunması için baskı oluşturmak gerekir.
‘Kentsel Dönüşüm Projesi’ne i- lişkin genel bir değerlendirme ve yaklaşımımızı sunan bir yazı bundan önceki sayımızda yer almıştı. Projenin kapsamı ve düzenin bu projeyle neyi amaçladığına ilişkin, emek cephesindeki değerlendirmeler benzer nitelikte. Ancak iş süreçten beklentilere, çözüm önerilerine ve taleplere gelince ayrışmalar kendini gösteriyor. Bu yazıda bunları değerlendireceğiz.
Siyasi bir öznenin önüne ister kendi iradesiyle ortaya konan ister
bir başka özne tarafından dayatılan bir gündeme müdahale ederken ilk belirlemesi gereken hedefidir. Bu özne devrimci bir özne ise bu hedef ile stratejisi arasındaki bağlantıyı da doğru kurmak zorundadır. Yıkım gündemi bize düzen tarafından dayatılan bir gündemdir. Bu gündemi kabul edip etmemek yani sürece müdahale edip etmemek tamamen bizim tercihimizle belirlenmelidir. Dönemsel taktiklerimize yoğunlaşma sorunu yaratacağını düşünürsek sürece müdahale etmeyebilir veya kısmen müdahale edebiliriz; ya da stratejik
hedeflerimiz
“yıkılsın kondular” dahi diyebiliriz. Tercih tamamen bizim elimizde, inisiyatif bizde olmalıdır. Yoksa ne yapacağını bilmez bir şekilde gündemlerin peşinden sürüklenmek içten bile değildir.
Yıkımlar gündemimize geldiğinde ilk yaptığımız düzenin hedefleri ve planlarını çözümlemek oldu. Bu çözümleme bir önceki sayımızda yer aldığı için tekrar değinmeyeceğiz. Yeni liberal politikalara uyum ve ülkenin “pazarlanması” hedefiyle planlanan yıkımların binlerce emekçi aileyi mağdur edeceği ortadadır. Bu mağduriyete hangi hedefle ve planla müdahale edeceğimiz veya etmeyeceğimiz ise bizim sorunumuzdur.
Sürece müdahale etmenin gerekçesiyle başlarsak... Yıkımı planlanan 85 bin konutun çoğu emekçilerin yaşadığı varoşlarda bulunmaktadır. Düzen amacına ulaşırsa binlerce aile neredeyse ömür boyu borçlandırılarak güvenliksiz, sağlıksız konutlara yerleştirilecek, binlerce kiracı a- ile de sokakta kalacak. Güzeltepe’de durakta yaşayan kiracıları hatırlayalım. Yıkımlar planlanan kapsamda gerçekleşirse binlerce kiracı aile hangi durağa, hangi köşe bucağa sığınacak! Yıkımların gerçekleşmesiyle kira fiyatlarındaki olası artışta düşünülürse durumun vehameti daha i- yi kavranacaktır. Bu durumun düzenle emekçiler arasında ne şiddette bir gerilim yaratacağı ortadadır. Bizim yapmamız gereken bu gerilim noktalarında doğru bir yaklaşımla örgütlenebilmektir. Bu dönemde ör-
Yıkımların, düzenle emekçiler arasında ne şid- açısından dette bir gerilim yaratacağı ortadadır. Bizim yapmamız gereken bu gerilim noktalarında
doğru bir yaklaşımla örgütlenebilmektir.
birsapma veya kırılma yaratacağını tespit edersek
Kas ı ıvı"AraLı k 2005
gütlenmelerimiz, halkın düzenden bağımsız inisiyatifini geliştirmeye dönük olmalıdır. Yıkım sürecine müdahale bu bağlamda önemlidir.
‘Kondular yıkılsın!’ mı?Konunun daha iyi anlaşılması i-
çin bu noktada iki yaklaşıma değinmek gerekiyor. Birincisi; Yüksel Ak- kaya’nm, 18 Ekim 2005’de sendika, org’da yayınlanan “Gecekonduları Niçin Yıkmalıyız?” yazısıyla sunduğu yaklaşım. Y. Akkaya bu yazısında “gecekonduları yıkmalıyız” demektedir ve bunu iki noktadan te- mellendirmektedir. Birinci olarak kondularm sağlıksız olduğunu ve e- mekçilerin burada yaşamayı hak etmediğini, ikinci olarak gecekondu mülkiyetinin sermayeye ücretleri düşük tutma olanağı sunmakta olduğunu söylemektir. Gecekonduların sağlıksız olduğu ve er ya da geç yıkılması gerektiği doğrudur. Ama ne zaman ve hangi koşullarda? Yerine sağlıklı konutlar yapılmalı ve emekçiler maliyetine, kira öder gibi buralarda barmabilmelidir. Çözüm önerilerimiz farklı değil, ancak zamanlama ve planlama çok önemli. Şimdi kondular yıkılsın demek, yerine yapılacak konutlar garanti edilmeden, bunun için bir mücadele yükseltmeden hiçbir şey demek değildir. Konut sorununun sağlıklı bir çözümü yerine kitlenin mülkünü koruma talebinin peşine takılmaksa kasdedilen bu eleştiriye katılıyoruz. Ama neden şimdi, “Herkese Sağlıklı Barınma Hakkı!” değil de “Gecekondular Yıkılsın!” diyelim?
Gecekondu mülkiyeti, sermayeye ücretleri düşük tutma olanağı sunmaktadır. İlk bakışta çok mantıklı görünüyor. Tespit doğru, ancak bunun pratikteki karşılığı nedir? “E- mekçiler kira ödesin ki ücret talebi artsm”mı? Emekçiler daha zor koşullara itildiğinde bunun karşılığında her zaman mücadeleye sarılmadıkla- rı son zamanlarda en iyi öğrendiğimiz şey oldu. Hem gecekondulara kira ödememeyi neden bir hak kazanımı olarak görmeyelim? Bileğinin hakkına, hatta kanlar dökülerek yapılmadı, korunmadı mı kondular?
Bir diğer tartışma da yıkımlara karşı mücadelenin, emekçileri mülk sahibi yapmaya hizmet edeceği üzerinden yürütülüyor. Mücadelenin nihai amacı, emekçileri mülk sahibi yapmaksa söylenen doğru. Bu eleşti
ri, daha çok ‘80 sonrası Özal’ın gecekondulara tapu tahsis belgesi dağıtmasıyla, mülk sahibi olan emekçilerin devrimcilere sırt çevirmesi hatırlanarak, bu acı deneyimin etkisiyle yapılmaktadır. Özal döneminde yapılan, ‘80 sonrası devrimcileri marjinalleştirme ve emekçileri düzen içileştirme uygulamalarının bir parçasıydı ve başarılı oldu. Zaten darbe sonrası bu anlamda pek çok uygulama yapılmıştır. Şu akıldan çıkarılmamalıdır, kondularm inşası ve devlete karşı kan pahasına korunması darbe öncesi toplumsal muhalefetin en güçlü olduğu dönemlerde yapılmıştı ve bir çeşit devlete kafa tutma, kendi yaşam alanlarını, kendi i- radesiyle devlete, düzene rağmen kurma mücadelesiydi. Darbe sonrası mülk sahibi olan emekçilerin devrimcilere sırt çevirmesi darbeden ve onun sonuçlarından bağımsız düşü
nülürse çok yanılırız. ‘80 öncesi devrimcilerin amacı da emekçileri mülk sahibi yapmak değildi elbette. Halkın kendi iradesiyle yaşam alanlarını kurma mücadelesine öncülük etmekti. Darbe sonrası bu durum
devlet tarafından tersine çevrildi diye bu mücadeleyi karalayanlayız. “Halkımızın
bizi satma” olasılığına göre baştan yenilgiyi kabul edemeyiz. Deneyimler öğrenmek, ders çıkarmak içindir, benzer olaylarda aynı başarısızlıkların yaşanmaması buna bağlıdır.
Yıkımlara karşı mücadelenin zemini
Sürece, halkla düzen arasında yaşanacak gerilimden halkın inisiyatifini geliştirmeye dönük örgütlülüklerinin yaratılması için müdahale ettiğimizi söylemiştik. Bu mantık, 96’dan beri yürüttüğümüz çalışmaların mantığıyla da örtüşmektedir. Düzenle emekçiler arasındaki en büyük gerilim noktalarının varoşlarda yaşandığını tespit etmiş, bir dizi başka tespitle birlikte buralara yönelmiştik. (bkz. Yol dergisi, sayı:6, Nisan 1997) Varoşlarda yürüttüğümüz çalışmalar esnasında emekçilerin ya-
'8 0 öncesi devrimcilerin amacı da emekçileri mülk sahibi yapmak değildi elbette. Halkın
kendi iradesiyle yaşam alanlarını kurma mücadelesine öncülük etmekti.
15
KasiM'AraIiI< 200?
şamsal sorunlarına kendi iradeleriyle, düzenden bağımsız inisiyatifler geliştirecek örgütlülüklerin yaratılarak çözüm bulmalarının öncülüğünü yapmaya çalışıyoruz. Bu çalışmalarımız sırasında 4 önemli sorun tespit ettik ve bunların çözümü üzerinden örgütlülükler yaratmaya çalışıyoruz. Bunlar; sağlık sorunu, eğitim sorunu, iş sorunu ve konut sorunu’dur. Bu sorunların gerçek anlamda çözümünün sosyalizmde olacağını hiç aklımızdan çıkarmadan yöneldik bu sorunlara. Mahallelerimiz sağlıkçılarıyla sağlık taramaları yaptık, her yaz kuramlarımızda yaz okulu organize ettik, işsizlere iş panosu o- luşturup iş bulduk, parasını alamayan işçinin hakkını almasına öncülük ettik, kiralık ev panosu oluşturduk, kiraya fahiş oranda zam yapan ev sahipleriyle “görüşüp” sorunu çözdük. Tüm bu çalışmaları başlattığımız zamanlarda “düzenin açığını yamıyorsunuz, böyle iktidara gelinmez, devrim yapılmaz” diyenler az değildi. Ama biz biliyorduk ki emekçilerin kendi sorunlarını bir araya gelerek çözme iradesinin gelişmediği bir durumda iktidar, emekçilere çok uzaktır. Oradan başlamak gerek dedik ve küçük ama emin adımlarla ilerliyoruz. Bunu, çalışmalarımıza dostlarımızdan doğru gelen artan İlgiden de anlıyoruz. Yıkım meselesi
de konut sorunu bağlamında ele aldığımız bir gündemdir. Konut sorununun kesin çözümü ancak sosyalizmde mümkündür. Ancak bugünden yapılması gereken bu sorunun ve çözüm yöntemlerinin bilince çıkarılması ve bu çerçevede halk örgütlülüklerinin geliştirilmesidir. Yıkım gündeminin yaratacağı gerilim buna olanak sunmaktadır. Kondularm nasıl ve hangi koşullarda yapıldığı,
Güzeltepe'de durakta yaşayan aileler mücade ieierinin karşılığını aldılar. Mülk sahiplerine verilen konutlarda 1 yıl bedelsiz kalacaklar.
Bu kazanım oldukça değerlidir.
şimdi neden yıkılmak istendiği e- mekçilerin bilincine çıkarılmalı ve sorunun gerçek çözümü olan “Herkese Sağlıklı Barınma Hakkı!” şiarı öne çıkarılmalıdır. Bu anlamda yerel yönetimlere, kira bedeli cüzi konutlar yapıp halka sunması için baskı o- luşturmak gerekir. Bu yıkımlarla ilgili kurulan halk örgütlülüklerinin hedefi olmalıdır.
Farklı yaklaşımlar...Devrimci siyasetlerle sürece
yaklaşım ve öne çıkarılan talepler konusunda hemen hiçbir fark görülmemektedir. Kentsel Dönüşüm Pro- jesi’nin kapsamı ve devletin hedefleri ve sürece dair çözüm önerisi anlamında hemen hemen aynı fikirde
yiz. “Sağlıklı Barınma Hakkı!” talebinde de ortaklaşıyoruz. Ancak bazı siyasetlerin bu sürecin yaratacağı gerilimle devrimci hareketin önünün açılacağını umduğunun işaretlerini alıyoruz. Hiçbir çalışmalarının bulunmadığı mahallelerde bile sürece müdahale etme isteği, çalışmalarının epey bir kısmını yıkımlar gündemine endekslemeleri bizi böylesi bir düşünceye sürüklüyor. Bahsedilen yaklaşım her zaman bu anlama gelmez elbette. Süreçten beklentimiz, düzenle halk arasındaki gerilim noktalarında bulunup, varolmadığımız bir yerelde bu vesileyle kalıcı ilişkiler kurmak ya da bulunduğumuz yerellerde daha köklü ilişkiler kurmak da olabilir. Eğer böyleyse sorun yok. Ancak beklenti bu gerilimle devrimci hareketin önünün açılacağı noktasında ise hata yapmış oluruz. Yıkımlarla kendiliğinden bir hareket yükselebilir, ancak bu yükselişin devrimci harekete sunacağı katkı, o zamana kadar halkın içinde ne oranda ve hangi mantıkla örgütlendiğimizle bağlantılıdır. Yani o zamana kadar yeterince emek harcadıysak, eğer sürece doğra bir yaklaşım da gelişti
rirsek bunun karşılığını a- labiliriz ancak. Bu noktada Okmeydam’nda yaşanan sürece değinmek kafa açıcı olacaktır. Okmeyda- nı’nda ‘98 yılında da yıkım planı gündem olmuş
ve bu plana karşı yürütülen mücadelenin sonucu alınmış ve plan rafa kaldırtılmıştı. O zamandan bu zamana değişik öznelerin içinde bulunduğu Plan Takip Komisyonu süreci takip ediyordu. Kentsel Dönüşüm Projesi gündeme gelip Kulaksız bölgesinde yıkımlar başlayınca komisyon hareketlendi ve komisyonda olmayan farklı öznelerin de sürece katılımıyla Okmeydanı Yıkım Karşıtı Halk Komisyonu kuruldu. Komisyon ilk elden yıkım bölgesine (Kulaksız) yürüyüş düzenleyip basın açıklaması yaptı. Katılım diğer yerlerdeki eylemlere ve dönemin koşullarına göre oldukça iyiydi, yaklaşık 6 bin kişi eyleme katılım gösterdi. Ancak bu hareketliliğin devrimci hareketin ö-
14
l<AsiM-ARAlık 200?
nünü açabileceğini düşünmek büyük bir yanılgı olur. Taktiksel bir yaklaşımla yıkımlar düzen tarafından askıya alınınca halkın duyarlılığı da a- zalmıştır. Bir de süreci kiracıların mülk sahipleri kadar sahiplenmemesi sorun yaratmış, ÖDP’nin de ‘katkılarıyla’ en azından bir dönem “Tapumu İstiyorum!” sloganı öne çıkarılabilmiştir. Bu kalıcı bir durum olmamakla birlikte bize bazı şeylerin işaretini vermektedir. Bölgede uzun zamandır örgütlü olmak bile böylesi süreçleri kolayca yönetip istediğimiz sonuçları almamamıza yetmemektedir. Toplumsal muhalefetin genel durumu, kitlenin bilinç seviyesi, diğer politik öznelerin yaklaşımı, düzenin yaklaşımı ve taktikleri sürecin gidişatını belirleyen faktörlerdir ve istediğimiz sonucu alabilmek tüm bunların değerlendirilmesiyle mümkündür. Yani yıkımlar olacak, halkla düzen gerilecek ve bu gerilim noktasında bulunursak önümüz açılacak, kolaycı yaklaşımı ne yazık ki (!) karşılıksızdır.
Yıkım meselesinde en önemli ayrım mülk sahiplerinin tapu istemine yaklaşımda yaşandı. Mülk sahiplerinin tapularını istemeleri ve mücadeleyi bu noktadan yürütme istekleri onlar açısından kendi içinde tutarlı bir durumdur. Senelerce harcadıkları emeğin karşılığı olarak bir garanti gibi görüyorlar tapu kazanı- mını. İşçi sınıfının ekonomik mücadelesiyle bu durum arasında bir benzetme kurabiliriz. İşçi sınıfının ücret artışı için mücadelesi son kertede e- konomik bir mücadeledir. Sosyalistler böylesi bir mücadeleye işçi sınıfının hak kazanımı bilincini geliştirmek için, sınıfı politikleştirmek a- macıyla destek olabilir, öncülük edebilir. Sosyalistlerin reformlara yaklaşımları bu çerçevededir. Eğer sınıfın talepleri ve yürüttüğü mücadele reformizmi besliyorsa, politik mücadelenin önünü kesiyorsa bu noktada sosyalistlerin görevi kitlenin peşinden gitmek değil mücadeleyi doğru bir eksene çekmeye çalışmaktır.
Sosyalistler açısından, herkese sağlıklı barınma hakkının savunulması ve mücadeleyi bu eksende yürütmek bu anlamda önemlidir. Mücadelenin bulunduğu konak açısından, tapu alimim bir hak kazanımını olarak ele a- labiliriz, diye düşünülebilir. Ancak mücadeleyi bu zeminde yürütmek kiracılarla ev sahiplerinin bir araya gelmelerini engeller ve kiracıları sürecin dışında bırakır. Ayrıca konut sorununun çözümü noktasında genel yaklaşımımızı çelen, bu anlamda sürecin önünü açan değil bir kırılma yaratan durum açığa çıkartır.
Önümüzdeki süreçŞu anda yıkım planı kapsamın
daki çoğu mahallede konuyla ilgili yerel platformlar kurulmuş durumda.- Bu platformların merkezi düzeyde görüşmeleri sürüyor. Şimdiye kadar TMMOB’un katkısıyla bir panel organize edildi. Önümüzdeki süreçte bir imza kampanyası ve bu imzaların Büyükşehir Belediyesi’ne teslim e- dilip önünde kitlesel bir basın açıklaması yapılması planlanıyor. Güzel- tepe’de durakta yaşayan kiracı aile
ler de mücadelelerinin karşılığını aldılar. Mülk sahiplerinin yerleştirildiği konutlarda 1 yıl kira bedeli ödemeden kalacaklar ve bu bir yılın sonunda ödeyecekleri kira bedeli için pazarlıklar sürüyor. Bu kazanım ö- nümüzdeki süreç için örnek teşkil etmesi anlamında değerlidir. Yerel platformların varlığı ve merkezi olarak bir raya gelişleri yıkımlara dönük mücadele için önemsenmesi gereken bir seviyedir. Bu seviyeden istenen sonucun alınması, yani “Herkese Sağlıklı Barınma Hakkı!” talebinin halk bilincine çıkarılıp sahip- lenilmesi yapacağımız çalışmaya bağlıdır. Düzenin yıkım planını adım adım yürütme, uzun vadeye yayma, arada kafa karıştırıcı söylentiler yayma (yıkımlar durduruldu gibi) yaklaşımlarına karşı uyanık olmak, her türlü olasılığa hazır olmak gerekiyor. Daha önce de söylediğimiz gibi süreci; halkın düzenden bağımsız örgütlülüklerini geliştirmek, konut sorununa doğru bir yaklaşımın bilince çıkarılması için değerlendirmek gerekiyor.
04.11.2005
"Herkese Sağlıklı Barınma Hakkı!" talebinin bilince çıkarılıp sahiplenil- mesi çalışmamıza bağlıdır. Düzenin yıkım planını adım adım yürütme,
arada kafa karıştırıcı söylentiler yayma yaklaşımlarına karşı uyanık olmak, her türlü olasılığa hazır olmak gerekiyor.
ı?
>( KASIM'ARAllk 200?
Taslak esas olarak AB standardizasyon sürecinin bir parçası olarak görülmelidir
‘KRİZİ ANCAK PANİK YABALAR
İLE YDNETEBİ LİRSİNİZ*Röportaj: Şengül Öztürk - Sevgi €vrim
Türk Ceza Kanunu'nun 1 Haziran'da yürürlüğe girmesi ile cinayet, haraç, tahsilat çetelerine dair özel düzenlemeler içeren 4422 sayılı kanun yürürlükten kaldırılırken 1991 tarihli 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu yürürlükten kaldırılmadı, halen yürürlükteki Terörle
Mücadele Kanunu üzerinde daha ağır ve olağanüstü hükümler içeren bir taslak hazırlandı. Bu taslak mevcut Terörle Mücadele Kanunu'nu değiştiren ve eklemeler yapan bir kanun
taslağı. Bu tasarının hangi aşamada olduğu ve neler getireceği üzerine Çağdaş hukukçular Derneği hukuk Araştırma ve Mevzuat Komisyonu adına Av. hakan Karadağ ile görüştük...
oluşturacak yasal düzenlemeye gerek bulunmamaktadır. Ama siyasi iktidarın ekonomi-politiği ile bağlı suç ve ceza siyaseti ve pratiğinin son 10 yılda geçirdiği bir dönüşüm var. Soru bu dönüşümün, anlaşılması ile cevaplanabilir. Bu dönüşüm dünya konjonktüründeki dönüşüme koşut bir seyir izlemektedir. Bu dönüşüm kendi hukukunu da yaratmaktadır. 1990’larm ikinci yarısından itibaren ilan edilmiş bir kriz yönetimi siyaseti ve bu siyasetin belirlediği bir “hukuk" egemen hale gelmiştir. 30 Eylül 1996 tarihli, Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi Yönetmeliği bu anlamda temel belgelerden birisi o- larak değerlendirilebilir. Bu anlamda da krizi ancak panik yasalar ile yönetebilirsiniz. Terörle Mücadele Kanununda değişiklik taslağı da panik yasalarının son halkası Yarak görülebilir.
Bu yasanın çıkarılmasında belirleyici dinamikler, Ortadoğu'yu parçalama ve yeniden emperyal siyasete göre biçimlendirme projesinin dinamikleridir.
Taslağın model aldığı yasa olarak İngiltere Terörizm Yasası gündemde. Biraz bilgi verebilir misiniz?
Evet, bu değişiklik taslağının e- sin kaynağı İngiltere Terörizm Yasa-
Halen yürürlükte bir terörle mücadele yasası var iken neden ilk kez ve yeni bir düzenlemeymiş gibi bir terörle mücadele yasası gündeme geliyor?
Yürürlükte olan mevzuatta, başta Türk Ceza Kanunu, Ceza Muhakemesi Kanunu ve Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun’da “örgütsel suçlar” ile ilgili o- larak ağır cezalar, ek soruşturma tedbirleri ve ağırlaştırılmış infaz şekilleri yer almaktadır. Bu tür özel düzenlemelere karşılık terörle ilgili
suçlar için yeniden ve daha da ağırlaştırılarak, yeni bir Terörle Mücadele Kanunu adı altında yeni ihlalleri
‘ T e r ö r t a n ı m ı n ı n s ı n ı r l a r ı g e n i ş l e t i l m i ş t i r ’
Değişiklik tasarısının 1. maddesinin 2. fıkrasında “bir yabancı devle^ ti yahut uluslararası bir kuruluşu herhangi bir işlemi yapmaya yahut yapmamaya zorlamak amacıyla girişilen her türlü suç teşkil eden eylemler terör sayılır” düzenlemesi ile terör tanımının sınırları genişletilmiştir. ABD’nin Irak’tan çekilmesi için gösteri yapmak, yazı yazmak da bu düzenleme ile sizi terör suçlusu haline getirebilecektir. Yine tasarıda bir terör örgütünün meydana gelebilmesi için iki kişi yeterli sayılmıştır. Hâlbuki yürürlüğe Haziran’da giren TCK’nm 220. maddesi örgütlü suçun gerçekleşebilmesi için en az üç kişinin varlığını şart koşmaktadır. Tasarının bu maddesi ile TCK’nın 220. maddesindeki kural, terör suçları bakımından daraltılmıştır
Yine Tasarıda “terör örgütüne mensup olmasa dahi örgüt adına veya birinci maddede belirtilen amaçlar doğrultusunda suç işleyenler de terör suçlusu sayılır ve örgüt mensupları gibi cezalandırılır” biçiminde bir düzenleme mevcuttur. Böylece hiç var olmayan bir örgütün bir üyesi olarak
^cezalandırılabilmenin yolu açılmıştır. J16
KasiM'AraüI< 2005
sı. Dikkat çekici iki örnekle açıklayacak olursak taslakta örgüte ait amblem ve işaretlerin taşınması ve bu işaret ve amblemlerin üzerinde bulunduğu üniformayı andırır giysiler giyilmesi terör suçu olarak tanımlanmıştır. Bu suç İngiltere Terörizm Yasasının (İTY) 13/1 maddesinde düzenlenmiştir. Yine bizdeki taslakta yer alan gözaltına alman kişinin avukatla görüşmesinin 24 saat, aileye bildiriminin 12 saat ertelenebileceği hükmü İTY’nm 41.maddesinde düzenlenmiştir. Taslakta yer a- lan finansman, destek, miting düzenleme, ihbar yükümlülüğü de İTY’nm düzenlemeleri arasındadır. Ama şöyle bir durum var ki, İngiltere’deki yasa sadece bir yıllık ve İngiltere vatandaşlarına uygulanmıyor. Bizdeki mevcut tasarı ise herhangi bir süreye bağlı değil.
Anayasa ve diğer yasalarda tanınan savunma hakkı ve sanık hakları bu madde ile yok edilmiştir. Tasarının 10. madde (a) fıkrasında yer alan ve soruşturma esnasında şüphelinin gözaltı süresince soruşturmanın tehlikeye düşme ihtimaline karşı yakınlarına veya belirlediği kişiye Cumhuriyet Savcısının emriyle haber verilemeyebileceği belirtilmiştir. İşkence kurumsal niteliğinden en ufak bir şey kaybetmeyecek bizzat kökle- şecektir. Yakalama ve gözaltına alınmada, her halükârda şüphelinin yakınlarına haber verme yükümlülüğü olmalıdır.
Yine şüphelinin 24 saat süresince avukatın hukukî yardımından Cumhuriyet savcısının istemi üzerine hakim kararıyla istifadesinin engellenebileceği belirtilmiştir.
Bu hüküm, “savunma hakkının kısıtlanması” anlamını taşımakta o- lup açıkça hukuka aykırıdır.
10. Maddenin (f) fıkrası, müdafl- inin terör örgütü mensuplarının haberleşmesine aracılık ettiğine ilişkin bulgu ve belge elde edilmesi halinde bir görevlinin görüşmede hazır edilebileceği gibi avukata şüpheli tarafından verilen belgelerin hakim kararıyla incelenebileceği veya belgelerin kısmen veya tamamen verilme
mesine de hükmedilebileceği de belirtilmiştir. Savunma hakkı en açık biçimiyle yoka dönüştürülmektedir.
Özellikle dikkat çekmek istediğim bir husus da bu değişiklik tasarısında ek madde 2 olarak yeniden düzenlenmesi önerilen polisin silah kullanma yetkisi. Polise “teslim ol emrine itaat edilmeyerek silah kullanmaya teşebbüs edilmesi halinde doğrudan ve duraksamadan hedefe karşı silah kullanılması” imkanı veren bu düzenlemenin birkaç ay içinde gösteri yürüyüşlerine silahla müdahale ederek 10’a yakın insanı öldüren polisin bu düzenlemeden sonra neler yapabileceği kaygı vericidir.
Tasarı Meclis’e sunuldu mu?
Adalet Bakanı Cemil Çiçek eylül ayı içerisinde basında bu konuda yer alan haberler sorulduğunda Bakanlığında bu yönde bir çalışma yapıldığım ve oluşturulan bir komisyon ta-
A
rafından bir tasarı hazırlama çalışmalarının sürdüğünü söylemişti. Daha sonra da Bakanlıkça görevlendirilen bu komisyon tarafından “Terörle Mücadele Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı” hazırlanmış ve metnin girişine de “ komisyon tarafından oy çokluğu ile kabul edilen metin” ibaresi konulmuştur. Bu metin henüz Adalet Bakanlığınca resmi olarak sahiplenilmiş değildir. Değişiklik tasarısı henüz komisyonların önüne gelmiş değil. Ancak bir gecede komisyonlardan geçirip TBMM Genel Kuruluna getirip yasalaştırabilecek olanağa da sahipler. Bu yönüyle bir sabah uyandığımızda yasayı başucumuzda bulabiliriz.
ÇHD’nin bu mevcut yasaya ve bunda değişiklikler öngören tasarıya bakışı nedir?
Öncelikle gerek uluslararası hukukta gerek ise ulusal hukukta üze-
‘ i f a d e ö z g ü r l ü ğ ü g i z l i t e h d i t ’
Tasarının 4. maddesindeki eski 312. maddenin karşılığı olan şimdiki 216. madde de terör amacı ile işlenebilen suçlardan olduğundan, ifade özgürlüğü kapsamındaki bir olay, terör suçu olarak yargılama konusu olabilecektir.
Yürürlükteki 3713 Sayılı TMK’nun “ ...örgütlerin bildiri ve açıklamalarını basanlara ve yayınlayanlara beş milyon liradan on milyon liraya kadar para cezası”nı düzenleyen 6. maddesindeki “ beş milyon liradan on milyon liraya kadar para cezası” biçimindeki yaptırım “1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezası” olarak tasarı ile değiştirilmiştir.
J
17
C |O l K\MM-ARAİik 2005
‘M a z u r g ö s t e r m e s u ç u ’
Yine 3713 Sayılı TMK’nun 7.maddesinde de yapılan değişiklikle^ “...terör örgütünün meşru amaçlar için çalıştığı fiillerinin haklı olduğu veya en azından mazur karşılanması yönünde kanaat oluşturmaya yönelik faaliyette bulunanlara 6 aydan 3 yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır ” düzenlemesi ile “mazur gösterme” suçu başlığı altında yeni bir suç tipi daha yaratmıştır. Ayrıca aynı maddenin devamında “toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde yüzün tamamen veya kısmen kapatılması” da suç haline getirilmiş bir anlamda kış günlerinde yapılan mitinglerde yüzünüzü başınızı atkı ve bere ile soğuktan korumak istemeniz terör suçlusu olmanız i- çin yeterli sayılmıştır. Aynı maddede yer alan “örgüte ait amblem ve işaretlerin taşınması suçu ” ise doğrudan sarı, kırmızı, yeşil renklerin bir a- rada olmasının suç haline getirilmesidir.
Yine 6.maddede “örgütü veya örgüt yöneticisini ve üyelerini kamuoyunda hoş göstermeye yönelik yayın yapanlara 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezası verileceği” hükmüne yer vermekle “Hoş Gösterme Suçu” gibi yeni bir suç tipi yaratılmıştır. Eylem haberlerini veren bir gazete, radyo,
^televizyon vb. “Hoş gösterme suçunu” işleyebilecektir ^
rinde anlaşılmış, uzlaşılmış bir terör ve terör suçu tanımının varlığından bahsetmek olanaklı değil iken em- peryal ihtiyaçlara göre değişerek biçimlendirilip dayatılan bir terör ve terör suçu tanımı ile karşı karşıya- yız. Esas olarak Irak direnişini, Filistin İntifadasmı, Nepal Devrimi’ni ve diğer ulusal ve toplumsal kurtuluş hareketlerini bu dayatmanın hedefleri olarak görmek mümkün.
Özellikle “demokratikleşme”nin AB’ne katılımla olanaklı olacağını savunanlar taslağın yasalaşmasına karşı çıkarken taslağın AB müktese- bat uyumsuzluğunu ileri sürmekle yetiniyor. Oysaki bu taslak şeklen u- yumsuz görünse de esas olarak AB standardizasyon sürecinin de bir parçası olarak görülmelidir. Dolayısıyla AB’ne karşı çıkmaksızın bu taslağın yasalaşmasına karşı çıkılmasını gerçek ve samimi bulmuyoruz.
Bu yasa tasarısı başta insan yaşamı ile söz ve eylemi hedef alıyor. Yaşamı, sözü ve eylemi yok etmeyi amaçlıyor. Bu anlamda derneğimiz
bu tasarının karşısında oluşturulan bir platformun bileşenlerinden. Bu yönüyle bu tasarının yasalaşmaması ve uygulanmaması için tüm olanakları ile mücadele edecektir. Bu konuda çıkardığımız çalışma programının ana eksenini halkın tüm kesimlerine
her türlü araçla tasarının anlatılması oluşturuyor. Bu konuda salon toplantılarından, mahalle toplantılarına ve sokak eylemlerine kadar tüm mücadele araç ve biçimlerini hayata geçirmeyi sorumluluk olarak görüyoruz.
‘Terörle M ü cad e le Y a sa s ı ’na karşı birlik kurulduİşçilerin, emekçilerin, ezilen halkların demokratik
hak ve talepleri doğrultusundaki mücadelelerine dönük şoven saldırılar, birçok yerde linç etmeye kadar vardırılırken, hukuki biçimlere büründürülerek de geliştiriliyor. Genelkurmay’m direktifleri doğrultusunda Adalet Bakanlığınca hazırlanan Terörle Mücadele Yasası bu saldırılara ek olarak, demokratik hak ve özgürlüğünü arayan herkesi, keyfiyetince “terörist” ilan e- decek ve yargılayacak şekilde düzenleniyor. Bu yasaya karşı mücadeleyi hedefleyen devrimci, demokrat kurumlar Terörle Mücadele Yasa Tasarısı Karşıtı Birliği oluşturarak, hazırladığı deklarasyonu kamuoyuna açıkladı. ÇHD, DDSB, DEHAP, SODAP DHP, Bilinç ve Eylem, Devrimci Hareket, ESP, Partizan, BDSP, Devrimci Duruş, EHP, EKB, HKM, HKP, İşçi Mücadelesi, ODAK, ÖMP, S DP, Tuzla-Deri-İş, TU YAS’tan oluşan Birlik bileşenleri 30 Ekim Pazar günü yaklaşık 150 kişi ile Mis Sokak’tan başlayan yürüyüşün ardından Galatasaray Lisesi’nin önüne gelerek burada açıklama yaptı. Yapılan açıklamada; “Bizler, yeni TMY tasarısıyla geliştirilen haksız saldırılar ve özgürlük alanımıza müdahale karşısında sessiz ve tepkisiz kalmayacağımızı bir kez daha ilan ediyoruz. Mevcut TMY tasarısı ve tüm antidemokratik yasalar karşısında,
haklılığımızdan aldığımız güçle mücadeleyi büyüteceğiz. Biliyoruz ki, özgürlüklerimizi kanlı ellerin çizdiği sınırlar içerisinde değil, fiili-meşru mücadelemizi geliştirerek kazanabiliriz. Biliyoruz ki, bugüne kadar elde edilen sınırlı haklar da böyle kazanılmıştır. Tüm işçi-emekçi, ezilen halklarımızı da, özgürlüklerin düşmanı TMY tasarısı ve tüm antidemokratik yasalar karşısında harekete geçmeye çağırıyoruz.” denildi.
18
KasiM'Araü1< 2005
TEZİÇ’İN GÖZYAŞLARININ
ARKASINA SAKLANAN 24 . Y IL
Erdoğan Teziç YÖK Başkanı sıfatıyla yaptığı ilk konuşmasında 'he olursa olsun öğrencilerin verdiği tepkileri, bize yansıtacaklarını görmezden gelemeyiz' diyordu ve yeni YÖK yasasının mutlaka öğrencilerin de taleplerini karşılayacak şekilde geniş bir konsensüsle o- luşturulacağını vaat ediyordu. Elbette ki YÖK geleneğini bozmadı ve sözleri doğru çık
madı. Şimdilerde CNP'nin yapamadığı muhalefeti yapmakla meşgul.
Yine YÖK, yine YÖK, hep YÖK...
Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü Yücel Aşkın Tıp Fakültesine alman envanterlerin ihalesinde usulsüzlük yaptığı gerekçesi ile Van Cumhuriyet Savcılığı tarafından tutuklandı ve ne olduysa bundan sonra oldu. Yücel Aşkın’m tutuklanması devlette yeni bir kriz yarattı. Devlet kurumlan bu vesile ile karşılıklı hamleler ve restleşmelerle yine birbirlerini sınadılar.
Aslında bu Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü ile ilgili gelişen ilk o- lay değildi. Bundan bir süre önce Rektör Yücel Aşkın yurtdışmda iken yine bu ihale soruşturması kapsamında evine baskın düzenlenmiş, e- vindeki kasası açılmış ve kasasından kaçak tarihi eserlerin çıktığı söylenmişti. İhale usulsüzlüğünün üstüne bir de tarihi eser kaçakçılığı eklenmişti Rektörün dosyasına. Fakat o gün için bu mesele bu ölçüde gündem oluşturacak bir boyut kazanmamıştı. Rektör tutuklandı ve kıyamet koptu.
Burada Rektörün tutuklanmasının ardından yaşanan gelişmeleri kısaca özetleyelim. İlk karşı hamle YÖK’ten geldi.“Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü Yücel Aşkın’a sahip çıkmak, Cumhuriyet’e sahip çıkmakla eş anlamlıdır” diyen bir bildiri yayınlayan YÖK Başkanı Erdoğan Teziç’in ilk icraatı Başbakanlık Müsteşarı ve intihal suçlusu yani profesörlük tezini başka birinin tezi
ni çalarak veren ve ancak öyle profesör olabilen Ömer Dinçer’in zaten sahte olan unvanını geri almak oldu. Birkaç gün bunun hukuken mümkün olup olmadığı tartışıldı aziz medyamızda. Sonrasında Cumhuriyet’e sahip çıkmaya devam eden YÖK ikinci büyük hamlesini yaptı. 52 Rektörle birlikte önce Adalet Bakanlığı’na sonra da Van’a çıkarma yaptı. O sırada İstanbul’da bulunan Başbakan’m açıklaması geldi cevap olarak. Önce Başbakanlık Müsteşarı’nm profesörlük unvanının alınması ile ilgili olarak “Benim müsteşarımın sizin vereceğiniz kariyere ihtiyacı yoktur. Biz
bu ülkede kariyerlerin nasıl alındığını iyi bilenlerdeniz. Üniversitede müsteşarlıktan sonra görev yapamaz desen ne olur, demesen ne olur. Bu ülkede hizmet sadece üniversitelerde olmuyor. İşinizi yapın. Kurumlanınız, kurallarımız ortadadır. Ülkemizde huzursuzluk kaynağı olmayın” diye konuştu. Ve hemen ardından YÖK’ün ve Rektörlerin Van çıkarması ile ilgili olarak da ‘Biz Dubai’ye, Abudabi’ye gidiyoruz. Sonra Kuveyt ve Yemen’e gideceğiz. Oradan Londra’ya geçeceğiz. Bizdekiler de Van’a gidiyorlar. Seyahatiniz hayırlı olsun’ dedi.
Tabii ki'Yücene es sıkışacağımızı düşünüyordum, ama yaşananlar arada cam varmış' dedi ve canlı canlı ağlama- bitmedi. Baya başladı YÖK Başkanı. Bütün bu gürüîtü pa- rolar Birliği
tırtıya böyle bir final yakışırdı doğrusu.sı’m protesto
için YÖK ve Rektörlerle birlikte Van’a gitti. CHP Genel Başkanı ‘A- dalet siyasallaşıyor’ diye bir açıklama yaparak YÖK’e ve Rektörlere destek verdi. Van’da YÖK ve bera- berindekilere dönük protesto gösterisi düzenlendi. Teziç’in arabası yumruklandı, tekmelendi. Ardından Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde Rektörler Komitesi toplandı. Toplantı sonucunda Yüzüncü Yıl Üniversite- si’ndeki öğretim üyelerinin %85’i- nin bölgedeki tarikatlarla ilişkisi olduğundan tutalım, kampus içine yapılan lojmanlara mahrem olduğu gerekçesi ile balkon yapılmadığına varıncaya dek bir yığın “Cumhuriyet karşıtı” durumu tespit ettiklerini an-
19
Kasim-AraIik 2005
latan açıklamalar yapıldı. Ve tutuklu Rektör Yücel Aşkın, YÖK Başkam, Başkan vekilleri ve ÜAK (Üniversitelerarası Kurul) Başkanı tarafından cezaevinde ziyaret edildi. Fakat bütün bu yaşananların üzerine tuz biber olan gelişme Cumhurbaşkanlığından gelen açıklama oldu. 29 E- kim için Cumhurbaşkanlığı’nda verilecek resepsiyona tüm YÖK üyeleri ve Rektörler eşleri ile birlikte davet edildi. Hükümete ve iktidar partisinin bütün vekillerine eşsiz davetiye, Rektörlere ve YÖK’e eşli davetiye. Rektör tutuklandı, ortalık karıştı, devletin zirvesi birbirine girdi. Karşılıklı açıklamalar, hırsız müsteşarlar, Cumhuriyeti kurtaran Rektörler, restleşmeler, kabadayılık ve kural tanımazlık, mahrem balkonlar, eşli ve eşsiz davetiyeler... Ve tabi- i ki bütün bunları ‘flaş gelişme ve az sonralarla’ bize izleten aziz medyamız. Komedi filmi gibi.
Ve Teziç ağladı...CNN Türk’te canlı yayın bir
programa katılan YÖK Başkanı, Yücel Aşkın ile cezaevinde yaptığı görüşmeyi anlatırken gözyaşlarını tutamadı ve komedi filminin son sahnesi de çekilmiş oldu. ‘Yücel’le el sıkışacağımızı düşünüyordum, ama arada cam varmış’ dedi ve canlı canlı ağlamaya başladı YÖK başkanı. Bütün bu gürültü patırtıya böyle bir final yakışırdı doğrusu. 24 yılını geride bırakan ve her icraatıyla bir yığın tartışma yaratan YÖK bu sene de bu şekilde sergiledi kendini gözlerimizin önüne. Üniversitelerimizi ve dolayısıyla bizleri yöneten insanların bu kadar ilgilendikleri ve Cumhuriyeti kurtarmakla eşdeğer tuttukları bu konuyu bir de biz inceleyelim diye düşündük.
Tutuklu rektörün suçu ne?
Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü Yücel Aşkın ‘Çıkar amaçlı suç örgütü oluşturmak, tehdit ve baskı ile ihaleye fesat karıştırmak’ suçlaması ile Ceza Muhakemesi Kanunu’nun (CMK) 100/3 maddesi (ka
nunda suça öngörülen cezanın miktarı, suç işlemek suretiyle örgüt kurmak, üzerine atılan cezaların mahiyeti, dosyada öngörülen suçların a- ğırlığı) gereğince tutuklandı. Aş- kın’ın hakkında ‘resmî evrakta sahtekârlık’, ‘yanlış mal bildirimi’, ‘tarihî eser kaçakçılığı’, ‘hukuka aykırı olarak toplanmış ve kaydedilmiş kişisel veriler’ ile ‘görevi kötüye kullanma’ suçlarındaki dosyalar yetkisizlik kararı ile Cumhuriyet Savcılı- ğı’na iade edildi. Söz konusu dosyaların hazırlık aşaması devam ediyor.
Dava süreci nasıl gelişti?
Soruşturmaların başlangıcını İspanyol Expansion firmasına ihale e- dilen 25 milyon dolarlık tıbbî cihaz alımı ihalesi oluşturuyor. 5 Nisan 2005’te başlatılan soruşturma kapsamında Rektörlüğe giden Savcı, kayıt defteri ve diğer belgelere el koydu. İncelemelerin devamı esnasında imha edildikleri anlaşılan eski Giden Kayıt Evrak Defteri’nin fotokopileri ve diğer belgeler Savcılığa ihbar yolu ile gönderildi.
Evine neden baskın yapıldı?
Suça konu olan ihale ile ilgili o- larak belgelerin eksik olduğunun anlaşılması üzerine Savcılık Rektörlükten bu belgeleri istedi. Rektörlüğün istenen belgeleri göndermemesi üzerine, belgelerin saklandığı iddia
edilen yerler olan Rektörün makam odası, eski evinin bodrumu, Güzel Sanatlar Fakültesi’ndeki odası mahkeme kararı ile arandı.
Villasında neler bulundu?
15 Temmuz’da dava ile ilgili belge ve bilgilerin aranması için izin a- lan mali polis, Rektör Yücel Aş- kın’m evinde yaptığı 13 saatlik aramada çok sayıda tarihî eser koleksiyonuna el koydu. Rektörün YYÜ Kampusu içindeki 5 ayrı lojmanı birden kullandığı ve 6 kasası bulunduğu tespit edildi. Konutunda 15 ve 16 Temmuz’da yapılan aramalarda biri elektronik şifreli toplam 6 kasaya el kondu. Ayrıca Vakıfbank Van Şube- si’nde bir kasayı kiralık kullandığı öğrenildi.
Ardından Rektör, 14 Ekim sabah 09.00'da Van Adliye Sarayı’na gelerek Bölge îdare Mahkemesi’ne çıkarıldı. Soruşturmayı yürüten Cumhuriyet Savcısı’na üç saat ifade verdi. Tutuklanma talebiyle 4. Ağır Ceza Mahkemesi’ne sevk edildi. 4. Ağır Ceza Mahkemesi Hakimi, Rektör Yücel Aşkın hakkmdaki evrakları 7,5 saat inceledi. Bu arada Rektör, Adliye Sarayı’nda bekletildi. 20.30’da yargılanmasına başlandı. Yargılama 1 saat 20 dakika sürdü.
Serveti ne kadar?3 trilyon TL değerinde İstanbul
Beykoz’da yazlık villa. Van’ın Mol- lakasım köyünde bir yazlık. Değişik yerlerde gayri menkuller. Savcılık iddianamesinde, Aşkın’m serveti, İspanyol Expansion firması ile olan i- hale ve diğer ihalelerden elde ettiği haksız kazançla sağladığı öne sürülüyor.
YÖK suçlama için ne diyor?
YÖK, Yücel Aşkın ile ilgili suçun varlığını kabul ediyor. Ancak suçu Rektörün değil, memurlarının yaptığını ileri sürüyor. Soruşturmayı kendilerinin yapması gerektiğini belirten YÖK, Savcılığın dosyayı gön-
20
KasiM'AraIiI< 2005 t p l
Prof, ya da Doç. gibi unvanlar taşıyan bu zat-ı muhteremlerin üniversitelerin sorunlarıymış,
eğitimin niteliğiymiş, öğrencilerin geleceğiymiş gibi çetrefilli konularla pek bir alakaları yok.
* İ.Ü. eski Rektörü de Başbakanlık Müsteşarı gibi intihal suçlusu yani tez hırsızı.
dermemek için kasıtlı olarak “çıkar amaçlı suç örgütü kurmak ve ihaleye fesat karıştırmak” dosyasını açtığını savunuyor. Ayrıca suç örgütünün ve eski deyimiyle “çetenin en az 3 kişi olması gerektiği” dile getiriliyor.
YÖK’ün ve rektörlerin yakın tarihinden birkaç
anekdot* Enformatika adlı bir firmadan,
pek çok süreli yayın, teslim alınmadığı halde teslim alınmış gibi gösterilerek birinci yılda 900 bin dolar, i- kinci yılda 800 bin dolar YÖK tarafından ödeniyor. Yapılan araştırma sonucunda ABD’de olduğu öne sürülen bu firmanın paravan bir firma olduğu ortaya çıkıyor. Paranın nereye gittiği bilinmiyor ama bilinen bir şey var ki üniversitelere herhangi bir süreli yayın hiç gitmiyor.
* İngiliz Kraliyet Enstitüsü bazı üniversitelere Ar-Ge faaliyetleri çerçevesinde değeri 60 milyon dolar civarında olan bazı cihazlar ve bilimsel yayınlar gönderiyorlar. Cihazları denetlemeye gelen İngiliz yetkililer üniversitelerin laboratuarlarında cihazların hiçbirini bulamıyorlar. Cihazlar sınırdan giriyor ama sonra bir anda ortadan kayboluyor. İngiliz yetkililer bu durumu YÖK’e rapor ediyorlar.
* Yurtdışmda bulunan üniversitelere öğrencilerin seçimine ilişkin şartları taşımayan pek çok öğrenci gönderiliyor. Bazı yıllar bu konuda ilan dahi verilmediği halde bir sürü öğrenci yurtdışma devlet bursuyla gönderiliyor.
* İ.Ü. eski Rektörü Kemal Alem- daroğlu 400 kişilik mekanda 4 binin üzerinde kişiye yemek verdiğini bildiriyor. Bu yemek için üniversite bütçesinden harcandığı söylenen para yaklaşık 15 milyar.
* Yine Kemal Alemdaroğlu’nun hakkında İstanbul Üniversitesi’nin imkanlarını çeşitli vakıflara kullan- dırtmaktan ve usulsüz kaynak aktarımı yapmaktan 6000 sayfalık suç duyurusu hala mevcut.
* Eski ÜAK Başkanı ve YTÜ eski Rektörü Ayhan Alkış hakkında bir proje kapsamında üniversite bütçesinden alman 3 trilyonu birkaç öğretim üyesi ile birlikte aralarında paylaştıkları iddiası ile açılmış bir dava mevcut.
* Yine Ayhan Alkış’m Rektörlüğü döneminden YTÜ’de ortaya çıkan 6 trilyonluk yolsuzluk davası devam etmekte.
* YTÜ’ nün şimdiki Rektörü Durul Ören’in göreve gelmesinden itibaren üniversite bütçesine aktarılması gereken 100 milyara yakın paranın ‘Çağdaş Yıldızlılar Derne- ği’nin bütçesine aktarıldığı ise yeni ortaya çıktı.
* Daha ortalığa saçılmayan ve YÖK’ün kasasında bekleyen yığınla soruşturma...
‘Duygusal Başkan’ Teziç bu gelişmeleri nasıl değerlendiriyor?
Erdoğan Teziç 6 Ocak 2004 tarihinde YÖK Başkanlığı görevini devraldığında yeni YÖK kanununun hararetli tartışmaları gündemin birinci maddesini oluşturuyordu. YÖK Baş
kanı sıfatıyla yaptığı ilk konuşmasında ‘Ne olursa olsun öğrencilerin verdiği tepkileri, bize yansıtacaklarını görmezden gelemeyiz’ diyordu ve yeni YÖK yasasının mutlaka öğrencilerin de taleplerini karşılayacak şekilde geniş bir konsensüsle oluşturulacağım vaat ediyordu. Ve bütün üniversiteleri tek tek gezerek, sorunları mutlaka yerinde tespit edeceğini ö- zellikle vurguluyordu.
Sorunları tespit etmek bir yana, son Yüzüncü Yıl Üniversitesi ziyareti dışında Teziç’i herhangi bir üniversitede iki yıldır henüz görmedik. Öğrencilere danışılarak da hazırlanacağı söylenen yeni YÖK yasasının akıbeti hakkında kimsenin bir fikri yok. Peki Teziç ne yaptı? Yukarıda anlattığımız şaibeleri taşıyan YÖK üyeleri ve üniversite Rektörleri ile ilgili bütün dosyaları soruşturmaya lüzum görülmemiştir diyerek çöpe attı. Hukuk adamı, Fransız orijinli büyük Anayasa Profesörü Erdoğan Teziç niye bu dosyaları hasır altı ediyor?
Gerekçe bu bölümün başlığında belirtildiği gibi tamamen ‘duygusal’. Çünkü Teziç de Galatasaray Üniver-
21
qol KasiM'AraIiI< 2005
sitesi Rektörlüğü döneminde Galatasaray Üniversitesi Rektörlüğü’ne bağlı Yabancı Diller Bölümü’nce düzenlenen kurslarda, 2000 ve 2001 yıllarında elde edilen yaklaşık 307 milyar lira geliri üniversitenin döner sermayesine aktarması gerekirken bu meblağdan 226 milyar lirayı eğitim vakfına aktardı. Bu gelirin brüt 200 milyar lirası, Rektör Teziç’in o- nayıyla mevzuata aykırı olarak telif adı altında üniversite öğretim ele
manlarına dağıtıldı. Yine 2001 yılında üniversiteye kayıt yaptıran öğrencilere 100 milyon lira, kayıt yenileyenlere 50 milyon lira zorunlu bağış yaptırıldı. Öğrencilerden alman toplam 134 milyar 500 milyon lira vakfa aktarıldı. 2000-2003 yılları arasında üniversite öğrencilerinden kayıt parası olarak 1 trilyon 880 milyar lira bağış toplandı. 2002-2003 öğretim yılında da Galatasaray İlköğretim Okulu’na kayıt yaptırmak isteyenlerden 918 milyar 750 milyon lira zorunlu bağış alınarak Galatasaray Eğitim Vakfı’na aktarıldı. Teziç ayrıca maaşların yatırılması karşılığında Garanti Bankası’ndan alman 35 bin doları da vakfa aktardı. Yani meslektaşları ne yaptıysa Teziç de aynı şeyleri yaptı.
‘Çıkar amaçlı suç örgütü oluşturmak, tehdit ve baskı ile ihaleye fesat karıştırmak’ suçlaması ile tutuklanan bir üniversite Rektörü, bu şekilde hakkında soruşturma ve suç duyurusu bulunan bir sürü üniversite Rektörü, YÖK üyesi, öğretim üyesi ve yine aynı soruşturmaya tâbi gözü yaşlı YÖK başkanı? Bu gözyaşlarının, duygusal ve kalpten bağlılığın arkasındaki esas ‘duygusal’ ilişkileri sanırım biraz anlatabildik.
Teziç’in gözyaşları bizim anlama sınırlarımızı esas olarak farklı''bir yönde zorladı. ‘Yücel’le el sıkışaca
ğımızı düşünüyordum, ama arada cam varmış’ diye canlı yayında ağlayan YÖK Başkanı yüksek lisansını ve doktorasını Sorbonne Üniversitesi’nde yapmış, yine bu üniversiteden fahri doktorluk unvanı almış, 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirci'm hukuk danışmanlığını yapmış, Galatasaray Lisesi eski müdürü, Galatasaray Üniversitesi eski Rektörü, Anayasa Hukuku Profesörü ve şimdi ki YÖK Başkanı Erdoğan Teziç han
gi ülkede yaşadığım zannediyor ki, cezaevi görüşünde arada cam görünce şaşırıyor? Bu ülkede cezae v l e r i n d e
tecrit var diye bir sözü hiç duymamış mı bu zamana kadar? Tecride, F tiplerine karşı direnen ve bu direnişte can veren yüzlerce devrimciden hiç mi haberi yok? Koskoca Anayasa Profesörü’nün 12 Eylül’ün zindanlarından, 84’teki, 96’daki ölüm oruçlarından ve bunların niye yapıldığıyla ilgili hiç mi fikri yok? Hadi hafızası zayıf diyelim onları hatırlamıyor. 19 Aralık 2000’de nasıl bir katliam yaşandığını da mı hatırlamıyor? 19 A- ralık 2000’den beri ölüm oruçlarında şehit düşen, sakat kalan yüzlerce insanı ne çabuk unuttu? Bu kadar zayıf hafızalı bir insan sayıları 80’e yaklaşan üniversiteleri nasıl yönetiyor, merak ediyoruz.
Tabii ki biz bu sorunun cevabını biliyoruz. İsimlerinin önlerinde Prof. Dr. ya da Doç. Dr. gibi unvanlar taşıyan bu zat-ı muhteremlerin üniversitelerin sorunlarıymış, eğitimin niteliğiymiş, öğrencilerin geleceğiymiş gibi çetrefilli konularla pek bir alakaları yok. Onlar son on yıldır sadece para sayıyorlar. Yapılacak iş bu kadar az olunca ne yapacaklarını hatırlamak pek zor olmuyor tabii.
Teziç’e son bir soru. Hayatının ilk cezaevi ziyaretinde gözyaşlarına boğulan YÖK başkanı acaba aynı gözyaşlarını aynı günlerde harç parasını ve okul masraflarını ödeyemediği için intihar eden Celal Bayar Ü
niversitesi öğrencisi 23 yaşındaki Özkan Şişman için de döktü mü?
Sonuç olarakYÖK düzenini, kuruluşunun 24.
yıldönümünde bu sefer farklı bir açıdan ele alalım istedik. YÖK’ün bilimin yerine parayı, özgürlüklerin yerine kolluk kuvvetlerini soktuğu üniversitelerin ve eğitim sisteminin tıkanıklığı artık bütün çıplaklığıyla ortada. Üniversite kapısına yığılmış bir milyonun üzerinde lise mezunu bir yanda, her yıl üniversitelerden mezun olan yüz binlerce işsiz genç bir yanda. Ama bütün bunlara rağmen hiç edilen trilyonlar. Ve bunu yapanlar öğretim üyeleri, profesörler...
YÖK düzeni çürümüşlüğün adıdır. Öğrencilere gelince kaynak yok, para yok diyenlerle, vakıfları aracılığıyla bütün kaynakları kendilerine gönül rahatlığıyla aktarmaktan çekinmeyenlerle, birbirlerini savunmayı Cumhuriyeti savunmakla eş tutup Van’a çıkarma yapanlar aynı kişiler. Yakında bu kişiler bir ellerinde ‘Nutuk’ öbür ellerinde ‘Şu Çılgın Türkler’ kitabıyla sırasıyla A- masya’ya, Merzifon’a, Erzurum’a ve Sivas’a giderlerse kimse şaşırmasın. Tabii yanlarına trilyonlarını da alarak. Aynı hafta içinde yaşanan iki olay. Bir tarafta harç parasını ödeyemediği için intihar eden bir genç yani bizlere layık görülen, sonu intiharla biten hayatlar. Diğer tarafta Van fatihi trilyonluk ‘şu çılgın profesörler’. YÖK düzeni en güzel böyle resmedilir herhalde.
Son söz AKP iktidarına. Yazının konusu olmadığı için bu tartışmaların diğer odağı AKP’ye hiç değinmedik. Yazının sonunda şöyle bir soru da anlamlı olur herhalde. Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörünü tutukla- yaniar, AKP ile yakınlığı bilinen 40 trilyonluk yolsuzluğun sorumlusu YTÜ eski Rektörü Ayhan Alkış için niye en ufak bir girişimde bulunmadılar? YÖK düzeni çürümüşlüğün a- dıdır dedik ama aslında doğrusu çürük olanın düzenin kendisi olduğudur. YÖK bunun sadece bir parçasıdır. Pir Sııltan’m dediği gibi ‘bozuk düzende doğru çark olunmaz.’
YY Üniversitesi rektörünü tutukiayanlar, AKP'yie yakınlığı bilinen 40 trilyonluk yolsuzluğun sorumiusu YTÜ eski Rektörü Ayhan A lkış için niye bir girişimde bulunmadılar? YÖK düzeni çürümüşlüğün adıdır dedik, ama aslın
da doğrusu çürük olan düzenin kendisidir.
22
Kasîm-AkaLiI; 2005 I
P K K NEDEN TASFİYE EDİLMELİ?
PKK'nin tasfiyesini ize^e- ^e: : e " 5 i : ; : r : = ' = .5— e- .eardından "biz söylemiştik, c 5 : û t buydu* branda ahkâm kesmek cazip mi geli
yor? Kürt 5 orunu karşısındaki duruşunu gözden geçirmeyen, ISûrt hareketinin devrimci potansiye ler ̂ aç ça z ~ = ' = z z ~ : ' s- . a ; - . c c e . ' ^ c ha
reketimiz Türkiye devriminin olanaktannı da dâraftnuş olmuyor mu?
Bugünlerde Büyük Or:_u_ ğ_ Projesi’nin (BOP'un;ı pro;eks:y:uu Kürt siyasetine tutulmuş durumda. Kürt siyaseti yeniden yapılandırılma, sistem içileştirilme ve modemi estirilme sürecine girmiş bulum.; :: BOP’un uygulanabilir bir pr:;e ilebilmesi için Ortadoğu'da smn ı değiştirilmesinden daha önemi: olun şey, yerel siyasetlerin egemen neeliberal siyaset tarzı ile uyumlaştırılması, bu merkezde yeniden yapılandırılmasıdır. Emperyalist güç merkezleri Ortadoğu’da kalıcı mevzileri askeri zaferlerden çok siyasi zaferlerle elde edebileceğinin bilinci ile hareket ediyorlar. Irak’ta neoliberal siyaset tarzına uygun bir “Anayasal Düzen” oluşturularak kalıcılaştırılma çabası içindeki emperyalist ittifak güçleri, Kürtler özgülünde ise KDP ve YNK üzerinde yeni siyaset tarzını ve tekniklerini derinleştirmeye, somutlaştırmaya çalışıyorlar. Kürtlere tümüyle ilkesi ve moral değerlerinden arındırılmış, ideolojisizleştiril- miş, faydacı bir siyaset tarzının modernleşme olarak dayatan bu anlayış, Kürt orta sınıf eğilimlerini temsil e- den KDP ve YNK liderlikleri tarafından kolayca benimsendi. Bağımsız bir ideolojik-politik duruş noktası olmayan orta burjuva siyasetinin, reel politiğin temel esaslarından biri olan “akılcı bir politika ideolojiye dayanmaz” anlayışından hareketle pragmatizmi hızla ve gönüllüce benimsemesinde şaşılacak bir şey yok elbette. Ancak Barzani ve Talabani’nin neoliberal siyasetin diktiği gömleği giymiş olması, bırakalım Ortadoğu’yu, henüz bütün bir Kürt siyasetinin dahi
larak sistem ıçılesttrfeme;-eter t öngören egemen güçler pclttıkalenm bu yönde geliştirme çabasındadırlar. Bu amaçla da PKK önderliğinin (Öcalan ve PKK'nin kurucu kadrolarının) si- vaseten tasfi
yesinden, daha kapsamlı bir imha politikasına kadar geniş bir açıdan tasfiye planları gündemleştirilmekte- etir Kuzey Kürtlerinin kapısını çalan bu tasfiye ve sistem içileştirilme o- rerasyonlarma karşı, özellikle de PKK'nin adımları ve açmazları üzerine değerlendirmelere geçmeden önce. Güney'deki gelişmelere iki a- çıdant uluslararası güçler ve Kürt
. uttu takmakta yarar var:
BOP ile en azından yakın gelecekle Kürtlere r.et bir şekilde devlet öagörülmemekîedir. Ancak bugün i-
PKK önderliğinin (Öcalan ve PKK'nin kurucu kadrolarının) siyaseten tasfiyesinden, daha
kapsamlı bir imha politikasına kadar geniş bir açıdan tasfiye planları gündemieştirilmektedir.
25
qo! Kasim'A raIiI< 2005
çin Güney’deki Kürtlerin federas- yonlaşmasma olanak veren koşulların, fiili olarak bir Kürt devletleşme- sine doğru olgunlaşabileceği açıktır. Açık bir öngörüde bulunabilmek için güç merkezlerinin stratejik yönelimleri doğrultusunda Kürt politikalarının sınırlarını ve bugünkü somut koşullarını kavramak zorundayız. Emperyalist ittifak güçlerinin başını çeken ABD için BOP’un hayata geçiri- lebilmesinin olmazsa olmaz koşulu, askeri ve siyasi açıdan kendileri ile stratejik bir uyum içerisine hareket edecek bölgesel (yerel) ayakların o- luşturulmasıdır. Körfez Savaşı öncesindeki büyük stratejik aldatmalarla Ortadoğu’nun işgali için zincirin zayıf halkası durumuna getirilen I- rak’m düşürülmesi ve bölgede kalı- cılaşabilmek için bölgesel yerel siyasetlerle stratejik ittifaklar kurmak gerekiyor. Bu noktada 90’lı yıllarda geliştirilen ABD-İsrail-TC eksenli stratejik güç birliğine Güney’deki Kürt peşmergelerinin yedeklenmesi en rasyonel düşünceydi. Ancak “beklenenin” aksine TC-ABD stratejik i- lişkileri zayıflayınca Güney’deki peşmergelerin değeri artmış oldu.
ABD ile uyum içerisinde hareket e- den KDP ve YNK güçleri giderek artan önemleri nedeniyle ABD'nin mandasında “Bağımsız Kürt Devleti” kurulmasını düşlerken TC ise askerinin kafasına geçirilen çuvalla yeniden BOP’a angaje edilmeye zorlanıyordu. Bugüne kadar ABD ve müttefiklerinin (İsrail hariç) Kürtlerin devletleşmesini öngören bir stratejik yönelişleri olmadığı gibi yakın gelecekte de olamayacağını söyleyebiliriz. Zira bu başta Şiiler olmak üzere (ki üzerlerindeki İran etkisi nedeniyle çok hassas bir dinamiktir) diğer muhalif güçlerinde bağımsızlaşması ve merkez kaç güçler haline gelmesine yol açabilir. Ayrıca bağımsız Kür- distan’ı askeri ve ekonomik açıdan taşıyacak durumda olmayan ABD’- nin İran, Suriye, TC gibi bölgesel güçlerle ilişkilerini de bütünüyle bozabilir. Oysa yalnızca Güney’de fe- derasyonlaşma ile sınırlı ve ABD’nin sıkı denetimi altındaki bir Kürt ira- deleşmesi hem bölgesel güçleri zorlayan taktik bir değer ifade eder hem de Kürt modernleşmesinin daha kolay biçimlendırilmesine olanak tanır. Böylece TC’ye de uzlaşılabilir bir
Kürt politikası sunulur: Özgürlükçü, devrimci, ulusal, kurtuluş güçlerini ez; işbirlikçi burjuva Kürt siyaseti i- le uzlaş. Ve tabi BOP’un bir parçasıol.
Ancak ABD’nin Ortadoğu politikalarının şekillenmesinde önemli bir etkisi olan İsrail’in bağımsız bir Kürt Devleti'nin kurulmasını stratejik düzeyde desteklediğini söylemek mümkündür. TC’de çekilmek istendiği stratejik eksenin derinliklerindeki bu çatlağı elbette görmektedir. Ve belki de statükoyu koruma politikasındaki (Irak’m bütünlüğü) ısrarı da bundandır. Yeni Dünya Düzeni’nde güçler dengesinin nasıl şekilleneceği henüz yeterince açık değil iken ve ABD-İs- rail-TC stratejik eksenindeki derin çatlak böyleyken statükoyu bozmak büyük bir risktir.
Gelinen noktada ABD bundan sonraki adımlarda özellikle Suriye ve İran’ın kuşatılması için kendisiyle stratejik uyum içinde hareket etmeye zorladığı TC’ye Kürt politikasını a- çıkça ifade ediyor. KDP ve YNK güçleri ile uzlaşmak koşuluyla PKK’ye karşı ortak bir tasfiye planı
nı yürürlüğe koyabileceğini söylüyor. ABD için asıl amaç TC’yi bölge politikalarına angaje etmektir. Bunun için hem Kürt federasyonlaş- masmı bir tehdit olarak kullanmak hem
de PKK’nin tasfiyesi için ortak hareket planları yapmak gibi ikili bir politika, yani havuç ve sopa politikası birlikte yürütülüyor. Orta ve uzun vadede TC için çözümsüzlük demek olan ABD’nin Kürt politikasının basıncından kurtulmanın bir tek yolu var: Kürt sorununun kendi içinde o- nurlu ve demokratik bir barış politikası ile çözmektir. Buna da TC egemenlerinin ne niyeti var ne de bu yönde bir iradesi. ABD’nin Kürt politikası üzerinden yapacağı zorlamalara TC taktik esnemelerle (kırmızı- çizgileri kaldırmak, Kürt federas- yonlaşmasmı içeren Irak anayasasına onay vermek ve Türkmenler konusundaki taleplerinde geri adım atmak
Ancak ABD'nin Ortadoğu politikalarının şekillenmesinde önemli bir etkisi olan İsrail'in bağımsız bir Kürt Devieti'nin kurulmasını stratejik
düzeyde desteklediğini söylemek mümkündür. TC'de çekilmek istendiği stratejik eksenin derinliklerindeki bu çatlağı elbette görmektedir.
24
gibi) uyum yapabildiği ölçüde PKK’nin tasfiyesi yönünde bazı ortak adımlar atılabilecektir.
ABD bağımsız bir Kürt Devle- ti’nin kuruluşunu öngörmedikçe çelişki taktik plandaki çatışma ve uzlaşmalarla ötelenecektir. Ancak Ortadoğu Projesi’nde kendisine biçilen rolü üstlenmeyen bir Türkiye, ABD ile stratejik ilişkisinin bu en hassas noktada kırılmasına da hazırlıklı olmak zorundadır.
Öcalan’m uluslararası bir operasyonla TC’ye teslim edilmesinin ardından kendisine yönelik kapsamlı bir tasfiye sürecinin başladığını gören PKK, yine Öcalan tarafından kavramlaştırılan ideolojik ve stratejik bir dönüş yaparak değişen koşullara “uyum yeteneğini” ortaya koydu: Marksist-Leninist ideolojiden kopuşarak burjuva sosyalizmine yöneldi, bağımsız Kürdistan’ı ön gören stratejisinden koparak Demokratik Cumhuriyet ekseninde burjuva demokratik çözüm anlayışını benimsedi. Devrimci savaş örgütü olarak kurumsallaşmış olan yapısını dönüştürerek liberal demokratik bir yapı esas alındı. Devrimci silahlı mücadele çizgisine son verilerek demokratik siyasi mücadeleye ağırlık verildi vb. Gerek taleplerinin niteliği gerekse eyleminin muhtevası itibariyle devrimci zeminden kopuşup burjuva demokratik zeminde en geri noktalara çekilen ve kabul edilebilir bir siyaset tarzını benimseyen PKK’nin TC’den beklentileri boşa çıktı. Yaklaşık 6 yıllık bekleme sürecinde her açıdan tasfiye süreci derinleşti, hatta parçalanmanın eşiğine gelindi. PKK taviz verdikçe uluslar rası güçler ve sömürgeciler daha fazlasın dayattı. PKK’den KADEK’e ve oradan da Kongra-Gel’e uzanan 6 yıllık süreçte hareket sağa yattıkça, tasfiye dalgalarıyla daha çok battı. Orta sınıf siyasetinin içerden yaratığı basınç ve dışardan zorlayan askeri siyasi kuşatma hareketin sosyal sınıf bileşenlerine ayrılmasını, parçalanma sürecinde bünyesindeki devrimci ulusal kurtu- luşçu güçlerin tümüyle ezilmesini, etkisizleşt'rilmesini hedefliyordu. Kriz derinleşince hareket iç hesap
KasiM'Ara1iI< 2005
laşma sürecine girdi. Bu sırada TC- ABD stratejik ilişkileri de önemli bir yara almıştı. Bir eğilim Güney’deki işbirlikçi Kürt önderliklerinin yolundan giderek ABD eksenli çözümü benimsedi. Kopuşanlar nicel olarak azınlıktaydı ama kitle tabanında onlarla paralel düşünme eğilimi hızla güçleniyordu. Kuzey’deki Kürtler yüzünü Güney’e dönmüş fiili devlet- leşme sürecinden motive olmaya başlamışlardı artık. Kendi gücüne dayanarak Bağımsız, Birleşik, Demokratik Kürdistan’ı yaratmak ufuklarından neredeyse silinmişti bile. Hareket, tasfiye sürecine dur diyebilmek ve Güney’deki işbirlikçi burjuva Kürt önderliklerini daha fazla çekim gücü olmasını önleyebilmek için bir anlamda yeni bir “stratejik dönüş” yapmak gereğini duyuyordu. Kürdistan Demokratik Konfederaliz- mi adı altında öncelikle Kürtlerin kendi içinde (ulusal) demokratik birliğini esas alan ve birlikte yaşadıkları ulus devletlerle de konfederal birliğini öngören, ancak ucu bağımsız devlet kurmaya açık yeni bir programı şekillendirmeye çalışırken, diğer yandan PKK’yi yeniden örgütleyerek dağılan siyasi iradeyi bir merkezde yeniden toplamaya yönelindi. Yeniden kurulan PKK, tarihsel, moral
değerlerine sahip çıkmakla birlikte artık doğuş sürecindeki devrimci strateji ve program an1 ayışını sürdürmüyordu. Demokratik Cumhuriyet stratejisinin tıkandığını, aşılması gerektiğini görebiliyor, ancak devrimci bir yöneliş içine girmektense reel politik bir siyaset yapış tarzını izlemeyi tercih ediyordu. PKK’nin son günlerde “gerekirse Türkiye’den kopabiliriz” söyleminin sadece bir taktik söylem olduğunu düşünmek iyimserlik olur. Fakat bizim tartışmalı olan ne için, nasıl bir kopuş yeteneği gösterebileceğidir. Kastedilen devrimci bir kopuş olduğunda, aslında Türki
ye’den değil Türk egemen sınıflarından, Türkiye devrimci hareketi ve halklarıyla birlikte bir kopuş mümkündür. PKK’nin tarihsel olarak yazgılı olduğu kopuş da budur aslında. Fakat reel politik anlayışla hareket e- dildiğinde Türkiye’den kopmaktan anlaşılacak şey son tahlilde ABD eksenine kaymaktır. Ancak bu da ABD- TC stratejik ilişkilerindeki kırılmanın onarılması halinde temelsiz bir politikaya dönüşebilir. Ne de olsa “Ortadoğu’da hiçbir şeyin 24 saat aynı şekilde durması mümkün değil-
PKK'nin son günlerde "gerekirse Türkiye'den kopabiliriz" söyleminin sadece bir taktik söylem olduğunu düşünmek iyimserlik olur. Fakat bizim tartışmalı olan ne için, nasıl bir ko
puş yeteneği gösterebileceğidir.
25
C ^ O İ Kas im'A raLi k 2005
dir.” PKK Kürt yoksul köylülerinin, işçilerinin ve emekçilerinin siyasi temsilcisi olma misyonunu sürdürdüğü oranda, Türkiye Devrimci Hareketi ve halkları ile kader birliği yapmaya mecburdur. Bu tarihsel, gerçek bir nesnelliktir. Hiçbir reel politik anlayış sonuna kadar göz ardı edemez. Evet, bugün devrimci hareketimiz güçsüzdür, Kürt halkı ile yeterince devrimci dayanışma içersinde olamamaktadır, hatta karşılıklı güvensizlikler, önyargılar vb. engeller de vardır mücadele ortaklığını zayıflatan. Tarihsel gerçeklik halkların mücadele birliğini dayatıyorsa gerekçelerin arkasına sığınmak “biz e- limizden geleni yaptık” demek bu görev bizim boyumuzu aşıyor demektir aslında. Siyaset, yalnızca e- linden geleni değil, gelmeyeni de mecbur olduğun yere kadar yapabilenlere geleceği temsil etmek yetkisini verir, gerisi mutlaka aşılacaktır. Şimdi geleceği temsil etme iddiasındaki devrimciler olarak, Kürt halkıyla birlikte nasıl özgür bir geleceğe u- zanabileceğimizi kurgulamak, somut durumdan somut görevler çıkarmak gerekmiyor mu? Yoksa oturup PKK’nin tasfiyesini izlemek, neoli- beral siyaset tarzına bir kurban daha vermek ^e ardından “biz söylemiştik olacağı buydu” tarzında ahkâm kesmek daha mı cazip geliyor? Kürt sorunu karşısındaki duruşunu gözden geçirmeyen, Kürt hareketinin devrimci potansiyellerini açığa çıkaracak bir ilişki tarzını üretmeyen dev
rimci hareketimiz Türkiye devrimi- nin olanaklarını da daraltmış olmuyor mu?
Bu yazının başlığına bilinçli olarak “PKK neden tasfiye edilmeli?” sorusunu koydum. Çünkü biliyorum ki sadece emperyalist, sömürgeci güçler değil, Türkiyeli kimi sol, sosyalist, devrimci yapılar da PKK’nin tasfiye olmasını istiyorlar, en azından yarı bilinçli olarak. Türkiye ve Kürdistan devrimlerinin devrimci bir provokasyonu ile karşı karşıyayız en iyi ihtimalle. Gerekçeleri PKK’nin tasfiyeci, uzlaşmacı, işbirlikçi vb. politikaları... İşte bir an için bizim de aynı düşünceleri paylaştığımız ve PKK’nin tasfiyesine gözlerimizi diktiğimiz kanısıyla bu yazıyı okuyup kendileriyle yüzleşme imkânını bulabilsinler istedim.
Şimdi varsayalım ki gerekçeleri doğru (ki bence de doğruluk değeri var). Fakat aynı PKK hala Kuzey Kürtlerinin ezici çoğunluğunun, üstelik yoksul, emekçi, işçi kesimlerinin temsilcisi durumunda değil mi? Bu durumda o hareketin yanlış politikalarıyla dövüşmek mi gerekir, yoksa o hareketin tasfiye edilmesi mi? Açıkça karşı devrimci konuma sürüklenmedikçe ideolojik, politik mücadeleden, önderliğinin mahkum edilmesinden öteye bir görev edinmek nasıl bir devrimci motivasyonun ürünü olabilir. Olsa olsa ulusal solcu, nasyonal sosyalist, sosyal şoven anlayışın ürünüdür.
Eğer koşullan varsa, ulusal kurtuluş hareketinin içersindeki devrimci sosyalist unsurlarla doğrudan bir devrimci dayanışma içerisinde olmak çıkarlarımıza daha uygundur. Ancak bu mümkün olmadığında hareketin içindeki devrimci potansiyeller, açığa çıkarıp örgütlenmesine yolu açacak hareketin bütünüyle moral ve siyasi etkileşimi sağlayacak devrimci bir ilişki tarzını geliştirmek de sorumluluğumuzdur. Kürt siyasetinin devrimci hedeflerinden kopuşmuş olması, onunla devrimci bir ilişki tarzını kuramayacağımız anlamına gelmez. Yani pragmatik stratejik arayışlar içine giren Türk hareketine devrimci yönelimler kazandırabilmek için de etkileşimi güçlendirmeli, Türk ve Kürt halklarını kazandıran somut pratik politikalarla yıkılan köprüleri yeniden inşa edebilmeliyiz.
Bugünkü koşullardan ezen ulus milliyetçiliğine ve ezilen ulusun ilkel milliyetçi eğilimlerine karşı iki ulusun ezilenlerinin egemen sınıflara karşı mücadele birliğini örgütlemek öncelikli görevimiz olmalıdır. Örneğin, halkların kardeşliği ve işçilerin birliği cephesi adı altında devrimci demokratik mücadele birliğini geliştirecek ortak merkezi kampanyalar yürütülebileceği gibi yerellerde günlük yaşamsal sorunlara yönelik ortak örgütlenme ve mücadele taktikleri de geliştirilebilir. Sorun yan yana gelince yapacak şey bulamamak değil, birbirine güç veren bir ilişki tarzını bulamamaktır. Bunun da güç olamamaktan kaynaklandığı yaklaşımı bütünüyle doğru değildir. Gücün kadar güç verebilirsin, umudun kadar umut verebilirsin elbette. Fakat birbirinden güç alarak yücelmenin, mücadeleyi yükseltmenin önündeki engel tarihsel, sosyo-psikolojik ön yargılar olduğu kadar siyasi, ideolojik duruş farklılıklarıdır. Halkların mücadele birliğini örgütlemek uzun süreli devrimci emek yoğun bir süreç olmak zorundadır bu nedenle. Fakat başka çıkış yolu yoktur. Ya hep beraber tasfiye olacağız, ya da topyekun direnişi örgütleyerek kazanacağız.
26
KasiM'AraLik 200?
S u s m a m a l iy iz , s u s m a y a c a ğ iz !HALKLARIN KARDEŞLİĞİNİ
SAVUNACAĞIZ!Kışkırtılan milliyetçiliğe ve linç girişimlerine karşı halkların Kardeşlik İnisiyatifi ku
ruldu. 12 Ekim günü saat 12:30'da Makine Mühendisleri Odası salonunda ilan edilen birliğin kuruluş deklarasyonunu yayınlıyoruz.
Türkiye ezilenleri ve emekçileri olarak cumhuriyet tarihinin en kapsamlı saldırılarından biriyle karşı karşıyayız. Uluslararası ve yerli sermayenin taleplerini karşılamak i- çin uygulamaya sokulan, sokulmak istenen “Kamu reformu yasası”, “personel rejimi yasası” gibi yapısal değişimler tamamen işçilerin ve emekçilerin ekonomik-demokratik haklarını hedef almaktadır. İşsizlik gün geçtikçe büyüyen bir kabus, yoksulluk bir avuç parababası sermayedarın dışındakiler için günlük yaşamın parçası olmuş durumda.
Durumun vahameti yetmezmiş gibi egemenler, ezilenlerden ve e- mekçilerden daha fazlasını istemeye devam ediyorlar. Yıllardır emekçilerin sırtından kesilen vergilerle kurulan Kamu İktisadi Teşekkülleri sermayeye peşkeş çekiliyor. Bunun karşısında bir direnişin oluşmaması için de yasal ve yasadışı yollardan ezilenlere ve emekçilere saldırılar sertleşerek devam ediyor.
Gelinen noktada bütün ezilenleri ve emekçileri hedef alan “topye- kun” saldırının karşısında “topye- kun” bir direnişin oluşmaması için her yönteme başvurmaktan kaçınmıyorlar. İşçilerin sendikalarını kapatıyorlar, örgütlenme haklarının ö- nüne geçiyorlar, çalışma yasalarını tamamen kendi çıkarlarına göre düzenliyorlar.
Son olarak da bu oyunun başka bir perdesini sahneye koymaya çalı
şıyorlar. Egemenler, ekonomik ve demokratik haklarını arayanlara, özgürlük mücadelesi verenlere karşı faşist-ülkücü çetelerle birlikte fütursuzca saldırıyorlar. Yüz yıllardır bir arada ve kardeşçe yaşayan halkları birbirlerine düşman etmeye çalışıyorlar. Kürt halkının en demokratik haklarını ve taleplerini dahi büyük bir terör uygulayarak bastırmaya çalışıyor, uyguladıkları pro- vokatif yöntemlerle de halklar ara
sına düşmanlık tohumları ekerek hak ve emek düşmanı politikalarına karşı ezilenleri ve emekçileri bölmeye çalışıyorlar. Türkiye işçileri ve emekçileri bu oyuna gelmemelidir.
2005 Newrozu’nda Mersin’de yaşanan bayrak provokasyonuyla birlikte şovenizm bilinçli olarak tırmandırılmış ve bu şovenist histeri ilk meyvesini Trabzon’da yaşanan
Halklarımızın bir kör dövüşüne sürüklenmekte olduğunu görmekteyiz. Bu gidişatın önüne derhal bir set çekilmesi
gerektiğini düşünüyoruz. Bunu halkların kardeşliği ve dayanışması ile gerçekleştirebiiiriz. Susmamaiıyız.
Susmayacağız.
27
q O İ Kasi:M'AraIiI< 2005
linç girişimiyle vermiştir. Bu linç girişimini Balıkesir Gönen’de Kürt- lere yönelik ırkçı saldırılar takip etmiştir. Mersin’de “sözde vatandaş” söylemini kullanan Genelkurmay, “topyekun savaş” şiarım öne sürerek bu söylemin devamını getirmiş, mesajı alan faşist çeteler kendilerince bu “topyekun savaş”a Seferihisar’da, Cunda Adası’nda ve Bozüyük’teki linç girişimiyle, Düzce’de Kürt fındık işçilerine yönelik ırkçı bir saldırıyla ve nihayet 6-7 Eylül olayları ile ilgili düzenlenen sergiyi basarak katılmışlardır.
Başta Genelkurmay olmak üzere devletin yetkili kurumlan ne bu o- layları etkin bir biçimde önlemeye çalışmıştır ne de suçluları cezalandırmak için harekete geçmiştir. Tersine “milli hassasiyet” benzeri söylemlerle bu saldırıları mazur göstermeye çalışmışlardır.
Devletin Kürt halkının ulusal - demokratik talepleri için giriştikleri mücadeleye silahla ve askeri operasyonlarla karşılık vermesi, barışçıl eylemlere kimi zaman silahla müdahale etmesi ve insanların ölü
müne yol açması gerginliği tırmandırmaktadır. Egemenlerin kendi çıkarları doğrultusunda halkları birbirine düşürecek, Türk ve Kürt çatışmasına sürüklemekten kaçınmayacağını göz ardı etmemeliyiz.
Tırmandırılan çatışma ortamı, hak ve özgürlükleri kısıtlayan başta “Terörle Mücadele Yasası” olmak üzere baskıcı içerikli yasaların gündeme getirilmesi ile perçinlenmek istenmektedir.
Halklarımızın bir kör dövüşüne sürüklenmekte olduğunu görmekteyiz. Bu gidişatın önüne derhal bir set çekilmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bunu halkların kardeşliği ve dayanışması ile gerçekleştirebiliriz. Susmamalıyız. Susmayacağız. Halkların kardeşliğinin sağlanması için inisiyatif geliştireceğiz.
İşsizliğin, pahalılığın, yoksulluğun üzerini Kürt düşmanlığıyla örtemezsiniz. Türk ve Kürt emekçilerinin karşı karşıya gelmesine izin vermeyeceğiz. Egemenlerin açtığı “topyekun savaş”a karşı “topyekun direniş”i öreceğiz! Türk ve Kürt
halklarının kardeşliğinden başka çı-*ıkar yol yoktur. Provokasyonlar, linç girişimleri ve ırkçı eylemler cezasız kalmamalıdır. Her türlü baskı yasası geri çekilmelidir. Askeri operasyonlar durdurulmalı, Kürt Halkının ulusal-demokratik taleplerini özgürce savunmasını engelleyen bütün uygulamalara derhal son verilmelidir.
Şovenizme ve Linç Girişimlerine Karşı
HALKLARIN KARDEŞLİK İNİSİYATİFİ
Bilinç ve Eylem, Emekçi Hareket Partisi, Ezilenlerin Sosyalist Platformu, Halk Kültür Merkezleri, Haziran Çevresi, İşçi Mücadelesi, Karakızıl Notlar, Odak Dergisi, Sınıf Mücadelesi, Sosyalist Dayanışma Platformu, Sosyalist Demokrasi Partisi, Toplumsal Özgürlük Platformu
Deklarasyonu Destekleyenler
Dayanışma Sendikası, DİSK- Limter-İş, KESK İstanbul Şubeler Platformu, Tekstil-Sen
E sk işeh ir'dek i en ge llem ey e p r o te s toHalkların Kardeşlik İnisiyatifi, 25 Ekim günü İs
tanbul Taksim MeydanCnda Eskişehir’de görülen Ahmet ve Uğur Kaymaz davasına dönük engellemeleri protesto etti.
İnisiyatif adına yapılan açıklamayı okuyan Emine Güngör, “Mardin’de 12 yaşındaki Uğur Kaymaz’ı ve babasını katleden polislerin yargılandığı davanın Eskişehir’deki ikinci duruşması ‘görülemedi’. Görülemedi, çünkü duruşmanın öncesinde ve sonrasında adaletin karikatürü bile yoktu” dedi. Güngör, İstanbul’dan davaya giden İnisiyatif temsilcilerinin ve 23 avukatın şehre ve davaya girişlerinin engellendiğine dikkat çekerek, linç girişimlerini “vatandaş hassasiyeti” olarak savunanlardan, 12 yaşındaki Uğur’u 13 kurşunla katledenlerden hesap sorulması gerektiğini belirtti.
Eylemde Halkların Kardeşliği İçin Kadın İnisiyatifi adına da bir konuşma yapıldı. Kadın İnisiyatifi a- dma konuşan Özge Kelekçi, “Uğur’un katledilmesinin ne olduğunu en iyi biz kadınlar, biz anneler anlarız. Çünkü savaşta ölenlerin en çok acısını biz duyarız. Tıpkı bugün hepimizin çocuğu olan Uğur’un katledil-
İMBİK KarMS B » »\m\mm
Kaymaz ın kal
meşine herkesten çok üzüldüğümüz gibi” diyerek, U- ğur’un hesabı sorulana kadar mücadeleyi sürdüreceklerini belirtti.
Yoğun polis ablukası altında geçen eylem, “Biji bıratiya gelan”, “Baskılar bizi yıldıramaz”, “Anaları öfkesi katilleri boğacak” sloganlarıyla son buldu.
28
Kasim-AraLil< 200? C jO İ
BERALİZM, MİLLİYETÇİLİKVE DEVRİ MCİ SİYASİ D U RU Ş
Fikret Kızıltcın
Türhiye'de devrimci siyasetin üç ana ehseni yeni liberalizme karşı mücadele, emperyalizme karşı mücadele ve şovenizme karşı mücadeledir. Bunlardan ilk ikisi
doğrudan kapitalizme karşı mücadele anlamına gelirken üçüncüsü Türkiye'de demokrasi mücadelesinin başat konusu olmaya devam etmektedir.
Uluslararası kapitalizmin güncel yönelimleri (özelleştirmeler, sosyal hizmetlerin ticarileştirilmesi, üçüncü dünya ülkelerinde tarımın tasfiyesi, sermaye ve meta akışının önündeki engellerin kaldırılması, spekülatif sermayenin büyümesi vs.) ve emperyalist paylaşım mücadelesine bağlı olarak, emperyalist merkezler dışındaki ülkelerde egemen kesimler arasında çeşitli saflaşmalar ortaya çıkmaktadır. Kapitalizmin yeni liberal birikim politikaları dünya ölçeğinde ve ulus devletlerin kendi içinde toplumsal eşitsizliği artırırken, ardı ardına büyük çaplı sosyal yıkımlara neden olmaktadır. Bu süreçte gerek burjuva siyasetinde gerekse sosyalist hareket içinde iki belirgin eğilimin öne çıktığı gözlenmektedir: Liberalizm ve milliyetçilik. Kapitalizmin yarattığı sosyal sorunlara çözüm olarak daha fazla liberalizm (dışa açılma, IMF’yle anlaşma, AB’ye katılma vb.) önermek içinde bulunduğumuz dönemin ana eğilimi olarak öne çıkarken, aynı süreç milliyetçi tepkileri de beslemekte, çeşitli faşizan e- ğilimler kapitalist sistemin krizine alternatif reçeteler olarak ortaya çıkabilmektedir.
Türkiye’de mevcut burjuva siyasetinde yeni liberal ekonomi politikaları gerçek anlamda karşısına alan güçlü ulusalcı tepki olduğundan söz edilemez. Milliyetçi söylem her ne kadar yeni liberal ekonominin yarattığı sosyal ve ekonomik sorunlarla
yakından ilişkili olsa da büyük ölçüde kültürel konular ve güvenlik sorunu üzerinde odaklanmakta, çoğu zaman iddiaları demagojiden ileriye gitmemektedir. Mevcut burjuva partilerinden hangisi iktidara gelse aşağı yukarı aynı programı uygulayacaktır. Hatta bunların adının işçi partisi olması ve güçlü sol geleneklerden kaynak alması bile -Brezilya örneğinde görüldüğü gibi- durumu çok fazla değiştirmemektedir. Bizzat kapitalizmi hedef almayan siyasi iktidarlar, liberal, muhafazakar, milliyetçi ya
da sosyal demokrat kimliği altında uluslararası sermaye örgütlerinin dayattığı yapısal uyum programlarını uygulamaktadır.
Liberal ve milliyetçi eğilimlerin sol hareket üzerinde de kayda değer bir etkisi olduğu uzun zamandır söylenmektedir. Ulusalcı ya da liberal sol yönelimler kendilerini gittikçe daha net bir şekilde ortaya koymakta, her iki eğilimin de uç noktasında
Mevcut burjuva partilerinden hangisi iktidara gelse benzeri bir program uygulayacaktır. Bunların a- dının işçi partisi olması ve sol gelenekten kaynak
alması bile durumu çok değiştirmemektedir.
29
C|Oİ KasiM'AraIiIc 2005
duranları artık sol kavramı içersinde değerlendirmek mümkün görünmemektedir. Ulusal sol çizgi faşizmin çeşitli türleriyle kolayca kaynaşırken, liberal eğilim en uç halini AB’cilik hatta yer yer AKP’cilik biçiminde ifade edebilmektedir. Türkiye’de düzen dışı sol, sistemin bir a- paratma dönüşmemek için aynı paranın iki yüzü olan bu eğilimlere karşı etkin bir ideolojik mücadele yürütmek ve politik konumlanmasını bir kez daha gözden geçirmekle yükümlüdür. Bu yazıda asıl olarak devrimci sosyalistlerin mevcut konjonktürdeki politik konumlanması üzerinde duracağız.
Türkiye’de devrimci mücadele üç ana eksen üzerinden seyretmek durumundadır. Bunlar, yeni liberalizme karşı mücadele, emperyalizme karşı mücadele ve şovenizme karşı mücadeledir. İlk ikisi aynı zamanda anti-kapitalist mücadele anlamına da gelirken üçüncüsü Türkiye’de demokrasi mücadelesinin başat konusu olmaya devam etmektedir.
Yeni liberalizme karşı mücadele sosyalist hareketin toplumsallaşma
sında önemli bir kanal olabilecek niteliktedir. Derinleşen işsizlik ve yoksulluğa karşı etkin mücadele yöntemleri geliştirilmesi solun geniş halk kesimleri içinde kök salmasının başlıca koşuludur. Bu konuda mevcut sosyal hakların savunulmasından özelleştirmelere karşı mücadeleye, yoksul mahallelerde dayanışmaların örgütlenmesinden sendikal örgütlenmeye kadar geniş bir mücadele alanı söz konusudur. Yeni liberal uygulamalar toplumsal yaşamın bütünü Çizerinden etkide bulunduğundan bu mücadelenin mekanı mahallelerden fabrikalara üniversitelere köylere kadar uzanmaktadır.
Yeni liberalizme karşı mücadelede ulus devletçi ve sosyal demokrat eğilimlerle aramızdaki fark temelde mücadeleyi anti-kapitalist bir zeminde tanımlamamızdan kaynaklanmaktadır. Mevcut düzene karşı kalıcı mevziler yaratmak ufku kapitalizmi aşan bir mücadele ile mümkün olacaktır. Yeni liberalizme karşı mücadele “başka bir dünya” yaratma perspektifinden koptuğunda devrimci ö- zünü yitirip tatsız tuzsuz bir ekono-
mizme dönüşecektir. Bunun yanı sıra devletçi söylemlerle de kesin bir ayrım konulmalıdır. Örneğin ulusalcı özelleştirmelere karşı devletin güvenlik ihtiyacını öne çıkarırken devrimciler aksine askeri ve polisiye harcamalarının azaltılmasını, sağlığa ve eğitime daha fazla bütçe ayrılmasını talep ederler. Devletin “güvenlik” boyutunun küçülmesi ile bir sorunları olmaz. Sorun sermayeye yeni birikim ve kar alanları açmak adına kazanılmış hakların gasp edilmesi toplumsal eşitsizliğin derinleşmesidir. Yeni liberalizme karşı yürütülecek mücadelede eşitlik, adalet, dayanışma, anti-kapitalizm vb. kavramlar öne çıkacaktır.
İkinci önemli eksen anti-emper- yalist mücadeledir. İki büyük emperyalist gücün etki alanında bulunan, AB’yle üyelik müzakereleri yapan ve ABD’nin “stratejik ittifak”ı olan Türkiye’de anti-emperyalist mücadelenin önemli bir yeri olması kaçınılmazdır. Ancak bu konuda geniş halk kesimleriyle bir dil ortaklığı sağlamak için ille de milliyetçi söylemlere müracaat etmek gerekme
mektedir. Emperyalizme karşı ulusal söylem çeşitli pazarlıklarda ulus devletin elini güçlendirme işlevi görebilm ektedir.
Ayrıca bu konuda solun burjuva milliyetçilikleriyle yarışmasının da bir anlamı da yoktur. Elbette halk kültürünün kimi öğeleriyle buluşan bir anti-emperyalist söylem çok daha etkili ve dikkat çekici olacaktır, ancak bu doğrudan ulusalcılık anlamına gelmemektedir. Emperyalizme karşı ulusalcı söylem Türkiye’de devletin değirmenine su taşımaktır. Emperyalizmin dünya üzerinde yarattığı savaşlara, katliamlara ve sosyal yıkıma karşı mücadelede ulusalcılık değil, halklar arası dayanışma öne çıkarılmalıdır. Örneğin devrimciler ABD’nin Irak’a müdahalesine, Kürt- lere bir manevra alanı açarak ya da başka nedenlerle Türk Devletimin çıkarlarıyla ters düştüğü için değil,
Mevcut düzene karşı kalıcı mevziler yaratmak ufku kapitalizmi aşan bir mücadeie iie mümkün (bacaktır. Yeni liberalizme karşı mücadeie "başka bir dünya" yaratma perspektifinden koptuğunda devrimci özünü yitirip
tatsız tuzsuz bir ekonomizme dönüşecektir.
JQ
KasiM'Ara[iI< 2005 qoi
Irak halkının ve Irak’m doğal ve toplumsal kaynaklarının emperyalist tahakküm altına alınmış olması dolayısıyla karşı çıkarlar. Dayanışmanın amacı da emperyalist tahakkümün kırılması yoluyla Irak halkının özgürlüğüne kavuşması ve bu yolla emperyalizmin bir adım geriletilme- sidir. “Türkiye’nin çıkarları” ekseninde yapılan değerlendirmelerin solla ya da devrimcilikle bir ilgisi yoktur.
Son olarak şovenizme karşı mücadele Kürt sorunundan kaynaklı o- larak Türkiye’de önemli bir yere sahip olacaktır. Kürt sorunu Türkiye’deki en yakıcı demokrasi sorunu olmaya devam etmektedir. Kürt hareketi 1999 yılından bu yana sorunun devrimci çözümünden vazgeçmiş olsa bile mevcut düzen içinde sorunun liberal bir çözümü de ufukta görünmemektedir. Kürt hareketi taleplerini en geri seviyeye çektiği halde devletin düzen içi bir çözüm yönünde kayda değer bir adım attığı söylenemez. Bu anlamda Kürt sorununda yeni bir gelişme olduğu söylenemez. AB’ye üyelik müzakerelerinin başlamış olması da Kürt hareketinin beklediği liberal çözüm yönünde anlamlı bir sonuç üretmiş değildir.
Kürt sorunu açısından yeni olan savaşın yeniden şiddetlenmesiyle birlikte 1980’li ve 90’h yıllardaki savaştan farklı olarak devletin Kürt hareketine karşı Türkiye’nin neredeyse her yerinde kitle seferberlikleri düzenlemeye başlamasıdır. Zaman zaman devrimci hareketi de hedefleyen bu faşist saldırılar asıl olarak devletin elinin altında bulundurduğu hazır kıtalar üzerinden organize edilmektedir. Ancak bu organize saldırıların kendiliğinden etnik çatışmaya dönüşme riski hiç de ihmal edilebilir seviyede değildir. Bu yüzden etnik boğazlaşma tehlikesine karşı halkların kardeşliği temelinde anti-şove- nist mücadele önümüzdeki günlerin ana gündemlerinden birisi olacaktır. Genelkurmay’m topyekun savaş kavramını ısrarla ileri sürmesi Kürt hareketine karşı faşist kitle seferberliklerinin caydırıcı bir silah olarak
Türkiye'nin AB iie müzakere süreci solun ö- nemli bir kesimini Türkiye'de İspanya ya da Yunanistan benzeri bir "demokrasiye geçiş" sürecinin yaşanacağı bekientisine sokmuştur.
sürekli gündemde tutulacağını göstermektedir. Bu tür saldırıların kendiliğinden bir hal alması ise onu düzenleyenlerin hedeflerinin ötesinde sonuçlara da yol açabilir. Faşist saldırılar geçmişteki Alevi katliamlarını akla getiriyor. Ama bir farkla, bu kez çok daha örgütlü ve silahlı bir halk gerçekliği söz konusudur. İç savaşın bu seviyeye yükselmesini göze alanlar Türkiye’yi büyük bir istikrarsızlığa sürükleme riskini de göze almak durumundadır. Bugün devletin kışkırtıcı politikalarının teşhiri ve Kürt halkıyla etkin bir dayanışmanın hayata geçirilmesi devrimci mücadelenin temel gereklerinden birisi durumundadır.
Son olarak, içinde bulunduğumuz dönemde politik duruşumuzu yeniden gözden geçirirken, altı çizilmesi gereken önemli bir konu da re- formizmle ayrımdır. Reformizmle temel ayrışmamız yeni liberalizme, emperyalizme ve şovenizme karşı mücadeleyi devrimci bir strateji kurgusu içine oturtmak ve sistemin gerilim alanlarında hedeflerimize u- yumlu radikal bir mücadele pratiğini hayata geçirmektir. Türkiye’nin AB ile müzakere süreci solun önemli bir kesimini Türkiye’de İspanya ya da Yunanistan benzeri bir “demokrasiye
geçiş” sürecinin yaşanacağı beklentisine sokmuştur. AB’ye “Evet”, “Hayır” ya da “Havet” denilmesi bu konuda bir fark yaratmamakta, sonuçta bu beklentiye göre konumla- nılmaktadır. Topyekun savaş gerçeği, sadece Türkiye’de değil, Avrupa’nın pek çok ülkesinde de beliren faşizmler, emperyalist paylaşım mücadelesi ve yeni liberal yıkım daha yumuşak bir zeminde politika yapma umudunu bir çeşit “devekuşu solcu- luğu”na dönüştürmektedir.
Kapitalizmin yeni birikim süreçleri ve emperyalist müdahalelerin yarattığı sosyal ve politik gerilimler karşısında kitlelerin harekete geçip geçmeyeceği ya da ne yönde seferber olacağı bütünüyle siyasi öznelerin bu sorunlar üzerinden yürüteceği mücadelelerin başarısına bağlı olacaktır. Liberal beklentilerin (AB’ye üyelik, “küreselleşmenin” nimetlerinden yararlanma vb.) gerçekleşme- mesinin yol açtığı ve açacağı hayal kırıklıkları ve öfkenin diliyle rezonans kurabilecek bir radikal mücadele çizgisi kapitalizme karşı güçlü mevziler yaratılmasının temel koşuludur.
51
q O İ KasiM'AraIiI< 200?
‘SINIFIN ÖRGÜTLENMESİ ESKİNİN YÖNTEMLERİYLE ÇÖZÜLEMİYOR’
Röportaj: Zeynep Koru
Dayanışmaevlerl 30 EyiüTde TürKiye İş Kurumu Eminönü Şube Müdürlüğü önünde işsiz zinciri oluşturma eylemi ile "işsizliğe ve Güvencesiz
Çalışmaya" karsı bir kampanya başlattı. Dayanışmaevleri kampanya yürü tüm ekibinden batma ince ile yaptığımız röportajı sizlere sunuyoruz...
. GÜCÜM»’is SAĞLAMA' , SİSTEM
MEŞRU M Ü
İŞ SAĞLAMAYA t SİSTİM MEŞRU MUDUR
& işsin»iti \o m VA 1ÜM
ışn İŞSİILERE-E m m m m
DİPLOMAM VAR. AMA İŞİM YOK!DAĞITILSIN
30 Eylül, Eminönü İş-Kur eylem i
Neo-liberal politikaların en ö- nemli etkisi işsizler arasındaki rekabeti kışkırtması oldu. İşçi aynı ücrete daha uzun çalışmaya razı oldu. Çünkü çok büyük oranda işsizlik tehlikesi ile karşı karşıya kaldı. Sermaye işgücünün ucuz olduğu ülkelere göç ederek işgücü için ülkeler arası rekabeti kışkırttı. Küresel işgücü rekabetinin bir sonucu olarak çalışma saatleri uzatıldı.
Yeni teknik gelişmelerle birlikte büyük fabrika üretimi, eskisi gibi bant sistemiyle herkesin aynı işi yaptığı bir sistem olmaktan çıktı, çekirdek üretim ve buna bağlı pek çok yan üretim alanına dağıtıldı Çekir-
Kampanyanıza konu olan “işsizlik ve güvencesizlik” kavramlarını, bu günkü koşullar içerisinde nasıl ifade ediyorsunuz?
Bugün işçi sınıfı içinde ciddi yapısal dönüşüm söz konusudur. Türkiye’de 1980 sonrası neo-liberal politikaların hayata geçirilmesiyle özellikle 90Tı yıllarda ekonomide oldukça radikal değişimler oldu. Kar oranlarındaki düşmeyi karşılamak için tekelci sermaye kendi dışındakilere “topyekun saldırı” başlattı. Sosyal devletin tasfiyesi, özelleştirme, işten çıkarmalar, ücretlerin düşürülmesi, sendikasız laştırm a, esnek istihdam, taşeronlaştırma süreci başladı.
dekte az sayıda, üretim sürecinin hepsine hakim, nitelikli, iş güvencesine sahip, iş sözleşmesi uzun süreli, kadrolu işçi ve yan üretim alanlarında ise çok sayıda, niteliksiz, geçici, iş sözleşmesi gel geç, güvencesi olmayan işçi çalışmaya başladı. Nitelikli ve niteliksiz işçi parçalanması yaşandı. Niteliksiz işçi sayısı hızla arttı. Ama 2000 yılında yaşanan kriz gösterdi ki görece nitelikli diyebileceğimiz az sayıda olan kesimin bile iş güvencesi sorunu var.
İşgücü imalat sektöründen hizmet sektörüne kaydı. Hizmet sektöründe çalışanların sayısı arttı. İşçi sınıfının pek çok kesimi temizlik, güvenlik, pazarlama gibi sektörlerde de kayıt dışı güvencesiz ağır çalışma koşullarında çalışmaya başladı.
İstatistiklere göre 2004’te piyasada iş arayan 700 bin kişiden iş bulmuş görünen 500 bin kişi de ancak kayıt dışı işlerde ekmek bulabildiler. Yani sigortasız, vergisiz çalıştırılan işyerlerinde.
Neo-liberal politikaların en önemli etkisi işsizler arasındaki rekabeti kışkırtması oldu. İşçi aynı ücrete daha uzun çalışmaya razı oldu. Çünkü çok büyük oranda işsizlik tehlikesi ile karşı karşıya kaldı. Sermaye işgücünün
ucuz olduğu ülkelere göç ederek işgücü için ülkeler arası rekabeti kışkırttı.
d ip e o i AMA İ!
52
KasuvuAraIi1< 2005 q o !
Şu klişe ne yazık ki yaşamda karşılık bulmaya devam ediyor; "bu kadar işsizlik tehdidi altında bir işe sahip olan
işçi, haline bin kere şükrediyor".
Kaçak çalıştırılan ya da güvencesiz çalıştırılanların sayısı 3 milyonu aşmış görünüyor.
“Güvencesiz işçiler” derken, bu günkü koşullarda sınıfın içerisinde bir “güvenceli işçiler” kesiminin olduğunu söyleyebilir misiniz?
Bu soruyu sorduğunuz iyi oldu, meselenin yanlış anlaşılmaması açısından bir noktayı vurgulanmalıyız. Bugün böylesi bir net ve kalıcı ayrımdan söz etmek gerçekten güç. Ancak sınıf içerisinde şöylesi bir farklılaşmadan söz edebiliriz. “Güvencesiz işçiler” ve onlara göre “görece daha güvenceli işçiler”. Yani sonuçta sınıfın genelinin geçmiş ka- zanımlarını yitirerek bir güvencesizlik durumuyla karşı karşıya kaldığını söylersek kavramı daha doğru kullanmış olacağız.
Fakat bunu söylerken şu gerçeği de atlamayalım. Sınıfın tamamının güvencesiz olduğunu söylesek de, sınıfın farklı koşullar altında bulunan kesimlerinin reflekslerinin de farklılaşması topyekun bir sınıf hareketini zorlaştırıyor. Şu klişe ne yazık ki yaşamda karşılık bulmaya devam ediyor; “bu kadar işsizlik tehdidi altında bir işe sahip olan işçi, haline bin kere şükrediyor”.
Ayrıca yine şunu da söylemeliyiz. Bu farklılaşma durumu da asla kalıcı değil, oldukça geçişli. Bu gün
sendikalı, sigortalı, bir işyerinde iyi bir ücretle çalışıyor olabilirsiniz. Yarın ne olacağınız belli değil. Bu ka- zanımlarmız elinizden alınabilir, hatta işsiz kalabilirsiniz.
Kampanyanız neyi hedefliyor, neye işaret etmek istiyorsunuz?
İlk olarak şunu söyleyebiliriz. Günümüzde sınıfın örgütlenmesi problemi eskinin yol, yöntemleriyle çözülemiyor. Yeni ne derseniz; henüz bir takım denemeler ve arayışlar
dışında sınıfın geneline damgasını vuracak bir hattan söz etmek de zor görünüyor. Bu kampanyayla böylesi bir yeni sürece kapı açılmasına kendi cephemizden bir katkı yapmayı hedefliyoruz. Dayanışmaevlerimizin ve Bursa’da BATİS’in (Bağımsız Tekstil İşçileri Sendikası) bugüne kadar bu alanda kazandığı deneyimleri bugünü yakalamak adına çözümlemeye çalışıyoruz. Bu alandaki büyük boşluğun doldurulabilmesi adına, deneyimlerimizden çıkarttığımız sonuçları kamuoyuyla paylaşmak, tartışmak istiyoruz.
İkinci neden daha özel. Ne kadar siz işçi sınıfına vurgu yaparsanız yapın, doğru politikalar ve örgütlenme biçimleri geliştiremezseniz sınıfla bağ kuramıyorsunuz. Bu konuda sanırım bu meseleyi kendisine dert e- dinen tüm yapılar gibi biz de zorlandık. Geçmiş deneyimlerin artık günümüzü yeterince izah edemediğini yaşayarak gördük. Bu gerçeklik bizi başka arayışlara itti. Süreci okuma çabamızdan çıkarttığımız bir takım ipuçlarından hareketle, az önce ifade ettiğim kuramlarımızla yeni bir çizginin, daha doğrusu sınıfın yeni yapısına uygun çizginin ilk adımlarını
Ü m ran iye Dayanışm aevi, işçi hakları paneli
55
I Kas im'Ar Alık 2005
atmaya giriştik. Mütevazi de olsa bu alanda yol aldığımızı düşünüyoruz. Fakat bu deneyimler ve bu alanda bizim dışımızda yaratılan deneyimler bizim açımızdan henüz “işçi sınıfına politikamız budur” dedirtecek netliğe ulaşamadı. İşte bu kampanya süreciyle kendi özelimizde de netlik yakalama anlamında bir sıçrama yapmak, bunu yapımızın geneline mal etmek de istiyoruz.
Dayanışmaevleri çalışmasıyla kurduğunuz ilişkilerin profiline baktığınızda, işsizlik ve güvencesiz çalışma durumu ne kadar geçerli?
Bildiğiniz gibi derneğimizin şubelerinin tamamı varoşlarda. İşsizlik ve güvencesiz çalışma sorunu bu yaşam alanlarının en temel çelişkilerinden. Kurumlarımızla bağ kuran insanların tamamına yakını ya işsiz ya da çok kötü koşullarda çalışıyor. Zaten bizimle bağ kurmalarının ö- nemli bir nedeni de bu sorunlara yönelik kumullarımızın yaklaşımı olu-.
yor. Yani varoşlarda çalışma yürütecekseniz eğer, siz istemeseniz de bu sorunlarla boğuşmak zorunda kalıyorsunuz.
İşsizlerin ve güvencesiz çalışan işçilerin örgütlenme probleminin çözümünde, Dayamşmaevlerini bir seçenek olarak görüyor musunuz?
Az önce de belirtildiği gibi çalışma alanlarımızda bağ kurduğumuz nüfusun tamamı bu yapıda. Ve siz onlarla birlikte yürüyecekseniz, size taşıdıkları tüm sorunlara karşı bir yaklaşımınızın olması gerekiyor. Kurumlarımızm ilk şubeleri açıldığında belki kendimizi sendikalarla kıyaslama gibi bir gündemimiz dahi yoktu diyebilirim. Zaman içerisinde biraz da yaşanılanlardan öğrenerek en azından böylesi bir gündemi önümüze koyduk. Evet, gerçekten de Dayanışmaevleri bugünkü işçileri, işsizleri bir sendika gibi örgütleyebilir mi? Bu meseleye düne göre çok
Günümüzde sınıfın örgütlenmesi problemi eskinin yol, yöntemleriyle çözüiemiyor. Yeni ne derseniz; henüz bir
takım denemeler ve arayışlar dışında sınıfın geneline damgasını vuracak bir hattan söz etmek henüz zor görünüyor.
Dayanışm a G azetesi h
DayanışmaBu düzende iş yok!
Yaz okulları sona erdi
M
daha sıcak bakıyoruz.
Kampanyanıza dönecek olursak, öne çıkarttığınız talepler neler oldu?
İşsizliği ve güvencesiz çalışmayı yaratan koşulları ön plana çıkararak bu koşulların ortadan kalkmasına yönelik talepleri kampanyada işliyoruz. Özelleştirmelere derhal son verilmesi, iş güvencesinin tüm çalışanlara uygulanması, fazla mesai uygulamalarına son verilmesi, işsizlik sigortasından tüm işsizlerin yararlandırılması, Avrupa Birliğimin tarım politikalarından derhal vazgeçilmesi, sigortasız çalıştırmaya karşı sert cezaların uygulanması, zorunlu göç koşullarının ortadan kaldırılması, istihdama yönelik politikaların hayata geçirilmesi gibi talepleri öne çıkartarak konuyu daha sade ve somut ele aldık.
Kampanyanız Hatay ve Bursa’da da devam ediyor. Oralarda nasıl işleniyor kampanya?
Biz kampanya hazırlık sürecinde yapılması gerekenler için bir sabit paket program çıkartmadık. Meselenin genel hatlarını belirleyip, çerçevesini çizdikten sonra onun işlenmesini tamamen yerel özgünlüklerin belirleyiciliğine, yerelin ihtiyaçlarına bıraktık. Geçmiş kampanyalarımıza oranla bu kampanyada gerek Bursa’da ve gerekse de Hatay’da yapılanlar çok etkili ve zenginleştirici oldu bizler için. Bursa da işçi yoğunluğu olan bir kent. BATİS’in işçilerin iş güvencesine dair haklan meselesinde sonuç alıcı, etkili bir deneyimi var.
“İşçi sınıfının örgütü BATİS, İşsizlikle ve Yoksullukla Savaşıyor” sloganı altında yaptığı eylemlerle kampanyamızın Bursa ayağını oluşturuyor.
Hatay’da ise yine kampanya oranın çok özgül sorunları çerçevesinde işleniyor. Arabistan’a yoğun işçi göçü veren yörede “Doğduğum Yerde Çalışmak İstiyorum” talebi etrafında kampanya işlenerek çok büyük etki gücü yarattı.
Kashvi-AraLik 200? C|Oİ
‘ D o ğ d u ğ u m v e r d e ç a l i ş m a k
İ S T İ Y O R U M ! ’Hatay Dayanışmaevi Çalışanları
Göçmen işçi olarak çalışanlar genelde erkeklerdir. Belki giderken pek çoğunun i- çinde asgari ihtiyaçları karşılayıp geri dönmek yatmaktadır. Takat "umuda yolculuk" ömür boyu sürer durur... İşte böyle bir ortamda geride kalanlar kadınlardır...
Anneler, kardeşler, eşler. Yani kadınlar...
Bundan birkaç ay önce Dayanış- maevleri ve BATİS olarak günümüzün en önemli sorunlarından olan “İşsizlik ve Güvencesiz Çalışma” ile ilgili bir kampanya başlatma kararı almıştık.
Bu kampanyayı nasıl başlatacağımız, hangi temeller üzerine oturtulacağı tartışmaları sürerken, kendi şehrimizde -Hatay’da- bu kampanyayı yürütemeyeceğimizi düşünüyorduk. Güvencesiz çalışma boyutuyla olmasa da işsizlik boyutuyla ilgili burada tıkanabileceğimiz
dirince karşımıza işsizliğin Hatay versiyonu çıktı: GÖÇMEN İŞÇİLİK. Biz de eğer burada işsizlikle ilgili bir çalışma yürüteceksek göçmen işçiliği, nedenlerini ve insanlarımızın memleketlerinden binlerce km. u- zakta hangi koşullarda yaşadığını temellendirmeden bir çalışma yapamayacağımızın bilincine vardık.
Kampanyanın ikinci gündemi o- lan güvencesiz çalışma da yine Hatay’da oldukça yakıcı bir sorun. Bu
rada vasıflı olarak çalışanların bile (dershane öğretmenleri vs...) pek çoğunun sosyal güvencesi yok. Hatay özellikle hizmet sektöründe 150- 200 milyon maaşlı, sigortasız işlerin cenneti. Ve bu koşullarda çalışabilmek - eğer göçmen işçilik yolu seçilmemişse - şans.
Bizler de Hatay’ın çalışma koşullarındaki bu özgünlükleri tartışarak ve bu sorunları bilince çıkarmak için kolları sıvadık ve “işsizlik ve
Eğer şehrimizde işsiziik olmasaydı bu insanlar memleketlerinden, sevdiklerinden bu kadar uzakta çalışmaya gider miydi? Elbette hayır! İşte bu du-
görüşündeydik rumu biraz daha temellendirince karşımıza işsizliğin Hatay versiyonu çıktı:Çünkü Hatay diğer illere göre işsizlik sorununubelli oranda çözmüştü. Bizler bu sorunun nasıl çözüldüğünü düşünmeden, bizim şehrimizde bu sorun pek yaşanmıyor olması üzerinde durmuştuk.
Halbuki bu şehirde pek işsiz olmasa da işi olan da pek yok! “Nasıl yani?” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Evet çalışan insanlar, yani işi olanlar burada iş imkanı bulamadığından buradan binlerce km. uzakta çalışıyorlardı ve biz bunu işsizliğin çözümü olarak görmüştük.
Eğer şehrimizde işsizlik olmasaydı bu insanlar memleketlerinden, sevdiklerinden bu kadar uzakta çalışmaya gider miydi? Elbette hayır! İşte bu durumu biraz daha temellen
GÖÇMEN İŞÇİLİK.
55
CjO İ KasiM'AraIiI< 2005
güvencesiz çalışma”ya karşı kampanyamızı örmeye başladık.
Bu özgünlüklerin ışığında belli etkinlikler planladık. Öncelikle 30 Eylül’de -kampanyanın merkezi başlama tarihinde- biz de Hatay’da işsizlik kuyruğu oluşturduk. Ama bizim taleplerimizde belli farklılıklar vardı. Yaptığımız eylemde kendi şehrimizde istihdam yaratılmasını istiyorduk göçmen işçiliğin son bulması için. Ayrıca sigortasız ve çok düşük ücretle çalışma koşulları yerine güvenceli ve yoksulluk sınırına uygun ücrete çalışma koşulları talep ediyorduk.
Bu eylemden sonra Hatay’ın özgünlüklerini oldukça iyi yansıtan bir kadın eylemi gerçekleştirdik. Neden kadın eylemi ve Hatay’ın özgünlüğünü nasıl yansıtıyordu acaba?
Göçmen işçi olarak çalışanlar genelde erkeklerdir. Erkekler askerden hemen sonra yurtdışına (S. Arabistan, Katar, Kuveyt, Yemen vs.) çıkar ve neredeyse 20 yılı aşkın bir süre geri dönemezler. Belki giderken pek çoğunun içinde asgari ihtiyaçları karşılayıp geri dönmek yatmakta
dır. Fakat “umuda yolculuk” ömür boyu sürer durur... İşte böyle bir ortamda geride kalanlar kadınlardır... Anneler, kardeşler, eşler. Yani kadınlar...
Göçmen işçilerin çok zor koşullarda yaşadıkları muhakkaktır. Fakat geride kalan kadınların da yaşam koşulları bundan geri kalmaz. Evdeki yaşlıların, çocukların bakımı, ev işleri, ayrıca evin diğer bütün sorumluluğu kadının üzerindedir. Üstelik yollanan sınırlı paraları bütün ihtiyaçlara yetirmek zorundadır. Ve bütün bunlara rağmen “kocası veya a- bisi dışarılarda sürünürken evde işe yaramayandır” kadın. Yani kadının emeği her zamankinden daha görünmez kılınmıştır. Yaşadığı hasretlik, aile bireyleri arasındaki yabancılaşma ve yıllar sonra bambaşka koşullardan gelen eşle uyum sorunları da cabası...
Hatay otogarında bu sorunlara isyan eden ve göçmen işçiliğe son verilmesini isteyen çok sayıda yaşlı- genç, evli-bekar kadın bir araya geldi ve Hatay’da bir ilki gerçekleştirdi, izleyenlerin şaşkın bakışları altında
coşku ve büyük bir heyecanla...
Bu etkinlikler sorunlarımızı ve taleplerimizi içeren bildiri ve el ilanlarının yanında otogarda çekilmiş babasına el sallayan çocuk resmini ve “doğduğum yerde çalışmak istiyorum” talebini içeren afişlerle zenginleşirken Suudi Arabistan’da kurulmuş olan Suudi Arabistan çalışanları birliğinden kampanyamıza ve “göçmen işçiliğe son-doğduğum yerde çalışmak istiyorum” taleplerine destek geldi.
2002 yılında kurulan birlik 500 üyesiyle göçmen işçilerin yaşadığı sorunlara çözüm üretmeye çalışıyor ve çok önemli dayanışma örnekleri gösteriyordu. Birlik; çalıştıkları yerde iş, trafik kazalarına yardım etmekte ve topladıkları cüzi miktarda aidatla çalıştıkları yerde vefat eden işçilere sahip çıkmakta; ailelerine ö- nemli miktarda yardımlar yapmaktadır. Birliğin son dönemde en önemli gündemi yurt dışında çalışanların günlük olarak ödedikleri 2 dolar o- lan sağlık sigortasıdır. İşçiler bu parayı ödedikleri halde sağlık hizmetinden yararlanamamaktadırlar. Ve son süreçte bu ücret 5 dolara çıkarılarak özelikle Ortadoğu’da çalışan işçilerin emekli olabilmesi neredeyse imkansız hale getirilmiştir.
Talepleri ve ilkeleri derneğimizle paralel olan Suudi Arabistan Çalışanları Birliği kampanyamızı desteklemek amacıyla ve 5 dolarlık zammın yeniden 2 dolara çekilmesi talebiyle dernek binamızda bir basın a- çıklaması düzenlemiştir.
Özellikle Ortadoğu olmak' üzere yurt dışında 200 bin.Hataylı çalışmaktadır. İşte Hatay’ın bu özgünlüğüne uygun olarak geliştirdiğimiz “Doğduğum Yede Çalışmak İstiyorum” talebi kısa vadede karşılık bulmayacaktır belki. Fakat biz bu talepleri ve bölgemizde yaşanılan sorunları dillendirmekten geri durmayacağız. Ve bu sorunların çözümü için daha kapsamlı çalışmalar yapmaya devam edeceğiz...
Göçmen işçilerin zor koşullarda yaşadıkları muhakkaktır. Fakat geride kalan kadınların da yaşam koşulları bundan
geri kalmaz. Evdeki yaşlıların, çocukların bakımı, ev işleri, ayrıca evin diğer bütün sorumluluğu kadının üzerindedir.
56
KasiM'AraIiI< 2005 gol
N e YAPIYORUZ?Umut Fiydin
Dayanışmaevleri, "işsizlik ve güvencesiz çalışma" kampanyası kapsamında 01-07 Kasım tarihleri arasında "Yaşamdan Kesitler" başlığı altında Kadıköy'de karma bir sergi gerçekleştirdi. Sergiye Ayda Aktay, Barış Gülen, Canan Kılıçkeser, Metin Akbaş, Oya Büyükkarabacak, Şakir Sağlam, Tuğrul Çutsay
ve Zuhal Aktan resim, heykel, fotoğraf ve ebru çalışmalarıyla katıldılar.Bugün, gerek iletişim araçlarının
mülkiyeti üzerinden gerekse de bilgi ü- zerindeki hegemonik ilişkiler aracılığıyla, verili gerçekliğin, toplumsal nzayı ü- retmek ve kalıcılığını sağlamak için kullanıldığı bir ortamda yaşıyoruz. Gerçek, istenildiği şekilde manipüle ediliyor, yok sayılıyor ve yaygınlaştırılıyor. Kabaca yaklaşırsak; mevcut cehennemi durum, allanıp pullanıp sahte cennet o- larak pazarlanıyor.
Yaygınlaştırılan ideoloji, geleceğin güzel bir hayal olmaktan öteye gidemeyeceği, aslolanın bugünü yaşamak olduğu şeklindedir. İnanmak, değer vermek boş işlerdir. Toplumsal fayda ve amaç diye bir şey yoktur. Önemli olan kişinin anlık tatminidir. Postmodem durum, aklın kudretini terk etmeksizin tanrının hakikatini yeniden ileri sürmektir aslında. Ancak para, tek tanrıdır ya da tanrı ölmüştür, yaşasın yeni tanrı!
Sanal-maddi yaşamın ağır bir şekilde üzerimize çullandığı bu dönemde, “çıplağım” diye bağıran gerçeklikler bile çoğu zaman gözümüze batmaz. Çok didaktik, çok hamasi gelebilir. Ancak bu ülkede milyonlarca insanın çalışacak bir işi yok. Yine milyonlarcası zar zor bulabildiği işlerde karın tokluğuna, sigortasız, güvencesiz ve her an işsiz kahna korkusuyla çalışmaya devam ediyor. Toplumun bir bölümü safra olarak tanımlanıyor. Ve bunun karşılığında bizden sesimizi çıkarmamamız, sadece seyretmemiz, ama görmememiz isteniyor. Gören gözler bir şekilde derdest e- dilirken, gözlerini çıkardıklarını da iro- nik bir şekilde kör olmakla suçluyorlar.
Evet, yaşanan budur. Dayanışmaev- leri bu gerçekliği görmeyi, göstermeyi ve değiştirmeyi kendine düstur edinmiştir. Sokak eylemleri, imza kampanyaları, bilgilendirme toplantıları, paylaşımcı küçük işler, gazeteler, kitaplar vb. kullandığımız araçlardan bazıları. Bura
da ise hep birlikte, dayanışma içinde yaratılan bir sergide buluşuyoruz. Neden buradayız, neden bu sergideyiz, diye sorarsanız bunun cevabı sanatsal pratiğin diyalektiğinde gizlidir.
Sanatsal eylemin, bağımsız bir değişken olmadığı açıktır. Politik ortamın, toplumsal duruşun dolaysız bir sonucudur. Sınıf çatışmasından, genel düzlemin gel-git- lerinden etkilendiği gibi, söz konusu ortamı etkiler de. Sanat eylemi, her anlamıyla dönüştürücü bir pratiktir. Öte yandan işlevi bütünüyle gelecek tasarlamak değildir. Bugünü eleştirerek başka bir biçime işaret eder.
Gerçeğin gösterimi olarak da adlandırabileceğimiz bu biçim arayışı, bir örgütlenme tarzını gerektirir. Bu ise “diP’den başka bir şey değildir. İnsan sadece acıyı, sevinci duyabildiği, şaşırabildiği için değil, aynı zamanda çalışan bir varlık olduğu için yaratmıştır dili. A- letlerle birlikte ortaya çıkmıştır dil. Tersinden de dil kurmak, pratik üretmektir. Dil; fiziksel, maddi bir gerçekliktir. Bu anlamıyla maddi üretici güçlerin de bir parçasıdır. Takdir edersiniz ki buradaki “dil” sadece konuşma organı anlamında kullanılmamıştır. Aynı zamanda tarz ve eyleyiş kavramlarının yerine de kullanılmıştır.
Verili egemen sanat ortamı düşünüldüğünde, mevcut dillerin hegemonik bir ilişkinin parçaları olduğu görülebilir. Her türlü egemenlik ve eşitsizlik, hem tasarım hem de pratik anlamıyla tümüyle reddedilmelidir. Mülkiyete dönüşmüş uzmanlık süreçleri tümüyle kırılmalıdır. Sanatın pratik kuruluşu, sistemin hegemonyasını bütünüyle parçalamak, eleş
tirel şiddetin de ötesine geçerek bir kopuşu örgütlemek zorundadır. Sanat eylemi, salt estetik alanına sıkıştırılamaz. Sanatsal çalışmanın diyalektiğinin yerine peygamberliğin ve papazlığın metafiziği konulamaz.
Sanatsal eylem, umutsuz bir çığlık değil, yeniyi yaratmaya soyunan herkesin kolektif olarak yürüttüğü mücadele = emek sürecidir. Sanatın pratik kuruluşu, genel beğeniye atılmış bir tokattu. Bu noktada Neisvestny’nin örneği anlamlı olacaktır. İki heykelci taşı yontarak küre biçimine sokmaktadırlar. Aralarından biri kusursuz bir küre biçimi elde etmek istemektedir; çalışmasının anlamını büyük bir taş parçasını kusursuz bir küreye dönüştürmekte bulmaktadır. Diğeri de bir küre yaratmaktadır. Fakat bu işi yaparken güttüğü amaç, patlama noktasına varmış doluluktaki bir kürenin biçimde dile gelen iç gerili- mini aktarabilmektir. Birinci küre bir zanaatçı, İkincisi ise bir sanatçı eseri o- lacaktır.
İşte toplumsalın iç gerilimini aktarmaya, işsizliği ve güvencesiz çalışmayı, emeğin sıkıştırıldığı cendereyi bir de buradan “diPYendirmeye çalışıyoruz. Dayanışmaevlerinin organize ettiği, a- ma çok sayıda sanatçının destek vererek yarattığı bu sergi, toplumsal yaşama bir müdahaledir.
Y!
CjO İ Kasiv1'AraİiI< 2005
‘Hakkımızı istiyoruz. Almaya geliyoruz!’ kampanyası sonuçlandı
S o m u t , m l it e v a z î b î r a d im
"hahkımızı istiyoruz, almaya geliyoruz" kampanyası sınıf çalışmasına yalnızca üre tim yeri merkezli bakmayan yeni eğilimlerin sonucunda sınıf örgütlenmelerinin
karşılıklı olarak birbirleriyle ilişkilenmesi sonucu ortaya çıkmıştır. Birlikte daha ile kurgular yapabilmenin zemini olarak görülmüştür.
Dayanışma Evleri, Dayanışma Sendikası, Halk Kültür Merkezleri, İşçilerin Mücadele Birliği Girişimi ve Kara Kızıl Notlar örgütlülükleri, 18 Haziran 2005 tarihinde Galata Köpriisü’nde 15-16 Haziran direnişinin 35. yıldönümünde kamuoyuna bir işçi eylemi ile deklare edilen “Hakkımızı İstiyoruz. Almaya Geliyoruz!” kampanyasında, sigortasız çalışmaya ve işsizliğe karşı “Güvenceli İş Hakkımı İstiyorum” şiarıyla yaklaşık 4 ay boyunca olarak ortak bir çalışma yürüttü. İstanbul’un çeşitli emekçi semtlerinde ortak eylemliliklerle sürdürülen kampanya, 18 Eylül’de Taksim’de gerçekleştirilen kitlesel basın açıklaması ile sonlandırıldı. Dünyada ve Türkiye’de işçi sınıfının değişen yapısında gün geçtikçe genişleyen örgütsüz kesimlere seslenen kampanya çalışması ile sınıfın hak arama mücadelesinde sınıf örgütlerinin eylem birliğini sağlama ve bu kesimlere yeni eylem tarzları ve farklı bir söylemle ulaşma yönünde bir arayışın ortak a- dımları atıldı. Temel olarak klasik sendikal alanın örgütlenme hedeflerinin dışında kalan işsiz ve güvencesiz kesimlere ulaşmaya çalışan kampanya, yüzünü bu yana dönmüş, bu alana bir seviyede bakış geliştirmiş sınıf örgütlerinin yan yana durma i- radesini sağlamanın ötesinde, birbirinin deneyimlerinden öğrenerek ve birbirine güç vererek bu kesimlere ulaşma zeminini güçlendirme yönünde atılan somut ama mütevazı bir adım olarak görülmelidir.
Kampanyanın ulaştığı sonuçlar
dan biri de ortak tartışma zemininin önünü açması olarak değerlendirilebilir. Kampanya bileşenleri 23 E- kim’de Okmeydanı Mercan düğün salonunda, yaşadıkları ortak deneyimi ve bu deneyimden çıkarılacak sonuçları da tartışabilmek ve bu alana bakan farklı sınıf örgütleriyle, örgütsüz kesimlerin örgütlenmesinde “ne yapmalı” sorusu ışığında bir tartışma yürütmek üzere bir forum gerçekleştirdiler. Dünyada ve Türkiye’de sınıfın örgütsüzleştirildiği, sınıf hareketinin devlet ve sermaye
güçleri tarafından geriletildiği h dönemden geçerken yeni toplunu talepleri de kapsayan yeni mücade zeminlerinde oluşan deneyim ve ö gütlenmelerin önemine vurgu yapa forum çağrısı “Bu zeminde sınıfı değişen yüzünde var olan farklı de neyimleri tartışarak, sınıf hareke:: nin sendikal alanın dışında kalan ka simlerine yeni bir soluk taşıma ni\ e tini, arayışını hep birlikte sürdüı mek” için farklı sınıf örgütleriyl buluşmayı hedefledi.
Kampanya bileşenlerinin dışın
Kampanyanın ulaştığı sonuçlardan biri de ortak tartışma zemininin önünü açması olarak değerlendirilebilir. Kam
panya bileşenleri 23 Ekim'de Okmeydam'nda düzenledik ieri bir forumda yaşadıkları ortak deneyimi tartıştılar.
58
KasiM'AraIiI< 2005 qol
da Halkevleri-Emek Çalışmaları Merkezi, İmece Kadın Dayanışma Demeği, İşçi Evleri, Mayıs’ta ve A- nadolu’daYaşam Kooperatifleri’nin deneyim aktarımı gerçekleştirdiği forumda geleceğe dönük olarak da, bu alanda çalışma yapan örgütlülüklerin birbirini besleyebileceği, birbirinden öğrenebileceği zeminleri yaratmanın önemine vurgu yapıldı.
Forumda “Hakkımızı istiyoruz, almaya geliyoruz” kampanyası kampanya bileşenleri tarafından şöyle değerlendirildi:
“Sendikalar sınıfın güvencesiz ve örgütsüz kesimini örgütlemekten uzaktır. İşçi sınıfının sendikalarda örgütlü olan kesimi yaklaşık %5’lik bir bölümüdür. Yani 20 milyonluk sınıfın yaklaşık 1 milyonu bu sendikalarda örgütlüdür.Sınıf için yeni haklar kazanmak bir yana sahip olduklarını bile koruyamayan ör-
Bizler hakkımızı istiyoruz derken bir yandan şimdiye kadar mücadelelerimizle kazandığımız "haklarımızı unutmadığımızı, bunlardan vazgeçmedi
ğimizi, bunların savunucuları olduğumuzu vurguluyoruz. Diğer yandan sınıfsız, sömürüşüz bir dünya için mücadele ediyoruz.
gütlülüğün niteliği de ayrı bir sorun oluşturmakta.
Örgütsüz durumda bulunan sınıfın, özellikle güvencesiz çalışan, iş sürekliliği bulunmayan, bir yandan işsizlikle malul kesimine dönük olarak yeni sınıf örgütlenmeleri ve mücadele dinamikleri açığa çıkmaya başlamıştır. Bu yeni örgütlenmeler, dernek, sendika, kültür kurumlan ve kooperatifler gibi biçimler altında ortaya çıkmakta ve esas çalışmalarını, sınıfın mevcut örgütsüz kesimi i- çinde yoğunlaştırmakta ve yine bir eğilim olarak sınıfın örgütlenme sürecine yalnızca üretim yeri merkezli yaklaşmayıp, sınıfın yaşamını sürdürdüğü mekânları da bir örgütlenme yeri olarak görmektedirler.
“Hakkımızı istiyoruz, almaya geliyoruz” kampanyası bu eğilimlerin sonucunda sınıf örgütlenmelerinin, karşılıklı olarak birbirleriyle i- lişkilenmesi sonucu ortaya çıkmıştır. Birlikte daha ileri kurgular yapabilmenin zemini olarak görülmüştür. “Güvenceli iş hakkımı istiyorum” şiarı ile yola çıkan bu kampanyanın amaçları esas olarak:
* Bu alanda çalışma yapan kumulların ve kadroların etkileşimini sağlamak, karşılıklı deney paylaşımı ve örgütlenme süreci yaşamak.
* Yaşanacak sürecin sonunda, çalışmanın olumlu-olumsuz dersleri ışığında açık tartışmalar örgütlemek.
* Tartışmalarda oluşan zeminleri daha ileriye taşımanın yollarını ve kanallarını açmak, bunu yaparken var olan zemini korumak.
Kampanya neden ‘hak’kımızı istiyoruz
gündemli?70 Ti yıllardan bu yana dünya öl
çeğinde hükmünü sürdüren sermayenin yeni liberal saldırıları, işçi sınıfının mücadeleleri sonucu kazanılan tüm haklara savaş açmıştır. Bugün bu politikalar “hak” kavramını literatümüzden çıkarmaya çalışmaktadır. İnsanca yaşayabilecek bir ücrete sahip olma hakkı, güvenceli bir işe sahip olma hakkı, parasız ve eşit bir şekilde sağlık ve eğitim hizmet
lerine ulaşabilme hakkı, sağlıklı konutlarda barınma hakkı, düşünme ve düşünceleri çerçevesinde örgütlenme hakkı..vb. Bugünkü toplumsal yaşamın insani yaşam kalitesini ifade eden bu ve benzeri tüm haklarımız yok sayılmaya yok edilmeye çalışılıyor.
Zaman zaman sermaye kurum ve kuruluşlarının ya da “hayırsever” kişi ya da sivil toplum kuruluşlarının yürüttüğü “yardım” 1ar ise, sermaye düzeninin yarattığı cehennemlere katlanabilmemiz, “patlayıp” düzeni sarsıcı sonuçlar yaratmamamız için önümüze attıkları kırıntılar. Sadece onların inayetleri çerçevesinde verdikleri ve asla hakkımız olmayan “iyilikler” bunlar. Kapılarında işçi sınıfını, ezilenleri, yoksullaştırdıklarını dilenci yapmaya çalıştıkları uygulamalar yani.
Bizler hakkımızı istiyoruz derken bir yandan şimdiye kadar mücadelelerimizle kazandığımız “hak’Ta- rımızı unutmadığımızı, bunlardan vazgeçmediğimizi, bunların savunucuları olduğumuzu vurguluyoruz.
59
CJOİ KasiM'AraIiI< 2005
Diğer yandan ve çok daha önemlisi ise sınıfsız, sömürüşüz, özgür ve insanca bir dünyayı yaratmak için hepimizin sahip olması gereken haklarımızı istediğimizi, bunun için mücadele ettiğimizi haykırıyoruz.
Neden böyle bir biçim?
Biçim konusunda kampanya sür- diirücüleri olarak üç özellikten bahsedebiliriz.
* Kampanyanın örgütleyicileri olarak, kurumlarımızm adını öne çıkarmayı değil, talebi öne çıkarmayı doğru bulduk. Yapılan tüm eylemleri ve hazırlanan tüm materyalleri bu mantığın ürünü olarak ortaya çıkardık. Eylemlerde taşıdığımız pankartlarda, dövizlerde sadece kampanya ismi yer aldı. Kampanyanın katılımcı kuramlarını her düzeyde i- fade ettik. Bununla beraber hiçbir kurumun simgesi olabilecek bayrak, pankart vs. taşımasını tercih etmedik. Bu yaklaşımımızın nedenlerinden biri de sınıf örgütlenmeleri arasında yer etmiş olan rekabetçi duru
şa karşı, dayanışmacı bir yaklaşımı öne çıkarmak, yan yana gelişimizin aslolarak yaptığımız işi büyüten bir sonuç çıkarmasını sağlamaktı.(Son yıllarda onlarca imza ile yan yana gelen kuramların bir neredeyse sadece imza sayısı kadar kitle ile ortak eylem yapma kültüre bir eleştiri, bir çubuk bükmeydi bu aynı zamanda)
* İkinci olarak her çalışmada, ö- zellikle sokak eylemlerinde talebin çeşitli düzeylerden sahipleri tarafından dillendirilmesini sağlamaya çalıştık. Bu haliyle eylemleri işçilerin bizatihi kendi sözlerini söyledikleri forumlar haline dönüştürdük.
* Eylem mekânlarını seçerken talebin sahibi olabilecek kesimlerle buluşabileceğimiz mekânları tercih ettik. Merkezi eylem ve etkinliklerde böyle olduğu gibi, kampanyanın aslolarak yürütüldüğü yerellerin niteliği tümüyle işsizlerin ve güvencesizlerin yoğun olarak yaşadığı ve/veya çalıştığı yerlerdir.
Bu kampanyanın “nasıl bir biçim?” altında yapıldığını belirleyen bu üç özellik de bizleri yan yana ge
tiren öğrenme ve eyleme sürecine kampanyamızı daha etkili kılma ç balarımızda, ortak ve ilerletici süreç yaşamamızı sağlamıştır.
Elbette sözünü ettiğimiz bici: lerin yalnızca bu kampanya süreciı de keşfedildiğini söylemiyoruz. 1 biçimi anlatırken başka biçimle: olmadığmı ya da yanlış olduğunu v söylemiyoruz. Yine de bu biçimi}* örgütlenmiş bir sürecin kampam katılımcıları olarak hafızamıza orta şekilde yazıldığını belirtelim. El eylem kendi biçimini yeniden yar tır, buna oluşmuş hafızamız da ya dım edecek, olumlu yanların ileriy taşınmasında katkı sunacaktır.
“Hakkımızı istiyoruz, alma; geliyoruz” kampanyasının örgüt: yicileri olarak;
* Bu zemine işçilerin gündel taleplerinin eylemli örgütlenme 2 mini olmasının ötesinde bir anla yüklemiyoruz. Ama bir yandan d bu isimle anılan zemini ileride ö gütleyeceğimiz kampanyalarda ku lanmayı ve yeni katılımcılarla ber: ber kurgulamayı düşünüyoruz.
* Burada bi"Hakkımızı istiyoruz, almaya geliyoruz" kampanyasının örgütleyicileri o-
iarak; bizierin birlikte daha ileri örgütlenme deneyimlerine girişmeleri bu eylemlerin ancak sonuçları olarak görülebilir. Böyle yakınlaşmalara yol a-
çabilecek tartışma platformları yaratmayı önemsiyoruz.
kendinden memnun olduğu bir kav rayışm ötesinde bir arayışı, “birlikt bir arayışı” temsil ettiğini, bunun d birbirinden öğrenmeye açıklığın bi işareti olduğunu düşünüyoruz.
* Buradaki deneyi yaşayanlar o larak bizierin birlikte daha ileri öı gütlenme deneyimlerine girişmeleı bu eylemlerin ancak sonuçları ola rak görülebilir. Böyle yakınlaşmalı ra yol açabilecek tartışma platform lan yaratmayı önemsiyoruz.
* “Hakkımızı istiyoruz, almay geliyoruz” kampanyası bileşenler olarak yeni bir kampanyanın yen bir taleple örgütlenmesine öneri o luşturmayı ve daha güçlü kampan yalar örgütlemeyi hedefliyoruz.
likte ördüğümü o r t a k l a ş m a ; kültürü önems yoruz.
* Yaptığımıı şeyin herkesi
4 0
KasiM'AraLiI< 200?
23 Ekim 2005 günü ‘Hakkımızı istiyoruz. Almaya Geliyoruz!’ kampanyası çerçevesinde gerçekleştirilen forumda Dayanışmaevleri adına yapılan sunumu yayınlıyoruz...
D a v a n i ş m a e v l e r İ v e
SINIF MÜCADELESİBugün işyeri merkezli çalışmanın ciddi sıkıntılara gebe olduğu gerçeğinden hare
ket etmek gerekiyor. İşyeri merkezli örgütlenme, işçiyi mahalleden doğru örgütlemekten daha üstün bir tarz değildir. Bu durumdan çıkardığımız sonuçlardan biri,
sınıfın kendi öz örgütleri olarak yukarıdaki hedeflere ulaşmaya çalışan Dayanışma-evlerini mahallelerde kurmamıza sebep oldu.
1970’li yılların bir dönüşüme i- şaret ettiği genel olarak kabul görmüş bir düşüncedir. Fordist birikim rejiminin krizi esnekleşmeyle cevaplanmıştır. Sermayenin kendi iç mantığı açısından yaptığı köklü değişimleri bir kenara bırakırsak, aynı zamanda emeğin niteliğinde ve iş yoğunlaşmasında da değişim demektir.
Fordizmin tersine, ihtiyaç duyulan emeğin çok sayıda niteliksiz işçiden az sayıda nitelikli işçiye doğru kayması bölünmüş ve farklılaşmış bir işgücü yapısını ortaya çıkarmıştır. Az çok sürekli bir istihdam şansına kavuşan, nitelikli, çekirdek işgücü ve arada sırada iş bulan "McDonald’s” işçiliği diye adlandırılan niteliksiz işgücü. Postfordist süreçte esneklik, üretim biçiminden daha çok sermayenin emek karşısındaki davranış halini resmetmektedir aslında. Küçük işletmelerde dağınık ve örgütsüz olarak çalışan işçilerin birlikte hareket etme olanağının kısıtlanmasının, sermayeye büyük bir esneklik kazandırdığı kesindir. Postfordist üretimin temeli, küçük işletmelerdeki “vasıfsız” emeğin yoğun sömürüsü ve taşeronlaşmadır.
Net olarak söylersek; sermayenin tüm süreci esnetme çabalarının temel amacı, emek piyasasının yapısı ve örgütlü emeğin gücünü kırmaktır. Alt sözleşme ilişkileri bu anlam
da emek piyasasında, küçük çaplı ü- retim ile birlikte pro-modern emek biçimleri olan zanaatkarlık, patriarkal ve paternalist mafya tipi emek kullanımlarına neden olmuştur. E- mek piyasasının farklılaştırılması bir yandan emeğin pazarlık gücünü a- zaltırken, diğer yandan üretimin parçalanması ile sendikaların gücünü ö- nemli ölçüde geriletmiştir. Bir Japon sendikacı bu durumu şöyle anlatıyor: “Toyota’mn ana üretimin dışına taşıdığı birimlerde çalışan işçiler asla hastalanmaz, asla grev lafını ağzına almaz ve yılda yalnızca birkaç gün
tatil yapabilir. Sendikalaşma anında Toyota bu birimlerindeki bağlantısını hemen sıfıra indirir.”
Taşeronlaşmayı göz ardı ederek postfordist süreci anlamak mümkün değildir. Yine Japonya’dan bir örnek verirsek; çelik üretiminde çalışan toplam işçilerin yarısı yani 250.000’i taşeron firmalarda çalışıyor. Bunların ücretleri ana firmalarda çalışanlara göre %30 daha düşük Ve üstelik %10 daha fazla çalışıyorlar. Daha da önemlisi bu işçilerin sadece beşte biri, yani 50.000’i sendikalıdır. Bir Japon işçi bu durumu
41
\ KasiM'AraIiI< 2005
r ■ K#’s®
-----—--------- —■
Da yM işmayi fBÜYÜT
f hayatına
A km erkez eylem i
Tu%e . .
.WT ! }g '* | üretim*
0A1’«S«S!: suvurYARDIM »S? n ••“ » '•M im i f l t o î a ?
«>, i sanıp çık,4 s %
parası? ■eğitim 1 Sfel
S!I•\l ( l * t 4
Sınıf bir potansiyel olarak mevcuttur ve za- limizde Bununiâ man zaman kendini dolaylı olarak ortaya birlikte, İstanbul
koymaktadır. Ancak süreklilik ve politik et- konfeksiyon sek- kinlik gerçek anlamıyla yaşanmamaktadır. töründe yapılan
bir alan araştırma-şöyle ifade ediyor: “Sendikalaşmanın önünde üç sorunla karşı karşıya- yız; ilki büyük firmaların patronları, İkincisi alt sözleşme ilişkisine giren patronlar ve son olarak ana firmanın sendika yöneticileri. Sendikalaşmak için bu üç kesimle anlaşmak zorundayız.” Japonya’da alt sözleşme ilişkilerinin yoğunlaşmasından sonra sendikalaşma oranı 1970’deki %35’ten 1987’de %28.6’ya düşmüştür.
Türkiye’deki rakamlar da durumu net olarak özetliyor. 1997 DİE Hanehalkı İşgücü Anketlerine göre i- se beş kişiden az kişi istihdam eden üretim birimlerinde çalışanların sayısı 11.058.000’diı\ 10 kişiden az kişi istihdam eden üretim birimlerinde çalışanların sayısı ise14.091.000’dir. 1992 yılında özel sektörde imalat sanayinde 1-9 kişi çalışan işyerlerinde çalışanların yıllık ortalama sayısı 522.467’dir. Bunun içinde fason imalatta çalışanların yıllık ortalama sayısı 159.635’tir. Keza bir başka rakam da çocuk işçiler için verelim. Çalışan çocukların kendi yaş gruplarına oranıs% 32, yani 3.847.000’dir. Enformel sektörde çalışan kadınlar üzerine ise çok sağ-
sına göre tekstilde çalışan kadınların %31.3’ü çalışmaya 10-14 yaşları arasında, %36.9’u i- se 15-19 yaşları arasında başlamıştır. Ücretli kadın işçilerin çoğu ya asgari ücret, ya da asgari ücretten biraz fazla almaktadır. Ataerkil ilişkiler ve erkeklerin kadınlar üzerindeki denetimi konfeksiyon atölyelerinde de sürmektedir.
1980’li yıllarda Türkiye’de toplam ücretlilerin yaklaşık %20’si sendikalı iken, bu oran 2000’li yılların başında %8’lere düşmüştür. Yine 1980’li yıllarda SSK’ya tabi işçilerin yaklaşık %50’si sendikalı iken, bu o- ran 2000’li yılların başında %16 dolaylarına gerilemiş; mutlak rakamlarla sendikalı işçi sayısı ise 1.5 milyondan 1 milyonun altına düşmüştür.
Sınıf potansiyel olarak artıyor
Tüm bu gelişmelere paralel olarak 1970Terden bu yana yaşanan bir başka gerçeklik daha vardır. İşçi sınıfının politik etkinliği de asgariye düşmüştür. Bunu “elveda proletarya” çığlıklarıyla karşılayanlar bile oldu. Ancak işçi sınıfının ebediyen bir toplumsal özne olma konumunu kay
bettiğini iddia etmek abesle iştigaldir. Hatta tam tersine ticarileşme ils birçok yeni alanın piyasa ilişkilerine sonuna kadar açıldığı neo-liberalizm koşullarında, işçi sınıfının en azından potansiyel olarak yaygınlığının arttığını söyleyebiliriz. “Proleterleşme” tüm hızıyla devam ediyor. Gerçi proletarya kapsamı altına girecek kesimler belki bundan 150 yıl önce umut edildiği kadar standartlaşmış türdeş bir topluluk oluşturmamaktadır. Belki sanayi işçiliği oranı da beklendiği seviyede artmamıştır ve hatta ileri kapitalist ülkelerde sanayi işçiliği oransal olarak gerilemektedir. Fakat bütün bunların hiçbiri işçi sınıfının etkinliğinin bu düzeye gerilemesine açıklama olamazlar.
İşçi sınıfı ortadan kaybolmamış, tam tersine sayısal olarak artmış, yaygınlaşmış, kolektif bir sınıf olarak davranabilme yeteneğini kategorik olarak yitirmesini gerektirecek gelişmeler yaşanmamıştır. Fakat sermayenin işçi sınıfına yönelik kapsamlı saldırıları ile birlikte kimi yapısal dönüşümler geçirmektedir ve bu yapısal dönüşümlerin eski kalıplarla kolektif davranış yollarını tıkadığı söylenebilir. Keza 70 Terde başlayan dönüşüme 90’lardan itibaren sosyalist bloğun çöküşü gerçekliğini de eklemek gerekir. İşçi sınıfının harcı olmuş bir ideolojinin hızla yıpranması sosyalist hareketleri sarsmış, öyle ki Marksizm’in krizine kadar varılmıştır. Tabii sınıfın oluşumunu fazlasıyla belirleyen bir güncel etken de kültür endüstrisidir. Kapitalizm boş zamanı örgütleme ve gündelik yaşamı bazı ortak standartlara kavuşturma noktasında çok büyük mesafeler kaydetmiştir.
Bu tespitlerin ışığında vurgulanması gereken ana nokta şudur: İşçi sınıfı bir potansiyel olarak mevcuttur ve zaman zaman kendini dolaylı olarak ortaya koymaktadır. Ancak süreklilik ve politik etkinlik gerçek anlamıyla yaşanmamaktadır. Çünkü işçi sınıfının bugün içinde bulunduğu en büyük kriz örgütsel krizidir. Örgütsel krizin aşılamaması, yani işçi sınıfının en temel ortak çıkarların: ifade edebileceği öz-örgütlerine sa-
42
«AsiM'AR/'lık 2005 qol
hip olamaması onun etkin bir sınıf haline dönüşememesinin en önemli sebebidir.
Sendikalar ve işçi sınıfıİşçi sınıfının yukarıdaki ihtiyacı
na denk düşen en önemli örgütlenme aracı sendikalar idi. Gerçekten de işçi sınıfının en yaygın örgütleri tarihsel olarak sendikalar olagelmiş ve çok önemli bir rol oynamıştır. Ancak bugün sendikaları işçi sınıfının yaşamsal ihtiyaçlarına yanıt veren kurumlar olarak görebilme imkanı ortadan kalkmıştır. Bunun birkaç sebebinden bahsedebiliriz.
Birincisi; sendikalar işçi sınıfının denetiminden tümüyle çıkarılmıştır. Var olan sendikaların büyük bir kısmı, işçi sınıfını güden, onu denetim altında tutmaya yarayan sermaye araçları, devlet kurumlan haline dönüşmüştür. İkincisi; sendikal mücadele çizgisi ücret sendikacılığına kilitlenmiştir. İşçi için sendika yaşamsal birçok ihtiyaca yanıt üreten bir öz-örgüt olmaktan ziyade ü- yesi olunduğunda toplu sözleşmeden yararlanılacak bir araç haline dönüşmüştür. Üçüncüsü; sendikal örgütlülüğün en etkin taşıyıcısı olagelmiş sanayi işçiliği, dünyanın bir kısmında oransal olarak azalmaktadır. Ta- şeronlaşma, ev eksenli çalışma hızla artarken, gerek bu kesimler gerekse de hizmet sektöründe istihdam edilenler geleneksel sendikal mücadeleye hala fazlasıyla yabancıdır. Dördüncüsü; sendika örgütlenmesi işyerini merkezine alan bir modeldir. Fakat bugün işyerinin çalışma yaşamındaki etkinliği azalmaktadır. Beşincisi; sendikalar bugün işçi sınıfının parçalanması karşısında farklı kesimleri bütünleştirecek bir örgüt modeli olmaktan çıkmıştır. Potansiyel işçi sınıfının en büyük öbekleri örgütsüz ve sendikaların ilgi alanı dışındadır.
Sendikalar değilse nasıl bir örgütlenme?
İşçi sınıfı, ilk önce kendi içinde sürekli bir ortak faaliyete sokulama- dıkça etkin bir sınıf kimliği kazana
maz. Sınıf haline gelebilmenin en ö- nemli ön koşulu bir araya gelmedir. Bir araya gelebilmenin yolu nereden geçmektedir? Sınıfın neredeyse a- tomlarma parçalandığı, sınıf bilincinin bütünüyle silikleştiği, siyasi aji- tasyonlarm etkinliğinin kalmadığı bir ortamda bir araya getirebilme ne üzerinden başarılabilir? Ya da başka şekilde soralım; nasıl bir örgüt gereklidir?
Yeni örgütümüzün belki daha küçük ölçekte, ama acil sorunlara salt propaganda dışında da çözümler üretebilen bir karakteri olmalıdır. E- mekçiler birbirleri ile etkileşim içerisine girip, somut bir hedef için birlikte mücadele edebilsinler. Neo-li- beralizmin yalnızlaştırıcı ve standartlaştırıcı etkilerine karşı yalnız olmadıklarını görebilsinler.
Bu örgütün sınıfın ve emekçilerin taleplerinden kopmasını engelleyecek bir yanı olmalı. Tamamen halkın ihtiyaçları üzerinden kendini şekillendirmen. Yukarıdan dayatılan kararlarla değil de kendi iradesini açığa çıkarabilecek biçimde yapılanmalı. Kitlelerden yabancılaşmasını engelleyecek araçlar kendisine içkin olmalı. Mahallede yaşayan herkesin söz sahibi olabildiği organları olabilmeli.
Bu kurumlar emekçilerin yaşam koşullarında acil düzeltmeler gerçekleştirebilecek bir iktidar alanı olmalı. Gelecekte yaratmak istediğimiz dünyanın ipuçları buraların hem yaşamında hem kültüründe filizlenebilmeli.
Sınıf örgütünün içinde oluşur diyerek sınıf bilinçli olsun olmasın tüm emekçileri örgütleyebilecek bir yanı olmalı. İdeolojik yetkinliğe ulaşmış olmanın gerekmediği örgütlenme kanalları geliştirebilmeli.
Bu örgütün aynı sendikalar gibi hakkını almak isteyen herkesin, yaşadığı sıkıntılara çare bulmak isteyen herkesin ulaşabileceği, dahil olabileceği örgütler olması esastır. Sınıfı bölen tüm kültürel, ideolojik, etnik, mezhepsel ayrımların üs
tünde konum alabilen bir örgütün ancak sınıf örgütü haline gelebileceğini bilen bir örgüt olmalıdır bu.
Farklı işkollarmdaki işçiler ile işsizlerin bir arada var olabilmesini sağlayacak bir örgüt olmalıdır bu. Sınıfın birbirine rakip olarak gösterilmeye çalışılan kesimlerini bir araya getirebilen, bunların arasındaki dayanışmaları büyütebilen bir yapıya sahip olması gerekir.
Dayamşmaevleri nerede duruyor?
Bugün işyerlerinin sermayenin hakimiyetini dolaysızca kurabildiği bir mekan haline geldiği, işyeri merkezli çalışmanın ciddi sıkıntılara gebe olduğu gerçeğinden hareket etmek gerekiyor. İşyeri merkezli örgütlenme, işçiyi mahalleden doğru örgütlemekten daha üstün bir tarz değildir. Ama birini diğerinin yerine de ikame etmek gerekmez. İhtiyaç duyulan kendini sadece iş yerleri ile sınırlamayan bir örgütlenme aracıdır. Toplumsal parçalanmanın ve sınıflar arasındaki ayrışmanın en ö- nemli göstergelerinden bir tanesi şehirlerdeki yaşam alanlarımızın neredeyse bütünüyle zenginlerinkinden kopuşmasıdır. Belki aynı işyerlerinde çalışanlar olarak ortak bloklarda ve lojmanlarda yaşamıyoruz, ama
45
tp l KasiM'AraIiI< 2005
neredeyse hepimiz benzer yoksulluk ve yoksunluk koşullarında kendi işçi semtlerimizde yaşıyoruz.
Bu durumdan çıkardığımız sonuçlardan biri, sınıfın kendi öz örgütleri olarak yukarıdaki hedeflere ulaşmaya çalışan Dayanışmaevlerini mahallelerde kurmamıza sebep oldu. Emekçi semtlerinde halkın sorunlarına kendi dayanışması ile çözüm bulmasını sağlamaya çalıştık. Gençler üniversiteye hazırlandı, spor yaptı, yalnızlıklarını aşmanın en güzel yolunun- halk dayanışması içinde yer almak olduğunu gördü. Aileler arasında yaşanan sorunlar buralarda çözüldü. Uyuşturucu satılamayan, hırsızlık yapılamayan semtler, sokaklar yaratılmaya çalışıldı. Kadınlar kadın sağlığı konusunda bilgileri Dayanış- maevlerinde aldılar. İnsanlar yıkım ekiplerine karşı ne yapacaklarını bir araya gelip tartıştılar. İşçiler iş yasalarındaki son gelişmeleri Dayanış- maevlerinde öğrendi, gönüllü avukatlardan destek aldı. İşsizler buldukları küçük işleri elbirliği ile Da- yanışmaevlerinde yapıp eve ekmek alacak parayı kazandılar. Çocuklar
kütüphanelerimizden aldıkları kitapları okuyarak uyudular, derslerinde anlayamadıklarını ahilerinden, ablalarından öğrendiler, yaz okullarında kendilerini geliştirdiler. Kocasından dayak yiyen kadın Dayanışmaevine sığındı. Halkın kentleri yönettiğinde ne olacağını, yoksulluğa karşı nasıl mücadele edileceğini merak edenler Dayanışmaevlerinin kurultaylarında bir araya geldiler. Kitaplar, giysiler buralarda yeniden ihtiyaca göre paylaşıldı. “Yoksuluz; çünkü siz varsınız” haykırışları zenginlerin mekanlarına Dayanışmaevleri pankartlarının ardında dayanışmayı büyütenler- ce ulaştırıldı. İşsizler, güvencesiz çalışanlar yaşadıklarını İş-Kur’un ö- nünde devletin yüzüne vurdu.
Dayanışmaevleri çalışmasını büyütenlerin inandığı bir ilke var: “Yoksulluğu ancak yoksullar, emekçiler, sınıf bir bütün olarak yok edebilir.” Ulaşmak istediğimiz nokta belli: İşçilerin bir sınıf bütünlüğü i- çerisinde kendi yaşamlarını^ kendi geleceklerini belirleyebilecekleri bir güç haline gelebilmesi. Bu faaliyetlerin tümü bu amaca hizmet etmeye
Sınıfla beraber mesai harcamak, ortak yaşamlar inşa edebilmek, bir kişinin sorununu kendi sorunu gibi kavrayabilmek, dışarıdan oturup soyut laflar üretmekten muhakkak
ki daha zor. Ama çıkış da ancak bu.
Yaz okulları şenliği
çalışıyor: Sınıfı etkin bir özne haline getirebilmek. Mülkiyetin bir hırsızlık olduğuna, insanca çalışmanın v< yaşamanın hepimizin en doğal insanı hakkı olduğuna inananların sayısını artırmak ve bunların bir gün yaşamlarını yeniden kuracak güce ulaşmasını sağlamak.
Her dönemin politik görevleri, a dönemin koşullarından ve ihtiyaçlarından doğar. Daha net olarak söyle-j mek gerekirse; Dayanışmaevleri, işçi sınıfını, hazırda var olan değil, oluşan bir şey olarak görmekte ve sınıfın öz- örgütü olmaya soyunmaktadır. Ne yerel kalmaya kilitlenmiştir, ne de bugünün kimi sorunlarına merhem olmayı düşünmektedir. Açığa çıkartacağı sınıf bilincini siyasileştirebildiği oranda iktidarı hedefleyen devrimci hareketi beslemeyi amaçlamaktadır.
Bu zorlu olan yoldur. Sınıfın i- çinde, sınıfla beraber mesai harcamak, ortak yaşamlar inşa edebilmek, tonlarca sorunun altına gözünü kırp-, madan girebilmek, bir kişinin sorununu kendi sorunu gibi kavrayabilmek, dışarıdan oturup soyut laflar ü- retmekten muhakkak ki daha zor. A- ma çıkış da ancak bu. Çok emek harcadık, çok şey öğrendik, ama daha yolun başında olduğumuzu, daha öğrenmemiz, başarmamız gereken çok j şey olduğunu hiç unutmuyoruz. Başardıklarımızla, ulaştığımız noktayla ! gurur duyuyoruz, ama gerçek hedefe ulaşabilmek için daha kırk fırın ekmek yememiz gerektiğini de çok iyi 1 biliyoruz. Sadece kendi deneyimlerimizden dersler çıkartmıyoruz. Brezilya’daki Topraksız Köylüler’den. Arjantin’deki İşsiz İşçilerden, Hindistan’daki SEWA’dan öğrenmeye devam ediyoruz. Ülkemizde Halkev- leri-Emek Çalışma Merkezi’nin. Halk Kültür Merkezleri’nin, Dayanışma Sendikası’nm, İşçi Evlerinin, kooperatifleşme denemelerinin, bağımsız sendika çalışmalarının, İme- ce’nin, BATİS’in ve adını sayamadığımız deneyimlerin elde ettiği sonuçlardan besleniyor, dersler çıkartıyor ve geleceğe bakıyoruz.
Dayanışmaevleri bu bilinç ve bu iradeyle yoluna devam ediyor.
44
KasiM'AraIiI< 2005 qol
EV EKSENLİ ÇALIŞAN
KADINLARIN ÖRGÜTLENM ESİNihal Kayacan
Ev-eksenli çalışmanın parçalı ve farKlılıKlar içeren yapısının çok farklı örgütlenme biçimlerine olanak sunduğu görülmektedir. Bu biçimlerin içerdiği olanakları ve sınırlılıkları kavramak küreselleşmenin mağdurlarının, kazananları olma çabasındaki
mücadelelerinin de daha fazla anlaşılmasına hizmet edecektir.
Ev-eksenli çalışma bir yandan geleneksel kadınlık rollerinin getirdiği becerilerle yapılabiliyor olması, diğer yandan bu rollerin gerektirdiği ev-içi sorumluluklarla birlikte aynı mekanda yürütülüyor olması nedeniyle çok büyük oranda kadınların çalışma alanı olarak görülüyor. Neo-liberal politikaların esnek, ihtiyaç olmadığında iş piyasasından hızla çekilecek, ucuz ve sendikal örgütlenmeye daha az yatkın olan işgücüne duyduğu ihtiyacın artması, kadınların bu toplumsal cinsiyet rollerinin etkisiyle oluşmuş özelliklerinin enformel ekonomide ev-eksenli çalışmanın bir “kadın işi” olarak yaygınlaşmasına zemin hazırlamıştır.
İstihdamın esnekleştirilmesinin bu kadına özgü biçimi, sosyal devletin tasfiyesine de neden olan neo-li- beral iktisadi politikaların yarattığı “yoksullaştırıcı” etkiye karşı kadınların bir ayakta kalma stratejisidir de aynı zamanda. Kadınların ev-içi alanda yaşlı ve çocuk bakımım daha fazla oranda yüklenmesi, yiyecek ve giyecek maddelerinin evde üretilmesi türünden geliştirdiği çözüm arayışlarının, çoğu kez “boş zamanlarda” kimi ev ve el yapımı ürünlerin üretilerek yoksullaşan “aile ekonomisine katkı” için pazara çıkarılmasıyla desteklenmesinin yaygınlaştığı gözlemlenmektedir. Bu anlamıyla geleneksel üretimler kapitalist pazar içinde yeniden gündeme gelmektedir. Ancak bundan çok daha yaygın olarak yaşanan ve
gitgide yaygınlığı artan diğer tür ev eksenli çalışma, “fason zincirleri” i- çin evde üretim yapan kadınların çalışmalarıdır. Yine geleneksel cinsiyetçi roller nedeniyle zorunlu olarak “tercih edilen” ve “aile ekonomisine katkı” olarak yapılan bu işler çoktan katkı olma boyutunu aşmıştır. Pek çok aile için geçimlik ücret bu çalışmalardan elde edilmektedir.
Bu yaygınlık ev-eksenli çalışan kadınların yerel-bölgesel ve küresel çapta örgütlenmeleri için bir ihtiyaç da açığa çıkarmaktadır. Çünkü bu çalışma çok ağır çalışma koşullan altında yürütülse ve çok uzun çalışma saatlerine sahip olsa da kadının ya da hanenin yoksullaşmasının önüne geçememekte “çalışan yoksullar” yaratmaktadır.
Gerek ülkemizde gerekse başka coğrafyalarda yaşanan kimi örnekler, dünya çapındaki kimi fonlar, vakıflar ve Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler gibi uluslararası kuramların bu kadınları “girişimci” yapma yönündeki çabalarını göstermektedir. Mikro kredi uygulamaları ve fonlanan “pazar örgütlenmeleri” bu türden uygulamalardır. Söz konusu kredi ve fonların veriliş nedenlerinden birini “yoksulluğun yöneti(şi)mi” olarak değerlendirmek gerekirse de asıl önemli neden bu uygulamalarla, son derece yoğun emek harcayarak çok sınırlı kazanç elde edebilen kadınlar üzerinden yerel piyasanın canlandırılması,
bölgesel ekonominin “kalkındırılması” olarak gerçekleşmektedir kanımca. Bu fonların “kalkınma programları” çerçevesince verilmesi de bu kanıyı destekler nitelikte bir veridir. Böylelikle sosyal devletin sağlaması gereken iş, gelir ve gelecek güvencesi “girişimci” kadının kendi çabasına ve piyasadaki acımasız rekabetin dişlilerine emanet edilmektedir. Peki bu uygulamalar kadınlar açısından olumlu sonuçlar yaratmakta mıdır? Kimi durumlarda tek tek kadınların durumlarını iyileştirmeye neden olsalar da daha büyük ölçekte kadınların örgütlenmesine ve buna dayanarak güçlenmesine hizmet etmemektedir. Özellikle mikro kredi uygulamaları çoğu kez kadınların “iş kurma”larımn zeminini yaratacak “iş aletleri”ni satın alabilmelerini sağlayamamakta, ancak gündelik hayatlarının birikmiş borçlarını erteleyebilmenin bir aracı olabilmektedir. Bunun ardından kadınlar kendilerini hem hayatlarını sürdürecek geliri kazanmak hem de kredinin taksit-, lerini ödemek için parça başı iş yaparken bulmaktadır yeniden. Başlangıç noktasına dönülmüştür yani. Üstelik çok büyük miktarda paralar ayrılan bu uygulamalar son derece sınırlı sonuçlar yaratmaktadır. Güney Afrika’da yapılan kimi araştırmalar bu uygulamaların kalıcı kazanımlar yaratma konusunda epey başarısız olduğunu dile getirmektedir.
Yoksulların, kayıtsız, güvencesiz çalışanların, ev-eksenli çalışanların
45
C|Oİ I<asiM'Ara[iI< 2005
kendi kurdukları örgütlenmeler de var elbette. Ve bu yazının konusunu ev-eksenli çalışan kadınların kendi örgütlenmeleri oluşturuyor.
Türkiye örneğinde de ev-eksenli çalışan kadınların farklı türden organizasyonları, örgütlenme, güçlenme arayışları söz konusu. İş ekipleri o- luşturmaktan pazar örgütlenmesi yapmaya, girişimci olma çabasından kooperatifler kurarak birlikte ve dayanışma içinde durumunu iyileştirmeye ve güçlenmeye dönük arayışlar bu a- 1 andaki çeşitli örnekler. Sadece İstanbul’da bu konuda çalışma yapan üç kooperatif var: Avcılar Ev Eksenli Çalışan Kadınlar Küçük Sanat Kooperatifi ve Kuştepe Ev Eksenli Çalışan Kadınlar Küçük Sanat Kooperatifi sadece ev-eksenli kadınların örgütlenmesine dönük olarak kurulmuş kooperatifler. imece Kadın Dayanışma Kooperatifi ise kayıtsız, güvencesiz çalışan emekçi kadınların örgütü olarak hem parça başı çalışanları hem de diğer kayıtsız çalışan kadınları hedefliyor. Bu kooperatifler bulundukları yerellerde bir örgütlenme yaratmanın ötesinde bu örgütlülüğü daha geniş kesimlere yayma, diğer yerellerde o- luşan gruplara da örgütlenme konusundaki deneyimlerini aktarma, hak arama konusunda ortak bir bilinç o- luşturma kavrayışıyla örgütlenme sürdürmekteler. En eskisi 2001’de kurulmuş ve henüz çok genç olan bu
örgütlenmeler arasında dayanışma ve deneyim aktarma davranışı şimdiden uç vermiş durumda.
1999’da ev-eksenli çalışan kadınların örgütlenmesine dönük bir kavrayış oluşturmak amacıyla gerçekleştirilmiş bir atölye çalışması sonucu kurulmuş olan “Ev-Eksenli Çalışan Kadınlar Çalışma Grubu” da ev-eksenli çalışanları özellikle emek örgütlenmesi çerçevesinde destekleme düşüncesiyle yola çıkmış enformel bir grup. Yine enformel bağlantıları ve ağları üzerinden ilişki kurduğu ev-ek- senli çalışan kadınlar ve örgütlenmelerini ortak hedefler doğrultusunda - ki bunların en önemlileri işçi olmaktan kaynaklı yasal haklar ve sosyal güvencedir- yan yana getirmeyi, örgütlenmeleri için destek vermeyi hedefliyor. Bu örgütlenmelerin “Uluslararası Ev-Eksenli Çalışan Kadınlar A- ğı”na da üye olarak dünya çapında birbirinden haberdar olan, deneyimlerini paylaşan, kimi zaman ortak çalışmalar yürütebilen bir yapıya kavuşması için destek veriyor. Ancak ev-eksenli kadınların örgütlenmesi, son derece zor ve yavaş ilerleyen bir süreç. Kadınların farklı statülerdeki (kendi hesabına, sipariş usulü veya bir işverenden iş alma şeklinde) çalışmalara yönelmiş olması, hatta bu çalışma tarzlarının çoğunlukla aynı insan tarafından neredeyse eşzamanlı olarak yürütülebiliyor olması örgüt
lenme noktasında yaşanan sorunlara farklı boyutlar katıyor.
Ev-eksenli çalışan kadınlar örgütlenmesi bir yandan enformel sektörde bir emek örgütlenmesi olarak ortaya çıkmaktadır. Diğer yandan da yerel uzmanlaşmış bir konuda çalışma yapan kadın çalışması olarak.
Ev-eksenli çalışan kadınların
örgütlenmelerine dairEv-eksenli çalışan kadınların ör
gütlenmesi iki özelliği birden bağrında taşımaktadır. Bunlardan biri enformel (kayıtsız, güvencesiz ve esnek) çalışanları örgütlemeye dönük bir çalışma olmasıdır. Bundan dolayı da enformel sektörde açığa çıkan tüm örgütlenme dinamikleri ve sorunlarını barındırmakta, bu sektördeki diğer örgütlenmelerle benzer süreçler, sorunlar yaşamakta, benzer çözüm önerileri geliştirmektedir. Diğeri ise kadınları örgütlemesi dolayısıyla kadın örgütlenmesinin özellikle küreselleşme sürecinde yaşadığı serüvenle çok iç içe sorunlar ve süreçler yaşıyor olmasıdır. Çünkü salt ülkemizde değil dünya çapında da ev-eksenli çalışanların yüzde 80-90’mı kadınlar oluşturmaktadır. Bu nedenle ev-eksenli çalışan kadınların örgütlenmesi, bu i- ki örgütlenme sürecinin dinamikleri ile birlikte değerlendirmeye tabi tutulduğunda, bütün güçlü ve zayıf yanları bu değerlendirmelerle daha net gözlemlenebilir olacaktır. Elbette bu değerlendirmelerin daha sağlıklı yapılabilmesi için bu iki tür örgütlenmeye dönük daha derinlemesine ve daha ayrıntılı araştırmalar yapılmalıdır. Ancak bu bir deneme yazısıdır. Ev-eksenli kadınların örgütlenmesine hangi perspektifle yaklaşmamız gerektiğine dair bir deneme...
a. Enformel sektördeki emek örgütleri üzerine bazı değerlendirmeler
Fatma Ülkü Selçuk’a göre bu a- landa kurulan emek örgütlenmesi deneyimlerini, iki grupta toplayarak değerlendirmek mümkündür: (i) enformel sektör emekçilerinin doğrudan
46
KasiM'AraIiI< 2005 C jO İ
örgütlenmesi (ii) enformel sektör e- mekçilerinin çalışma ve yaşama koşullarına yönelik destek ve bilinç yükseltme programları.1
Birinci kategori altında kooperatifleşme, sendikalaşma, dernekleşme, formel sektör çalışanlarıyla enformel sektör çalışanlarını platform ya da komite benzeri birimlerde ortaklaştırma gibi faaliyetler sayılabilir. Dünya ölçeğinde ev-eksenli çalışan kadınların örgütlenmeleri de bu farklı biçimler altında gerçekleşebilmektedir. Türkiye’de ev-eksenlilerin örgütlenmesinde kooperatifleşme biçimi ağırlık kazanmış gibi görünmektedir. Kooperatif kurucularının dile getirdiğine göre, bu biçim ev-eksenli çalışanlarda daha sınırlı gelişmiş olan işçilik bilincinin olgunlaşmasına hizmet etmek üzere; dayanışmayı ve ortak çıkarlar etrafında yan yana gelmeyi, işverenin karşısında ortak bir güç olarak hak arayabilecek bir zemin yaratmayı, herkesin eşit düzeyde söz hakkı etrafında örülmüş bir katılım gerçekleştirmeyi ve bu süreçte özneleş- meyi sağlamak için tercih edilmektedir. Diğer yandan örneğin sendikaya üye olabilmek için sigorta sicil no 'sunun gerekliliği gibi yasal engeller de bu biçimi zorlayan etkenler arasındadır.
Kooperatif biçiminin kimi sorunları ve sınırlılıkları da var elbette: “Girişimciliği destekleyen kuruluşlar açısından kooperatifler genellikle sorun oluşturmamaktadır; çünkü destekledikleri kooperatifler, çoğu zaman, küçük şirketler görünümüne bürünmektedir. Ama işçi örgütleri açısından durum, bu kadar sorunsuz değildir: Örneğin, kooperatiflerde örgütlü işçilerin faaliyetleriyle sendikalı işçilerin mücadelesinin nasıl birleştirileceği, önemli bir sorundur. Ayrıca, kooperatif içinde rekabeti en aza indirmeye çalışmak, eşitsizlikleri a- zaltmak, geliri adil bir biçimde paylaştırmak gibi sorunlara da çözüm bulmak gerekmektedir. Kooperatifler, çoğu zaman, mütevazi sayıda işçiyi kapsayan örgütlerdir. Bu durum ise, kooperatifin, nasıl en fazla işçiyi içine katacağı sorusunu gündeme getirmektedir. Kooperatif içinde oluşabi
lecek ast-üst ilişkileri ve kooperatifin diğer işletmelerle nasıl rekabet edip ayakta kalacağı, aşılması gereken başka sorunlardır. Sorunlar listesini daha da uzatmak mümkündür. Yine de tüm bu sorunlara rağmen, işçilikle kendi hesabına çalışmanın sınırlarının zaman zaman bulanıklaştığı, çalışanların bu statülerden birindeyken bir diğerine kolaylıkla geçebildiği ya da yaklaştığı küçük ve dağınık üretim birimlerinde, sadece toplu iş sözleşmesine dayalı sendikal yaklaşımın başarılı olmadığı açıktır. Bu gibi nedenlerden dolayı kooperatif tarzı örgütlenme, arzu edilir olup olmamasının ötesinde, verili çalışma koşulları göz önüne alındığında, kendini (ev e- mekçileri de dahil olmak üzere) küçük üretim birimlerindeki işçilere bir “gerçeklik” olarak dayatmaktadır. Kooperatif örgütlenmesi biçimi, günümüzde enformel sektör emekçileri açısından önemli bir çerçeve olmaya devam etmektedir ve birçok işçi örgütü, kooperatif faaliyeti yürütmektedir.”2
Kooperatifler, bu kategorideki tek örgütlenme biçimi olmadığı gibi, diğer biçimlerle birlikte, birbirini destekleyecek şekilde örgütlenerek sorunları ve sınırlılıkları aşma konusunda kimi yöntemlerin bulunması da mümkündür.
Dünya çapında “çalışma ve yaşama koşullarına yönelik destek ve bilinç yükseltme kategorisi” içinde hukuki destek, farkmdalık-bilinç yükseltme kampanyaları, eğitim desteği, sağlık yardımı, konut yardımı gibi faaliyetler bu işçilerin örgütlenmesinde önemli bir yer tutmuş, çoğu sendikalaşma ve kooperatifleşme faaliyetinin vazgeçilmez bir parçası olmuştur. Kimi zaman bizzat bu sendikalar, kooperatif türü örgütlülükler tarafından gerçekleştirilmiş kimi zaman da salt bu faaliyetleri yürüten destek grupla- rı-örgütlerince yürütülmüşlerdir.
Türkiye’de ev eksenli çalışan kadınlara yönelik faaliyetler, Ev-eksenli çalışan kadınlar çalışma grubunda olduğu gibi “çalışma ve yaşama koşullarına yönelik destek” kategorisi i- çinde başlamıştır. Bugün hala bu des
tek grubu, ilişkilendiği birinci kategorideki örgütlenmelere hukuki destek ve eğitim desteği vermekte, onlarla birlikte farkmdalık-bilinç yükseltme kampanyaları düzenlemektedir.
Yukarıda belirtilen ilk iki kooperatif (Avcılar ve Kuştepe) birinci kategorideki örgütlenmeler arasında yer almakta, çalışma grubuyla bu çerçevede ilişkilenmektedir. İmece Kadın Dayanışma Kooperatifi ise birinci kategorideki örgütlenmelerin handikaplarını aşabilmek için, ikinci kategoride tanımlanan işleri de kendi bünyesinde gerçekleştiren bir örgütlülük olma çabasını sürdürmektedir.
b.- Kadın örgütlenmelerine ilişkin bazı değerlendirmeler
Küresel ekonomik yapılanma, yeni küresel politik ve kültürel düzen, devlet yapılanmalarının aldığı yeni biçimlerin her biri kadınların yaşamlarında ve elbette örgütlülüklerinde çeşitli düzeylerde etkilerde bulunuyor. Bağımsız bir kadın hareketi yaratmaya odaklanmış 2. dalga feminist hareketin geri çekilme süreci ve kadın hareketinin geçirdiği dönüşümler ancak bu koşullarla birlikte değerlendirildiğinde daha anlaşılır olacaktır.
1970 Terde, kadın hakları söylemi Birleşmiş Milletler’in Kadınların On- yılı organizasyonu (1976-1985) ile yeni bir döneme girdi. Kadın Onyılı ikinci Birleşmiş Milletler Kalkınma Onyılı ile birleşti. Böylece kadın sorunu da kalkınma içinde yer almaya başladı. Pek çok kalkınma projesinin özünü kadın sorunu oluşturmaya başladı. Kadın, ülkelerin kalkınma planlarına eklendi. 1995’te ise Pekin’de yapılan Birleşmiş Milletler Dördüncü Kadın Konferansı’na üçüncü dünyanın kadınları kendi sorunları ve talepleriyle damgalarını vurdular.
Bu konferansın sonrasında, resmi kuruluşlar ve uluslararası kadın hareketi dikkatlerini yasal standartlardan ve uluslararası hukuktan somut projelere, araştırmalara, örgütlerin yayılmasına, bu çalışmaların koordine e- dilmesini sağlayacak iletişim ağının geliştirilmesine yönelttiler. Bu yeni çerçeve içinde kadının statüsünü yük-
47
seltmek ve cinsler arası eşitliği sağlamak ulusal kalkınmanın tam anlamıyla gerçekleşmesi için gerekli koşullar haline geldi. Kadının eğitimi, sağlığı, ekonomik durumu, toplumsal konumu ve politik katılımı gibi konularda kadın örgütlenmeleri yaygınlaşmaya ve BM’nin başını çektiği kurumlar tarafından da desteklenmeye başladı. Kadın örgütlenmelerinde bugün gördüğümüz yapının temelleri bu gelişmelerle şekillendi. Türkiye örneğinde de “Haydi Kızlar Okula” kampanyasından anne ve çocuk sağlığıyla ilgili toplum merkezlerine, kadınların siyasi temsilini artırmaya çalışan KA- DER’den, yoksul semtlerde açılan çamaşırhane projelerine, kadının insan hakları projesinden mikro kredi uygulamalarına kadar irili ufaklı pek çok kadın çalışmasına baktığımızda bu etkiyi açıkça gözlemleyebiliriz.
Bir başka açıdan baktığımızda ise bu tarihsel-toplumsal süreçle yeniden biçimlenen kadın hareketinin küreselleşme ile yerellik arasında farklılıkları göz ardı etmeden birbirini destekleyebilecek biçimde ilişki kurabilen bir yapıya doğru dönüşüm geçirmeye zorlandığını görüyoruz. Tıpkı küreselleşme karşıtı diğer örgütlerin geçirdiği gibi. Yerel örgütlenmeler kendi hedef kitlesinin niteliği ve ihtiyaçlarına göre biçimlenir ve şimdiye dek görülmediği kadar çeşitlilik arz ederken, bu çeşitlilik o yereldeki özgünlüğü yakalama ve orada derinleşme konusunda avantaj sağlıyor ama sınırlı bir kitleye ulaşabilme sorunu yaratıyor. Çoğu kez hedeflediği faaliyeti gerçekleştirebilmek için uluslararası kuruluşlardan sürekliliği olmayan
fonlar alıyor, fonlar bitince faaliyet de sona eriyor, özellikle DB’nin kalkınma öncelikli bölgelerinde “fon avcıları” türeyebiliyor. Bilgi ve deneyim aktarımını sürdüren ulusal/uluslararası ağların gerçekleştirdiği destekler, ihtiyaç duyulanın çok gerisinde kalabiliyor. Bu sorunlar listesini de u- zatmak mümkün ama
“farklılıkların ortak hedefler doğrultusunda, sonuç alıcı hareketler yaratmak üzere yan yana gelmesi”nin sağlanması meselesi sanırım hala bu örgütlenmelerin sorunlarının ilk sırasında yer alıyor. Buna dair oluşturula- bilmiş bir formülasyon da henüz yok.
Ev-eksenli kadınların örgütlenmeleri de bu kapsam içinde değerlendirildiğinde bir yandan yerellerin özgünlüğüne ve/veya örgütleyicilerinin niteliğine göre biçimlenmiş bir yapı arz etmektedir. Bazı yerlerde kalkınma politikalarının bir bileşeni olarak örgütlenirken girişimcilik yanı öne çıkmakta, kimi yerlerde sendikal örgütlenme veya onun bir alt çalışması olarak biçimlenmekte, kimi yerlerde kooperatifler ve veya iş ekipleri gibi formel olmayan biçimlerde organize olmaktadırlar. Diğer yandan küresel boyutta ev-eksenli çalışanların uluslar arası ağı olan HomeNet ise, deneyimlerin paylaşılması için bilgi toplama ve aktarma görevini yürütmekte, zaman zaman da tüm bu farklılıkları ortak hedefler doğrultusunda yan yana getirerek ev-eksenli çalışanların yaşam standartlarını yükselmeye çalışmaktadır. Kadın çalışması açısından bakıldığında da bu örgütlenme gerek bir ağ olarak gerekse bileşenlerini oluşturan yerel-bölgesel örgütlenmeler olarak yukarıda sadece bir kısmına değinebildiğimiz sorunlarla iç içe bir gidişat izlemektedir.
Sonuç olarakKüreselleşen neo-liberal politika
ların farklı parçalara ayırdığı işgücünün bu yeni durum karşısında kendi
örgütlenmesini yaratma mücadelesi tüm dünyada azımsanmayacak bir hızla sürüyor. Kimi yerlerde ciddi o- luşumlar hayata geçirildi, kimi yerlerde ise çalışmalar nüve ve arayış halinde. Her ne olursa olsun bu çabalar emekçiler açısından sermayenin dönemsel uygulamalarına karşı “yeni” arayışları temsil ediyor. Bu nedenle dünya çapında bilgi ve deneyim aktarımını sağlayan uluslararası ağlar bu süreçte önem arz ediyor. Benzer bir gelişme kadın hareketi açısından da geçerli. Kadın hareketi de son 20 yıldır kapanan bir dönemin üzerine yeni dönem örgütlenme biçimlerinin arayışı içinde. Şu aşamada öne çıkan biçimler, yerel ve uzmanlaşmış hedeflere dönük çalışmalar yapan yerel örgütlenmeler ve uluslararası çapta lobicilik ve destek çalışmaları yapan, bilgi akışına hizmet eden uluslararası ağlar olarak görülmektedir. Bu özellik bir yandan “küreselleşme ile uzlaşılıyor mu?” sorusunu da açığa çıkartıyor ama diğer yandan da dönemin özelliklerine uygun bir örgütlenme ve güçlenme arayışının kapılarını aralamada işlev görüyor.
Tüm bunlarla birlikte bakıldığında ev-eksenli çalışmanın parçalı ve farklılıklar içeren yapısının çok farklı örgütlenme biçimlerine olanak sunduğu görülmektedir. Bu biçimlerin i- çerdiği olanakları ve sınırlılıkları kavramak küreselleşmenin mağdurlarının, kazananları olma çabasındaki mücadelelerinin de daha fazla anlaşılmasına hizmet edecektir.
KaynakçaDutt, Mallika: (2000), “Some Reflecti-
ons on US VVomen of Cölor and the
UN 4th Conference on VVomen and
N G O forum in Beijing, Chine”, Global
Feminisms Since 1945, Bonnie G. Smith
(der.), London, Routledge, s.306 - 308.
SELÇUK, Ülkü Fatma(2002), Örgütsüzlerin Örgütlenmesi, Atölye Yay, İstanbul.
1 Selçuk, 2002, sy:86
2 Selçuk, 2002, sy:87
48
KasiM'AraIiI< 2005 CjOİ
ÜYE İNİSİYATİFLERİ UMUT
OLABİLİR Mİ?Mert Büyükkcırcıbacak
Üye İnisiyatifi kolektif bir projedir. Sahiplenen herkesin kendi rengini verebileceği, kendisini var edebileceği bir alandır. Kamu emekçileri hareketi içerisindeki hakim yapıdan rahatsızlık duyan fakat buna rağmen sınıf hareketinin bu önemli mevzile
rinin tabandan gelen yeni bir esintiyle ayakları üzerine dikilebileceğine inananherkes için bir olanaktır.
Kamu emekçileri hareketinin uzunca bir süredir ciddi bir sıkıntıyla yüzleşmekte olduğu tespitine katılmayacak çok az kişi vardır herhalde. Bu krizin sebepleri üzerine birçok da yazı yazılmıştır, tartışma yürütülmüştür. Fakat o- laym en önemli boyutu yani “bu krizi aşmak için neler yapılabilir” sorusunun cevabına dair kafa açıcı, somut ve gerçekçi bir plan ortaya konabilmiş değildir. Sosyalist hareketin bir süredir devam eden süreci tespit eden fakat sürece müdahale edemeyen karakterinin bir yansıması olarak da düşünebiliriz bu durumu.
Kitlelerden kopan ve etkisizleşen sendikal hareketimiz...
12 Eylül’ün hesabının kısmen soru- labildiği 80’ li yılların sonlarının rüzgarıyla büyüyen ve 12 Eylül öncesinin deneyimli kuşaklarının öncülüğünde gelişen kamu emekçilerinin sendikal hareketi; bir dönemin, özellikle işçi sınıfının da bahar eylemleri sonrasında uzun bir uykuya çekildiği bir dönemin öncü smıf hareketi rolünü oynamıştır. “Eylemci memur” tipi bu süreçte toplumun önemli simalarından biri haline geldi. Kamu emekçileri uzunca bir süre toplumun vicdanı rolünü oynayacak bir etkinlik sergiledi. Bu havanın hala devam ettiğini söyleyebilmek imkansızdır. Kamu e- mekçileri hareketi artık sınıfın özel, etkili, hareketli bir parçası olmaktan çıkmış sınıf örgütlü kesimlerinin genel ruh halinin bir parçası haline gelmiştir. Bileşenleri olarak kendisini sosyalist olarak niteleyenlerin önemli bir ağırlığa sahip
olduğu bir hareket olmasına rağmen kamu emekçileri sendikaları tabloda çok da ayrıksı bir görüntü sergileyememektedir.
anlatılması daha somut olduğundan kendi özgünlüğümüze ilişkin sorunlardan yola çıkarak döneme yanıt üretmeye çalışmak daha anlamlı olacaktır.
Aynı kitlelerden kopma hali, aynı inandırıcılık sorunu, aynı gerileme, aynı müzmin etkisizlik, aynı esip gürleyip sonra da sessizce bir köşeye sinme...
Bu tablonun ortaya çıkmasında yukarıda da söylendiği gibi birçok etken sayılabilir. Bunların önemli bir kısmının smıf hareketini krize sürükleyen koşullarla ilgisi vardır. Muhakkak ki alanın ken-di özgün koşniiarm- Kamu emekçileri uzunca bir süre topludan kaynaklanan se- mun vicdanı rolünü oynayacak bir etkin- bepier de bulunmak- [jk sergiledi. Bu havanın hala devam etti-
Bugün kamu emekçileri sendikal hareketi açısından en önemli kriz kaynaklarından biri aktif üyelerin sendikal süreçten dışlanması ve yabancılaşmasıdır. Gerçekten de genellikle çeşitli siyasi hareketlerden beslenerek sendikal ortama akan birçok kadro birkaç yıllık faaliyet sonrasında sendikal gündemlere neredeyse duyarsız bir hale gelmekte, sendikaya olan inancını yitirmektedir.
49
CjO İ KasiM'Ara[iI< 2005
Sendikaya hakim olan siyasi grupların yaklaşımı genel olarak politik diye nite- iendirilemeyecek bir haldedir, bu çevre
lere yoğun bir "faydacılık" hakimdir.
Üyelerde çok daha kısa sürede yaşanan bu durum, bir taraftan sendikada siyasi gruplar arası ilişkilerde yıpranan öte taraftan sendikaların kitlelerde karşılık bulamamasından kaynaklı sorunlarla boğuşan kadroları hızla yıpratmaktadır. Sendikal ortam hareketin enerjik unsurlarının kendisini yeniden üretebileceği koşulları sağlamaktan gerçekten uzaktır. Hele de kitle hareketlerinin geriye çekildiği böylesi dönemlerde bu yükün ağırlığı daha da artmaktadır.
Gruplaşmalar artık dinamizm değil zehirlenme ve yabancılaşma ü- retiyor...
Sendikaya hakim olan siyasi grupların yaklaşımı genel olarak politik diye nitelendirilemeyecek bir durumdadır, bu çevrelere yoğun bir “faydacılık” hakimdir. Kendilerine yeni siyasi alanlar açamadıkça sendikaya çok daha faydacı yaklaşmaya başlamışlardır. Genel yaklaşım “kullan at” ve “benden sonrası tufan” olarak özetlenebilir. Bu gruplar a- rasmdaki kısır çekişmeler, ilkesiz itti-, faklar, biçimsiz sürtüşmeler sendikalarımızın ortamını sürekli daha da zehirlemektedir. Bunların sınıf hareketinin ö- nünü açmak gibi bir dertleri söz konusu değildir. Sahip olunan tek hedef bulunulan ortamın iktidarını ele alabilmektir. Kafa böyle olunca da iktidarlar za
man zaman değişse de yapısallaşan sorunlar devam etmekte, yaşanan kısır tartışmalar ve neredeyse bir politika a- racı haline gelmiş o-
lan dedikodular ve ayak oyunları kadroların ve üyelerin sendikaya o- lan inancını sürekli yıpratmaktadır. Kendileri iktidar olunca bütün sorunların çözüleceğini vaaz edenler, her sorunu diğerlerinin yaptığı yanlışlarla açıklamaya çalışanlar aslında sendikanın sunmuş olduğu çeşitli olanaklardan yararlanmak dışında bir amaca da sahip değildirler. Bu kesimlerin sendikal sürece katabilecekleri çok bir şeyin de kalmadığını gözlemlemek zor değildir.
Kamu emekçileri hareketinin kendi içindeki dinamikleri bir arada tutabilme, bunların çatışmak süreçlerinden kendisi için enerji yaratma gibi bir başarısı olmuştur. Sosyalist hareket açısından tarihimizdeki hiçbir organizasyon bu kadar uzun süreli bir birlikteliğin o- luşmasını başaramamıştır. Fakat bugün gelinen noktada grupların kavrayışları ve ilişkileri kadroların sendikadan hızla yabancılaşmasının en önemli sebeplerinden biri haline gelmiştir.
Kurumlan işletilmeyen sendika yabancılaşma üretir...
Bütün kararlar yukarılarda gruplar arası görüşmelerde bağıtlanmakta, sendikanın organları bile çoğu zaman bypass edilmektedir. En son Eğitim- Sen’in tüzük değişikliği öncesinde ku
50
rulan yedek sendikanın varlığından kongreye gelen delegelerin bir kısmı haberdar bile edilmemiştir. Kurulan sendikanın tüzüğü, programı kimsenin malumu olamamıştır. Sendikamızı yönetenler böyle uygun görmüşlerdir. Tabana düşen ise sendikayı yöneten dinamiklerin aldığı kararları harfiyen yerine getirmektir. Şubelerin işleyişi de yine aynı biçimde yürümektedir. Gruplar a- rası ilişkiler her zaman son sözün söylendiği yer olmaktadır.
Bütün bu gerçekler fiili-meşru mücadelenin aktif olduğu dönemlerde kitle hareketinin basıncı ile yeterince açığa çıkmıyordu. Fakat bugün gelinen noktada durağanlaşma, hantallaşma koşullarında bürokratik ve merkeziyetçi eğilimler iyice ağırlık kazanmakta, bu durum da sendikalardaki boğucu ortamın iyice kökleşmesine yol açmaktadır.
Bürokratikleşmeye ve yabancılaşmaya dur diyecek bir olanak olarak Üye İnisiyatifleri...
Kriz koşullarına yanıt üretebilmek için öncelikle bu zaaflardan yola çıkarak, kendi yalanımızdaki, çözüme ulaşabileceğimiz noktalardan'başlayarak a- dımlar atmak gerekmektedir. Sendikalardan dışlanan, egemen eğilimler tarafından zaman zaman yük beygiri zaman zaman da tehlike kaynağı olarak görülen unsurların yaşadıkları olumsuzluklara rağmen ayakta kalabilmeleri için öncelikle birbirleri ile güvenli, açık ve pratiğe yönelik bir faaliyet geliştirmeleri gerekmektedir. Böylesi bir aradalık belli bir zaman sonra gerçek bir güven ilişkisine dönüşebilirse, sorunların açıkça ortaya konulduğu ve ortak aklın ışığında, “benim dediğim senin dediğin” komplekslerine kapılmadan sorunlara ortak yaratıcı çözümler arandığı koşullar yaratılırsa bunun çok yönlü olumlu sonuçlarını görebilmek mümkün olacaktır. Böylece üyeler ve kadroların gerçekten güvendikleri insanlarla birlikte oldukları, kendi sözlerinin bir kıymeti olduğuna inandıkları, kişilerin söylediklerinin arkasındaki niyeti anlamaya çalışmak zorunda olmadıkları bir ilişki ağı kurulmuş olacaktır. Sendikalarımızın gerçekten çürütülmekte olan ortamlarına müdahale edebilmek açısından en önemli başlangıç noktası-
Kasim-AraLik 2005 CjOİ
nın bu olduğunu düşünebiliriz. Böy-lesi bir tespit fazlaca duygusal ve apolitik olarak görülebilir fakat gerçekten i- şin yükünü taşımaya çalışan unsurlar böylesi bir yapılanmanın ne kadar elzem olduğımu hemen kavrayacaklardır.
Eğer böylesi bir başlangıç noktası yaratılabilirse bundan soma birçok şey kolaylaşacaktır.
Karşıhklı güveni sürekli yeniden üretebilen bir işleyişe ihtiyaç var...
Güvensizliğin insan ilişkilerine bütünüyle hakim olduğu bir dönemden geçiyoruz. O yüzden bu ortamın oluşmasında en önemli koşul açıklık ve doğrudan demokrasidir. Sorunlar çevrenin tümü tarafından ele almabilmelidir. En hayati kararlar muhakkak çevrenin tümünün görüşü sorularak gerekirse oylama sonrasında alınmalıdır. Kişiler kendi deneyimlerinden yola çıkarak geliştirdikleri her türlü öneriyi ortama sunabil- melidir. Bu yüzden meclis tarzı bir örgütlenme böylesi bir organizasyon için en uygun biçim gibi görünmektedir.
Kadrolar ve aktif üyeler sendikalar içinde önemli bir ağırlığa sahiptirler. Fakat bunlar siyasi grupların sahip olduğu kolektif davranış geliştirebilme ve sendika gündemlerine böylesi bir güç i- le müdahale edebilme olanaklarından yoksundurlar. Birçok sendika ve şubede de kendi aralarında da bir araya gelebilme olanakları olamamaktadır. Siyasi kökenlerden dolayı yaşanan sürtüşmeler hatta kimi kişisel uyumsuzluklar bir araya gelebilme, ortak davranış geliştirebilme koşullarını ortadan kaldırmak
tadır. Oysa bu kesimlerin samimi emeklerinin sendika kamuoyu nezdinde de ö- nemli bir ağırlığı bulunmaktadır. Fakat bir arada davranamamak ve sendika gündemlerine oıtak müdahaleler geliştirememek bu kesimleri dönüştürücü niteliklerini sergileyebilmekten mahrum bırakmaktadır. Dolayısıyla yukarıda bahsedilen türde bir organizasyonla örgütlenme, hem bu arkadaşların sendika
daki faaliyetlerine yeni bir anlam katacak bir yön içermektedir hem de sendika ortamına siyasi grupların muhafazakâr duruşları dışında bir müdahalenin önünü açmaktadır. Sendika ortamına yapılacak müdahalenin etkin olabilmesi durumunda ise organizasyon daha da güçlenecek, kendisine olan güveni artacaktır. Bu durumda sendika içindeki birçok kadro açısından da çekim merkezi haline gelecektir.
Üye İnisiyatifi sıradan bir muhalif siyasetler ittifakına dönüştürülmemelidir...
Bu yapının en önemli farkı kendisini ana eğilimler dışında kalan siyasi örgütlerin bir ittifakı şeklinde tanımlama- masıdır. Bu çok geleneksel bir yaklaşımdır ve hiçbir kitleselleşme şansı bulunmamaktadır. Bunun birçok sebebi mevcuttur. En önemlisi sendikalarımızın bugün içinde bulunduğu olumsuz noktaya gelinmesinde tabii ki yönetim- dekiler kadar olmasa da sendika içindeki tüm siyasi grupların vebali bulunmaktadır. İlkesiz ittifak ilişkileri çoğu zaman bu yapılar içinde tek alternatif olmuştur. Ayrıca siyasi grupların ittifakı şeklinde bir tanımlama kendisini hiçbir siyasi, devrimci gruba yakın hissetmeyen ama sınıf hareketi için emek harcama niyeti ve enerjisi olan birçok unsuru da dışarıda bırakmış olacaktır. Böylesi bir durum kimi geleneksel siyasi yaklaşımlar açısından bir zaaf, bir liberalleşme olarak algılanabilir. Oysa ö- nümüzde dağ gibi dizilmiş olan sorunları aşabilmek ancak meselelere çok yönlü yaklaşabilecek, kendi için
de çok farklı deneyimleri ve beklentileri barındırabilecek bir ortak akim ve eyleme gücünün yaratılması ile mümkün olabilecektir. Bu
yaklaşımı bir örgütsüzlük arayışı olarak algılamak aslında hareketin yaşadığı tıkanıklıkla ilgili hiçbir algıya sahip olmamak anlamına gelmektedir.
Bugün gelinen noktada sendikal hareketin yeniden bir soluk alabilmesi böylesi deneyimlerin olabildiğince çok noktada ortaya çıkartılabilmesine, kamu emekçileri sendikalarının köhnemiş e
gemenlik ilişkilerinin olabildiğince çok noktşda yırtılabilmesine bağlı olduğunu düşünüyoruz. Bu olanağı, bu bir araya gelişi Üye İnisiyatifi olarak isimlendiriyoruz.
Üye İnisiyatifi kolektif bir projedir. Sahiplenen herkesin kendi rengini verebileceği, kendisini var edebileceği bir a- landır. Kamu emekçileri hareketi içerisindeki hakim yapıdan rahatsızlık duyan fakat buna rağmen sınıf hareketinin bu önemli mevzilerinin tabandan gelen yeni bir esintiyle ayaklan üzerine diki- lebileceğine inanan herkes için bir olanaktır. Esas olarak yerel, birime dayalı bir proje olmasına rağmen yereller arasındaki bir ilişkilenmeye ve karşılıklı öğrenmeye, koordineli harekete de açık bir örgütlenme olabilmek durumundadır. Bütün bu deneyimlerin sentezleş- mesi sonrasında ortaya bir program koyabilmek, nasıl bir sendika istediğini ve hareketin önünü açabilmek için nasıl bir pratik sergileyebileceğini tanımlamak gibi bir görevle de karşı karşıyadır.
Fakat tekrar tekrar vurgulamak gerekiyor ki gerçek bir güven ilişkisine ve demokratik işleyişe sahip olamadan Ü- ye inisiyatifleri ile önceki bir araya gelme girişimlerinden nitelik olarak farklı bir sonuç elde edebilmek mümkün değildir. Varlığı ile sendika içi atmosferi yenileyecek, yapısal dönüşümleri zorlayabilecek, yaşadığı ilk krizde darmadağın olmayacak bir birlikteliğe ihtiyaç var. Böylesi bir hedefe el çabukluğu ile ulaşılamayacağı açıktır. Fakat bugün sendikalarımızın birçok şubesinde yıllardır birlikte mücadele eden fakat gelinen noktadan da ciddi anlamda rahatsızlık duyan fakat güçlü bir sınıf hareketinin oluşabileceğine inancını yitirmemiş ciddi bir kadro birikimi olduğu da bilinmektedir. Üye İnisiyatifleri bu zenginliğimizin, sınıf hareketinin önünü açabilecek bir kaldıraca dönüşebilmesinin a- racı olabilir.
Bulunduğumuz tüm alanlarda KESK’in geçmiş ve geleceğine dair koca koca laflar etmektense bu umudu örgütlemeye çalışmak atabileceğimiz en doğru adımdır. Bu konuda önümüzdeki sayılarda da yazmaya devam edeceğiz.
Bulunduğumuz tüm alanlarda KESK'in geçmiş ve geleceğine dair koca koca laflar etmektense umudu örgütlemeye çalış
mak atabileceğimiz en doğru adımdır.
51
q O İ KasiM'Ara[iI< 2005
Yeni Dünya Düzeni’nde son aşama:
‘S Ü P E R G Ü Ç’TEN SO N R A SIRA DÜNYA HALKLARINDA
Mehmet Vılmozer
YDD'nin bundan sonraki sürecinde sadece büyük güç merkezlerinin bencil manevraları değil, bunların yolunu kesmeye çalışan dünya halklarının öfkeleri de bir güç olarak devreye girecektir. YDD'nin ilk on yılında ortaya çıkan tepki daha çok yüzeyseldi. 21.yy.la birlikte YDD'ye karşı tek tek ülkelerde tepkiler derinleşiyor.
Irak Savaşı’nın sonuçlan ye dünyadaki bazı önemli gelişmeler YDD’de yeni bir aşamayı zorluyor. Aslında emperyalizm istediği Yeni Dünya Düzeni’ni.bir türlü kuramamanm sancılarını yaşıyor. Bir “düzen” kurması da mümkün görülmüyor. Sosyalist sistemin yıkılışından sonra atılan “zafer” çığlıklarının soluğu fazla uzun sürmedi. YDD’nin ilk dönemi denebilecek yıllar Berlin Duvarı’nın yıkılışından W.Bush’un seçildiği 2000 yılma kadar- ki on yıldır.
I
Bu dönemin birkaç temel özelliği vardı. Saddam’m Kuveyt’i işgaline karşı tüm “hür” dünyanın birlikte davranması dünyanın büyük güçler tarafından birlikte yönetileceği beklentisini yarattı. Bu on yıl böyle arayış ve bekleyişlerle geçti. İkinci önemli özellik, soğuk savaşın “dehşet dengesi” kapitalizm lehine çözümlendikten sonra artık savaş ve silahlanma yerine “barışçı ekonomik rekabet” döneme damgasını vuracaktı. Kapitalizm dünyanın her köşesine yaygınlaşıyordu. Ekonomik yarış öne çıkacaktı. Üçüncü özellik, yeniden paylaşıma giydirilen demokrasi kılıfıydı: Özellikle eski sosyalist ülkelerde sadece “pazar ekonomisi” değil, aynı zamanda demokrasi de inşa edilecekti. Dördüncü özellik, “bilgi çağı”mn yarattığı büyük düş dalgalarıydı. B|lgi tekeli kalkıyordu, böyle-
52
ce dünyada hem demokrasi hem de refah daha fazla yaygınlaşacaktı. Bilgisayar ve internetin yaygınlaşmasının yarattığı ilk etki böyle düşleri ayağa kaldırdı. Beşinci özellik, adım adım yükselen anti-küresel hareketti. Belli somut bir programı olmayan, hatta bildik klasik örgütlenmesi de olmayan bu hareket hızla yükseldi. Neo-liberaliz- me karşı olan bu hareket Seattle ve Ce- nova toplantılarında zirveye tırmandı. 2001 Temmuz ayındaki Cenova gösterileri anti-küresel hareket açısından hem bir zirve hem de hareketin geleceği için yoğun tartışmaları başlatan bir dönüm noktası oldu.
YDD’nin ilk dönemi esas olarak Amerika’da iktidara “yeni tutucular”m gelmesiyle kapanmıştn. Ancak bu ka
panış esas olarak ve çok çarpıcı bir o- lavla 11 Eylül 2001’de ikiz kulelere saldırıyla yaşandı. İlk on yılın havasını gerçekten sadece W. Bush iktidarının i- radi zorlamaları değiştiremeyebilirdi. Hatırlanacağı gibi Bush iktidarının Dışişleri Bakanı Powel ilk Avrupa turunda yeni füze savunma sistemini dayatmış, ancak bu çok pahalı ve teknik sorunlar içeren projeyi Avrupa’ya sevdi- rememişti. Bu aslında unilaterist Amerikan yönetim tarzının dünyaya daya- tılmasının provasıydı. Fakat batı dünyası ve genel olarak dünya hala Körfez Savaşı ve Balkan Savaşları sırasındaki merkezlerin “birlikte” davranışının havasındaydı. Ancak 11 Eylül saldırısıyla tüm bu hava kökünden değişti. Amerika Afganistan’a saldırırken batılı müt-
Kasi M'AraLi k 2005
tetiklerinden hiçbir yardım istemedi. Tavrını Rumsfeld’in ünlü deyimiyle a- çıklıyordu: “Misyon koalisyonu belirler, koalisyon misyonu değil.” Böylece ABD, geleneksel müttefikleriyle yenitbir ilişki tarzını zorlayacağını vurgulamış oluyordu. Bilindiği gibi Irak Savaşı öncesi pazarlıkların en gergin noktasında aynı Rumsfeld savaş karşıtı Avrupa ülkelerini “eski Avrupa” diyerek aşağılamıştı.
YDD’nin ikinci dönemi 2000 yılında Bush yönetimi ile başlamış, günümüzde kapanmaktadır. Bu dönemin temel özellikleri YDD’nin ilk döneminden çok farklıdır. İlk ve önemli ö- zellik, sözde Yeni Dünya Düzeni’nin güç merkezleri tarafından, en azından eski Atlantik ittifakı tarafından “birlikte” oluşturulması ve yönetilmesi beklentisi kesinlikle son buldu. Washing- ton 11 Eylül saldırısını arkasına alarak yeni temel stratejisini ilan etti. “Süper güç” dünyayı kendi çıkarlarına göre tek başına yönetecekti. “Çok kutuplu dünya” vurgulan ve beklentileri, Amerika’nın zoruyla tek kutupta hizaya getirilecekti. Bush yönetimi işi o kadar keskinleştirdi ki, Irak Savaşı öncesi “bizden yana olmayan bize düşmandır” diyerek saflaşmayı kaskatı hale getirdi. İkinci özellik, emperyalist paylaşım savaşlarının çok açık hale gelmesidir. Bilindiği gibi YDD’nin ilk döneminde daha çok eski sosyalist ülkelerde -özellikle Balkanlar’da ve Merkez Asya’da- yaşanan savaş ve iç savaşlar “diktatörlüklerden kurtulma” olarak algılandı. Bu ülkeler “sosyalizmin baskıcı rejimleri”nden özgürlüğe koşuyorlardı. Bu örtü çok kesif bir şekilde bilinçleri bulandırdı. Irak Savaşı ve sonrasında resmi savaş gerekçelerinin tümünün yalandan ibaret olmasının gizlenemez hale gelmesi emperyalist paylaşımın örtülerini büyük ölçüde savurdu. YDD’nin ikinci dönemi “süper güç”ün dünyayı açık zorla paylaşma ve kendi çıkarlarına göre şekillendirme süreciydi. “Barışçı ekonomik rekabet” düşleri sona erdi. ABD paylaşımın hem seviyesini hem de hızını yükselti. Üçüncü özellik, 21.yüzyılın ilk büyük ideolojik yalanıdır: “Uluslararası terörizme karşı savaş!” Bunca şiddet, savaş ve esas olarak paylaşım, bir ideolo
jik örtüyle bulanık- laştırılmalıydı. Kaçınılmaz bir şekilde bu sözde teröre karşı savaşta hedef Siyasal İslam oldu. Bin Ladin, Zarkavi gibi dehşet figürleri pompalanıp “teröre karşı savaş” ne ölçüde meşrulaştırılma- ya çalışılırsa çalışılsın artık herhangi bir inandırıcılığı kalmamıştır. Tek süper gücün zoru ve kendi çıkarları hiçbir örtüyle gizlenemeyecek kadar açık hale gelmiştir. Dördüncü özellik, bu dönemde özellikle II. Dünya Savaşı sonrası yaratılmış ve güçlenmiş uluslararası kuramların Amerika’nın eliyle tahrip edilmesidir. Yerine bir şey koymadan yaratılan bu tahrip uluslararası ilişkilerde tam bir kaos yaratmıştır. Beşinci olarak, “bilgi çağı”yla ilgili düşler büyük ölçüde dağılmıştır. Bu dönemin I. Dünya Savaşı öncesine gittikçe daha fazla benzemesi “küreselleş- me”nin yeni bir paylaşım savaşları döneminin sadece yeni adlandırmasından başka bir şey olmadığını gözlere iyice batırmıştır. Son olarak, YDD’nin ikinci döneminde anti-küresel hareketin aynı zamanda savaş karşıtlığına dönüşerek bir yükseliş kazanması, ancak sonra hızla kırılması yaşanmıştır. Aslında ikiz kulelerin yıkılması anti-küresel harekette zaten var olan ideolojik karmaşayı artırmış ve bir gerileme yaratmıştır. Şiddetin böylesine dehşetli bir boyuta çıkması ve İslami bir renge girmesi özellikle batılı bilinçleri bir bakıma felce uğratmıştır. Anti-küresel
11 Eylül'ün yarattığı fırsatla Bağdat'a giren süper güç, büyük gösteriler
yapsa da, aslında gücünün sınırlarını sergilemeden edemedi.
hareket YDD’nin ilk on yılındaki “barışçı” havadan da beslenmişti, ancak emperyalist paylaşımın şiddeti bir biçimde kendini en dehşetli ölçülerde a- çığa vuranca hareket bu gelişmelere hem ideolojik-politik olarak hem de strateji ve örgütlenme açısından tümüyle hazırlıksız yakalandı. Değişim çok zorlu adımları gerektirdiği için hareket bunu yakalayamadığı ölçüde etkisini yitiriyor.
II
YDD gemisinin “süper güç”ün kaptanlığında 11 Eylül saldırısının yarattığı rüzgarla yelkenlerini şişirerek yol aldığı günlerin sonunda, denizin bittiği noktadayız. 11 Eylül’ün yarattığı fırsatla Bağdat’a giren süper güç, büyük gösteriler yapsa da, aslında gücünün sınırlarını sergilemeden edemedi. “380 milyar dolar askeri bütçeli”, dünyanın en yüksek savaş tekniğine sahip Amerika Irak’ı işgal etti, ancak egemenlik kuramadı. Bu gerçekliğin bir sonucu olarak, şahinlerin içinde “I- rak’tan çekilme” tartışılmaya başlandı ve ABD’nin dünya liderliği büyük darbe aldı.
Amerikan strateji merkezleri harıl harıl bu tıkanışa çözüm arıyor. Was- hington’un 11 Eylül sonrası dünyaya
55
C J O İ KasiM'AraIiI< 2005
meydan okuyuşuna hiçbir büyük güç silahla karşı duramadı. Başka yollardan karşı durmaya çalıştılar. Bu çabalar Irak Savaşı’nı engelleyemedi. Pentagon, Bağdat’a girildiğinde tam bir zafer sarhoşuydu. Ancak bu sarhoşluktan uyanması uzun sürmedi. Güçlü dostlarından -İngiltere hariç- etkili bir yardım alamadı. Irak’ta ve elbette Ortadoğu’da yeni hedeflerine uygun egemenlik kurma süreci uzadıkça strateji patinaj- yapmaya başladı. Bu durumu değerlendiren “uzmanlar” bir kavram yaratmak zorunda kaldılar: “Birleşik Devletlere karşı yumuşak dengeleme- soft balancing.” (Robert A. Pape, “Soft Balancing against the United States”, International Security, Summer 2005)
“Yumuşak dengeleme”nin stratejik maliyetine gelmeden “unilate- rist” günlerin Amerika’ya nelere mal olduğuna bakalım. Amerika, “kötülükler imparatorluğu” diye nitelendirdiği sosyalist sistemin çöküşüyle büyük bir itibar kazanmıştı. Ancak bu itibarlı, günler artık gerilerde kalmıştır. Washington bu itibarı, emperyalist sistemin mantığı gereği sadece kendi çıkarlarına dönüştürme yolunu izledikçe tablo hızla değişti.
Amerika üç yıl içinde önemli bir i- maj kaybına uğramıştır. Bu kaybın İngiltere ve İtalya’da da oldukça sert yaşanması ilginçtir. Irak savaşında Avrupa içinden Amerika’yı en çok destekleyen bu ülkelerin yaşadığı tam bir düş kırıklığıdır. Türkiye’de Amerikan imajının çok geri noktalara çekilmesi, bu yılın başında Amerikan yönetiminin motivasyonuyla basın aracıyla başlatılan salvo ateşinin yersiz olmadığını gösteriyor. Yüz kişiden sadece oniki
kişinin Amerika’yı olumladığı bir Türkiye! Nereden nereye?
Öte yandan, YDD’nin ikinci döneminde Amerika’nın en sıkı batılı müttefikleriyle ilişkisinde de önemli yaralanmalar olmuştur. ABD’den bağımsız davranma istekleri artmaktadır.
Sosyalizmin yıkılışının ve ABD’nin unilaterist stratejisinin sonuçları çok açık bir şekilde gözleniyor. Dünün çok sıkı müttefikleri bugün artık aralarındaki mesafeyi yavaş yavaş artırıyorlar. Bu konuda en sıkı müttefik olan İngiltere’de bile ABD politikalarından bağımsızlaşma eğilimi artmıştır. Rusya çarpıcı bir gelişme yaşamıştır. Yeltsin dönemi Rusya’sından bugünlere gelinmiştir. ABD ile “dostluk” kurma günleri hatırlansın, üzerinden bir on yıl bile geçmedi. Şimdi Rusya’nın yüzde 72’si ABD’den bağımsız bir politika istemektedir. Türkiye için yarım asırlık sıkı ittifakın nasıl bir düş kırıklığına dönüştüğü görülüyor. ABD ile “sıkı” ilişki isteyenler beşte birin altına inmiştir.
ABD’nin 2000 yılından sonra izlediği politikaların politik maliyeti ortadadır. Elbette “yumuşak dengele- me”nin sonunda savaşa engel olamadığı biliniyor. Ancak bunun da bir maliyeti vardır.
“Yumuşak dengeleme, ABD’nin yakın gelecekte özel askeri hedeflerdeki başarılarını engellemeye yetenekli olmasa da, ABD güç kullanımının maliyetini yükseltecek, gelecekte Amerika’nın askeri maceralarına katılacak ülkelerin sayısını azaltacak ve ABD’ye karşı ekonomik güç dengesini değiştirebilecektir.” (Robert A. Pape, ay. S: 10)
B i r l e ş i k D e v l e t l e r i n İ m a j ı n d a k i D ü ş m e ^(İmajı o lum layan la rm yüzdes i)
r İngiltere Fransa Almanya İtalya İspanya Rusya Türkiye 1
1 A B D İm ajı
I 1999/2000 83 62 78 76 50 37 .1 T em 2002 75 63 61 70 61 30I Şub 2003 48 31 25 34 14 28
2I Değişim -Tl -32 -36 -36 -33 -18
Kaynak: Pew Global Attitudes'Projekt (Washington, D.C. Pew Research Çenter, 1V
March 2003), akratan Robert A. Pape ay. S: 2 2 J
Bu tespitin ABD güvenlik uzmanlarınca Irak Savaşı günlerinde değil de bugün yapılmasının bir nedeni olmalıdır. “Yumuşak dengeleme”nin en aktüel olduğu günler Irak Savaşı öncesinde BM binasında verilen “salon savaşları” sırasındaydı. Aradan beş yıla yakın zaman geçtikten sonra bir kavram icat etmek (“yumuşak dengeleme”) ve üzerine çözümlemeler yapmak, geç kalmış çok anlamlı olmayan bir çaba gibi görünüyor. Ancak gerçek böyle değildir. Beş yıl önce ve Bağdat zaferinden hemen sonrası dönemde hiçbir ABD yöneticisi ve strateji uzmanı pratik olarak karşı karşıya geldikleri “yumuşak den- geleme”yi hem yeterince ciddiye almadılar hem de bu işin pratik maliyetinin bu kadar yüksek olacağını göremediler.
“Anti-ABD ittifakı şekillendirmek yerine, ülkeler “yumuşak dengeleme” yapıyor: ABD politikasına karşı diplomatik pozisyonlarını koordine ediyor ve birlikte daha etkili oluyorlar.” (Stephen M. Walt, “Taming American Policy”, Foreign Affairs, Eylül-Ekim 2005, s: 113)
Günümüz paylaşım savaşlarında saflaşmalar gerçekten kendine özgü yollar izliyor. Katı bir “anti-ABD ittifakı” bu süre içinde hiçbir zaman şekillenmedi, ancak koordine edilen “yumuşak” güçlerin de stratejik bir rol oynayabileceği ortaya çıktı. Bugün Amerikalı strateji uzmanları bu çok sevdikleri yeni “soft balancing” kavramıyla tartışmalar yapıp soruna bir çözüm arıyorlarsa, sadece bu bile BM’deki “salon savaşlarf’nm zamanında nasıl kü- çümsendiğinin itirafından başka bir şey değildir. “Yumuşak dengeleme”, ABD’nin davranışının maliyetini artırmış ve stratejinin uygulanışının hızım kesmiştir.
“Bununla birlikte, yumuşak dengeleme, alın yazısı değildir. Bush yönetiminin saldırgan unilaterist ulusal güvenlik politikası yumuşak dengelemenin baş nedenidir ve bu stratejinin reddedilmesi esas çözümdür.” (Robert A. Pape, “Soft Balancing against the United States”, İntemational-Seeurity, Yaz 2005, s: 10) Irak Savaşı’nın sonuçları strateji değişikliği tartışmalarını gün-
94
Kasim-AraLik 2005 c p !
A B D D ı ş P o l i t i k a s ı v e A B D ’d e n b a ğ ı m s ı z l ı k , 2 0 0 2 - 2 0 0 3(Cevap veren yüzdes i)
İspanya Rusya Türkiye
- 21 16
-70 74
57 55 689 11 14
53 29 3533 48 4810 17 12
İngiltere Fransa Almanya İtalya
44 21 53 3652 76 45 58
42 71 67 5230 9 11 17
56 76 68 5231 15 30 3611 7 1 7
40 30 46 3048 67 52 63
ABD dış politikası diğerlerini dikkate alıyor Evet H ayır
ABD dış politikasının ülkemiz üzerindeki etkisi O lum suz O lum lu
Neden ABD politikası olumsuzluk yaratıyorBush yönetim i Genel o larak A B D İkisi ide
Avrupa-ABD güvenlikilişkileriSıkı kalsınDaha bağımsız olsun
deme getirmiştir. Beş yıl önce W.Bush yönetimince saldırgan bir şekilde pratikleştirilen unilaterist “temel strateji” bugün işlememektedir. Güç merkezleri pozisyonlarının yeniden bu gerçeklere göre düzenlemek zorundalar. Yaşadığımız günler bu sancıların artacağı günlerdir.
YDD’nin yeni bir aşamasının e- şiğinde olunduğunun ilk ve en ö- nemli işareti ABD’nin pozisyonundaki kaymadır. Güç ve itibar olarak unilaterist stratejisini sürdürmede büyük sorunlarla yüz yüzedir. Elbette bu pozisyon kaymasından sonra ABD’nin nasıl bir yolda karar kılacağı henüz belirsizdir. Kesin olan u- nilaterizmin bu haliyle yürümediğidir. Eşiğinde olduğumuz dönemin ö- zellikleriyle ilgili önceki iki dönem kadar kesin nitelemeler henüz yapa- masak da, kendini net bir biçimde ortaya koymuş ana eğilimleri tespit edebiliriz. Bunların bazıları hızla değişime uğrayabilir, ancak bazılarının derinleşen bir eğilim taşıdıkları kesindir.
IIIEşiğinde olduğumuz dönemin ilk
özelliği, artık dünyanın unilaterist bir stratejiyle yürümeyeceğinin ortaya çıkmış olmasıdır. Ancak buradan düz bir mantıkla “multilaterist”-“çok kutuplu” bir stratejinin egemen olacağı ve bunu büyük güçlerin en azından bir kısmının “birlikte” uygulayacağı sonucunu çıkartmak hatalı olur. “Çok kutuplu dünya” vurgusunu yapan büyük güçler, ki ABD dışında hemen hepsi- dir, kutupların dünyayı “birlikte” yönetmesini istiyorlar. Ancak emperyalist yeniden paylaşımın mantığından böyle bir “birliktelik” çıkması mümkün değildir. Henüz katı saflaşmalar olmasa da, önümüzdeki yılların “yumuşak” geçmeyeceği kesindir. Başta enerji ü- zerine yürüyen paylaşım bugünden çok daha fazla sertleşmelere gebedir. ABD’nin pozisyon kaybı, AB’nin tıkanması, buna karşılık Çin’in gelişimi ve Rusya’nın toparlanması geleceğin çok daha fırtınalı olacağının en temel i- şaretleridir. Şu anda yaşadığımız geçi-
24 17 1760 72 62
Kaynak: aynı, Robert A. Pape, s.23 W
ci soluklanma fırtınalı günlere hazırlıktır. “Çok kutuplu” ve kutupların dünyayı birlikte yönettiği bir sürece değil, “çok başlı” ve daha gerilimli bir döneme giriliyor.
İkincisi, paylaşımın gerilimi artıp, alanı daraldıkça bizzat büyük güçlerin dolaysız çatışmaları daha fazla olasılık haline gelmektedir. Yaklaşan dönemde bu olasılık artacaktır. Bush yönetiminin “sınırlı nükleer savaş” stratejisi ü- zerinde “çalıştığı” biliniyor. Pasifik bölgesinde Çin ve Japonya arasındaki ilişkiyi Washington bilinçli bir şekilde geriyor. Büyük güçlerin doğrudan çatışmasından beş merkezin kendi aralarında tutuşacağı cehennem savaşlarını elbette kastetmiyoruz. Fakat özellikle Çin ve Rusya üzerinde yeni oyunlar oynanırsa bunların çeşitli güç merkezleri arasmda kaçınılmaz doğrudan temaslara yol açması büyük olasılıktır.
Üçüncüsü, paylaşımın üzerine geçirilen ne demokrasi ne de terörle mücadele kılıflarının artık bir rol oynaması mümkün görünmüyor. Şunu biliyo-
C | O İ Kasim-AraLik 2005
ruz. Özellikle Amerika, devasa gizli servisleriyle dünyanın herhangi bir köşesinde düşünceleri karmakarışık edecek terör eylemleri örgütleyebilir. Ancak bugüne kadar yaşananlar bu tür provokasyonların etkisini azaltacaktır. Dolayısıyla emperyalist paylaşımı ör- tüleme çok zorlaşmaktadır. Bunun ö- nemi nerededir? Gerçek aktör olan halkların sahneye çıkmasını hızlandırır.
Dördüncü olarak, “bilgi çağı”nm bozulan büyüsünden “genetik çağı”nm korkutucu atmosferine giriştir. Dünyayı yönetmekte çok kötü smavlar vererek büyük itibar kaybına uğrayan “süper güç” eline gerçekten yeni süper bir teknik almaktadır. Genetik mühendisliği ve nano teknolojinin imkanlarıyla kendi çıkarlarından ötesini göremeyen süper gücün buluşmasından ne eşitlik, ne demokrasi ne de refah gibi masum düşler ortaya çıkamaz. YDD’nin yeni dönemi, süper güçlerin pozisyonlarından öteye artık onların var oluşlarım sorgulayıp, yargılayan bir bilinç oluşumunun toprağını gübreleyecektir.
Son olarak, 11 Eylül’le kırılmaya uğrayan anti-küresel hareket YDD’nin derinleşmesiyle yerini farklı, ancak daha köklü halk hareketlerine bırakıyor. Bu hareketler zaman zaman parlıyor, ancak sönüp kaybolmuyor. İçin için yanarak yayılıyor ve yeniden ortaya çıkıyor. Arjantin ayaklanmasını YDD’ye karşı inatçı halk hareketlerinin yeni bir seviye kazanmasının sembolü olarak kabul edebiliriz. Bu söylenirken Zapa-
tistalar elbette unutulmuyor. YDD’ye karşı yeni bir üslupla yapılan ilk etkin çıkıştı. Arjantin ayaklanması farklı bir seviyenin habercisi oldu. Venezüella, Brezilya, Bolivya, Uruguay ve hemen tüm Latin Amerika ülkelerinde YDD’ye karşı somut talepler içeren halk hareketleri ve ayaklanmalar yaşanıyor.
Orta Afrika, kapitalizmin ve yeniden paylaşımın tam bir yıkım alanıdır. Milyonların çok rahatlıkla öldüğü bu kıtanın yayacağı tepki ve göç dalgaları YDD’de mutlaka sarsıcı etkiler yaratacaktır.
Ortadoğu’nun, ABD müdahaleleriyle şekle girmesi mümkün değildir. Fakat bu baskı ve katliamlar 1950’ler- dekinden daha yüksek yeni direniş dalgası yaratacaktır. Amerika Ortadoğu’da ateşle oynuyor. Her dokunuşta denetlenemez güçler açığa çıkacaktır.
Halk hareketlerinin yaygınlaşmasına Avrupa’daki gelişmeleri de katmamız gerekiyor. Fransa ve Hollanda’da küreselleşmeyle ve refah devletlerinin tasfiyesi ile yaygın bir hesaplaşma başlamıştır. Almanya seçimleri de bunu gösteriyor. Avrupa’da Refah Devletleri erirken Atlantik’in öbür yakasında da “Amerikan tipi yaşam tarzı” artık erişi- lemez eski bir düşe dönüşüyor.
Genel olarak dünyaya baktığımızda Berlin Duvarı’nm yıkıldığına çok sevinen Batı ülkeleri şimdi yoksulluk denizinin ortasında kendi etraflarına duvar örmek zorunda kalıyorlar. Dünyada hızla yükselen gerilimin bu duva
rın arkasında tutulmasının imkanı yoktur. Sonuç olarak, YDD’nin ilk on yılındaki havaya denk düşen anti-küresel hareketin yerini tek tek ülkelerdeki halkların neo-liberal politikalara karşı tepki ve ayaklanmaları alıyor. Daha köklü, daha dayanıklı olan bu hareketler neo-liberal politikalar derinleştikçe yaygınlaşacaktır. Sonuç olarak, neo-liberal politikalar derinleştikçe, halk hareketleri de daha yaygın ve dayanıklı hale geliyor. Önümüzdeki günlerde neo-liberal politikaları halkların kuşatması yaşanacaktır.
IVAmerika’nın Irak işgaliyle düştüğü
pozisyon onun aynı zamanda dünyanın diğer alanlarında da zemin kaybetmesine yol açıyor. Bu konuda en göze batan alan Latin Amerika’dır. Washing- ton Irak’tan elini biraz boşa çıkartabilirse Latin Amerika ve daha sonra Çin’le uğraşacaktır. Ancak burada artık bütün görüntü değişmek zorunda kalacaktır. Bugüne kadar eski sosyalist ülkeleri “diktatörlüklerden”, dünyayı da Bin Ladin gibi teröristlerden kurtaran ABD, Latin Amerika’da kimi kimden kurtaracaktır? Latin Amerika halkları artık bu kurtarma oyunlarından yeterince ders çıkartmıştır. Buralara her ABD müdahalesi halkların tepkisiyle karşılaşacağı için, bu durum insanlık üzerinde gerçek bilinçlenmeyi yaratacaktır.
YDD’nin bundan sonraki sürecinde sadece büyük güç merkezlerinin bencil manevraları değil, bunların yolunu kesmeye çalışan dünya halklarının öfkeleri de bir güç olarak devreye girecektir. YDD’nin ilk on yılında ortaya çıkan tepki daha çok yüzeyseldi. 21.yy.la birlikte YDD’ye karşı tek tek ülkelerde tepkiler derinleşiyor. Bu tepkilerin en fazla yaygınlık kazandığı a- lan Latin Amerika’dır. Önümüzdeki dönem, bir tarihsel basamak olmaya a- daysa, tek tek ülkelerdeki YDD karşıtı halk hareketlerinin “küresel” ittifaka tırmanması gerekiyor. Eğer bu hareketlerin ittifakından oluşan bir anti küresel hareket örgütlenebilirse, bu yepyeni bir dönemin habercisi olacaktır.
26.10.2005
KasiM'AraIiI< 200? t p l
Ka r a a l t in s a v a ş l a r iAyşe Tcınsever
Petrol fiyatları tüm zamanların en yüksek düzeyinde seyrediyor. Gerekçe olarak çeşitli şeyler öne sürülüyor. Ancak petrol üzerindeki arz ve talepte bir denge vardır. Öne sürülen gerekçeler, arz ve talep yasaları ile işlediği savunulan kapitalist
ekonomi kurallarına uymuyor. O zaman petrol fiyatları neden yükseliyor?
IPetrol fiyatları yükseliyor. Birkaç
yıl önce varili 10 dolarlara kadar inen petrol şimdi 70 dolar civarında ve yarın 100 dolara kadar çıkabilir. Irak Savaşı başlamadan önce savaşın olası sonuçları konusunda petrolün bu rakama çıkabileceği tahmin ediliyordu. Her-
Ikes korkuyordu. Savaşa karşı argümanlardan bir tanesi yüksek petrol fiyatı korkusuydu. Ancak bakıyoruz şimdi petrol fiyatları yükseliyor ama ses yok. Eskisi gibi yer gök inlemiyor. Bir suskunluk var. Bu da garip. Sanki herkes daha yüksek fiyata hazırmış gibi. Gerekçe olarak şimdiki reel fiyatın 1979’lardaki fiyattan daha düşük olmasına işaret ediliyor.
Bu bize biraz garip geliyor. Aslında yüksek petrol fiyatlarının yoksul halkların canını acıttığı kesin. Çin’de yapılan ekonomik bir toplantıda petrol fiyatlarının yükselmesinin ekonomilere büyük bir darbe vuracağı açıklandı ve önlemler alınması istendi. Ama ba
sın tümüyle öylesine finans kapital güçlerinin elindeki halkın acılarına ve gelecekteki olası sonuçlarına herkes devekuşluk yapıyor. Bu konuda en u- fak bir korku işareti vermiyorlar. Sanki bir galeyandan korkuyorlar.
Ne oluyor? Neden petrol fiyatları yükseliyor? Gelecekte neler olabilir? Yüksek fiyat kimin, neden işine yarıyor? Fiyat artışları kimin zararına? Bu yazı çerçevesinde bu sorulara yanıtlar bulmaya çalışacağız.
Neden fiyatlar yükseliyor?
Belki garip gelecek, ama bu konuda kesin bir şey söylemek olası değil. Kapitalist piyasa koşullarına göre bir malın fiyatı arz ve talep kuralları içinde belirlenir. Petrole baktığımızda ise şu anda çıkan miktar dünya petrol talebini karşılamaya yetiyor. Dünyamız kaba bir rakamla günde 81-82 milyar
varil petrol tüketiyor. Ve çeşitli yerlerden çıkarılan petrol miktarı bunu karşılıyor. Hatta OPEC üyesi ülkeler gerektiğinde daha fazla çıkarabileceklerini söylüyorlar. Yani sonuçta bir arz eksikliği yok. Ama ona rağmen fiyatlar artıyor.
Petrol arzının bu günkü yatırımlar göze alındığında gelecekte de talebi karşılayabileceğine iyimser bakmak o- lası değil. 2015 yılında petrol ihtiyacı 85 milyar varile çıkacak ve bugünkü yatırımlara ve araştırmalara baktığımızda bir arz eksikliği olması büyük bir olasılık. Yani eğer hemen müdahale edilmez ise yarın talebin karşılanamaması söz konusu.
Deniyor ki,' petrol çıkarımı, yeni petrol rezervi bulunması bir tepe noktaya ulaştı. Bundan sonra petrol çıkarımını fazlalaştırmak olanaksız. Artık petrol bolluğu bitti. Petrol yerine konulur bir şey değil. Geri sayıyoruz. Petrol azalıyor. Norveç petrolü, İngiliz petrolü ve Kanada petrolü artık tükenmek üzere. En azından tüketilenin yerini dolduracak petrol rezervi bulunamıyor. İnsanlığın enerji açısından sonu karanlık. Ve işte bu nedenlerle petrol fiyatları yükseliyor. Bu tezlerin hepsi doğru olabilir. Ancak yine ekonomistler ve uzmanlar bu tezlerin petrolün bugünkü yüksek fiyatını açıklamaya yetmediğini söylüyorlar. Çünkü şimdilik arz talebi karşılıyor. Ancak bu tezler o günler yaklaştıkça fiyatın yükselmesini açıklayabilir. Bugünden petrol fiyatının bu kadar yükselmesi anlamsız. Öyleyse neden yüksek?
Çin ve Hindistan öne çıkarılıyor. Ekonomik büyümeleri elbette korkunç
57
CJOİ KasiM'AraIiI< 2005
bir enerji ihtiyacı ortaya çıkarıyor. İki ülkenin de içerideki enerji çıkarımı e- konomilerinin ihtiyacını karşılamıyor. Giderek artan miktarlarda petrol ve doğalgaza ihtiyaçları var. Fiyatların yükselişi onların piyasaya girmesi ile açıklanmaya çalışılıyor. Ama yine dediğimiz gibi dünya enerji çıkarımı bu iki ülkenin talebini karşılıyor. Peki, neden petrol fiyatları yükselmeye devam ediyor?
Rafineriler eksik deniyor. Petrol toprak altından çıktığı gibi kullanılamıyor, mutlaka rafinerilerde işlenmesi gerekiyor. 1980 yılından beri yeni rafineri yapılmamış. Var olanlar çok eskiler. En ufak bir şeyde devre dışı kalıyorlar. Hatta şu Bush hükümetini rezil eden Katrina Kasırgası Meksika Körfezi’ndeki rafinelere büyük zarar verdi. Yeni bir kasırga daha geliyor. Bir tane daha gelebilir. ABD gerçekten benzin ve enerji açığı ile yüz yüze kaldı. Halk tasarrufa çağrıldı. Evet, dünyada bir rafineri ihtiyacı var. Tam bir dengede duruyor. Ama yine arz ve talep kurallarına göre neden yeni rafineri yapılmıyor? Oysa iyi bir iş alanı. Kapitalizmin kuralı öyle değil mi? Kar gelecek yerden rafineri neden esirgeniyor? Petrol tekelleri ya da hükümetler neden bu konuya el atmıyorlar? Rafinerilerin eski oluşu, yedekte bir rafineri olmayışı ve yenilerinin yapılmayışı da bugünkü petrol fiyatlarının yüksekliğini açıklamaya yetmiyor. Arkada başka bir neden olmalı.
İleri sürülen bir de politik olaylar
var. Irak Savaşı örneğin. Savaş öncesi Irak’ta günde 2.6 milyon varil petrol çıkarılıyordu. Hatta Cheney ekibi bir yıl içinde hızlı bir yatırım hamlesi ile bunu 5 milyon varile çıkaracaklar ve de Irak’taki ABD askeri harcamasını fazlası ile buradan karşılayacaklardı. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı. I- rak çıkarmasından beri petrol tesislerine, ABD askerleri öncelikle bunları korumasına rağmen, boru hatlarına 256’nın üstünde sabotaj yapılmış. Sonuçta Irak petrol çıkarımı 1.6 milyon varile düşmüş durumda. Her gün biraz daha düşme tehlikesi ile yüz yüze. Yani bu elbette bir açık. Ancak bu gene OPEC ülkelerinin fazla kapasiteleri ile karşılanıyor. O nedenle Irak petrol çıkarımındaki düşüş de tek başına petrol fiyatının yüksekliğini açıklamıyor.
Başka politik gelişmeler oluyor. Özellikle ABD güçlerine saldırı biçiminde petrol üreten ülkelerde istikrarsızlıklar yaşanıyor. Örneğin Yemen’de ABD savaş gemilerine saldırılıyor. Ya da Lübnan Akabe limanında demirlemiş ABD gemilerine roket atışı yapılıyor. Ya da dünya petrol çıkarımının en büyük devi Suudi Arabistan’da El Kaide güçleri saldırılarını artırıyor, ABD elçiliğini basıyorlar. ABD asker ailelerinin yerleşim alanını bombalıyorlar. Nijerya’da, ABD’nin gelecekte petrol ihtiyacının %25’ini karşılamayı düşündüğü ülkede yerli halk Shell petrol tesislerine saldırıyor. Boruları kapatıyor. Ya da Latin Amerika da petrol a- lanı olan Ekvator’da halk petrol kuyu
larını işgal ediyor. Kolombiya’da FARC gerillaları hala yenilebilmiş değil. Venezüella Devlet Başkanı Chaves ABD’ye ters politikalar izliyor. Ya da İran üzerinde oyunlar oynanıyor. ABD’nin onu ablukaya alma konusunda gücü azalıyor. ABD Afganistan’da, Irak’ta başarıya ulaşamıyor. Askeri gücü tartışılıyor. Dünyaya söz geçiremez hale geliyor.
Evet, dünya petrolünün %60’mın bulunduğu Ortadoğu’daki, Afrika’da Nijerya’daki, Latin Amerika’daki siyasi istikrarsızlık, hepsi petrol fiyatlarının yükselmesine etkendir. Meksika Körfezi’nde rastlanan kasırgalar ve çevre olayları da bu kategoriye girmektedir. Ancak bunları günlük borsa olayları içinde hissetmek olasıdır. Bu istikrarsızlıkların hiç biri petrolün O- PEC ülkelerinin petrol fiyatına biçtikleri 28-32 dolar makul fiyatının üstüne çıkmasını açıklamıyor. Sonuçta bu istikrarsızlıklar petrol akışını engelleyici bir işlev görmüyorlar. Korkular gerçekleşmiyor. Talep edilen petrol karşılanıyor. O zaman korkular dağılınca, petrol akışı aksamayınca fiyatların tekrar eski düzeyine düşmesi gerekmektedir. Düşmüyor. Öyleyse bu istikrarsızlıkların, korkuların üstünde bir neden var. Başka bir neden petrol fiyatlarını yukarı doğru çekiyor olmalıdır. Petrol fiyatlarını yukarı çeken nedir?
Soruna derinlemesine girmeden önce yukarıda açıklananlardan bir sonuç çıkaralım. Demek ki, kapitalist e- konomilerin meta fiyatlarını belirlediğini söylediği arz ve talep kanunu petrol için geçerli değildir. En azından petrol böyle bir kuralla fiyat bulmuyor. Petrol arzı talebi karşılayacak düzeyde, ama petrol fiyatları hala düşmüyor. Petrol üzerinde başka bir oyun var. Arz ve talebin işlemediği durumda bir kartelleşmeden söz etmek uygundur. Kapitalist ekonomi yasalarına göre tekeller öyle büyürler, öyle büyürler ki tüm dünya pazarını ellerine alırlar ve aralarında kartelleşirler. Fiyatları hangi düzeyde tutacaklarını kendi çıkarlarına göre belirler ve de uygularlar.
Petrol fiyatlarındaki yükselmenin
58
KasiM'AraIiI< 2005 c p l
nedeni petrol üzerindeki kartelleşme olarak belki açıklanabilir. Petrol fiyatları petrol kartellerinin isteği nedeniyle yükselmektedir. Onların çıkarı yükselmeyi dayatmaktadır. Öyleyse bu çıkarlara biraz daha derinden bakmak gereklidir. Sorunu daha derinlemesine incelemek gerekiyor.
Şimdi dünya petrol piyasasındaki son 15 yıllık gelişmeye kısaca değinmeye çalışalım
Karteller savaşıPetrol piyasaları
sosyalist sistemin çökmesinden sonra büyük değişiklikler yaşamıştır. Petrolün çok ağırlıklı çıktığı alanlara bir yenisi Rusya, Orta Asya ve Hazar Denizi çevresi petrolleri eklenmiştir.
Petrolün çok ağırlıklı çıktığı alanların başında Ortadoğu gelir. Suudi A- rabistan, Irak ve İran dünya petrol rezervlerinin %65’ini oluşturuyor. ABD petrol tüketiminin %20’sini, AB %43’ünü, Japonya %68’ini buradan karşılamaktadır. Yani Körfez ülkeleri Batı kapitalizminin enerji açısından vazgeçemeyeceği alanlardır. O nedenle Batı burayı karıştırmaktan ve kendi denetimine almaktan vazgeçemez. ABD açısından ise petrolü denetlemek dünya kapitalist ekonomisini denetime alması demektir. AB ve Japonya gibi rakiplerini ancak petrolü denetlerse dize getirebilecek, onların kendisi ile rekabet gücünü kıracaktır. Bunlar bilinen gerçeklikler.
Ortadoğu’da ABD ve Batı egemenliği eski gücünü yitirmektedir. İ- ran’da Şah’m devrilmesi bu ülke üstündeki denetimi kaldırdı. Saddam’a karşı savaş açılıp devrildi, ama hala I- rak petrolü denetim altına alınamadı. Suudi Arabistan petrolleri üstündeki Batı denetiminden kurtulmak, kendi zenginliklerine daha çok sahip çıkmak istiyor. ABD ve Batı bu olaylar karşısında çaresizdir. Bölgede her geçen gün denetim ve güçlerini kaybediyorlar. İsrail yetmiyor, Irak’ta ABD askerleri bir işe yaramıyor. Demek ki bugün olmasa bile gelecek açısından Ortadoğu petrolleri konusunda Batı’nm bir korkusu var. Ya da bu petrol alanları
üstündeki petrol kartelleri kendilerini eskisi gibi güvencede hissetmemektedir. Bu birinci olgudur.
a. Rus petrolleri
1990 yılında sosyalizmin yıkılması ile birlikte Rus petrolleri ve doğal- gazı Batı dev petrol şirketlerinin pazar alanı haline geldi. Hemen bunlara na
sıl sahip olunacağı ya da nasıl denetim altına alınacağı üzerine projeler, planlar yapıldı ve devletler eliyle uygulamaya kondu.
Rusya çok yönden bir baskı altına alındı. Hem ekonomik hem de politik. Özelleştirmeler dayatıldı. Özelleştirmeler Rusya’nın çıktığı yolda inandırıcı olmasını sağlayacak, onun geri dönüşünün önünü tıkayıcı önemli bir olgu olacaktır. Batı ancak özelleştirmede gösterdiği inat ile Rusya’ya güvenecekti. İşte o zaman yabancı sermaye de derya Rus pazarına akacaktı. Rusya’ya hep böyle söylendi ve doğal kaynaklarının, özellikle de petrol ve doğalgazmm özelleştirilmesi için müthiş bir baskı yapıldı. Zamanın devlet başkanı Yeltsin öyle bir Batı aşığıydı ve kapitalizme öylesine güveniyordu ki Rus doğal kaynaklarının vahşi bir şekilde talan edilmesinde hiçbir sakınca görmedi. Batı petrol şirketleri, özellikle BP, Rus petrollerinden pay aldılar. Bir çıkarma, araştırma, işletme hakkı elde ettiler. Ve bu işleri birbirlerini kollaya kollaya, destekleye des- tekleye yaptılar.
En iyi güvencelerden biri Rus vatandaşlarından bazılarının özelleştirme ihalelerine girmesiydi. Batı böyle “gözü pek” kişilerin arkasına siper aldı. Onları destekledi. Onlar eliyle işleri yürütmek daha doğru olacaktı. Hep böyle yapılmadı mı? Önce kişiler, sonra devlet satın alınırdı, Yukos petrol şirketi sahibi Khodorkovski bunların en belli başlılarmdandı. En dişlileri, en ileri gideni ve devlete meydan okuyanı o oldu. Birçok dalavere ve cinayet
lerle petrol şirketi Yukos’u kurdu. Sonra yavaş yavaş devlet politikalarına meydan okuyup petrolünü istediği ülkeye satabileceği konusunda diretti. Abramahov, Berezovsky gibi bazıları kaçtılar. Kimisi İngiltere’ye, kimisi İsrail’e sığındı. Khodorkovski ise arkasında ABD petrol şirketleri ve devleti Rusya’da özelleştirmenin sembolü ol
du. Bizim burada söylemek istediğimiz Batı petrol şirketlerinin Rus petrollerine sahip olabilmek için kullandıkları bir yolu anlatmaktı. Yukos böyle bir komplodur. Yukos ile tüm Rus petrolü denetim altında alınacaktı.
Batı elbette kaç yüz, yılın kurdu. Bir ülkenin doğal zenginliklerini kaybetmesine karşı tepki oluşacağını bir gün bu işe itiraz gelebileceğini biliyordu. O nedenle yoğurdu üfleyerek yiyordu. Yukos eğer Rusya topraklarında kök salabilse, varlığını koruyabilse arkasından geleceklerdi. Sonra Yukos’u ya da diğer şirketleri satın alırlardı. Rus devlet politikasını ele geçirirlerdi. İşte bu denendi.
Ancak Rusya’da Putin eliyle bu i- şe müdahale edildi. Yukos’tan başlayarak enerji kaynaklarına ulusal sahiplik adım adım ve yasal dövüşler sonunda ele alındı. Evet, Batı’ya herhangi bir açık vermemek gerekti. Onun i- çin kapitalist yasalara uymaya gayret gösterilerek enerji kaynaklarının denetimi Rus devletinin eline geçti. Şu anda Rus Gazprom’ı dünya enerji tekelleri arasındadır. İçinde özel, yerli yabancı başka petrol şirketlerinin hisseleri vardır. Ancak onun da çeşitli Rus petrol şirketlerinde hisseleri var. Örneğin son olarak Sibneft’i aldı. Ancak belirleyici olan Rus devletidir. Rus e- nerji pazarını kontrol altında tutuyorlar. Aslında Rusya, Yeltsin politikaları ile başlayan bir Suudi Arabistan ve şirketi Aramco olma sürecinden Putin politikaları ile kurtuldu. Şimdi Putin, görüyoruz ulusal çıkarlara öne alarak kime nasıl petrol verileceğini ülke
En iyi güvencelerden biri Rus vatandaşlarından bazılarının özelleştirme ihalelerine girmesiydi. Batı böyle "gözü pek" kişilerin arkasına siper aldı. Onlar eliyle işleri yürütmek daha doğru olacaktı. Hep böyle
yapılmadı mı? Önce kişiler, sonra devlet satın alınırdı.
59
C |O l Kasim-AraIiI< 2005
stratejik hedeflerine göre belirliyor. Ve daha kişilikli bir politika yürütüyor, yürütebiliyor. İstediği zaman Batı politikalarına meydan okuyabiliyor. Ama eğer petrolde denetimi kaybetseydiler bunu yapabilmeleri çok zordu. Petrol ekonomilerin öyle güçlü bir elemanı ki devlet politikası olarak dikkate alınmak zorunda. Zaten Bush hükümeti de petrol tekellerinin bir temsilcisinden öte kendisidir.
Batı petrol tekellerinin Rus petrolü üstünde oynadığı birinci oyun özelleştirmeleri şart koşmak idiyse İkincisi de aralarında anlaşarak dünya petrol fiyatlarının düşük tutulmasını sağlamaktı. Rus petrolü doğa koşullarının zor olduğu yerlerden çıkarılır ve tüketim alanlarına Körfez ülkelerinden daha uzaktadır. O nedenle maliyeti daha yüksektir. 2000’li yıllara kadar süren Rus petrolünü parselleme savaşı sırasında fiyatların düşüklüğü Rusya’nın ihtiyacı olan yatırımlar için gerekli sermaye birikimine olanak tanımadı. Eğer petrol fiyatları ucuz ise petrol a- lanlarmın satımı, onların hisse payları da ucuz olur. O günlerde ucuza alman şirket hisseleri şimdi onlarca değil, yüzlerce, binlerce katma gidiyor. Bu o dönemde nasıl bir ucuz petrol oyunu oynandığına bizce güzel bir örnek. Ayrıca petrol fiyatlarının ucuzluğu ve sermaye peşinde, nakit peşinde koşan devletin bir para getirmeyen petrol kaynaklarını satmak istemesi teşvik e- dilmiş oluyordu. Ucuz petrol satışa iyi bir gerekçe olmuştur.
Batı petrol şirketleri ve devletlerinin Rus enerji kaynaklarına karşı uy
guladığı dördüncü plan ise petrol ve doğal gazın dış ülkelere akışının de- netlenmesiydi. Örneğin İngiliz ve ABD tekelleri AB’ye enerji akışının mutlaka kendi denetimlerinde olmasını sağlamaya çalıştılar. AB petrolün yarışma yakınını, doğal gazın üçte birini Rusya’dan karşılar. Gelecekte do- ğalgaz ihtiyacının yarıya çıkacağı he
saplanıyor. ABD eğer AB’yi denetiminde tutacaksa mutlaka bu konuda söz sahibi olmalıdır. O nedenle projesi tamam, finansmanı bulunmuş Alman- ya-Rusya doğalgaz boru hattı engellenmeye çalışılır. Alternatif Ukrayna, Macaristan ve Hırvatistan boru hattı kabul ettirilmeye zorlanır. Öbürünün yolu üzerine engeller konulur. Baltık ülkeleri, Polonya, Ukrayna bu doğrultuda kullanılır. Çeşitli bahaneler ileri sürülür. Ama sonunda Rusya, Finlandiya limanı Primorsky’e boru hattı döşer ve Litvanya’nm Ventspils vanaları kapatılır. Litvanya’nm bağırmalarına ne ABD ne de BM koşabilir.
Özetlersek 1990 yılında sosyalizmin çökmesi sonrası Rusya petrol ve doğalgaz pazarını ele geçirmek Batı petrol tekellerinin en büyük düşü oldu. Özelleştirme, enerji kaynaklarının denetlenmesi ve yolları üzerine engeller koyma uyguladıkları belli başlı taktikler arasındaydı. Bu dönemde petrol fiyatlarının düşük tutulması bu planın bir parçası olsa gerekti. Ancak 2000’li yıllardan başlayarak Putin ile beraber Rusya Batı tekellerinin bu planına karşı dövüşmeye başladı. Enerji kaynaklarına sahip çıkma mücadelesi verdi. O zamanda petrol fiyatları yavaş yavaş yukarı doğru tırmanmaya başladı. Çünkü Batı, Rusya petrol alanlarını denetimi altına alamamıştı. Elinden kaçırıyordu. Batı’nm elindekiler daha değerlenmeye başladı.
Elbette petrol fiyatının yavaş yavaş yukarı çıkışının perde arkasında Hazar Denizi havzası petrolleri de vardır.
b. Hazar Denizi Bölgesi
1. Batı
Sosyalizmin çökmesi yalnız Rus petrol piyasasını değil, aynı zamanda eski sosyalist cumhuriyetlere bağlı Orta Asya, Kafkas ve Hazar Denizi çevresindeki petrol alanlarını da petrol dövüş merkezine oturttu. Batı ve
ABD’nin bölgeye yönelik taktiği bu bölgedeki ülkelerin Rusya bağlarını koparmak, kendilerine bağlamaktır. Bu planın baş mimarı Clinton’dur. Kazakistan, Özbekistan, Tacikistan, Türkmenistan, Azerbaycan çeşitli vaatlerle Batı petrol şirketleri ile anlaşmalar yaparken ABD de bunlarla askeri işbirliklerine girdi. Boşalan eski sovyet üsleri ABD üsleri haline geldi.
Azerbaycan ve Kazakistan’a askeri yardım başladı. Kazakistan’da dev petrol ve doğalgaz havzası Kaşagan karşısında Atyrav eski sovyet askeri üssüne Amerikan askerleri yerleştiler. Kaşagan’a Exxon Mobil, Conaca Philips, Royal Dutch ve Shell yatırım yapmaya başladı. Azerbaycan’a askeri yardım başladı. Petrol boru hattı için hemen projeler sunuldu. Bakü’den başlayacak, Gürcistan üzerinden, Tiflis’ten Türkiye Ceyhan’a akacak BTC boru hattı projesi üstünde duruldu. Çok pahalı olan bu projeye BP başta olmak üzere Japonya ve Türkiye gibi birçok ortak alındı. Önemli olan Gürcistan’dı. Shaverdnadze boru hattından büyük pay istiyordu. Payını artırmak için ülkesine Rus şirketlerini davet etmeye başlaması ile siyasi kariyerinin sonuna geldi. ABD kendine köle olacak başka birini başkan seçtirdi.
Gürcistan Hazar Denizi petrollerinin kilit ülkelerinden biridir. Rusya’nın bu havzadan çıkan petrolünün eh rasyonel, kestirme ve ucuz olarak Batı’ya aktarımı Kafkaslar ve Karadeniz üzerindendir. İşte Gürcistan tam bu yol üstünde durur ve bu ucuz akışı engeller. Rusya’nın Hazar havzasından
çıkan petrolünün değerlendirilmesinin önüne set çekilir. ABD, Çeçe- nistan ve Gürcistan’ı bu emellerine alet eder. O nedenle de Çeçen teröristleri el altından des
teklenirken Gürcistan kişi başına İsrail’den sonra ikinci en çok askeri yardım alan ülke durumuna gelmiştir. Bu iki ülke ile Hazar ve Orta Asya petrolünün Rusya üzerinden AB yolu engellenmeye çalışıldı.
Hazar petrolünün Rusya üzerinden çıkışını engellemek bölge ülkele-
Özetlersek 1990 yılında sosyalizmin çökmesi sonrası Rusya petrol ve doğalgaz pazarım ele geçirmek Batı petrol tekellerinin en büyük düşü oldu. Özelleştirme, enerji kaynaklarının denetlenmesi ve yolları üzeri
ne engeller koyma uyguladıkları belli başlı taktikler arasındaydı.
6 0
KasiM'AraİiI< 2005 C |O İ
rini Rusya’dan koparmanın bir yoludur. Bölgenin Rusya’ya akan petrolüne yeni bir rota çizilmesi gerekiyordu. Başka açılımda göstermek gerekmektedir. İşte bu açılım BTC’dir. (Bakü- Tiflis-Ceyhan boru hattı) Azerbaycan kıyılarından çıkarılan petrol Gürcistan üzerinden Türkiye’ye girer ve Akdeniz’den Avrupa’ya ulaştırılır. Yani Hazar Petrolü’ne Rusya üzerinden kestirme yol varken daha pahalı ve uzun bir rota çizdirilir. Önemli olan Hazar Denizi petrolünün Akdeniz’e çıkarılmış olması ve musluk başının ABD ve İngiltere vs tarafından tutulmasıdır. Projeye göre Kazakistan petrolü de buradan aktarılacaktır önümüzdeki dönemde.
BTC petrol boru hattı baştan sorunludur. Çünkü bu yol Hazar petrolümün en pahalı çıkışıdır. Eğer diğer aşa- ıda anlatacağımız çıkışlar hayata ge- irilirse BTC kullanılmaz hale gelebi-
O nedenle artık petrol fiyatlarını uradan akanı karlı hale getirebilmek çin sürekli pahalı tutmak ABD ve hissi olan ülkelerin politikası olmak zo- ndadır. Ortadoğu’da huzursuzluk bu
>oru hattı ile yakından ilgilidir.
2. Doğu
ABD’nin Hazar Denizi’nin doğusu yada Orta Asya ülkeleri üstündeki planı bura petrolünü Rusya ve Çin de- aetiminden koparmaktır. Türkmenistan petrolü, Afganistan ve Pakistan ü- ferinden Hint Okyanusu’na aktarıla- jaktır. Böylece Rusya ve Çin’den ön- :e davranılacaktır. Çin ekonomisinin nerji kaynağı böylece ABD denetimi- le alınacaktır. ABD petrol şirketi Uno- :al bu işin baş plancısıdır. ABD 11 Ey- BTü bahane ederek Afganistan’a sa- raş açar. Savaş sonrası Unocal American petrol tekeli danışmanlarından farzai, Afganistan’a kukla devlet baştanı yapılır. Karzai’nin ilk işi Türkme- ılstan ve Pakistan ile boru hattı anlaş- lası imzalamaktır. Bu projenin ger- ‘kleşmesi doğrultusunda bir adım a- lamadığım yazmaya gerek yok sam
ız. Türkmenistan sürekli olarak oyamıyor.
L Ancak elbette Rusya ve Çin’in, D Afganistan ve sonra Irak’ta savanken elleri armut toplamadı. Onlar da
Özbekistan, Kırgızistan ve Kazakistan’a önemli tekliflerle gittiler. Bu ülkelerle Şangay İşbirliği Örgütü kuruldu. Ekonomik ve askeri işbirliği anlaşmaları imzalandı. ABD, geçtiğimiz yaz aylarında bu ülkelerin kendi saflarından çıkacağını hissettiği için kendine yakın güçleri vaktinden evvel darbe yapmaya zorladı ve başarı sağlayamadı. Özbekistan’dan kovuldu. Kırgızistan ise ABD ile ilişkilerini sadece ekonomik düzeye indirdi.
Sonuçta ABD ve petrol tekelleri Orta Asya petrollerinin Rusya denetiminden çıkmasında başarılı olamadılar. Çünkü Afganistan’da bir düzen o- turtamadılar. Taliban güçlerini yenemediler. Savaş hala bin bir göz boyamaya rağmen sürüyor. Türkmenistan- Afganistan- Pakistan petrol boru hattında en ufak bir ilerleme yok. ABD’nin bölgedeki iktidarsızlığı ülkeleri eski ittifaklarına dönmeye zorladı. Rusya ile ilişkiler yeniden kuruldu. ABD hayalleri öldü.
Orta Asya petrollerinin denetimi ABD açısından Çin’in ekonomisini e- line almak için de önemliydi. Rusya çıkarılırken Çin’in girmesi engellenecekti. Afganistan’daki başarısızlık bu konuda da başarısız olmayı getirdi. Çin Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan ile enerji çıkarım anlaşmaları imzaladı. Bu da yetmedi, başka alanlarda da ekonomik işbirliği anlaşmaları yaptı. Kısaca ABD çıkarken Rusya ve Çin bölgeye girdiler.
ABD ve Batı tekelleri Kazakistan petrolleri gibi yerlerde çeşitli hisseler, çıkarım anlaşmaları imzaladılar, ama BTC gibi bir hat kurulamadı. Batı Rusya’daki gibi buradaki petrolleri de elinden kaçırınca sahip olduğu petrolü daha pahalı satmak, onu daha değerli hale getirmekte artık bir çekince görmüyor. Ayrıca Irak petrolüne sahip o- lamadıkça ve Ortadoğu petrolü üzerinde geleceğini karanlık gördükçe petrolün pahalı hale gelmesi de kaçınılmaz oluyor.
3. Güney
Hazar Denizi’nin güneyinde bir ülke daha vardır; îran. İran iki yönden stratejik bir noktadadır. Bir yandan Hazar petrollerinin İran üzerinden geçmesi en rasyonel olanıdır. Hem BTC hem de Türkmenistan-Afganis- tan-Pakistan yolundan daha kısa ve daha ucuzdurlar. İstendiği taktirde Hazar petrolü İran, Irak ve Suriye üzerinden BTC’den çok daha kolay bir şekilde Akdeniz’e aktarılabilir. Bu yol kesinlikle BTC’nin ölümü demektir. Batı devletleri ve petrol şirketleri hiçbir zaman böyle bir şeye göz yummayacaktır.
İkinci olarak İran, Ortadoğu petrol alanında bulunur. Bölgenin 2. büyük petrol, dünyanın birinci büyük doğal- gaz rezervine sahiptir. 1979 yıllına kadar İran Şahı eliyle ABD İran petrollerini denetliyordu. İran halkı o günlerden ABD’yi iyi tanır. Şah devrildiğinden beri İran rejimi petrolüne kendisi
61
C |O İ Kasim-AraLi I< 2005
sahip çıkmak istedi. Rusya gibi kendi doğal kaynaklarına sahip olmak istiyor. Enerji kaynaklarını bir Suudi Arabistan, Libya gibi yabancı petrol tekellerine peşkeş çekmek istemiyor. İran üstüne kurulan tüm komploların nedeni budur. ABD kendi şirketlerine yar olmayanı da başkasına yar etmeyecek, onu abluka altına alacaktır. Ama işte I- rak’ta takıldı kaldı. Her geçen gün e- nerji çıkarını korumakta zorlanıyor.
İran’ın en büyük destek güçleri a- rasmda aynı kaderi paylaştığı Rusya vardır. ABD’ye karşı duruş Sovyet döneminden beri sürmektedir. Şimdi de Rusya ile ABD’ye karşı mücadele de ittifak yaparlar. Rusya Hazar petrolünün, hatta kendi payının bile İran üzerinden pazarlanmasmda büyük bir çekince görmüyor, Batı petrol tekelleri i- le dövüşte hatta bunu gerekli görüyor. O zaman BTC hattına karşı daha etkin savaşılacak ve belki Çeçen sorunu böylece yok olup gidecektir.
Aynı şey Çin içinde geçerlidir. 100 milyarlar değerinde 20 yıllara kadar varan İran petrolleri ile anlaşması vardır. O nedenle İran’ın arkasında durur. Aynı şeyi son güne kadar Hindistan i- çinde söylemek mümkündü. Ancak şimdi Hindistan ABD ile yaptığı nükleer enerji anlaşması ile İran ve ABD arasında ikili oynamaya başladı. Olayların nasıl sonuçlanacağını yakında göreceğiz.
SSonuçta, ABD İran petrollerini de
netime almak konusunda bu sürede bir
başarı sağlayamadığı gibi Afganistan ve Irak savaşındaki başarısızlıkları gelecekte de bir umut bırakmıyor. Şimdi AB ile birleşik olarak İran üzerine baskı yapılmaya çalışılıyor. BM Güvenlik Konseyi’ni yollama bu işin a- dımları arasında.
İran henüz dünya piyasalarına özgürce giren bir petrol gücü değildir. Üstünde bin bir baskı vardır. Bunun sonucu da petrol fiyatlarının geleceğini belirleyecektir. Batı İran konusunda da yenik dövüşüyor demek yanlış olmayacaktır. Ama önümüzdeki günler bu savaşın nasıl çözüleceği konusunda yeni ipuçları verecektir.
Yani ortada bir belirsizlik vardır. Hiçbir şey henüz kesinleşmemiştir. Güçler dengesi oradan buraya değişebilir. İran bağımsızca petrol gücü olabilir de olmayabilir de. Ancak bu belirsizlik elbette petrol fiyatlarım yukarı çekici bir işlev görmektedir.
c. Önemli iki ülke
Özünde petrol fiyatındaki yükselişin temel nedeni Rusya ve İran’ın var olan petrol tekel ve kartelleri araşma girmesi mücadelesidir. Fakat bu savaş elbette diğer petrol alanları üzerindeki ülkelerin durumundan etkilenmektedir. Ancak bunlar çok belirleyici değildirler.
1. Venezüella
Fakat özellikle iki ülkenin etkisini dikkate almak gerekmektedir. Birincisi Venezüella’dır. Bilindiği gibi ülke
lideri Chavez ülke petrollerini aynı İ- ran gibi ulusal çıkarlar doğrultusunda kullanmak istediği için ABD’nin şimşeklerini üzerine çekiyor. ABD darbe yaparak onu iktidardan indinnede başarılı olamadı. Venezüella’nın ABD petrol tüketiminin %15’ini karşıladığını düşünürsek ABD bu ülkeye bağımlıdır. Denetimini eline alamadığı bir durumdadır. Üstünde bir güçtür.
İkinci olarak Chaves petrollerin üstündeki tekel karlarına sınır getirmeye çalışmaktadır. Onlardan aldığı çeşitli vergileri artırmaktadır. Birçok haklarım kısıtlamaktadır. Böylece diğer petrol üreten ülkelere yeni bir ufuk açmaktadır. Sırf baş kaldırması bile büyük anlamlar taşıyor. Başka boyutta bir dövüş veriyor. Bu petrol tekellerinin cinlerini tepelerine çıkarmaktadır.
Üçüncü olarak Latin Amerika’da çeşitli biçimlerde örnek olmaktadır. Bölgede irili ufaklı petrol çıkaran, do- ğalgazı olan ülkeler vardır. Bunları Petrosur adlı bir şirket içinde tekelleştirme mücadelesi veriyor. Böylece çıkarlarını daha iyi savunabilecekler. Birbirlerine yardım edebilecekler. Çıkarım arama konularında Batı petrol tekellerine mecburiyetleri azalacak. Elbette bu Batı’mn hiç işine gelmemektedir.
Dördüncü olarak Venezüella petrol tüketen Güney Amerika ülkelerine ucuz petrol verme önerisi getirdi. 13 ülke bunu kabul etti. Anlaşma imzalayanlar varili 40 dolardan petrol alacaklar. Petrol fiyatlarının 65 dolar civarında olduğunu düşünürsek bu çok önemli bir öneridir. Hatta Chaves ABD’de Katrina Kasırgası’ndan zarar görenlere bile ucuz petrol önerdi. Venezüella bu ucuzluğu kendi zararına sağlamıyor. Aradan aracıları kaldırıyor. Kendine ait petrol dağıtım şirketleri kanalıyla petrolü dağıtıyor. Aracıların varil başına 18-20 dolar koyduğu hesap ediliyor. Chaves işte bu sayede halka daha ucuz petrol verebiliyor. Bunun ABD’nin cinlerini tepesine topladığına hiç şüphe yoktur. Ama e- linden bir şey gelmemektedir. Ancak Venezüella ile bu konuda anlaşma imzalamak elbette Washington’a karşı cepheye geçmek demektir. Ve başka
62
KasiM'AraLiI< 200?
Dnuçları vardır. Ama şimdiye kadar ülke bu anlaşmayı imzaladılar. Ve-
ezüella ABD’ye karşı yanma başka keleri alarak karşı duruşunu güçlenmiyor.
Son olarak Chaves petrol gelirleri- kullanış biçimi ile de ABD’yi çıl-
ırrmaktadır. Petrol gelirleri yoksul ılkın refahını yükseltmek için kullanıyor. Halkların sağlık, eğitim, konut : açlık sorunları çözülmeye çalışılı- er. Bununla yalnız kendi ülkesinde eğil, tüm Latin Amerika’da beyinler-
ışıklar yakıyor. ABD emperyaliz- linin yalnız petrol alanında değil, her anda kökten sarsılmasının temelleri ilmiş oluyor.
Bütün bunların petrol fiyatlarını likan çektiğini yazmaya sanırız gerek oktur. Batı petrol şirketleri ve ülkele- her cepheden sahip oldukları petrol anlarının daraldığım hissetmekte ve yatı yukarı çıkarmaktan başka çare imlemektedirler.
2. Çin
Petrol fiyatı yalnız rrol üreten ülkelerce,İni arz cephesiyle herlenmez. İşin bir de tü- Eîiciler, talep cephesi irdir. Bu konuda özellikle Çin ve son imanlarda da Hindistan’ı dikkate allak gerekir. İki ülkenin de enerji açı-
[var. İki ülkede büyüyen ekonomile- in ihtiyacı petrolün akışını güvence ma alma mücadelesi veriyorlar. Çin
oonomik büyümesinin sağladığı fı- insal avantajlar ile boylu boyunca Hrol alanlarına atılıyor. Petrol olan :r yerden kendisine hisse almaya ça-
Iıyor. Hindistan da öyle. Dünyanın büyük petrol tüketicisi ABD de öy- değil mi? Tüketeceği petrol kaynak-
rma mümkün olduğunca sahip ol- ek istiyorlar.
Çin ve Hindistan enerji açısından BD ve dünya petrol şirketlerinden ığımsız kendi girişimleri ile kendi e- :rji açıklarına çareler arıyorlar. Bu- n için çeşitli petrol zengini ülkelerle tlaşmalar yapıyorlar. Genelde bunu ıparken birçok yerde bilimleriyle iş rliği içindeler ya da aynı alanlardan sseler almaya çalışıyorlar. Hem bir
birlerine rakipler hem de diğer dev petrol şirketlerinin gücüne karşı güç birleştirmeye çalışıyorlar.
İki ülkede ABD’nin dışladığı, abluka altına, baskı altına aldığı İran, Sudan ve Angola gibi ülkelerle petrol anlaşması imzalıyor. İki ülkenin de İ- ran’m Yadavaran alanında hisseleri var. Çin devlet petrol şirketinin %50, Hindistan ONGC’nin ise %20. Sudan’ın Büyük Çin Petrol Projesinde Çin’in %40, Hindistan’ın %25 payları var. Angola ihalesini geçtiğimiz sene ekonomik yardım sözü verdiği Çin aldı.
Çin’in Kazakistan’da çeşitli hisseleri var. Hindistan’ın da. Rusya Sakha- lin alanında da ikisi de pay almış.
Ancak Çin’in hem payları daha büyük hem de onun Güney Amerika ve Kanada ile de petrol ortaklıkları var. Çin, Amerika ülkelerinin çeşitli çıkarım projeleri ve alt yapı tesislerine
yatırım yapıyor. Venezüella ile iyi ilişkiler içinde, ortak yatırım ve yardımlaşma projeleri var.
Çin’in bir özelliği gittiği ülkeye çeşitli cazip teklifler getiriyor. Krediler açıyor. Başka alanlardaki anlaşmalarla petrol anlaşmasını birleştirmeye, iki ülke ilişkisini petrol bağından öteye geliştirmeye çalışıyor. Bu anlamda da yatırımı cazip oluyor. Çoğu yerde başarı kazanıyor.
Hindistan bu konuda daha geri durumda, böyle bir öneri getirmiyor. Hisseleri de Çin ile karşılaştırıldığında daha az. Çin 2 ülkenin ortak olarak dünya petrol pazarına girmesini önerdi. Ancak buradan pek bir sonuç çıkmadan Hindistan Bush’un kendisine nükleer enerji teklifini kabul ederek biraz Çin, İran, Rusya, ve Üçüncü Dünya saflarından kopup ABD ile işbirliğine girmiş gibidir. O nedenle Hindistan konusu biraz karışıktır.
Ancak buradan petrol fiyatları ile ilgili bir soriüç çıkmaktadır. Çin de ü- retici olarak değil tüketici olarak dünya petrol tekelleri arasında yer kapmaya çalışmakta. Petrol piyasasını bu anlamda kızıştırmaktadır. Çoğu yere aktif olarak, alternatif olarak girmekte ve başarı ile çıkmaktadır. Bu anlamı ile elbette petrol piyasasında söz sahibi olmaya başlıyor. Bu olgu da dünya petrol rekabetini başka bir boyuta taşımaktadır.
ABD Çin’e gelecekteki en büyük rakibi olarak bakıyor. Onun enerji kaynakları üzerindeki sahipliğini kendisine karşı bir saldırı olarak düşünüyor. Hatta ABD petrol şirketi Unocal’a Çin ABD şirketi Chevron’dan 1 milyar dolar fazla fiyat verdi. Ancak ABD Çin’e satılmasını engelledi. Sırf onun kendi içinde petrol sahibi olmasını istemediği için. Hiç şüphe yok ki Çin’in her kazandığı ihale, aldığı pay, yaptığı yatırım ABD petrol tekellerini sinir
lendirmekte ve karşılarında büyüyen bir düşman görmektedirler.
Bu da petrol fiyatlarının istikrarlı bir şekilde yukarıya tırmanmasında elbette önemli bir baş etmendir.
d. Diğer nedenler
Petrol fiyatlarının artmasını etkileyen elbette başka nedenler de vardır. Kısaca bunlara da değinmek yerinde olacaktır.
İlk olarak yazının diğer kısımlarında da değinilip geçtiğimiz bir konuya parmak basmak gerekir. Petrol çıkarımının kendi maliyeti eskisine o- ranla pahalılaşmıştır. Hem Rusya petrolünü çıkarmak doğa koşulları nedeniyle pahalıdır hem de yer olarak kullanım alanlarına boru hatları ile taşınması maliyeti yükseltmektedir. Yani Chaves ve Chevron yöneticisinin dediği gibi ucuz petrol fiyatı artık geçmişte kaldı. Bundan sonra eskisi gibi varili 20 dolar civarında petrol bulun-
Çin'in bir özelliği gittiği ülkeye çeşitli cazip teklifler getiriyor. Krediler açıyor. Başka alanlardaki anlaşmalarla petrol anlaşmasını birleştirmeye, iki ülke ilişkisini petrol bağından öteye geliştirmeye çalışıyor. Bu anlamda da yatırımı cazip oluyor. Çoğu yerde başarı kazanıyor.
65
CJOİ ICasim-AraIik 2005
mayacaktır. Fiyatların artmasının bir kısmı maliyetle doğrudan ilgilidir.
İkinci olarak finansm günümüz dünyasında spekülatif özelliğinin artması petrolden oturduk yerde kar devşirme olanağını doğurmuştur. Eskiden fınans ve kapital, yani sermaye birbir- leriyle ortaklık içindeydiler. Çünkü fı- nans ancak kapitalin kar devşirmesinden pay alarak varlığını sürdürüyordu. Ancak günümüzde öyle değil. Para ile para kazanılır hale geldi. Oturulan yerden bilgisayar tuşlarına basarak saniyede paranın bir ülkeden diğerine aktarıldığı bir düzende fınans aldı başını gidiyor. Kapitalin yatırım yapıp, kar etmesini ve ondan pay almasını beklemesine gerek yoktur. Finansm hakimiyeti artmıştır. Şimdi petrol fiyatları ile oynanarak misler gibi para kazanılmaktadır. Ya da isterseniz çürüyen kapitalizmin son günlerinin beklenen sonuçlarını yaşıyoruz. En belirgin olarak da kendini petrol fiyatlarında gösteriyor. Petrol araştıracağım, yeni alanlar bulacağım, sonra bunları çıkarmak i- çin kan ter dökecek, yatırım yapacağım, tüketicinin ayağına taşıyacağım
360 milyar dolar gelip ABD kasalarına yerleşecek. Petrol fiyatları arttıkça bu akışın hızı da artmaktadır. Yani petrol gelirleri gene ABD’de toplanmaktadır. Bu nedenle fiyat ne kadar yükselirse ABD bankalarına giren para o kadar artmaktadır. Bu dolarların çoğu da ABD tahvilleri, bonoları almaya yatırılmaktadır. Petrol fiyatlarının yükselmesi ABD bütçe ve cari açıklarını kapatmaya hizmet etmektedir. Tahminlere göre ABD askeri gücünün %80’ini petrol alanlarının denetimine yatırmıştır. Bunun karşılığını böyle kapatmaktadır. Petrol fiyatlarının artması bu nedenle çok işine geliyor. Savaş harcamalarını kapatıyor.
ABD’nin iç nedenlerine bağlı başka bir gerekçe de Irak Savaşı’na muhalefetle açıklanabilir. Biliyoruz, ABD’de Irak Savaşı’na muhalefet çok yükseklere tırmandı. Hatta Bush’un desteği iktidara geldiğinin en düşük düzeyinde. “Irak’tan askerleri çekelim” cephesinin sesi yükseliyor. Bununla birlikte petrol fiyatları da artıyor. Elbette bir paralellik var. Eğer kartellerin savunduğu gibi yeni petrol
Yüksek petrol fiyatları Batı'nm Üçüncü Dünya ile dövüş biçimidir. Son teknik Batı'nm elindedir. Son teknik bir mai üretiminde en az petrol girdisi sağlamaktadır. Petrol fiyatı yükseldiğinde Batanın yaptığı mal,
maliyet olarak daha eski teknikle üretilenden ucuza gelmektedir.
demeye, bunlarla uğraşmaya gerek yoktur. Aynı kar petrol fiyatındaki yükselmelerle sağlanıyorsa sorun yoktur. Kapitalizmin insanlara hizmet etmek, iyilik yapma diye hiçbir derdi olmadı, olmayacakta. Yarın insanlar donacaksa donar. Kapitalizm işte bu ö- zelliği nedeniyle, yoksa bizler istediğimiz için değil, batmak zorunda Zâten.
Petrol fiyatlarının artmasının ü- çüncü nedeni petrol hakimiyetinin ABD’nin elinde olması ile bağlantılıdır. Biliyoruz petrol henüz dolar üzerinden satılıyor. Euro üzerinden satılsın diyenler, hatta bu konuda girişimler var, ama henüz ABD hakimiyeti sahansa bile çökmüş değil. Sonuçta petrol dolarları yine ABD Wall Street’inde toplanıyor. Hesaplara göre 2006 yılında petrolden elde edilecek
alanı keşfetmek zor ise ve kapitalizmin denetlediği petrol alanları azalıyorsa o zaman Irak petrolüne sahip olmak daha değerli hale gelmiyor mu? Petrol fiyatları artıyorsa o zaman ABD’nin bu ülkede ne pahasına olursa olsun kalma mücadelesi vermesinin anlamı da artmaktadır. İsterseniz şöyle diyelim. “Irak’tan askerlerimizi çekelim” halk çığlıklarına karşı ABD petrol kartelleri o zaman petrol pahalıla- şacak yanıtı vermektedirler. Bu karşı savaşa karşı bilinçli bir şekilde petrol fiyatları yukarı çekilmekte, savaştan yana olanlar cephesi güçlendirilmeye çalışılmaktadır. Halk, “doğru, eğer petrol bu kadar kıtlaşıyorsa Irak’ta savaşmamız gerekli, bu uğurda kan akıtılmak, para dökülmeye devam edilmeli”, demeye zorlanmaktadır.
Beşinci olarak petrol üreten ülke
ler IMF ve ABD’ye olan borçlarını daha rahatlıkla ödeyebiliyorlar. Örneğin Rusya, Sovyetlerden kalan borçlarını vaktinden önce ödeyeceğini açıkladı. Bir taksitini de daha önce böyle erkenden ödemişti. Şimdi tüm borçlarını ö- deyecek. Böylece hem faizlerinden kurtulacak hem de bağımlılığı azalacak, daha serbest davranabilecek. Meksika’da petrol üreticisi, ABD’ye olan borçlarını tıkır tıkır ödüyor. Bunun gibi petrol gelirlerini borç ödemeye ayıran ülkeler var. Petrol fiyatlarının yüksekliği buna olanak tanımaktadır. Batı fınans güçleri hızla gördükleri ölümlerinden önce paralarına kavuşmak istemektedirler. Hem petrol tüketen hem de çok borçlu olanlar var. Bunların durumu gün geçtikçe kötüleşiyor. Ancak kapitalizm bunlarla ilgili umudunu kesmiştir.
Son ama çok önemli bir olguya daha işaret etmek gerekmektedir. Yüksek petrol fiyatları Batı güçlerinin Ü- çüncü Dünya Ülkeleriyle dövüş biçimidir. Onları zora sokmaktır. En başta son teknik Batı’nm elindedir. Son teknik bir mal üretiminde en az petrol gir
disi sağlamaktadır. O nedenle petrol fiyatı yükseldiğinde Batı’nm yaptığı mal sonuçta maliyet olarak daha eski teknikle üretilenden u- cuza gelmektedir. O za
man Batı malı rakipleri karşısında daha ucuza mal olmuş olmaktadır. Bu birincisidir. Ancak başka önemli bir faktör daha vardır. Petrol fiyatı yükseldiği zaman bir malın içine giren işçi maliyetinin değeri düşmektedir. Yani bir malın genel değeri hesaplanırken petrol fiyatı 20 dolar ise diyelim maliyet içindeki payı %10. İşçi ücretinin maliyet içindeki fiyatı da diyelim 30. Ancak petrol fiyatı 70 dolara çıktığı zaman aynı mal içinde petrolün değeri %10’dan yukarı tırmanacak, işçi maliyeti ise azalacaktır. Yani petrol fiyatlarının yükselmesi o malın içine giren işçi ücreti maliyetini düşürmektedir. Bunun ne yararı var denebilir. Üçüncü Dünya ülke malları genelde ucuz işgücü üzerinde duruyor. Petrol fiyatının yükselmesi ile bu avantajın nominal farkı azalıyor. Böylece Üçüncü Dünya
64
KasiM'AraIiI< 200? C jjO İ
ülke malları Batı mallan karşısındaki ucuz işgücü avantajım yitirmiş oluyorlar. Bunun uzantısı olarak Üçüncü Dünya Ülkeleri yaban burjuvalarının iflası kolaylaşıyor. Bu özellikle başka açıdan da doğrudur. Çünkü Üçüncü Dünya yaban burjuvalarının elinde çok fazla sermaye yoktur ve şimdi petrol fiyatlarının artması onlan dar boğaza sokmaktadır. Yüksek petrol fiyatları maliyeti artırmakla kalmıyor, aynı zamanda o mala toplam girdi miktarını artırıyor. Ve bu malın satılıp tekrar paraya çevrilme süresinde gereken sermaye ihtiyacı artarak Üçüncü Dünya burjuvalarını dar boğaza sokuyor. Ve büyük bir olasılıkla da yakında onları piyasadan dışarı atacak ve iflaslarına yol açacaktır.
Son bir şey daha söylemekten kendimizi alamayacağız. İran üstüne yapılan baskılar petrol fiyatlarının yükselmesine neden olmaktadır. Sanırız bundan kimsenin şüphesi yoktur. Yani İ- ran’a her saldırı lafı petrol fiyatını birkaç kuruş artırıyor. Eğer petrol fiyatlarının yüksekliğinden Batı zarar gördüğünü düşünse şimdiye kadar mutlaka İran sorununu başka yollarla çözme girişiminde bulunurdu. Yükselme karşısında bangır bangır bağırır ortalığı birbirine katardı.
Yüksek fiyatın zararlarıBatı basını genelde “Yüksek pet
rol fiyatlarına rağmen güçlü bir ekonomik büyüme içindeyiz.” diyor. 15- 16 Ekim tarihlerinde G20 temsilcileri Pekin’de buluştular. G7 liderleri ve 13 büyük kalkınmakta olan ülke liderleri IMF ve Dünya Bankası ve Merkez Bankaları şefleriyle birlikte toplandılar. Ortak açıklamada “Yüksek petrol fiyatları global ekonomiye en büyük tehdittir. Uzun süreli, yüksek ve dalgalı petrol fiyatları enflasyonist baskıyı artırıp büyümeyi yavaşlatabilir” dediler. Aynı toplantı sonrası ABD Merkez Bankası şefi Alan Greenspan ise yüksek petrol fiyatlarının 1970’lerdeki gibi global ekonomide büyük sonuçlar doğurmayacağım açıkladı.
Batı elbette olayın ciddiyetinin farkında ama Greenspan tehlike büyük dese ve felaket tellallığı yapsa borsalar
ertesi günü reaksiyon gösterir ve düşerler. O nedenle temkinli davranmakta yarar var. Ayrıca şimdilik dünya fı- nansınm yüksek fiyattan çıkarı zararından çok. Böyle devam etmesinde bir sakınca görmüyorlar. Var olan krizlerini Üçüncü Dünya Ülkelerine atıyorlar. Onların sıkıntıları üstünde gelişiyorlar. Ama G20 sonuçta tehlikenin büyüklüğünün farkında. Sesi o kadar çıkıyor.
Aslında dünyamıza baktığımızda durum I. Dünya Savaşı öncesi Flindis- tan’daki durumdan çok farklı değil. Tek fark belki de açlıktan ölen insan iskeletlerinin tüm dünyada görülür olması. Elbette bunun tek nedeni yüksek petrol fiyatları değil. Petrol fiyatlarının yüksekliği küreselleşmenin yarattığı sınıf farklılaşmasına son damla oldu.
Açlar ve yoksullar kıtası Afrika’da milyonlarca insan zaten ölümle yüz yüze. Yılların sömürüsü ile karınlarını doyuramaz haldeler. Etiyopya’ya, Zimbabwe, derken aç insanlar ülkesi Nijer eklendi. Şimdi Malavi’deki 5 milyon insanın ölümle karşı karşıya olduğu haberini duyuyoruz. Eritre petrol almaya parası olmadığını açıklayarak petrolün sadece temel ihtiyaçlar i- çin kullanılacağını söyledi. Petrol olmaması demek tarım araçlarının çalışamaması demek. Eritre yüksek petrol fiyatlarının sonucunda yarın milyonlarca aç insanın ülkesi olacak. Zambiya’da aynı yolun yolcusu. Ülkede bakır madeni var. Tek döviz geliri bu.
Petrolsüzliik bu madenin işletilmesini engelliyor. Petrolün yokluğunun yalnız tarımı değil, tüm ekonomiyi içine alan bir durma yaratacağının açık örneği.
Güney Asya petrol üreten ülke e- konomileri ve halkları zor dürümdalar. Endonezya petrol ihraç eden ülke konumundan 2004 yılında ithal eden konuma geçti. Petrole sübvansiyonu kaldırmak istiyor. Ama halk sokaklara dökülüyor. Taşımacılık, elektrik harcamalarına gelen yükü reddediyor. Bir gram daha zam kaldırmaya halkın hali kalmamış durumda. Aynı şey Filipin- ler için geçerli, petrol karneye bağlanacak. Şimdiki fiyatlar ülke bütçe dengesini altından kalkılamayacak şekilde bozuyor. Devlet memurları aylardır haftada 3 gün tatil yapıyorlar. Süper market çalışanları 1 saat erken gidiyorlar. Gece saat 21 den sonra sokak ı- şıklarını askeriye indiriyor. Yemen’de daha- geçenlerde petrol fiyatlarına zam üzerine halk sokaklara dökülüp zamların geri alınmasını sağlamıştı. Sonuçta petrol fiyatlarının bedeli halkın hemen cebinden alınamazsa bu kez devlet borcu olarak, vergilerle yine başka şekillerde halktan çıkarılıyor.
Orta Amerika, ABD’nin ön bahçesi, tekellerin tüm pisliklerinin acısının en yakından yaşandığı yer. Costa Rika dışında bölge ülkelerinin hepsi elektriklerinin %80’ini petrolden elde ediyorlar. O nedenle elektrik fiyatları halkın kaldıramayacağı yüksekliklere tırmanıyor. Panama, Nikaragua ve Hon-
65
C jO İ KASiM-ÂRAlık 2005
duras’ta grevlere gidildi. Petrol fiyatı taşımacılık iş kolunu da etkiliyor. Honduras, Nikaragua’da taksi ve otobüs şoförleri kontak kapattılar. Honduras’ta zam geri alındı.
Orta ve Latin Amerika ülkeleri 15 yıldır yeni liberal politikalarla yönetiliyorlar. Neredeyse tüm ekonomi özelleştirilmiş durumda, ama vaat edildiği gibi ne hizmet kalitesi arttı ne de ucuzladı. Elektrik, su, taşımacılık hepsi pa- halılaştı ve çoğu halk kesimlerinin kullanımı dışına çıktı. îşin ilginç yanı petrol ve doğalgaz ülkesinde olan halklar bile bu fiyatlara rağmen bir çıkar sağlayamıyorlar. Ekvator ve Kolombiya’da petrol çıkarılıyor. Bolivya’da doğalgaz ve petrol var. Ama nedense halk yine sokaklarda ve bu tekellerin ya ülkelerinden çıkıp gitmelerini ya da onlardan alman vergilerin artırılması için sokaklara dökülüyorlar. Ve Bolivya’da halkın suyu yok. Ekvator’da yol yok vs gibi.
Yüksek petrol fiyatlarından etkilenen yalnız Üçüncü Dünya’nm yoksul halkları değil, merkez ülke halkları da yükselişi hissediyor. Petrol varilinde her 10 dolarlık artışın ekonomide %0.5’lik bir duraklamaya yol açacağı tahmin ediliyor. Yani daha çok işten çıkarmalar, daha yüksek enflasyon ve pahalılık demek. İngiltere’de BBC 2 milyonun üstünde evin yeterince ısı- namadığını, sıcak su ihtiyacını karşılayamadığını tespit etmiş. Kamyon şoförleri iflas etmeyeceklerse petrol zammını fiyatlara yansıtma mücadele
si veriyorlar. Gübre fiyatları %30 artmış. Çiftçiler zarar ediyorlar. Plastik sanayi tehdit altında. Fransa’da rafineriler tam kapasite ile çalışıyor ve herhangi bir aksaklıkta petrol fiyatının yeniden yükselmesi kaçınılmaz. “Süper güç” ABD’de yoksul halklar tasarrufta. Gerekçe olarak yaşanan kasırgalar gösteriliyor, ama bu petrol fiyatlarının doğurduğu bir sonuç. Kamu taşımacılığının çok az olduğu ülkede insanlar tasarruf için arabalarını daha az kullanmak zorunda kalıyorlar. Isınma giderleri %32.48 artmış. Elektrik giderleri de öyle. Bush devlet dairelerinde klimaları, fotokopileri ve bilgisayarları geceleri kapatma kararı aldı. Gereksiz yere memurların seyahat etmemeleri önerildi.
Merkez ülkeleri genelde petrole yapılan zammı direkt tüketiciye yansıtır. Şimdi bunun bir şekilde devlet sırtına bindirilmesinin yolları aranıyor. Yoksa halkın isyanından korkuyorlar. Üçüncü Dünya Ülkelerinde devlet sanayiyi desteklemek için genellikle petrol fiyatlarına sübvansiyon yapar. Hem küreselleşme, yeni liberal politikalarda devletin ekonomiden çekilmesi hem de şimdi petrol zamları devlet bütçelerini yoka çevirdi. IMF borçları zaten birikmiş. Şimdi sübvansiyonları kaldırılmak ve direkt halkın sırtına yüklenmek zorunda. Halk burnundan soluyor. Çoğu yerde bunlar halklar ve devletler arasında önemli sürtüşmelere yol açacağa benzer.
SonuçoPetrol fiyatları tüm zamanların en
yüksek düzeyinde seyrediyor. Gerekçe olarak çeşitli şeyler öne sürülüyor. Ancak petrol üzerindeki arz ve talepte bir denge vardır. O nedenle fiyat artışlarını Çin ve Hindistan tüketiminin fazlalaşması, kasırga felaketi, rafineri sorunu ile açıklamak yeterli değildir. Petrolün bitmek üzere olduğu, yeni rezervlerin bulunamadığı gerçekliği şimdi yakın gelecek için doğru gerekçeler olmadığından gene petrol fiyatının bu yükselmesini açıklamıyor. Bütün bu gerekçeler arz ve talep yasaları ile işlediğini savunan kapitalist ekonomi kurallarına uymuyor.
Petrol fiyatları özünde sosyalist sistemin yıkılması, Rus petrollerinin kapitalist sistem içine girmesi ve küreselleşmenin başlaması ile ilgilidir. Rusya kendi petrollerine ulusal bazda sahip çıkıp dünya petrol tekelleri ile kıran kırana rekabete girdi. Batı petrol tekelleri istedikleri gibi bu yeni alanın petrolünü denetimlerine alamadılar. En önemli petrol alanı Ortadoğu’da da denetimi ellerine geçiremiyorlar. Batı ’nm hem kendi petrol kaynakları a- zalıyor hem de Üçüncü Dünya petrol alanlarının denetimini her gün biraz daha elinden kaçırıyor.
Öte yandan yeni liberal politikalar ve küreselleşmenin yarattığı korkunç soyguna karşı Üçüncü Dünya Ülkeleri kaderlerini kendi ellerine alma yoluna girdiler. İran ve Venezüella gibi petrol ihraç eden ülkeler merkezlere baş kaldırışları ile örnek oluyorlar. Rusya, Venezüella, İran merkez petrol şirketlerinin çıkarları karşısında durmaya başladılar ve bu pazardaki paylarını istiyorlar. Elbette bu direnç diğer OPEC ülkelerini de etkiledi. Son dönemde petrol fiyatlarının artmaya başlaması bu olgularla başlar. Bu korkulu ve güvensiz gidiş petrol spekülasyonunu körüklüyor. Dolar hala dünya parası ve ABD ekonomisi de güçlü olmaya devam ettikçe petrol fiyatlarının yükselmesi petro-do- larlarm toplandığı ABD’nin açıklarını kapamasına yardım ettiği için işine gelmekte ve bizzat teşvik edilmektedir.
21.10.2005
rbb
KasiM'AraIiI< 2005 C jO İ
AFL-CIO’dakİ bölünme nereye?Mehmst flkyol
Yeni yapılanma sınıf içinde ortaya çıkan yatay ve dikey bölünmeleri dikkate alarak bunların mücadelenin önüne engel olmakta çıkaracak bir program ve
yapılanmaya sahip olmalıdır. Her ne kadar sendikalar göçmenler, kadınlar, gençler, işsizler ve benzerleri için belli çalışmalar yürütüyorsa da bunların eski
sendikal örgütlenme mantıklarını aşmadığı da ortadadır.
‘Değişim için birlik’ mi?
1955’te AFL (Amerikan Emek Federasyonu) ile ClO’nun (Endüstriyel Örgütler Kongresi) birleşmesiyle ortaya çıkan AFL-CIO, Temmuz sonunda yapılan kongre öncesinde ö- nemli bir bölünme yaşadı. Federasyon üyelerinin yaklaşık %40’mı bünyelerinde toplayan 5 sendika ayrılarak Ekim ayında yeni bir federasyon kurma hazırlıklarına başladılar. İlk bakışta hangi tarafın daha ilerici olduğunu söylemek zor gibi gözüküyor, genel olarak ayrılan 5 sendikanın, geleneksel sendikal çizgiye muhalefet ettikleri bu anlamda ilerici kanadın bu olduğu söyleniyor. Öte yandan AFL-CIO’nun da gerçekleşen kongresinde, Irak’tan tüm askerlerin çekilmesini talep eden bir karar alması kafaları başka yöne çeviriyor, ı ht tp: / /www.changetowin.org, http://www.afl-cio.org )
Nitekim 10 yıl önce yapılan kongrede geleneksel gangster sendikacılık geleneğini devirerek işbaşına gelen Sweeny dönemin en ilerici sendikal hareketinin önderi olarak kabul ediliyordu. Sweeny’nin en büyük destekçisi ise yine nakliyat işkolu sendikası Teamster’de en ünlü gangster sendikacı olarak bilinen 'baba) Hofa’yı 1991’de devirerek yeni bir dönem açan Carey olmuştu. Temmuz ayı sonunda yapılan kongrede ayrılığın başını çekenler, Swe- eny’nin desteği ile genel hizmet iş sendikası başkanı olan A. Stern ve Teamster sendikasının yeni başkanı
Hofa, ama baba Elofa değil, oğul Ho- fa. Peki neler oldu da dostlar düşman, düşmanlar dost oldu AFL-CIO içerisinde veya bu bölünmenin anlamı nedir? Yoksa düz bir mantıkla hepsi de sermayenin işbirlikçileridir, al birini vur ötekine, demek mi gereklidir?
Bu soruları irdelemek için ABD sendikal hareketinin son yıllarda i- çinden geçtiği süreci gözden geçirmek bir zorunluluk. Sendikal hareketin 1995 dönemecine kadarki serüveni kısaca şöyle özetlenebilir.
‘95 dönemeci öncesi1980 sonrası özellikle Reagan
dönemi ve duvarın çöküşü ertesinde sendikal hareket şöyle bir ikilemle karşı karşıya kaldı, o zamana kadar sermayenin kanatları altına sığman ve var oluşunu ondan bağımsız dü- şünemeyen sendikalar, kendilerine
doğrudan veya dolaylı “artık sana ihtiyacım kalmadı” diyen sermayeye karşı nasıl davranacaklarını bilemez hale geldiler. Öte yandan geleneksel olarak var oldukları endüstriyel işletmelerde çalışanların sayısı sürekli azalırken, yeni ortaya çıkan ve genel olarak hizmet sektörü olarak adlandırılan yeni işkollarında nasıl örgütleneceklerini de bilemiyorlardı. 1996 yılında çizilen aşağıdaki tabloda şunları görüyorduk.
Son 25 yıl içinde ABD’de çalışanların sayısı 65 milyondan 112 milyona çıkarken tek sendikal federasyon olan AFL-CIO’ya bağlı 72 sendikanın üye sayısı 23 milyondan 16.4 milyona düşmüş! Üstelik bu süreç içinde işçi sınıfının yaşam koşulları gözle görünecek kadar kötüleşmiş, şöyle ki;
- Çalışanların % 16’sınm aldığı ücret “yaşamlarını sürdürmeleri için
67
C JjO İ Kasim-AraIiIc 2005
gerekli gelirin” altında,
- Ortalama haftalık gelir ‘79’da 600 dolar iken bu ‘95’te 560 dolara düşmüş,
- 40 milyon ABD yurttaşı, yani toplam nüfusun % 15’nin hastalık sigortası yok,
- Yıllık ücretli izin yok denecek kadar az, yılda 5 ile 15 işgünü arası,
- Sendikaların toplu iş sözleşmesi yapmadığı işyerlerinde çıkış süresi yok, bugünden yarına çıkış her an mümkün,
- Çalışanların üçte biri hasta olduklarında hastalık parası alama- maktalar, sigortaları yok,
- İşyerlerinde işyeri temsilciliği, sendika temsilciliği tamamen unutulmuş kavramlar.
Bunlara ilaveten, sendikanın toplu iş sözleşmesi yaptığı işyerlerinde ücret ve. sosyal hakların diğer işyerlerinde %20 ile %30 daha fazla olduğu söylenirse, sendikal hareketin hala neden üye kaybetmeye devam ettiğini açıklamak daha da zorlaşır.
İlk elden iki açıklama akla gelmekte. ABD sermayesi daha yüzyılın başında, sarı sendikacılığı keşfet
ti ve bunu “gangster sendikacılık” mertebesine yükseltti. İşveren yanlılığı artık iyice ayyuka çıkan bu kuruluşlara işçilerin yanaşmamasını anlamak zor değil. Diğer bir bakış, sermayenin artık bu kuruluşlara ihtiyacı kalmadığı yolunda. Son yirmi yıl i- çinde olanları gözden geçirmek her iki açıklamanın da doğru yanları olduğunu gösterir. Özellikle 1980 sonrası Reagan yönetiminin sendikalara yönelik bir dizi kısıtlayıcı önlemler getirmesi, sendikal harekette, deyim yerindeyse sonun başlangıcı oldu.
Yasal düzenleme, her işyerinde toplu iş sözleşmesi yapılması için,
işçilerin %30’nun yazılı isteği ile bir referandum yapılmasını öngörmekte. Hükümetin atadığı bir komisyonun gözlemi altında yapılan oylamadan işçilerin çoğunluğunun toplu iş sözleşmesine evet demesi ile sendika işveren ile görüşme masasına oturmakta. Toplu iş sözleşmesi yapmadan bir sendikanın o işyerinde üye kaydı yapmasının yasak olduğu dikkate alınırsa bu sürecin ne kadar zor olduğu anlaşılır. Buna işverenin oylama öncesi işyerinde sendika aleyhine propaganda yapma imkanının olması, buna karşılık sendikanın işyerine girişinin bile yasak olduğu eklenirse, son yıllarda sendikaların nasıl bir tuzakla karşı karşıya olduğu iyice anlaşılır. Nitekim 1995 yılında yapılan 458 oylamanın yalnızca 136’smı sendikalar kazanabildi.
Böylece özellikle ekonomideki yapısal değişikliklere paralel olarak yeni işyerlerinde örgütlenmek zorunda olan sendikal hareket önemli bir handikapla karşı karşıya. Kamu sektöründe %38 olan sendikalaşma oranı özel sektörde %10’lara kadar düşmüş durumda. Toplu iş sözleşmesi ile ücret giderlerinin artmasını istemeyen işyerleri, üretimlerini başka bölgelere kaydırma yoluna gitmekte, böylece sendikalar için yeniden söz
leşme hakkı alabilmek için yılları a- labilecek yeni bir süreç başlamakta.
Ancak sendikal hareketi inme- lendiren, işverenlerin saldırılarından çok, hala düzenle uzlaşma eğilimleridir. Bu çıkmazdan kurtulmak için sendikal hareketin attığı adımlar bir türlü istenen sonucu getirmiyor. Örneğin sendikal hareket yeni üretim teknikleri/organizasyonlarma ilişkin olarak önemli adımlar atıyor. İşyeri içinde oluşturulan çalışma grupları, yeni üretim organizasyonlarına karşı nasıl tavır alınması konusunda ö- nemli çalışmalar yaptılar. Sendikal hareket ilk planda, işyeri içindeki
sendikal örgütlenmeye karşı olarak oluşturulan bu çalışma gruplarına karşı tavır almasına rağmen, bunun yanlışlığım çabuk kavrayarak bu gruplar içinde etkinlik kurdu. Bu geçiş aşaması hala yaşanmakta, ancak bir anlamda sendikal örgütlenmenin doğrudan içinde olmayan bu işçi örgütlenmeleri, sendikal ve politik şaşılıkları aşması halinde, sınıfın öz örgütleri olmaya aday gibi görünmekte.
Tartışılmaya açılması gereken en önemli konuda bu zaten, sınıfın, yeni üretim yöntemlerine karşı nasıl bir örgütlenme ile cevap verebileceği... Gerek ABD deneyleri gerekse de Avrupa’daki deneyler, sendikal hareketin böylesine bir örgütlenme yaratma kapasitesine ve yeteneğine pek sahip olmadığını gösteriyor. O- nun ötesinde sendikal hareket bu türden ortaya çıkacak örgütlenmeleri kendine “rakip” olarak görebiliyor ve engelleme yoluna gidiyor. Bu nedenle ABD’de yaşanan deney önem kazanıyor ve bundan sonraki gelişmesinin takip edilmesi bir gereklilik olarak ortaya çıkıyor.
Sınıfın bu tür örgütlenmelerinin, sendikal hareketten bağımsız olarak ortaya çıkması, sınıfın politik mücadelesi açısından önemlidir. Nasıl ki
sendikal hareket bu tür örgütlenmeleri dışlamak yerine, içinde yer almayı denediyse, sınıfın politik örgütleri de bu konuda izleyecekleri yolu tespit etmelidir
ler. Daha da ileri giderek söylenebilir ki, politik yapılanmalar bu tür örgütlülüklerin oluşmasını kışkırtmak, desteklemek zorundadır. Bunu yaparken, sendikal hareketin dışlanmaması da ayrı bir önem taşımakta.
ABD sendikal hareketi, sorunun çözümü konusunda kararsız bir adım attıktan sonra yine “kendi” derdine düştü. Sendikal bürokrasi öncelikle kendi geleceğini garantilemek için sendika birleşmelerini gündeme getirdi. ‘95 yılında otomobil işçileri sendikası (UAW) ile çelik işçileri sendikası (USW ) birleşti. Bugünler
Ancak sendikal hareketi inmelendiren, işverenlerin saldırılarından çok, hala düzenle uzlaşma eğilimleridir. Bu çıkmazdan kurtulmak için sendikal hareketin attığı adımlar bir türlü istenen sonucu getirmiyor.
KasiM'AraIiI< 2005 q Q İ
de bu sendikalar üçüncü bir sendika ile makine ve uçak yapım işçileri sendikası (IAM) ile birleşerek 2 milyon üyeli bir sendika oluşturuyorlar. Benzer şekilde sendikal federasyon AFL-CIO da kendi yapılanmasını değiştirerek, bir yandan politik çalışmaya ağırlık verirken, bir yandan da sendikalara yeni üye kazanma kampanyalarına girişti. Federasyon başkanlığına geçen yıl seçilen J. Swe- eny bu kampanyalar için 35 milyon dolar ayrıldığını söylüyor. Yani sendikal hareketin birikimlerinin yarıya yakını. Eğer bu kampanyalar bir başarı sağlamaz, yeni üye kazanma gerçekleşmezse, sendikal hareket maddi açıdan da sonuna yaklaşıyor demek olacak.
‘95 dönemecinin izlediği yol
10 yıl öncesi için yapılan bu tespitleri bugüne taşırsak iki önemli bulgunun altını çizmek gerekecektir. Öncelikle sendikal hareket işyerleri içinde ortaya çıkan yeni üretim organizasyonlarına uygun işyerlerinde bir örgütlenme yaratamadı. Bunun gerçekleşmesi hala ufukta gözükmüyor. İşyerlerinde tutunamayan sendikalar kendi dertlerine düştüler ve sendikal birleşmelerle sendikal bürokrasileri kurtarma yoluna girdiler, son on yıl içinde sayısız sendika birleşmesi yaşandı. Ancak bugüne kadar başarılı bir örnek görmek mümkün olmadı.
Bütün bunlara karşın özellikle ABD’de sendikalar ilk bakışta son derece başarılı örgütlenme çalışmalarına girdiler ve önemli başarılara imza attılar. İlk bakışta çelişki gibi gelse de bu başarılar, özellikle bu başarılara nasıl ulaşıldığı sendikaların bölünmesinin ana nedeni. Şimdi bu örgütlenme çalışmalarının irdelenmesine geçebiliriz.
Kongre öncesi duyurdukları deklarasyonla AFL-CIO'dan ayrıldıklarını ilan eden 5 sendika konfederasyonun toplam 13 milyon üyesinin %40’ma sahipler. ’ Win to Change’ adıyla oluşan bu birlik Ekim ayında yeni bir federasyon kuracağını ilan
etti. Birliğin başını çeken Genel Hizmet İş Sendikası SEIU, diğer sendikaların tersine son yıllarda hızla üye sayısını artıran bir sendika ve toplam 1.7 milyon üyesi ile en büyük sendika konumunda. AFL-CIO başkanı seçilmeden önce Sweeny’de bu sendikanın başkanıydı ve onun çırağı A. Stern onun yerine SEIU başkanı olmuştu. Ancak aradan geçen 10 yıl, yol ortaklarım düşman kamplara itti.
SEIU ve diğer 4 sendika Kasım 2004’te konfederasyona bir dizi öneri paketi ile geldi. Esas itibari ile bunlar bizzat kendi programını oluşturuyordu. Buna göre konfederasyona sendikaların gönderdiği aidatların yarı yarıya azaltılması, merkezde çalışanların yarısının işine son verilmesi, sendikalar arasında rekabete son verilmesi için sendikal birleşmelerin teşviki, başka bir deyişle merkezi idare yerine tek tek sendikaların güçlendirilmesi. Buna ek olarak sendikal hareketin iki konuya politikalarını yoğunlaştırmaları;
1. Çalışma koşullarının “Wal- mart”.laştırılmasma karşı etkinlikler,
2. Tüm çalışanlara hastalık sigortası.
Son dönemdeki sendikal hareketin yoğunlaştığı bu alanlarda sendikaların belli bir başarı bile elde ettikleri dikkate alınırsa, bunun yeni bir öneri olduğunu söylemek zor elbette, ama somut öneriler olması da
dikkate değer. Bu arada kongre öncesi yaptığı bir konuşmada Sweeny, muhalefetin bu önerilerini birlikte hayata geçirmeye hazır olduğunu söyledi. O zaman ortada ayrılığı gerektirecek bir durum olmadığı rahatça söylenebilir. Oysa ayrılığa neden olan iki konuyu, her iki taraf dile getirmiyor. Bunların daha az önemlisi politik olarak hangi partinin destekleneceği, diğeri ise sendikaların örgütlenme yöntemleri.
‘Ayrılık’ noktalarıGerçekten de son başkanlık se
çimlerinde Sweeny AFL-CIO’nun tüm gücü ile Bush’a karşı demokratları destekledi ve demokratlar buna rağmen bir hezimet yaşadılar. Buna karşın 5 Ti birlik hangi parti iktidara yakınsa onun desteklenmesi gerektiğini savunmakta, iktidarın desteğinin örgütlenme çalışmalarında kullanılmasının gerekli olduğunu savunmakta.
Sendikaların durumuna bakıldığında ise SEIU’nun önerilerinin son derece mantıklı olduğu görülmekte. Örneğin taşımacılık alanında 15, kamu sektöründe 13 sendika bulunmakta, en çok göze batan işkolu 30 sendikanın faaliyet gösterdiği sağlık işkolu. En önemli 15 işkolundan 13’iinde en az 4 sendika bulunmakta, bunlardan 9’unda ise 6 sendika çalışma yapıyor. AFL-CIO’ya bağlı 65 sendikadan sadece 15’i 250.000’den
69
\ KasiM'AraI]I< 2005
fazla üyeye sahip ve 40’tan fazla sendikanın 100.000’in altında üyesi bulunmakta. Buradan hareketle sendikaların sayısının 20’ye kadar düşürülmesi, muhalefet tarafından bir gereklilik olarak görülmekte. Ancak bu nasıl gerçekleştirilecektir? Kuşkusuz sendikaların birleşmeleri ile sayıları azalacak, ama sorunun kaynağı tam bu noktada yatıyor. Hangi sendika kiminle birleşecektir, oluşacak sendika hangi alanlarda çalışma yapmaya yönelecektir, sorularının cevaplandırılması gereklidir.
Öncelikle bu tezi öne süren SEI- U’nun son 10 yılda gerçekleştirdiği birleşmelere baktığımızda bizzat bu sendikanın kendisinin net bir yönelim içinde olmadığını görürüz. ‘80’li ve ‘90’lı yıllarda birbiri ardına 50’den fazla bölgesel veya küçük sendikaları bünyesine katan bu sendika içinde petrol işçisinden itfaiyecilere, hatta bağımsız el işçilerine rastlamak mümkün hale geldi. 1996 yılında sağlık işçilerinin katılması i- le genel yönelim belli oldu, hizmet sektörü. Ancak daha sonraki birleşmeler veya ayrılmalar göz önüne alınınca bunların daha önce belirlenmiş belli bir yönelimin sonucu olmaktan çok günlük gelişmelerin peşinden sürüklenerek ortaya çıktığı görülür. Bu tartışmalarda dile getirilen konu genel olarak işkolları arasındaki sınırların ortadan kalkmaya başladığı ve buna bağlı olarak işkolu düzeyinde örgütlenme modellerinin geride
kaldığıdır.
Doğru, ama bu her sendikanın her alanda örgütlenme çalışmasına girmesi, diğerini kendine rakip görmesi gerektiği anlamına gelmez. Başka bir deyişle doğru görünen bir tespitten kalkılarak, nereye çıkacağı belli olmayan bir yola sapılmakta, her sendika fırsat bulduğunda başka bir sendikayı bünyesine katarak büyümek, dolayısıyla krizden çıkmayı hedeflemekte. Ancak bugüne kadar- ki birleşmelerin gösterdiği gibi birleşme, amacı ne olursa olsun, sınıfı kurtarmak yerine sendika bürokrasini kurtarmaya hizmet etti. Birleşmeler sonucu ortaya çıkan yeni sendikalar ise başı, sonu, sınırı belli olmayan, ne için, nasıl bir araya geldiği belli olmayan birer ucubeye dönüştüler. Birleşmelerde bir kriter, bir prensip aramak veya bulmak pek dert edilmedi, önce birleşme kararı alındı, daha sonra bunun gerekçeleri bulunmaya çalışıldı, çünkü “sendika bürokrasisini kurtarmak için birleşi- yoruz” demek yakışık almazdı.
‘Union City’ taktiği‘Gangster sendikacılık’ gelene
ğinin izlerini taşıyan bu olumsuz gelişmenin yanı sıra döneme damgasını vuran asıl süreç ise ‘union city’ a- dı ile anılan başarılı sendikal örgütlenme taktiği oldu. Yeni üretim örgütlenmelerine karşı işyeri içinde bir sendikal taktik geliştirememe sonu
cu sendikal hareket doğal bir refleksle bölgesel örgütlenme düşüncesine yöneldi, tek tek işyerlerinde örgütlenme yerine belli bölgelerde çalışan tüm işçileri bir sendika bünyesinde örgütlemeyi hedefleme öne çıkarıldı. Özellikle yeni üretim örgütlenmeleri -yalın üretim- ile yaygınlaşan taşeronlaştırmaya karşı bu yönelimin bir gereklilik olduğu tartışılmaz.
Nitekim ‘Change to Win’ birliğini oluşturan sendikaların bu alanda amaçlı ve planlı bir yönelimle önemli başarılar kazandıkları tartışılmaz. Diğer sendikalar sürekli olarak üye kaybederken SEUI ve diğerlerinin tiye sayılarım artırmaları bu yönelimin doğrudan bir sonucu. Ancak bir olumsuzluğun (işyeri içinde tutunma ) ortadan kaldırılamaması sonucu doğal bir refleksle bulunulan bu yol, bilinçli bir dönüşüme uğratılamıyor. İşçilerin sendikaya üye olmaları, yeni mücadele yöntemleri deneme konusunda bir sorun olmamasına karşın bunun sürekliliğinin nasıl sağlanabileceği üzerine kafa yorulmuyor. Sendikaya üye olan işçiler belli bir süre sonra sendikadan uzaklaşmaya başlıyor. Ve kaybedilen üyelerin yerine örgütlenme kampanyaları yeniden başlatılıyor.
Kesin rakamlar olmamasına karşın 20. yüzyılın başında bir sendika üyesinin ortalama 30 yıl üye olarak kaldığı tahmin ediliyor, neredeyse çalıştığı sürenin tamamına yakın bir süre. Günümüzde ise sendika üyeliğinin ortalama 13 yıl olduğu tahmin edilmekte, çalışma süresinin 40 yılı aştığı düşünülürse kaba bir hesapla bir işçi çalışma yaşamının sadece üçte birinde sendika üyesi oluyor demektir bu. Birde hiç sendika üyesi olmayanları düşünecek olursak, sendikalaşma oranının neden bu kadar düşük olduğunun ilk ipuçlarına varırız, hayır, sanıldığı gibi çalışanların çok az bir kısmı sendika ile ilgileniyor demek yanlış, sendika ile hiç ilgilenmeyen işçi bu hesaba göre çok az, ama bu ilgi sürekli değil.
Tam bu nokta AFL-CIO’daki bölünmenin mihenk noktası gibi görii-
70
üyor, bir yanda sürekli yeni üye, da- 1a fazla üye diyenler, bir yanda yeni üye gerekli, ama kendi üyelerimizi kaybetmeyi nasıl önleriz sorusuna ?ek bilinçli olmasa da cevap arayan kesimler. Her iki kesim düzenden kopmaktan başka çareleri olmadıklarını biliyor, ama kopamıyorlar ve yollar ayrılıyor.
Birleşmelerin ‘mantığı’Sendikal birleşmelere yakından
bakıldığında daha önce belirtildiği gibi bunların belirli amaçlar doğrultusunda yapıldığı, ancak bunun sendikalar ‘faciasını’ ortadan kaldırmaya yönelik olmadığı açıkça görülür. Oysa sendikal örgütlenmenin yeni döneme ilişkin görevleri doğrultusunda yapısal bir reform (daha doğrusu ‘devrim’) yapmaları bir gerekliliktir. Birleşmeler aynı yapıların kötü kopyaları olmaktan ileri gidemedi. Birleşme amaçları kısaca, her sendikanın kendi kasasını, yani maddi imkanlarını düzeltmeyi, sendika bürokrasisini daha üretken kullanmayı, daha fazla üye ile toplum içindeki etkinliğini artırmayı amaçladı. Her ne kadar bunlar birleşmelerin a- macı olarak doğrudan deklare edilmedi ise de sonuçta her birleşme bu doğrultuda yürüdü.
Bir örnek bize bunu daha da netçe gösterebilir, iki yıl önce Birleşik Endüstri İşçileri Sendikası’m (Allied Industrial Workers) ‘bünyesine katan’ Petrol Kimya ve Atom işkolu işçileri sendikası (OCAW) bunu takiben kağıt işçileri sendikası ve onu takiben de çelik işçileri sendikası ile birleşti. Yine geçen yılın Aralık a- ymda ÜNİTE (hizmet işkolu) ile HERE (tekstil işkolu) arasındaki birleşmenin herhangi bir anlamını bulmak çok zor, ama bütün bu birleşmelere bakıldığında, aynı işkolunda örgütlü iki sendikanın, kendi aralarında birleşmek yerine başka bir işko- lundaki sendika ile birleşmeyi tercih etmeleri için başka bir ilginç yön. E- ğitim işkolunda örgütlü iki sendika nenelerdir görüşmeler sürdürmelerine rağmen bir türlü birleşemiyorlar veya OCAW kimya işkolunda örgütlü ICWU ile birleşme yerine kağıt iş
çileri ile birleşmeyi tercih ediyor.
Bu ve benzeri birleşmeleri belirleyen faktörler ise öncelikle, geçmişte sendikalar arasındaki kavgalar, ‘rekabet’. Bunun yanı sıra ‘politik duruş’, geleneklerden kopuşama- ma ve sendikal bürokrasinin tercihleri gidiş yönünü belirlemekte.
Birleşmeler sonucu eski sendikalar yeni sendikaların birer birimi haline gelmekte ve kendi alıştıkları biçimde toplu iş sözleşmeleri çalışmalarını yürütmeye devam etmektedirler. Ama asıl sorun yerel sendikal örgütlenmelerde ortaya çıkmakta, birleşen sendikaların yerel birimleri bir araya gelerek daha büyük bir yerel birim oluşturmakta, bu da yetmezmiş gibi, birleşme fırsat bilinip yerel birimler üretken çalışabilme için belli bir büyüklükte olması gerekir mantığı ile (tıpkı bir kapitalist işletme modeli gibi) bir araya getirilmekte. Bunun, belki istenen, ama belki de istenmeyen sonucu ise sendikacılarla üyeler arasındaki mesafenin artması olmaktadır. Yani özellikle olması gerekenin tam aksi yönde bir gelişme.
‘95 dönemecinin başarıları
1995 yılında AFL-CIO’da ortaya çıkan değişmenin nasıl bir seyir izlediği ve bu bölünmeye nasıl etki ettiği ayrıca incelenmeye değer bir ko ̂nu. Eldeki verilerden hareketle kısa bir irdeleme yapılırsa şunlar ön plana çıkıyor.
1980’lerde Reagan tarafından sendikal harekete yönelik saldırıların başlaması ile sendikalar içinde yeni bir arayış başlamıştı ve sihirli
bir sözcük -the organizing- bu arayışı ifade eder hale geldi, bu arayışın sahiplerinin 1995’te sendika yönetimine gelmesi ile arayış bu isim altında şöyle ifade edildi.
‘Örgütlenme modeli iki yönde geliştirilmelidir, öncelikle iyi bir pratikle üye sayısı artırılmalıdır. Bunun için hedefli ve planlı bir örgütlenme kampanyası, çalışanların ö- zellikle çalıştıkları yerlerdeki ihtiyaçlarına cevap veren taktikler geliştirilmelidir. İkincisi sosyal hareketler yeniden tanımlanarak, çalışanları harekete geçirecek bir hale getirilmesi sağlanmalıdır.’ Sweeny tarafından her yıl 1.000.000 yeni üyeyi a- maçladığı açıklanan “Organizing for Change, Changing to Organize” başlığı ile şöyle bir program kabul edildi:
- Örgütlenmeye daha fazla maddi imkan aktarılması,
- Örgütlenme yapacakların eğitilmesi,
- Bir örgütlenme stratejisi planı yapılması ve
- Üyelerin örgütlenme için aktif hale getirilmesi.
2003 yılma kadar bu doğrultuda sürdürülen çalışmaların sonunda ortaya çıkan tablo hiçte iç açıcı değildi. Beklenenlerin tersine sendikaların üye sayıları ve sendikalaşma oranı, çok aktif kazanma çabalarına karşın bir artma göstermiyordu. Öncelikle sayılar şöyle bir tablo çiziyordu:
Sendikalaşma oranlarında gelişim Reagan yıllarına tekabül eden ilk 7 yılda hızla bir düşme gösterirken, Sweeny öncesi 7 yılda düşme a-
KasiM'Ara[iI< 2005 c p l
Tablo I S end ika laşm a ora n la r ın ın g e l iş im i
T 1981-88 1988-95 1995-2002 ^Toplam -21.5 -11.3 -10.7Özel sektör -32.1 -18.9 -16.5Kamu sektörü +6.7 +3.0 +0.3
Kaynak: Hurd: the failure o f organizing, Barry T. Hirsch and David Macpherson, Union Membership and Earnings Data Book, 2003 edition, pp. 11, 12,
16. Washington: Bureau o f National A ffa ir s ^
71
Cjol Kasim-AraIiI< 2005
T a b l o I I İ ş k o l l a r ı n a g ö r e s e n d i k a l a ş m a
o r a n l a r ı n ı n g e l i ş i m i
1988-95 1995-2002İnşaat -13.7 -0.5Dayanıklı Tüketim Malları -20.3 -17.5Diğer tüketim malları -20.1 -20.8Taşıma -11.9 -10.8İletişim -23.6 -23.7Hizmet -6.4 -9.3Satış -9.1 -25.0Hastane -5.4 + 1.4Eğitim +1.4 -1.4Kamu +6.0 + 1.6
Kaynak: Hurd: the failure o f organizing, Barry T. Hirsch and David Macpherson, Union Membership and Earnings Data Book, 1996 edition, pp. 74-80, 1999 edition, pp.
128-135, 2003 edition, pp. 48-55. Washington: Bureau o f National A ffa irs^
zalmış, ancak Sweeny ile ilk 7 yılda düşme hızı bir önceki dönemle hemen hemen aynı kalmış, yani düşmede bir gerileme sağlanamamış. 2003 yılında da devam eden düşüşle sendikalaşma oranı 1901 yılındaki en düşük düzeyine düşmüş! İkinci tablo ise bu düşmenin işkollarına göre daha ayrıntılı bir görünüşünü vermekte, endüstriyel dallarda daha hızlı bir erozyon, ama bazı hizmet iş- kolları da bu düşmeden payına düşeni almaya başlamış.
2003 yılında bu konu ile ilgili bir
rapor hazırlayan SEIU sendikası bunun nedenlerini daha sonra Change to Win birliğine katılacak olan 5 sendika dışındaki sendikaların örgütlenme kampanyalarına gereken ağırlığı vermediği ile açıklayarak, bu konuda tüm sendikaların daha etkin örgütlenme çalışması yapması ve bunun için daha fazla para ayırması gerektiğini savunarak ayrılığın ilk sinyalini vermiş oluyordu. Bu maddi imkanların sağlanması için öncelikle üst kurum olan AFL-CIO’ya verilen aidatların düşürülmesi ve sendika
birleşmelerine hız verilmesi öneriliyordu, bu yapılmadığı takdirde kendilerinin yalnız olarak bu yola çıkmaktan başka bir çıkış yolu görmedikleri de satır aralarında vurgulanıyordu.
Her şeyden önce rakamlar bu tespitlerin rastgele iddialar olduğunu söylüyor. Bu birlikte yer alan sendikaların örgütlenme alanlarındaki başarıları diğer sendikalardan farklı değil, aşağıdaki rakamlar bu gerçekliği netçe ortaya koymakta;
Görüldüğü gibi kendisi dışındakileri yeterince çaba sarf etmemekle suçlayanların kendi karneleri oldukça zayıf. Elbette bu durum getirilen eleştirilerin ciddiye alınmamasını gerektirmez, ama böylesine bir gerekçe de bir ayrılığa neden olmamalıdır.
Özellikle kazanma için değişim yolunda olduğunu iddia edenlerin ü- zerlerinde durmadıkları önemli bir nokta ise, kazandıkları üyeleri bırakalım aktif hale getirme üye olarak tutma başarısı gösteremedikleri gerçekliği, bu alanda dişe dokunur bir istatistik bulunmuyor, ama ortalamanın üzerinde yeni üye kazanan bu sendikaların en azından üye sayılarında bir patlama yapmamış olmaları, üye kayıplarının diğer sendikalardan daha fazla olması gerektiğini
T a b l o I I I D e ğ i ş i m İ ç i n B i r l i k s e n d i k a l a r ı n ı n i ş k o l l a r ı n a g ö r e g e l i ş i m i
1993 1998 2003Üye sendikalaşma Üye sendikalaşma Üye sendikalaşma
Tekstil Konfeksiyon 181.0 10.7 100.3 8.8 60.6 6.5Çamaşırhane 35.8 9.7 36.7 9.4 24.5 8.2Otel 115.4 2.1 82.6 1.3 75.4 1.1Eğitim 49.5 9.3 45.9 7.9 46.6 5.6Hastane 740.1 14.7 662.8 12.9 796.3 14.1Ev sağlık 183.7 10.6 168.7 9.6 174.1 9.4Kalifiye sağlık personeli 296.2 16.1 273.9 14.7 410.7 16.9Sağlık personeli 227.6 13.7 222.5 12.1 245.2 13.9Konut personeli 356.6 18.2 367.4 17.2 308.5 13.9Ağaç işçileri 160.7 20.0 176.7 18.4 196.7 17.4İnşaat işçileri 127.4 20.2 136.8 16.3 157.7 16.0
Kaynak: Hurd: the failure o f organizing, Barry T. Hirsch and David Macpherson, Union Membership and Earnings Data Book, 1999 edition, pp. 46-65, İ37-106, Washington: Bureau o f National Affairs; Barry T. Hirsch and David Macpherson,
Union Membership and Coverage Database, http://www.unionstats.com.
72
söylüyor. Bununla birlikte, örgütlenmeye canhıraş sarılan bu sendikalar kendi üyelerinin sorunlarına yeterli çözüm getirmek için yeterince zaman bulamamaları da normal karşılanmalı, ancak bu üyelerin beklentilerine denk düşmüyorlar. Beklentisi yerine gelmeyen üyelerin de sendikadan daha kolay uzaklaşmaları beklenilen sonucu doğurmakta.
Elbette bu söylenenler sendikal harekete sınıf bilinci ile katılan veya sendikal mücadele içinde sınıf bilincine varan işçiler için geçerli değildir, onlar bu durumu anlayışla karşılıyorlar, uzun vadeli çıkarları için günlük beklentilerini arka plana atmaya zaten sınıf bilinçleri gereği hazırlar. Ancak bunların küçük bir a- zmlık oldukları bir gerçeklik. Sınıf bilinçli işçilerin zaten sendika içinde olmaları gerekir, ancak bunların sayıları nasıl artırılacak sorusu kendiliğinden ortaya çıkmakta. Sendikal hareketin sendikal eğitim meselesine eskiden beri gereken önemi verdiği en azından sayısal açıdan bakıldığında ortada, her yıl binlerce sendika ü- yesi eğitimlere katılıyor. Sorunun can alıcı noktası tam da burada gibi gözüküyor, eğitimin biçimi ve kalitesi.
Sendikal eğitim açmazı
Sendikal eğitimin günümüzde en azından biçimsel olarak eskinin bir devamı olduğunu iddia etmek kuşkusuz gülünçtür, sendikalar modern biçim ve yöntemlerle eğitimlerini yapmaktalar, yetişkinlerin eğitimi için günümüzde zaten oldukça yaygın bir çalışma var ve toplumsal olarak bu konuda geri olunduğu söylenemez. Ancak eğitimin içeriğine bakıldığında, esas olarak düzenden kopamamış olmanın sancıları görülür. Bu anlamda sendikal eğitime katılan üyeler i- çin bu eğitim, toplumun, daha doğrusu düzenin yaygın olarak sunduğu imkanlardan biri olmaktan öteye geçememekte. Hele günümüzde çalışma yaşamı boyunca tek eğitimin yeterli olmadığını, gelişen tekniklere dayalı olarak çalışanların sürekli o
larak yeniden eğitilmesi gerektiğini söyleyen bir düzen elbette çalışanlara sürekli eğitim imkanlarını sunmaktadır.
Ancak bunlar düzen için eğitimdir, sendikaların bunu kopya etmeleri amaçtan uzaklaşma ile sonuçlanmaktadır. Sınıf sendikacılığının bu alanda söyledikleri bu anlamda hala canlı ve geçerlidir, eylemde eğitim olmalıdır, eğitimde eylem. Peki bu doğru söylem neden hayata geçirile- miyor? Bu noktada kaçınılmaz olarak örgütlenme sorununa geri dönmemiz gerekiyor kaçınılmazca. Söylemi yüzeysel olarak ele almak bize bir şey kazandırmaz, ondan ne anlamalıyız, bunun günümüzde anlamı ne olmalıdır, sorusunun cevaplandırılması gereklidir. Ve örgütlenme modelleri yaratılırken bu perspektif mutlak olarak akıllara çakılı kalmalıdır.
Birleşmelerde amaç neler olmalıydı?
Bu soru kuşkusuz geleceğe yönelik bir sendikal model çerçevesinde cevaplandırılmak. Biliyoruz böyle bir model henüz yok, ancak bu modelin belli prensipleri günümüzde beliriyor ve şu şekilde şematik olarak ilk belirlenmeler sıralanabilir.
1. Birleşmeler işçi sınıfının gücünü artırmalı, böylece sınıf haklarını koruma konumlanmasından hak alma konumuna gelebilmeli. Gelişmelere bakıldığında sendikal hareket bundan başka şeyler anlıyor, sınıfın güçlenmesinden çok bu sendikacıların güçlenmesi anlaşılıyor veya ikameci mantıkla sendikacılar güçlü o- lursa sınıfta güçlü olur mantığı hemencecik gözüküyor. Sınıfın aktif hale getirilmesi, bizzat mücadelede taraf olması gerekliliği atlanarak bir kez daha başkalarının onların yerine mücadele etmesi gerektiği yanılgısından vazgeçilmiyor. Bu prensip eskiden işçileri satmak için ortaya çıkmışken, şimdi aynı prensip sınıfı ‘kurtarmak’ isteyenler (en azından bu iddia ediliyor) tarafından benimseniyor. Mümkün olmadığını söylemeye gerek var mı?
2. Birleşmeler sınıf içindeki dayanışmanın artırılmasını da sağlamalıdır. Yeni sendikal yapılanma, her sendikanın kendi mücadelesini vermesi esasından çok sınıf olarak bir mücadele perspektifi ile hareket edecek bir örgüt modeli yaratmalı. Birleşmelerle ortaya çıkan yeni sendikaların gerek merkezi gerekse yerel anlamda bu anlayışa tekabül edecek bir yapılanmaya gitmedikleri açık
3. Yeni yapılanma sınıf içinde ortaya çıkan yatay ve dikey bölünmeleri dikkate alarak bunların mücadelenin önüne engel olmakta çıkaracak bir program ve yapılanmaya sahip olmalıdır. Her ne kadar sendikalar göçmenler, kadınlar, gençler, işsizler ve benzerleri için belli çalışmalar yürütüyorsa da bunların eski sendikal örgütlenme mantıklarını aşmadığı da ortadadır. Hala sendikalar kadın, gençlik vb ‘kolları’ gibi örgütlenme mantıkları ile hareket ediyorlar, bu alanlarda yeni bir soluk gözükmüyor, dahası sendikalar bunları giderek birer angarya olarak görmeye başlıyorlar. Bir ‘göçmen sendikası’ kurulduğunda bunu kendilerine rakip olarak görüyorlar.
4. Sendika içi demokrasi hala bir kaç tüzük maddesi ile sınırlı kalıyor, sendika içi karar mekanizmaları hala sendikacıların tekelinde kalmaya devam ediyor, üyelerin karar mekanizmalarına katılması için gerekli örgütlenme modellerinin geliştirilmesi acil ihtiyacını cevaplayacak bir çalışma ortalarda görülmüyor.
5. Sınıfın bağımsız politikasını belirleme yerine düzen partileri içinde sınıfa en yakın olanının peşine takılma alışkanlığı sürüyor. Daha da kötüsü bağımsız politika belirleme, örneğin SEIU’nun yaptığı gibi ‘Demokrat’ adayların yanı sıra ‘Cumhuriyetçi’ adayları destekleme gibi sulandırmalarla geçiştirilmeye çalışılmakta.
6. Küreselleşmeye karşı uluslararası dayanışma ‘kongre turizmi’ olmaktan nasıl çıkarılır sorusuna artık bir cevap bulunmalıdır. Sendikal hareketin yerel ve işkolu sınırlarını bile aşamadıkları bir ortamda ulusal
KasiM'AraIiI< 2005 G |O İ
7?
CjO İ KasiM'AraIiI< 200?
r El< I A B D ’d e k i s e n d i k a l a rA
[AFL-CIO American Federation of Labor-Congress of Industrial|Organizations (ABD Sendikaları Konfederasyonu )
AFSCME American Federation of State, County and Municipal Employees (Genel Hizmet İş Sendikası )
ACTWU Amalgamated Clothing and Textile Workers Union (Tekstil ve Konfeksiyon İşçileri Sendikası)
AFT American Federation of Teachers (Öğretmenler Sendikası)
Change to Win Coalition
AFL-CIO konfederasyonundan ayrılan International Brotherhood of Teamsters (LIUNA, ÜNİTE HERE, SEIU, UFCW sendikalarının kurduğu birlik)
GCC Graphic Communications Conference (Grafik İşçileri Sendikası)
ICWU International Chemical Workers Union (Kimya İşçileriSendikası)
ILGWU International Ladies Garment Workers Union (KadınGiysileri İşkolu Sendikası)
NUHHCE National Union of Hospital and Health Çare Employees (1199) (Hastane ve Sağlık İşkolu İşçileri Sendikası )
NEA National Education Association (Eğitim İşkolu Sendikası)
NUP New Unity Partnership (Birlik İçin Yeni Oluşum )
OCAW Oil, Chemical and Atomic Workers (Petrol Kimya ve A-tom Endüstrisi İşçileri Sendikası)
PACE Paper, Allied-Industrial, Chemical and Energy WorkersInternational Union (Kağıt Kimya Enerji vb İşkolu İşçileri Sendikası )
United Paperworkers International Union (Kağıt İşkolu İşçileri Sendikası )
SEIU Service Employees International Union (Kamu ve Genel Hizmet İşkolu Sendikası )
USWA United Steelworkers of America (Çelik İşçileri Sendikası)
UBC United Brotherhood of Carpenters and Joiners of America (Ağaç İşçileri Sendikası)
LIUNA Laborers’ International Union of North America (Kıı-zey-Amerika İşçileri Sendikası)
International Brotherhood of Teamsters (Kamyon Şoförleri Sendikası)
UAW United Automobile, Aerospace & Agricultural Imple-ment Workers of America International Union (Araba Uçak Tarım Makineleri Yapımı İşçileri Sendikası )
UFCW United Food and Commercial Workers International U-nion (Gıda İşkolu Sendikası)
UFW United Farm \\brkers (Tarım İşçileri Sendikası)
^UNITE HERE (Otel ve Tekstil İşçileri Sendikası)
sınırların aşılmasına vurgu belki de bir lüks olarak görülebilir, ama bu sınırların tek tek değil birlikte aşılması bir gereklilik değil midir?
SonuçlarHer şeyden önce sendikal hareke
tin en yakıcı sorunu olan, işyerlerinde kök salma (içselleşme) sorununun apaçık ortada olduğu ve bunun çözümü bir yana, tespitinin bile yapılmadığını söylemek gereklidir. Bu sorunun üzerinden atlanarak sendikal harekette bir yenilenme gerçekleştirmek mümkün değildir. ABD sendikal hareketindeki gelişmeler bir kaz daha bunu bizlere hatırlatmalıdır.
Bunun ötesinde sendikal hareket birleşmeler konusunda bir bilanço çıkarmak zorundadır, yukarıda birleşme prensiplerini sıraladık, ancak temel soru, yani birleşmelerin bir çıkış yolu, bir yenilenme hareketi yaratma şansını ne kadar yarattığı/ya- ratabileceği de tartışmaya açılmalıdır. ‘Alt sendikacılık’ adı altında toparlanan modeller birleşmelere bir alternatif olarak görülebilir. Bu konuda daha önce Yol dergisinde çıkan yazı tartışmalara yeni bir boyut kazandırmalıdır. Ancak belli koşullarda birleşmelerin gerekli .olabileceği de gözden kaçırılmamalıdır.
E k I I
A ş a ğ ıd a b u ya z ıya e k o la ra k Dr. H ik
m e t K ıv ılc ım lı'n ın n e re d e y s e 4 0 yıl
ö n c e s in d e yazd ığ ı 'UYARM AK İÇİM U-
YAMMALI UYAMMAK İÇİM UYARM ALI' e -
5e r in d e n , s e n d ik a la r la ilg ili b ö lü m ü
k o y m a k ih tiy a c ı d u y d u m . K ıv ılc ım lı'n ın
ö n e rd iğ i ' iş ç i G ö n ü llü le r i' b u g ü n d e
g ü n c e l, a m a b u n u 4 0 y ıl s o n ra s ın a ta
ş ım a k ta g e re k li. 5 e n d ik a l y a p ıla n m a
n ın n e re d e y s e ilk o r ta y a ç ık tık la rı 1 5 0
y ıl ö n c e s in d e b u g ü n e ha la a yn ı ya p ı i-
l.e g e ld ik le r i g ö z ö n ü n e a lın ırsa b u ö -
n e r in in n ite lik o la ra k n e k a d a r ö n e m
taş ıd ığ ı v e n e k a d a r g e liş t ir i lm e y e açık
b ir ö n e r i o ld u ğ u g ö rü le b ilir .
B u e k in d iğ e r b ir g e re k li l iğ i A B D s e n d i
ka la rın ın '9 5 d ö n e m e c i ö n c e s in i a n la
m a y a o la ğ a n ü s tü y a rd ım c ı o la b ile c e ğ i
d ir, b u n la rı h e rk e s b il iy o r d e m e k y e r i
n e yaz ıy ı b ir k e z d a h a ü z e r in d e d u ra
d u ra o k u m a y ı s a lık v e r ir im .
74
İŞÇİ SENDİKALARI
Hikmet Kıvılcımlı
Türkiye’de bugün bir sendikalar meselesi yok, bir sendikalar faciası vardır. Sağlı, sollu devletçilerimizin o başarılarını kimse inkar edemez; Sendikaları da devletçiliğimizin tıpatıp kopyası yaptılar: Sendika, devlet içinde özel bir devletçilik oldu. Bir yol sendikaya yazılan işçi, ömür boyunca sendikanın "tebaa”sı durumuna giriyor, uygunsuzluk görüp çıktığı zaman bile sendikaya "dayanışma aidatı” adıyla vergi ödemek zorunda kalıyor. Sendika aidatını, işçinin kendi eliyle vermesine müsaade edilmiyor: Devlet baba, sendika yavrusunu kendisine benzetmekle kalmamış, kendisinden daha nazlı tutmuştur. Devlet yılda iki öğün vergi alır. Sendika her aybaşı alacağını (tahsil masrafına ve zahmetine bile katlanmaksızın) hazırca kesilmiş, biçilmiş olarak cebinde bulur. Toplanan aidat ya süslü salonlarda gösterişli bir iki nutuk atılarak ele geçirilir, yahut iki yılda beş on kişi ile “Genel Kurul!” denilen bir alicengiz oyunu tertiplenir: danışıklı dövüş zabıtlar tutulur; tamamıyla hazır yiyici, tamamıyla işçi sınıfına kazık atmakla görevlendirilmiş, sendikacı adlı yeni bir zümre vurgunculara yem olur.
İşyerinde geçeli gündüzlü çalışırken 200 lira aylık ücreti güç bulan kişi “sendika organlarında görevli” oldu muydu, aylığını 200 liradan aşağıya düşürtmemek için girmedik kalıp bırakmaz. İşverenle cakalı ve kapalı oturumlarda işçi haklarını kırışır; devleti de atlatmak yoluyla açıktan ve havadan büyük sus payları kopartır. Bütün o işçiyi satarak vurulan gayrı meşru kazançlar, alman “yönetici” maaşlarını gölgede bırakır. Dün işçi iken nefesi açlıktan kokarak, beş on kilometrelik çamurlu s olları yarım yırtık pabuçla tabana kuvvet yürüyen kimse, şimdi “sendika lideri” kesilir kesilmez, altında özel otomobil görmezse, haksızlığa uğramışça gocunur. Bir iki yılda, kendisinin veya e- şinin üstüne bir apartman daireciği yaptırmayan sendikacı görülmedik namus ve ihsan sahibi sayılır. Kooperatif adı altındaki çapul girişkenliklerini başta devlet gelmek üzere, bütün mali ku
rumlar ve işçi sigortaları destekler: Normalin iki misli pahalıya çıkartılan inşaat, işçileri yirmi yıl borç ödeme işkencesinden başlarını kaşıyamaz hale getirir. Bu marifetlerini azımsayıp, canı sıkılan sendikacı ağa, dilerse “Avrupa tetkik gezisine” çıkar, dilerse kendisini Amerika’ya “davet” ettirip, hak ettiği Kadillak arabasıyla geri döner.
Her gün, herkesin gözleri önünde akıp giden sendika faciasının her yanını anlatmak ciltlere sığmaz. Durumu TİP yöneticilerinin bilmemelerine imkan yoktur. İçlerinde, bu alanın her türlü cilvesini denemişlerin insaflarına başvurulabilir. Bir çeşit neo-etatizm (Yeni-Devletçilik) adını alabilecek olan sendika faciası, TİP’in sosyal sınıf dayanağını pek yakından ilgilendirir. Sendika faciası önünde TİP üyeleri yedisinden yetmişine dek seferber olmazlarsa ve Mehmet Akif’in deyimiyle: “Bu hayasızca akm”ı durdurmazlarsa, Babil çağında yaşatılmak istenen işçi sınıfımız, insanın insanı çıtır çıtır yediği vahşet çağma doğra itilmekten kurtulamayacaktır. Milli kurtuluş da, milli kalkınma da, sendikacılık vahşetinin tehdidi altındadır. Bir kaç istisna ile, sendikacı denilen asri yamyamın, vahşi yamyamdan farkı; yamyamların yabancıları yemeleri, sendikacıların kanunca kendi cinslerinden sayılan işçileri, çok defa emperyalist ajanların işbirliği ile yabancılara yedirtmeleridir. Bu sendikacılık göz önüne getirilirse, TİP liderlerinin “anti-emperyalist” söylevleri. Ziya Paşa’mn; “Gökte yıldız arayan” müneccimliğine benzemek üzeredir. Emperyalizm dış politikada, iç politikada değil, Türk milletinin içinde: Şirketleriyle, işçi sınıfımız içinde: Sendikacılarıyla har vurup harman savurmaktadır.
TİP liderlerine tekrar tekrar rica e- delim: Türk milletinin içine bu aşağı yoldan daha çabuk ulaşılır. Büyük Millet Meclisi’nin yüksek katlarından “E- MEKÇİ YIĞINLARI” pek az şey anlarlar. Bezirgan partilerin açıkça veya saman altından su yürüterek sendikalara saldırdığı zağarlar, “Emekçi Yığınlarının oylarım sürek avı durumuna getirmişlerdir. İşçi, bezirgan partilerin Meclis’te İFTAR TOPU patlatmalarını, yüksek nutuklardan daha iyi anlıyor.
Bu şartlar altında, emekçi yığınlarını u- yaracak laf kalmamıştır: Tek yol iştir. İş ise, genel olarak teşkilat, halk örgütleri, özel olarak sendikadır. Sosyal İŞ, milyonlarca üyeli işçi sınıfımızı her gün kursağından yakalayıp sürükleyen sendikada yığılıp kalıyor.
“Türkiye’de sınıf var mı? İşçi sınıfı var mı?” gibi soyut söz ebelikleri iş- leye dursun, işçi sınıfımız kendi tarihsel detenninizmi ile varlığının somut yapısını, SENDİKA’yı dosta düşmana kabul ettirdi. Emekçi yığınları, sendika gangsterlerinden kurtarıldıkları gün, işçi partisini halk daha yakından tanıyacak, ayrıca da, manen ve maddeten hiç umulmadık ölçüde dayanaklar doğacaktır. Yalnız maaş olarak ayda 2000 lirayı kesmeden kılım kıpırdatmayan işçi vurguncuları yerine, işçi partisinin gönüllüleri 500 liraya hizmet etseler neleri eksilir? TİP saflarında yığınla işsiz ve yarı işsiz aydın ve işçiler sinek avlıyorlar. Sendikalarda, işçi sınıfımızın işleri tepesinden aşıyor, yapan yok. Bu iki uç neden birleşmesin? Neden hem aldatılan masum işçi sınıfımıza, hem kendilerine bu küçük ekonomik iş teşkilatlarında yararlı olunmasın? Ancak sendika işinde, ama fedakarca gösterilecek başarılardır ki: Halkla aydınlar, işçi sınıfı ile işçi partisi arasına gerilmiş duran e- zeli DEMİR PERDE’yi yırtabilir.
O zaman, işçi gönüllüleri, en geniş kadrolarla milli kalkınma çabamızda: Madde ve ruh israfını giderir, üretici verimi ve yüceltici eğitimi getirir, manevi soysuzlaşma yerine gerçekçi ahlak ve erdemin gelişimini sağlar. O kadroların ayakta durması, en sağlam temeline oturtulmuş olur. İşçi gönüllüleri probleminin birinci büyük, geniş sonucu budur. Bu sonuç uzun vadeli sabır, zeka, enerji, tecrübe ister. Hem partiliyi hem halkı iyice siyasal terbiyeye kavuşturacak olan çözümler, sendika faaliyetlerinde bulunur. İşçi gönüllüleri sendikaları, sendikalar işçi gönüllülerini sebep netice zincirlemesiyle en istikrarlı başarılara yürütür. Küçük bir plan, dürüst bir metot, kararlı takip fikri ve zekice enerji, sendika faciasını, kısa zamanda işçi sınıfımız lehine ve halkın, milletin yararına işleyen sendika yaratıcılığına ve mutluluğuna çevirebilir.
KasimA raIiI< 2005 cp!
75
KasiM'AraIiI< 2005
Tarih hesaplaşma dizisi - I
Öğrenci hareketi tarihinde önemli bir parantez
‘ 9 6 HARÇ EYLEMLERİ
Öğrenci harehetinin var oluş zemininin gündelik eylem birlikteliklerinden çıkarılarak, öğrenci kitlesi ile ilişkisinin hızla sistematik örgütlü bağlara dönüştürülmesi
gerekliliğinin görülemediği "hızlı" işgal günleri, hafızalarda "1-2-3 daha fazla işgal" sloganı ile yer etti, ama sonuç yine tasfiye oldu.
96 harç eylemleri öğrenci hareketinin 12 Eylül sonrası gördüğü son kitlesel hareket oldu. 12 Eylül’ü de sayarsak Devrimci Gençlik Hare- keti’nin 92-93 yılında yaşadığı ikinci tasfiye sürecinin ve uzun süreli durgunluğun ardından öğrenci harçlarına yapılan %300’lük zamlara karşı oluşan tepki ile yeni bir kitlesel hareket gelişti. Tıkanıklık ve durgunluk döneminin son sürecinde (94-95 dönemi) Yıldız yürüyüşü, Beyazıt’ta 16 Mart yürüyüşü, Boğaziçi yemek boykotu ve ITÜ’de alternatif şenlik gibi eylemler 96 harç eylemlerine giden sürecin ilk birikimlerini oluşturuyordu.
95 yılı içinde ardı ardına yaptığı eylemlerle Öğrenci Koordinasyonu harç eylemlikleri olarak anılan bu kendiliğinden yükseliş sürecinin ilk çıkışını örgütledi.
Ardından ÜÖP’ün (Üniversite Öğrencileri Platformu) kuruluşu ile devrimci gençlik örgütleri ve devrimci siyasete yakın duran öğrenci örgütleri gelişen kitle hareketine müdahalede bulunmaya başladı. Bu müdahale ile birlikte Koordinasyonun süreçteki hakimiyeti kırıldı, inisiyatif büyük oranda ÜÖP’e geçti. ÜÖP’ün örgütlediği 29 Şubat 96’da yapılan Beyazıt İşgali 95 yılı içinde başlayan kendiliğinden hareketin zirveye çıktığı eylem oldu. Toplumsal meşruiyet gücünü de ‘arkasına alan öğrenci hareketi eylemlerle yürüttüğü süreci yapılan işgal
eylemi ile zirve noktasına taşımış ve doygunluğa ulaşmıştı.
Bu noktada öğrenci hareketi i- çinde iki ana tarz gündeme geldi. Koordinasyon’un ve ÜÖP’ün temsil ettiği iki ana tarz. Bu iki tarzı hem temsil ettikleri siyasi eğilimlerle hem de kendi iç gündemleri ve geri- limleri ile birlikte değerlendirmeye çalışacağız. Öncelikle ÜÖP’ü ele a- lırsak, harç eylemleri döneminde Ü- ÖP’ün içinde iki ana eğilim şekillendi ve tartışılmaya başlandı. Birinci eğilim sonrasında sürece ağırlıklı olarak karakterini de verecek o- lan ve hareketi daha fazla militanlaştırma eğilimini sergileyen eğilimdi. İkinci eğilim de öğrenci kitlesinin politikleşme sürecinin yeterli seviyeye ulaştığı, bundan sonra sürekli bir eylem hattı ile öğrenci kitlesinin yorularak tüketileceğini düşünen, bu yüzden mevzi tutmak ve gençliğin öz örgütlülüğünün oluşturulması yönünde adımlar atmak gerektiğini savunan eğilimdi. ÜÖP bileşenlerinin ağırlıklı olarak daha fazla işgal politikası gütmesi sonucunda dönemin kısa süreli de olsa a- na karakteri bu politika ekseninde (birinci eğilim) şekillendi.
Bu noktada ÜÖP tarafından örgütlenen iki eylem ön plana çıkıyor. Birincisi 15 Mart 96’da yapılan 16 Mart şehitlerini anma eylemi, İkincisi 23 Mart’ta -fiili durum yaratılarak DTCF işgaline çevrilen- Kızılay’da yapılan miting idi. Her iki
eylem de eylemler örgütlenirken alınan kararlan, ÜÖP çatısı altındaki bazı gençlik örgütlerinin fiili olarak eylem alanında yok sayması ile noktalandı. Bu durum ÜÖP içinde güvensizlik ve tartışma yarattığı gibi ÜÖP kitlesinin kırılmasına ve güvensizliğe düşmesine sebep oldu. Bunun sonucunda yine aynı dönemde faşistlerin İstanbul Öğrenci Birliği adıyla örgütlenmelerine müdahale etmek amacıyla planlanan baskın eylemine ÜÖP adına sadece 11 kişinin katıldığı bir durum ortaya çıktı. Bu eylem Koordinasyon’un basın a- çıklamasma dönüştü.
Son dönem öğrenci hareketinin en önemli eylemi olan Beyazıt işgalini örgütleyen ÜÖP nasıl oldu da ö- nemli bir eylemine sadece 11 kişinin katıldığı bir noktaya geldi? Bu sonucu olabildiğince etraflıca analiz etmek öğrenci hareketinin bugün yaşadığı tıkanıklığı açıklamak için de bize önemli veriler sunacaktır diye düşünüyoruz.
Öncelikle ÜÖP süreci başlangıcı itibariyle eylemlerin örgütlenmesi, devrimci kitle çizgisi ve devrimci dayanışma gibi konularda önemli bir gelişim seyri gösterdi. Koordinasyonun reformist siyasi çizgisine de devrimci bir alternatif olarak gençlik hareketinde tarihsel bir rolü de üstlenmişti ÜÖP. Özellikle de 29 Şubat Beyazıt işgali bu olumlu pratiği doruk noktasına taşımıştı. Ancak sonrasındaki eylemlerde (15
76
Kas ı m"AraLi k 2005 qol
Yapılması gereken neydi sorusu burada karşımıza çıkıyor tabii ki. Öğrenci hareketinin var oluş zemini hızlı bir şekilde gündelik eylem
birlikteliklerinden çıkarılarak, öğrenci kitlesi ile ilişkisi sistematik örgütlü bağlara dönüştürülmeliydi.
d art Beyazıt ve 23 Mart Ankara) bu rratik, inisiyatif tanımayan fiili du- '_:nlar ve ayak oyunları ile darbe- a-di. Bu darbeyi bizzat ÜÖP’ün ku
rucusu ve örgütleyicisi olan bazı si- asetlerin vurması öğrenci hareketi
nin nasıl bir açmazda olduğunun te- — el işaretiydi elbette. Ancak olaylara ve olgulara takılmadan anlayışı ve mantığı deşifre etmek bizler açısından esas önemli noktadır. Son kertede bahsettiğimiz fiili durumlar
e ayak oyunları bir anlayışın sonucudur. Ve esas hesap)apriması gere
ken de anlayışın kendisidir. Yukarıda birinci eğilim olarak bahsettiğimiz hareketi daha fazla militanlaştırmak gerektiğini düşünen eğilim ÜÖP içinde ağırlıklı i- di ve ÜÖP sürecine darbeyi vuran anlayış da bu eğilimin sahipleri oldu. Bizler bu anlayışı ikinci dönem siyaset anlayışı veya tarzı olarak tanımlıyoruz. ÜÖP pratiği süresince ikinci dönem siyaset anlayışının iki temel zaafı ortaya çıktı. Birincisi ve en önemlisi öğrenci kitlesinin durumunun kavranmaması hatta kavramak için çaba dahi gösterilmemesi idi. Politika ürettiğimiz zemini kavramayınca atacağımız a- dımlar elbette doğru olmayacaktır. Nitekim ikinci dönem siyaset anlayışı kısa sürede yanlış noktalara savrulmuş ve sonucu ÜÖP’ün dağılmasına kadar varmıştır. 96 kendiliğinden yükselişi esas olarak örgütsüz muhalefet karakteri taşıyan, isyankar, var olan düzenden rahatsızlık duyan fakat sonuna kadar apoli- tikliğe batmış ve kendi öz örgütlülüğünden yoksun bir niteliğe sahipti. O dönemde yapılması gereken öncelikli olarak içinde pasifizasyonu, a- politikliği, çürümeyi de barındıran kitlelerdeki modernleşme sürecini kavramak ve onun gerçekliğine göre politika üretmek olmalıydı. O gün i- çin ancak gerekli kurumsallaşmalar yaratılarak, akademik-demokratik taleplerin meşruiyet zeminini zedelemeden yapılacak eylemlerin başarı şansı vardı. Fakat ikinci dönem siyaset anlayışı bu tarz bir politika
gütmek yerine yukarıdan ajitasyonla radikalizme daha fazla vurgu yaparak kitlelere yönelmiş, 15 Mart Beyazıt eylemi eylem komitesi kararı çiğnenerek bitirilmeyerek polisin provokasyonuna zemin hazırlanmış, 23 Mart Kızılay mitingi de yine Ü- ÖP’ün ve eylem komitesinin kararı hiçe sayılarak DTCF işgaline döndürülmüştür. Her iki eylemin sonucunda bu gerilime hazır olmayan öğrenci kitlesi polisin aşırı şiddeti karşısında ezilmiş ve öğrenci hareketi ciddi bir kırılma yaşamıştır. Ü- ÖP’ün dağılma sürecini de bu eylemler başlatmıştır.
İkinci dönem siyaset anlayışının ikinci temel zaafı da kitle eylemlerinde ve bizzat kendilerinin de emeğiyle oluşturulan demokratik kurulularda öğrenci gençliğe sürekli o- larak kendi siyasi programlarını ve sloganlarını dayatmaları olmuştur. Hem öğrenci gençliğin akademik- demokratik sorunlarına sahip çıkma yolunda bağımsız öz örgütlülüğünü yaratmasından bahsedip, ardından kitleye kendi siyasi programlarını, taleplerini ve sloganlarını dayatmaları öğrenci hareketinin gelişim kanallarım tıkadığı gibi meşruiyetini
de zedeleyen sonuçlar yarattı. Sadece dar grup çıkarları gözetilerek, dönemin mücadele dinamiklerinin gelişme seyrinden kopuk bir şekilde kendini dayatmak, hak alma mücadelesine hiçbir ivme kazandırmadığı gibi öğrenci gençlikle gençlik örgütlerinin arasındaki bağı zedeledi ve ciddi güven kırılmalarına yol açtı. Bu zaafların sonucu olarak ortaya çıkan Beyazıt işgaliyle başlayıp, sadece 11 kişinin katıldığı eylemlere uzanan bir pratik oldu.
Yapılması gereken neydi sorusu burada karşımıza çıkıyor tabii ki. Öğrenci hareketinin var oluş zemini hızlı bir şekilde gündelik eylem birlikteliklerinden çıkarılarak, öğrenci kitlesi ile ilişkisi sistematik örgütlü bağlara dönüştürülmeliydi. Gündelik siyasi taktikler hayata geçirilirken öğrenci gençliği istihdam edecek kurumsallaşmalar merkezi ve birimler düzeyinde örgütlenmeliydi. Gündelik eylemliklere hapsolmuş bir mücadele pratiğinin bir sürekliliğinin ve kalıcılığının olmayacağı ve geleceğe dönük herhangi bir pers .̂ pektif sunmayacağı devrimci mücadelenin en temel doğrusudur. Türkiye Devrimci Hareketi’nin seksen
77
CjO İ Kasim-AraIil< 200?
yıllık tarihinden çıkan en temel sonuç da budur. Bünyesinde taşıdığı temel zaaflar ÜÖP’ün mücadelenin en temel doğrularını dahi görmesinin önünde ciddi bir engel oluşturuyordu ve maalesef bu engel, iki yılı aşkın bir süre devam eden bu kendiliğinden yükselişin, gençlik hareketinin ve devrimci hareketin tıkanıklığına çözüm olacak bir noktaya taşınamamasına sebep oldu. 96 yükselişi ve ÜÖP süreci hareketin öznelerinin büyük çoğunluğunun zaafları yüzünden geleceğe dönük olarak öğrenci hareketine ve devrimci harekete belli nicelikte ve nitelikte kadrolar dışında herhangi bir kurumsallık bırakmadı. Gündelik kazanımlar elde edildi şüphesiz ama onlar da ilerleyen yıllarda fazlasıyla elimizden alındı. Harç eylemlikleri sürecinin bu şekilde sönümlenmesinin nedeni hareketin öznelerinin zaafları ise tam da bu noktada bakış açımızı biraz daha geniş tutarsak sorulması gereken soru zaafların kaynağının, nedenlerinin ne olduğudur elbette.
Tam burada üniversitelerdeki yapısal dönüşümün ulaştığı aşamaya, kitle profilinden, üniversite-sa- nayi entegrasyonuna kadar geniş bir eerçevede-yeniden bakmak gerekiyor. Gençlik hareketinin tarihi vd gelişim seyri de bu konuda önemli göstergeler taşıyor. Gençlik hareke
tinin Jöntürklerden başlayarak 90’h yıllara kadar taşman tarihsel devrimci geleneği 60’h yıllarda şaha kalkmış, ancak 12 Mart ve 12 Eylül faşizminin baskı yıllarında kırılmalara uğrayarak, yenilgili ve kesintili bir mücadele sürecinde sona erdirilmiştir. 60’lı yıllarda gençlik hareketi, toplumsal muhalefetin en dinamik ve en vurucu gücü olma özelliğini taşıyor hatta yol açıcı bir işlev görebiliyorken 12 Mart faşizmi ile ilk ciddi kırılmasını yaşıyordu. 12 Mart faşizminin ardından gençlik hareketinin bu özellikleri törpüleniyor, hareket toplumsal muhalefetin eşgüdümüne girmeye başlıyordu. 70’li yıllar gençlik hareketinin bir nitelik değişimine uğradığı yıllardır. Gençlik hareketi sınıf mücadeleleri içinde işçi sınıfından ve ezilen halklardan yana taraf olarak iktidar mücadelesine atılmıştır bu yıllarda. Proletarya partisinin eksikliği devrimci gençlik hareketini kendisini o- nun yerine ikame etmeye, bir iktidar örgütü gibi davranmaya götürmüştür. Mahir Çayan Dev-Genç için ‘doğuşunda demokratik kitle örgütü idi, ancak daha sonra bir iktidar örgütü gibi davranmaya başladı’ diyor. 70’li yıllarda yaşadığı nitelik sıçraması ile iktidara yönelen gençlik hareketi sınıf hareketleri ile iç içe geçerek, toplumsal hareketin gelişimine göre yükselişini sürdürmüştür.
Yine bu dönem yaşanan sınıf kopuş- malarının etkisi ile gençlik hareketi de yapısal bir parçalanmaya uğramış, farklı sınıf eğilimleri doğrultusunda siyasal gençlik örgütlenmeleri meydana gelmiştir. Bu tarihten itibaren eskisi gibi bütünsel, tek bir Devrimci Gençlik Hareketi söz konusu olmamıştır. Bu olgu 80 sonrası daha da belirginleşmiştir.
80 sonrası gençlik hareketini belirleyen temel etkenlerden biri de devletin konumlanışı olmuştur. Devlet 80 sonrası yalnız zor uygulamakla kalmadı, düzen içine çekebildiği unsurlara kendi icazet alanında politika yapma imkanı tanıyarak ne- o-liberalizmi körükledi. Militan devrimci güçlerin politik zeminini daraltarak, marjinal güçler konumuna düşürmeyi hedefledi. 87 sonrası süreç gösterdi ki, devletin kendiliğinden kitle hareketlerini yönetme becerisi, siyasi gelişmeler karşısındaki taktik manevra yeteneği ve üstünlüğü, toplumsal kontrol mekanizmalarındaki yenilenme (psikolojik savaş yöntemleri) gençlik hareketine yeni mücadele yöntemleri geliştirme zorunluluğunu dayatıyordu.
Gençlik hareketi böyle bir değişim seyri izlerken toplumda dolayısıyla öğrenci gençlikte yaşanan değişim de kendi kanallarında hızlı bir akış içindeydi. 12 Eylül sonrası ekonomiden siyasete, teknolojiden kültüre kadar hayatın bütün alanında hızla yaşanan değişim en çok gençliği etkiledi. YÖK’ün kuruluşunun ardından gençliğe dayatılan anti-de- mokratik uygulamalar ve paralı eğitim kıskacı 89’lara kadar her ne kadar cepheden zorlanmışsa da gençlik hareketi gelecek için örgütsel o- larak sağlam bir miras bırakmayı başaramamıştır. İstanbul Öğrenci Dernekleri Federasyonu (İÖDF) sürecinin de parçalanmasıyla öğrenci hareketi dibe vurmuştur. Bu süreç i- çinde tek tek devrimci çıkışlar ya- şandıysa da süreci tersine çevirecek bir çözüm gücü açığa çıkmamıştır.
Öğrenci gençliğin durumuysa sistemin kendini yeniden yapılandırmasının hangi aşamada olduğu-
78
KasiM'AraIiI< 200?
nun en somut göstergesiydi. Artık sokaklarda devrimci gençlere rastlamak mümkün değildi. Gençliğin politik yönelimleri yapısal dönüşümün baskısı altında düzenin istediği yönde kökleşmeye başladı. Her gün sabah okuluna gelen ders çıkışı evine giden ortalama bireylerle, örgütlenmeye karşı anarşizan fakat düzenin tekdüzeliğine karşı isyankar rockçı, metalci vb. alt kültürlerle bezenmiş bar gençliği ya da bir başka deyişle günü yaşamayı ilke edinmiş, gelecek umudu olmayan kendini dalgalara bırakmış oradan oraya savrulan bir gençlik karakteri ortaya çıkmıştı. Bu iki tipolojinin gençlik içinde e- gemen karakterler olmasının sonucu olarak gençlik dinamizmini yitirmiş, geçmişte sık sık vurgulanan tarihsel devrimci misyonundan bütünüyle u- zaklaşmış bir toplumsal katman haline dönüşmüştü. Öğrenci hareketi bu gidişatı tersine çevirecek bir politika üretemediği gibi tıkanıklığın yarattığı sorunları aşamadıkça kendi enerjisini kendine yöneltmiş, dernekler süreci dağılmış, sonuç tam bir dibe vurma olmuştur.
Sonuç olarak96 harç eylemlik
leri öğrenci hareketinin bugün için 80 sonrası gördüğü son kendiliğinden kitle hareketi olarak tarihteki yerini aldı. Hem de yapısal dönüşüm tartışmalarının tam ortasında, öğrenci gençliğin eskisi gibi bir toplumsal dinamik olmaktan artık uzak olduğu tespitlerini yaptığımız ve yeni bir mücadele tarzının örgütlenmesi gerektiğini ısrarla vurguladığımız bir dönemde a- deta bizi yalanlamasına ortaya çıktı bu kendiliğinden hareket. Eylemleriyle, işgalleriyle, iç tartışmalarıyla gençliğin, toplumun bütün kesimlerinin, devrimci hareketin ve tabii ki devletin de ana gündemi haline geldi. Gençlik hareketini 2000’li yıllara taşıyacak kadroların yetiştiği süreç olarak da hareketin kendini geleceğe taşımasında önemli bir rol üstlendi harç eylemleri süreci. Dost acı söyler misali aradan geçen on yıl so
nunda gençlik hareketine 96’dan ne miras kaldı sorusunu sorduğumuzda birkaç destansı eylem anısı dışında bir cevap bulabilen var mı?
Dönem özellikleri değişirken tarihin hiçbir kesitinde devrimler dahil eskiden yeniye geçiş bıçakla kesilmiş gibi bir anda yaşanmamıştır. Her yeni döneme geçiş aynı zaman da eski dönemin sık sık tekrarıyla defalarca inkar edilmiş ve görmezden gelinmiştir. Ancak tarihin akışı bütün gerçeklerden daha inatçıdır, daha devrimcidir. 89’larla birlikte dibe vuran devrimci gençlik hareketi şapkasını önüne koyup tarihiyle, var oluş zemini ile, yaptıkları, yapamadıkları ve yanlış yaptıkları kısacası kendisi ile köklü bir hesaplaşma yapmak yerine dönem özellikleri itibariyle açığa çıkan liberalleşmeye karşı kendi içinde katılaşmayı tercih etmiştir. Politik olarak dayatılanın üzerine çıkamadıkça, kendi politik-taktik hattını oluşturamadık- ça eskiyi tekrardan öteye geçememiştir. Eskiyi tekrar siyasette ve gençlik kitlesinde cevap bulamayınca kendi içinde katılaşma doğal so
nuç olarak özden yoksun bir biçim oluşturmuştur, sadece. Kaba bir biçimle ayakta duran bir kabuk. Yukarıda da belirttiğimiz gibi tarihin akışı bütün gerçeklerden daha inatçıdır, daha devrimcidir. Bu kabuk elbet kırılacaktı. Böylesi bir son yaklaşırken ikinci dönem siyaset anlayışlarını taşıyanlar için 96 kendiliğinden yükselişi bir soluk borusu olmuştur adeta. Kabaran kitle hareketi bir yıl önceki açmazları ve tıkanıklıkları u- nutturuverdi hemen. Ve ömrü uzadı ikinci dönemin.
Yıl 2005. Aradan geçen on yıl sonunda birkaç destansı eylem anısı dışında harç eylemleri sürecinden öğrenci hareketine bir şey kalmadığı gibi bu on yıl içinde tarihin akışının inatçılığı kendini gösterdi. İkinci dönem siyaset anlayışı pratik olarak tasfiye oldu üniversitelerden. İşte bu yüzden 96 harç eylemleri süreci i- kinci dönem siyaset anlayışlarının ömrünü uzatan gençlik hareketi tarihinde sadece bir parantez. Tarihin a- kışmm olası sonuçlarını kısa süreliğine de olsa öteleyen önemli bir parantez.
Dönem özellikleri değişirken tarihin hiçbir kesitinde devrimler dahil eskiden yeniye geçiş bıçakla kesilmiş gibi bir anda yaşanmamıştır.
Her yeni döneme geçiş aynı zaman da eski dönemin sık sık tekrarıyla defalarca inkar edilmiş ve görmezden gelinmiştir.
A n kara ’da harç eylem i
79
qol KasiM'AraIiI< 200?
E Ş İT L İK Ç İ ÇAG SO N A ERDİ■ 7
Üniversiteler Kapitalist sistem açısından önemli üç temel niteliğe sahiptir. Bunlardan ilki, üniversitelerin sermayenin ihtiyaç duyduğu nitelikli iş gücünün
üretildiği temel atan olmasıdır. İkincisi, üniversitelerdeki bilimsel-teknik üretimin sermayeye maliyet tasarrufu sağlaması, sonuncusu ise üniversitelerin ideolojik
üretimde taşıdığı önemdir.
Kapitalizmin, 1970’lerin başında yaşadığı krizden çıkış yolunu neoli- beralizm olarak çizdiğini hepimiz biliyoruz. Yaklaşık 40 yıllık bir zamanı Keynesyen politikalarla ulusal sermayeleri güçlendirerek geçiren kapitalist sistem, 1970’lere geldiğinde, teknik gelişimin getirilerinin de etkisiyle ulaştığı birikimin krizini yaşamaya başladı. Keynesyen politikaların ulusal pazar mantığı ve bununla bağlantılı olarak iç pazarı canlı tutabilmek için önemli gördüğü görece yüksek ücretler, iş güvencesi ve diğer sosyal haklar bu dönemde kar oranlarının hızla düşüşünün temel nedeni olarak sermayenin saldırı alanına oturdu.
1970’lerden beri tüm dünyayı etkileyen neoliberal politikaların bu anlamda iki temel yönü var diyebiliriz. İlki sermaye artık ulusal pazarla
rın dışına, yaygınlık olarak dünya ölçeğine yönelmiştir. İkincisi bugüne kadar sosyal alanlar olarak tanımlanan eğitim, sağlık, ulaşım vb. de dâhil olmak üzere her alanın piyasa ilişkilerinin içine çekilmesini hedeflemektedir. Bunun hayatlarımızdaki karşılığını, Thatcher’m Bilim ve E- ğitim Sekretaryası Kenneth Baker şöyle ifade ediyordu: “Eşitlikçi çağ sona erdi”.
Yüksek öğrenimde yeniden yapılandırma
Türkiye’de, 1980 sonrası üniversitelerimizin geçirdiği değişimi anlamada ülkenin kendi tarihsel-toplum- sal yapısı önemli bir yerde duruyor. Ancak üniversitelerimizdeki yeniden yapılanmayı, hem neoliberal politikaların tüm dünyada bir bütün olarak toplumsal yapılara dayattığı deği
şimle hem de özelde eğitim politika- ları-yüksek öğretim politikası üzerindeki etkisinin nasıl işlediği ile birlikte kavramak doğru olacaktır. Çünkü üniversiteler en temelde teknolojinin ve ideolojinin üretildiği/yeni- den üretildiği alanlar olarak bu yeniden yapılandırmada önemli bir işleve sahip.
İlk olarak sermayenin yüksek öğretimdeki bu yeniden yapılandırmayla neyi amaçladığına bakmak yararlı olacaktır.
Üniversiteler kapitalist sistem a- çısmdan önemli üç temel niteliğe sahiptir. Bunlardan ilki, üniversitelerin sermayenin ihtiyaç duyduğu nitelikli iş gücünün üretildiği temel alan olmasıdır. İkincisi, üniversitelerdeki bilimsel-teknik üretimin sermayeye maliyet tasarrufu sağlaması, sonuncusu ise üniversitelerin ideolojik ü- retimde taşıdığı önemdir.
Bu üç başlık, her dönem kapitalist sistemin üniversitelere dönük bakışının temel noktaları olmuştur. Neoliberal politikalar asıl olarak, bu başlıkları değiştirmiyor; bu başlıkların nasıl biçimleneceğini, sürecin nasıl işleyeceğini tanımlıyor, bunları değiştiriyor.
Neoliberal mantığın nelere dayandığını, ilk olarak emek gücü ihtiyacını nasıl tanımladığında görmek mümkün.
Teknikteki hızlı gelişim sayesinde artık sermaye asıl karını, kitlesel emek gücü üzerinden değil sabit sermaye oranı yüksek, sürekli gelişen yeni yatırımlar üzerinden elde etmektedir. Bu da sermayenin eskisi
Bu yazıdaki fo toğrafları b irlik te düşünün. Bakalım aradaki fark ları bulabilecek misiniz?
r
8 0
Kasim-AraIiI< 2005 C jO İ
Sermayenin üniversiteye dönük bakışındaki temel diğer bir nokta, ü- niversitelerin bilimsei-teknik üretimde taşıdığı yerle ilgilidir. Teknikte
ki gelişim sermaye için üretim maliyetinde tasarruf sağlamaktadır, teknik üstünlük sistemin tekelci yapısının devamlılığında da önemlidir.
gibi kitlesel nitelikli iş gücü ihtiyacını azaltıyor. Tersine daha nitelikli yani tekniği sürekli geliştirebilecek az sayıda emek gücü, bugün sermayenin yüksek karlara ulaşabilmesinin asıl aracı. Bu durum elbette genel o- larak eğitime özeldeyse üniversite e- ğitimine olan bakışı birebir değiştiriyor. Artık kapitalizmin kitlelerin eğitilmesine ihtiyacı yok. Eğitilmiş, az sayıda “ayrıcalıklı” emek gücü, sürecin yürütücüleri olarak yeterli. Bu politikanın kendi iç mantığı, kamu fonlarının eğitime akmasını da elbette gereksiz hatta daha ötesinde zararlı kılıyor.Yani geçmişin kamusal eğitimi de neoliberal politikalar açısından ömrünü tarihsel olarak tüketmiş durumda. İş daha da ileriye taşındığında, bu az sayıdaki nitelikli emek gücünün nasıl üretilmesi gerektiği noktasına varılıyor. Bilgi, bu anlamıyla eğitim,'bir nitelik aracıysa ve buna az sayıda kişi sahip olacaksa, bu aslında bilginin doğrudan bir ayrıcalık oluşturması demek. Yani toplumsal niteliği yok edildiğinde e- ğitimden geriye sadece kişinin edindiği bir ayrıcalık, kişinin geleceğine yaptığı bir “yatırım” kalıyor. Ve kapitalist sistemin piyasa mekanizmasının bu duruma yanıtı “alan öder” o- luyor. Başka bir ifadeyle parayı veren düdüğü çalar.
bölümünü tamamen kapatmış, Microsoft ise Cambridge Üniversitesi ile yaptığı anlaşmalardan sonra AR-GE bölümünü önemli ölçüde daraltmış- tır.
Daha önce söylediğimiz gibi, üstteki iki başlık kapitalizmin her döneminde üniversitelerden beklentilerini oluşturur, neoliberal politikalar bu beklentilerin yapısını değiştirmiştir. Ancak neoliberalizmin üniversitelerden ideolojik beklentilerine gelmeden önce, sürecin birebir neoliberal politikalara özgü noktalarını ve bunun üniversiteleri nasıl yeniden yapılandırdığını da açmak gerekiyor.
ca kamusal bir hizmet olarak verilen eğitim alanına sermayenin nasıl yerleşeceği ile ilgilidir. Eğitimi ücret- lendirilmiş olarak sunan vakıf okullarının açılmasının yanında, ikinci bir ayak devletin eğitimden tasfiyesinin sağlanması adımlarıdır. Devlet bütçesinden eğitime ayrılan payların giderek azaltılması, böylece devlet okullarındaki eğitimin kalitesinin bilinçli olarak düşürülmesi, bunun yanında özel okulların devletçe desteklenmesi ve bunun ideolojik propagandası ileri aşamalar için eğitimin tamamen piyasaya bırakılmasının zeminini yaratıyor.
Sermayenin üniversiteye dönük bakışındaki temel diğer bir nokta, ü- niversitelerin bilimsei-teknik üretimde taşıdığı yerle ilgilidir. Teknikteki gelişim sermaye için üretim maliyetinde tasarruf sağlamaktadır, teknik üstünlük sistemin tekelci yapısının devamlılığında da önemlidir. Ancak bilimsel faaliyetlerin kendisi, oldukça büyük yatırım gerektiren, maliyetli bir iştir. İşte neoliberal politikaların üniversite-sanayi işbirliği adıyla sunduğu yapı, gerek teknik alt yapı gerekse beyin gücü olarak üniversitelerin sahip olduğu donanımın, sermayeye açılmasıdır. Bu durumun en tipik örnekleri olarak Kodak ve Microsoft’un girişimleri verilebilir. Kodak kendi araştırma geliştirme
Öncelikle eğitimin özelde yüksek öğrenimin bugün birebir kendisi, sermaye için bir yatırım alanını oluşturuyor. DTÖ’nün 1995 verilerine göre uluslararası eğitim pazarı 27 milyar dolar. Eğitimin, DTÖ kaynaklarına bir pazar, hem de oldukça büyük bir pazar olarak geçmesi bu durumun tipik bir göstergesi. Bunun e- ğitim sistemindeki karşılığı devlet o- kullarmm yanında, ya da ileriye dönük olarak tamamen, eğitimin özel sektör tarafından verilen ve bu anlamda elbette fiyatlandırılmış bir “hizmet” olmasıdır. Tüm dünyada ö- zel üniversitelerin, liselerin, ilkokulların çığ gibi büyümesi bu durumun bir sonucudur. Bu yapılandırmanın önemli bir noktası ise elbette, yıllar
Şili’de 1980’de uygulamaya konan Voucher sistemi, bu mantığın tipik bir uygulamasıydı. Kamu okullarının önce yerel yönetimlere devredilmesine, ardından bu okulların ö- zel okullarla rekabete sokulmasına dayanan sistem, Şili’de kamu okullarının %80’inin özelleştirilmesini getirdi. Aynı dönemde eğitim düzeyinde dramatik düşüşler yaşandı (İstanbul gibi Büyükşehir belediyelerinin tüm hizmetleri özelleştirmesini hatırlayalım).
Sürecin neoliberalizme özgü diğer bir noktası ise, tek tek ülkelerde işleyen boyutlarının yanında aslında uluslararası bir nitelik taşımasıdır. Yani neoliberal politikalar bütün ülkelerde birebir aynı amaçlarla ve bi-
81
I V ^ I l\A S IM 'A R A L IK Z U U 7
çimde yürütülmemektedir. IMF, DB, AB gibi emperyalist kurumlar verdikleri yapısal uyum kredileriyle, Türkiye’nin de dâhil olduğu bir kategoride, az gelişmiş ülkelere yapısal uyum kredileriyle eğitimin piyasa- laşmasmı hem dayatmakta hem de bunun yolunu döşemektedir (Kapitalist merkezlerle az gelişmiş ülkeler arasındaki amaç-biçim farklarını Türkiye’yi anlatırken daha fazla a- çıklayacağız).
Neoliberal politikaların, kendi özgün noktalarını bu biçimiyle tanımladıktan sonra, bu sürecin üniversiteler üzerinde nasıl bir etki yaptığından, yani üniversite yapılanmasını nasıl değiştirdiğinden bahsetmek gerek. Süreç sadece üniversitelerin özelleşmesi ya da üniversitelerin sermayenin AR-GE alanlarına dönüşmesinden ibaret değil. Bu durum aynı zamanda üniversitenin kendisinde de bir yapısal dönüşüm yaratıyor. Bunun da iki biçimde gerçekleştiğini görüyoruz. İlk olarak üniversitenin kendisi de bir girişimciye dönüşüyor, ikinci olarak bu süreç eğitimin içeriğini değiştiriyor.
İlk olarak üniversitenin kendisinin bir şirkete dönüştüğünü görüyoruz yani üniversitenin amaçları ve kendi iç yapılanması da neoliberal politikalarla uyumlu hale geliyor. Ü- niversite de kendi içinde bir şirket gibi çalışmaya başlıyor ve piyasayla
da bu biçimiyle ilişki kuruyor. Bu durumu, üniversite içindeki her türlü hizmetin paralılaşması, üniversite çalışanlarının sözleşmeli personele dönüşmesi, öğrencinin müşterileş- mesi, ABD’de birçok üniversitenin fonlarının Wall Street’te işlem görmesi gibi boyutlarıyla üniversitenin iç yapısının bir işletmeye dönmesi o- larak tanımlayabiliriz. Yani üniversiteler sadece firmaların bir departmanı değil, tersine firmalarla iş yapan ayrı bir şirket durumunda.
Neoliberalizmin üniversitelerde oluşturduğu diğer bir yapısal dönüşüm ise eğitimin içeriğinde yaşanıyor. Her şey piyasaya endekslendiği için, üniversite eğitimi de artık piyasanın ihtiyaçlarıyla biçimleniyor. Piyasa açısından getirisi olmayan bölümler kapanıyor, verilen eğitim piyasada yer edinecek bir işlevsellikle ele almıyor. Bu üniversitelerin bilimsellikle, eleştirel düşüncenin merkezi olmakla tanımlanan yüzlerce yıllık mantalitesinin de öldürülmesi demek.
Son olarak, kapitalizmin her dönem üniversitelere dönük beklentilerinin önemli bir ayağı olan ideolojik üretime dönersek, üstte anlattığımız her şeyle bağlantılı olarak neoliberal politikalar, üniversitelerden bunun i- deolojik üretimini gerçekleştirmesini bekliyor diyebiliriz. Dünyanın pek çok yerindeki birçok üniversitede
neoliberal politikaların karşısında yer alan, amaçlarını-sonuçlarını deşifre eden akademisyenler bulunsa da sistemin mantığını üreten, bunu topluma sunan, tıkanma noktalarını aşmasını sağlayan yine üniversiteler oluyor. Yani üniversite aynı zamanda neoliberal ideolojik saldıranın da merkezi.
Bu sürecin Türkiye’de nasıl işlediğine geçmeden önce son bir vurgu önemli sanırım. Üniversitelerdeki neoliberal yeniden yapılandırma elbette ki eğitimdeki yeniden yapılandırmanın bir parçası olarak işliyor. Yani üstte bahsettiğimiz sürecin birçok alt ayağı daha ilkokulda başlıyor, üniversitelerin durumunu bu yönüyle de kavramak önemli. İkincisi ve belki de daha önemlisi, bu durumunda aynı zamanda bir bütün olarak her alandaki neoliberal saldırıyla bağlantısını unutmamak. Çünkü neoliberal saldırı, birbiriyle bağlantılı, iç içe geçmiş bir mantık ve süreçle örülü ve bu saldırının hedef tahtasında sadece eğitim değil, tüm hayatımız var.
Şili’de Voucher sisteminin bir sonucunun da, ailelerin yaşadığı yoksulluğun çocukların eğitimi için verilen kuponları bozdurup yemek almakta kullanmaları olduğu unutulmaması gereken bir örnek sanırım.
Türkiye’deüniversitelerin yeniden
yapılandırılmasıNeoliberal eğitim politikalarının
üniversitelerimizde nasıl yaşandığına geçmeden önce öncelikle Türkiye’nin kendine özgü tarihsel-toplum- sal özelliklerinin üniversitelerimizi nasıl yapılandırdığına değinmek gerekli. Çünkü sonuç olarak neoliberal politikalar bu yapının üzerinde, onu değiştirerek, bazen de ona eklemlenerek kendine yer ediniyor.
Türkiye’de üniversitelerin, OsmanlI’nın son dönemlerinde özellikle askeri alanda bir gelişim sağlayabilmek için Batı kurumlarım temel aldığı biliniyor. Yani üniversitelerimizin daha kuruluş aşamasında, ken-
82
KasiM'AraIiI< 2005
Türkiye'de neoliberai politikaların hayata geçirilmesinde elbette temel noktayı, 1980 faşist darbesinin hemen ardından kurulan YÖK'Ie başlatmak gerekir. Ki bu yıllar Türkiye'nin de, 2 4 Ocak kararlarıyla neoliberai ekonomiye tam yol dümen kırdığı döneme denk düşer.
dişinin geçirdiği tarihsel bir altyapı, bunun üzerine biçimlendiği bir geleneği yok. Bu yüzden köklü bir üniversite mantığı ve geleneğini taşıdıklarını da söylemek zor. Cumhuriyetten sonra da üniversitelerin sık sık müdahalelerle biçimlendiği görülmekte. YÖK tarafından Türkiye üniversitelerinin ilk kuruluş tarihi olarak alman 1933 reformu ve bağlantılı olarak İstanbul Üniversitesi’nin kuruluşu da aslında birebir siyasi iktidarın bir müdahalesi niteliğinde. Darülfünun İÜ’ye dönüştürülürken, öncesinde var olan 153 üyesinden sadece 59’unun İÜ’de çalışmaya devam etmesi bu durumun tipik bir örneği. Siyasi iktidarın üniversitelere dönük doğrudan müdahalelerinin örneklerini sonraki yıllarda bulmak da mümkün. Bu doğrudan müdahalelerin ötesinde aslında devletin asıl ve sürekli müdahalesinin verilen eğitimin niteliğinde olduğu görülüyor. Şoven, gerici, elitist, cins ayrımcı bir eğitimin ti- niversitenin kılcal damarlarına işlemesi, işleyemediğinde de doğrudan müdahalelerle örülü bir üniversite tarihimizin olduğu söylemek abartılı olmayacaktır.
Neo-liberalyapılandırma
Türkiye’de neoliberai politikaların hayata geçirilmesinde elbette temel noktayı, 1980 faşist darbesinin hemen ardından kurulan YÖKTe başlatmak gerekir. Ki bu yıllar Türkiye’nin de, 24 Ocak kararlarıyla ne- oliberal ekonomiye tam yol dümen kırdığı döneme denk düşer. YÖK üste belirttiğimiz tarihsel mirasın da ü- zerinde yükselerek, darbenin muhalefeti sindirdiği bir ortamda üniversiteyi tam bir baskı altına aldı. İlk uygulamalarından biri 1402 Tikler olarak bilinen yasayla üniversiteden yüzlerce demokrat öğretim üyesini uzaklaştırmak oldu. Bunun yanında, zaten güdük olan üniversite geleneğini tamamen öldürdü ve üniversiteleri baştan aşağıya tepeden inme bir yapılanmanın içine oturttu. YÖK ya
sasıyla akademiler üniversitelere, e- ğitim enstitüleri eğitim fakültelerine, konservatuarlar ve meslek yüksek o- kulları üniversitelere ve tüm üniversiteler de YÖK’e bağlandı. Bununla birlikte fakülte kurulları ve üniversite senatoları işlevsizleştirilerek merkezi denetim tamamen YÖK’e verildi.
Bu adımları, daha pek çok amacın yanında, neoliberai politikaları pratiğe geçirmeden önce üniversiter sistemi tamamen tasfiye etmeye ve denetime almaya dönük adımlar olarak görmek gerekir.
Neoliberai politikaların asıl a- dımlarınm ise 1992 yılında atıldığı göze çarpıyor. 1992’de çıkarılan iki yasa, üniversitelerimizin bugünkü tablosunda oldukça belirleyici olmuştur. Bunlardan ilki, 1992’ye kadar Türkiye’de kurulmuş 29 üniversite olmasına rağmen, 1992’de bir yıl içinde bir anda 21 üniversitenin ve 2 ileri teknoloji enstitüsünün kurulmasıdır. İkinci önemli yasa ise 1984’te, bizzat o dönemin YÖK Başkanı İhsan Doğramacı tarafından, tamamen Anayasa’ya aykırı biçimde kurulan Türkiye’nin ilk vakıf üniversitesi
Bilkent’e, çıkarılan 3785 sayılı kanunla yasal statü kazandırılmasıdır. Bu yasanın hemen ardından Başkent, Galatasaray, Işık vb. diye devam e- den bir listeyle özel vakıf üniversitelerinin sayısı her geçen yıl artmıştır.
Yine 90’larda eğitimde neolibe- ral politikaların hızla hayata geçirilmeye başlandığının tipik bir verisini, sonrasında YÖK Başkanı olan Kemal Gürüz’ün 1994 yılında, TÜSİ- AD’a hazırladığı “Yükseköğretim, Bilim ve Teknoloji” başlıklı raporla edinmek mümkün. Neoliberai politikaların Türkiye’deki amaçlarının ve izleyeceği yolun bir stratejisi olarak değerlendirilebilecek olan bu raporun bugün pek çok noktasıyla hayata geçtiği görülüyor.
Neoliberai politikaların hayata geçirilmesindeki önemli adımlardan sonuncusu olarak da 1992 yılı New- roz’unda polisin üniversiteye bir daha geri çekilmemek üzere girmesi o- luşturuyor. Bu sembolik adım, sonraki dönemi belirleyen bir kırılma noktası anlamına geliyordu. Böylece sistem, üniversitelerdeki bu yeniden yapılandırmanın koruyuculuğunu sağlayacak adımı atmış, bu politika-
85
(_|OI Kasim-AraIiI< 2005
ların sürekliliğini güvence altına almıştır.
Bu adımların gerçekleşmesinde Türkiye’nin yüksek öğrenim tarihine dair yaptığımız vurgular, sürecin nispeten kolay yürümesinde özel bir ö- neme sahiptir.
Tüm bu süreçlerin üzerine şimdi üniversitelerimizin toplamda nasıl bir tablo oluşturduğu asıl önemli nokta. Bugün Türkiye’de, 24’ü üniversite, 2’si meslek yüksek okulu olmak üzere 26 vakıf üniversitesi bulunmakta.
Tüm eğitim alanından bakıldığında ise, 80 ve 90 yılları arasında Türkiye’de özel okulların sayısında %280’lik bir artış olduğu görülüyor. Her yıl devletin eğitime ayrıldığı pay
%2’lerde kalırken (ki bunun %80’ine yakınını zaten personel maaşları o- luşturuyor) özel üniversitelerin sayısındaki bu mantar gibi çoğalışta devletin, arazi bağışlarının yanında 3708 sayılı yasayla, vakıf üniversitelerinin bütçesinin %45’ini karşılamayı da kabul etmesi önemli bir etken.
Bir bütün olarak üniversitelerimizin durumuna bakıldığında tam bir kâstlaşma içinde olduğu görülmektedir. Benzer bir kastlaşma da bölümler arasında yaşanmakta, özellikle Fen Edebiyat fakülteleri her yıl binlerce diplomalı işsiz mezun etmektedir. Bu yapıda, sermayenin ihtiyaç duyduğu nitelikli işgücü, Bilkent, Sabancı, Koç gibi önemli özel üniversitelerin yanında Boğaziçi, İTÜ, ODTÜ, Hacettepe gibi büyük devlet üniversitelerinden sağlanmaktadır.
Devlet üniversitelerinin geri kalan büyük bölümü ise -ki bunlar büyük oranda 1992 ve sonrasında hiçbir altyapı olmadan kurulan tabela ü- niversiteleridir-, sermayenin ihtiyaç duyduğu ucuz emek gücünü barın
dırmakta, aynı zamanda da gizli işsizliği örten bir işlev yüklenmektedirler. Vakıf üniversitelerinin geri kalan kısmının ne rol üstlendiği ise açıktır, zengin çocukları için düşük puan, bol paraya zaman geçirilen a- lanlardır.
Üniversitelerimizin sanayi ile
bütünleşmesi de oldukça ileri boyutlardadır. Büyük üniversitelerin birçoğu bünyesinde teknoparklar, “tek- nocity”ler barındırmaktadır.
Bu listeyi uzatmak mümkün ancak elbette bu yapı ilköğretim ve ortaöğretimdeki yapılandırmayla doğrudan bağlantılı. Ve eğitim sisteminin bu a- lanlarmda da yeniden yapılandırma hızla devam ediyor. Son yürürlüğe konan eğitim müfredatı, sınav sistemleri ve elbette Türkiye’ye özgü dev dershane piyasası bunun önemli ayakları. Ancak yapılması gereken en önemli vurgu, eğitim sisteminin bütününden düşünüldüğünde neoliberal yeniden yapılandırmanın devam ettiğidir. Ancak ü- niversiteler açısından, bu 15 yıllık süreçte yapısal dönüşüm tamamlanmıştır.
Hala neoliberal politikaların üniversitenin kılcal damarlarına işleyecek pek çok a- dımı vardır ancak bütünsel olarak bakıldığında üni
versitelerimiz yapısal olarak bu dönüşümdeki eşiği geride bırakmıştır.
Bu durumu, bu netlikte ifade etmemizin en büyük nedeni faaliyet a- lanlarımızm gerçekliğini kavramanın önemli olduğunu düşünmemiz- dir. Çünkü bu gerçeklik bu gün birebir öğrenci hareketini etkileyen nesnel bir durumdur. 1993 Terde yapısal dönüşümden bahsedildiğinde kastedilen, hareketin kendisini dönüştürmesi, darbe sonrası yaşanan bütünsel değişimlere, yeni kitle profiline uygun bir yapı ve faaliyet tarzı üret- mesiydi. Ancak bu değerlendirmelerde üniversite kendi başına bir etken değildir. Geçen 15 yıllık sürecin en büyük farkının bu olduğunu görmemiz gerekir, bugün kitle profili geçmişte tanımlananın da çok ötesinde bir değişim yaşamıştır ancak daha önemlisi üniversiteler artık kitle profiline sınıfsal bir kota koyan, kendi içinde bir işletme olarak çalışan, piyasayla bütünleşmiş ve başka bir mantık üretip onu topluma sunan bir noktadadır. Ve bu durum kendi başına hareketin en önemli sorunlarından biridir.
Bu durumu, bu netlikte ifade etmemizin en büyük nedeni faaliyet alanlarımızın gerçekliğini kavramanın önemli olduğunu düşünmemizdir. Çünkü bu gerçeklik bugün birebir öğrenci hareketini etkileyen nesnel
bir durumdur.
84
KasiM'AraLiU 2005 CjO İ
Ü N İV ER SİTELER İN GİYOTİNİ:
S o r u ş t u r m a l a r
Taktik disiplin yoksunluğu, en temelli zaaflardan biridir. Bırakalım taktik disiplini, yaratıcı taktik üretmek konusunda öğrenci hareketinde bir beceri kıtlığı hâkim.
Taktik üretmek, zihin olarak kopuşmadan, kopmadan bu taktik süreci sonuna dek yürütmek, hâkim olmak ve taktik davranış disipliniyle hareket etmek, hareketin
literatüründen adeta "yok" olmuştur.
Son 4-5 yıldır öğrenci gençlik hareketinin gündemini meşgul eden soruşturma sürecini, sistemli ve merkezi bir saldırı olarak uygulanmaya başlaması, devlet için sonuç alıcı bir tarza dönüşerek sürmesi, ve hareketin bu saldırıya karşı geliştirdiği (daha çok da geliştiremediği) refleks ile birlikte, bütünlüklü olarak analiz etmek son derece kritik ö- nemde. Bu süreci özeleştirel bir yaklaşımla ele almak, Öğrenci Gençlik Hareketi’nin tüm bileşenleri açısından, hareketin nicedir içinde bulunduğu tıkanma süreci ve bu sürecin önemli tanımlayanlarından biri olan öznelerin var oluş sorunu ile ilgili oldukça kapsamlı bir tablo ortaya koyacaktır.
Soruşturma furyası öncesi süreçte karşı karşıya kaldığımız Kılık Kıyafet Yönetmeliği uygulaması aslında bugüne gelirken içinden geçilen çok önemli bir son virajdı. 98-99 öğrenim yılı başında, kayıtlarda imzalatılan “taahhütname’Ter- le, kılık kıyafetten bildiri dağıtmaya dek pek çok maddede, öğrencilerden irade beyanları alındı. Tek başına bu yönetmelik ardından soruşturmalar başlamış değildir, ancak bu yönetmelik ve uygulanış tarzı devletin üniversitelere yoğunlaşmasında yeni bir seviyeyi ifade etmektedir.
28 Şubat’m toz-dumanmm hem görüş açılarını hem de davranış alanını daralttığı bu süreçte, devlet ve Siyasal İslam arasındaki hesaplaş
ma toplumsal mücadelenin üzerini örtmüş durumdaydı. Kimilerinin “Türban neyi örtüyor?” diyerek, kimilerinin ise alanlarda ilkesiz bir yan yana gelişle konum aldığı bu günlerde, söz konusu saldırının, ü- niversitelere dönük yoğunlaşmada devlet açısından bir sıçramayı ifade ettiği görülemedi. O döneme kadar “Üniversiteler Bizimdir!”' mantığıyla cepten yemeyi sürdüren hareket, daha okul kayıtlarında, kayıt merkezlerinde kurulan “tezgâhlarla öğrencilerden “taahhütname” a- lmması karşısında sudan çıkmış balığa döndü. Bu kasılıp kalma durumu, hareketin içinde bulunduğu tasfiye sürecini derinleştiren ve daha sonra da sık sık yaşayacağı tıkanmaların ilki oldu. Oysa imzalatılan onursuzluk belgeleri, en temel ref
lekslerimizi harekete geçirmeliydi. Bu saldırıya karşı kitlesel-meşru bir direniş hattı örme koşullan daha en başından mevcut olmasına rağmen, örgütsel tasfiye sürecinin de etkisiyle öğrenci hareketi sürece adeta ‘Fransız kaldı’, kenardan seyretti. Ardından gelen öğrenim yıllarında faşist saldırılar, F Tipi cezaevlerine karşı gelişen hareketlilik, New- roz’lar, Anadilde Eğitim talebi vb. gündemlerde, hareket soruşturma e- leğinden geçirildi. Ancak bizim burada özellikle altını çizmek istediğimiz yanı, saldırının en meşru akade- mik-demokratik taleplere doğrultul- masıdır. Saldırıya karakterini veren en önemli yan budur. Nefes almaya dahi soruşturma açılması ve kampus girişinin engellenmesi ile yalnızca hareketi mücadele alanından fizik-
85
KasiM'AraIiI< 200?
sel olarak tasfiye etmek değil, kitle- sel-meşru dayanaklarını yaratmaya hizmet edecek taleplerle kitlelerle buluşmasının önünü tıkayan ve geniş öğrenci kitlesinin örgütlenme hakkını ve hak alma bilincini hedef alan özü, saldırının gözden kaçırılan yanını oluşturmaktadır.2 Sorunu bu temelde ele almayı başarabilmek dahi, onu göğüslemenin ve geri püskürtmenin önemli bir parçası, ilk a- dımıdır.
Bu konuda iki örnek vermek yerinde olacak. İlki, 2000-2001 öğrenim yılı başında, İstanbul Üniversi- tesi’nde, adı Azerbaycan darbesine karışan Ferman Demirkol’un Anayasa Hukuku dersi vermesine karşı, öğrencilerin derse girerek darbeciyi teşhir etmeleridir. Bir üniversite i- çin böylesine yüz kızartıcı bir durumda verilebilecek en doğal tepki, ilk kez kitlesel soruşturmalarla karşılanmıştır. Ardından yeni bir tarz o- larak, bu eylemden soruşturma açılan öğrenciler, ihtiyati tedbir kararıyla okula alınmamışlardır. Okula girenlere ikinci bir soruşturma açılmış, darbeci Ferman Demirkol da korumalarla ‘Anayasa Hukuku’ öğretmeye devam etmiştir. İkincisi ise, İTÜ’de 2001-2002 öğrenim yılı başında açılan soruşturmalardır. İ- TÜ’yü kazanan öğrencilerden kayıt sırasında “bağış” adı altında alınan har(a)çlara karşı gelişen tepki, ben
zer bir tahammülsüzlük ve şiddetle karşılanmıştı. İTÜ’lü devrimci-de- mokrat öğrencilerin, bu “bağış’Tn a- lmmasmm hukuki olarak hiçbir dayanağı olmadığım açığa çıkararak öğrenci velilerini bilgilendirmesi ve tepki örgütlemesi üzerine, açılan masa dağıtılmakla kalmamış, gözaltı ve soruşturmalar sonucunda 1 dönem uzaklaştırmalara varan cezalar çıkmıştır. Her iki olayda da en meşru taleplere ve eylem biçimlerine karşı, o güne kadar karşılaşılmadık sertlikte yanıtlar verilmiştir. Sanırız bu iki örnek, altını çizdiğimiz özellikleri yeterince kabartılandırıyor.
Devlet tasfiye sürecindeki öğrenci hareketini tamamen marjinalleştirmek için son derece bilinçli bir taktik yürütmüştür. Devrimci hareketin içinde bulunduğu kriz süreci, öğrenci hareketinin dibi yok gibi görünen gerilemesinin temel nedenlerinden biri. Ancak “buyrun cenaze namazına” demeyeceksek, tasfiye sürecini kader olarak görmeden, objektif bir yaklaşımla ele almalıyız. Olmuş-bitmiş bir olgu değil, hareketin üzerinde etkileri süren ve doğru konum alınmazsa devam edecek bir süreç, söz konusu olan.
Daha önce de belirttik; soruşturma saldırısı daha ilk başladığı süreçte yeterince veri ortaya çıkarmasına rağmen, hareketin gündemine hak ettiği ölçüde girmedi. Bu, ken
diliğinden, günü kurtarmaya dönük, önüne çıkan/çıkarılan gündemlere tabi olup sürüklenen hareket tarzının sonucudur. Tek tek özneleri bir yana koyarsak, hareket merkezî olarak tüm bu süreç boyunca kayda değer bir mücadele hattı örgütleyeme- miştir. Bu saldırının sistemli ve merkezi olduğu, yalnızca örgütler seviyesinde değil, kitlesel dayanaklar zemininde tasfiyeyi hedeflediği bilince çıkarılamamıştır. 2001-2002 dönemi boyunca, Demokratik Öğrenci Birlikleri ısrarla bu vurguyu yapmış ve ortak bir savunma hattı örülmesi yönünde çağrıda bulunmuş, sonuç ne yazık ki tek başına örgütlenen bir kampanya olmuştur. Çağrı yanıt bulmasa da, soruşturma alan öğrencileri yan yana getirme, hukuki olarak pek çok arazı bulunan cezaların geri aldırılması yönünde adım atma, hukuki yardım oluşturma gibi son derece yerinde adımlar atılmıştır. O dönem pek çok ortak eylem de yapılmış, hatta kimi cezalar geri aldırılmıştır. Ama bunların örgütlerin bilinçli iradesinden çok, soruşturma alan kitlenin kendiliğinden tepkisinden kaynaklı olduğunu, enerjisini buradan aldığım söylemek daha doğru olur. Hareketin bu zemindeki ilk olumlu tavrı ise, gecikmiş de olsa Soruşturmalara Hayır - Alternatif Üniversite kampanyası olmuştur (2003 sonu - 2004).
Tasfiye sürecini verili ve değiştirilemez bir durum kabul etmiyorsak; soruşturma sürecinde hareketin temel zaaflarını maddeleştirerek, ö- nümüzdeki dönemde hangi ana başlıklardan hareket ederek bu saldırıyı püskürtmek ve süreç boyunca ortaya çıkan eksiklikleri telafi ederek harekete kaybettiği yerde kazandırmak gerektiğini ortaya koymalıyız:
* Merkezi bir saldırı söz konusu. Hareketin özneleri böylesine sistemli ve merkezi bir saldırıyı ayrı cephelerde hem göğüsleyecek güçte değildir hem de bu gibi süreçler doğası gereği ortak bir cephede karşılanır. Bunun illaki tek başlı, bürokratik bir mekanizması olması gerekmez. Ama en azından saldırının niteliğini kavrayış noktasında bir an-
86
KasiM'AraIiI< 2005 qol
layış birliği gereklidir. En asgari seviyede ortaklaşma dahi ancak bunun üzerine gerçekleşebilir. Ve bu gibi durumlarda, en azından iktidar perspektifiyle politika yapma iddiasında olanların, burun kıvırma, kendi gündemlerini dayatma gibi bir lüksü yoktur. Merkezi bir saldırı, merkezi güçle karşılanır, güçler israf edilerek, dağınık ordularla değil. Yoksa süreç boyunca parça parça pek çok kez yaşanan eylemliliklerle saldırı karşılanmış olurdu. Oysa hukuksal mücadeleden kampuslar içinde öğretim üyelerine varana dek kitlesel dayanaklar yaratılmasına, teşhir ve toplumsal duyarlılık yaratmak amacıyla medyanın etkin kullanımından cübbeli soruşturmacıları teşhir ve taciz kampanyalarına kadar pek çok mücadele yöntemini hayata geçirmek, yani saldırının seviyesine denk bir seviyede taktik yürütmek ancak güç birliğinden geçmektedir. Bundan, dediğimiz gibi, bürokratik ve hantal bir mekanizmayı değil, asgari anlayış birliği temelinde yan yana gelen, daha çok dinamik ama güçleri israf etmeden yönlendirmeyi de bilen bir yapıyı kastediyoruz.3
* Taktik disiplin yoksunluğu, en temelli zaaflardan biridir. Bırakalım taktik disiplini, yaratıcı taktik üretmek konusunda öğrenci hareketinde bir beceri kıtlığı hâkim. Taktik üretmek, zihin olarak kopuşmadan, kopmadan bu taktik süreci sonuna dek yürütmek, hâkim olmak ve taktik davranış disipliniyle hareket etmek, hareketin literatüründen adeta “yok” olmuştur. Koskoca 5 yıl boyunca taş üstüne taş koyulmamıştır. Küçük bir örnek; hareketin salt kendi gündemlerini dayatan tarzından sıyrılarak, öğrencileri gündelik-ya- şamsal sorunları üzerinden harekete geçirerek soruşturma saldırısının hedefini büyütmek bir yöntem olamaz mı? Üniversitelerin fiziksel yetersizlikleri, kız öğrencilerini not şantajıyla taciz etmekle ünlenmiş
kimi cübbeliler, bütünleme hakkı... vb. konuların fakültelerin gündemine oturtulması, saldırının en önemli hedefini, yani ne olursa olsun susan veya tepkisini verili kanallardan tüketen bir öğrenci profili yaratma hedefini geri düşürmez mi?
* Soruşturma sürecinde en başta hukuksal mücadeleyle alınacak e- peyce yol var, soruşturma gerekçeleri ve faşizan disiplin yönetmeliğini bile zorlayan uygulamalar hatırlansın; ama tüm bunlar, bildiri ve basın açıklamalarımızın satır aralarında cılız şikâyetler olarak kaldı. Oysa mücadelenin bu ayağı, örneğin, süreklileşecek bir hukuk komisyonu oluşturulması, tek tek kazanılan dava süreçlerinin tek bir süreç haline getirilmesi ve son olarak da hukuksal mücadelenin son aşamasında kitlesel bir eylemliliği hedeflemek, hareketin gücü ve imkânlarından hiç de uzak değil. Yalnızca kitle iletişim araçlarının kullanımı değil, demokratik kitle örgütlerinin
(özellikle de eğitim emekçileri ve hukuki dayanışma eksenli örgütlerin) gençliğe omuz vermesinin ne kadar önemli olduğu ortada. Bu konuda olumlu denemeler de oldu. TMMOB’da yapılan toplantı çok o- lumlu bir örnekti, ancak bunların süreklileştirilebilmesi gerekmektedir.
* Hareket ortaklaştığı ve soruşturma saldırısına karşı en güçlü duruşu örgütlediği dönemde de taktik hatalar yaptı. Meşru zeminde yürütülen mücadeleyi gereken sınırlara vardırmadan, yani açılan cephede ö- ne atılmış ve henüz gereken sonucu almamışken gerilimi başka bir seviyeye taşımak, kendi başına eylemler son derece önemli olsa da, süreçle birlikte değerlendirildiğinde hatalar barındırmaktadır. Hareketin en temelli hastalıklardan biri, “sürekli militanlaştırma” güdüsü ile davran
mak olmuştur hep (Bu hastalığın tersi ‘de mevcut). Planlı davranmamak, ilk cephede güç biriktirdikten sonra, bu gücü kullanmadan başkaca bir gerilim seviyesi yaratmak da bir enerji israfıdır. Beşiktaş eylemi (ki kitlesel bir basın açıklaması ile kitlesel-meşru bir “korsan” arasında gidip gelmiş, en sonunda korsanda karar kılmış bir eylemdir!) bu anlamda kendi başına oldukça fazla moral ve siyasi değer taşımasına rağmen, taktik olarak erken bir eylemdir. Bu eylemin ardından Beyazıt’ta yaşanan saldırı da önceki birikimi alıp götürmüş, geriye dergi sayfalarında yazılacak destancılarımız kalmıştır!
* Bir başka başlık da, bilim adamı cüppesi üzerine üniforma giymekten utanmayan sözde “öğretim görevlisi” soruşturmacılar için açmak gerekiyor. Aslında böylesi polis özentileri, cüppelerini çıkarıp gerçek kimliklerini ortaya koymuş oldular.4 Daha dün üniversitelerde
polis işgaline karşı eylemler yapılır, polis noktaları taciz edilir, her gün usanmadan yeniden dağıtılırdı. Bugün aynı mantık üniversite kürsülerine kadar çıkmış durumda. Soruşturmalara karşı mücadele, soruşturmacılarla mücadele ile birlikte yü- rütülmediği müddetçe sonuç alınamaz. Cüppeli polisleri teşhir etmek, polislik yapmak niyetindeyseler de en yakın karakola kovalamak gerek!
* Soruşturma sürecinin en ağır dönemi, hiç şüphesiz Anadilde Eğitim kampanyası olmuştur. Beklenmedik bir şey olmamasına karşın, bu dönem, hareketin çok önemli darbeler aldığı bir süreç olmuştur. Özellikle Çukurova gibi taşra üniversitelerinde, öğrencilerin dilekçeleri geri almak için F Tipi cezaevine girer gibi polis-jandarma koridorundan geçirilerek teker teker soruşturma salonlarına alınmasına varan uy-
Merkezi bir saldırı söz konusu. Hareketin özneleri böyiesine sistemli ve merkezi bir saldırıyı ayrı cephelerde hem göğüsleyecek güçte değildir hem de bu gibi süreçler doğası gereği ortak bir cephede karşılanır. Bunun illaki
tek başlı, bürokratik bir mekanizması olması gerekmez.
87
KasiM'AraIiI< 200!?
gulamalar, hareket tarafından karşılanamamış, karşılanamadığı oranda da kitleyi kıran bir etkisi olmuştur. Elbette tüm hareketin sorunudur ancak, Yurtsever Gençlik’in de devletin en üst perdeden yarattığı gerilimi öngörme anlamındaki eksikliği ve yüzlere varan tutuklamalarla uğradığı saldırı sonrasında, üniversitelerde neredeyse tüm dilekçeler geri alınmış ve öğrenci kitlesi harekete güvenini önemli ölçüde kaybetmiştir. Genel olarak soruşturma sürecinden bağımsız, kendi dinamikleri olan bir süreçtir, ancak yarattığı sonuçlar itibariyle bu konuya kısa da olsa değinmek gerekir.
Biz bu satırları yazarken, Türkiye’nin dört bir yanındaki üniversitelerden soruşturma haberleri gelmekteydi. Öyle görünüyor ki bu saldırıyla alman sonuç devlet açısından son derece tatmin edici bulundu ve soruşturmalar artarak sürdürülecek. Geride .kalan süreçlerin muhasebesini, sağlamasını yapmamak, her kaybın ardından daha geri mevzilere taşınmayı alışkanlık haline getirmektir. Oysa mücadele önce kaybedilen yerde kazanılır. Üniversiteler
uzun bir dönemden beri, genel ülke gündemleri üzerinden hareketlenmiyor. Düzen üniversiteler içinde, “Bizimdir” diyemeyeceğimiz kadar fazla bir yol kat etmiştir. Böyle bir kendiliğinden hareketi ummuyorsak, öncelikle son 4-5 yıllık süreçte soruşturma saldırısına karşı kendi cephemizden yapılan ve yapılamayanı iyi tartmalıyız. Üniversitelerde politika yapma iddiasındaki öznelerin, bu saldırı karşısındaki konumla- nışlarını yeniden tasarlaması gerekiyor. Böyle bir çaba yalnızca süreci geri püskürtmek için değil, her a- landaki eksikliklerimizi etüt ederek yeni dönem için öğretici ve kazandırıcı bir mücadele ortaya koymak açısından da fayda sağlayacaktır.
D ip n o tla rI Neredeyse tüm gençlik gruplarının kullandığı “Üniversiteler Bizim dir!” sloganı bir iddiayı ifade etmesi bakımından belki de en güzel sloganlarımızdan. Ama diğer bir yönüyle, ardında çok önemli görevler bırakarak kapanmış bir dönemi halen var sayması anlamında, süregiden “gerçeküstücü” anlayışın tipik bir ifadesidir de aynı zamanda.
2 Bu “gözden kaçırma” durumu, basit bir hatadan çok bir var
Geride kalan sürecin muhasebesini yapmamak, her kaybın ardından daha geri mevzilere taşınmayı alışkanlık haline getirmektir. Oysa müca
dele önce kaybedilen yerde kazanılır.
oluş ve anlayış sorunudur. Müzmin muhaliflik ve mağduriyet psikolojisi, politikası ve eylemiyle belirleyici olamayan hareketin ikame var oluş tarzıdır. Nesneleştirilen “kitle” değil, büyütülen kendi varlığı her şeyin hedefine oturtulur. Bu anlayışa göre, soruşturmalar yalnızca ve sadece hareketin öznelerini hedef almaktadır. Bilinçlerin ardındaki fikre göre devletin halkla, kitlelerle bir derdi yoktur, varsa yoksa devrimcilerle uğraşır! Bu nedenle ya devletle genel kitle arasında, devleti teşhir, kitleyi ajite ederek aracı, aktarıcı olunur (“farkında değilsin ama bu uygulamanın hedefi sensin”) ya da devletin devricilere, muhaliflere yaptıkları kitlelere şikâyet edilir. Kaan
Arslanoğlu’nun Yeni Aktüel’in 9. sayısında (Eylül 2005) verdiği röportaj da biraz bu “psikolojik” var oluş sorunu
ile ilgili: “ ...Başta insan hakları meselesi. Solcunun görevi işkence varsa direnmektir, çözülürse bunun telafisini yapmaktır, bu yolda emek ve siyasi mücadelesini devam ettirm ektir. Ama
birkaç yıl sonra bir baktık, genel olarak insan haklarından bahseden, bizi eziyorlar, deyip yakınan bir sol görmeye başladık. Bu sola özgü bir tavır değil. O sola dışarıdan bakıp acıyanların tavrı. Acıyanların tavrını sol kendi tavrı gibi benimsedi... Sol birinci meselesi olan sosyalizm meselesini üçüncü dördüncü planda gördü hep.” Sol, sosyalizmi bile “gözden kaçırabiliyor”!3 Yalnızca “birlik” demek yetmiyor. Nicedir dillere dolanmış birlik-ittifak sorunu da öğrenci hareketi için başlıca meselelerdendir. Ayrıca ve bütünlüklü ele alınması gereken bu konuya yalnızca değinelim ve şunu belirtm ekle yetinelim: Birlik, öncülük sevdasından çok fedakârlık gerektirir. Samimiyetle yapılan en asgari eylem birlikleri dahi her özneye çok şey kazandıracaktır, ama en önemlisi de harekete kazandıracaktır.4 Bazı öğretim görevlileri başlarında Y Ö K ’ün kılıcıyla girdi soruşturmalara. Kimisi ifade sırasında öğrencilere danışmanlık yaptı, soruşturmacılığı kabul etmeyenlerse “soruşturuldu”. Bu hocalarımızı elbette dışarıda tutmak ve
mümkünse öğrenci gençlik cephesinde saf tutturabilmek gerekiyor.
88
Kas i m"AraLi k 2005 CJOİ
Devrim kendi yolunda yürüyor, hainler ise kendi yolunda...
İKİ İSİM , BİR TEFRİKAHaşan Oğuz
Anlaşılan o Ki Cumhuriyet gazetesinin ipliği pazara çıKınca, devreye hürriyet ve Milliyet girdi. Cumhuriyet ne de olsa KüçüK gazeteydi. Rolü sınırlıydı.
Şimdi yeniyi Keşfeden "devrimciler" daha büyüK gazeteye transfer edilebilirlerdi, hlürriyet'te esKi Kaba yöntemleri terK etmiş ve Kapılarını bu uşaK ruhlu
devşirmelere de açmıştı artıK.
22 Ekim 2005 tarihli Hürriyet’in ilave gazetesinde koca iki sayfa tanıdık bir simaya ayrılmıştı. Gece iş yoğunluğundan dolayı oku- yamamıştım. Sabah beşte eve geldiğimde stresli geceyi biraz atlatabilmek için çay demlemiş ve gazetenin seri kalan bölümlerine göz gezdi-
(irken tanıdık bu iki simayla karşı- aştım. İki sima; ilki röportajı yapan Necdet Açan. Sonradan iliştirilmiş
bir gazeteci. Diğeri ise “tefrikanın konu mankeni”, devrime veda edeli çok olan, ama sistemle uzlaşma yo- u ve arayışı arayan, tükenmiş, tüketilmiş “komünist” Mehmet Asal. Komünizmi askıya asalı çok olmuş. Hürriyet aracılığı ile bir zamanların “uslu ve terbiyeli” çocuğu şimdi devletin huzuruna çıkarılıyor. Bu telin hanımın büyüklerin elini öpmesine benziyor adeta. Sonradan i- iştirilmiş gazeteci olan Açan ise,
şimdi Hürriyet aracılığı ile bir köp- tü vaziyeti görevini yerine getiriyor. Asal’ı bu cepheden (aslında foktan geçmiş ama) karşı cepheye geçirmeye çalışıyor. Anlaşılan o ki, “bizim gazeteci” işinde oldukça balardı da. Ertuğrul Özkök ona mut- aka dolgun bir prim verecektir. Çünkü bu onu hak etmiştir artık!
Gelelim bu iki ismin kimliğine;
Aslında bu isimlerin bir önemi rok. Ancak önemi geçmiş süreçte onadıkları rol. Dolayısıyla dev- imci hareketin arkadan nasıl han- :erlendiğini açığa çıkarmak. Önce ;azeteci ile başlayalım. Necdet A
çan sonradan iliştirilmiş bir gazeteci oldu. Derin devletin derin gazetesinin derin haberlerini yapıyor. Oysa Necdet 12 Eylül’le birlikte TDKP davasından İstanbul Yaka Komitesi üyesi olarak yargılanmış bir isim. Yani kendini bir zamanlar komünist olarak gören bir isimdi. Biz de kendisini bu vesile ile tanırdık. Hızlı bir devrimciydi! Ama çabuk yoruldu. Yorulmuşluğu anlamak mümkün. Nihayet insani bir durum bu. Ama Hürriyet ile bağlantısını anlamak işi karıştırıyor biraz. Eli kalem tutan bir arkadaşın bir gazetede iş bulmasının ötesinde bir o- lay bu. Nihayet o da anlaşıldı. İplik pazara döküldü. Açan aslında devrimci bir aileden geliyordu. Üstelik babası Haşan amcayı İHD çevresinden tanımayan kimse yoktur herhalde. Gerek Haşan amca gerekse ismini çıkaramadığım eşi, İHD saflarında çok büyük emek vermişlerdi. Sonra Haşan amca İHD mücadelesi sürecinde vefat etti. Ama oğlu Necdet babasının da kemiklerini sızlatacak kadar kendini uğursuz bir yola verdi.
Mehmet Asal denilen şahsa gelince; Asal TDKP’nin MK üyesi o- larak yargılanmış bir isim. Denizlerin en genci. Sadece bununla tanınır. Başka bir meziyeti yok. Hep yukarılarda yaşamış. Dört duvar a- rasmda. Devrimciliği de böyle. En yakın arkadaşları Atilla Keskin ve Nihat Behram. 1987’lere kadar en üst kademelerde sorumlu görevler
de bulunmuş. Birçok devrimcinin yakalanmasında, işkence görmesinde, hatta öldürülmelerinde dolaylı sorumlukları var. Bunların hepsi biliniyor. 12 Eylül’ün ön günlerinde İzmir’de yakalanmış ve her nedense bir ay içinde tekrar geri bırakılmıştır. Bunun üzerine hakkında polis olma iddiası ile ilgili bir suçlama olmuş, bunun için soruşturma komisyonu kurulmuş, ama sonuçlanmadan 12 Eylül gelmiş ve yurt dışına çıkarak ‘görevlerine’ devam etmiştir. Sonra ülkedeki yakalanmaların sebebi olarak, devrimcilerin paralarını iç etmeler vb. gibi nedenlerle eleştirilere muhatap olmuş (A- tilla Keskin ile birlikte) ve eleştirilere cevap vermeden hareketi terk etmiştir. Bu kadar bilgi yeter sanırım. Daha fazlasını ileriye bırakacağız.
Şimdi işte bu Asal, Necdet aracılığı ile Hürriyet’te tamı tamına koca iki sayfa ile dönüş hikayesini tefrika ediyor. Bu huzura kabulün ilk yolu tabii.
Bu yazının yazılmış olmasının nedeni elbette bu simaları tanıyor olmamdan ya da bu tefrikadan kaynaklanmıyor. Bunun derin ve kapsamlı bir nedeni var; devrimin sırtında yuvalanmış olan bu kenelerin ipliğini pazara çıkarmak. Genç devrimcileri uyarmak.
Hürriyet oyunu büyük oynuyor. Üstelik tehlikeli de oynuyor. O kuşkusuz sınıfının çıkarlarını büyük bir titizlikle savunuyor. Şimdi yanları-
89
C jO İ KaSİM-AraI|I< 2005
na bir zamanlar burjuva sınıf diktatörlüklerini yıkmak için savaşmış olanları da alarak devrimci güçlere karşı savaşıyor. Savaş aslında yeni başlıyor da denilebilir. Bu unutulmuş da sanılmasın.
Hürriyet önce çürütüyor, sonra devşiriyor, daha sonra da bunların yakalarına gazeteci kimlikleri gibi bazı süs kolyeleri takarak ortalığa salıyor. Ertuğrul Özkök, önce, devrimci gazeteci ve yazar arkadaşımız olan, 800 yıla kadar cezayla suçlanan ve daha sonra da vefat eden Veli Yılmaz’ın eşi olan Nehire Özkan’ı yanma aldı, onu devşirdi ve sağ kolu yaptı.
Şimdi gelelim bu röportaja. İsterseniz önce olayı kısaca özetleyelim; Asal ülkeye Alman kimliği ile dönmek istiyor. Normal yollardan i- ki seferde giriyor ülkeye. Üçüncüde 1975 yılından ülke dışına çıkış yasağı nedeniyle alınmıyor. Sonra A- sal bunu tefrika yapıyor. Asabın başına gelenler elbette bu devletin nasıl bir sınıf kini üzerine kurulduğunu gösteriyor. Ve bir insan olarak elbette Asal’ın başına gelenlere ü- zülüyorum. Ancak Asal bu durumu tefrika yaparken adeta devletten ö- zür diliyor, aman diliyor, “ben yaptım sen yapma” diyor. Bu psikoloji ile kaleme almış yazısını. Örnekleri
Bu ülke ne kadar onurlu devrimci kişilikler çıkardıysa, belki o kadar da hainler çıkardı. Denizler, Dr. Hikmetler, Mahirler, İbrahimler, Mazlumlar ve sayısız önderler ve on binlerce kahraman çıkarmış bir ülkenin onurlu
tarihine sahibiz. Biz bu tarihle gurur duyuyoruz.
Nehire Özkan da eski bir TDKP taraftarı. Yani bir zamanlar o da ilerici ve devrimciydi. En a-zmdan öyle görünüyordu. Şimdi rolleri değişik. Özkök bu sefer Nehire aracılığı ile Necdet Açan’ı devşirdi. İyi bir okuyucu devletin ancak belli karanlık örgütlerinden alınacak derin haberleri yaptığını görüyor. Anlaşılan Necdet iyi bir yol- Un/ıa t̂l3ar'jda ve iyi bir gazeteci olacak! Böy- lece Necdet kendine verilen görevi iyi yaparak işe Mehmet Asal’la başladı. Sınır yok, kuşkusuz arkası gelecek. Biliyorum daha şimdiden Necdet’ten eski çevrelerinden iş isteyenlerin sayısında bir artış var.Tabii bunları da bir tarafa not ediyoruz.
vereyim isterseniz; yazısından seçtiğim bazı bölümler şöyle; “...insani değerlere ve ideallere hiçbir terbiyesizlik yapmadım. Tabii ki yaşlandım. Düşüncelerim yumuşadı, acemiliklerini ve yeni yetmeliklerini
Doğduğum büyüdüğüm ülkeyi, pasaportunu taşıdığım Alman Dışişleri Bakanlı- ğı’na ‘şikayet’ etmek durumuna düşmekte mi vardı?.. Türkiye’deki sevindirici gelişmelere o kadar i- nanmıştım ki... Ama yine de sağ olsunlar (emniyet güçlerini kastediyor)... 5 gün daha uzatma inceliğini gösterdiler... ele güne rezil olduk... Umarım elin AvrupalIsına rezil olmak zorunda kalmayız... güzel günler yaşıyoruz. İnsan haklarına, uluslararası hukuka, düşünce özgürlüğüne saygıda hiçbir sorun kalmamış olmalı ki... bu gelişmelerden kıvanç duyuyorum... vb.”
Gördünüz mü bizim yiğit devrimcinin nağmelerini! İnsan bir sefer ruhunu satmaya görsün... Sınırı yok çünkü bunun. Üstelik bu De- niz’in arkadaşı olma yaftasını da sırtında taşımış... Denizlerin kemiğini de sızlatarak. Kuşkusuz De- niz’in yoldaşları ne ihanetler gördü, daha da göreceklerden başka.
Ruh teslim olmuş. Bu belli. A
ma bu bizi hiç mi hiç ilgilendirmiyor. O yolunu çoktan seçmiş. Ona sadece güle güle demek kalıyor. A- ma bu yazının amacı başka. Amacım Asal’ı eleştirmek değil. Çünkü değmeyecek kadar zavallılaşmış bir kişilik Asal. Bir gün ona şunu söylediğimi hatırlıyorum; “...zaman her şeyin ilacıdır. Bir zaman gelecek sen ve senin gibiler tarihin çöp tenekesine atılacaksınız.” Zaman beni haklı çıkarmadı mı dersiniz.
Bu ülke ne kadar onurlu devrimci kişilikler çıkardıysa, belki o kadar da hainler çıkardı. Denizler, Dr. Hikmetler, Mahirler, İbrahimler, Mazlumlar ve sayısız önderler ve on binlerce kahraman çıkarmış bir ülkenin onurlu tarihine sahibiz. Biz bu tarihle gurur duyuyoruz. A- ma bir o kadarda onların yol arkadaşlarının bir kısmının hainlikleriyle de sabitlenmiş bir tarihtir bu. “Devrim ilerledikçe karşı devrim de ilerler” der Lenin. Bu genel bir doğru. Ama devrimin ilerlediği günlerde devrim yenilmişse, hainlerin sayısı da o kadar artar. Bunlar olağan şeyler. Geriye kalan bizler ise bunları deşifre etmek zorunda kalırız. Gelecek kuşaklar ders çıkarsın diye. Ne kadar da zor bir iş aslında bu. Yüzlerce sayfa yazı yazdım, a-
9 0
KasiM'AraIiI< 2005 cjol
ma en çok bu yazıda zorlandım. Bana arkadaşlar bu anıları niye yazmadığımı sık sorarlar. Ben de “bunlar normal işlerdir, hep olacak” derim. Ben “geçmişe değil, geleceğe bakalım” derim. Onun için ağırlıkla devrimimizin teorik ve politik sorunları ile ilgilenmeye çalışıyorum. Ama elbette bana sorulan sorular anlamsız değildir. Yeni kuşaklara bu gizler bir şekilde anlatılmalıdır. Doktor’un basma gelenler kırk yıl yeniden çekmecelerde kalmasın isterim elbet. Kuşkusuz bu bir görev de. Bunu ileride yapmayı umuyorum.
Burada bazı anekdotları hatırlatmak gerekli midir, bilmiyorum. Eski TKP tarihi ilginç örnekler gösteriyor aslında. Mesela Dr. Hikmet Kıvılcımlı ile Laz İsmail ilginç iki örnektir. Birisi 23 yıl gibi uzun bir süre zindanlarda devrimin onurunu ayakta tutmuş, acılar yaşamış ve devrimin sorunları hakkında binlerce sayfa yazı yazmış, onurunu korumuş bir kişilik. Diğeri ise Sovyetle- re sırtını dayayarak devrimcileri jurnallemiş, mültecileşmiş, ruh olarak toprağından kopmuş, Denizler için “Bizim Radyo’dan” Amerikan ajanları bile diyecek kadar yolunu şaşırmış, hain kimliklerinde açığa çıkmış kişiliktir.Bu çizginin bir de sonrasına bakın; Laz İsmail’in ölümünden sonra genel sekreter olan Nabi Yağcı’nm içinegirdiği yolu düşünün. Devletin artık has çocuğuna yükselmiş, TV’nin ve burjuva gazetesi Referans’m yazarı bile olmuş. Tarihimizin en güzide medya uzmanı Varlık Özmenek(ler) andıçlanırken, Nabi Yağcılar el üstünde köşelere taşınmış. Huzura kabul edilmiş. Ne dersiniz bütün bunlardan bir anlam çıkarmayacak mıyız?
Bir nokta daha var. 12 Eylül sonrasında (öncesi de öyle ama) devşirme yolu ağırlıklı olarak Cumhuriyet gazetesi aracılığı gerçekleştiriliyordu. Eski dönekleşen solcu
ları içine alıyor, kollarını kanatlarını kırıyor, sonra da “al yaz” diyordu. Sonra bunların bir kısmı tanınmış gazeteci, yazar, eleştirmen ya da romancı olmuşlardı. Bol bol inceltilmiş küfür sanatı ile yollarına devam ediyorlardı. Bunların ilk ezberledikleri “elveda devrim, merhaba aşk” olmuştu. Hatta bazıları kitaplarının isimlerini de buradan çıkarmışlardı. Onların ilk yolu İlhan Selçuk’un odasından geçmek oldu. Devrimcilerin nasıl aşktan anlamadıklarını, sevgiden yoksun olduklarını, demokrasiyi kavramadıklarını, dolayısıyla Kemalizm’in ne kadar önemli bir toplumsal proje olduğunu anlatıyorlardı bizlere. Geçenlerde “bir yudum insan” programında Tarık Akan’ı izledim; diyordu ki seksenden sonra ordu gerçek anlamda Kemalizm yoluna girdi ve i- lerici bir yol izledi! Unutulmuş sanılıyor. Akan hemen 12 Eylül’ün ilk yıllarında Yol filmi nedeniyle Yılmaz Güney için neler söylemişti. Bunlar unutuldu mu sanılıyor. Alın bu iki kimliği inceleyin; birisi devrimin çıkarlarını hücrelerine kadar.- içselleştirmiş, yüz akımız, onurumuz Yılmaz Güney, diğeri ise Tarık Akan. Orduya inciler dizen bir kimlik. 19 Aralık hapishane baskınım yapan ordunun ilericiliği için met
hiyeler düzen bir sanatçı.
Anlaşılan o ki Cumhuriyet gazetesinin ipliği pazara çıkınca, devreye Hürriyet ye Milliyet girdi. Cumhuriyet ne de olsa küçük gazeteydi. Rolü sınırlıydı. Şimdi yeniyi keşfeden “devrimciler” daha büyük gazeteye transfer edilebilirlerdi. Hürriyet’te eski kaba yöntemleri terk etmiş ve kapılarını bu uşak ruhlu devşirmelere de açmıştı artık. Derin devletin derin gazetesi şimdi derin haberler yapan gazetecilere o- lanak tanıyordu. Yalnız gazetecilere mi, mesela bir zamanlar Milli- yet’ten atılan post-modernist Ahmet Altan gibileri de Hürriyet’e büyük paralarla transfer edilmişti. Aynen Yaşar Kemal’in Yapı Kredi Barika- sı’na transfer edilişi gibi. Aynen Yalçın Küçük’ün prof, ünvanı alarak devletin resmi ideolojisinin üreticisi üniversitede hocalığa dönüşü gibi... Saymakla biter mi, bitmez tabii.
Bunlara şaşırıyoruz mu, elbette ■hayır. Bu bizim doğru yolda olduğumuzu gösteriyor aslında:
Çünkü devrim yolunda yürüyor, hainler de kendi yollarında.
02.11.2005
Dr. Hikmet Kıvılcımlı ile Laz İsmail iki örnektir. Birisi 23 yıl gibi uzun bir süre zindaniarda devrimin onurunu ayakta tutmuş, acılar yaşamış ve devrim hakkında binlerce sayfa yazı yazmış bir kişilik. Diğeri Sovyetiere sırtını
dayayarak devrimcileri jurnallemiş, ruh olarak toprağından kopmuş biri.
91
qol KasiM'AraIiI< 2005
ERMENİ KDNFERANSI’NIN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ VE
SOL-LI BERALIZMNecati Bilen
Kendine sol diyen liberal-demohrasi (Baskın Oran-halil Berktay-Nabi Yağcı vd.), bu kutuplaşmada insan-haklarıcı/liberal-demokratikleşmeci/AB'ci/ AKP'ci bir
pozisyonu solculuk diye sunmaya çalışırken, sert kutuplaşma anlarında, toplumsal demokrasi kavrayışının özgünlüğü ve liberal demokrasiden farkı
belirsizleşme tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Kamuoyunda Ermeni Konferansı olarak bilinen “İmparatorluğun Çöküş Döneminde Osmanlı Ermenileri: Bilimsel Sorumluluk ve Demokrasi Sorunları” başlıklı konferans, her türlü engelleme çabasına rağmen Bilgi Üniversitesi’nde gerçekleştirildi. Türk milliyetçiliği ideolojisinin ve tarih yazımının kurucu öğelerinden ve bu nedenle hassas noktalarından biri olan Ermeni meselesinin, hakim paradigmayı sorgulayan böy- lesi bir toplantı vesilesiyle gündeme gelmesi eleştirel bir zemin yaratması itibariyle önemli bir rol oynadı. Ancak konferans, 1915 ’te gerçekleştirilen katliamın kurbanları ve mağdurlarının trajik deneyimlerini, Türk milliyetçiliğinin vatan savunması anlatısının dışında ele almak çabasıyla kazanmış olduğu eleştirel potansiyeli, nihayetinde AKP’yi demokrasi kahramanı mertebesine yükselterek hızla tüketti. Bu yazı tam da, bu tüketişin arkasında yatan liberal-demokrat kavrayışı eleştirmeyi hedeflemektedir.
Ermeni Konferansı’nı bu ölçüde politize eden, konferanstaki sunuşların içeriğinden ziyade konferansın yapılıp yapılamayacağı konusundaki tartışma oldu. Konferans ilk yapılacağı zaman Adalet Bakanı ve hükümet sözcüsü Cemil Çiçek,
“Türk milleti kadar eli temiz, al- nı ak bir başka millet yoktur. Ta- 1'
rihi yalanı, milletimize karşı yapılan soykırım iftirasını bertaraf
etme adına, biitiin ülkelerde çok yönlü bir çaba gösteriliyor. Şimdi, milletçe, devletçe böylesine yoğun bir çaba içerisindeyken, bu çabaları arkadan hançerlemek ne anlama geliyor? Bu, Türk milletini arkadan hançerle- mektir. Türkiye ’de, “özgürlük yok” diyorlar ya, bu milleti arkadan hançerleme özgürlüğü var, bu millete iftira etme özgürlüğü var. Büyük bir sorumsuzluktur. Hükümet olarak bir yetkimiz olsaydı gereğini yapardık. Keşke, Adalet Bakanı olarak dava açma yetkimi devretmeseydim.
dedi ve YÖK de konferansı “bilimsellikten uzak, üniversite ortamında yer bulmaması gereken, talih
siz bir girişim olarak”2 nitelendirdi. Bilumum faşist örgüt de toplantının vatana ihanet olacağını iddia etti. Böylesi tehdit ve saldırılara karşı göğüs geremeyen üniversite yönetimlerinin konferansı ertelemesi ise AB i- le müzakerelere kazasız belasız başlama çabası içinde olan AKP’de ve liberal demokrat çevrelerde soğuk bir duş etkisi yarattı. Bütün siyasi yatırımını AB sürecine yapan AKP önderliğinin 3 Ekim öncesi demokrasi konusundaki kararlılığını AB’ye göstereceği bir mesaj olarak kurguladığı konferansı teşvik etmesi üzerine ikinci defa toplanmak üzere o- lan konferans, bu kez de idari mahkemenin üniversitenin özerkliğini a- yaklar altına alan ve üniversiteyi sı-
92
KasiM'AraLiI< 2005 H ° l
radan bir devlet dairesi derekesine indirgeyen kararıyla son anda durduruldu. Bu karar öylesine büyük bir skandal yarattı ki, ilk konferans öncesi tehditler savuran Cemil Çiçek bu kez konferans düzenleyicilerine bu kararı nasıl boşa çıkarabileceklerine dair akıl veriyor ve iptal kararının sadece Sabancı ve Boğaziçi Üniversitelerini bağladığını söylüyordu. Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Gül ise sert ifadelerle mahkeme kararını eleştiriyor ve düşünce özgürlüğünün bu toplantının yapılmasını gerektirdiğini sert bir üslupla dile getiriyorlardı. Nihayetinde toplantı faşist protestolar eşliğinde ve yoğun güvenlik önlemleri altında Bilgi Üniversitesi’nde yapıldı.
Toplantının böylesi maceralı ve zor bir süreç sonunda bütün engelleme çabalarına rağmen yapılmış olması önemli olmakla birlikte, bu süreçte gelişen politik saflaşma ve konferans düzenleyicilerinin bir dizi tutumu ve ifadesi geride bir takım soru işaretleri bıraktı.
Halil Berktay ve Baskın Oran başta olmak üzere konferans katılımcıları ve düzenleyicileri Recep Tay- yip Erdoğan ve Abdullah Gül’de simgeleşen liberal AKP önderliğini, konferansın gerçekleştirilmesi konusundaki kararlılıklarından ötürü demokrasi kahramanı mertebesine çıkarmakta hiçbir beis görmediler. Hatta Baskın Oran oyunu AKP’ye verebileceğini bile söyledi ve bu tercihini Birgün gazetesindeki köşesinde şöyle savundu:
“Dünyayla birlikte kavramlar da şirazesinden çıktı. Anlamlar kaydı. Türkiye’de iki kavram fena halde kaydı: “İlerici” ve “solcu”... Şu anda benim için bu iki kavramın tek bir doğru anlamı var: “DEMOKRAT”. Kim insan haklarını savunuyorsa, kim de
mokrasinin arkasında samimiyetle duruyorsa, benim için ilerici ve solcu odur. Umurumda değildir ideolojisi. Umurumda değildir başka konularda ne dediği, ne yaptığı; insan hakları ve demokrasi savunuculuğuyla çelişmediği sürece. Çünkü bu rezil ortamda aklınıza hangi tür mazlum geliyorsa (işçi, kadın vs.) o- mtn hakkını savunmak için önce insan hakları ve demokrasi lazım. Bu kadar basittir. ”3
Ermeni Konferansı vesilesiyle bir defa daha açığa çıkan ve sol-libe- ral çevrelerdeki ciddi bir eğilimin kristalize bir ifadesi olan bu yaklaşıma karşı eleştirel bir tutum geliştirmek kaçınılmaz görünmektedir. Kaçınılmaz görünmektedir; zira AB ile müzakere sürecinde faşistler ve libe- ral-demokratlar arasında çatışmanın Ermeni Konferansında görüldüğü üzere, bir dizi hassas noktada sert bir biçim alacağı bellidir ve kendine sol diyen liberal-demokrasi (Baskın O- ran-Halil Berktay-Nabi Yağcı vd.),
bu kutuplaşmada insan-haklarıcı/li- beral-demokratikleşmeci/AB’ci/ AKP’ci bir pozisyonu solculuk diye sunmaya çalışırken, radikal solun politik açıdan güçsüz olduğu mevcut koşullarda ve sert kutuplaşma anlarında, toplumsal demokrasi kavrayışının özgünlüğü ve liberal-demokra- siden farkı belirsizleşme tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Faşizme karşı liberal demokrasiye/AB/AKP ’ye
gel. Sonra Marksist olursun
“Faşizme karşı liberal demokrasiye gel. Sonra Marksist olursun.” Sol-liberalizm ile AKP arasındaki ittifakın rasyonalitesi ve buluşma zemini bu şekilde özetlenebilir. Bize tavsiye edilen politik pozisyonların
bu zamansal ardışıklığı temel bir çelişkinin biçimse] bir şekilde çözümlenmesinden başka bir şey değil: Sosyal adalet/ekmek ve liberal-demokrasi arasındaki çelişki.
Açıktır ki, neo-liberal politikaların uygulayıcısı olan AKP’yi demokrasi kahramanı ilan edenler, demokrasi ve özgürlüğü sosyal adalet meselesinin tamamen dışında kavramsallaş- tırmakta ve şunu göz ardı etmektedirler: Gerek TÜSİAD’m ve gerek AKP’nin söz ve düşünce özgürlüğü konusundaki görece ileri tutumu tam da bu özgürlüklerden yararlanarak sistemi tehdit edecek toplumsal örgütlerin güçsüzleştirilmesi ve terörize edilmesiyle mümkündür. Sözün özü, F tipi cezaevlerini otel olarak nitelendiren, konferansı düzenleyenleri vatan hainliğiyle suçlayan faşist Cemil Çiçek ile konferansın yapılmasını destekleyen liberal Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül birbirlerinin varlık koşuludur. Ortada basitçe iyi polis- kötü polis oyunu oynanmaktadır. Baskın Oran, Halil Berktay ve diğer
leri bu eşzamanlılığı ve işbölümünü görmezden gelmeyi tercih etmektedir. Görmedikleri gibi -ve de bu yüzden-
Recep Tayyip Erdoğan’ın ve Abdullah Gül’ün liberal-demokrat tutumlarını da idealize etmekte ve onlara övgüler yağdırmaktadırlar. Oysa konferansa gösterilen hoşgörü, militan bir liberal-demokrasi savunuculuğundan ziyade Ermeni meselesinin, Kürt sorununun aksine istikrarsızlaştırıcı gerçek bir tehdit yaratacak toplumsal tekabüliyeti olmamasının verdiği rahatlıktan4 ve bu konferansın, müzakerelere başlamadan önce AB’ye verilecek önemli bir mesaj mahiyeti kazanmasından ileri gelen reel-politik bir pragmatizmden kaynaklanmıştır. Bu nedenle, örneğin liberal-demokrat Tayyip Erdoğan’ın en temel haklardan biri olan grev hakkını milli güvenlik adına ayaklar altına almaktaki rekor kırıcılığı şaşırtıcı gelmemeli ve bir tutarsızlık olarak değerlendirilme- melidir.
Konferansa gösterilen hoşgörü, militan bir iiberal demokrasi savunuculuğundan ziyade Ermeni meselesinin, Kürt sorununun aksine istikrarsızlaştırıcı gerçek bir tehdit yaratacak toplumsal tekabüliyeti olmamasının
verdiği rahatlıktan kaynaklanmıştır.
95
qo! KasiM'Ara[iI< 2005
Neo-Iiberal politikaların "toplumu" çözüş süreci ve ulus-devlet egemenliği paylaşımı/müzakere sürecinin iç içeliği, toplumsal muhalefetin güçsüzlüğü koşullarında,
anti-kapitalist cemaatçi öfkenin milliyetçi/faşist bir biçim almasını besleyecektir.
Boğaziçi, Sabancı ve Bilgi Üniversitelerinin
tavrı ve özerklik üzerineBoğaziçi, Sabancı ve Bilgi Üni
versitelerinin konferansın gerçekleştirilmesi sürecindeki tavırları da pek şaşırtıcı olmayan bir dizi gerçeğin ve çelişkinin altını çizdi. Konferans ilk yapılacağı zaman Cemil Çiçek, CHP, YÖK ve milliyetçi/faşist kamuoyunun tepki ve tehditleri üzerine Boğaziçi Üniversitesi Rektörlüğü “Henüz gerçekleştirilmemiş olan bir konferansın içeriğiyle ilgili peşin hükümler öne sürülmesinin, bir devlet üniversitesinin bilimsel özgürlüğünü zedeleyeceğinden kaygı duyuyoruz. Bu şartlar altında ve toplantıyı gerçekleştirmenin doğurabileceği sonuçlar karşısında, toplantının ertelenmesinin daha uygun olacağına karar verdiğimizi kamuoyuna bildiririz”5 diyerek konferansı erteledi. Ya da daha net bir ifadeyle, konferansın arkasında duramadı. İnsanın aklına “acaba böylesi hassas bir meseleyi konu edinen bir konferanstan dolayı aferin mi bekliyorlardı” sorusu geliyor.
Bu ertelemenin eleştirel bilgi ü- retimi özgürlüğüne duyulan hassasiyetten ve faşist tepkiyi teşhir etmek maksadıyla yapılmadığı konferansın ikinci kez yapılışı süresinde iyice belirginleşti. Konferansın ilk seferinde ertelenmesinde gösterilen cesaretsizlik yerini, AKP’nin 3 Ekim öncesi imaj düzeltme çabasıyla bu konferansı teşvik eder tutumundan alman cesarete bıraktı. Konferans düzenleyicileri de, bu imaj düzeltme çabasının aktörlerine indirgenmeye karşı ve bu eleştirel akademik faaliyetlerinin AB siyasetinden özerkliğini koruma yönünde ciddi bir hassasiyet göstermediler ve hatta üzerlerine düşen “tarihsel rolün” bilincinde gözüktüler. Konferans ve eleştirel bilgi üretimi özgürlüğü karşısındaki tavırlarının samimiyetini açığa çıkarmak için konferansın 3 Ekim sonrasına bırakılmasını ise muhtemelen hiç düşünmediler. İkinci konferansın hemen öncesinde idari mahkemenin vermiş olduğu, eleştirel bilgi üretme Özgürlüğünü ayaklar altına alan karar karşısında ise haklı olarak bu kararın üniversitelerin özerkliğini zedeleyen bir karar olduğunu yüksek
sesle vurguladılar.
Üniversite özerkliğine yapılan yüksek sesli vurgu, bu vurgu sahiplerine yöneltilmesi gereken şu sorunun duyulmasını engellememeli: Ü- niversitelerin mühendislik bölümlerinin şirketlerin Ar-Ge laboratuarlarına döndürüldüğü, iktisat ve işletme bölümlerinin “bilimsel pratiklerinin” “serbest” piyasa ideolojisini içselleştirmiş “elemanlar” yetiştirmek ve şirketlere pazarlama ve maliyet stratejileri geliştirmek olduğu, kısaca a- kademik faaliyetin sermayenin çıkarlarınca sömürgeleştirildiğini görmezden gelerek ve hatta bu sömürgeleştirmeye ortak olarak nasıl eleştirel bilgi üretiminin tutarlı savunucuları olabilirsiniz ki?
* * *
AB’ye karşı olan faşistler ve AB yandaşı liberaller arasındaki çatışmanın müzakere sürecinde bir dizi hassas noktada sertleşeceği görülmektedir. Neo-liberal politikaların “toplumu” çözüş süreci ve ulus-dev- let egemenliği paylaşımı/müzakere sürecinin iç içeliği, toplumsal muhalefetin güçsüzlüğü koşullarında, anti-kapitalist cemaatçi öfkenin milliyetçi/faşist bir biçim almasını besleyecektir. Ermeni Konferansı’na gösterilen faşist tepki tam da böyle bir sosyal/psikolojik gerilime tekabül e- derken liberal-demokratlarm faşizmi bir kültür meselesine ve bireysel psikolojik sığlığa indirgemesi ise libe- ral-demokıatlarm da faşistler gibi kapitalist üretim ilişkilerini doğallaştırmasından kaynaklanmaktadır.
D ip n otlar1 Radikal, 23 Eylül 2005.2 A.g.y.
3 Birgün, 7 Ekim 2005.4 İdari mahkemenin kararını çağdışı bulan Başbakan ve Dışişleri Bakanı, E- ğitim-Sen’in anadilde eğitimi savunduğu için kapatılmasına karar veren mahkeme kararını nedense “çağdışı” bulmadılar.
5 Milliyet, 25 Mayıs 2005
94
KasiM'AraIiI< 2005 cpl
Ekim Devrimi 8 8 yaşında...
LENİ N ’İ d ü ş ü n ü r k e nHosan Oğuz
Genellikle onu çok okuduğumuzdan Lenin'in öyküsünün yeterince bilindiği sanılır. Peki, ama gerçek böyle midir? Ne yetmişler dünyasının şabloncu / dogmatikleşen yargıları içinde ne de son yirmi beş yılın unutulmuş veya unutturulmuş yargıların
da Lenin'in yeterince anlaşılmış olduğu söylenemez. Ekim Devrimi'nin 88. yıldönümünde bir kez daha Lenin'i anmak ve anlamaya çalışmak gerekiyor.
GirişBugün teori adeta ideolojisizleşti-
rilmiş, işçi sınıfı devrimci rolünden soyutlandırılmış, sınıf mücadelesi ise sınıftan kopartılarak sınıfsızlaştırılmış ve örgütsüzleştirilmiş bir dönemden geçmekteyiz. Böylece teori ve politika, özgürlüğe, sınıfsız ve sömürüşüz bir dünyanın kurtuluşuna adanmış yaşam pratiğini adeta dışlar hale gelmiştir. Dolayısıyla teorinin ideolojik temeli ile o- nun politik / pratik temeli arasındaki kopuşun artan oranda ilerlemesi, insanın temel krizinin bir göstergesi haline gelmesine de yol açan nedenlerin başında sayılabilir. İşte böyle derin bir kriz döneminde Lenin’i düşünmenin, onun teori ve pratiğini yeniden bilinçlere çıkarmanın neden bu kadar hayatiyet taşıdığı kendiliğinden anlaşılabilir olsa gerek.
Lenin’in 135.doğum gününde (22 Nisan 1870) onu yeniden hatırlamak demek hem komünist Lenin’i hem de insan olan Lenin’i hatırlamak demektir. Lenin’i hatırlamak gelişmiş insanı hatırlamaktır. Dahası onu hatırlamak demek, insanın insanı sömürmediği özgür bir toplumda yaşamasına ilişkin öngörülerini hatırlamaktır. Elbette Lenin, sadece kapitalizmin derin kriz dönemlerinde proletaryanın kurtuluş yolunu göstermekle kalmadı, aynı zamanda bütün insanlığa da kurtuluş yolunu göstermesiyle diğerlerinden ayrılmış özel bir kimliktir. Tam da Lenin’i hatırlamak demek bütün bunları hatırlamak demektir.
Genellikle kendi literatürümüzde Lenin’in öyküsünün yeterince bilindiği sanılır. Onu çok okuduğumuzdan dolayı anladığımız sanılmıştır. Peki, ama gerçek böyle midir? Sanmıyorum. Ne yetmişler dünyasının şabloncu / dogmatikleşen yargıları içinde ne de son yirmi beş yılın unutulmuş veya unutturulmuş yargılarında Lenin’in yeterince anlaşılmış olduğu söylenemez. Lenin okuması demek Lenin metinlerini düz ve beyaz bir yaprak üzerinde okumak demek değildir. Lenin’i okumak sağdan sola Kuran metinleri gibi ezberlemek de değildir. Lenin’i okumak demek, “acılı dünyanın ezgisini” yürekte hissederek okumak demektir. Buradan esaretten kurtuluş yolunu çıkarmak ve insanın gerçek bir insanal kimliğe bürünmesinin mücadele metodunu anlamak demektir. T .enin demek kurtuluşun sentezsel programı demektir çünkü. O nedenle Leninizm, Marksizm’in ayağa kalkmış canlı bir ruhudur.
Kuşkusuz ben bu yazıda Lenin’in ne kişisel yaşamının ne de politik yaşamının kapsamlı bir dökümünü yapacak değilim. Yapmaya çalışacağım; bir yüzyılın kapanmış ve yeni bir yüzyılın açılmış olduğu bir dönemde, başka bir deyişle kapitalizmin politik, kültürel ve e- konomik bunalımının derinleştiği, paylaşım isteğine dayanan savaşlarda milyonlarca insanın
yok edildiği derin bir kriz döneminde, yani 20. yüzyıl başlarmda, daha çok Lenin profilinin değişim açısından ne anlam ifade ettiğinin altmı çizmek olacaktır. Esası ise buradan bugüne bir yanıt oluşturmaktır elbette. Bunun temel nedeni soyut düşünceler içinde bilgimizi yeniden tazelemek değildir, tersine yeni bir yüzyıla girmiş iken yaşadığımız krizin derinliğinin 19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçiş çağındaki krizin başka bir benzeri, ama bu sefer daha da derin ve kapsamlı bir kriz sürecinin içinden nasıl bir yol bulacağımızın ipuçlarını bulmak ve onu gündelik yaşamımı-
95
qo! Kasi m-AraLi k 2005
zm bir parçası haline dönüştürmektir. Lenin okuması böyle anlaşılabilir ancak. Lenin’e ve Lenin düşüncesi ve pratiğine bu nedenle gereksinim duyulmakta ve onun yolundan yürünürken e- zilenler cephesinden nasıl bir yanıt geliştirileceğinin yol haritasını onun yaratıcılığından çıkarmaktır esas olan. Bu yazı Leninizm’in ruhunu işlevsel kılacak bir moment yakalayabilirse amacına ulaşmış sayılacaktır. Dahası at izinin it izine karıştığı böyle kaotik bir dönemde Lenin öyküsü, devrimci kuşağımızın eğitiminde bir temel sağlar, düşünce ve davranışlarımızda yeni bir a- çılıma neden olabilirse amacına da u- laşmış olacaktır. Umalım ki öyle olsun.
Bir insan, bir yoldaş olarak Lenin
Lenin kişiliğinde ete kemiğe bürünen ve onun düşünce ve eylem boyutunda ortaya çıkan devrimci gücünün nereden geldiğini göstermek her şeye rağmen önem taşır. Elbette güncel anlamda “Marksizm krizinin” yaşandığı bu dönemde, böyle bir kişiliğin somutluğunda çözüm dilinin gösterilmesi, 21. yüzyıl devrimci kuşaklarının da önüne koyulmuş barikatları aşmanın temel dinamik bir gücü demektir.
Bugün “yaşayan Marksizm”, devrimci anlamda aydınlanma rolünden ve işlevinden kopmuştur. Bu anlamda Marksizm’in bir Rönesans evresinden çıkması, insan yaşamında ve pratik ilişkilerde nasıl bir boşluğa düşülmüş olduğunu gösterir. O halde sorun hangi ellerde ve nasıl bir krize sokulmuştur? Kesinlikle ‘Marksizm krizinin’ kapsamı bu öğretinin kendisinden kaynaklanmıyor, tersine krizden çıkış yanıtlarını da gösteriyor, ama somnun bu yanıtları insanlığın beyninden nasıl olup ta uçup gitmiştir? Elbette yazının başlıca amacı bu sorulara bir yanıt üretmek
değildir, ama tarihin böyle bir aralığında Lenin kişiliğinin kriz çözümlemelerinde nasıl bir rol oynadığını, hem felsefi hem de tarihsel boyutları ile yeniden üretmek ve yeniden göstermektir. Bir deneysel çözümleme olarak... Lenin neden çağı bu kadar derinden etkilemiştir? Hala onun çizmiş olduğu yol ve ileri sürdüğü argümanlar neden güncelliğini yitirmemektedir? Dolayısıyla 21. yüzyıl krizinin atlatılmasında Lenin düşüncesi ve pratiği bizlere yeniden bir yol haritası çizebilecek midir? Sorunların esası bunlardır aslında.
Burada bu sorulara cevap oluşturmadan önce, Lenin üzerine bazı temel noktalara parmak basmakta yarar vardır;
A. Lenin’in ayrıcalığı Marksizm’in sadece öğreti / kuramsal düzeyde değil, daha önemlisi onun dinamik ve canlı ruhunu çok iyi kavramasıyla diğerlerinden ayrılır. Dolayısıyla bilimsel bir öğreti anlamına gelen Marksizm, sürekli yeni koşullarda üretilebilen dinamik ve bilimsel bir sistemdir. Bu anlamda Marksizm bir doğmalar yığını değildir. Ama en iyi veya en doğru bir öğreti bile, işin erbabı olmayan birisinin elinde en kötü sonuç verebileceğini tarih kanıtlamıştır bize. Lenin tarihin ender kişisi olarak dehasal bir kafa yapısı ile çağının en karmaşık sorunlarını bile Marksizm metodu ile çözümleyebilmiş ender bir kişiliktir. Onun özel üstünlüğü de burasıdır.
B. Lenin, politik sorunlar ile örgütsel sorunlar arasında kopmaz bir ilişki olduğunu çağın koşulları içinde en doğru biçimleriyle göstermiş olmasıyla da ayrıcalıklıdır. Parti örgütlenmesi ile politik gelişmeler arasındaki bağı görmek özel bir ayrıcalık değildir, ama önemli ayrıcalık politik gelişmeler karşısında hem teori alanında hem de örgüt alanındaki dogmacılıkla ve sınıf uzlaşmacılığıyla savaşabilme yeteneğidir. Çünkü yanlış kurgu her zaman “örgütsüzleş- me” ile sonuçlanacaktır Lenin’e göre.
C. Lenin’in temel bir üstünlüğü de onun hem reel politikalarda hem de taktik politikalardaki olağanüstü yeteneğidir. Bu yeteneğinin arkasında elbette doğru teorik bir temel ve doğru bir politik strateji vardır. Teori onun e
linde ideolojik bir temel kazanmış, politika ise sınıf kavgasında bir pratik temel bulmuştur. Marx’m “filozoflar dünyayı yorumlamakla kaldılar, esas o- lan onu değiştirmektir” sözünün hayat bulduğu asıl temel Lenin pratiğidir çünkü. Onun başarısı bu politik hareketi işçi sınıfı içinde nasıl maddi bir güce dönüştürüleceği ve bunu nasıl uygulayacağı sorununda gözlemlenmiştir. Çünkü Lenin’e göre her şeyin merkezinden proletarya ve proletaryanın dünya görüşü vardır.
D. Lenin sadece proletaryanın değil, bütün bir insanlığın da ilkesel bir dava adamıdır. Ona göre insanlığın kurtuluşu proletarya davasının yolundan i- lerlenirse gerçekleşecektir. Onun için merkeze sınıf mücadelesi bu nedenle a- lmmıştır. Onun yaşam biçimi bu davanın içinde gizlenmiştir. Ondaki derin bir ruhsal biçimidir bu. Gerçek anlamda o bir yoldaştır; hem sıradan bir insandır hem de erişilmez bir insan. Hayat dolu, sevgi dolu, arkadaş canlısı, işçinin acısını yüreğinde birleştiren bir insandır Lenin. Balık tutan, briç oynayan, şakalaşan, avlanan bir insan vardır karşımızda. İlkelerinde katı, asla kişisel anlamda kindar olmayan ama, sınıf davasında sınıf kinini yüreğinde her zaman büyüten bir insan vardır karşımızda.
E. Lenin’in dili polemiklerde serttir. Bu dil eleştiri konusu dahi yapılmıştır. Ancak bunu o koşulların sert sınıf kavgası içinde anlamak gerekir. Mesela Martov ile polemiklerinde bile bu sert dil kullanılmıştır. Ama onun Menşevik- lere yönelmesinden sonra derin bir acı ve üzüntü duyması boşuna değildir. 1 Ama Lenin davasını savunmasında her zaman katı bir çizgi izlemiştir. O ne başarıdan bir baş dönmesi ne de başarısızlıktan bir yılgınlık göstermiştir. Hatalar karşısında acımasızdır ama esnek ve soğukkanlıdır da. Duygularını politik mücadele de asla göstermez. Ama bu o- nun duygu yüklü olmadığı anlamına da gelmez. Mütevazı ve alçakgönüllüdür Lenin. Parlak söylemlerden kaçman, hatiplik gösterisi yapmayan, halkla konuşurken açık ve anlaşılır bir dil kullanan bir insandır. Onda gerçek asla abartılmaz. O sadece Manc’tan veya He- gel’den öğrenmez, sıradan bir işçiden
96
Kasim-AraIiI< 2005 CjO İ
de öğrenir. Onun bitmez tükenmez bir öğrenme tutkusunu düşmanlan bile teslim etmiştir.
F. Lenin için pratik her zaman belirleyici olmuştur. Ama bu teorik bir temele dayanmadan olmaz. Lenin praksis felsefenin dava adamıdır. Ancak varlığın kendisinde vücut bulan bütünsellik, teori olmadan tümünü kavramak anlamına gelmez. Bilginin sonsuzluğu ne kadar doğru ise, pratik / üretim içinde olan sınıf veya bireylerin belirli andaki bir kuramsal anlatımın kavranılması da o kadar doğrudur. Burada güncellik ile bütünsellik arasında kısmen bir kısır döngü ortaya çıkacaksa da, bunun çözümü pratik tarafından gerçekleştirilecektir. Bunun ilk yolu da yapının ve kadronun hazırlığına adanmış yaşamdır. İşte Lenin kişiliğinde böyle bir a- danmışlık ve böyle bir hazırlanışm bütün teorik / pratik veçhelerini görmek mümkündür. Onun en yaratıcı özelliği, her zaman eyleme hazır olmasıdır, ama aynı düzeyde her pratik gerçeklikten muazzam teorik dersler çıkarabilen u- zak görüşlü bir kişilik olmasıyla da ayrılır. Eylem ile teori arasında her zaman bir süreklilik vardır, olmalıdır. Ara molalar yoktur onda. Kazanımlar! hem korumasını iyi bilmiş hem de devrimin sürekliliğini bir yaşam tarzına dönüştürmüştür. Dolayısıyla her an eyleme hazır bir vaziyette durmuştur. Lenin böyle bir var oluş içinde daima pratiğe bu nedenle öncelik vermiştir. “Devlet ve Devrim” eserinin bir yerinde şöyle yazmıştır; “Devrim deneyi içinde yer almak, devrim üzerine yazmaktan çok daha zevkli ve yararlıdır.”
G. Lenin davanın en büyük demokratıdır. Tarihin en karmaşık ve en çeliş- dli bir bölgesinde Rusya’da, üstelik tarihsel olarak demokratik bir geleneğin dahi yaşanmadığı bir yerde Lenin, gerek parti iç işleyişinde gerekse SSCB’de en üst düzeyde demokrasiyi uygulayan, işçi ve emekçilerin söz ve tarar sahibi olduğunu bilen, onu bilince çıkaran ve bunu pratikte azami düzeyde gösteren Lenin’den başkası debidir. Sonraki sürecin bürokratikleşen eğilimlerinin Sovyet ülkesinde nasıl bir - ıkıma yol açtığını biliyoruz artık. Ölümü arifesinde o, ısrarla bürokratlaşma eğilimine dikkat çekmiş ve onun önüne
geçmek için bir dizi tedbirin alınmasında yoldaşlarını ikna etmeye çalışmıştır. Aslında Lenin, bu süreci önceden görmüş ama, yaşamının kısalığı buna engel olmuştur. Şu örnek bile Lenin’in SSCB’de demokrasi ve hukuk ilişkilerine ne derece önem verdiğini gösterir; o, devrimin fedaisi Kamo’nun devleti korumak adına bireysel kararla düşmanlarına karşı uyguladığı eylem sonrasındaki tartışmasında Lenin ona, “SSCB’nin başıboş bir devlet olmadığını, ama bir sosyalist hukuk devleti olduğunu” hatırlatmasını hepimiz biliriz. Elbette sosyalist demokrasi sorunu bugün içinde bu deneysel pratiklerden sonra tartışılması gereken en temel sorunların başında gelir. Ve bu anlamda Leninizm ruhunu kavramaya dönük bu çaba, aslında sosyalist demokrasi meselesinde baş gösteren sorunların çözümü için de kaçınılmaz bir yoldur.
Bir düşünür ve bir eylem adamı olarak
LeninLenin Marx’tan sonra proletarya
hareketinin en büyük düşünürüdür. O bu anlamda ne Rusya’nın ne de herhangi bir bölgenin politik önderidir. O bütün bir dünya proletaryasının önder bir kuramcısı ve pratik bir eylem adamıdır. Lenin, Rusya’nın sorunlarından ve çözümlemelerinden ortak ve genelleşen bir kuram yaratmış ve bu anlamda aynen Marx’m izlediği yolu izlemiştir.
Nasıl ki Marx’m kendi döneminde İngiliz fabrika sisteminin ekonomisi ve politikası üzerine araştırmalar yaptıysa ye buradan kapitalizmin makro özelliklerini hem teorik hem de tarihsel olarak çözümleyip sonuçlarını ortaya çıkarmışsa, Lenin de aynı şeyi Rusya’nın öznelliği üzerinden yapmış ve özellikle üçüncü dünyaya ilişkin kapitalizmin i- lişkilerini ve sorunlarını çözümlemiştir. Lenin böylece çağın ana eğilimlerini gerçek olan bu pratik özün üzerinden yapabilen bir düşünürdür. Bütün gelişmelerin arkasmda bu ana eğilimi saptayan Lenin. günlük olayları es geçmeden bu ana eğilimi çağın belirleyici temel bir sorunu olarak görüyordu.
Bu temel yargı üzerinden hareket
eden Lenin, Rusya’nın gelişme sorunlarını yarı-feodal mutlakıyetçi bir yönetim altında kapitalizmin oluşumunu ve geri bir köylü ülkesinde sosyalizmin sorunlarını tanımlıyordu. Aynı zamanda kapitalizmin vahşetini çok iyi tanımlayan Lenin, onun son aşamaya doğru ilerlediğini, proletaryanın ve ezilen insanlığın sınıf mücadelesi yolu ile bu i- lerlemeyi hızlandıracağını ve bunu proletaryanın çıkarlarına doğru yöneltebileceğini gösteriyordu. Bugün bazılarının iddia ettiği gibi bu öngörü doğrulanmamış değil, tersine aradaki kopuşlar (ki esası proletarya davası adına hareket eden yapıların tutuculuğu ile burjuvazinin kapitalizmi yenileme dinamiği bağlamında) sayesinde uzamıştır. Çünkü kapitalizm düne göre artan o- randa bütün canlıları ile doğayı yok e- den canavarlaşan bir sistem olarak bütün çelişkileriyle birlikte varlığını sürdürmeyi uzatmış ve bunda başarılı da olmuştur. Bu varlığın yıkımı insanlığın bilinci ve eyleminde bir anlam ifade etmiyorsa suçu Lenin’e değil, bunları başarma iradesinde ortaya çıkan bu yapıların iradesizliklerinde görmek daha doğru değil midir? Ama yine de bu sorun başlı başına bir tartışma konusu olmaya adaydır.
Lukacs, Lenin için, onun temel düşüncesinin, hatta onu Marx’a bağlayan noktanın “devrimin güncelliği” olarak saptar bir yazısında. Çünkü ona göre sınıf mücadelesinin kavramsal ifadesi o- lan tarihsel maddecilik, teorik olarak ancak tarihsel bir anda pratik olarak güncellik kazanması ile formüle edilebilirdi. Bana göre de bu doğru bir saptamadır. Bu anlamda ne Marx ne de Lenin proletarya devrimini, yani devrimin güncelliği sorununu, işçi sınıfının barikatların arkasında dövüşürken gören vasat bir kafaya sahip değildiler. Tersine onlar dehasal bir kafa açıklığı ile proletarya devriminin güncelliğini ve kaçınılmazlığını olayların arkasındaki bu gerçeklikte saklı olduğunu, proletaryanın devrimci ruhunda ve kapitalizmin çelişkileri içinde saklı olduğunu biliyorlardı. Sınıf devriminin en geri dönemlerinde bile bu kafa açıklığı vardır onlarda. Onun için Marx, devrimi proletaryanın sefaletinde değil, tersine proletaryanın “eski toplumu yıkacak ve
97
CJOI KasiM'Ara[iI< 2005
yeni toplumu kuracak” devrimci özünde görmesi nedensiz değildir. O nedenle kapitalist sistemin içindeki çelişkilerden temel sorunu, devrim sorununu çıkardılar. Yerel deneyleri bu perspektiften incelediler.
Şimdi bu vasat kafalar, özellikle bugünlerde kapitalizmin yıkılmazlığmı ve onun üstünlüğünü, böylece devrimin olanaksızlığını vaaz edebilmektedirler bize. Burada onlar proletaryanın devrimci rolünü yok sayıyor, kaçınılmaz bir şekilde emekçilerin kapitalizme biat etmesini telkin edebiliyorlardı; “yıkamıyorsak hiç değilse kapitalizmde insanca yaşayalım” diyorlardı. Onun için sosyalizm yerine “demokrasi” sakızı a- ğızlardan düşmüyordu. Onun için proletarya diktatörlüğü adeta literatürlerinden silinmişti. Onun için komünist örgütlenme tu kaka ilan edilebilmişti vs.
Tam da Lenin böyle kaotik bir dönemde, yani ortalıkta koca koca büyük Marksist “ağabeylerin” cirit attığı ve I- I. Enternasyonal’in oportünist tezlerinin ortalığı sardığı bir çağın geçiş döneminde ortaya çıkmış ve başarısı da bu dönemde tarihsel bir anlam kazanmıştır. Çünkü Lenin uzun bir süredir Marx’m bu temel tezlerini çekmecelere kilitleyenlerle hesaplaşmaya girmiş, teorinin saflığını korumuş ve onu emekçilerin yaşamında anlamlaştırmaya çalışmış ve onun canlı ruhunu yeniden di- riltilmiştir. Adeta Leninizm olarak adlandırılan bu süreç Marksizm’in yeniden ikinci bir doğuş dönemdir.
Şimdi ise soru şudur; bugün Marksizm üçüncü bir doğuşa dönemine gebe değil midir? Eğer bu soru anlamsız değilse, arkasından yeni bir soru daha sormak gerekir; bu dönemin açılımı yeniden Lenin’in teori ve pratiği içinde bir yol bularak ilerleyebilecek midir? Bütün mesele budur.
Marx’m ölümü sonrasında Lenin, tarihsel sürecin yeni olanaklarını ve yeni adımlarım öğretiye katmasını bilen tek önderdir. Lenin bu anlamda asla Marx’ı düzelmeye kalkmadı. Onun yolundan yürüdü. Teoriyi yeniden üretirken politikayı ve politik mücadeleyi yeni koşullar içinde yeniden tanımladı. Lenin de merkez düşünce aynen Marx’ta olduğu gibi proletarya ve pro
letaryanın sınıf mücadelesidir. Çünkü hala devrim kaçınılmaz bir zorunluluk olarak, işçi sınıfının gündeminde duran toplumsal bir olgudur.
Bugün kapitalizmin daha da yıkıcı bir şekilde küresel bir aşamaya gelmiş' olması, hem devrimin kaçınılmazlığını ve güncelliğini göstermektedir hem de işçi sınıfının omuzlarına düşen ağır görevini... Yeni bir “insan soykırımı” ve aynı zamanda “doğa soykırımı” anlamına gelen kapitalizmin insanı, doğayı ve canlıları yok eden yeni süreci, onun öngörüleri doğrultusunda omuzlarımıza ne kadar ağır bir görevin düştüğünü de hatırlatmaktadır bize. Bugün devrimin bilinçlerden kopartılmış olmasından hareketle devrimin güncel olmaktan çıkmış olarak gösterenlerin, nasıl bir vasat kafaya sahip olduklarının da temel bir kanıttır bu. Oysa bütün göstergeler ve olayların dili, yani gelişmelerin arkasındaki bu canlı gerçeklik tap teze duruyorken, devrimi bilinmez bir zamana atmak ya da tümüyle tarihsel hafızalardan silmek bu sıradanlaşan o- portünist kafanın doğal bir görünümü değil midir? Lenin’in en büyük başarısı, sadece devrimden korkan, kaçan veya mazeret üretenlerden kopması ile ayrılmaz, aynı zamanda kendi çağdaşları olan küçük burjuva devrimciliğinin sınıfa karşı olan güvensizliği başta olmak üzere “komplocu” bütün teorik tezleri ile de ayrışmasıyla bilinir.
Bu nedenle Lenin çağımızın en büyük düşünürü ve eylem adamıdır.
Geri ülkelerde proletaryanın
devrimdeki rolü sorunuAvrupa da kapitalizmin gelişme
yolu, Rusya gibi feodal ya da yarı feodal yapıların güçlü olduğu bir dünyada kaçınılmaz olan bir gelişme yolu muydu? Sosyalizm bu ülkelerde ilerleyebilmesi için kapitalizmin gelişme yolunu izlemesi zorunlu muydu? Devrim bu ülkelerde hangi yolu izleyecekti? Devrimin öncüsü hangi sınıf olacaktı? Bu ve benzer sorular Lenin’e kadar açık, berrak ve net bir şekilde cevaplandırılmamıştı.
Elbette Lenin, Rusya da kapitaliz
min gelişmesi zorunluluğunu öngörmüştü. Marx’m ileri sürdüğü kapitalizmin gelişme yolunun, yani “ilkel birikim” yolunun Rusya gibi ülkelerde de olacağını yadsımıyordu. Bu gelişmenin tarihsel bir ilerleme anlamına geleceğini de biliyordu. Ama o asla işçi sınıfının ve öncü partisinin, kapitalizmi desteklemesi anlamına gelmeyeceğini de öngörüyordu. Elbette kapitalizmin bu gelişmesi proletarya için bir temel, bir güç merkezi olmasına yol açacaktı. Sınıf mücadelesinin koşullarını daha da güçlendirecekti. İşçi sınıfının bağımsız bir kimlik ile tarih sahnesine çıkacağını da öngörüyordu Lenin. Bu aynı zamanda teorik olanın politik karşılığını yaratacaktı. Ama bütün bunların kapitalizmi desteklemek ve bu sürecin tamamlanması beklemek anlamına gelmeyeceğini, bunu savunmak demek sınıf uzlaşmasına yol açılması demekti. Lenin bu düşünceleri elinin tersiyle reddetti. İşte Menşeviklerle ayrıldığı esas temel burasıydı. Bu görüş dikkate alınsaydı doğal olarak sınıf mücadelesini tatil etmek gerekecekti. Çünkü Lenin ilk yolun taşıyıcısı sınıfın proletarya olduğunu, oysa kapitalizmin gelişmesinin tamamlanmasını bekleyen bir politikanın taşıyıcı sınıfının ise proletarya değil, burjuvazi olacağını biliyordu. Eğer bu politika dikkate alınacak olsaydı, proletarya burjuvazinin yedeğine düşecekti.
Bu anlayıştan oportünistlerin sonraki takipçileri daha da ileri giderek, kapitalizmin gelişmesinin tamamlanmasının demokrasiyi de yaratacağını söyleyeceklerdir. Şematik bir kafanın en ileri halkası da burasıydı zaten. Tarih adeta tekerrür ediyor ve 21. yüzyılda o- portünistler de aynı yolu izleyerek “liberal demokrasiyi” sosyalizmin karşısına alternatif olarak çıkarıyorlardı. Gelişmiş kapitalizm olan AB’ye katılırsak bize de demokrasi gelir diyenleri burada bir kez daha hatırlamakta yarar vardır.
Rusya gibi ülkelerde kapitalizmin gelişmesi hem “devrimci” yolu, hem de tedrici-iç (Prusya yolunu) başkalaşım yolunu olanaklı kılabilirdi. Ama Men- şeviklerin sormadığı temel bir soruyu Lenin sorar burada; bu her iki yoldan hangisinin gerçekleşeceğini belirleyen nedir? Bu soruya yine sadece Lenin ce-
98
KasiM'AraIiI< 2005 qol
vap verir; sınıf mücadelesi.
Çünkü proletarya feodalizmden kapitalizme, oradan da sosyalizme geçiş süreçlerinin tek belirleyici gücü olmuştur her zaman. Sonucu belirleyen mücadele proletaryanın mücadelesidir. Köylüler yekpare bir sınıf değildir ve sınıfsal konumlarından dolayı kavgayı sonuna kadar götüremezler. Lenin bu nedenle merkeze proletaryayı almış a-ma, işçilerle köylüler arasında ittifak politikasını da bu nedenle öngörmüştür.
Sınıfın politik örgütlenmesinde yeni bir aşama;
Bolşevik örgütlenmeLenin’e göre Bolşevik örgütlenme
nin temel esprisi hangi mantığa dayanır?
Proletarya ve emekçi sınıflar yekpare homojen bir sınıf değildir. Aynı temele dayanmış olsalar da farklı kültürel biçimlenişler vardır sınıfın içinde. Çünkü emekçiler kapitalizm şartlarında gündelik olarak ideolojik, politik ve kültürel olarak sürekli bir abluka içindedirler. Aynı zamanda proletarya tepeden tırnağa silahlanmış bir düşmanla karşı karşıya bulunmaktadır. Bu nedenlerle karmaşık olan sınıf yapısı içinden en fedakâr, en kararlı, davaya kendini bağlamış ve parti disiplinine tabi devrimcilerin seçilerek üye olduğu bir örgütlenme zorunluluğu bu nedenlere dayanmaktadır. Bu bir yerde profesyonel devrimcilik sürecidir.
Lenin’in bu öngörüsünün o güne kadar bütün tarihsel dönem içinde sınıf mücadelesinin deneylerinin sonucunda ortaya çıkarılmış bir örgütlenme biçimi olduğu unutulmamalıdır. Gerek burjuvazinin katı örgütlenmesinden gereksell. Enternasyonal deneylerinden, özellikle Avrupa’daki parlamenter avanaklığına dayanan örgütlenmenin yenilgi deneylerinden süzülerek ortaya getirilmiş bir biçimdir. Yaşamın pratik sürecinden çıkartılan hem bilinçli bir çabanın ürünü hem de deneysel bir çabanın sonucu olarak geliştirilen bir örgütlenme biçimidir.
Ancak şu sorular karşımıza çok çı
karılmıştır; bu tür bir örgütlenme yozlaşmaya açık ve demokratik işleyişi sınırlayan bir süreci yaratmaz mı? Devrimciler sınıfın yaşamından koparak komploculuk yoluna giren bir kimlik kazanamazlar mı? Ya da yaşanan süreçlerin böyle bir pratiği doğrulamış olması, bu örgütlenme biçiminin yanlışlığının da kanıtı olarak düşünülemez mi? Kuşkusuz bu sorular anlamsız değildir ama, bu nesnel örgütlenme projesinin geçersizliğini ispatlayan bir neden de değildir. Çünkü nedensel gerekçeler ortadan kalkmadığına göre, bu örgütlenme modelinin geçersizliği de ilan edilemez. Oysa yapı içinde bu sorunların çözümü mümkündür. Çünkü parti içinde her tür kaymanın var olması kapitalizm şartlarında daima mümkün olan bir göstergedir. Ancak bu mümkünlük aynı yapı içinde hem önderliğin kuramsal örgütlenme politikasının olabildiğince demokratik işlerliliğini güvenceye alacak bir yapının inşasını hem de kadro bileşiminin proletarya lehine büyütül- mesinin güvencesini sağlayacak bir organizmanın gerekliliğini zorunlu kılar. O halde yapının içinde bu sorunların çözümü olanaklı bir sorun ise, bu Bolşevik Örgütlenmenin kuramsal olarak yanlış olduğunun bir kanıtı olarak sunulamaz. Çünkü devrim yolu Lenin’in de dediği gibi Nevski bulvarında yürümeye benzemez. Engellerle dolu bir yoldur bu. Düşman karşımızda tepeden tırnağa kadar silahlanmıştır. Bolşevik örgütlenmenin esinlendiği temel de burasıdır. Kapitalizmin kıyıcılığı karşısında Leninist örgütlenme, bu nesnel koşulların ürünü olarak ortaya çıkmıştır çünkü.
Bolşevik Örgütlenme, sınıfı ve sınıf mücadelesini yöneten harekettir. O nedenle Lenin, politik sorunlarla örgütlenme sorunlarının mekanik olarak birbirinden ayrılamayacağını hatırlatır bize. Bu düşünce üstelik tarihsel olarak haklı da çıkmıştır. Çünkü bu örgütlenme biçimi, sınıf hareketinin ideolojik, politik ve kolektif hareketinin yaratılması için ileriye atılan bir organizmadır. Taşıyıcı bir araçtır ama, asla bir a- maç değildir. Parti kendini devrimin yerine koyamaz. Tersine parti sınıfı devrime hazırlamak için vardır. Elbette yaşanan olumsuz deneyler, mesela par
tiyi sınıfın yerine ikame eden düşünce pratiği vs. bize yeni bir bakışı ve bu deneysel örneklerden yararlanmayı elbette emreder. Ama bu tartışma Leninist örgütlenmenin geçersizliğine asla bir kanıt oluşturamaz.
Burada tarihsel olarak iki yanlış ü- zerinde durmak gerekir; bunlardan ilki Kautsky’nin temsil ettiği partinin devrimci eylemin ön koşulu olduğuna ilişkin tespitidir. Bu yanlıştır. Çünkü parti devrimin ön koşulunu oluşturmaz. Parti, sınıfı ve sınıfın devrimci eylemini yaratmaz, tersine onu devrime hazırlar ve belirlenmiş hedeflere doğru yönlendirir. İkinci yanlış Rosa Lüksem- burg’un düşüncesinde ortaya çıkan hatalı yaklaşımdır. O, partinin devrimci kitle hareketinin bir ürünü olduğunu i- leri sürer. Bunun bir yanı doğrudur. A- ma yetersizdir. Evet, parti sınıf eyleminin bir ürünüdür, ama sınıfın eylemi ile parti etkileşiminde bilinçli öğe adeta u- nutulur. Şöyle düşünelim; sınıfın her devrimci eylemi otomat olarak devrimci bir partiyi yaratacak diye bir şart var mıdır? Oysa burada bilinçli bir atılım, bilinçli bir çaba olmadan olmaz. Tersinden şöyle de düşünebiliriz; sınıf eylemsiz ve durağan bir dönemde ise partinin durumu ne olacak, bu açık değildir. Bu anlamda Lenin’deki parti oluşumu için bilinçli müdahale ve hazırlık dönemi adeta anlaşılmaz hale gelir.
Parti için bir dizi tehlike her zaman olmuştur. Özellikle üyelik seçiminde bölünmeye kadar giden tüzük maddesinin birinci kısmındaki tartışmalar hatırlayalım. En katı bir seçime dayanan bu deneysel pratik, toplumda ezilenlerle mutlak bir dayanışma ve kendini davaya mutlak bir tarzda teslim etme anlayışından kaynaklanır. Menşevikler ise bu iki kutbun aynı parti içinde birleşmesine dayanması gerektiğini söyler. Bu aynı zamanda yapı içine her türden insa-
D evrim in ön günleri
99
qo! KasiM'AraIiI< 2005
nın üye olduğu bir temeldir. Dolayısıyla burada sınıfı devrime hazırlayan bir parti yerine, sistem içi reformlara hazırlanan bir parti geçer ki, bu da liberal anlamda burjuva partilerinden ne farkı kalabilir? Aslında bu bölünme doğrudan politik anlamı olan bölünmedir.
Teorik dogmacılık, örgütlenmede katılaşma veya esneklik yoksunluğu, taktik önderlik ile örgütün ayrılmazlığı arasındaki ilişkinin kopuşu vs. bir dizi sorun parti için tehlikeleri gösteren başlıca sorunlar olmuştur her zaman. Aynı zamanda Lenin, örgütlenme biçiminde baş gösteren legal ile illegal yapı ilişkilerindeki ayrımlaşma da genel geçer bir yaklaşım göstermez. Tek yönlü bir anlayışa sahip değildir Lenin. Bu sorun koşullarla ilgili bir sorundur ve asla devrimciliğin bir kriteri de değildir.
Bir başka gösterge noktası, parti ile sınıf arasındaki ilişkinin çok açık bir şekilde koyulmasını gerektirir: Marx bunu Manifestoda net olarak belirlemiştir; Marx’a göre, farklı ülke proleterlerinin her tür milliyetten bağımsız olarak sınıfın ortak çıkarlarına tekabül etmesini zorunlu kılar. İkincisi parti, sınıfın geçmek zorunda olduğu değişik a- şamalarda her zaman hareketin çıkarlarını temsil etmesi gerekir. O anlamda parti, sınıfın en kararlı ve en ileri kesimlerini içinde barındırmak zorundadır. Yine Marx’a göre partinin teorik o- larak, proletaryanın büyük yığını üzerinde, sınıfın nihai genel sonuçlarını anlama üstünlüğüne sahip olmasını emreder.
zorunluluğun nedenleri açıktır. Devrim her şeyden önce proletaryanın tek başına üstleneceği bir sorun değildir. Özellikle geri kalmış köylülüğün belirgin o- larak ağırlık taşıdığı ülkelerde bu daha da geçerli bir söylemdir. Her ikisinin de temelinde sınıf bilinçli bir öğenin titiz bir şekilde bağımsızlığını koruması vardır. Zira Lenin buıjuvazinin sınıf i- çindeki farklılaşmayı tetiklemesi, onun ideolojisini, politikasını ve kültürünü de tetiklemesi demektir. Bu nedenle sınıf bilincinin köreltilmesini ve diğer e- mekçi smıf güçleri ile ittifaklarının parçalanmasını çok iyi gözleyen bir önderdir. Nitekim gerek Avrupa da gerekse Rusya da ve diğer ülkelerde partinin yozlaşmasında bu etkenler önemli bir rol oynamıştır. Bu nedenlerden dolayı Lenin devrimde proletaryanın rolünü ve önemini çok iyi gözlemiş ve merkeze alan bir politika izlemiştir.
Küresel kapitalizm koşullarında, burjuvazinin gerek kapsamlı tarzda kıyıcı bir örgütlenmesinin bilinciyle, gerekse sınıf içindeki parçalanışın sonucu olarak değişik tonda sınıf alışkanlıkları veya kültürünün yaygınlığı nedeniyle, hatta sınıfın davranış ve düşünce yapılarındaki olumsuz göstergelerin nitelik- sizleşmeye yol açması nedeniyle, Bolşevik Örgütlenmenin neden 21. yüzyılda artan oranda zorunlu bir örgütlenme modeli olduğunu da böylece anlamış olmamız gerekir.
Emperyalizm sorununda Lenin’in rolü
Lenin’e göre Bolşevik Örgütlenme tipini diğer partilerden ayıran en temel nedenin ikili bir sonucu vardır; ilki proletarya içindeki farklılaşmaların olmasıdır. Bütün sınıfı değil ama, en ileri ve en bilinçli kesimlerini kapsar. Bunu kısaca izah etmiştik. İkincisi ise diğer sınıflarla ittifakların zorunluluğudur. Bu
viff*** «ft -* * ' - us/jPAKTByn
Ca»M k UüBHlJU. >1 CBAttUıut»^ AEfl«TBE»
B m sg ft ninıM A* %
Devrim in ön günleri
Lenin, kapitalizmin yeni aşaması olan emperyalizm sorununu çağın temel sorunu olarak ele aldı. Aslında bu çalışma Lenin’in bütün çalışmalarının içinde özel bir yere sahip olan bir çalış- masıydı. Burada hem sermayenin ekonomik ve siyasal eğilimlerini hem de emperyalizmin savaşla olan bağım doğru bir temelde gösteren Lenin’den başkası değildir. Böylece emperyalizmin doğrudan siyasal ya da ekonomik sonuçları nasıl ki kapitalizmden ayrılamayacaksa ve onun doğrudan bir sonucu ise, kapitalizmin doğasal sonuçları da emperyalizme doğru evrilen yolun kaçınılmaz sonuçlarını yaratacaktır. Bu yeni gelişme doğal olarak çağın temel
sorunlarında etkili olan bir süreç olacaktır.
Lenin bu anlamda gerek Hilfer- ding’den gerekse Rosa Lüksem- burg’dan ayrılır. Bu iki teoriysen kuşkusuz emperyalizmin ekonomisi hakkında önemli katkılar sunmuşlardı. A- ma onlar emperyalist-kapitalist sistem ile çağın politik sorunları arasındaki bağı doğru kavradıkları söylenemez. Lenin ile bu teorisyenler arasındaki temel ayrışmalardan birisi bu noktadır. Kuşkusuz Lenin’in bu başarısı teoriye kazanılan çok büyük bir katkıyı gösterir. Küresel emperyalizm çağı olan 21. yüzyıl çağında çok önemli değişimler olsa bile, işte Lenin’in göstermiş olduğu bu diyalektik bağ, yani çağın bütün politik sorunlarında hala küresel emperyalizmin belirleyici bir kimlik kazanması, onun geçmişten günümüze taşman ideolojik ve politik kurgusunun da güncelliğini göstermesi anlamında temel bir parametredir. Bu açıklamanın hala geçerliliğini koruyan tek açıklama olması Lenin’in başarısının bir göstergesidir aslında. Elbette emperyalizmin çöküşü Lenin’e göre salt ekonomik a- lanla ile izah edilemez. Onun PolonyalI Marksistleri “emperyalist ekono- mizm” ile eleştirmesi de bu nedenledir. Yine aynı şekilde Rosa’nm emperyalizmi salt emperyalist ülkelerde merkezileştiren teorisinin yanlışlığına da bu nedenle dikkat çekmiştir. Aynı şekilde Kautsky’nin “ultra emperyalizm” görüşünü de yanlış buluyordu. Bunlar biliniyor.
Lenin’in emperyalizm teorisindeki analiz gücü, onun salt ekonomik yasalarını analiz etmesi ile sınırlı değildir, aynı şekilde hem politik yargılarını hem de arkasındaki sosyal varlığı, dolayısıyla sınıfların gelişme süreçlerini doğru bir şekilde tahlil etmesi ve göstermesi ile de ayrı bir özellik taşır.
Emperyalizmin sömürge politikaları, salt politik yayılmacılığı değil aynı zamanda kapitalizmin ekonomik ve kültürel yayılması da demek olacaktı. Aynı şekilde tersi de geçerli bir momentti. Böylece yeni burjuvazinin sömürge ülkelerinde oluşma süreci ulusal bağımsızlık mücadelelerini doğuracaktır. Ulusal mücadele salt feodal güçlere
100
karşı değil, aynı zamanda emperyalist güçlere karşı da verilecektir. Lenin’in başarısı bütün bu karmaşık gelişmeleri bir senteze dönüştürmesinde, dolayısıyla çözüm olanaklarmı bulmasında yatar.
Elbette bu düşüncenin önceli Marx’m İrlanda sorununda verilmişti. Ama bu öngörü ne yazık ki II. Enternasyonal tarafından geliştirilmediği gibi, üstelik hasıraltı da edildi. Dahası sosyal şovenizm Marksist harekete de bulaştırıldı. Sorunun köklü çözümü Le- nin tarafında atılacaktır artık. Manadaki ilk belirgin yaklaşımlar (teorik analiz), Lenin de hem Marksizm’e bir katkıyı ifade edecek tarzda yeniden üretilecektir hem de sorunun kendisi somut ve anlaşılır bir biçim alacaktır. Böylece teori pratik olarak güncelleşecektir. Sorun aynı zamanda yalnız işçilerin değil, proletaryanın sınıf bakışı açısından tüm ezilenlerin sorunu haline gelecektir. Rosa Lüksemburg sorunu doğru koymuş ve kapitalizmin bir dünya pazarı yarattığını belirtmişti. Ama savaşın yarattığı somut sorunlarla bağını doğru o- kuyamamıştı. Böylece pratiğe de geçmeyecekti bu. Somuta giden yolun doğru okunması ve pratik bir karşılık bulması Lenin’e bu nedenle gereksinim duyacaktır.
Lenin’ in başka bir başarısı da, Marx’tan devir aldığı ve pratikleştirdiği devrimin özü sorunuydu. Haklı olarak Marx, burjuva devrimleri ile proletarya devrimlerini birbirinden ayırmıştı. Lenin bu hat üzerinde yürüyerek soıunu daha da netleştirmiş ve bunu pratikte çözüm yoluna sokulmasını sağlamıştır. Küçük burjuvazinin “sol” versiyonları, burjuvazinin “ilerici rolünün” tükenmiş olmasından hareketle “saf’ proletarya devrimlerini çıkarıyorlardı karşımıza. Oysa Lenin, burjuvazinin ilerici rolünün sona erdiğini elbette biliyordu, ama devrimle bağlantısı içinde ilerici nitelik taşıyan hareketleri yok saymıyordu. Hala ulusal soıun, sömürgeler sorunu, tarım soıunu gibi sorunlar ortada duruyordu. Bu anlamda “saf’ bir proleter devrimi yoktu. Burjuva demokratik devrim olarak tanımlanan devrimlerin dönüşümünün, nasıl olur da proleter devrime dönüştürüleceği sorununu gösteriyordu Lenin. Kuşkusuz burjuva
KasiM'AraIiI< 200?
devrimleri, sınıf karakteri itibariyle karşı devrimci devrimlerdir. Ama bu devrimlerin nesnel sorunlarla bağlantısını dikkate alırsak, bunların toplumsa] açıdan sona ermesi anlamına gelmeyeceği de bilinir. Sorun tam da buradadır; burjuvazi hem proletaryaya karşı olması ile hem de kendi ilerici geleneklerinden vazgeçmesiyle tanımlanır. Temel som şudur artık; peki ama bu mirası hangi sınıf yüklenecektir? Bu somya Lenin’in verdiği cevap işçi sınıfı olmuştur. Bunun anlamı şudur; işçi sınıfı burada hem burjuvazinin yapması gereken görevleri yüklenmek zorundadır hem de onun aşılması görevlerini... Böylece proletarya tüm ezilenlerin önderliğine yükselen bir sınıf kimliği kazanacaktır artık. İkili görevi vardır; bir yandan milliyetçiliği aşacak bir tarzda ezilen halkların ulusal bağımsızlığı için mücadele etmek, ezilen halklarm işçisi olarak UKKTH ve devlet kurma hakkını savunmak ve bunu enternasyonal proletarya ile dayanışma haline getirmek, diğer yandan ise sömürü ilişkilerini tasfiye edecek bir antikapitalist devrim yolunda ilerlemek.
Lenin’in ayrıcalığı özetle bunlardır.
Devlet sorunun da Lenin gerçeği
Lenin için devlet somnu Marksizm’in kritik bir somnudur. Bu konudaki belirlemeler Lenin açısından her zaman temel bir öneme sahip olmuştur.
Kuşkusuz devletin karakteri sorunu, daha önce Marx ve Engels tarafından tarihsel maddecilik çerçevesinde çözümlenmişti. Bu sorun gerek Marx zamanında gerekse Lenin dönemi ve sonrasında revizyonistlerle Marksistler arasındaki temel tartışma konusu olmaktan hiçbir zaman çıkmadı. Bu sorun şimdi de aynı şekilde yakıcı bir solun olarak gündemde durmaktadır.
Tarihsel olarak Bemestein ve Ka- utsky “çkonomi alanında” sözde Marx’ı düzeltmişlerdi. Ama bu iki teo- riysen özellikle devlet sorununda bütün bütüne çuvallayacaklardır. Bu teoris- yenlerin de içinde yer aldıkları II. En- temasyonal’in egemen aklı, burjuva devletinin reform edilme sınırım bir türlü aşamıyordu. Bu devleti aklamanın bir göstergesi haline gelmesi demekti. Eleştirdikleri nokta özüne ilişkin değil, daha çok görünen sivri yanlarına ilişkindi. Onlar proletarya açısından sorunun taşıdığı önemi unuttular adeta. II. Enternasyonal’in sol kanadı da sorunun önemini kavradığı söylenemez. Sorunun bir yanında sınıf uzlaşmasını ifade eden ve reformlarla sınırlanmış bir devlet anlayışı, diğer yanda ise tam bir kuralsızlığı savunan anarşist bir yaklaşım kendini gösteriyordu.
Kısacası devlet sorunu, devrim sorunun bir parçası olarak görülmedi hiçbir zaman bu teorisyenlerce.
Devlet sorununu Marx ve Engels’den sonra en doğru bir şekilde bir devrim soıunu haline sokan ilk defa Lenin olmuştur. Lenin’e göre devlet somnu, proletaryanın mücadelesinin güncel bir sorunuydu. Bunun öngörülerini Lenin, Marx’m pratik deneylerini ve bu deneylerin teorileştirmesini çok iyi o- kuyabilmişti. Mesela 1871 Komün deneyi, Marx ve Engels açısından proletarya için önemli bir deney anlamına geliyordu. Bu nedenle Marx “Gotha Programı’nda” yanlış yaklaşımları e- leştirdi. Çünkü devlet somnu aynen u- lusal soranda olduğu gibi proletaryanın “nihai zaferine” bırakılamayacak kadar güncel bir sorundu. İşte Lenin'in önemi, bu sorunu sınıf mücadelesinin bir parçası olarak devrimin güncel bir sorunu haline getirmiş olmasında yatar. Lenin’e göre devlet, sınıf mücadelesinin temel bir sorunudur. Aynı zamanda proletarya devriminin ilk aşamasında proletarya devletinin ana çizgilerini belirtmesi açısından özel bir öneme sahip bir sorundur. Proletarya için yetersiz kalan (sendika, parti, koop. vb.) örgüt biçimleri, zorunlu olarak Sovyet Örgütlenmesini doğurmuştur. Bunun neden bir tesadüf olmadığı da böylece anlaşılmış olacaktır. Çünkü proletarya için sınıf düşmanlarını yok edecek ve uzun
101
C jO l KAsiM'ARAİık 2005
bir geçiş sürecinde kendi varlığına da son verecek merkez bir örgüte, yani devlet örgütüne duyulan gereksinmeden çıkabileceğini biliyordu Lenin. 1905 de İşçi Sovyetlerinin ortaya çıkışının, daha o zaman yeni bir devlet örgütlenmesinin nüvesi olduğunu göstermişti bile. Bu dönemde ciddi tartışmalar da yaşanmıştı. Özellikle Martov bu örgütlenmeyi mücadelenin hir aracı o- larak kabul ederken, onu bir devlet organı olarak gönnüyordu. Bu düşünce sağ oportünistlerin ortak bir düşüncesi haline geldi. Sol oportünistler ise Sov- yetleri salt bir sendika gibi sınıf örgütlerinin yerine koydular ve bu örgütlenmeyi sendika veya parti örgütlenmesi düzeyine düşürdüler. Aslmda sağ veya ‘sol’ oportünizm de özü itibariyle aynı kulvarda yürümeye devam ediyorlardı.
Bir başka göstergeye daha vurgu yapmak gerekir; bilindiği gibi Lenin kapitalizmden sosyalizme geçişin soranlarını ayrıntılı olarak analiz etmiş, özellikle geçiş sürecinde ortaya çıkan iktidar sorununu dikkatle incelemişti. Mekanik bir tarzda iktidarı ele geçirmekle sosyalizmin kurulamayacağını gözlemlemişti. O nedenle geçiş sürecinin iktidar organını, özel olarak devrimin kalıcılığı açısından sorguluyordu. İşçi sınıfının devleti olan Sovyet örgütlenmesi, proletaryanın sınıf düşmanlarına karşı temel bir silahıydı. Bu silah i- yi kullanılmalıydı. Bu organın kendisi proletarya diktatörlüğünün (veya proletarya demokrasisinin) vazgeçilmez temel bir ayağıydı. Zira sosyalizmde hala sınıf mücadelesi devam edeceğine
göre sınıf kavgasının sürdürülmesi ve proletarya çıkarlarının güvenceye alınması için proletarya devletine gereksinim devam edecektir.
Lenin gelişmiş bir beyin olarak yeni Sovyet Cumhuriyetlerinin her adımını nesnel olarak değerlendiren, hatta kendi aleyhine dahi kullanılma pahasına bazı değerlendirmelerden asla kaçınmayan bir liderdir. Onun temel bir özelliği de devrimden sonra bile hâkim Rus şovenizmine karşı durması ve diğer küçük ulus devletlerinin (Sovyetle- rin) bağımsızlığını titizlikle korumasıdır. O nedenle Lenin. bu küçük ulusları Rus Sovyetlerine (RSSCB) bağlama çabasma karşı çıkmış ve devletin resmi ismi bu nedenle SSCB olarak önerilmiş ve kabul edilmiştir. Ölümüne yakın son yazılarında bu düşünceler son derece a- çık bir şekilde ele alındığını biliyoruz. Yine NEP (Yeni Ekonomi Politikaları) döneminde, ‘devlet kapitalizminden’ kökten farklı olan, ama yine de SSCB’nin geçiş sürecinde ara bir yol olduğunu ve bunun geçici bir önlem anlamına geldiğini söyleyecek kadar cesur ve gerçekçiydi. “Biz kapitalist yolu terk eden, ama henüz yeni yola girmemiş olan bir devlete sahibiz” diyordu.
Lenin aynı zamanda büyük taktik politikalarının da uzmanıydı. Çeşitli dönemlerde uzlaşma taktiklerinden sınıfının çıkarları açısından asla kaçınmamıştır. Gerek ülke içinde gerekse ülkeler arası ittifak politikalarında bu durum zorunlu bir aşamaya gelmişse tereddütsüz gerekenleri yapan bir önderdir. Ama onun bütün ittifak politikasının geçerli tek bir nedeni vardır; proletaryanın çıkarlarını güvenceye almak. Devrimi ilerletmek. Onun için Lenin tereddüt etmeden gerek NEP politikasını, gerek Savaş Komünizmi stratejisini, gerekse Brest-Litowsk Antlaşması’m devreye sokabilmiş tek liderdir. O geçici ittifakları veya geçici bir dönem için tavizler verilmesini öngörürken tek bir kıstası vardır; Marksizm’in ilke ve yöntemlerine bağlı kalmak ve devrimin kazanmalarını korumaktır.
Sonuç olarakBir tarihi kapatan yeni bir tarihi a
çan bir lider, en nihayet 53 yıl gibi kısa bir ömre sığdırmıştır bütün bunları. Lenin’i Lenin yapan da budur zaten. Bu anlamda Lenin fikirlerinde ve pratiğinde billurlaşan Leninizm, teorik ve pratik olarak salt Marksizm’in bir tekrarı değildir, onun yeni baştan üretilmesi ve güncelleştirilmesi anlamında yeni bir savaş politikası teorisidir aynı zamanda. Ama sadece bu da değildir. Leninizm, dünya insanlığını karanlıktan aydınlığa taşıyan bir yaşam felsefesi ve bir kurtuluş manifestosunun da adıdır. Bu anlamda diyalektik materyalizmin gelişmesinin yeni bir evresi ve Marksizm’in yeni bir doğuşudur. Haklı olarak Stalin, Leninizm’i “Emperyalizm ve Proleter Devrimler Çağının Marksizm’i” olarak değerlendirirken tümüyle haklıdır. Dolayısıyla Leninizm 21. yüzyıl çağının da Marksizm’idir. O nedenle Leninizm’i Marksizm’den ayırmak isteyen sol liberallere karşı bir yerde göstermiş olduğum gibi (Demokratik Dönüşüm, Sayı. 18. Mart 2005) bugünün sloganı “Leninist Marksizm” sloganıdır. Özellikle altını çizerek söylemekte fayda var; nasıl ki Marksizm olmadan Leninizm olmazsa, Leninizm olmadan da Marksizm olamaz. Kimse Leninizm’den arındırılmış bir Marksizm yaratmaya kalkmamalıdır.
Lenin’in ve Lenin fikirlerinin SSCB yıkımından sonra öldüğü sanıldı. Bu olsa olsa vasat bir kafanın ileri sürebileceği bir düşünce olabilirdi ancak. Ama yakın bir zaman sonra görülecektir ki Leninist Marksizm, yeniden dünya insanlığının parlayan bir güneşi olacaktır. Bu boş bir inanç değildir. Yaşamın canlı pratiğinin bilimsel bir açıklanmasının kaçınılmaz tek yoludur. İnsanlığı cesetler yığınına çeviren kapitalizm, proletaryanın ve onun bilimi olan Leninist Marksizm’den yakasını kurtaracağını sanıyorsa aldanacağını da görecektir. Görmek isteyen gözler için bu önemlidir.
21.04.2005
DipnotlarI Buraya bir not düşmek gerekirse; ne yazık ki bizim kuşağın şabioncu ve anlaşılmaz bir şekilde bu sert polemik dilini kullanarak gereksiz çatışmalara neden olduğumuzu hatırlatmakta fayda vardır.
102
Kasim-AraIA 2005
SOSYALİZMİ YABANCILAŞMA MIYENDİ ?
M. Sincın
Biz hep biraz teknik gelişmenin daha ileri toplumsal ilişkiler yaratacağını, sosyalizme de bu teknik sıçramalar aracılığı ile ulaşacağımızı düşündük. O yüzden 5ov- yetlerin uzaya ilk insan gönderen ülke olması sosyalizmden komünizme geçişin
sinyalleri olarak algılandı. Teknik gelişme kendini dayattıkça, zenginlik arttıkça bu tür tatsızlıklarda ortadan kalkacaktı. Fakat hiç de öyle olmadı.
Yabancılaşma ve sosyalizmin yıkılışı arasında nasıl bir ilişki kurulabilir? Bir toplumun, iktidar ilişkilerinden bütünüyle soyutlanması ve i- lişiğini kesmesi o ilişkiler üzerinde nasıl bir etki yaratır? Bizim burada geliştirmeye çalışacağımız tez, Sov- yetler Birliği ve genel olarak reel sosyalizm deneyiminde emekçilerin siyasal sisteme katılımının ö- nüne koyulan engellerin sınıfı sistemden bütünüyle yabancılaştırdığını, bunun ise sosyalizmin insan üretici gücünü kurutmasına dolayısıyla sistemin yıkımına yol açtığı olacak. Belki kapitalizm açısından böylesi bir sorun tahammül edilemez sonuçlar yaratmayabilir. Fakat sosyalizm canlı bir katılım ve gelişkin bir insani üretici güç seviyesi yakalanmadan yaşayamaz, yaşamamıştır da.
Tarih Tezi’nden yola çıkarak bugüne bakabilir miyiz?
Dr. Hikmet Kıvılcımlı, tüm dünya iktisat tarihçilerinin ve sosyologlarının üzerine kafa patlattığı "Kapitalizm neden Kuzey Batı Avrupa'da, oldukça geri kalmış ve Amerika'nın talanından yeterince pay almamış bir bölgede gelişti?” sorusuna cevap a- rarken İngiltere’nin sürekli olarak barbar akmlarıyla aşılanmasının ve yeni insan üretici güçleriyle beslenmesinin çok önemli bir etken olduğunu vurgulaması ile önemli bir
noktanın altını çizmiştir. “Avrupa’da köleden çok hür serilerin doğuşu, hiç kimsenin gözünden kaçamayacağı gibi, doğrudan doğruya barbar a- kını ile ilgilidir.” (İlk Geçiş İngiltere, s.36) Daha 13. yy’da İngiltere halklarının kralın otoritesini sınırlandıran Magna Carta’yı kabul ettirebilmesi özgürlüğüne düşkün barbar boylarının varlığının bir sonucu olarak anlaşılabilir. İktidarın toplum karşısında güçlenmesi yabancılaşmanın en önemli etkenlerinden bir tanesidir. Bir kişi için doğru olan sanki toplum için de doğruymuş gibi gözükmektedir. Kişinin kendi hayatına müdahale etme araçlarının elinden alınması kişiyi nasıl hayattan kopartıyor ve içten içe tüketiyor ise toplumun kendi geleceği üzerinde denetim kurma yollarının kapatılması da toplumun tüm üretkenliğini, maddi ve manevi zenginliklerini ortadan kaldırmaktadır. Özgürlüklerin seviyesi ile insani üretici güçlerinki arasında bir paralellik varmış gibi görünmektedir. Dönüştürebilme imkanı yoksa yaratıcılık, üretkenlik ve katılım anlamsızlaşmaktadır.
Teknik gelişim her şeyi çözebilir miydi?
Sosyalizm yıllarca nitelikli ve yaratıcı katılımın ortaya çıkamayışı- nın sıkıntılarını yaşadı. Üretimde verimlilik artışları bir türlü gerçekleşmedi. Birçok alanda teknik bazı derinleşmeler yaşanmasına rağmen bu
bir türlü hantallaşmanın, bürokratik- leşmenin önünü alabilecek bir inisiyatif ve dinamizme dönüşemedi. Dönüşme yolları da tıkalıydı büyük o- randa. Bu tıkanıklıkların bedelini bugün çok ağır ödüyoruz. Sosyalizm yaratmış olduğu ekonomik kazanmalarla bugün aşılamamıştır, fakat özgürlükler alanında yaşanmış olan fakirlik sosyalizmin yeniden bir cazibe merkezi haline gelmesinin önündeki en önemli engeldir. Bu alanda bazı mesafeler kat edemeden toplumdan, özellikle de aydın kesimlerden fazla bir katkı beklememek gerekiyor. Bu sorunla ilgili adımlar atarken liberalleşme, çok partililik vs. gibi kestirme yaklaşımlarda boğulmadan derinlikli çözümler bulmak ve bunları siyaset yapma tarzımıza yedirerek sergileyebilmek sorumluluğuyla karşı karşıyayız. Sovyetler Birliği’nde yaşanan kurumanın bir benzerini bugün sosyalist hareketin büyük bir kısmı da deneyimlemektedir. Düşünenler ve eyleyiciler arasındaki, kafa ve kol emeği ayrımına benzer ayrım bugün neredeyse bütün sosyalist, devrimci siyasi kolektiflerin mağduru (ya da sebebi mi, demek lazım?) olduğu bir gerçekliktir.
“Ama Cermenlerin can çekişen Avrupa’ya sayesinde yeni bir dirimsel güç üfürdükleri gizemli büyü neydi? ... Cermenlerin kişisel değer ve yiğitlikleri, özgürlük eğilimleri ve her kamu işini kendi işi gibi gören demokratik içgüdüleri, uzun sözün kısası, Romalıların yitirmiş bu-
105
C |O İ Kasim-AraIiIc 2005
lundukları ve Roma dünyasının balçığıyla yeni devletler yapmaya ve yeni ulusal özellikleri geliştirmeye yetenekli bütün nitelikler- eğer bunlar, yukarı aşamadaki Barbar’a ilişkin, gentilice örgütlenmenin meyvesi olan belirleyici çizgiler değilse- neydi?” (Engels, Köken, s. 183)
Sorular, sorular, sorular...
Amacımız burada gerçekten yeniden bir tarih tartışması açmak değil. Fakat köleciliğin Romalıları yabancılaştırması ve insani üretici güçleri bütünüyle kurutması gibi bir süreç de sosyalizm altında yaşanmış mıdır? Sosyalizm bütün ilerlemeyi ya iyi eğitimle mekanik bir biçimde “yeni insan” yaratmaktan ya da tekniğin gelişimiyle komünist toplumun kendiliğinden ortaya çıkmasından bekler bir noktaya nasıl gelmiştir? Bolşevik Partisi tarihin en kritik momentlerinden birinde en uç tartışmaları bile yapabilen bir yapıya sahipken devrim sonrasında bu parti nasıl bu kadar da içi boşalmış bir “apart- çik”e dönüşebilmiştir? Belki de bu sorulara tam olarak cevap üreteme- den “Marksizm’in krizi” dediğimiz nokta üzerinde de pek bir açılım geliştirme şansı bulamayacağız. Le- nin’in bürokratikleşme tehlikesi karşısındaki tutumunu iyi biliyoruz. Fakat devrimi koruyabilmek ve yaşatabilmek uğruna belki de son derece i- yi niyetli girişilen bir yolun devrimi kurutmak, insansızlaştırmak ve sınıfı devrime yabancılaştırmak gibi o- lağanüstü bir sonuç yarattığını göre
bilmek durumundayız.
Özgürlük meselesini çok prag- matik bir biçimde ele alamayız kesinlikle. Fler şeyi iyi bilen bir merkezin tüm kararları aldığı ve toplumun geri kalanının sadece uygulayıcı seviyesinde kaldığı bir devlet (ya da günümüz koşulları açısından bakıldığında bir sosyalist hareket) insani üretici gücü ezmektedir, kişileri kendisine yabancılaştırmaktadır. Dolayısıyla gelişen, büyüyen, yaratıcılığı ve üretkenliği sürekli büyüyen bir sosyalist toplum yaratmanın yolu halk demokrasisinin katıksız olarak hayata geçirilebilmesi, Sovyetlerin, halk meclislerinin hayatın her alanında gerçek bir iktidara sahip olmasından geçmektedir. Emekçilerin özgürlüklerinin ellerinden alındığı bir rejim, emekçilere ne hak sağlıyor o- lursa olsun özlediğimiz dünyadaki cenneti yaratma yeteneğine sahip o- lamaz. Sosyalizmin yenilgisinden bu dersi çıkarmak aşırı bir sonuç mu o- lur acaba? Bugün bir Doğu Almanya, bir Sovyetler Birliği ile kıyaslandığında ekonomik anlamda çok daha yetersiz bir Küba’da sosyalizmin ABD’nin burnunun dibinde yaşayabiliyor oluşunu Sovyet tipi geleneksel sosyalizm anlayışından görece kendisini farklılaştırabilmesiyle izah edebilir miyiz?
İnsancıl üretici gücü geliştiremeyen sosyalizm yaşayamaz.
Dr. Hikmet Kıvılcımlı ’nın tarih tezi aslında insani üretici güçler di-
104
yerele “özgür insan”ı ve onun “kolektif aksiyon yeteneğimi önemli bir tarihsel güç olarak gördüğünü ifade etmektedir.
Biz hep biraz teknik gelişmenin daha ileri toplumsal ilişkiler yaratacağını, sosyalizme de bu teknik sıçramalar aracılığı ile ulaşacağımızı düşündük. O yüzden Sovyetlerin u-
. zaya ilk insan gönderen ülke olması sosyalizmden komünizme geçişin sinyalleri olarak algılandı. Halbuki partinin bütünüyle yekpare hale gelmesinin, emekçilerle kurduğu ilişkilerin sıradan bir devlet-toplum ilişkisine dönüşmesinin işaretleri karşısında herkes suskun kalabildi. Çünkü teknik gelişme kendini dayattıkça, zenginlik arttıkça bu tür tatsızlıklarda ortadan kalkacaktı. Fakat hiç de öyle olmadı.
Belki de işlerin tam tersi yönde gelişmesi gerekiyordu. Emekçilerin çok daha geniş kesimlerini bu dönüşümün içine sokabilecek doğrudan demokrasi araçları geliştirilemeden daha nitelikli bir üretim yapısı yaratabilmek mümkün değildi. “Batı Avrupa insanları izafi de olsa, köleden daha hür olan serf durumuna girdikten sonradır ki tekniklerini geliştirmişlerdir.” (İlk Geçiş, s.35) Sosyalizmde ise Stahanovist işçilere diğer işçiler tarafından nasıl yaklaşıldığını biliyoruz. Bu yaklaşımın ortaya çıkmasında yabancılaşmanın etkisi ne düzeydedir, bu durumun ortaya çıkmasında partinin siyasi uygulamalarının etkisi ne seviyededir? Bu soruya verilebilecek cevapların bugün a- çısmdan da çok önemli anlamlan o- lacaktır. Bugün hala neredeyse tüm insanlığa bir mesaj verebilen çok az sayıdaki devrimci önderden biri olarak kalabilen Che’nin de “insan” vurgusu fazla bir sosyalizmin taraftarı olması, yapmış olduğu Sovyetler Birliği eleştirisi sonrasında Küba’dan ayrılması da bir rastlantı mıdır?
Yeni bir sosyalizm anlayışının yaratılabilmesinin bu sorulara verilecek doğru cevaplar sayesinde mümkün olabileceğine inanıyorum.
HİKMET KIVILCIMLI ANILDITürkiye sosyalist hareketinin önderle
rinden, proletarya sosyalizminin öncüsü Dr. Hikmet Kıvılcımlı, ölümünün 34. yılında mezarı başında anıldı.
Sosyalist Dayanışma Platforrnu'nun düzenlediği anma Kıvılcımlı ve onun şahsında, devrim ve sosyalizm mücadelesinde şehit düşenler için yapılan saygı duruşu ile başladı. Ardından Av. Nevzat Gülüm bir konuşma yapu. Gülüm, konuşmasında Hikmet Kıvılcıma Tır hayatını kısa bir şekilde aktardıktan sonra, o- nun direngen ve yenilmez kişiliğine vurgu yaptı. Gülüm, “Kıvılcımlı sadece teori adamı değildir, avmı zamanda yılmaz
bir pratik insanıdır” derken yaşamının son anma dek üretmeye devam ettiğini belirtti.
Gülüm’ün konuşmasının ardından şiirlerle devam eden anma, Grup Yankı’nm seslendirdiği marşlarla sona erdi. Anmada sık sık “Kıvılcımlı Yaşıyor, Kıvılcım Savaşıyor”, “Kıvılcımlı Öncümüz, Yaşatıyor Gücümüz”, “Kıvılcımlı Yaşıyor, Partide Savaşıyor”, “Kıvılcım Parlıyor, .Alev Alıyor, Direniş Sürüyor, Parti Yürüyor” ve “Kavga, Direniş, Zafer; Yaşasın Sosyalizm” sloganları atıldı.
Kıvılcımlı’nm mezarı başından ayrılan kitle sonrasında onun öğrencisi İsmet
Demir’in mezarı başına gelerek kısa bir anma etkinliği gerçekleştirdi. Burada kısa bir konuşma yapan İsmet Demir’in yoldaşı Kemal Sarı, onun sendikacılığı “profesyonel” olarak kavramadığını, sınıfla birlikte soluk alıp verdiğini belirtti.
3 Kasım 2005... Yer Fransa... Paris banliyöleri...
“Can almak yetmiyor artık onlara, diyor Düşler ölsün istiyorlar”
Barikatları anlatıyor bizeSöküp dizerek yenidenZamanın yörüngesindeAma, zamana ait olmayan kaldırım taşlarını
Haritanın kavislerine zor günde yoldaş olanları yazıyorTevfik Taş