153 - somuncubaba.net › pdf › 0153 › ... · online sipariş ve satış i nasİhat yayinlari...
TRANSCRIPT
AY
LIK
İLİM
- KÜ
LT
ÜR
VE
ED
EB
İYA
T D
ER
GİSİ
TEM
MU
Z 2013
153
153
Dergisi Hediyesi...
T E M M U Z 2 0 1 3Fiyatı: 8 AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ
Takvayı Kuşandıran İbadet: Oruç4624 Somuncu Baba
Külliyesi Açılışı
Online sipariş ve satış www.nasihatyayinlari.com
ÇIKTI
NASİHAT YAYINLARI
DÎVÂN-I HULÛSÎ-İ DÂRENDEVÎ
4. BASKI
ES-SEYYİD OSMAN HULÛSİ EFENDİ’NİN DÎVÂN’I VE DİĞER ESERLERİ OKUNDUKÇA, TEMELİNİ ATTIĞI, ŞİMDİ BİR VAKIF MEDENİYETİ OLARAK İNŞÂ EDİLEN ESERLERİ TEMÂŞA EDİLDİKÇE, ONUN İSMİ ÇAĞLARDAN ÇAĞLARA AKTARILACAKTIR. ÖRNEK VE ÖNDER BİR İNSAN OLARAK
HER ZAMAN GÖNÜLLERDE YAŞAYACAKTIR.
Başyazı Sebahaddin ATEŞ
SOMUNUCU BABA KÜLLİYESİ AÇILIŞI
Our foundation, whose aim is to build the hearts besides buildings, has presented a fabulous monument to Darende and our country. On 15th June 2013, the opening of Somuncu Baba/ Shaikh Hamid-i Wali Complex was inaguruated with the wide participation of volunteers. Many visiters from all over the country came to Darende in order to witness this historical moment and took part in this eminent community.
Our president of the foundation, who always looks forward the horizans and has wanted the complex to be constructed, has followed every stage of the construction to the tiniest detail and the opening moment of the complex was in fact an unforgettable event when the time stopped and was written in gold letters because the sun rising from the east rose on everyone; warmed and lightened the hearts. On June 14th 2013, Friday, the exegesis of Sura al-Fatiha, which had been interpreted by Somuncu Baba on the pulpit of Grand Mosque in Bursa in 1399, was interpreted from a different perspective by the head of the board of trustee of our foundation.
The Opening Of SOmuncu BaBa cOmplex
Binalarla birlikte gönüllerin inşasını gaye edinen Vakfımız; Darende’ye ve ülkemize güzel bir eser arma-ğan etmiştir. 15 Haziran 2013 tarihinde Şeyh Hamid-i Veli/Somuncu Baba Külliyesi’nin açılışı çok geniş bir gönüllünün katılımıyla gerçekleşti. Somuncu Baba Hazretleri’nin: “Bizim gülşendeki güller/Dururlar taze solmazlar/Hazân olup dökülmezler/Zemistânı bahar olmaz” mısralarında beyan ettiği hakikat, yüzyıllar sonra yine canlı bir misalle gözler önüne serildi. Bir gülün taç yaprakları gibi sekiz sarmallı kubbesi, güzel-likleri ve cennetin sekiz kapısını temsil eden ahşap kubbe yapısıyla gül diyarında yeni bir gül açıldı. Güzel kokusu o gün etrafa saçıldı. Vakıf Mütevelli Heyet Başkanımızın 2009 yılında başlattırıp, titizlikle takip et-tiği proje neticesinde eser, mamur bir bina olarak gözler önündeydi. Binlerce gönül dostu bu güzel ânı pay-laşmak için uzak-yakın demeden yolları aşmış, sabahın erken saatinde Somuncu Baba Külliyesi’nin avlusu-nu doldurmuştu. Birçok ziyaretçi ailesiyle, çocuklarıyla, bu tarihî zaman dilimine şahit olmak için akın akın yurdun dört bir tarafından Darende’nin yolunu tutmuş, güzide topluluğun içinde kendine bir yer bulmuştu.
Hulûsi Efendi Hazretlerinin ifadesiyle: “Ufkumuzdan güneş doğdu/Nefsin karanlığın boğdu/Hidâyet hâdiden oldu/Gelin dostlar bize gelin” çağrısına kulak veren onbinlerce insan o gün Darende’deydi. Yeni inşa edilen camii ile bambaşka bir çehreye kavuşan külliye, mekânların genişliği kadar yüreklerin de herke-si kucaklayacak genişlikte olduğunu gösteriyordu. Birlik ve beraberlik ruhuyla manevî bir atmosferde, gönül kardeşliği ikliminde müstesna bir zaman dilimi yaşanıyordu. İleri ufuklara bakan Vakıf Başkanımızın yapı-mını arzu ettiği, bütün safhalarını en ince noktalarına kadar takip ettiği külliye inşaatının açılış ânı, aslında zamanın durduğu, tarihin altın harflerle yazıldığı bir fasl-ı güldü. Çünkü güneş ufuktan, bütün sıcaklığıyla herkesin üzerine doğmuş, gönülleri ısıtıyor, yürekleri ışıtıyordu. 14 Haziran 2013 Cuma günü Vakıf Müte-velli Heyet Başkanımız tarafından, Somuncu Baba Hazretlerinin 1399 yılında Bursa Ulu Camii minberin-den yaptığı Fatiha Suresi Tefsiri’nin farklı bir yorumu da Somuncu Baba Camii minberinden irad ediliyor-du. O muhteşem hutbenin dua bölümüne âmin diyerek sözü bağlayalım:
“Allah’ım… Bu güzel Camii Şerif, Somuncu Baba Hazretleri’nin mâneviyatına yıkışır bir şekilde samimi-yetle inşa edildi. Bize bu imkânları bahşettiğin için sana hamdediyoruz. Allah’ım, bu külliyenin yapımında emeği ve desteği olanlara ilahi katından bereketli nimetler ihsan eyle... Allah’ım, neslimizi gençliğimizi ve gelecek nesilleri bu maneviyat merkezine, bu mukaddes vatan toprağına hizmette daim eyle… Allah’ım, ya-pılan samimi vakıf hizmetlerini makbul ibadetler zümresine dâhil eyle.
Allah’ım, Senin yardımın olmazsa biz bir şey yapamayız. Her zaman her işimizde, her ânımızda yardımı-nı bekliyoruz, lutfeyle… Allah’ım, bu mabed-i şerifte samimiyetle kılınacak namazları huşulu, huzuru kalp-le yapılacak duaları makbul dualardan eyle… Allah’ım, bizi, bu mübarek beldeyi ve bütün İslâm âlemini her türlü kötülüklerden muhafaza eyle, bu mabed-i İslâm’ı ilelebet payidar eyle…”
3
50
58 70 80
BİZ ÇİLEYİ YOL EYLEDİK - Muhsin İlyas SUBAŞI (9)
DERGÂH-I HAKK’A KUL OLMAK - Hüseyin ALPSOY (10)
EL-MUKÎT - Ramazan ALTINTAŞ (14)
GİZLİ ŞİRK: RİYÂ - Kadir ÖZKÖSE (18)
FENÂ DENİZİNDEKİ CEZBE - Musa TEKTAŞ (36)
BÜCEYR B. ZÜHEYR (R.A) - Bünyamin ERUL (41)
GÜZEL KOKU - Enbiya YILDIRIM (42)
TAKVAYI KUŞANDIRAN İBADET: ORUÇ - Abdullah KAHRAMAN (46)
MUSTAFA TAKÎ EFENDİ VE MİKYAS-I ŞERİAT - Fatih ÇINAR (54)
VELİLER VE HÜKÜMDARLAR - Muharrem AKIN (62)
HALİD EL-BAĞDADÎ(K.S.)’NİN RÂBITA RİSALESİ - Halİl İbrahİm ŞİMŞEK (64)
SEVDA ESİRİ - Mürsel GÜNDOĞDU (73)
BİLGİ VE ZENGİNLİK - Mustafa ÖZÇELİK (74)
YAR - Mehmet SERTPOLAT (77)
ANTALYA VELİLERİ - Yusuf HALICI (78)
DÖNERİM... - Hızır İrfan ÖNDER (83)
AĞIZ KOKUSUNU ÖNLEMENİN 11 YOLU - Akın DİNDAR (84)
KİMYON - Şifalı Bitkiler (86)
KABAK OTURTMA - Mesude SARI (87)
İNFÂK AHLÂKI
OSMANLI’DANRAMAZAN HİKÂYELERİ
KUYUYA TÂLİP BİR YUSUF
BEYAZ BULUT
SOMUNCU BABA KÜLLİYESİ AÇILIŞI
SEVGİYE DAİR
06 İnfâk, İslâm’ın en temel ibadetlerinden biridir. Yüce Yaratıcı pek çok âyette namaz ibadeti ile zekâtı ve infâkı birlikte anmıştır. Bu, Yüce Allah’ın hakkı ile kul hakkının iç içe olduğunun göstergesidir.
II. Mahmud döneminde iki defa şeyhülislamlık makamına gelen Dürrizade Seyyid Abdullah Efendi, İstanbul’un sayılı zenginlerindendi. Üsküdar Doğancılarda inşa ettirdiği...
Yusuf’un başından geçen bir hikâyedir; ama Yusuf’tan ibaret değildir. Yusuf’un şahsında kuyunun da hikâyesidir bu. Kuyunun şahsında hikmetin.
Kuşluk vakti gelirdi. Bir ılık yel eser, bir rahmet bulutu gibi geçerdi mahalleden. Bembeyaz bir ses yankılanırdı sokak aralarında.
Osmanlı hükümdarlarından Yıldırım Bayezid Han dönemi ve 14. yy eseri olan, cami kare planlı bir yapı olup, trompların teşkil ettiği yedigen bir kasnak kubbeyi taşır.
Sevgi öğrenilebilen bir duygudur. İnsanın yaşamında, sosyal çevresinde, inancında ve dünya görüşünde sevgi varsa nasıl seveceğini ve kimleri seveceğini kolaylıkla öğrenir.
24Ali AKPINAR
İsmail ÇOLAK İmdat AVŞAR
Resul KESENCELİMukadder A. YÜKSEL
M. Bedrettin TOPRAK
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nınYayın Organıdır
KurucusuA. Şemsettin ATEŞ
Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803
Yıl: 20 Sayı: 153 Temmuz 2013Basım Tarihi: 01 Temmuz 2013
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adınaİmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni
Sebahaddin ATEŞ
Sorumlu Yazı İşleri MüdürüM. Hulusi ERDEMİR
Yayın EditörleriYrd. Doç. Dr. Mehmet TAŞTEMİR
Musa TEKTAŞ
Yayın KuruluProf. Dr. Nihat ÖZTOPRAK
Prof. Dr. Ali YILMAZProf. Dr. Sebahat DENİZProf. Dr. Bilal KEMİKLİ
Prof. Dr. Abdullah KAHRAMANProf. Dr. Ali AKPINAR
Danışma KuruluProf. Dr. Mehmet AKKUŞProf. Dr. Sinan YALÇIN
Prof. Dr. Mehmet SOYSALDIProf. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL
Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSEProf. Dr. Mahmut YEŞİL
YapımARTWORKS
www.artworks-tr.com
Genel Sanat Yönetmeniİlhan SOYLU
Sanat YönetmeniAli GÜRSOY
Yönetim Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesi
Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende / MALATYA
Tel: (422) 615 15 54 Faks: (422) 615 28 79 www.somuncubaba.net - [email protected]
Dağıtım Kültür Dergi Dağıtım
Baskı & Üretim Ege Basım Matbaa ve Reklam Sanatları Ltd. Şti.
Esatpaşa Mahallesi Ziyapaşa Caddesi No:4 Ataşehir/iSTANBUL Tel: 0216 470 44 70
Kurum Abone : 140
Yurtdışı 1 Yıllık Abone : 72 EURO Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068
Ziraat BankasıTR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01
Vakıf BankTR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58
Bankasya TR 3900 2080 0032 0188 5847 0001
AkbankTR 7300 0460 0060 8880 0019 0311
TebTR 5900 0320 0000 0000 0651 5222
Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız.
/SomuncuBabaDergisi
444 36 61ABONE İLETİŞİM HATTI
5
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)
Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî
Ey silsile-i aşkda girân-mâye-i ismet Ey kâfile-i hüsnde sipeh-sâlâr-ı muhabbet
Bir gün yine ol vâkıf-ı esrâr-ı Hudâ’dan Sordum ne ile olmalı yâ yâr-ı muhabbet
Eytdi ki yanıp cân vere pervâneler âsâAmmâ yine ızmâr ola esrâr-ı muhabbet
Ey hırkasını rehn-i şarâb eyleyen âşıkEy mest ü harâb-ı mey-i ma’nâ-yı muhabbet
Ümmîd-i vefâ eyleme bu dehr-i fenâdan Beyhûde yere eyleme ifnâ-yı muhabbet
Mü’min deme şol münkir-i pîr-i mey-i aşka Bin dürlü hüner kılsa da da’vâ-yı muhabbet
Bir lahza nazar eylemedi dehre HulûsîOl Kâf-ı kanâatdaki ankâ-yı muhabbet
5Temmuz 20134
7
İlim ve Hayat Ali AKPINAR* İnfâk, İslâm’ın en temel ibadetlerin-
den biridir. Yüce Yaratıcı pek çok
âyette namaz ibadeti ile zekâtı ve
infâkı birlikte anmıştır. Bu, Yüce Allah’ın hakkı ile
kul hakkının iç içe olduğunun göstergesidir.
İnfâk bir ibadettir. Her ibadet gibi onun da sa-
hih olabilmesi için, öncesinde ve sonrasında
yapılması gereken hususlar, şartlar vardır. On-
ları şöyle özetleyebiliriz:
İnfâk Öncesi Yerine Getirilmesi Gereken Hususlar
İnfâk edilecek malın helâlinden kazanılmış ol-
ması gerekir. Haram yoldan elde edilen bir malın/
paranın herhangi bir sevap beklemeden elden çı-
karılması, fakir fukaraya verilmesi gerekir. Nite-
kim bir hadislerinde Peygamberimiz, yediği içtiği,
giydiği haram olan, haramdan beslenen kimsenin
ne kadar içten yaparsa yapsın duasının bile kabul
edilmeyeceğini haber vermiştir.1
İnfâkın hesâbının titizlikle yapılması gerekir.
Nasıl ki malî yılbaşlarında ince hesaplar yapılı-
yorsa, bunun için muhâsebecilerden yardım alı-
nıyorsa; fakir fukarânın hakkı olan infâk için de
titiz hesaplar yapılmalıdır. Hangi mallardan, kim-
lere, ne zaman, nasıl ve ne kadar zekât verileceği,
infâk edileceği tesbit edilmeli, bu konuda bilenler-
den yardım alınmalıdır.
İnfâk geciktirilmeden vaktinde edâ edilmeli-
dir. Hayır, sonraya bırakılmaz. Mâzeretsiz ola-
rak herhangi bir hayrın geciktirilmesinin vebâli
vardır ve geciktirme hayrın sevâbından azaltan bir
husustur. Bunun için özellikle farz olan infâklarda
kişinin, ne zaman zengin olduğunu ve ne zaman
zekât vermesi gerektiğini belirlemesi ve ona göre
zekâtını vermesi gerekir. Vaktinden önce verme,
fakirlerin lehine olduğu için caizdir. Ancak gecik-
tirme caiz değildir.
İnsanlar istemek/dilenmek zorunda bıra-
kılmadan infâk etmek önemlidir. Bu konuda
Kur’ân’da şöyle buyurulur: “Sadakalarınızı, ken-
dilerini Allah yoluna adayıp yeryüzünde dolaşa-
mayanlara ve utandıklarından dolayı kendileri-
ni tanımayanların zengin saydıkları yoksullara
verin. Onları yüzlerinden tanırsın, insanlardan
yüzsüzlük ederek bir şey istemezler. Sarf ettiğiniz
iyi bir şeyi Allah şüphesiz bilir.”2
İnfâkta öncelikle muhtaç olanlar tercih edilme-
lidir. Akrabâ ve yakın komşulardan işe başlayarak
en fazla ihtiyacı olanlara öncelik verilmelidir. Bu,
hem daha sevap, hem de toplumsal düzeni sağla-
ma amacına daha uygundur. Kişi kendisi araştı-
ramıyorsa, bu konuda tecrübeli kişi ve kuruluş-
lardan yardım alarak en uygun kimselere infâkın
ulaştırılmasına gayret etmelidir. Bu konuda Rab-
bimiz şöyle buyurur: “Sana, ne sarf edeceklerini
sorarlar, de ki: ‘Sarf edeceğiniz mal, ana baba,
yakınlar, yetimler, düşkünler, yolcular içindir.
Yaptığınız her iyiliği Allah şüphesiz bilir.”3
İncitmeden, kendilerine infâk edilecek olanla-
rın onurlarını zedelemeden vermeye gayret etmek
gerekir. Bu konuda Kur’ân’da şu uyarılar yer alır:
“Yaptığın iyiliği çok görerek başa kakma.”4 “Ey
İnananlar! Allah’a ve âhiret gününe inanmayıp,
insanlara gösteriş için malını sarf eden kimse
gibi, sadakalarınızı başa kakma ve ezâ etmekle
boşa çıkarmayın.”5
İnfâk edilen şey içtenlikle ve sevgiyle verilme-
lidir. Her şeyden önce Yüce Allah’ın sevgisiyle ve-
rilmelidir. Kişi sevdiği maldan ve o malın da iyi-
sinden vermelidir; verdiği kimseyi, kendisine
sevap kazandıran kardeş olduğunu bilip sevmeli-
dir. Severek isteyerek vermelidir; bunun için ver-
menin dünya ve âhiret kazanımlarını düşünme-
lidir. Vermekle insanın kalbini öldüren bencillik,
kendini düşünme gibi hastalıklardan kurtulduğu-
nu; fakir zengin kardeşliğinin sağlandığını, kaza
ve belâlardan kurtulacağını, berekete ereceğini
hatırdan çıkarmamalıdır. Rabbimiz sevgi temel-
li verenleri şöyle açıklar: “Onlar, O’nun sevgisiyle
verenlerdir…”6 “Onlar içleri çektiği halde, yiyece-
ği yoksulla, öksüze ve esire yedirirler. Biz sizi an-
cak Allah rızası için doyuruyoruz, bir karşılık ve
teşekkür beklemiyoruz. Doğrusu biz çok asık su-
ratların bulunacağı bir günde Rabbimizden kor-
karız derler.”7 Peygamberimiz de en faziletli sa-
6
İNFÂK AHLÂKITemmuz 2013
BİZ ÇİLEYİ YOL EYLEDİK Düştü ruhumuza ismi,Sevgisini hâl eyledik.Baktık kainatta resmi,Dilimizi lâl eyledik…
Hayat binbir vaveylada,Lâ da değil, O, illâ da, Leyla bizde, biz Leyla’daGönlümüzü çöl eyledik…
Bu bir aşktır gönle gider,‘Aşk, nefiste ölmektir,’ der.Ölmeyenler neler öder,Biz o nefsi kul eyledik…
Her rengin ayrı dili var,Her renk aynı sırra çıkar,Sır insanı nurla yıkar,Biz o sırrı yol eyledik…
Gönül kendince bir dildir,Çilesiz aşk, aşk değildir,Bu kapıdan gel, sen de gir,Biz çileyi bal eyledik!..
Muhsin İlyas SUBAŞI
Temmuz 20138 9
dakanın, sağlıklı yaşama ümidi varken, cimrilik
tutkusu içinde, fakir düşerim endişesi taşırken ve-
rilen sadaka olduğunu söyler ve muhâtabını uya-
rır: “Sen can boğaza gelmeden vermeye bak,
çünkü ölüm döşeğinde artık (hiçbir şey gözüne
gözükmez) şunu falana, şunu filana verin dersin,
ama iş işten geçmiştir, zaten malların falana ya-
hut filana kalmıştır.”8
Elbette sadece Yüce Allah’ın rızâsı istenerek
infâk edilmelidir. Yardım edilen kimseden her-
hangi bir karşılık-menfaat beklenmemelidir. Bu-
gün asgarî ücretle, hatta çok daha düşük ücretler-
le çalıştırdıkları işçilere, onların ailelerine yardım
eden, bu yaptıkları yardımı zekâtlarına sayan zen-
ginlerimiz vardır. O çalışanlar, kendilerine yar-
dım yapılacağını bildikleri için çalışmak zorunda
kalıyorlarsa, kendilerine yardım edilmediği tak-
dirde aynı şartlarda çalışmayacaklarsa, yapılan
bu yardımlar tam olarak infâk ruhu ile bağdaşma-
maktadır. Bu konuda Rabbimizin uyarısı açıktır:
“Sarf ettiğiniz iyi şey kendinizedir, zaten ancak
Allah’ın rızasını kazanmak için sarf edersiniz.
Sarf ettiğiniz iyi bir şeyin karşılığı haksızlığa uğ-
ratılmaksızın size verilir.”9
İnfâk Sonrası Yerine Getirilmesi Gereken Hususlar
İnfâk eden verdiğini unutmalıdır. Hadiste Yüce
Allah’ın koruması altında olacak kişilerden birinin
de sağ elinin verdiğini sol eli bilmeyen kişi oldu-
ğu özellikle belirtilmiştir. Bunun anlamı, kişinin
mümkün olduğunca gizli yardım etmesi, verdiği-
ni unutmasıdır. İnsanın sol tarafında kalbi vardır.
Buna göre, kişinin verdiği içine oturup kalmama-
lı, verdiğine pişmanlık duyar noktasına gelmeme-
lidir. Bu ruha sahip olabilmek için Yüce Allah’ın
verdiğini, O’nun kullarına vermenin O’nun emri
olduğunu, vermenin berekete sebep olacağını her
zaman düşünmek gereklidir.
İnfâk ibadeti sürekli yerine getirilmeye çalı-
şılmalıdır. Yalnızca farz ve vâcip olan infâk çeşit-
leriyle yetinilmemeli, yapılabildiği ölçüde nafi-
le infâklarla infâk ibadeti kesintisiz sürdürmeye
gayret edilmelidir. Bu konuda, “Az sadaka çok
belâyı def eder, amellerin en efdali az da olsa de-
vamlı olanıdır.” buyrulmuştur. Yine bir hadiste,
“Senden bir şeyler isteyen at üstünde/arabay-
la da sana gelse onun hakkı vardır/ona yardım
et.”10 buyrularak devamlı infâk ibadetinin içe-
risinde olmaya teşvik edilmiştir. Onun için farz
olan infâkların yanı sıra nâfile infâklarda da bu-
lunmalıyız. Mîzânda hesap görülürken farz na-
mazlardaki eksikliklerin, nâfilelerle tamamlana-
cağı haberlerde yer almaktadır. Aynı şekilde farz
infâklardaki eksikliklerimizi tamamlayacak olan
nâfile infâklarımızı da olabildiğince artırmaya ça-
lışmalıyız.
Sâlih amellerimiz, Rabbimize dua için en gü-
zel fırsatlardır. Bunun için infâk ibadetinden son-
ra hem kendimiz, hem yardım ettiğimiz kimseler,
hem dünyamız, hem âhiretimiz için dua etmeliyiz.
Son olarak Rabbimizin şu uyarılarına kulak ve-
relim: “Altın ve gümüşü biriktirip Allah yolun-
da sarf etmeyenlere can yakıcı bir azabı müjdele.
Bunlar cehennem ateşinde kızdırıldığı gün, alın-
ları, böğürleri ve sırtları onlarla dağlanacak,
‘Bu, kendiniz için biriktirdiğinizdir; biriktirdiği-
nizi tadın’ denecek.”11
“Ey inananlar! Sizi, mallarınız ve çocukları-
nız Allah’ı anmaktan alıkoymasın; böyle olanlar
hüsrana uğrayanlardır.
Birine ölüm gelip de: ‘Rabbim! Beni yakın bir
süreye kadar ertelesen de, sadaka versem, iyiler-
den olsam.’ diyeceği zaman gelmezden önce, size
verdiğimiz rızıklardan sarf edin.
Bir canın eceli gelip çatınca, Allah onu asla
geri bırakmaz; Allah, işlediklerinizden haber-
dardır.”12
1 Müslim, Tirmizî.2 2/Bakara, 273.3 2/Bakara, 215.4 74/Müddessir, 6.5 2/Bakara, 264.6 2/Bakara, 177.
7 76/İnsân, 8-10.8 Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 447.9 2/Bakara, 272.10 Ebû Dâvûd.11 9/Tevbe, 34-35.12 63/Münâfikûn. 9-11.
*Prof. Dr.
Dipnot
11
Hulûsi Kalb’denHüseyin ALPSOY
Aynı redif ile yazılan ‘yek âhenk’
gazeller, şâirin muhayyilesini
okuyucuya daha rahat aktar-
masını sağlar. Ayrıca şiirde hem şekil ve ses hem
de anlam itibariyle bir bütünlük oluşturulması-
na imkân verir. Bu ay değerlendireceğimiz ‘ancak’
redifli gazelde böyledir. ‘Ancak’ ke-
limesi gazele anlam bakımından
farklı bir derinlik kazandırmıştır.
Çünkü ‘ancak’ kelimesi kullanıldığı
yere göre görev ve anlam farklılığı
oluşturur. Kimi zaman zarf olarak
kimi zaman bağlaç olarak kullanı-
lır. Genellikle bir durum veya olay
için açıklama yapmak amacıyla ter-
cih edilir. Hulûsi Efendi ( k.s.) her
iki mısra arasındaki bağı güçlen-
dirmek ve anlamı derinleştirmek
için ‘ancak’ kelimesini redif olarak tercih etmiştir.
Böylece ifade güç kazanmakta ve iki mısra arasın-
da kuvvetli bir anlam ilişkisi kurulmaktadır.
Derde Düşen Devâ Bulur
Yüzeysel olarak şekil özelliklerinden bahset-
tiğimiz gazelde genel olarak tasavvufun en mü-
him meselesi ve özü olan Allah aşkı anlatılmakta-
dır. Ve bu aşk karşısında gönül ehli Hak dostunun
genel durumu ifade edilmektedir. Hulûsi Efendi
(k.s.)’nin gazellerinde genel olarak ifadeyi man-
tıksal bir sıralamayla vermeye çalıştığına daha
önceki şerh yazılarımızda değinmiştik. Bu gazelde
böyle bir sıralama dikkatimizi çekmedi. Ancak ge-
nel olarak âşığın ‘En Sevgili’ karşısında hayranlık
duyması, aşkın cefasına tâlip olması ve âşığın sev-
gili yolunda canını fedâ etmesi anlatılmıştır.
Seni sevmek imiş âlemde her zevk u safâ ancak
Senin derdine düş olmak imiş derde devâ ancak
(Âlemde her zevk ve sefa ancak seni sevmek-
miş, devâ ancak senin derdine düşmekmiş.)
Âşık için sevgili her nesneden ve lezzetten daha
önemlidir. Ve dâima asıl gâye sevgilidir. Zevk,
Arapça, lezzet ve tad anlamına gelen bir kelime-
dir. Genellikle tasavvufta manevî haz ve lezzet;
mânâdan duyulan lezzet anlamlarında kullanılır.
Ancak bazen insan suyu içse bile suya kanmak ifa-
desi başka bir duyguyu anlatmak için kullanılır.
Veya bir güzel manzarayı görmekle müşâhede et-
mek arasında fark vardır. İşte bunun gibi âlemde
görülen, duyulan zevklerin üstünde bir lezzet-i
rûhanînin varlığı âşık tarafından sezilmiştir. Bu
zevk manevî zeklerin de ötesinde bir zevktir.
Ehl-i hak ve muhabbet olanlar, Allah’a iman
etmek (İmân-ı billah), bu imanın üzerinde en bü-
yük makama yâni mârifetullah’a yükselmek, o
mârifetullah içindeki muhabbetullâh’ı keşfetmek
ve ehl-i aşk için en kıymetli netice olan lezzet-i
Temmuz 201310
Dergâh-ı Hakk’a
Kul Olmak“Gazelin son beyti adeta bir ahitnâme niteliğindedir.
Hulûsi Efendi (k.s.) tüm samimiyetiyle iki cihanda
yalnızca gerçek Sevgili’yi arzu ettiğini ifade etmiştir.
Ve kapısında kul, köle olduğu makamdan yalnızca bir
cevap beklemektedir.”
Temmuz 201312 13
rûhâniye ermek gibi bir meşakkat yoluna tâbi ol-
muşlardır. Ancak neticede varılan makam maddî
ve mânevî bütün zevk ve lezzetlerin üzerindedir.
Cennet ehlinin Cuma günü Allah ile görüşmesinin
onlara tüm cennet nimetlerini unutturacak olma-
sını ifade eden rivayetleri beyitin anlamı çerçeve-
sinde düşünebiliriz.
Aşk ehli için en büyük azap ise sevgilinin ken-
dileriyle irtibatı kesmiş olmasıdır. Cefâ bile olsa
yârdan gelen cana safâdır. Nitekim gönül ehli bü-
yük insanlar bu düşünce etrafında hayatlarını kur-
gulamışlardır. Başlarına gelen belâ ve musîbetleri
Allah’ın kendilerini biliyor olmasına yormuşlar ve
Allah’ın en sevgili kulları peygamberlerin her bi-
rinin hayatlarının sıkıntı içinde geçmiş olmasını
örnek göstermişlerdir. Bu örneklerin en önemli-
si ise Abdullah’ın yetimi olarak dünyaya gelmiş ve
hayatı hep sıkıntılar içinde geçmiş olan Efendimiz
Hz. Muhammed (s.a.v.)’in hayatıdır.
Yolunda sarf eden cân nakdini erdi visâline
Hayât-ı câvidânîdir sana olmak fedâ ancak
(Ebedî hayat sana feda olmaktır, ancak can
nakdini yolunda sarf eden sana kavuşabilir.)
Can Feda Edenler
İnsanların en temel meselelerinden biri de
‘ölüm’ hakikatidir. Ve ölüm insanın başına gele-
ceğini bildiği halde en sık unuttuğu hakikattir. Bu
nedenle sonsuzluk ve bekâ arzusu Yüce Yaratıcı
tarafından insanın fıtratına yerleştirilmiştir. Çün-
kü insana bu hissi veren Zât hayatın ve bekânın
da sahibi Zât-ı Hayy-ı Kayyûm’dur. Ancak insan
kendini onun yoluna fedâ ederse gerçek manada
ölümsüzlük iksiri olan âb-ı hayâta erişmiş olacak-
tır. Bu hissin bir yansıması olarak insanlar, ede-
biyatta da sıklıkla kullanılan, âb-ı hayat suyun-
dan bahsetmişler ve çeşitli vesilelerle ona ulaşma
arzusunu dillendirmişlerdir. Oysaki gerçek âb-ı
hayatın Hayy-ı Kayyûm’a kendini fedâ etmek ol-
duğunu unutmuşlardır. Beyitte, Hz. İbrâhim
(a.s.)’in kıssasında ifade edildiği gibi, batıp giden
ve kaybolan geçici fâni şeylere gönlün bağlanma-
ması ifade edilmiştir. Ve Hz. İbrâhim’in kıssası
beyitleştirilmiştir. “Fe lemmâ efele kâle lâ uhib-
bul âfilîn/Gecenin karanlığı onu kaplayınca bir
yıldız gördü, Rabbim budur, dedi. Yıldız batın-
ca, batanları sevmem, dedi.” hakikati ifade edil-
miştir. (6/En’âm, 76) Hulûsi Efendi (k.s.), ancak
o zaman gerçek âb-ı hayata erişileceği esâsı üze-
rinde durmuştur.
Temâşâ-yı cemâlin ârzûsuyla zâr olan çeşme
Gubâr-ı hâk-i pâyındır olursa tûtiyâ ancak
(Ey âşık sevgilinin güzelliğinin arzusuyla ağla-
yan gözüne ancak sevgilinin ayağının toprağının
tozu lâyıktır.)
Âşık sevgilinin yolunu gözlemekte ve onu gör-
mek arzusuyla yanıp tutuşmaktadır. Bu neden-
le dâima gözyaşı dökmektedir. Ancak buna rağ-
men sevgiliye kavuşamaz. Klasik Türk edebiyatı
geleneğinde sevgili kavuşulamayan ve ulaşılama-
yandır. Zâten bahsi geçen sevgilinin tasavvufî an-
lamda da Allah olarak düşünülmesi; aynı ifade
zenginliğinin ve mazmunlar dünyasının kullanıl-
masına olanak tanımıştır. Yâni şâirin çoğu zaman
manevî aşktan mı maddî aşktan mı bahsettiğini
anlamak mümkün olmayabilir. Çünkü dâima, gö-
rülemeyen ve kavuşulamayan bir sevgiliden bah-
sedilmektedir. Âşık ancak bu sevgilinin ayağının
tozuna erişebilir. Onu da sürme diye gözüne sü-
recektir. Çünkü ağlamaktan gözüne perde inen
âşığın tek çâresi sevgilinin ayağının tozudur. Eski
zamanlarda sürme göz hastalıklarının tedâvisinde
kullanılırmış. Beyitde ifâde edilen hayâlin gerçek-
likle ve sosyal hayatla da ilgisi bulunmaktadır.
Niyâzım âsitânın hâkinin kurbânı olmaklık
Ümîdvârım ki redd olmaz kapından bir recâ an-
cak
(İsteğim eşiğinin toprağının kurbanı olmaktır,
ancak ümitliyim ki kapında bir istek reddolmaz.)
Büyük Kapıdan Himmet Ummak
Beyitde kullanılan âsitâne kelimesi sözlükte
kapı eşiği, kapı dibi, eşik yanı gibi anlamlara ge-
lir. Osmanlı devrinde bir tarîkatın veya tarîkat
kolunun merkezi olan tekkeler için kullanılmış-
tır. Tasavvufta ise, eşikten kasıt şeyhin kapısıdır
ki oradan himmet umulur. Ve derviş için zâhirden
bâtına, mecazdan hakîkate ve nihâyetinde
dergâhtaki mürşit olmaya geçişi sağlayan önem-
li bir unsur olarak görülür. Bundan dolayı eşiğe,
tasavvufta kudsiyet atfedilmiştir. Bu nedenle recâ
kapısı olarak düşünülür. Ve bu kapıdan eli boş dö-
nülmeyecektir. Çünkü sulatanlığın şânı âciz kul-
larının ve kölelerinin isteklerine cevap vermekten
geçer. Nitekim sultana sultanlık, gedâya da gedâlık
yapmak düşer. Ancak kimi zaman bu kapının ki-
şiselleştirilmesi yanlış anlamalara yol açabileceği
için, aslında marifet ve aşk isteğinin Allah’tan ol-
duğuna dikkat çekilmiştir. Şeyh yalnızca Rabbin
kapısında nazı geçen bir niyaz niteliğindedir. Ve
ehl-i aşkın vuslata ermesi için bir vasıtadır.
İki âlemde andan özge devlet istemem bi’llâh
Diyesin kim Hulûsî kapımızda bir gedâ ancak
(Vallahi iki âlemde O’ndan başka bir mevki
makam istemem, diyesin ki Hulûsi kapımızda an-
cak bir dilencidir.)
Gazelin son beyti adeta bir ahitnâme niteli-
ğindedir. Hulûsi Efendi (k.s.) tüm samimiye-
tiyle iki cihanda yalnızca gerçek Sevgili’yi arzu
ettiğini ifade etmiştir. Ve kapısında kul, köle ol-
duğu makamdan yalnızca bir cevap beklemekte-
dir. Zîrâ Sevgili’nin kapısında kul olmak âşık için
en büyük makamdır. Hulûsi Efendi’nin hâli, tıp-
kı Tapduk Emre’nin kapsında ‘Bizim Yunus mu?’
hitâbına muhatab olan Yunus’un hâli gibidir.
Himmet beklediği kapıdan ‘Sen ancak bizim ka-
pımızda kul olabilirsin’ cevabı bir tâlip için yeter-
lidir. Zirâ o aradığı ve arzu ettiği mertebeyi bul-
muştur.
Güzel İsimler Ramazan ALTINTAŞ*
15
Azıkları yaratıp, bedenlerİn ve ruhların gıdasını veren:
“EL-MUKÎT”
El-Mukît; “koru-
mak, birine canlılı-
ğını sürdürecek ka-
dar gıda vermek, gücü yetmek”
mânâlarındaki kavt kökün-
den türemiş bir sıfattır. “Azık-
ları yaratıp, bedenlerin ve ruh-
ların gıdasını veren, gücü yetip
koruyan, muktedir ve kulların
amellerine şahit olan” demek-
tir. Yüce Allah’ın en güzel isim-
lerinden olan el-Mukît, Kur’an-ı
Kerim’de sadece bir âyette ge-
çer: “Kim güzel bir (işte) aracı-
lık ederse, ona o işin sevâbından
bir pay vardır. Kim de kötü bir
(işte) aracılık ederse, ona da o
kötülükten bir pay vardır. Al-
lah, her şeye güç yetiren ve gö-
zetip koruyandır.”1
Bedenlerin Gıdasını Veren
El-Mukît isminin anlamla-
rından birisi, azık olarak yiye-
cek ve içecekleri yaratıp beden-
lere gönderen mânâsına gelir.
Burada azıktan maksat, bede-
nin hayatta kalmasını sağlaya-
cak olan besin maddeleridir.
İnsan iyi beslenirse, beden sağ-
lığını koruyabilir. İslâm inan-
cına göre, bütün canlılara rızk
veren, Allah’tır. Yüce Allah’ın
en güzel isimlerinden birisi er-
Rezzâk, el-Mukît’in anlamını
da ihtivâ eder. İşte “er-Rezzâk”
Allah’ın bir sıfatı olarak, tek-
rar tekrar rızık veren, onu sü-
rekli artırıp çoğaltan demektir.
Rezzâk vasfı, Kur’an’da sade-
ce bir âyette Allah’a tahsis edil-
miştir: “Şüphesiz Allah rızık
verendir, güçlüdür, çok kuvvet-
lidir.”2 Bu sebeple “er-Rezzâk”
ismi sadece O’na izafe edilir,
Allah’tan başkası adına kulla-
nılamaz. Ama bu ismin/sıfatın
başına ‘abd/kul’ sözcüğü ekle-
nerek “Abdürrezzâk/Rızık ve-
renin kulu” anlamında insana
isim olarak verilebilir.
Er-Rezzâk olan Rabbimizin
bu isminin ve kudretinin tecelli-
si olarak biz kullarına ve canlıla-
ra verdiği rızık, canlı varlıkların
maddî haz almaları ve faydalan-
maları için beslendikleri şeyler-
dir. Rızık, bir kimsenin ister
özel mülkü olsun veya olma-
sın; yenilen, içilen ve diğer şe-
killerde kendisinden faydalanı-
lan mallara denilir. Çünkü insan
ve diğer canlıların yaşayabilme-
leri için buna ihtiyaçları vardır.
Kaldı ki, ibadetleri yapabilme-
miz için insana güç katan şeyler-
den birisi de beslenmedir.
İslâm’da genel mânâda rızk
iki kısma ayrılır: Bunlardan ilki,
mutlak, diğeri de tayin edilmiş
rızktır. Birincisi herkesin yarar-
landığı ot, su, hava vb. gibi şey-
ler; diğeri ise, insanın arayıp
bulduğu ve helâlinden elde et-
tiği özel mülkiyetidir. Bu ikinci
anlamdaki rızk, insan için ayrıl-
mıştır. İnsan, bu rızkını elde et-
mek için bir kesp, çaba ve gay-
ret içine girmelidir. İnansın ya
da inanmasın, herkese çalışma-
sının karşılığı vardır. Bu anlam-
da Yüce Allah her canlının rızkı-
nı tekeffül etmiştir. Bir âyette bu
husus açıkça belirtilir: “Yeryü-
zünde hiçbir canlı yoktur ki, rız-
kı Allah’a âit olmasın. Her biri-
nin (dünyada) duracakları yeri
de, (öldükten sonra) emâneten
konulacakları yeri de o bilir.
Bunların hepsi açık bir kitapta
(Levh-i Mahfuz’da yazılı)dır.”3
Canlıların Hücrelerini Sürekli Yenileyen
Yüce Allah’ın el-Mukît ismi-
nin bir diğer anlamı da, “insanın
ve bütün can taşıyan varlıkların
sağlıklarını korumaları için hüc-
relerini sürekli yenileyen”dir.
Bu bağlamda rızık, azık olanı da
olmayanı da kapsar. Her can-
lının bedeninde yaş ya da has-
talık durumuna göre deforme-
ler yaşanabilir. Ama Yüce Allah
öyle bir sistem kurmuş ki, ölü
olan hücreler atılıyor ve yerle-
rine yenileri getiriliyor. Bu an-
lamda insan bedeninde yer alan
organlarda sürekli bir yaratılma
Temmuz 201314
“İslâm’da genel mânâda rızk iki kısma ayrılır: Bunlardan ilki, mutlak, diğeri
de tayin edilmiş rızktır. Birincisi herkesin yararlandığı ot, su, hava vb. gibi
şeyler; diğeri ise, insanın arayıp bulduğu ve helâlinden elde ettiği
özel mülkiyetidir. “
ve yenilenme vardır. Yüce Al-
lah, takdir ettiği zaman dilimine
kadar, bedenlerdeki bu yenilen-
me işlemini sürdürecektir.4 O,
bu yenilenme olayını ne zaman
durdurursa, zaten o zaman bü-
tün organlar da işlevini kaybe-
der. Artık bundan sonraki hayat
bir başka hayat tarzına dönüşe-
cektir.
Nasıl ki Yüce Allah, kulla-
rının hayatlarını sürdürmeleri
ve bedenlerinin maddî ihtiyaç-
larını karşılamaları için onla-
ra yiyecek ve içecek cinsinden
-helâlinden olmak şartı ile- sa-
yısız rızk veriyorsa, aynı şekilde
kalp, ruh, sır, ahfâ gibi mânevî
dünyalarının açlığını gidermek
için de onlara başka rızkılar ver-
mektedir. İşte el-Mukît ismi-
nin diğer bir taraftan da, kalbin
mânevî ihtiyacı olan ilim, takvâ,
zikir, iman ve marifet cinsinden
mânevî rızkların kullara veril-
mesi mânâsına gelir.
Mânevî Dünyamızın Gıdasını Veren
İnsanın bedeninin kıvamı;
yeme ve içme şeklinde aldığı
besinlere bağlıdır. İşte bunun
gibi, mânevî bünyesinin kıvamı
da mânevî gıdaları almaya bağ-
lıdır. Nitekim bir âyette, ruhun
gıdasının zikir olduğu bildirilir:
“Onlar, inananlar ve kalpleri
Allah’ı anmakla huzura kavu-
şanlardır. Biliniz ki, kalpler an-
cak Allah’ı anmakla huzur bu-
lur.”5 Bu âyette insanın ruhsal
ihtiyaçlarının başında Allah’a
iman ve bize Allah’ı hatırlatacak
şeylerle meşgul olmak gelmek-
tedir. Zaten zikir kavramının ke-
lime mânâsı, her an Allah’la bir-
likte olmak, O’nu hiçbir zaman
hatırdan çıkarmamak değil mi-
dir? Zikir, ya kalp ya da dil yo-
luyla olur. Kalp yolu ile olan zi-
kir, her an O’nu hatırlamak ve
anmaktır. Dille olan zikir ise,
O’nu dilimizle ‘Allah Allah’ de-
yarak ya da en güzel isimleriyle
sürekli telaffuz etmek şeklinde
cereyan eder. Bu her iki zikrin
içerisine sadece Allah’ı söz pla-
nında büyüklüğünü ifade etmek
değil, aynı şekilde O’nun bize
yüklediği sorumlukları yerine
getirmek de girer. Bu sorumlu-
luklar arasında; Kur’an okumak,
namaz kılmak, oruç tutmak,
zekât vermek, hacca gitmek gibi
ibadetler yer alır. Bütün bunlar
bize Allah’ı hatırlatır. Biz Allah’ı
anarsak, yarın kıyamet gününde
de o bizi anacak ve kulum diye-
cektir. Eğer biz O’nu unutursak,
yarın kıyamet gününde O da bizi
unutacaktır.
Ruhumuzun gıdası, zikirdir.
İç huzuru elde etmenin yolu,
yürekten Allah’a iman etmek ve
salih amel işlemektir. Arapça’da
iman, “insanın iç dünyasından
korku ve endişenin gitmesi ve
nefsin huzur bulması” anlamına
gelen emn kökünden türemiştir.
Allah’a inanan ve O’na güvenen
kimseler yegâne güven kayna-
ğına tutunmuş olurlar. Amel ve
tâatlerle beslenen iman, insanın
mânevî kanallarının açılmasına
vesile olur. Nitekim Kur’an’da
bu tür mü’minlerin imanı şöy-
le anlatılır: “Mü’minler ancak
o kimselerdir ki, Allah anıldığı
zaman kalpleri ürperir. O’nun
âyetleri kendilerine okundu-
ğu zaman (bu) onların imanla-
rını artırır. Onlar sadece Rab-
lerine tevekkül ederler.”6 İşte
Allah’tan gelen ilâhî öğretiyi di-
liyle ikrar eden ve kalbiyle tas-
dik eden kimseye ‘mü’min’ de-
nilir. Mü’minlik sıfatıyla özdeş
olan kimse, kendini ontolojik
anlamda güvende hissettiği gibi,
aynı şekilde hemcinslerine, ta-
biat ve bütün bir varlık alanına
kendisinden güvende olduğunu
hissettirir.
Her ne kadar iman, bir kim-
senin Müslüman olması ve ken-
disini ruhsal bir güvenlik için-
de bulundurması anlamına
gelirse de, bunun devamı iba-
detlerle takviye edilmeye bağ-
lıdır. İbadetlerin şekil boyutu
kadar, mânâ boyutu da önem-
lidir. Bunlardan birisi eksikse,
ibadetlerden pozitif yönde bek-
lenen ahlâkî ve ruhsal değişim
gerçekleşemez. İbadet hayatı-
nın ruh ve mânâsını; iyi niyet,
huşû, ihsân, ihlâs, takvâ ve her
şeklin sembolik anlamını kavra-
mak oluşturur. Bundan dolayı
bir Müslümanın, ibadetle âdeti
birbirinden ayırması gerekir. Bu
da ancak sahih niyetle olur.
İbadetlerin ruhunu teşkîl ve
tahkîm eden niyet ve ihlâs, bü-
tün ibadetlerin iliğidir. Do-
layısıyla, ibadetlerden elde
edeceğimiz sevâbı yok eden
âdetleştirilmeye dayalı, göste-
rişçi ve “desinler” türü dindar-
lıklardan uzak durulmalıdır.
“Onların (kurbanların) etle-
ri ve kanları aslâ Allah’a ulaş-
maz. Fakat O’na sizin takvânız
(Allah’a karşı gelmekten sakın-
manız) ulaşır.” 7 âyetinde bu
ihlâs durumu ve samîmî dindar-
lığın nasıllığı vurgulanır. Yine
Hz. Peygamber (s.a.v.)’den ge-
len bir rivâyette de bu gerçek an-
latılır: “Nice oruç tutanlar var-
dır ki, onların oruçtan payları
sadece aç ve susuz kalmaları-
dır.”8 Bütün bu uyarılar, mânevî
rızık hükmündü olan ibadetlerin
mânâ boyutlarına bizim dikkat-
lerimizi çekmektedir. İbadetler;
ihlâs, saf dindarlık olan takvâ
ile bütünleştiğinde insanın ruh-
sal hayatını iyileştirici neticeler
doğurur. Bir Müslüman ancak
ibadetlerindeki mükemmeli-
yet neticesinde ihsan derecesine
yükselebilir ve Allah’a yaklaşa-
bilir. İnsan O’na yakınlığı nispe-
tinde huzurlu ve mutludur. Bu
durum onu, her an Allah’la bir-
likte olma duyarlılığına götürür.
Çünkü ibadetler, insanın fikrini
yüceltir, ruhunu olgunlaştırır ve
iradesini terbiye eder.
Netice itibariyle Yüce Allah
(c.c) el-Mukît’tir. O’dur herke-
se rızık veren; O’dur her şeye
güç yetiren; O’dur kâdir-i mut-
lak olan. O halde, yaşamamız
ve maddî varlığımızı sürdürme-
miz için bütün isyanlara rağmen
rızkını kesmeyen Allah’a karşı
şükretmesini bilmeliyiz. O’dur
iç dengemizi sağlamak için bize
imanı ve hidâyeti nasip eden.
Nasıl ki, maddî yanımızı, ça-
mur yanımızı, yiyecek ve içecek
cinsinden olan besinlerle do-
yuruyorsak, mânevî dünyamı-
zın doyurulmasında da bize rı-
zık olarak verdiği iman ve itâat
cinsinden olan mânevî besinle-
ri almayı ihmal etmeyelim. İn-
san hayatında denge, ancak be-
den ve ruhun ihtiyaçları ölçülü
bir şekilde karşılandığı zaman
sağlanabilir.
Temmuz 201316 17
1 4/Nisâ, 85.2 52/Zâriyat, 58. 3 11/Hud, 6. 4 Bkz. Beyhakî, Ebu Bekr Ahmed, Kitâbu’l-Esmâ
ve’s-Sıfât, Neşr. M. Z. El-Kevserî, Beyrut, ts., s. 665 13/Ra’d, 28. 6 8/Enfâl, 2. 7 22/Hac, 37. 8 İbn Mace “Sıyâm” 21.
*Prof. Dr.
Dipnot
“İbadetlerin ruhunu teşkîl ve tahkîm eden niyet
ve ihlâs, bütün ibadetlerin iliğidir. Dolayısıyla,
ibadetlerden elde edeceğimiz sevâbı yok eden
âdetleştirilmeye dayalı, gösterişçi ve “desinler” türü
dindarlıklardan uzak durulmalıdır.”
19
GİZLİ ŞİRK:
RİYÂ
Sûfi PerspektifKadir ÖZKÖSE*
Riyâ kelimesi terim olarak, “gös-
teriş yapmak” mânâsına gel-
mektedir. İslâm nazarında riyâ;
amel işlerken kulun Allah’tan başkasını düşünme-
si ve ihlâsı terk etmesidir. Kur’ân-ı Kerim’deki şu
âyetler bu hususa dikkat çekmektedir:
“Ey iman edenler! Allah’a ve âhiret gününe
inanmadığı halde insanlara gösteriş olsun diye
malını harcayan kimse gibi, sadakalarınızı başa
kakmak ve gönül kırmak suretiyle boşa çıkar-
mayın. Böylesinin durumu, üzerinde biraz top-
rak bulunan ve maruz kaldığı şiddetli yağmurun
kendisini çıplak bıraktığı bir kayanın durumu
gibidir. Onlar kazandıklarından hiçbir şey elde
edemezler. Allah kâfirler toplulu-
ğunu hidâyete erdirmez.”1
“Münâfıklar, Allah’ı aldatmaya
çalışırlar. Allah da onların bu ça-
balarını başlarına geçirir. Onlar,
namaza kalktıkları zaman tembel
tembel kalkarlar, insanlara gös-
teriş yaparlar ve Allah’ı pek az
anarlar.”2
Riyâ ile amelini boşa çıkaranların perişan hal-
lerini Muhyiddin İbnü’l-Arabî (ö. 638/1240) şu
şekilde dile getirmektedir: “Hüsranda kalanların
en kötü durumda olanı, işlediği salih amelleri hal-
ka gösteren ve riyâ ile iyi amelini yok edip şahda-
marından daha yakın olan Allah’ın huzuruna kötü
amellerle çıkandır.”3
Kulluk Allah içindir. Ömür Allah yolunda
tüketilirse mübârektir. Kötülüklerden kaçın-
mak da iyiliklere ermek de sadece Allah için ya-
pılmalıdır. İşlediğimiz amelleri sadece Allah’a
arz edebilmeliyiz. Allah için işlenmeyen amel-
ler boşa çıkmaktadır. Bu gerçeği Fudayl b. Iyâz
(ö. 187/802) şu tesbiti ile anlaşılır kılmaktadır:
“Halk için ameli (ve günah olan şeyleri) terk et-
mek riyâdır, halk için amel (ve ibadet) etmek ise
şirktir.”4
Riyâkârlıktan kaçındığımızı görmek ve
riyâkâr olmadığımızı yansıtmak bile sıkıntılı-
dır. Tasavvufta terk bilinci esastır. Allah ile ara-
mızdaki en büyük perde nefis perdesidir. Ben-
lik duygusunu ortadan kaldırmadan, kendimizi
görmekten kaçınmadan kulluk gerçeğine ere-
meyiz. “Riyâkârım diye yemin etmem, riyâkâr
değilim diye yemin etmemden daha hoşuma gi-
der.”5 diyen Fudayl b. Iyâz ne kadar haklıdır.
İhlâs ile Riyânın Bir Arada Bulunmaması
Riyâ ehli yaptıklarını duyurmak ister; rekla-
mı sever; gösterişe kalkışır; alkışı, takdiri, beğe-
niyi, onaylanmayı, taltifi bekler. Hâlbuki tasav-
vufta dervişin zemmi de medhi de bir görmesi
esastır. Başkalarının kınamasına da aldırmaz
takdirine de bel bağlamaz. Sûfî ücretli kul değil,
sırf kuldur. Dervişin hesabı olmaz. Derviş hasbî
adamdır. Göstermek ve görülmek derdine düş-
mez. Ama riyâya müptelâ olanlar halk nazarında
itibar kazanmak isterler. Riyâ ehli rütbe peşinde
Temmuz 201318
“Nihâyet ehli, güzellikleri ‘cem’ halinde, günahları ise ‘fark’
halinde bulurlar. Yani güzellikleri kendilerinden bilmezler,
ancak günahları kendilerinden bilirler. Bu konuda iyilikleri
yaparken bunu Hakk’a nisbet etmek gerekir.”
21Temmuz 201320
koşar; dertleri taç ve hırkadır; birtakım payeler
için yaptıklarını insanlara gösterme derdine dü-
şerler. Allah erleri ise ihlâslı kullardan olmak is-
ter, Allah için ibadet eder, Allah’tan başkasının
yaptığını bilmesini istemez, Allah’ın rızâsını ve
âhiret diyarını kazanmak yegâne derdidir. Der-
di Allah olanın, kalbi Allah’a bağlı kalanın, is-
tediğini Allah’tan isteyenin, Allah’ın beğenisi-
ni kazanma iştiyâkına düşenin yâr ve yardımcısı
Allah’tır. Allah o kuluna öyle yardım eder ki, onu
katına yükseltmekle kalmaz, insanların gözün-
de de onun şanını artırır, değerine değer katar.
O nedenle kul, “Allah bilsin, gerisi beni alaka-
dar etmez.” demelidir. İyilik yapıp denize atma-
lı, balık bilmezse Halık bilir umudunu korumalı.
Ebu Bekir Kelâbâzî (ö. 385/995)’nin ifadesiy-
le, insanlar arasında itibar kazanmak amacıyla
yaptıklarını başkalarına işittirmeye kalkışanla-
rın yaptıklarını Allah insanlara sevimsiz kılmak-
ta, onu onların gözlerinde küçük düşürmekte,
onların nazarındaki değerini alçaltmakta ve in-
sanlara rezil etmektedir.6
İbadetlerin Perdelemesi
Üçüncü devre Melamîliğinin pîri Muhammed
Nûru’l-Arabî (ö. 1305/1887) sevenlerini riyâya
düşmekten sakındırmakta, yapmış oldukları iba-
detleri görmemelerini tavsiye etmekte, ibadet-
leriyle vuslata ereceklerine kani olmamalarını,
mahviyet duygusuna bürünmelerini, her an iba-
detle meşgul olsalar dahi ibadetlerinin noksanına
hükmetmelerini tenbih etmektedir. Çünkü ona
göre ibadet ve itâatler bazen vuslata değil Hak’tan
perdelenmeye bile sebep olmaktadır. Onun ifade-
siyle söyleyecek olursak deriz ki:
“Bir kişi ameli sebebiyle Hakk’a kurbet ettiği-
ni/yakınlaştığını düşünürse ehl-i isyândan olur.
İbadetler ile ucb etmek ve dâvâ-yı bâtıla ile di-
ğer kullara mazhariyet iddiasında bulunmak
sûfîlerin bazen düştüğü hatalardandır. Bu ise
nefsânî kirlerin, cismânî kirlerin, rûhânî karan-
lıkların esasıdır. İsyan edenler isyanıyla, tâat sa-
hipleri de ona güven sebebiyle Hak’tan mahcup
olurlar. Hz Peygamber (s.a.v.) bile ‘Ben ancak
bir beşerim.’ demiştir. Kul salih ameli kendin-
den görmemelidir. Hak Teâlâ katında en üstün
amel ağyâr için yapılmayandır. Buna cennet ar-
zusu, cehennem korkusu dâhildir. Bir beklenti
olmamalıdır. Suretâ âmil kul ise de o güç ve ira-
deyi veren Hak’tır.”7
Muhammed Nûru’l-Arabî bu ifadeleriyle biz-
lere ibadetlerimiz karşılığında sevap ve mükâfat
beklentisine koyulmamızın kendimizde bir var-
lık gördüğümüzün işareti olduğunu söylemek-
tedir. Kendimizde varlık görmeye kalkışmak,
Hakk’ı bilmemizin önündeki en büyük engel-
dir. Zira şeytan da kendinde varlık gördüğü için
Hz. Âdem’in varlığındaki Muhammedî haki-
kati yani zat, sıfat ve ef’âl tecellîlerini nefyetti-
ği için Hak’tan perdelenmiştir. O nedenle, “İd-
dia sahibi olmaktan sakın.” diyen Muhammed
Nûru’l-Arabî’ye göre yapılan her iyilik Hak’tan,
her kusur ise nefisten bilinmelidir.8 Muhammed
Nûru’l-Arabî bu gerçeği şu sözleriyle daha anla-
şılır kılmaktadır:
“Nihâyet ehli, güzellikleri ‘cem’ halinde, gü-
nahları ise ‘fark’ halinde bulurlar. Yani güzellik-
leri kendilerinden bilmezler, ancak günahları
kendilerinden bilirler. Bu konuda iyilikleri yapar-
ken bunu Hakk’a nisbet etmek gerekir. Bu kurb-ı
ferâizdir. Kötülüklere gelince bundan nefsine pay
çıkar. Bu da kurb-ı nevâfildir. ‘Sana gelen her iyi-
lik Allah’tandır. Sana gelen her kö-
tülük ise kendindendir.”9
İhlâstan Ödün Vermemek
Seyr u sülûkta ibadete deva-
mın önemine sürekli vurgu ya-
pan Sivaslı mutasavvıf şair Şeyh
Hâlid Efendi (ö. 1350/1931), seyr
u sülûkun kemâlini ihlâsa bürün-
mekte görür. O şu gazeliyle bizleri ihlâstan ödün
vermemeye davet etmektedir:
Sâlik-i Hak için her anda ihlâs
Lâzımdır etmeklik amelde ihlâs
Ecsâda benzetdi ârif a‘mâli
Bilirseñ rûh oldu amelde ihlâs
Zâhidân isteyip ecr ü mesûbât
Eyledik sanırlar amelde ihlâs
Sen kulsun kullara lâzım ibâdet
Edip vechen li’llâh amelde ihlâs
İbâdet memlûkuñ ihsân Mâlik´iñ
Ya neden etmezsiñ amelde ihlâs
Olmasa va‘d ile hem de va‘îdi
Acep etmez miydiñ amelde ihlâs
Havl ü kuvvet Hak´dan yok sende senlik
Tecrîd ol bul var sen amelde ihlâs
Ne hidmetle olduñ nâil-i eltâf
Añlarsañ yoklukda amelde ihlâs
İlâhî rahm eyle hâl-i Hâlid´e
İhsân et lutfuñdan amelde ihlâs10
Riyâ Tehlikesi
Darendeli Osman Hulûsi Efendi (ö.1410/1990),
Divan’ında riyâdan o kadar çok korkmakta, riyâ
tehlikesinin büyüklüğüne o kadar çok dikkat çek-
mekte, riyâ denilen perişanlıktan o kadar çok ya-
kınmaktadır ki, kaş yapalım derken göz çıkaran
riyâ ehline murâkabe ve muhâsebe derslerine de-
vam etmeyi önermektedir.
Sa’y eder zâhid ki zühd ile rızâ tahsîl ede
Bilmez o kim bu amel zerk u riyâ hâsıl kılar
mısraında zühd ve gayreti ile rızâyı elde etmek is-
teyen kimi zâhid geçinenlerin amellerine riyâ ve
gösteriş kattıklarını, riyâları yüzünden mahcup
ve mahsur konuma düştüklerini haber vermekte-
dir. Allah bizleri ancak riyâsız olduğumuz ve her
derdimizi O’na arzettiğimiz zaman muvaffak kıla-
caktır. Osman Hulûsi Efendi’nin dizelerine kulak
verdiğimiz zaman riyâdan sakınmanın yolunu öğ-
“Kurtuluşumuz ilâhî rızâya ermektedir. Allah’ın
rızâsını kazanmaktan başka sâadet yoktur. Allah
ile dost olanın başkasına eyvallahı olmaz. Allah’tan
hoşnut olanın başkasına yaranması olmaz.”
“Allah erleri ise ihlâslı kullardan olmak ister, Allah için ibadet eder, Allah’tan başkasının yaptığını bilmesini istemez, Allah’ın rızâsını ve âhiret diyarını kazanmak yegâne derdidir. Derdi Allah olanın, kalbi Allah’a bağlı kalanın, istediğini Allah’tan isteyenin, Allah’ın beğenisini kazanma iştiyâkına düşenin yâr ve yardımcısı Allah’tır.”
Temmuz 201322
renmekte, rızâ gemisine binip sâhil-i selâmete çık-
manın huzurunu yakalamaktayız. Bakınız Osman
Hulûsi Efendi nasıl da candan sesleniyor bizlere:
Her ne dilersen Kibriyâ ihsân eder ol bî-riyâ
İste murâdını dilâ vakt-i seher vakt-i seher
***
Şol müselsel turrası îmânımızdır şübhesiz
Hamdü li’llâh tâat-ı zerk u riyâdan geçmişiz
***
Zerk u riyâdan geçmişiz
Tevhîd-i sırfı seçmişiz
Aşk bâdesinden içmişiz
Ol sâkî-i devrân bizim
***
Nâmûs u ârı varı hep zühd ü riyâ zünnârı hep
Terk eyleyip ağyârı hep arkadaşlık eyler misin
***
Ey abd-i makbûl dönme sağ u sol
Budur doğru yol Hakk’ı zikr eyle
Murâdın irfân edesin iz’ân
Ey sevgili cân Hakk’ı zikr eyle
Her ân her nefes gayra meyli kes
Budur sana bes Hakk’ı zikr eyle
Fikr-i hevâdan kalb-i riyâdan
Geçip sivâdan Hakk’ı zikr eyle
Uyan ey mürde düşüp bir derde
Kalkıp seherde Hakk’ı zikr eyle
Tutup bir etek ol ballı petek
İnle bülbül tek Hakk’ı zikr eyle
Hulûsî hâs ol ehl-i ihlâs ol
Bahra gavvâs ol Hakk’ı zikr eyle
***
Cefâdan iştikâsı âşıkı gamdan halâs etmez
Riyâ ile edilen tâatın ihlâsı hâs etmez
Şirk-i Hevâ
Kurtuluşumuz ilâhî rızâya ermektedir. Allah’ın
rızâsını kazanmaktan başka sâadet yoktur. Al-
lah ile dost olanın başkasına eyvallahı olmaz.
Allah’tan hoşnut olanın başkasına yaranması ol-
maz. Makalemi gösteriş için ibadet etmenin teh-
likesine dikkat çeken Süleyman Uludağ’ın şu tes-
bitleri ile tamamlamak istiyorum:
“Mü’min sadece Allah’a ibadet eder. Allah’tan
başkasına tapmak şirk olduğu gibi riyâ gösteriş
için ibadet etmek de şirktir. Gösteriş için olan iba-
detler şekil ve suret olarak Allah için yapılıyormuş
gibi olsa da, esas amaç ve maksat olarak başkala-
rının tekdirini, beğenisini, övgüsünü ve güvenini
kazanmak; bunu da maddî çıkar sağlamanın, şöh-
ret olmanın ve belli bir makam elde etmek aracı
olarak kullanmak olduğundan şirktir. Buna ‘örtü-
lü şirk’ denir. ‘Üstü kapalı şirk’, ‘gizli şirk’ denir.
Aslında büyük bir şirk olduğu hâlde buna şirk-i
asgar/küçük şirk de denir.
Gösteriş için ibadet eden kişi hem Hak Teâlâ
hem de kullarına karşı suç işlemiş olur. Çün-
kü O’nu da, bunları da aldatma gibi bir yol tut-
muştur. Yüce Allah sırf kendisi için yapılan iba-
detlerden başkasını kesinlikle kabul etmeyeceğini
bildirmiştir. Şöyle buyurur: ‘İhlâslı olarak O’na
ibadet et.’11 Kur’ân samimiyetle ibadet eden ihlâslı
kulları över.12 Sadece hulûs ile hulûs-i kalble yapı-
lan ibadetlerin Allah katında değeri vardır. Hadis-
te; “Riyâ şirktir.”13 buyurulmuştur. Riyâ da nes-
nel değil, öznel bir şeydir, bir niyet ve gönül işidir.
Kimin ihlâslı, kimin riyâkâr olduğunu dıştan ba-
kılınca kesin bir şekilde belli olmadığından, baş-
kalarının ibadet ve kullukları konusunda bu açı-
dan hüküm vermek ve değerlendirmek imkânı
yoktur. Bir Müslüman ancak kendi ibadetlerini
ve ubûdiyetlerini bu bakımdan değerlendirebilir.
Daha doğrusu değerlendirmelidir.”14
ANTALYA GÜZELLEMESİ
Tünek Tepesi’nden baktım, doymadımBir başka baharın, yazın Antalya!...Senden daha güzel şehir duymadımBir ömür çekilir nazın Antalya!...
Aspendos, Saklıkent çağları aşarDemre, Kemer, Serik yarına koşarKurşunlu, Manavgat coştukça coşarSularında yüzer kazın Antalya!...
Bacasız sanayin hayattır bizeKaranlık geceler döner gündüzeSuretin can yakar, hacet yok sözeHüznümü artırır sazın Antalya!...
Gönülde yaşarsın, özlenensin senToroslardan bakıp gözlenensin senSide’de tarihle sözlenensin sen Dillere destandır mâzin Antalya!...
Saat Kulesi’nde zaman durmuşturKadim rüyasını hayra yormuşturBugünden yarına köprü kurmuşturGönlümden silinmez izin Antalya!...
Martılar, masmavi suya seslenir Alanya bir gelin gibi süslenir Konyaaltı, Side dünden beslenirGönlüme aşikâr gizin Antalya!...
Akdeniz’de inci misalisin senÂşığın maşuğa visalisin senİrem Bağları’nın emsalisin senAy’ı kıskandırır yüzün Antalya!...
M. Nihat MALKOÇ
23
1 2/Bakara, 264.2 4/Nisâ, 142.3 Kuşeyrî, er-Risâle,s .394.4 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 424. 5 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 424. 6 Göktaş, Kelâbâzî ve Tasavvuf Anlayışı, s. 244-245.7 Bolat, Muhammed Nûru’l-Arabî, s. 107.8 Bolat, Muhammed Nûru’l-Arabî, s. 107-108.9 Bolat, Muhammed Nûru’l-Arabî, s. 108.10 Yıldız, Şeyh Halid Divanı, s. 205.11 39/Zümer, 2, 11, 14.12 37/Saffât, 40, 47, 128, 160, 169.13 Tirmizi, Nüzur, 9; İbn Mâce, Fiten, 16; Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, 435.14 Uludağ, “İstimdâd”, Tasavvuf, yıl 3, sy.8, s. 16.
*Prof. Dr.
Dipnot
25
Külliyenin Özellikleri ve Yeni Camii
Osmanlı hükümdarlarından Yıldırım Bayezid
Han dönemi ve 14. yy eseri olan, cami kare planlı
bir yapı olup, trompların teşkil ettiği yedigen bir
kasnak kubbeyi taşır. Birer tane doğu ile batıya,
iki de kıbleye açılan tavan pencerelerine ek ola-
rak kubbe kasnağından yedi yüzeyde, şevli pen-
cereler bulunmaktadır. Kubbe üzeri yedigen pi-
ramit çatı ile örtülüdür. 7 rakamının sırrı; Fatiha
Suresinin 7 ayetten oluşması, Somuncu Baba
Hazretlerinin Bursa Ulu Camii de okuduğu hut-
bede Fatiha Suresini işari / manevî olarak yedi
ayrı yorumla açıklaması, aynı zamanda göğün ve
yerin yedi kat olması, haftanın yedi güne bölün-
mesi, dünyanın yedi günde yaratılması bu teme-
le dayanır.
Somuncu Baba Hazretleri ve oğlu Halil Tay-
bi Hazretlerinin kabirleri bu kubbenin altında-
dır. Müteakip asırlarda doğu ve kıble tarafa ila-
ve edilen kemerli sahnlar, ahşap düz örtü ile son
cemaat mahalli ise kıbleye meyyal çatı ile kapa-
tılmıştır. Asıl mekâna girişte, kapı kemeri altın-
da bulunan tamir kitabesinden camiin H. 1005
Muharrem ayı, Miladi 1596 Nisan-Mayıs ayın-
da yapıldığı anlaşılmaktadır. Türbe arkasında çı-
kan memba kaya suyu, cami içerisinde bulunan
kayadan oyma kanalla kapı girişinin sağında do-
Temmuz 201324
DARENDE ŞEYH HAMİD-İ VELİ
TarihResul KESENCELİ
VE İLİM-İRFÂN MEDENİYETİ
SOMUNCU BABA KÜLLİYESİ AÇILIŞI
Asla
n Te
kTaş
Temmuz 201326 27
ğal şadırvan lülelerine aktarılmıştır. Abdest al-
mak üzere hazırlanmış mekân, estetik açıdan dik-
kat çekicidir. Minberdeki Lihye-i Saâdet / Sakal-ı
Şerif, Mehmet İzzet Paşa tarafından İstanbul’dan
Darende’ye hediye edilen iki Sakal-ı Şerif’ten bi-
risidir. Somuncu Baba Camiinde tarih boyunca
özenle saklanan ve nesilden nesile aktarılan bu
kutsal emanet, dinî bayramlar ve mübarek gece-
lerde ziyarete açılmakta ve bu manevî atmosfer-
den tüm ziyaretçiler istifade etmektedirler.
1990-2000 yılları arasındaki restorasyon ça-
lışmasında kıble cihetindeki hazirede bulunan
mevcut kabirlerin tanzimi ile Türkçe tanıtım
levhaları yaptırılmıştır. İç mekandaki Hattat Ha-
san Çelebi’nin hattı ile çehar-i yâri güzîn levha-
ları, yekpâre mihrabiye ayeti, Osmanlı tarzındaki
kandil ve avizeler iç mekânı güzelleştiren estetik
unsurlardır. Cami ana mekânın ön kısmına kü-
tüphane-araştırma merkezi yapılmıştır.
Külliye 10.000 Kişinin Aynı Anda Namaz Kılabileceği Kapasitede
2003 yılında ana mekânın sağ tarafına,
13x13 kare planlı ilave cami inşa edilmiştir.
Tarihî ve manevî dokuya uygun olarak inşa
edilen caminin cemaat giriş yeri ayrı olarak
düzenlenmiştir. İlave camide çatı işçiliğine
ayrı önem verilmiş, Güney Afrika’dan ge-
tirilen sapella ağacından ahşap el işle-meli olarak ters tavan/çatı yapılmıştır. Tefrişat, tarihî dokuya uygun olarak düzen-
lenmiştir.
Birincisinden ayrı olarak yapılan Yeni Ca-
minin inşaatı ise 2009 Nisan ayında başlamış
olup 25x25 kare planlıdır. Tarihî ve manevî dokuya, sanat ve estetik anlayışa uygun olarak
yapılan Şeyh Hamid-i Veli Camii ve Külliyesi
toplam 6.000 metrekarelik alanı kapsamak-
tadır. Kapalı alanı 3.000, açık alanı 3.000 metrekaredir. Kapalı alanda 5.000, açık alanda 5.000 olmak üzere toplamda
10.000 kişi namaz kılabilecek kapasitededir.
Selçuklu-Osmanlı mimarî özelliğini gösteren
Yeni Camii ve Taç Kapı’da Mardin taşı kullanıl-
mıştır. Bu ise Osmanlı-Selçuklu motif ve kültü-
rel özelliğini yansıtmaktadır. Avlu taban mermer
kaplamasında Bursa Kemalpaşa beyaz merme-
ri kullanılmıştır ki bu da Kabe-i Şerif’in açık ala-
nını hatırlatmaktadır. Selçuklu-Osmanlı mimarî tarzı olarak pencerelerin küçük olması içeriye loş
bir ışık huzmesinin girmesini sağlamış, böylece yapılan ibadet için ayrı bir feyz ve huzur orta-
mı oluşturulmuştur. Selçuklu ve Beylikler Döne-
mi figür/üslup özelliği taşıyan mihrap, minber
ve kürsünün çok güzel el işleme figürleri ve ah-
şap sanat anlayışı ile tek yapıda çözülmesi Yeni
Camii’ye ayrı bir güzellik katmıştır. Aydınlat-
Temmuz 201328 29
ma ve ses sistemleri ise günümüz modern anla-
yışıyla yapılarak Selçuklu-Osmanlı tarzı ile güzel
bir ahenk/üslup oluşmuştur. İslâmî geleneğe uy-
gun olarak abdesthanelerin belli bir mesafe uzak-
lıkta, Hamidiye Çarşısı’nda yapılması ise bizlere
düşünce inceliği ve nezaketinin zirvede oldu-
ğunu göstermektedir. Aynı zamanda külliyeye/
huzura abdestsiz gidilmemesinin inceliğini ifade
etmektedir. Yeni Camii’nin iç ve dış yapısındaki
sadelik ise kültür tarihimizin izlerini yansıtırken
tarihimizin güzelliklerini günümüz anlayışıyla
bizlere göstermektedir.
Yeni Camii’nin tavanı muhteşem bir tarzda ah-
şap işçiliği ile yapılmıştır. Tarihten günümüze bir
örneği daha yoktur. Yeni Camii’nin tavanı, Selçuk-
lu-Osmanlı kültür sanatının temel figürlerin-den biri olan her köşesinde İslâmî açıdan bir mana barındıran, üst üste gelecek şekilde ve ta-
van merkezinden dışa doğru büyüyen 5 adet 8 kö-
şeli yıldızlar şeklinde tasarlanmıştır. Toplam 40
yıldız köşesi bulunmaktadır. 40 rakamı ma-
neviyatta çok önemli bir anlam taşır. Kırkları ve
büyükleri ifade eder. Hz. Muhammed (s.a.v.)’in
40 yaşında peygamber olduğu, malın 40’ta biri-
nin zekât olduğu, Hz. Yunus’un balığın karnında
40 gün kaldığı bilinmektedir. Aynı zamanda 8 ra-
kamı cennetin sekiz kapısını, 5 rakamı İslâm’ın 5
şartı gibi manevî değerleri ifade etmektedir.
Yeni Camii’de; mihrabı, minberi, mahfili, ha-
lıları, avlusu, şadırvanı, taç kapısı ve ana binası
ile bir bütünlük görülürken çatı yüksekliği olarak
Yeni Camii normal yükseklikte, ilave camii on-
dan biraz daha yüksek, ana kısım/türbenin bu-lunduğu bölüm ise, en yüksektir ki bu ise maneviyattaki saygıyı ve değeri bizlere ifa-de etmektedir. Tarihî ve manevî dokuya, sa-
nat ve estetik anlayışa uygun olarak yapılan Şeyh
Hamid-i Veli Camii ve Külliyesi ayrı bir letafet, za-
rafet, incelik ve fikriyatla vücuda getirilmiştir.
Protokol Konuşmaları ve Cami Beratı
Şeyh Hamid-i Veli Camii ve Külliyesi açılı-
şına Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, Malatya
Valisi Vasip Şahin, AK Parti Gurup Başkanvekili
Mahir Ünal, AK Parti Malatya Milletvekilleri Öz-
nur Çalık ve Mustafa Şahin, BBP Genel Başkanı
Mustafa Destici, Malatya Belediye Başkanı Ahmet
Çakır, AK Parti İl Başkanı Bülent Tüfenkçi, MHP
İl Başkanı Arif Yıldız, Darende Kaymakamı Meh-
met Aktaş, Darende Belediye Başkanı İsa Özkan,
kamu kurum kuruluşlarının müdür ve çalışanla-
rı, sivil toplum örgütleri ve siyasî parti başkanla-
rı, iş adamları ile çevre il, ilçe ve yurtdışından bir-
çok konuk katıldı.
15 Haziran 2013 Cumartesi günü sabah 9.00’da
başlayan programda Vakıf Mütevelli Heyet Baş-
kanımız Hamit Hamidettin Ateş Efendi, progra-
ma katılan Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ’a
plaket takdim etti. Başbakan Yardımcısı Bekir
Temmuz 201330 31
Bozdağ ise, Cami Açılış Beratı’nı Vakıf Mütevelli
Heyet Başkanımız Hamit Hamidettin Ateş’e ver-
di. Açılış programı vesilesiyle bir konuşma yapan
Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, “Tarih içe-
risinde milletlerin kültürlerinin ve medeniyet-
lerinin temel taşlarını meydana getiren, gelecek
çağlara etki eden büyük insanlar vardır. Bu etki
üzerinden yıllar geçmesine rağmen özelliğinden
hiçbir şey kaybetmez ve aynı sıcaklığını ve ağırlı-
ğını her daim yeniymiş gibi muhafaza eder. Yıllar-
ca halkın belleğinde varlığını korur. İnsan hayatı-
nın sırrını çok iyi bilen büyüklere bütün insanlığın
ihtiyacı vardır, tarihimiz bizim bu anlamda bü-
yük insanlarla doludur. Hem ilim hem irfan sa-
hibi, hem mana âleminde hem madde âleminde
büyüklerine insanların, asırların, eserlerin şahit-
lik ettikleri nice büyüklerimiz vardır. Ben bu vesi-
le ile bunlardan bir tanesi olan Şeyh Hamid-i Veli
Somuncu Baba Hazretlerini burada bir kez daha
rahmetle minnetle şükranla yâd ediyorum.” dedi.
“Somuncu Baba bildiğiniz gibi Kayseri’de doğ-
muş, Şam Tebriz ve Erdebil’de dinî ve dünyevî
ilimlerle ilgili icazet almış, irşat vazifesi için
Anadolu’yu adeta karış karış gezmiş ve Bursa’da
bir dönem yaşamış ve ömrünün son kısmını da
Darende’de geçirmiş bir ilim ve gönül sultanı-
dır. Konuşmacılarımızın da işaret ettiği gibi Yıl-
dırım Bayezid Han, Bursa Ulu Camii’nin inşaatı-
nı tamamlayıp açılışını hayırlı bir gün olan Cuma
günü yaparken Emir Sultan Hazretlerine cuma
namazında ilk hutbeyi okuması emrini veriyor.
O da, zamanın kutbu aramızdayken benim onun
huzurunda hutbe okumam doğru değildir diye-
rek Somuncu Baba Hazretlerini işaret ediyor.
Onun üzerine Ulu Camii’de ilk hutbeyi Somun-
cu Baba irad ediyor. Anlatılan odur ki, Fatiha Su-
resini 7 farklı şekilde hutbesinde tefsir ederken
bütün cemaat ona hayran kalmıştır. O dönemin
şeyhülislamı Molla Fenari Hazretleri bu hutbe-
yi dinledikten sonra Somuncu Baba’ya intisab et-
miştir. Somuncu Baba Hazretleri Osmanlı coğ-
rafyasının manevî güneşidir. Öyle bir güneştir ki
yetiştirmiş olduğu talebeleriyle birlikte tüm Os-
manlı coğrafyasını etkilemiştir. O Hacı Bayram-ı
Velileri, Akşemseddinleri ve daha nice gönül er-
lerini yetiştirmiştir. Onun yetiştirdiği gönül ve
ilim adamları Osmanlı hükümdarlarının önle-
rinde ışık oldular ve Anadolu’dan Balkanlara,
Kafkasya’ya, Ortadoğu’ya kadar olan bu güzel
coğrafyayı hep aydınlattılar. İlimleriyle aydınlat-
tılar, gönülleriyle aydınlattılar, sevdalarıyla aşk-
larıyla aydınlattılar, birlik diyen kardeşlik diyen
dilleriyle fikirleriyle aydınlattılar.” diyen Bekir
Bozdağ, daha sonra özetle şunları belirtti: “İşte
Dîvân’ı, Mektûbât’ı ve Hutbeleri ile sevenlerinin
kulağına hakikat sesini fısıldayıp fikrini zikri-
ni sohbetini ilmini hayatını insanların hizme-
tine sunmuş olan Darendeli Şeyhzade oğulla-
rından mutasavvuf şair, ilim ve gönül insanı
Es-Seyyid Osman Hulûsi Ateş Efendi de böy-
lesi bir zatın ve âlemlere rahmet olarak gönde-
rilmiş olan Peygamber Efendimizin neslinden,
ülkemizin, insanımızın manevî rehberlerinden,
manevî ilim ve irfan sultanlarından ve manevî
ışıklarından birisidir. Ölümünün üzerinden 23
yıl geçti ama onun yaktığı ışık, onun ateşlediği
yürekler onun yoluna onun aydınlattığı gibi de-
vam etmektedir. Bu vesile ile vefatının 23. se-
nesinde Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Haz-
retlerini bir kez daha rahmetle yâd ediyorum.
Aynı zamanda Osman Hulûsi Efendi 12. yüzyıl-
da Hoca Ahmet Yesevî ile başlayıp daha son-
ra Yunus Emre, Eşrefoğlu Rumî, Niyazi Mısrî,
Aziz Mahmud Hudaî, Ahmet Kuddusi gibi isim-
lerle devam eden tasavvuf şiirinin 20. yüzyılda-
ki en önemli temsilcilerinden biri olmuştur.”
Açılışa katılanlara Başbakan Recep Tay-
yip Erdoğan’ın selamını ileten Bozdağ, Şeyh
Hamid-i Veli Camii ve Külliyesi’nin restoras-
yonunda emeği geçenlere teşekkür etti. Prog-
ramdan memnun kalan Başbakan Yardımcımız
memnun bir şekilde ilçemizden ayrıldı.
BBP Genel Başkanı Mustafa Destici ise bü-
tün manevî erenleri şükranla ve özlemle an-
dığını belirterek, Somuncu Baba ve Hulûsi
Efendi’yi minnet ve rahmetle andığını belirte-
rek, Hulûsi Efendi’nin Nasihat şiirinden beyit-
ler okudu. Mustafa Destici, bugün Türkiye’nin
33Temmuz 201332
birlik ve beraberliği için en büyük eksikliğin
manevî büyüklerinin azalması olduğunu söy-
ledi.
AK Parti Grup Başkanvekili Mahir Ünal da
maddî ve manevî anlamda Anadolu’yu inşa eden-
lerin ruhlarının burada olduğunu hissettiğini söy-
ledi. Tarihten günümüze bu güzelliklerin devam
ettiğini belirtti.
Malatya Valisi Vasip Şahin, külliyenin
emek verilerek inşa edildiğini ifade etti. Hiçbir
fedakârlıktan kaçınılmadığını söyleyen Şahin, ya-
pıda hem Osmanlı hem de Selçuklu Devleti’nin iz-
lerini bulmanın mümkün olduğunu kaydetti.
Malatya Milletvekili Öznur Çalık ve Malatya
Belediye Başkanı Ahmet Çakır yapılan hizmetler
karşısında takdir ve teşekkürlerini beyan ettiler.
Külliye Açılışı ve Ziyaretler
Külliye’nin açılışı yapılan hatim merasimi ve
açılış duasından sonra Taç Kapısı’nda Başbakan
Yardımcısı Bekir Bozdağ, Vakıf Mütevelli Heyet
Başkanımız ve kıymetli protokol tarafından ger-
çekleştirildi. Akabinde yeni yapılan camii gezildi.
Ziyaretçiler tarihî dokuya uygunluk, sanat, estetik
ve teknik açıdan eserin mükemmelliği karşısında
çok etkilendiler ve takdir ifadelerini söz ve hare-
ketleriyle gösterdiler. Sonra türbe kısmına geçi-
lerek Somuncu Baba, Halil Taybi, Hulûsi Efendi
Hazretleri ve ahfadın kabri şerifleri ziyaret edildi.
Hamidiye Çarşısı Açılışı ve Bedesten / Hayır Çarşısının
Gezilmesi
Hamidiye Çarşısı da Külliye gibi aynen Sel-
çuklu-Osmanlı tarzında sanat ve estetik anla-
yışı çerçevesinde inşa edildi. Ön ve sağ tara-
fı kemerli dükkânlardan müteşekkil çarşının
orta bölümünde tarihî dokuya uygun şadırvan
yapıldı. İç kısımda bulunan abdesthaneler,
mükemmel bir güzellik ve zarafetle yapıldı.
Hamidiye Çarşısı’nın açılışı, coşkulu bir kala-
balık ile Vakıf Mütevelli Heyet Başkanımız ta-
rafından, dualar eşliğinde yapıldı.
Daha sonra Bedesten’e geçilerek Hayır
Çarşısı’nın açılışı gerçekleştirildi. Yurt genelinde-
ki temsilcilikler tarafından getirilen yöresel ürün-
ler, eşyalar ve kıyafetler insanların istifadesine su-
nuldu. Misafirler kendilerini mutluluk diyarında
gülistanın gülleri arasında görüyorlardı. Gerçek-
ten olağanüstü hazırlanmıştı…
Sule
jman
Mu
rad
ovi
c
35Temmuz 201334
Uluslararası Somuncu Baba ve Hulûsi Efendi Sempozyumu
Uluslararası Somuncu Baba ve Hulûsi Efendi
Sempozyumu’nun ikincisi, Türkiye, İngiltere ve
Mısır üniversitelerinden akademisyenlerin katılı-
mıyla gerçekleştirildi.
Darende Kapalı Spor Salonu’nda düzenle-
nen program, Mısırlı Hafız Hüseyin Türkan’ın
Kur’an-ı Kerim tilavetiyle başladı. Açılış konuş-
masını yapan Kaymakam Mehmet Aktaş, mesaj-
ları çağları aşarak bugüne ulaşan Şeyh Hamid-i
Veli, yani Somuncu Baba ve Darandeli düşü-
nür Osman Hulûsi Ateş Efendi’nin, Anadolu’yu
maneviyatlarıyla aydınlattığını belirtti. Daren-
de Belediye Başkanı İsa Özkan, ilçede faaliyet
gösteren Vakfımızın büyük mutasavvıflardan
devraldığı anlayışla önemli hizmetler yaptığını
söyledi. Nijeryalı Büyükelçisi Mohammed Yo-
usef Babagindeo da önceki yıllarda da etkinliğe
katıldığını ifade ederek, her ziyaretinin bir ön-
cekinden daha maneviyat dolu geçtiğini kay-
detti. Kültür etkinliklerinin çok mükemmel geç-
tiğini belirten Babagindeo, “Allah, Türkiye’yi de
Nijerya’yı da korusun.” dedi. Vakfımız Yönetim
Kurulu Üyesi Mustafa Yağcı, sevginin paylaşıl-
dıkça herkes tarafından hissedileceğini belirte-
rek, Somuncu Baba ve Hulûsi Efendi’nin insan-
lığa hizmet için seferber olduklarını anımsattı.
Bosna Hersekli orkestra şefi Emir Muhanovic de
ilçede etkileyici bir manevî hava olduğunu söyle-
di. Hulûsi Efendi’nin divanındaki ilahileri oku-
yunca o dizelerin yazıldığı yerleri görmek iste-
diğini kaydeden Muhanovic, “Somuncu Baba ve
Hulûsi Efendi manevî kimlikleriyle Türkiye’nin
yanı sıra Balkanlar ve Ortadoğu’yu da etkilemiş-
tir. İyi ki onların yaşamış olduğu yerleri görme
fırsatı buldum.” ifadesini kullandı. Bosna’da Ha-
lil Hulûsi Birzina’nın Darende’yi dört saat anlat-
tığını fakat güzellikleri anlatarak bitiremediğini
belirtti.
Sempozyumda Marmara Üniversitesi Fen Ede-
biyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof.
Dr. Ahmet Şimşirgil “Somuncu Baba’nın Yetiştir-
diği Talebeleri ve Etkileri”ni anlatırken büyük İn-
sanları tanımak için yaptıkları eserlere bakmak,
yetiştirdikleri insanları görmek gerekir dedik-
ten sonra bunu anlamak için Darende’yi görmek
ve anlamak gerekir ifadesini kullandı. Dumlupı-
nar Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof.
Dr. Bilal Kemikli, “Bir Kültür Ocağı: Somuncu
Baba’nın İnşa Ettiği Muhit», Gaziosmanpaşa Üni-
versitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Kadir
Özköse “Hulûsi Efendi’de İrfani Gelenek”, Ma-
ramara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslâm Hu-
kuku Öğretim Üyesi Prof. Dr. Abdullah Kahra-
man, “Hulûsi Efendi’nin Hutbelerinde İlim ve
İrfan”, Mısır Ayn Şems Üniversitesi İlahiyat Fa-
kültesi Öğretim Üyesi Ahmet Sami Elaydy “Hulûsi
Efendi’nin Hayatında Ahlakî Tavırlar” tebliğini
sunarken Darende’de Hulûsi Efendi ve Hamided-
din Efendi’ye bağlı insanlarda gördüğü güzelliği
ve kardeşlik duygusunun zirvede olduğu belirte-
rek Allah’ın selamıyla selamladığını ifade etti. İn-
giltere Glasgow Üniversitesi Öğretim Üyesi She-
ikh Rudwan Mohammed de “Hulûsi Efendi’nin
Dîvânı’nda İlim ve İrfan İlişkisi” başlıklı konu-
da sunum yaptı. Üst düzeyde Somuncu Baba ve
Hulûsi Efendi anlatılırken ilim ve irfan sofrasın-
dan damlalar gönülleri yıkadı, temizledi.
Plaket Töreni ve Teşekkür
Programın tamamlanmasından sonra Külliye’nin
yapımında emeği geçenlere, sempozyuma katılan
ilim erbabına, idari ve mülki erkâna plaket takdi-
mi yapıldı. Katılımcılar tarafında sevgi seli ve al-
kış tufanı ile memnuniyetler dile getirildi. Bizlerde
Başbakan Yardımcımız Bekir Bozdağ başta olmak
üzere tüm devlet erkânına, akademisyenlerimize,
misafirlerimize, gönül dostlarımıza teşekkür ede-
rek, muhabbetimizin sonsuza kadar sürmesini te-
menni ediyoruz… Sağ olun, var olun…
37
EdebiyatMusa TEKTAŞ
Hakk’ın kendine dost edindiği,
üns makamı için seçtiği ve kud-
siyet suyu ile temizlediği veliler
vardır. Allah’ın veli kulları nâil oldukları lütuf ve
ihsânlar sayesinde hiç bir zorlukla karşılaşmadan
bütün mertebe ve makamları aşarak Hakk’a erer-
ler. Bir de velilerin yakınlarında yaşayan meczup-
lar vardır. Meczup, kendinden geçerek Hakk’a er-
miş ve fenâ denizinde yok olup bir daha kendine
gelememiştir. Halk arasındaki velileri büyükler
şöyle tarif etmiştir:
“Allah’ın halk içinde, kalbleri Hz. Âdem (a.s.)’in
kalbi (hâl, ahlâk ve gidişatı) üzerinde olan üç-
yüz, Hz. Mûsa (a.s.)’nın kalbi üzerinde olan kırk,
Hz. İbrahim (a.s.)’in kalbi üzerinde yedi, Cebra-
il (a.s.)’in kalbi üzerinde olan beş, Mikâil (a.s.)’in
kalbi üzerinde üç, İsrafil (a.s.)’in kalbi üzerinde
bir kulu vardır. Sonuncusu öldüğünde yerine üç-
lerden, üçlerden biri öldüğünde beşlerden, beş-
lerden biri öldüğünde yedilerden, yedilerden biri
öldüğünde kırklardan, kırklardan biri öldüğün-
de üçyüzlerden, üçyüzlerden biri öldüğünde de
halktan biri onun yerine geçer. Onların duaları
sebebiyle Allahu Teâlâ mahlûkatı diriltir, öldü-
rür, yağmur yağdırır, bitkileri bitirir ve yeryüzü-
ne gelmesi muhtemel belâları defeder.”
İbn Mes’ud’a: “Allah’ın onların sebebiyle di-
riltmesi ve öldürmesi nasıl mümkün olabilir?”
diye sorulduğunda cevaben: “Çünkü onlar, üm-
metlerin çoğalması için Allah’a dua ederler ve bu
sebepten dolayı da ümmetler çoğalır. Zulmeden-
lere beddua ederler. Allahu Teâlâ da onların bo-
yunlarını kırar. Yağmur yağması için dua ederler,
yağmur yağar. Bereket için dua ederler, yeryüzün-
de onların duaları sebebiyle ekin olur. Dua eder-
ler ve duaları sebebiyle her türlü belâ yeryüzün-
den kalkar,” demiştir.1
Civarındaki meczuplara değer veren büyük ve-
lilerden biri de Altın Silsile’nin 18. Halkası olan
Yakub-ı Çerhî Hazretleridir.
Tam ismi Mevlânâ Yakub b. Osman b. Mah-
mud b. Muhammed b. Mahmud el-Gaznevî olan
Yakub-ı Çerhî, Afganistan’ın Kâbil ve Gazne şe-
hirleri arasında yer alan Luhûger eyaletine bağ-
lı Çerh’te dünyaya gelmiştir.2 Doğum tarihi bilin-
memekle birlikte 8/14. asrın ortalarında dünyaya
geldiği anlaşılmaktadır.3
İlim Deryasından İnci Toplarken
Saygın bir aileye mensup olan4 babası zâhid
ve muttakî bir zât olan Ya’kûb Çerhî, ilim tahsi-
li için Çerh’ten ayrılıp büyük şehirlere gitmek is-
ter. Rüyasında Hızır (a.s.)’ı görür ve onun tavsiye-
si ile ilim tahsili için sefere çıkmaya kesin olarak
karar verir. İlk tahsilini Herat’ta yüksek tahsilini
Mısır’da, mânevî tahsilini Buhara’da tamamlar.5
Mısır’daki eğitiminden sonra, 782/1380-
81’de Buhara’ya dönen Çerhî, Buhara ulemasın-
dan da fetva icazeti almıştır.6 Fetva icazetini alıp
Çerh’e dönerken, Bahâeddîn Nakşbend’in yanı-
na gelip tevazu ve niyazla: “Beni gönlünüzde tu-
tunuz.” deyince, Şâh-ı Nakşbend: “Gideceğin za-
man mı yanımıza geliyorsunuz?” şeklinde karşılık
verir. Bunun üzerine Çerhî: “Size hizmetten bü-
yük mutluluk duyuyorum.” ifadesini kullanın-
ca, Şâh-ı Nakşbend, bu sevginin kaynağını sorar.
Çerhî: “Sizin büyük birisi olmanızdan ve insanlar
arasında makbul sayılmanızdan.” cevabını verin-
Temmuz 201336
Fenâ denİzİNdekİ
cezbe
39Temmuz 201338
ce, Şâh-ı Nakşbend: “Bundan daha iyi bir delil ge-
tirmen lazım, halk arasındaki bu kabul şeytânî de
olabilir.” der. Çerhî: “Hak Teâlâ bir kulunu sever-
se, onun sevgisini insanların kalbine atar, halk
da o kişiyi sever.” hadisini nakleder. Bu cevap
üzerine Bahâeddîn Nakşbend tebessüm ederek
şöyle der: “Biz azîzânız!”
Bu söz üzerine Çerhî’nin hâli değişiverir. Zira
bir ay kadar önce rüyasında kendisine: “Azîzâna
mürid ol!” dendiğini hatırlar ve ondan kendisini
unutmamasını ister. Bunun üzerine Şâh-ı Nakş-
bend: “Azîzân’dan böyle bir istekte bulunmuş-
lar. Böyle bir talep karşısında kendileri de bir
şeyin hatırda kalması için vasıtaya ihtiyaç oldu-
ğunu ve hatırlamayı sağlayacak bir şey bırakma-
larını istemişlerdir. Sizin yanınızda bize verecek
bir şey yok. Bu sebeple, külahımı al götür. Bunu
gördüğünde bizi hatırlayasın. Bizi hatırladığında
da bizi bulursun. Bunun bereketi ailenin üzerine
olsun. Ayrıca yolculuğunda Mevlânâ Tâceddin-i
Deştkülegî’yi ziyaret et, zira o evliyaullahtandır.”
diye tembih eder.7
Cezbe Rüzgârından Tatlı Esintiler
Çerhî, Deştkülegî ile görüştükten sonra
Buhara’ya yönelir. Buhara’da Yakub-ı Çerhî’nin
itimat ettiği bir meczup vardır. Ona: “Hâce
Nakşbend’in hizmetine gireyim mi?” diye sorar.
Meczup: “Ey Yakub! Çabuk adım at ki senin mak-
buller zümresinden olma vaktin gelmiştir.” der ve
toprağın üzerine birkaç çizgi çeker. Çerhî, ken-
di kendine: “Bu çizgileri sayayım. Şayet tek sayı
çıkarsa hareketinin doğru olduğuna bir delildir.
Zira ‘Allah (c.c.) tektir ve teki sever.’8 der ve çizgi-
leri saydığında tek olduğunu görür. Kendi ifadesi-
ne göre bu olaylar içindeki şüphelerin kaybolma-
sında birer amildir.
Çerhî, hâlâ içinde saklı olan şüpheyi gider-
mek için diğer bir seferinde tefe’üle başvurarak
Kur’an-ı Kerim’den bir yer açar ve “İşte onlar, Al-
lah (c.c.)’ın doğru yola ilettiği kimselerdir; sen de
onların yoluna uy.”9 âyetinin yazılı olduğu kısım
çıkar.10
Meczuplar Velilere “Baba” Derler
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi’nin sohbetine
devam eden onunla irtibatı olan birçok meczup
vardır. İhramcızâde İsmail Hakkı Efendi (k.s),
Kayseri, Sivas, Elbistan civarında yaşayan “Babo,
İzo, Cemil, Ellez, Şemo, Bostan, Hacı Mehmet”
isimli yedi meczubu Osman Hulûsi Efendi’ye ema-
net ederek onların ihtiyaçlarıyla ilgilenmesini tav-
siye etmiştir. Onlar çeşitli zamanlarda Darende’ye
ziyarete gelir Osman Hulûsi Efendiyle görüşürler-
di. Hepsinin ortak özelliği ona “Baba” diye hitap
etmeleridir. Bunlardan birkaç hatıra nakledelim.
Elbistanlıların bulunduğu bir sohbet esnasın-
da Osman Hulûsi Efendi; “Elbistan’da sevdiğimiz
bir Bostan Emmi var. Bize deseler ki: ‘Elbistan’ı
mı alırsın, yoksa Bostan’ı mı alırsın.’ Biz Bostan
Emmiyi alırız.” Bu konu ile alâkalı bir de beyit
vardır:
Bize Bostan gerek Bostan,
Bin türlü bostan olsa da Elbistan
Bir defasında Bostan Emmi Darende’ye ziyarete
gelerek Osman Hulûsi Efendi’ye “Efendim ben gi-
diciyim. Ne olur cenaze namazımı siz kıldırın.” der.
Aradan birkaç gün geçer bir sabah erkenden he-
nüz hiçbir haber verilmediği hâlde Osman Hulûsi
Efendi “Oğul arabayı hazırlayın Elbistan’a gidiyo-
ruz. Bostan Emmi vefat etti. Bize vasiyeti var cena-
ze namazını kıldıracağız.” der. O gün Elbistan’a gi-
dilir ve Bostan Emmi’nin cenazesi teşyi edilir.
Gürünlü Hacı Mehmet Emmi ise on üç kez hac
ve umreye bazen yayan bazen de araçla giden bir
meczuptur. Mekke ve Medine âşığı olan bu zata
1983 yılında Osman Hulûsi Efendi şöyle buyu-
rur: “Hacı Mehmet bir gün burada kalırsın (hac-
da vefat edersin) himmetin içindesin tasa yok.”
buyururlar. Bundan sonra birkaç kez hacca gider
ama geri dönüp gelir, orada kalamaz. 1998 yılında
Darende’ye gelerek Hamideddin Efendi’yi ziyaret
eder. Şöyle der; “Efendim babanız Osman Hulûsi
Efendi şöyle buyurmuştu: “Hacı Mehmet gidersin
orada kalırsın himmetin içindesin tasa yok.” de-
mişti. Evliyalar yalan söylemez, bu söz ne zaman
gerçekleşecek?” der.
Muhabbetli Bir Meczup
H. Hamideddin Efendi de Hacı Mehmet
Emmi’ye “Misafirimiz ol bu sene seni umre-
ye götürelim.” diye buyurur. Bu
müjdenin üzerine Hacı Mehmet
Emmi Gürün sokaklarında gün-
lerce; “Ben Muhammed’e gidiyo-
rum Muhammed’e. Gelmeyeceğim,
daha gelmeyeceğim komşular, ak-
rabalar, yâranlar hakkınızı helâl
edin. Benden yana cümle hakkım
helâl olsun, ben Muhammed’e gi-
diyorum Muhammed’e. Ebul Ka-
sım Muhammed çağırdı, gidiyo-
rum. Rasûlü Ekrem’e gidiyorum.
Hani Osman Hulûsi Efendim “Gi-
der orada kalırsın.” demişti ya. İnşallah vakti sa-
ati gelmiştir. Osman Hulûsi Efendi’nin kelâmı ar-
tık doğar inşallah. Gidiyorum Sıddık-ı A’zam’a,
Rasûlümün sadık dostuna gidiyorum.” diye çarşı
pazar dolaşarak feryat eder.
Hacı Mehmet Emmi’nin oğlu Ahmet Aktaş
şöyle anlatıyor: “Hamideddin Efendi’nin baba-
ma “Misafirimiz ol.” kelamı zuhur etmezden ev-
vel annem, biraz para biriktirip umre yaparız, der.
Hacı Babam; “Sultan, Sultan akıllı ol, para ile hac-
ca gidilmez.” diye annemi ikazda bulunmuştur.
H. Hamideddin Efendi, Hacı Babamı misafir ka-
bul edince, babama refakatçi olarak annemin de
gitmesini uygun bulur. İkisinin de gitmesi müjde-
si verilince babam; “Gördün mü Sultan, dediğimiz
çıktı para ile hacca gidilmez, demiştim. Şahlardan
himmet gerekir, himmetsiz bu iş olmaz. Osman
Hulûsi Efendi himmetin içinde olduğumu hatır-
latmıştı taa ezelden. Bak ki sen de himmetin için-
desin Sultan, demişti.” Büyük bir sevinç ve heye-
canla Medine’ye giden Hacı Mehmet Emmi orada
harikulade anlara şahitlik etmiştir.
Medine’nin yerlilerinden Seyyid Cafer
Efendi’nin büyük hurma bahçesi vardır. O muh-
terem zat, H. Hamideddin Efendi’yi ve bende-
sinde olan tüm umreci arkadaşlarını hurma bah-
çesine yemekli davet eder. Sohbet anında bütün
cemaat bir anda ayağa kalkar kıyam ederler. Ta-
bii bu hâli anlayanlar anlamıştır. Bu davete Hacı
Mehmet de iştirak etmiştir. Hayli sohbetten son-
ra Hacı Mehmet otele geldiğinde, Sultan Hanı-
ma; “Sultan Sultan, sana müjdem var müjdem.
Bugünkü davetimiz Seyyid Cafer diye bir muh-
teremin hurma bahçesindeydi. Sohbetin en haz-
lı saatinde iki cihan serveri Muhammed Mustafa
(s.a.v.) Efendimiz teşrif etti. Seyyidimizin sohbe-
tini şereflendirdi. Müjdeler olsun Sultan, Hazre-
ti Muhammed (s.a.v.)’i gördüm. O bana öyle bir
bakış baktı ki. Beni yanına mı alacak, ne yapacak
bilemem.” diye çok heyecanlı bir şekilde anlatır.
Ve ondan iki gün sonra biraz rahatsızlaşır. 26 Ka-
sım 1998 tarihinde umre ziyaretçileri Medine’den
Mekke’ye gitmek için toparlanır ve yola devam
edilir. Cuma günü Mekke’ye geçilir. Cuma nama-
zı Mekke’ye yakın bir yerde eda edildikten sonra
yola devam edilir. İkindi namazı Mekke’de kılı-
nır. Umre ziyaretçileri emir gereği tavafa gitmek
“H. Hamideddin Efendi de Hacı Mehmet Emmi’ye
‘Misafirimiz ol bu sene seni umreye götürelim.’ diye
buyurur. Bu müjdenin üzerine Hacı Mehmet
Emmi Gürün sokaklarında günlerce; ‘Ben Muhammed’e
gidiyorum Muhammed’e. Gelmeyeceğim.” demiştir.
Temmuz 201340 41
Sahabe AlbümüBünyamin ERUL*
Adı : Büceyr b. Züheyr.
Künyesi : Tespit edilemedi
Doğum yılı : Tespit edilemedi
Doğum yeri : Tespit edilemedi
Baba adı : Züheyr b. Ebî Selmâ.
Anne adı : Tespit edilemedi.
Eş(ler)i : Tespit edilemedi.
Akrabaları : “Kasîde-i Bürde” sahibi olan
Ka’b b. Züheyr’in kardeşidir.
Oğulları : Tespit edilemedi.
Kızları : Tespit edilemedi.
Kabilesi : Mudar’ın Müzeyne kolun-
dan.
İslâm’a girişi : H. 8. sene.
Sohbet süresi: 2 sene
Rivayeti : Yok.
Yaşadığı yer : Medine
Mesleği : Şairlik
Hicreti : Yok
Savaşları : Mekke Fethi, Hayber, Hu-
neyn ve Taif Seferi
Görevleri : Tespit edilemedi
Fizikî yapı : Tespit edilemedi.
Mizacı : Serinkanlı, akıllı ve kararlı.
Ayrıcalığı : Babası ve kardeşi gibi o da
çok başarılı ve iyi bir şairdi. Kaynaklar onun
bazı şiirlerini nakletmektedir.
Ömrü : Muhtemelen orta yaş.
Ölüm yılı : Tespit edilemedi.
Ölüm yeri : Muhtemelen Medine olmalı.
Ölüm sebebi : Muhtemelen hastalık olma-
lı.
Hakkında : Kardeşi Ka’b ile birlikte Hz.
Peygamber (s.a.v.) ile görüşmek üzere yola
çıktılar. Ancak Ebrak denilen yere varın-
ca Ka’b orada kalmayı tercik etti. Büceyr ise
Medine’ye varıp Hz. Peygamber (s.a.v.) ile
görüşerek Müslüman oldu. Ardından karde-
şine de tevbe edip gelmesi halinde Hz. Pey-
gamber (s.a.v.)’in onu da affedeceğini yazdı.
Önce buna karşı çıkan Ka’b, bir süre son-
ra pişmanlıkla gelip “Kasîde-i Bürde” diye
meşhur olan şiirini, söyleyerek Müslüman
oldu.
Hadisleri : Huneyn’de Büceyr şu şiiri
söylemiştir:
Allah bize ikram etti, dinimizi üstün kıldı,
Ve bizi Rahman’a kulluk yapmakla aziz etti,
Allah onları helak etti ve topluluklarını dağıttı,
Şeytana tapmaları sebebiyle de onları zelil etti.
Kaynaklar: İstîâb, I. 46, 407; İsâbe, I. 269;
Üsd, I. 103; DİA, 480-481; Hâkim, Müsted-
rek, III. 670-674; İbn Kesîr, Sîret, III. 645.
*Prof. Dr.
Büceyr B. Züheyr (r.a)
için ihramlı olarak otelden hareket etmeye başlar-
lar. Hacı Mehmet Emmi de onlarla beraber çık-
mak için kalkar ama tavaf yapamadan rahatsız-
laşır. Arkadaşları yardımcı olurlar. Doktor Beye
haber verilir, derhâl müdahalesi yapılır fakat na-
file... Hacı Mehmet Emmi’nin beklediği an gel-
miştir. Çok istediği bir beldede, istediği bir şe-
kilde ruhunu zikir ve salâvat okuyarak, Allah ve
Muhammed diyerek Hakk’a teslim eder. 27 Kasım
1998 günü Kâbe-i Muazzama’da
kılınan cenaze namazından son-
ra Cennetü’l-Mualla’ya defnedi-
lir. Bir dostu anlatıyor; “Cenaze-
yi taşırken Hacı Mehmet Emmi
meşrebli, birkaç tane meczup da
cenazeye katıldılar. Cenazenin
önüne düşerek bizi en kısa yol-
dan Cennetü’l-Mualla’ya götür-
düler. Kim olduklarını sordurdu-
ğumuzda; ‘Bunu tanıyoruz, bizim
arkadaşımızdı.’ dediler. Defin iş-
lemleri bitene kadar mezarlıkta
durup yardımcı oldular. Definden
sonra onları daha göremedik.”11
Yakub-ı Çerhî Hazretleri kalbindeki kararsız-
lığın kaybolunca, Hâce Nakşbend’e intisap et-
mek üzere Kasr-ı Ârifan’a gider. Oraya vardığında
Hâce Nakşbend’i, yolun kenarında yüzü müteb-
bessim bir halde kendisini bekler halde bulur. Ak-
şam namazını kıldıktan sonra Şâh-ı Nakşbend’in
huzuruna çıkar. Huzurunda onun heybetinden
konuşmaya mecali kalmaz.
Kabul Yönünde İşaret
‘Yâ Rabbi, ben onları seviyorum, onlar da beni
sevsin, alsın aralarına’ diye Allah’a yalvarır… Sa-
bah namazı vakti Şâh-ı Nakşbend’in arkasında
namaza durur. Namazdan sonra Şâh-ı Nakşbend
dönerek; ‘Mübarek olsun, işaret kabul yönündey-
di. Biz, eksik kimseyi kabul etmeyiz, kabul eder-
sek de gelen kişinin vaktinin dolması için geç ka-
bul ederiz.’ der.
Çerhî, dergâha kabul edildikten sonra zikir ile
yükselme dönemine girer. Mürşidinin gözetimde
hareket eder. Şâh-ı Nakşbend kendisine kalp il-
minin inceliklerinden bahseder. Gönlünü mânevî
ilimlerle besler. Rahmet nazarlarını, onun da kal-
bine aktarır. O da Şâh-ı Nakşbend’in hizmetlerine
daha bir sadakatle sarılır. Sohbetlerine muhab-
betle katılır. Ledün ilmin, kalp ilmine ve irfan il-
mine yönelir.
Bir süre sonra Bahâeddîn Nakşbend, kendisi-
ne; “Tarikat âdâbı ve hakikat
sırlarından sana verdiğimiz her
şeyi Hakk’ın kullarına eriştir.
Ta ki onların mutluluğa ulaş-
malarına sebep olsun!” diyerek
icazet verir.
İcazet aldıktan sonra
Buhara’dan ayrılan Çerhî, Keş
şehrine giderek kısa bir süre ka-
lır. Bu esnada aldığı Bahâeddîn
Nakşbend’in ölüm haberi ken-
disini çok sarsmış ve bir müd-
det bocalama devresi geçirmiştir.
Alâeddîn Attâr’ın çağırması üzerine Çağâniyan’a
hareket etmiştir. Alâeddîn Attâr’ın vefatına ka-
dar Çağâniyan’da kalan Çerhî silsilede Alâeddîn
Attâr’dan sonra gelmektedir.12
Yakub-ı Çerhî 5 Safer 851/22 Nisan 1447’de
Cumartesi günü vefat etmiştir. Kabri Hisar-Şad-
man yakınındaki Halfetu (Hulgatu) köyündedir.
1 Esad Sahib, Mektûbât-ı Mevlânâ Halid, çev.: Dilaver Selvi, Kemâl Yıldız, Umran Yay., İstanbul 1993, ss..157-158.
2 Molla Abdurrahman Câmî, Nefahâtü’l-üns -Evliya Menkıbeleri-, çeviri ve şerh: Lâmiî Çelebi, haz.: Süleyman Uludağ ve Mustafa Kara, Marifet Yay., 2. Baskı, İs-tanbul 1998, s. 549.
3 Necmeddin b. Muhammed Nakşbendî, Altın Silsile (Hulâsatü’l-Mevâhib) haz.: İb-rahim Tozlu, Semerkand, 4. Baskı, İstanbul 2008, s. 147.
4 Ahmet Cahid Haksever, Ya’kûb-ı Çerhî Hayatı, Eserleri ve Tasavvuf Anlayışı, İn-san Yayınları, İstanbul 2009, s. 39-41.
5 Muhammed b. Abdullah el-Hânî, Âdâb, çev.: Ali Hüsrevoğlu, Erkam Yay., İstanbul 2008, s. 80.
6 Ali b. Hüseyin Vâiz el-Kâşifî Safî, Hüseyin Reşahâtu ayni’l-hayât, çev.: Mehmed Rauf Efendi, İstanbul 1291 (taş baskı), s. 37; Kâsım Kufralı, “Gucduvanî”, İA, c. IV, s. 569.
7 Özköse Kadir-Şimşek H. İbrahim, Altın Silsileden Altın Halkalar, Nasihat Yayınla-rı, Ankara, 2009, s. 267 vd.
8 Buharî, Daavât, 68; Müslim, Zikr, 5; Tirmizî, Salât, 453.9 6/En’am, 90.10 Safî, Reşahât, s. 97.11 Camcı, Mahmut, Gürünlü Hacı Mehmet Aktaş, (Yay. Haz.: Musa Tektaş), Ank.,
2003, s. 210-214.12 Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 549; Haksever, Yâ’kub-ı Çerhî, s. 56.
Dipnot
43
Güzel Koku
KültürEnbiya YILDIRIM*
Temmuz 201342
Kü ç ü k l ü ğ ü -
müzde camiye
gittiğimizde
bugünlerde teneffüs edemedi-
ğimiz hoş bir koku sinmiş olur-
du içeriye. Çünkü namaza ge-
len cemaat ya camiye gelmeden
önce ya da cami içinde esans sü-
rünürdü. Nitekim babamın ce-
binde de böylesi bir koku her
zaman vardı. Evden çıkmadan
önce sol elinin üstüne bundan
sürer, sonra diğer elinin sırtıyla
burasını birbirine sürterdi. Ar-
dından da sakalının sağ tarafı-
nı sol elinin, sol tarafını da sağ
elinin dışıyla esanslardı. Seyret-
mesi bile bize keyif verirdi. Bak-
tığımızı gördüğünde bizim de el-
lerimize hafiften sürerdi.
O dönemlerde cami cemaa-
ti de ceplerinden esanslarını çı-
karır ve sağında solunda ulaşa-
bildikleri mü’minlerin ellerine
sürerlerdi. Bazen babamız veya
cemaatten biri esansı bize verir-
di. Sürebildiğimiz kadar büyü-
ğümüzün ellerine koku sürer-
dik. Büyük görevi îfâ etmenin
ardından şişeyi veya içi pamuk-
lu esans kutusunu sahibine iade
ederdik. Gözlerimde tüllenen bu
vazifeyi eda ettikten sonra aldı-
ğım hazzı, cemaate doksan do-
kuzluk tesbih dağıtıp tesbîhât
bittikten sonra toplayarak yeri-
ne astığımda da alırdım.
Kaybolmaya Yüz Tutan Değerlerimiz
Günümüzde kaybettiğimiz
nice değerimiz yanında, “hacı
yağı” veya “esans” dediğimiz
bu güzel âdetimiz de neredey-
se mazi olmak üzere. İbadetha-
nelerimize girdiğimizde teneffüs
edebileceğimiz güzel bir koku
artık burnumuza gelmiyor. Ca-
milerimiz daha ihtişamlı ve ba-
kımlı, ancak eskilerde ibadet
havasının bir parçası olan, ge-
leneğimizin bir cüz’ünü oluştu-
ran ve insanın içine huzur veren
o güzel esans kokusunu çok arı-
yoruz.
Bu geleneğin bizim çocuk-
luk dönemlerinde başladığı sa-
nılmasın. Malum olduğu üze-
re önceleri camilerimiz mum ve
kandillere konulan zeytinyağı
ile aydınlatılırmış. Özellikle ak-
şam, yatsı ve sabah namazların-
da yakılan mumlar ve kandiller
ile camilerin içi çok hoş kokar-
mış. İnsanlar camilere teneke-
lerle zeytinyağı hibe ederler ve
bunlarla kandillerin yakıtı te-
min edilirmiş. Bunun yanında
cemaat her zaman güzel koku-
lar süründüğünden dolayı da ca-
minin mânevî atmosferi bu gü-
zel kokuyla mezc olur ve cemaat
yaptığı ibadetten daha fazla haz
alırmış. Velhasıl ışığı loş cami-
lerdeki atmosfer çok farklı olur-
muş.
Daha eskiye, Hz. Peygamber
(s.a.v.) zamanına gidecek olur-
sak, camiye koku sürünerek gel-
menin son elçiyle birlikte baş-
ladığını görürüz. Dolayısıyla bu
güzel uygulamayı başlatan in-
san bizzat Rasûlün kendisidir.
O, sarımsak, soğan, pırasa gibi
başkalarını rahatsız eden şey-
“‘Esans sürünmek ilim halkalarımızın da bir geleneği
idi. Hocalar abdestlerini alır, en güzel elbiselerini giyer,
taranıp kokularını sürünerek ilim meclislerine gelirlermiş.”
Temmuz 201344 45
lerin yenilmesinin ardından ca-
miye gelinmesini kesin bir dille
yasakladığı gibi1, insanın güzel
kokular sürünerek mescide gel-
mesini de tavsiye ederlerdi.
Özellikle Cuma günleri yani ce-
maatin kalabalık olduğu zaman-
larda buna daha fazla ehemmi-
yet verirlerdi. Çünkü güzel koku
caminin her yanına dağılacak
ve cemaat teneffüs ettikleri hoş
kokuyla ferahlayacaklardı. Ko-
nuyla ilgili hadislerinden birin-
de Sevgili Peygamberimiz şöy-
le buyurmaktadırlar: “Bir kimse
Cuma günü yıkanıp elinden gel-
diği kadar temizlenir, yağın-
dan yağlanır veya evindeki ko-
kudan sürünür, sonra Cuma’ya
çıkar, iki kimsenin arasını
ayırmaz, daha sonra kendisi-
ne takdir kılınan namazı kılar
ve imam (hutbede) söze başla-
yınca susarsa, o Cuma ile öte-
ki Cuma arasındaki günahla-
rı mağfiret edilir.”2 Arabistan’ın
sıcak iklime sahip olması ve in-
sanların daha fazla terlemesi
nedeniyle Allah Rasûlü’nün ne
kadar ince düşündüğü -hiç şüp-
hesiz- dikkatimizi çekecektir.
Güzel Koku Sürünmek Sünnettir
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in
koku sürünmekle ilgili tavsiyesi
sadece camiyle kayıtlı değildir.
O her hâlükârda kokuyu teşvik
eder3, güzel koku sürünmenin
peygamberlerin sünnetlerin-
den olduğunu belirtir4, kokunun
kendisine sevdirildiğini söyler-
di.5 Evinde de her zaman güzel
koku kabı bulunurdu.6 Dışarı çı-
karken bu kokudan sürünür, ko-
kuyu sürme işini de çoğunluk-
la Hz. Âişe validemiz yapar, Hz.
Peygamber (s.a.v.)’e bırakmaz-
dı.7 Allah’ın elçisi dışarı çıktığın-
da da yanında esans bulundu-
rurdu.8 Bugünlerde ceplerinden
çıkardıkları esansı yanlarında-
ki cemaate ikram eden büyükle-
rimiz, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in
bu uygulamasını devam ettir-
mektedirler. Bunu yapan in-
sanlara gıptayla ve ayrı bir mu-
habbetle bakıyorum; beni hem
geçmişe götürüyorlar hem de et-
raflarındaki insanlarla birlikte
aralarında çok farklı bir muhab-
bet halesi oluşturuyorlar.
Allah Rasûlü, daha pek çok
hadisinde çeşitli münâsebetlerle
güzel kokuyu zikretmiştir.
Meselâ güzel arkadaşı misk sa-
tana benzetmiş, insanın hiç ol-
mazsa onun güzel kokusundan
istifâde edeceğini belirtmiştir.9
Bunun yanında oruçlunun ağız
kokusunun Allah katında misk
kokusundan daha hoş olduğunu
ifâde etmiştir.10
Bayanların durumuna gelin-
ce, kadınların dışarı çıktıkların-
da erkeklerin ilgisini çekecek
kokular sürünmelerini yasakla-
yan pek çok hadis bulunmakta-
dır.11 İbadetin ruhuna halel ge-
tirecek her bir şeye engel olmak
isteyen Rasûlullah bayanların
camiye gelirken koku sürün-
melerini de yasaklamıştır.12 Ka-
ranlığa rağmen yatsı namazına
gelmelerine müsaade etmiş, an-
cak koku sürünmemelerini iste-
miştir.13 Bununla birlikte Allah
Rasûlü kokusu çevreye yayılma-
yan hafif esansları sürünmeleri
hususunda hanımefendilere izin
vermiştir.14
Bir Âdâb Öğretmek
Esans sürünmek ilim halkala-
rımızın da bir geleneği idi. Hoca-
lar abdestlerini alır, en güzel elbi-
selerini giyer, taranıp kokularını
sürünerek ilim meclislerine gelir-
lermiş. Böylece okudukları ilme
gereken hürmeti göstermiş, karşı-
larındaki öğrencilere de bir âdâb
öğretmiş olurlarmış. Ayrıca bu
vakur halleri öğrencilerde saygı
uyandırırmış. Nitekim dört mez-
hep imamından biri olan İmam
Malik’in ilim meclisine oturma-
dan önce en güzel elbisesini giydi-
ği, abdestini alıp sakalını taradığı,
fesini takıp güzel koku süründü-
ğü ve vakar içinde oturup hadis-
leri okuduğu nakledilmektedir.
Neden böyle yaptığı sorulduğun-
da da “Allah Rasûlü’nün hadisle-
rine saygı gösteriyorum.” cevabı-
nı verirmiş.15
Ben de evimde her zaman
“hacı yağı” denilen esanstan bu-
lunduruyorum. Bazen çocuklu-
ğumdaki o kokuyu özlüyorum
ve her zaman teneffüs edeyim
diyerek bıyıklarıma sürüyorum.
Gün boyunca o kokuyu aldıkça
kendimi her an camideymiş gibi
hissediyorum ve çocukluk dö-
nemim hiç aklımdan çıkmıyor.
Sanki o an yaşadığım hayat ile
geçmişteki yaşantımı aynı anda
yaşıyor gibi oluyorum.
2005 yılında umrede,
Kâbe’nin avlusunda duvara yas-
lanmış otururken Beytullah’ı
seyrediyordum. Yanıma daha
sonra doktor olduğunu öğre-
neceğim Senegalli biri oturdu.
Yarım saate yakın sohbet ettik.
Sanki aynı mahalleden veya aynı
köyden gelmiş gibiydik. Mü’min
olmanın getirdiği kardeşlikle
neredeyse konuşmadık mese-
le bırakmadık. Ayrılırken bana
büyükçe bir şişe esans hediye
etti. “Beni hatırlayıp bu kardeşi-
ne dua edersin.” dedi. O şişenin
esansını birkaç yıl gıdım gıdım
kullandım. Her süründüğümde
onu ve İslâm’ın bize kazandır-
dığı güzel kardeşliği düşündüm.
Bu yüzden “hacı yağı” deyip geç-
memek gerekir.
Günümüzde parfüm nere-
deyse esansın yerini aldı. Oysa
esans ne kadar bizim geleneği-
mize ait ise parfüm de o kadar
bize yabancıdır. Belki de bu yüz-
den ben, esans kokusunu aldı-
ğımda büyük bir keyif alırken
parfüm kokusunu hissettiğimde
son derece rahatsız oluyorum.
Lakin toplumsal dönüşümü-
müzle birlikte esans artık tahkîr
edilen bir nesne haine geldi. İn-
sanlarımız esans sürünene kü-
çümser gözle bakıyor, “Hacı
yağı sürünmüş” diyor; modern
zamanların gerisinde kalmış,
geçmiş zaman adamı gibi gö-
rülüyor. Doğrusu ben namazda
takmayı artık terk ettiğimiz tak-
ke kadar, kullanmayı bıraktığı-
mız misvak kadar esansı da öz-
lüyorum.
Yaşı elliye yakın veya üstün-
de olanlar muhtemelen bu ya-
zıyı çok farklı okumuşlardır;
neleri kaybettiğimizi düşün-
müşlerdir; insanların değerleri
kaybolmaya başladığında, küçü-
ğüyle büyüğüyle her şeyin aynı
anda yavaş yavaş hayattan çekil-
meye başladığını tekrar fark et-
mişlerdir. Camilerde başlardan
giden takkeleri, ellerden uzakla-
şan doksan dokuzluk tesbihleri,
unutulan mevlid merâsimlerini
hayıfla anmışlardır. Gençlere
gelince, bu yazının, bizlerin ne-
reden nereye savrulduğumuzu
anlamalarına katkı yapacağını
ümit ediyorum.
Değerlerimize dönmemiz ve
sonu misk olan cennet şarabın-
dan nasipkâr olmamız dileğiyle.16
1 Muslim, 874.2 Buhârî, 883.3 Tirmizî, 912.4 Tirmizî, 1000.5 Nesâî, 3878.6 Ebû Dâvûd, 3631.7 Buhârî, 5468.8 Kenzü’l-Ummâl, 17614.9 Buhârî, 1959.10 Tirmizî, 695.11 Tirmizî, 2786.12 Muslim, 997; Ebû Dâvûd, 565.13 Muslim, 996.14 Tirmizî, 2711.15 Muvatta’, Rivayetu Muhammed, mukaddime, I/28.16 83/Mutaffifîn, 26.
*Prof. Dr.
Dipnot
47
ORUÇTakvayı Kuşandıran İbadet:
İbadetin yoğun iklimi olan üç ay-
lar, değerini bilen mü’minler için
gerçekten önemli fırsat zamanla-
rıdır. Bu aylar girdiğinde mü’minleri ayrı bir he-
yecan sarar. Bu heyecanın devamını istedikle-
ri için de şu duayı her gün yaparlar: “Allah’ım!
Receb ve Şaban’ı bize mübarek (bereketli) kıl ve
bizi Ramazan’a ulaştır!” Bu dua adeta, Recep ve
Şaban’ın esas hedef olan Ramazan için birer ve-
sile olduğunu ifade eder. Çünkü şehr-i Ramazan
diğer aylardan birçok bakımdan farklıdır. Bu yazı-
mızda Ramazan’ı farklı kılan oruç ibadetiyle ilgili
bazı soruların cevabını aramak istiyoruz:
Orucun Farz Kılınmasının Hikmetleri Nelerdir?
Kur’ân’da orucun farz kılındığını anlatan
âyet aynı zamanda orucun farz kılınmasındaki
hikmeti çok veciz bir şekilde ifade etmektir. Buna
göre oruç, takva makamına erişmeyi sağlamak,
yaşamak ve hızlandırmak için farz kılınmıştır.
Orucun hikmetine dair yorum yapan İbn Arabi,
Gazali, İzzüddin b. Abdisselam vb. âlimler
bu takvanın nasıl elde edileceğinin yollarını
göstermeye çalışmışlardır. Buna göre genel olarak
oruç;
- Derecelerin yükselmesi, hataların örtülmesi
ve günahlara kefaret, şehvetlerin kırılması, sada-
kaların çoğaltılması, tâatların artırılması, isyan ve
ilahi emirlere muhalefeti çağrıştıran şeylerden sa-
kınmaktır.
Bunun yanında orucun şu hikmetlerine de dik-
kat çekilmiştir:
Ruh ve Beden Sağlığı: Oruç ruhun doyurulma-
sıdır. İnsanın aslı toprak olduğundan onda toprak
unsuru ve ruh unsuru vardır. Toprak unsuru onu
alçak durumlara çekmeye çalışırken, ruh unsuru
onu yüce seviyelere çıkarmak ister. İşte oruç insa-
nın balçık unsuruna galip gelip ruhun istekleri is-
tikametinde yükselme çabasına en iyi şekilde yar-
dımcı olacak ibadettir.
İrade Eğitimi: Bu, oruçlunun sabra alışmasıy-
la ortaya çıkar. Hadiste “Orucun sabrın yarısı”
olarak ifade edilmesi de bu eğitimin başarıya eriş-
tiğini göstermek içindir.
Oruçluya sataşma yasağı getirilmesi, sataşana
“Ben oruçluyum.” şeklinde mukabele etmesinin
istenmesi ve çirkin davranışlardan sakınmasının
tavsiye edilmesi de irade eğitiminin bir parçasıdır.
Nefis Terbiyesi Ve Şehvetleri Frenleme: Bu, en
güzel ifadesini “Oruç kalkandır.” hadisinde bul-
muştur. Aksi halde oruç hedefine ulaşmaz, boşu-
na aç, susuz kalma eylemi olur.
Esasen Ramazan ayında cennet kapılarının
açılması ve şeytanların bağlanması da bu kapsam-
da değerlendirilebilir. Yani oruç tutan, kendisine
cennet kapılarını açacak ibadet ve davranışları ar-
tırmış, cehennem kapılarını açacak olanları azalt-
mış, yok etmiş ve isteklerine uymayarak şeytanını
bağlamayı hedef edinmiş demektir. Oruçta niye-
tin farz olması da orucun bir farkındalık ve bilinç
hali olduğunu gösterir.
Aynı zamanda oruç sosyal yönü itibariyle, ni-
metlerin kıymetini bilmeyi, oruçlu olunduğu sü-
rece zengin fakir arasında eşitlik hissi yaşamayı
sağlar. Fakirlere yardım, onların halini düşünme
fırsatı vermesi de onun ayrı bir hikmeti ve güzel-
liğidir.
Oruç, Sadece İmsakten İftara Kadar Aç-Susuz Kalmak mıdır?
Bazılarının orucu sadece bu kadardır. Ancak
bu, zahiri fıkhın yani genel olarak fıkıhçıların dış
çerçevesini belirledikleri oruçtur. Bu, orucun sa-
dece şekil şartı ve dış kabuğudur. Bunun içini dol-
durmak gerekir. Oruçta hedef takva olduğu için
bu noktada sufilere kulak vermek ve sufi orucu
tutmak gerekecektir. Oruç hakiki bir zühddür. Bu
sebeple tasavvufî bakışta, midenin yeme ve içme-
den, gözün şehvetle bakmaktan, kulağın gıybet ve
dedikodu dinlemekten, dilin gaflet ve dünya ke-
Temmuz 201346
FıkıhAbdullah KAHRAMAN*
Temmuz 201348
lamı konuşmaktan, bedenin Allah’a isyandan ve
dünyevî lezzetlerden uzak tutulmasına özel önem
verilmiştir. Mesela, fıkıhçılara göre gıybet vb. dav-
ranışlar orucu bozmazken sufilere göre bozar ve
o günün orucunun kaza edilmesi gerekir. Böy-
le bir oruç Ebû Talib el-Mekki’ye göre “havassın
orucu”dur.
Bu sebeple Gazali gibi mutasavvıf âlimler
orucu kısımlara, derecelere, tabir yerinde ise
kurlara ayırmışlardır. Müslümanlar bu kurla-
rı takip ederek kendilerini ve oruçlarını test
etmelidirler. Bunlar aynı zamanda tutulan
orucun kalite açısından mertebeleridir:
Avamın orucu: Mide ve cinsel organlara
tutturulur. Onların ihtiyaçlarının oruç süre-
since karşılanmaması esastır. Havassın oru-
cu: Bütün azalara tutturulur. Bu da azaların
günah sayılan davranışlardan korunması ile
olur: Aynı zamanda bu sâlihlerin orucudur.
Havassu’l-havâssın orucu: Kalbin dünya-
ya ait süflî düşüncelerden korunması ve ma-
sivadan tamamen arındırılmasıyla olur. Bu
orucu tutanların Allah’tan başka düşüncele-
ri olmaz. Bu şekilde bir orucu ancak peygam-
berler, sıddîk ve mukarrebler tutabilir.
Böylece sufiler oruçla insan için “Samediy-
yet” makamına ulaşmayı hedeflerler. Bu nok-
tada sözü İbn Arabi’ye verelim:
İbn Arabi’ye göre oruç; Allah’ın es-Samed,
el-Muhyi el-Mümit gibi sıfatlarıyla mutta-
sıf olmaktır. Oruç, tenzihiyyet makamına er-
mektir, müşahededir, terktir ve bütün azala-
ra oruç tutturmaktır. İnsana ait olan ve insanı
ayakta tutan, yeme, içme gibi temel ihtiyaç-
lara muhtaç olmayı bırakmak ve bunlar ol-
madan yaşayabilmektir. Bunları terkteki haz-
zı yakalamaktır. Bu anlamda mecazen ibadet
sayılır. Oruçlu ihsan makamını elde etmeye
adaydır. İşte oruçlunun iki sevinç kaynağı ol-
ması demek de aslında budur. Çünkü oruçlu,
Allah ile arasında engel teşkil eden ve düşün-
cesini süflileştiren dünyevî ihtiyaçları terk
ederek adeta Rabbine kavuşur ve bunun se-
vincini yaşar.
Oruçta Normal Hayata Devam mı Gerekir, Yoksa Dinlenme
Biraz Artırılabilir mi?
İslâm’ın genel ve özellikle ibadetlerdeki hede-
fi, bazı mistik ve beşerî din sistemlerinde olduğu
gibi, bedene işkence değildir. İslâm’ın hedefi, in-
sana fıtratını buldurmak ve onun gereklerini yap-
tırmaktır. Bütün emirler gibi ibadetler ve oruç da
insan fıtratına uygun bir ibadettir. Bundan dola-
yı oruç, insanın beşerî imkânları dâhilinde em-
redilmiş, bu sınırları aşacak duruma gelenlerden
yükümlülük ya geçici olarak veya tamamen kal-
dırılmıştır. Hasta ve yolcular geçici, kronik has-
ta ve aşırı yaşlılar ise, imkânları varsa fidye ve-
rerek, tamamen oruçtan muaf tutulmuşlardır.
Orucu emreden ayette hem ruhsatlardan bahse-
dilmesi, hem de kolaylık ilkesinin hatırlatılması
bunu göstermektedir. Dolayısıyla oruçta imkân
dâhilinde bedeni zorlamamak esastır. Çünkü be-
den zorlandıkça oruç bundan etkilenecektir. Ma-
kul tahammüller orucun sevabını artırabilirse de
takati aşan durumlar için böyle bir şey söylene-
mez. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in yolculukta oruç
tutmakta direnip aşırı zorlanan ve bu sebep-
le arkadaşlarını serinletsinler diye başına topla-
yan bir sahabisine: “Seferde oruç iyilik değildir.”
şeklindeki ikazı bu noktada önemlidir. Aynı za-
manda iftarda acele edilmesi, sahurun en son da-
kikalara ertelenmesi tavsiyesi de bu anlamda de-
ğerlendirilebilir.
Ramazan’da hayat normal olarak devam eder.
İstirahat imkânı olanlar da edebilirler ve etmeleri
tavsiye de edilebilir. Bu, orucun uykuya tutturul-
masından ayrı bir şeydir.
Orucu Diğer İbadetlerden Ayıran Özellikler Nelerdir?
Sözlükte oruç, yemeği, içmeyi, cinsel ilişkiyi
terk etmek ve kendini tutmak gibi anlamlara ge-
lir. Dinî bir terim olarak ise, özel bir şekilde ken-
dini tutmaktır.
İslâm’ın beş temel rüknünden biri olan oruç,
nuranî, ruhanî bir ibadet olup kul ile Allah arasın-
da özel bir sır mahiyetindedir. Ramazan ayında
Müslümanlara farz kılınmıştır. Ramazan ayı dı-
şında da nafile olarak oruç tutulması Hz. Peygam-
ber (s.a.v.) tarafından hem fiilî hem de kavlî sün-
netlerle teşvik edilmiştir.
Orucu diğer ibadetlerden ayıran bazı özellikler
şöyledir:
Oruçta gösteriş olmaz: Orucu oruç hali-
ne getiren esasen niyettir. Bundan dolayı oru-
cun geçerli olması için niyet şart koşulmuştur.
Zira yeme içme gibi eylemler niyetle terk edil-
mekte ve nefsin, zahiren orucu bozan bu is-
teklerine dur denilmektedir. Böylece yememe
ve içmeme eylemi Allah’a ibadete dönüştürül-
mektedir. Bunu sağlayan niyettir. Niyet giz-
li bir şeydir. Onu Allah’tan başka kimse bile-
mez. Bu sebeple oruç da dil ile veya fiille ifade
edilemeyen, gösteriş tarafı olmayan müteva-
zı ve gizlilik özelliği taşıyan bir ibadettir. Kud-
si bir hadiste “Âdemoğlunun bütün ibadetleri
kendisi içindir, oruç ise benim içindir ve onun
mükâfatını ancak ben veririm.” buyurulma-
sı orucun bu yönüne işaret etmektedir. Açlık
ve susuzlukla krallara ve putlara değil, ancak
Allah’a ulaşılır.
Oruç sadece Allah için yapılan bir ibadettir.
Geçmiş milletlerde putlar için oruç tutma âdeti
olmamıştır. Hâlbuki putlar ve sahte tanrılar için
rükû, secde ve kurban adama şeklinde ibadetler
yapılmıştır.
Oruç, insanın behimi özelliklerinden sıyrılabi-
leceğinin bir ispatıdır. Bundan dolayı da ilahi ah-
lak ile behimi alışkanlıklar arasında bir dengedir.
Oruçlu için cennette “Reyyân” adı verilen özel
bir kapı tahsis edilmiştir. Oruç kulu doğrudan
Allah’a ulaştıran İslâm, iman, kunut, sıdk, sabır,
huşu, tasadduk, hıfz ve zikir gibi mümine ait üs-
tün özellikler arasında sayılmıştır. (33/Ahzâb,
35.) Buna göre oruç sadece Allah için tutulduğun-
dan, O’na götüren ana yollardan biridir.
O zaman bu seneki orucumuza bir hedef koya-
rak avamın orucundan havasın orucuna ulaşmayı,
fıkıh orucunun içini doldurarak sufi orucuna var-
mayı başarmaya çalışalım inşallah! * Prof. Dr.
49
51
DAİRSEVGİYE
Sevgi öğrenilebi-
len bir duygudur.
İnsanın yaşamın-
da, sosyal çevresinde, inancın-
da ve dünya görüşünde sevgi
varsa nasıl seveceğini ve kim-
leri seveceğini kolaylıkla öğre-
nir. Aksi halde işi zordur. Aynı
zamanda bir sevgi filozofu
olan Mevlâna, “Öğrenmeye ça-
lış sevmeyi, güzel olan ne var-
sa kâinatta her şeyi, sen sev-
mesini öğrendinse, şimdi artık
öğretmelisin. Bütün kâinat bir
birine sevgi zinciri ile bağlan-
mış, Sevgisini öğren ki o za-
man dersin: Ölümsüz olan da
varmış.” der. Buna göre Allah’ı
layığı ile sevebilen; Peygam-
berimizin, “Allah’ın ahlâkı ile
ahlâklanın” hadis-i şerifinin ge-
reğini yerine getirmiş olur. Al-
lah; merhamet, iyilik, yardım,
adalet, güvenilir olma vb. ahlakî
sıfatlarla kendini tanımlamak-
ta ve kullarından da bunları is-
temektedir. Allah’ın ahlâkı ile
ahlaklanma tavsiyesi, O’nun sı-
fatlarını özümseme ve yaşam bi-
çimi haline getirme amacını ger-
çekleştirmeye matuftur. Allah’ı
sevmek ve Allah tarafından se-
vilmek için Kur’an-ı Kerim’de
“üsve-i hasene” (en güzel örnek)
olarak takdim edilen Hz. Mu-
hammed (s.a.v.)’e tâbi olmak
gerekiyor.1 Ona severek bağlan-
mak, bir lidere ve rehbere tabi
olma, yüksek kişiliklere hayran-
lık duyma, onu idealize ederek
ahlakıyla bütünleşme ihtiyacı-
mızı karşılıyor. Allah’ın “Habi-
bim!” (Sevgilim) dediği gül ko-
kulu Nebi’nin sevgisi, kendi
erdemlerini aktararak seveni-
ni yüceltir. Peygamberimizi ger-
çekten sevebilen birisi gülde,
onun eşsiz cemalini ve kokusu-
nu hisseder.
Sevilenler
Anne sevgisi ile baba sevgi-
si farklıdır. Anne şartsız ve kar-
şılıksız sever. Çünkü çocuk, sa-
dece bünyesinin değil yüreğinin
de bir parçasıdır. Babanın sev-
gisi şartlıdır. “Dediğimi yapar-
san, dediğim gibi olursan seni
severim.” der ya da böyle deme-
ye getirir. Güçsüz ve çaresiz bir
çocuk için annenin sevgi dolu
kucağı, güvenli bir sığınak, güç
ve cesareti öğreten baba sevgi-
si ise sağlam bir dayanaktır. Ge-
othe der ki: “Hiç kimse kolların-
da çocuk tutan bir anne kadar
çekici ve birkaç çocuk arasında-
ki kadın kadar saygı değer değil-
dir.” Allah’ın, eseri olması ha-
sebiyle kulunu sevmesi anne
sevgisi gibi şartsız, kulunun
amelini sevmesi hakkaniyet ge-
reği baba sevgisi gibi şartlıdır.
Sevgi cevheri kemâl, lezzet
ve menfaat saikinden biri ya
da hepsinin uyarısıyla hareke-
te geçer ve tercih ettiği bir saik-
le mahiyet kazanır. Kemâl (ol-
gunluk) saikinin uyardığı ve
beslediği sevgi, şefkatle muha-
taba ulaşır. Şefkatli sevgi, kar-
şılık beklemeden iletilen bir
duygu ve hizmettir. Bunun eş-
siz örmeğini annelerde görü-
rüz. Anneyi şefkatli sevgi yü-
celtir ve ulvileştirir. Allah’ın
kullarına olan sevgisi ise anne
sevgisinden kat kat fazladır.
Anneler, şefkatli sevgilerinin
kapsama alanına kendi çocuk-
larından başka eş, dost ve sev-
giye layık diğer kimseleri al-
dıklarında erdemin zirvesine
ulaşırlar. Erkeklerin de bu zir-
veye ulaşmaları anne sevgisiy-
le yani şefkatli sevgiyle sevebil-
melerine bağlıdır.
Temmuz 201350
EğitimMukadder Arif YÜKSEL
“İnsan ya kendindeki sevgiyi ya da kendi sevgisine en
yakın olanı sever. Sevgi ilâhî menşei olan bir eserdir.
Belki de sevgiye acının karışması, müessir (sevginin
gerçek sahibi, yaratıcısı) dururken, eserin ondan daha
ziyade sevilmesindendir.”
Temmuz 201352 53
Eşler arasındaki sadece iki
kişiye özel sevgi; huzur, sükûn
ve mutluluk kaynağı olması ba-
kımından Yüce Yaratıcının var-
lığının bir delilidir.2 Eş sevgisi,
cinsel arzu değildir. Öyle olsay-
dı, cinsel arzu karşılandığın-
da sevginin de bitmesi gerekir-
di. Psikologlara göre cinsel arzu
sadece bir kaşıntıdır. Eş sevgi-
si, eşlerin, anı, mekânı ve ha-
yatı paylaşırken hâsıl olan fe-
rahlıktır, romantizmdir. Eşten
başka hiç kimsenin eş sevgisine
olan ihtiyacı karşılaması müm-
kün değildir. Bir bütünün iki
eşit parçası gibi olan eşleri an-
cak samimi bir sevgi bütünleş-
tirebilir ve sevgiyle bütünleşen
hayat gerçek anlamına kavuşur,
gözümüz ve gönlümüz helalin-
den doyuma ulaşır.
Sevgi, vererek mutlu olmak-
sa eğer (şefkat), bunun en so-
mut örneği evlat sevgisinde or-
taya çıkar. Evladımıza kanımızı,
malımızı, emeğimizi ve geleceği-
mizi veririz. Başkalarına verir-
ken acıtan verme duygusu, evla-
da verirken mutluluğa dönüşür.
Onlar bize insan düzleminde bü-
yük olmamıza ve ilâhî bir mes-
lek olan mürebbiliği (terbiye
edicilik) ifa etmemize imkân ve-
rirler. Onları dünyaya biz davet
ediyoruz. Biz, doğumlarından
sonra onların isimlerini yaşatı-
yoruz onlarsa bizim ölümümüz-
den sonra ismimizi yaşatıyorlar.
Ölümsüzleşenler ya da ölümsüz
eserler bırakanlar, hamuruna
sevgi mayası katılarak yoğrulan
çocuklar arasından çıkıyor. On-
ların sevgisi bizim umutlarımızı
besliyor, bizim sevgimiz ise on-
ların güç ve yeteneklerini.
Dostlarımız da sosyal çevre-
mizin doğal ve zaruri unsurları-
dır. Dostlarını göz ardı etmiş
olanın asosyal hayatı ne kadar
mutlu ve renkli olabilir ki? Dost-
larımızın sevgi ve desteğiyle mo-
tive oluruz. Başarılarımız, dost-
larımızın destek ve takdirleriyle
taçlanır. Dostlarımızla neşemize
neşe katar, üzüntülerimizi hafif-
letiriz. Dostlarımızın sevgisi gü-
ven, tecrübesi rehber, sohbeti
gıda, ikazı ilaç hükmündedir.
“Meveddet, (sevgi) iki ka-
rabetten (yakınlık) biri-
dir.” kelâm-ı kadîmi, bir soy
akrabalığı, bir de sevgi akra-
balığı olmak üzere iki türlü ya-
kınlık olduğunu ifade eder. An-
cak “Muhabbetten daha yakın
karâbet yoktur ve düşmanlıktan
daha öte bir uzaklık da mevcut
değildir.” sözüne göre de asıl ya-
kınlığın “sevgi bağı” ile meyda-
na geldiği anlatılmaktadır. Şair
şöyle diyor:
Âlemde çün mehabbet imiş
akreb-neseb
İhvâna bundan gayrı olur
mu aceb neseb?
(Âlemde en yakın bağ mu-
habbet bağı imiş /Dostlar için
bundan başka nesebe ne gerek
var.)
Yüzümüzü öperek, saçımı-
zı okşayarak, kulağımıza hoş
nağmeler bırakarak esip giden
rüzgârın altında havası, suyu ve
ortamı temiz, çevresi sakin bir
doğa parçası, birbirini adalet-
le takip eden ve sevinçle kuca-
ğımıza atlamak istercesine bize
koşan deniz dalgaları sevgi duy-
gularını depreştiren romantik
uyarıcılardır bence. Kedi ve kö-
pek gibi evcil hayvanlarda, sağ-
mal hayvan yavrularında, hatta
vahşi hayvan yavrularındaki se-
vecenlik, ilâhî kudretin harika
eserleri olması yanında herhal-
de çağdaş olmamızla, aynı ha-
vayı teneffüs etmemizle ve aynı
dünyayı paylaşıyor olmamızla,
en önemlisi daha ziyade asil bir
insanî duygu olan sevme duygu-
muzun sevecen olanı keşfetme
yeteneğiyle ilgilidir sanırım.
Birini sevmek, sadece güçlü
bir duygu değil, bir karardır, bir
yargıdır ve bir söz vermedir di-
yor, E. Fromm ve devam ediyor:
“Çünkü duygular geçicidir. Sev-
me eylemine karar ve yargı ka-
rışmasaydı o sevginin ölünceye
kadar devam edeceğini nasıl ga-
ranti edebilirdik. Ayrıca sevgiye
değer olan nesneyi de seven keş-
fediyor. Ona bir değer biçiyor,
bir paye veriyor. Sevilen, seve-
nin iltifatıyla sevgili unvanına
kavuşuyor.”
Her yönü ile duygusal olan
sevginin eserleri ve faydala-
rı da duygusaldır ama bu eser-
ler ve faydalar, her birey için çok
hayatî bir önemi haizdir. Sevgi,
stresin yol açtığı zihinsel buna-
lım sebebiyle düşüncenin bloke
edilmesini engeller, hafıza net-
liği sağlar, sistemleri sağlam ça-
lışan bir ruh hali ile çok olum-
lu maddî ve manevî yararlar
sağlar. Şefkatli sevgi, hem şef-
kat edende, hem de şefkat edi-
lende güven duygusunu tesis
eder. Oysa diğer verme türlerin-
de “acaba karşılığında ne istiyor
veya ne vermem gerekir” gibi bir
endişe daima akla gelir. Sev-
ginin her miktarı kanaatkâr bir
kalbi tatmin ve teskine elveriş-
lidir. Sevgi, sevileni sevginin et-
kin gücüyle kendine bağlar ve
onun oluşturduğu güvenlik or-
tamında huzura kavuşturur.
Sevginin Dost ve Düşmanları
Sevgi, dostlarının hazırladı-
ğı uygun ortamda oluşur ve ge-
lişir. İlgi, sezgi,
yaratıcı kişilik,
özgürlük, sabır,
kararlılık, so-
rumluluk duy-
gusu, inanç,
bilgi ve bi-
linç, acı ve hü-
zün duyguları
sevginin en ya-
kın dostlarıdır.
Sevgi, dostla-
rıyla sağladığı
işbirliği netice-
sinde sahibine
iç güzellik, ufuk
genişliği, öz-
güven, merha-
met, dayanışma, hoşgörü, saygı,
fedakârlık, samimiyet, umut,
neşe ve mutluluk gibi yüksek
insanî erdemleri kazandırır.
Öte yandan bencillik, gurur,
kibir, kıskançlık, iki yüzlülük,
kuşkuculuk, kin ve nefret gibi
kişisel kompleksler, menfaat-
çi (pragmatist) ve fırsatçı (opor-
tünist) tutumlar ve haksızlık,
sevginin en amansız düşmanla-
rıdır. Bu duygular bireydeki sev-
giyi yok ettiği gibi çevredeki sev-
gilere de zarar verir. Sevginin
kendisini savunması için bir
miktar, kötülükten nefret etme
duygusunu yedekte bulundurul-
ması her zaman yararlı olur.
Seven insan canlı cansız her
varlığın mayasının sevgi oldu-
ğuna inanır. Sevimsiz, zalim in-
sanın mayası da sevgidir ama
bozulmuştur. Mayası saf olan
tek zümre sevenlerdir. Sevi-
lenler için de aynı şeyi söyleye-
miyoruz. Çünkü sevgide bazen
sapmalar da meydana gelir ve
sevgiye değer olmayan nesnele-
rin de sevildiği görülür.
İnsan ya kendindeki sevgiyi
ya da kendi sevgisine en yakın
olanı sever. Sevgi ilâhî menşei
olan bir eserdir. Belki de sev-
giye acının karışması, müessir
(sevginin gerçek sahibi, yara-
tıcısı) dururken, eserin ondan
daha ziyade sevilmesindendir.
Sevgi içindeki acı ve hüznün,
seveni eğitmek ve olgunlaştır-
mak gibi çok önemli bir rolü
ifa ettiği de düşünülebilir. Biz-
ler acıyı öylesine özümsemişiz
ki hayattaki acılar, yemekte-
ki acılı baharatlar gibi yaşama
renk ve tat katmaya başla-
mış. Acısız, ne yemeğin, ne de
hayatın tadına varılabiliyor.
Buna rağmen aşağıda malze-
me ve yapılış tarifini verece-
ğim, içinde neşe ve mutluluk-
tan başka bir tat bulunmayan
“sevgi yemeğini” başka bir de-
yişle “insanlık yemeğini” öner-
mek isterim:
Sevgi Yemeği
M a l z e -me: Bir ölçek
selâm, iki ölçek
hayırlı günler,
biraz ilgi, bir tu-
tam anlayış, nor-
mal ölçülerde
nezaket, bir tatlı
kaşığı hoşgörü...
Y a p ı l ı -şı: Malzemeyi
iç dünyanızdan
alın, temizdir yı-
kamak gerek-
mez, gönül mutfağında hazır-
layın. Özenle hazırladığınız
malzemeyi sevgiyle karıştır-
dıktan sonra gönül fırınında
sevgi sıcaklığı derecesinde pi-
şirin. Sevgi yemeği hazır hale
geldikten sonra dostlarınıza
bizzat kendiniz servis yapın.
Tükenir diye ketum davran-
mayın zira bu yemek herkese
yeter. Seven ve sevilenlerden
olası
1 3/Al-i İmran, 31.2 30/Rum, 21
Dipnot
55Temmuz 201354
Mu s t a f a
Takî Efen-
di, Millî
Mücadele’nin etkin simaların-
dan birisidir. O, halk üzerinde-
ki etkisi ve siyasî mücadelele-
ri ile bu döneme damga vuran
bir ilim adamıdır. Takî Efendi,
döneminde, meşrutiyetle mem-
leketin idare edilmesi, hesap
verebilir bir yönetimin iş ba-
şında olması, adaletin tesis edi-
lebilmesi ve istibdat yönetimi-
ne karşı tavrı ile birçok ismi de
etkilemiştir. O, fikirlerine gö-
nül veren birçok siyasî oluşuma
destek vermiş ve fikirlerini top-
lumun her kesimine ulaştırabil-
me düşüncesiyle çeşitli yayın
organlarında birçok makale ka-
leme almıştır. Takî Efendi’nin
Sebilürreşat, Sırat-ı Müstakim,
Beyanü’l-Hak ve Vicdan gibi
mecmualarda yayımlanan yazı-
ları tespit edilmiş ve bu maka-
leleri üzerinde bazı çalışmalar
da yapılmıştır.1 Yakın zaman-
da ‘Takî Efendi’nin yazılarının
Mikyas-ı Şeriat adlı mecmua-
da da yayımlanmış olması ihti-
malinden hareketle yaptığımız
bir araştırmada bu mecmuada
yayımlanmış ve daha önce baş-
ka kaynaklarda zikredilmemiş
iki makalesine daha ulaştık. Bu
çalışmamızda mecmua ve Takî
Efendi’nin bu mecmuada ya-
yımlanan makaleleri üzerinde
durmak istiyoruz.
Mikyas-ı Şeriat ve Mustafa Takî
Efendi’nin Makaleleri
Mecmua, meşrutiyet döne-
minde yayın hayatına başla-
mıştır. Gazetenin imtiyaz sahibi
Hüseyin Remzi Bey’dir. Gazete
dinî içerikli ve meşrutiyeti savu-
nan yazıları ile dikkat çekmiştir.
Gazetenin imtiyaz sahibi Hüse-
yin Remzi, 11 Mayıs 1909 tari-
hinde tutuklanarak ömür boyu
hapse mahkûm edilmiştir ve bu
tarihten sonra gazete yayın ha-
yatından çekilmek zorunda kal-
mıştır.2
Mustafa Takî Efendi, kale-
me aldığı iki makale ile gaze-
tenin meşrutiyet fikrine destek
vermiş ve kendisinin de bu fik-
ri benimsediğini açıkça ifade et-
miştir. Takî Efendi, gazetenin
24 Rebiyülevvel 1327 Perşem-
be/2 Nisan 1325 tarihli ve 28
numaralı sayısının başyazısında
(s. 2–3) döneminde meşrutiyet
sistemini hâkim kılmak için ku-
rulmuş birçok birlikteliğe işaret
etmiştir. Açıkça İttihat ve Te-
rakki Cemiyeti’ni desteklediği-
ni, bu cemiyetle paralel fikirle-
ri paylaşan ‘Cemiyet-i İlmiye-i
İslâmiye’, ‘Fedâkerân-ı Millet’,
‘İttihâd-ı Muhammediyye’ ve
‘Ahrâr Fırkası’ gibi cemiyetle-
ri milletin birlik ve beraberliği-
ne hizmet için bir araya gelmiş
topluluklar olarak benimsediği-
ni ifade etmiştir. Takî Efendi, bu
fırkaları desteklediğini, düşün-
celerini paylaştığını ve icraatla-
rını beğendiğini yazısında dile
getirmekle birlikte bu cemiyet-
lerde gördüğü bazı eksikliklere
de değinmiştir. Onlara birlikte
hareket etmelerini tavsiye eden
MUSTAFA TAKÎ EFENDİ VE
KültürFatih ÇINAR
MİKYAS-I ŞERİAT
57Temmuz 201356
Takî Efendi, bu cemiyetleri bir-
birlerinin alternatifleriymiş gibi
görmenin son derece yanlış bir
fikir olduğunu belirtmiştir. Ona
göre, hepsinin amacı adalettir,
adalet olmalıdır ki adaletin de
tam karşılığı İslâm’ın emir ve
yasaklarını uygulayarak insan-
ların dünya ve ahiret mutluluk-
larını sağlamaktır. Takî Efen-
di, bu makalesini şu
cümleler ile sonlan-
dırmıştır: “Yani bir
olduğu ilan olunma-
lı, bir taraftan siyasî
konuşmalar ve diğer
taraftan dinî ve hik-
met içerikli yayın-
larda tek bir amacın
olduğu vurgulanma-
lıdır. Osmanlı’nın
meşru şekilde akla
uygun olarak birli-
ğini temine çalışma-
lıdır. Son olarak ifa-
de etmemiz gerekirse
tefrikadan/ayrılıktan
uzak duralım. ‘De ki:
Ey kitap ehli! Sizin-
le bizim aramızda
ortak olan bir söze
geliniz. Allah’tan
başkasına kulluk et-
meyelim, O’na hiçbir
şeyi eş tutmayalım
ve Allah’ı bırakıp da kimimiz
kimimizi ilâhlaştırmasın. Eğer
onlar yine yüz çevirirlerse, de-
yin ki: ‘Şahit olun biz Müslü-
manlarız.”3
Takî Efendi’nin Mikyas-ı
Şeriat’ta kaleme aldığı ikinci
makalesi ‘Sivas İttihat ve Terak-
ki Cemiyeti İlmiyye Şubesi’nin
gazetede yer alan ve ‘Aynen’
başlığını taşıyan ilanı ile ilgi-
li görüşlerinden oluşmaktadır.4
Bu çalışmasında Takî Efendi,
‘Fetavâ-yı Cihangiriyye’, Orhan
Gazi döneminde Alâeddin Paşa
tarafından konulan ‘Askerî Ni-
zamname’, Sultan Mehmet
Han tarafından tesis ettirilen
‘Kânûn-ı Muhammedî’, Sul-
tan Mahmud Han tarafından
‘Tanzimat-ı Hayriye’ ismiyle uy-
gulanılmak istenen ıslahat fer-
manı ve ‘1293 Kanun-i Esasisi’
gibi Osmanlı toplumunu ıslah
için kaleme alınan çeşitli fer-
man ve kanunnamelerin geçir-
dikleri aşamalardan ve gelinen
noktada bu ferman ve kanunna-
melerin değerlerinden bahset-
miştir. Takî Efendi, Sivas İtti-
hat ve Terakki Cemiyeti İlmiyye
Şubesi’nin gazetede yer alan ifa-
delerini desteklemek için kale-
me aldığı bu yazısında şeffaf,
hesap verebilir ve halkı ile ba-
rışık bir idarenin kaçınılmaz ol-
duğundan bahsetmiş ve bu sis-
temin de ancak meşrutiyet ile
gerçekleşebileceğini izah etme-
ye çalışmıştır. O, İslâm’ın yeni
karşılaşılan olaylar karşısında
yetersizmiş gibi gösterilmesini
haksızlık olarak kabul etmiş ve
bu konuyu şu şekilde
değerlendirmiştir:
İslâm Kanunları ve
İlkeleri
“Yüce İslâm dini,
bazılarının zannet-
tiği gibi, bugünün
gelişmesini ve iler-
lemesini temin ede-
meyecek yetersiz ve
sınırlı bir durumda
değildir. Yüce İslâm
dini bugünkü geliş-
melerin ve ilerleme-
lerin milyonlarca ka-
tına da çıksa onu da
temin edecek kanun-
lara ve ilkelere sahip-
tir. Bu gerçek birçok
yabancı tarafından
da itiraf edilmiştir.
Görülen sınırlılık ve
yetersizlik hali dinden değil din-
den esinlenerek konulduğu id-
dia edilen fikir ve nazariyeler-
dendir. Üzülerek ifade edelim ki
bu garip durum İslâm adı altın-
da yaşanan ve Avrupa taklitçili-
ğini ki onu da bilmeyerek yapı-
yorlar kendisine şeref addeden
bir kısım insanımızdan kaynak-
lanmaktadır. Ne gerek, dona-
nımlı âlimlerimize yetki verilsin
her idare hakkında dinin esasla-
rından hüküm çıkararak bir ka-
nun yazılsın. O zaman inkârcılar
da itiraz edenler de yabancısı da
yerlisi de Müslümanı da gayr-i
Müslimi de kanun nasıl olur, ka-
nuna itaat, adaleti temin nasıl
olur? Görsün.”5
Takî Efendi, ilk makalesinin
altına ‘Sivas’tan Mustafa Takî’
şeklinde imza koyarken ikinci
makalesinde ise sadece ‘Mustafa
Takî’ ifadesi ile yetinmiştir.
Sonuç
Millî mücadele sürecine söz-
lü ve fiili gayretleri ile yön ve-
ren isimlerden birisi olan Takî
Efendi’nin bu mecmuada ya-
yımlanan makaleleri onun meş-
rutiyet çizgisindeki görüşlerini
daha net bir şekilde gözler önü-
ne seren önemli notlardır. Takî
Efendi’nin bu mecmuada ya-
yımlanan makaleleri bizlere bir
kez daha onun görüş ve düşün-
celerini açıkça ifade etme nokta-
sındaki cesaretini göstermiştir.
Ayrıca bu makaleler, kendisi-
ni zihni bir kargaşanın ortasın-
da bulan Anadolu insanının
zihnindeki bu önemli sorunu gi-
derebilme adına Takî Efendi’nin
attığı önemli adımlardan bir ta-
nesi durumundadır. Yine bu ça-
lışmaları Takî Efendi’nin zama-
nı iyi okuyabilen ve topluma yön
verebilen lider ruhlu bir şahsi-
yet olduğunu gösteren numune-
lerdir.
Takî Efendi’nin Mikyas-ı
Şeriat’ta yayımlanan bu maka-
lelerinin tespit edilmesi başka
yayın organlarında da makale-
lerinin olabileceği fikrini akılla-
ra getirmektedir. Kaynaklarda
üretken bir yazar olduğu belirti-
len Takî Efendi’nin daha başka
yayın organlarında yayımlan-
mış çeşitli çalışmalarının olma-
sı güçlü bir ihtimaldir. Temen-
nimiz Takî Efendi’nin bu olası
çalışmalarının ve kaynaklarda
zikredilmesine rağmen henüz
ulaşılamayan diğer eserlerinin
de gün yüzüne çıkarılarak insa-
nımızın istifadesine sunulması
yönündedir.
1 Örneğin Fatih Çınar, Mustafa Takî Efendi ve Maka-leleri, Nasihat Yayınları, Ankara 2012.
2 İsmet Bozdağ, Abdülhamit’in Hatıra Defteri, Pınar Yay., İstanbul 1996, s.104-105; Ahmet Ali Gazel-Şaban Ortak, ‘İkinci Meşrutiyet’ten 1927 Yılına Kadar Yayın İmtiyazı Alan Gazete Ve Mecmualar (1908-1927)’, s.227; “Meşrutiyet’in İlanından Beri Türkiye’de Neşrolunmuş Gazete ve Mecmualar”, Ayın Tarihi, No: 41, (Ağustos 1927), s. 2350-2358; “Meşrutiyet’in İlanından Beri Türkiye’de Neşro-lunmuş Gazete ve Mecmualar”, Ayın Tarihi, No: 42, (Eylül 1927), s. 2451-2457; “Meşrutiyet’in İlanından Beri Türkiye’de Neşrolunmuş Gaze-te ve Mecmualar”, Ayın Tarihi, No: 44, (Teşrin-i sani 1927), s.2650-2654; “Meşrutiyet’in İlanın-dan Beri Türkiye’de Neşrolunmuş Gazete ve Mecmualar”, Ayın Tarihi, No: 45, (Kanun-ı evvel 1927), s.2810-2816; “Meşrutiyet’in İlanından Beri Türkiye’de Neşrolunmuş Gazete ve Mecmualar”, Ayın Tarihi, No: 52, (Temmuz 1928), s.3556-3561; “Meşrutiyet’in İlanından Beri Türkiye’de Neşro-lunmuş Gazete ve Mecmualar”, Ayın Tarihi, No: 53, (Ağustos 1928), s.3641-3651.
3 Al-i İmran 3/64. 4 Burada şu hususlar dile getirilmiştir: ‘Yazılı olarak
sunulan metin cemiyetimiz tarafından gözden geçiri-lerek harfiyen hakikate uygun görülmüştür. Osmanlı ismi altında bulunan bütün Müslümanların ruhları din ve şeriat gıdası ile gıdalanmıştır. Onların kanları ise di-nin hükümlerini korumak için akmaya hazır haldedir. Dinin hükümleri bazen zor da gelse Müslüman ona öteden beri ‘Şeriatın kestiği parmak acımaz’ sözü ile bağlılığını ifade etmiş, İslam’ın dışında hangi kanun ko-nulursa konulsun adaleti temin edemeyeceğine can-ı gönülden inanmıştır. Gayr-i Müslim vatandaşlarımız ise yüzyıllardır İslam’ın adaletini görmüş, İslam’ın edep ve adetleri ile edeplenmişlerdir. Bu nedenledir ki İslam’ın kadir ve kıymetini bilirler ve onun hükümlerinin bizimle beraber uygulanmasını isterler. Çünkü onlar da adaleti istemektedirler ki adalet dinin kendisidir. Devletin ve milletin vekilleri bugün büyük bir yanılgı içerisindedirler ki yeni yapacakları kanunlarda dinin hükümlerini ve sı-nırlarını korumadıkları sürece otuz milyon Osmanlının ve üç yüz milyon Müslümanların vebali ile sorumlu ola-caklardır. Artık tarih ve istikbalin kendilerini nasıl yâd edeceklerini düşünmelidirler.’ Mustafa Takî, Mikyâs-ı Şeriat, 9 Rebiülahir 1327, Perşembe, (16 Nisan 1325), Numara:30, s.3.
5 Mustafa Takî, Mikyâs-ı Şeriat, 9 Rebiülahir 1327, Perşembe, (16 Nisan 1325), Numara:30, s.3–4.
Dipnot
59
Ramazan Hİkâyelerİ
Osmanlı’dan Şükürler olsun bir Ramazan-ı Şerif’i
daha idrak etme bahtiyarlığını yaşı-
yoruz. Cümle Ümmet-i Muhammed
hakkında rahmet, mağfiret, inayet ve berekete ve-
sile olsun. (Amin.) Bu yazımda, tadımlık nevinden
de olsa Osmanlı Ramazanlarından küçük
bir buket sunmak istiyorum.
Harem’de Yaşanan Ramazan Coşkusu
Öncelikle Osmanlı Haremi’nde
Ramazan’ın nasıl karşılandığına ve bu
mübarek ayda sarayın büründüğü manevî
atmosfere biraz göz atalım: Bu konu-
da Sultan II. Abdülhamid’in kızı Ayşe
Osmanoğlu’nun hatıratında geçen şu mü-
şahedeler tatminkâr bir ipucu niteliğinde-
dir:
“Sarayda Ramazanlar çok güzel olur-
du. Bir hafta evvel hazırlık başlardı. Te-
mizlik yapılır, Kiler-i Hümayun’dan
bütün dairelere büyük sürahiler içinde türlü şu-
ruplar, birçok iftariyeler gelirdi. Ramazan’ın ilk
gecesi bütün dairelerin sofalarına altın yaldızlı
kafesler kurulur, Harem Ağalarıyla bir imam, iki
güzel sesli müezzin gelirdi. İlahiler okunarak na-
maz kılınırdı. Gece kapılar açılır, sahur tablaları
girer, top atılıncaya kadar herkes ayakta kalırdı.
Öğle üzeri de her daireye bir hoca gelir, vaaz ve-
rirdi. Akşam topla beraber zemzem-i şerifle oruç
bozulur, iftar takımları hazırlanır, buzlu limo-
natalar, şuruplar içilirdi. Sarayın harem dairesi,
Ramazan’da adeta cami haline girer, herkes iba-
detle vakit geçirirdi.”
Öte yandan Harem Dairesi’ndeki Hünkâr
Sofası’nda da Ramazan ayı boyunca yoğun manevî
programlar icra edilirdi. Burada bu aya mahsus
olarak yapılan en önemli faaliyet “Huzur Dersle-
ri” idi. Gelenek haline gelen bu derslerde, ulema
ile dinî sohbetler ifa edilir, mukabeleler yapılır ve
mevlitler okunurdu.
Bu genel malumattan sonra şimdi de kıssa,
nükte ve latifelerin diliyle biraz ibretli veanlamlı,
biraz da eğlenceli eski Ramazanlardan birkaç çar-
pıcı sayfa açalım.
Ramazan Günü Kazanılan Zafer
Sultan III. Selim dönemi... Avusturya ordu-
su Yerköy Kalesi’ni sarmıştı. Bir Ramazan ayı idi.
Kaledeki Osmanlı askerlerinin tamamı oruç tu-
Temmuz 201358
Tarihİsmail ÇOLAK
“Sarayda Ramazanlar çok güzel olurdu. Bir hafta evvel hazırlık başlardı.
Temizlik yapılır, Kiler-i Hümayun’dan bütün dairelere büyük sürahiler içinde
türlü şuruplar, birçok iftariyeler gelirdi.”
Temmuz 201360 61
tuyordu. En büyük sıkıntıları oruç olmak değildi.
Hayvanların otlaklarının düşman işgali altında ol-
ması ve ot ihtiyacıydı...
Bir süre sonra cesur bir yeniçeri, ot getireceği-
ni söyleyerek kaleden ayrıldı. Avusturyalılara baş-
vurup izin istedi:
- Hayvanları aç bırakmak mertliğe sığmaz. İzin
verin biraz ot yolayım!
Avusturyalılar önce izin verdiler. Osmanlı as-
keri, ot yolup arabalara yüklemeye koyuldu. Ar-
dından düşman askerleri etrafını sardı. Alay etme-
ye, hakaretler savurmaya başladılar. Yeniçerinin
sabırlı davranışları karşısında iyice zıvanadan çık-
tılar. Sonra da acımasızca katlettiler. Kesik başı-
nı kalenin önüne getirip, bağırıp çağırmaya, teh-
dit etmeye başladılar:
- Hepinizin kellesini süngülerimize geçirece-
ğiz! Alçak Türkler!
Daha da ileri gidip Peygamber Efendimize ve
padişaha dil uzatmaya yeltendiler. İşte o zaman
kaledeki Osmanlı askerlerinin sabrı tamamen tü-
kendi. Galeyana gelen yeniçerilerin dilinde aynı
tepki vardı:
- Düşmanın hakaretlerini daha fazla dinleye-
meyiz, tahammülümüz kalmadı. Düne kadar pa-
dişahlarımızın ayaklarına kapananlar şimdi aslan
kesiliyorlar. Komutan emrini verdi. Avusturyalı-
lara haddi bildirilmeli, Peygamberimize ve padi-
şahımıza hakaret etmek ne demekmiş gösterilme-
liydi:
- Herkes hazırlansın! Allah aşkı için savaşımız
vardır. Peygamberimize ve padişahımıza dil uzat-
tırmayız!
Allah, din, peygamber ve padişah aşkı ile sa-
vaşan Osmanlı askerleri, Avusturyalılara öylesine
saldırdılar ki, düşman feleğini şaşırdı, neye uğra-
dığını bilemedi. Aslında bu denli şiddetli bir tepki
ve hücum beklemiyorlardı. Osmanlı’nın en hassas
damarına bastıklarının farkında değillerdi. Os-
manlılar için din ve kutsal değerler olunca akan
sular durur, canlar feda edilirdi. Şiddetli çarpış-
malar sonunda beş binden fazla düşman askeri
cezalandırıldı. Geri kalanlar da canlarını zor kur-
tardılar. Çareyi kaçmakta ve her şeylerini arkada
bırakmakta buldular. Yerköy Kalesi önünde, bir
Ramazan ayında zafer Osmanlıların ve İslâm’ın
olmuştu. Takvimler, 8 Haziran 1790 tarihini, par-
lak bir sayfa olarak yapraklarına ekledi...
Tuhaf Ramazan Hoşafı
II. Mahmud döneminde iki defa şeyhülislamlık
makamına gelen Dürrizade Seyyid Abdullah Efen-
di, İstanbul’un sayılı zenginlerindendi. Üsküdar
Doğancılarda inşa ettirdiği, Paşa Kapısı diye anı-
lan saray yavrusu muhteşem konakta yaşamak-
taydı. Sultan Mahmud, bir yaz günü Ramazan ak-
şamında, şeyhülislamın konağına adeta bir iftar
baskını düzenledi. Yanında bakanları, önde gelen
devlet adamları ve hizmetine bakanların oluştur-
duğu hatırı sayılır bir kalabalık vardı. Haber ver-
meksizin gerçekleştirdiği ziyaretle Dürrizade’ye
sürpriz yapmak istedi. Tabii, o anda konak halkı-
nı tarif edilemez bir panik havası sardı. Etekleri
tutuşarak efendisi şeyhülislam hazretlerine koşan
kâhya, ellerini iki yana açarak şöyle sordu:
- Ne yapacağız şimdi?
Ama Dürrizade hiç telaş göstermedi. Ev hal-
kına ayrılan yemekler misafirlere verilecek, ken-
di yemeği de padişaha takdim edilecekti. Netice-
de, bütün olumsuz şartlara rağmen her şeyiyle
dört dörtlük bir sofra kuruldu. Sultan Mahmud
hizmetkârı çağırtarak tebrik etti.
- Yemekler gerçekten nefis olmuş. Sadece bir
şey dışında. O da, şu billur kâse içindeki hoşaf bi-
raz ılık olmuş, dedi. Kâhya ya da o zamanki ismiy-
le Kethuda, padişahın bu küçük eleştirisi üzerine,
elleri göbeğinde bağlı, başı hafifçe eğik bir vaziyet-
te cevap verdi:
- Biraz karıştırılınca kendiliğinden soğur efen-
dimiz.
Padişah, işte o zaman işin farkına vardı. Ve dile
getirdiği tek kusurun da geçersiz olduğunu gördü.
Çünkü billur zannettiği hoşaf kabı, içi oyularak
kâse süsü verilmiş bir buz kalıbıydı.
Hâşâ Teravihin Allah’ı Başka mı?
Sultan II. Abdülhamid devrinde bir Rama-
zan gününde sarayda teravih namazı kılınıyor-
du. İmam normal zamanda yatsı namazını ağır
ağır kıldırdığı halde sıra teravihe
gelince acele acele kıldırmaya baş-
lamıştı. İmamın arkasındaki safta
bulunan Hemşinli Mahmud Efendi
selamdan sonra dayanamayıp ima-
ma sordu:
- Yatsı namazını kimin için kıldır-
dın?
- Allah için.
- Hâşâ yatsının Allah›ı başka, te-
ravihin Allah’ı başka mı? Onu ne-
den yavaş kıldırıyorsun da teravi-
he gelince acele ediyorsun? O sırada
Hünkâr Mahfili denilen bir kafes içe-
risinde namaza eşlik eden Abdülha-
mid Han kafese vurdu ve imama şu
emri verdi:
- Hoca haklı, dediğini yap!
‘Jet’ İmam
Başka bir “hızlı teravih” hikâyesi de şöyle: İri
yarı bir adam olan İzzet Molla, Fatih Camii’nde
teravih namazı kılıyordu. İmam alelacele kıldırdı-
ğı için de nefes nefese kalıyordu. Namazın orta-
larına doğru elinde fener olan birisi camiye geldi.
İmamın selam verdiğini görünce şöyle hayıflandı:
- Eyvah yetişemedik!
Bunu duyan İzzet Molla da, canının acısını çı-
karacak, akan terlerini soğutacak bir cevabı, ya-
nındakilerin duyacağı kısık bir ses tonuyla kondu-
ruverdi:
- Biz içinde iken yetişemiyoruz a birader!
Zeytinyağını Padişah, Sirkesini Sadrazam Koysun!
Bir Ramazan günü Sultan Abdülhamid, Yıl-
dız Sarayı’nda bakanlar ile tanınmış gazetecile-
re iftar ziyafeti verdi. Sofrada ağız tadıyla yene-
cek bir salatanın nasıl yapılacağı hakkında söz
açıldı.
Birisinin, şakayla karışık şu tarifi, misafirle-
rin çok hoşuna gitti:
- Salatanın yağını cömert birine, sirkesini bir
pintiye koydurmalı, bir deliye de karıştırtmalı-
dır. Orada bulunan yazar Ebüzziya Tevfik, söze
karışıp şöyle dedi:
- O halde, zeytinyağını Şevketmeab Efendi-
miz Abdülhamid’e, sirkesini de Sadrazam Paşa
Hazretleri’ne koydurmalı. Çırağan Sarayı’na da
gönderip karıştırtmalıdır! O vakit, devrik padi-
şah V. Murad, Çırağan Sarayında hapis bulunu-
yordu. Bu konuşma, sultanın kulağına gidince,
çok hoşlandı. Ebüzziya Tevfik’i 100 altınlık bir
hediye ile ödüllendirdi.
63Temmuz 201362 63
KİTAPLIK
Gül Seferi
Muhsin İlyas Subaşı
Şiir Vakti Yayınları
Tel: (352) 222 96 08
Hazret-i Süreyyâ Dîvânı
ve Vâridâtı
Ahmed Süreyyâ el-Kâdirî
Revak Kitabevi
Tel: (216) 342 47 97
Bozkırda İki Cengaver
Tuğrul ve Çağrı Bey
Can Güzel
Nesil Yayınları
TEL: (212) 551 32 25
Ravza-i Aşk
Zelkif Camadan
Kaknüs Yayınları
Tel: (216) 341 08 65
Yeni Yüzyılda İslam
Dünyası
Ekmeleddin İhsanoğlu
Timaş Yayınları
Tel: (212) 511 24 24
KitapMuharrem AKIN
Türk tarihinde millî, dinî ve
insanî duygulara dayanan bir
cihan hâkimiyeti mefkûresi
askerî ve siyasî kudretle yayılırken manevî
kudret ve kuvvetin daha net bir şekilde coğraf-
yaları etkilediği bir hakikattir. Nasihat yayın-
ları arasında neşredilen, Tarihçi-Yazar Resul
Kesenceli’nin “Veliler ve Hükümdarlar” adlı
kitabında bu gerçek dile getirilmektedir.
Eserin takdim bö-
lümünde şöyle denil-
mektedir:
“Anadolu coğrafyası
başta olmak üzere böl-
genin İslâmlaşmasında
Kolanizatör Türk der-
vişlerinin, evliyaların
ve mürşidlerin çok bü-
yük etkileri vardır. On-
lar hem hükümdar-
ların yetiştirilmesi ve
yönlendirilmesinde
hem şehirlerin kurulmasında hem de mede-
nileşmesinde çok önemli yere sahiptirler. Pek
çok bölgeye zaviyeler, dergâhlar, vakıflar,
medreseler, hanlar, hamamlar, kervansaray-
lar, şifahaneler inşa etmek suretiyle medeni-
yetin temelini oluşturmuşlardır. Aynı zaman-
da insanların kalplerini fethetmek suretiyle
coğrafyaların İslâmlaşmasını sağlarken tüm
sahalarda İslâm medeniyetinin nüfusunu ve
nüfuzunu artırmışlardır. Uzantıları ve etkileri
ise günümüze kadar devam etmiştir.”
Osmanlı Devleti’nin oluşturduğu medeni-
yetin tüm hücrelerinde İslâm
medeniyetinin izleri bulun-
maktadır. Osmanlı’nın yük-
selmesini sağlayan İslâm me-
deniyeti bu Türk devletini
dünya medeniyetlerinin içeri-
sinde çok önemli bir yere taşır.
Tabii olarak kurmuş oldukla-
rı şehirler¸ yapmış oldukları
eserler¸ yetiştirmiş oldukla-
rı bilginler ve yaşayış şekille-
ri ile sosyal ve siyasî hüviyet-
leri bunları göstermeye kâfidir.
Osmanlı Devleti manevî kud-
ret kaynakları¸ maddî hizmet-
leri¸ idaresinde yaşayan çeşitli kavim¸ din ve
mezhepler arası ahengi¸ siyasî istikrarı ve sos-
yal dengesi ile dünya medeniyetlerini derin-
den etkilemiştir. Bu etkinin temeli ise İslâm
medeniyetidir. Hazreti Muhammed (s.a.v.)’in
oluşturduğu ilâhî ruh ve manevî nüfuz ile ta-
rihi etkileyen İslâm âlimlerinin¸ mürşidle-
rin, dervişlerin ve siyasî liderlerinin işbirliği
ile mükemmel ve müthiş bir dünya medeniye-
ti ortaya çıkmıştır. Bu medeniyetin etkilerini
tüm coğrafyalarda¸ sosyal hayatta¸ dünya ni-
zamının bütün parçalarında görmemiz müm-
kündür.
Kesenceli, “Veliler ve Hükümdarlar” adlı
kitabının önsöz bölümünde içeriğin ipuçlarını
bizlere şöyle vermektedir:
“Millet olma şuurunun önemli bir boyutu da
inançtır. Türk Milletinde millet olma şuurunu
bu kadar yüksek tutan, ona ruh ve mana veren,
onu güzelleştiren, his dünyasını ona göre mey-
lettiren şüphesiz bu inanç boyutudur. Şu unu-
tulmamalıdır ki tarih içerisinde başarılı olan
her hükümdarın arkasında onu destekleyen
ve yetiştiren, yönlendiren çok önemli manevi-
yat erenleri / mürşid-i kâmiller bulunmakta-
dır. Bunun içindir ki tarih şuuru ve bilinci yer-
leştirilirken bu önemli simaların nitelikleri ve
kimlikleri insanlarımıza çok güzel bir şekilde
anlatılmalı ve öğretilmelidir. Osmanlının ku-
ruluşunda Şeyh Edebalı’nın, Orhan Bey döne-
minde Geyikli Baba’nın, İstanbul’un fethinde
Akşemsettin (Akşeyh) Hazretlerinin, Yıldım
Bayezit dönemi anlatılırken Şeyh Hamid-i Velî
(Somuncu Baba)’nin rolleri; II. Murad döne-
mi anlatılırken Hacı Bayram-ı Velî Hazretle-
ri, Birinci Ahmed döneminde Aziz Mahmud
Hüdâyî Hazretlerinin ve pek çok velînin izleri
net bir şekilde görülmektedir. Bu Allah dostla-
rının; tarihi, coğrafyaları ve hükümdarları çok
boyutlu olarak yönlendirdikleri arşiv vesikala-
rı ile belgelenmiştir.”
Tarih şuuru içerisinde ibretli hadiseler, ör-
nek kıssalar ve ihtişamlı olaylar ile Allah dost-
larının tesirleri ve hükümdarlarla yakın ilişki-
lerinin açık bir şekilde okuyucuya sunulduğu
“Veliler ve Hükümdarlar” adlı kitap Nasihat
Yayınları’nın 38. eseri olarak raflarda yerini al-
mıştır. Nasihat Yayınları: Tel. 0 422 615 15 54
HükümdarlarVelİler ve
65
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla
Allah’a hamd, seçtiği kullarına selam olsun.
İnsanların en hayırlısı Hz. Peygamber
(s.a.v.)’in - salatların en üstünü ve selamların en
mükemmeli üzerine olsun- sünnetine uyanlara
uyan şaşkın fakir kul Halid Nakşbendî’den Daru’l-
Hilafe’de (İstanbul) oturan ihlâslı kardeşlere.1
Sıhhatinize delalet eden mektuplarınız geldi.
İnkâr edenlerin çokluğuna rağmen sünnî tarika-
tımız üzerine sebatınıza işaretiniz beni sevindir-
di. Birçok kere bunun için Allahu Teâlâ’ya ham-
dettim. Hakk’ın sırlarını bilmekten gâfil olan bazı
kimselerin râbıtayı tarikatta bidatten saydığı bu
miskinin kulağına ulaştı. Onlar râbıtanın aslı ve
hakikati olmadığını iddia ediyorlarmış. Kesinlik-
le hayır. Râbıta yüce Nakşibendî’ye tarikatımı-
zın usulünden büyük bir asıldır. Belki Kitab-ı Aziz
ve Sünnet-i Rasûl (s.a.v.)’e tam olarak uymak-
tan sonra hakikate ulaşma sebeplerinin en büyü-
ğüdür. Efendilerimizden bazıları sülûk ve teslîki
râbıtaya indirgemişlerdir. Bazıları başka yol tut-
tuysalar da râbıtanın fenâ fî’ş-şeyh tahsili için –ki
fenâ fî’llahın mukaddimesidir– en yakın yol oldu-
ğunu bildirmişlerdir. Bazıları da onu Kur’an âyeti
ile ispat etmişlerdir.
Büyük efendilerimizden Şeyh Ubeydullah
(Hoca Ahrar) şöyle buyurmuştur: “Ey iman eden-
ler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğrular-
la (sadıklar) beraber olun.”2 âyet-i kerimesinde
âlemlerin Rabbi’nin bize emrettiği “sadıklarla be-
raber olmak” suret ve maneviyat açılarından ger-
çekleşir. Manevî varlık râbıta ile olur. Bu hüküm
ehli nezdinde meşhur olup Reşahât adlı eserde
açıklanmıştır.
Sanki bunlar râbıtanın terim anlamını bilmi-
yorlar. Bilseler inkâr etmezlerdi. Tarikatta râbıta,
“Müridin kâmil fâni fî’llah olan şeyhinin ruhani-
yetinden istimdadı (yardım istemesi)” demek-
tir. Onun suretini hayal edip edip saygı göster-
mek, gıyabında da huzurundaki gibi ondan feyiz
almak içindir. Bu huzurda bulunma hâliyle müri-
din huzuru ve nuru tamamlanır. O sebeple mürit
dünyevî işlerin süpürücü rüzgârlarından menedi-
lir. Bu inkârı tasavvur edilemeyen bir emirdir. An-
cak cephesine hüsran, kin ve kibir yazılan kimse
onu inkâr eder. Zira o inkârcı eğer Allah’ın velile-
rine inanan kimse ise onlar râbıtanın güzelliği ve
büyük faydasını açıklamışlardır. Onlar yüce keli-
melerini araştıranlara ve insanî esintilerini kokla-
yanlara bunun gizli olmadığı hususunda ittifak et-
mişlerdir.
Her hâlde inkâr edenler şeriatın imam ve ön-
derlerinin usul ve fürua dair görüşlerine inanır-
lar. Dört mezhep imamlarının her biri açıkça veya
işaret olarak bu konulardan bahsetmişlerdir. İşte
size onların bazı sözlerini yerleriyle beraber zikre-
diyorum ki, kalbinde hastalık olmayan, sırf heva
Temmuz 201364
Mustafa Hakî efendİ’nİn oğlu M. Bahattİn Yaraş Efendİ
Halİd el-Bağdadî (K.S.)’NİN
RÂBITA RİSALESİ
KültürHalil İbrahim ŞİMŞEK*
“Elinizdeki bu risale daha önce birçok kişi tarafından Türkçeye çevrilmiştir. Mustafa Hakî Efendi’nin oğlu Bahattin Efendi’nin Tasavvuf ve Menâkıb
adlı eserini yayına hazırlarken Halid el-Bağdadî’nin hayatı ve menkıbelerini anlattığı kısımda Râbıta Risalesi’sinin çevirisini yaparak eserine aldığını gördük. Bahattin Efendinin çevirisini yayına hazırlarken onun yaşadığı
dönemin Türkçesini kullanması sebebiyle tarafımızdan bazı sadeleştirilmeler yapılmıştır. Bu tasarrufları gerçekleştirirken Bahattin Efendinin ifadelerine
sadık kalmaya gayret ettik.”
Temmuz 201366 67
ve garaz için velileri inkâra girişmeyenler o ma-
hallere müracaatla gerçeği görsünler. Benim söy-
leyeceğim budur. Başarı Allah’tandır ve yolun
doğrusuna ileten O’dur.
Müfessirlerin birçoğu tasarruf ve ruhanî yar-
dımı açıklamışlardır. Onlardan biri olan Keşşâf
sahibi (Zemahşerî) itidalden uzaklaşmış, inkâra
ve Mutezilî görüşlere yönelmiş olmasına rağ-
men şöyle demiştir: “…Rabbinin burhan/delili-
ni (ikazını) görmeseydi…”3 Bu âyet-i kerimede-
ki “burhân” şöyle tefsir edildi: “Hz. Yusuf (a.s.)
“İyyâne ve iyyâhâ” diye bir ses işitti, dikkate al-
madı. İkinci defa işitti, amel etmedi. Üçüncü defa
“Ondan yüz çevir.” diye bir ses işitti, dikkat et-
medi. Bunun üzerine babası Yakub (a.s.) parma-
ğını ısırmış olduğu hâlde göründü ve denildi ki,
Yusuf(a.s.)’un göğsüne vurdu.”
Hanefî imamlarından Ekmeleddin (Babertî)
Şerhu’l-Meşarık’da hadis-i şerifin şerhinde şöyle
buyurmuştur: “İki şahıs arasında sevgi fazla olur-
sa aralarında birlik meydana gelir, birbirlerinden
ayrılmaz olurlar. Eğer geçmiş kâmillerin ruhlarıy-
la münasebet meydana getirilirse onlarla istediği
zaman bir araya gelir.” (Özet olarak alınan kısım
sona erdi.)
Yine Hanefî imamlarından Şerif Ahmed b. Mu-
hammed el-Hamevî Nefehâtu’l-kurb ve’l-ittisal
bi-isbâti’t-tasarruf li-evliyâi’llahi Teâlâ ve’l-
kerameti ba’de’l-intikal adlı eserinde şöyle buyur-
muştur: “Evliyâ ruhaniyetlerinin cismaniyetlerine
galebesi sebebiyle müteaddid suretlerde görünür-
ler.”
Bu anlamda sahih hadiste şöyle buyurulmuş-
tur: “Bazı cennet ehli cennetin her kapısından ça-
ğırılır.” Hz. Ebu Bekir (r.a.) dedi ki: “Bu kapıla-
rın hepsinden giren olur mu?” Efendimiz (s.a.v.)
buyurdu ki: “Evet! Umarım sen onlardan olacak-
sın.”
Dediler ki: “Ruh eğer kül-
liyet kazanırsa yetmiş bin su-
rette görünebilir. Bu dünyada
mümkün olur. Berzahta ise evla
bi’t-tariktir. Zira ruh orada ba-
ğımsızlığın zirvesindedir. Çün-
kü artık bedenden ayrılmıştır.”
(Özetle)
Şafiî imamlarından İmam
Gazalî (k.s.) İhyau ulûmi’d-dîn
adlı eserinin “Namazın rükün-
leri esnasında kalpte olması ge-
reken şeylerin açıklanması” ba-
bında şöyle buyurmuştur: “Tahiyyatı okurken
kalbinde Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimizin ol-
duğunu düşünerek “Ey Nebî! Allah’ın rahmeti,
bereketi ve selamı senin üzerine olsun” de ve ke-
sinlikle bil ki, bu selamın ona ulaşır ve O senin se-
lamından daha güzeliyle sana selam verir.”
Yine Şafiî imamlarından allâme Şihab Ah-
med b. Hacer el-Mekkî –Hafacî’nin şeyhinin şey-
hidir– Şerhu’l-ubâb’da teşehhüd kelimelerinin
anlamlarını açıklarken şöyle buyurmuştur: “Ey
nebi! Selam senin üzerine olsun!” diyerek Efen-
dimiz (s.a.v.)’e hitap şuna işarettir: Allahu Teâlâ
ona ümmetinden namaz kılanları keşf ettirir, on-
ların en üstün amellerine şahit oluncaya dek on-
ların huzurundaymış gibi olur. Namaz kılanın
Rasûlullah (s.a.v.)’ın huzurunda olduğunu hatır-
laması huşu ve huduunun artmasına sebep olsun.
Bundan sonra o, İmam Gazalî’nin yukarıda zikre-
dilen sözünü teyit etmiştir.
Şafiî âlimi İmam Sühreverdî Avârifu’l-meârif
adlı eserinin “Yakın ehlinin namazı” babında de-
miştir ki: “Ey nebi! Allah’ın rahmeti, bereketleri
ve selamı senin üzerine olsun!” derken Efendimiz
(s.a.v.)’i kalp gözünün önünde temsil eder.
Allame Şihab b. Hacer eş-Şafiî Şerhu’ş-
şemâil’in sonlarında Hafız Celaleddin es-
Suyutî’nin Tenvîru’l-halek fî rüyeti’n-nebi
ve’l-melek kitabında zikrettiğine uygun olarak de-
miştir ki: İbn Abbas (r.a.) Efendimiz(s.a.v.)’i rü-
yada gördü. Sabahleyin Hz. Peygamber (s.a.v.)’in
temiz eşlerinden Hz. Meymune (r.a.)’nin yanına
girdi. Hz. Meymune (r.a.) Rasûlullah (s.a.v.)’in
aynasını Hz. İbn Abbas’a verdi. Hz. İbn Abbas
aynaya baktı ve aynada Rasûlullah (s.a.v.)’ın su-
retini görüp kendi suretini görmedi. İşte bu hâl
sufilerin ıstılahında fenâ fî’r-râbıta diye bilin-
mektedir. Sözümüz nebinin suretinde değildir
denilmez. Çünkü biz de bunun nebilerin özellik-
lerinden olmadığını söyleriz. Veliler bu bağlam-
da ortaktır. Ehli nazarında bu hususta bir şüp-
he yoktur. Evet! Namazda Efendimiz (s.a.v.)’den
başkasıyla muhatap olmak namazı bozar. Na-
mazın suretini kalpte gizleyip ona selam ver-
mek varlığın ruhu, Mahmud makamının sahibi
-ona, ailesine ve ashabına salat ve selam olsun-
Efendimiz(s.a.v.)’in özelliklerindendir. Ancak bu
bizim açıklamamızın konusu değildir.
Bu mevzu için Şafiîlerden Hafız Celaleddin
es-Suyutî bir risale telif edip Kitabu’l-münceli fî
tatavvuri’l-velî ismini vermiş ve bu kitapta İmam
Sübkî eş-Şafiî’nin et-Tabakâtu’l-kübrâ kitabın-
dan naklen şöyle demiştir: “Kerametler çok çe-
şitlidir. Bu çeşitleri açıklarken demiştir ki, yirmi
ikincisi velinin muhtelif tavırlara girmesidir. Mu-
tasavvıflar bunu misal âlemi ile ispat etmişlerdir.
Ruhların cesetle birleşmesi ve ruhun çeşitli şekil-
lerde zuhurunu buna dayandırmışlardır. Buna de-
lil olarak şu âyeti okumuşlardır: “...Ona tam bir
insan şeklinde görünmüştü.”4 Sonra Kadîbu’l-bân
kıssasını ve diğerlerini zikretti.”
Yine Şafiîlerden İmam Şaranî (k.s.) en-
Nefehâtü’l-kudsiyye kitabında “zikir edepleri”ni
sayarken şöyle demiştir: “Yedincisi müridin şey-
hinin şahsını gözü önünde hayal etmesidir. Bu
mutasavvıfla nazarında edeplerin en kuvvetli ola-
nıdır.”
Ben derim ki, biz Nakşibendî’ye topluluğu na-
zarında râbıta işte budur. Bunun hakkaniyetine
bütün kitaplar şahittir.
Şafiîlerden allâme es-Sefirî el-Halebî Şerhu’l-
Buhârî’de “Daha sonra Rasûlullah (s.a.v.) halve-
“Şafiîlerden allâme es-Sefirî el-Halebî Şerhu’l-Buhârî’de
‘Daha sonra Rasûlullah (s.a.v.) halveti sever oldu’
ifadesine gelince şöyle dedi: ‘Şeytan nasıl ki, Nebi
(s.a.v.)’in suretine benzeyemezse kâmil velinin suretine
de benzeyemez.’ O, bu hususta birtakım şartlar
zikretmiştir.”
Temmuz 201368
çok muhakkik bu hususta mesleklerini açıklayan
risaleler yazmışlardır. İnkârından kaçınılmalıdır.
Çünkü helake sebep olur.
Malikî imamlarından Muhtasar sahibi Şeyh
Halil (k.s.) şöyle demiştir: “Veli eğer velayetinde
tahakkuk ederse ruhaniyetiyle muhtelif suretle-
re girer. Bu imkânsız değildir. Bu hüküm âriflerin
nazarında meşhur olmuştur.”
Malikîlerden Şeyh Ebu’l-Abbas el-Mürsî (k.s.)
ve talebesi İbn Ataullah el-
İskenderî (k.s.) de buna yakın
sözler söylemişlerdir.
Çözüm ehli veliler ve âlimler
onların hakkaniyetini açıkla-
dığı böyle hükümleri avâmın
inkârı nasıl caiz olur? Bunlar-
dan bazıları ledünni ilimleri va-
sıtasız olarak Hayy olan Allahu
Teâlâ’dan almışlardır. Usandır-
ma korkusundan dolayı bu ka-
darla yetindim. Yoksa Allah’ın
yardımıyla bu mesele hakkında
büyük bir cilt eser yazardım. Eğer din kardeşleri-
mizin kâmil velilerin tavırlarını inkâr etmelerin-
den korkmasaydım bu kadar sırları açığa vurmaz-
dım. Ben bunları yazmaya iki şey mecbur etti:
1- Birincisi, vusulün kulpu ve ilahî rızanın ba-
samağı olan tarikatımızı savunma amacıdır. Ta-
rikatımızın usulü Rasûl (s.a.v.)’e uyma (sünne-
te ittiba) ve kurtulanlar topluluğu (fırka-i nâciye)
olan ehl-i sünnet akaidine sarılmak ve ruhsatla-
rı terk ederek azimetleri almak, murakabeye de-
vam etmek, Mevlâ’ya yönelerek dünyanın süs-
lerinden ve belki Allah’ın dışındaki her şeyden
(masivau’llah) kalbini uzaklaştırmaktır. Hadis-i
şerifte “ihsan” ile kastedilen huzur melekesidir.
Hadis-i şerif şudur: Çoklukta yalnız kalmak (cel-
vette halvet), dinî ilimlerden istifade ve onları
ifade etme, sıradan insanlardan bir imtiyazla ay-
rılmama, zikri gizleme, nefesleri muhafaza etme,
nefesin Allah’tan gafletle alınıp verilmemesi ve
yüce ahlâk sahibi Efendimiz (s.a.v.)’in ahlâkıyla
ahlaklanmaktır.
Bu tarikat artırma ve eksiltme olmadan bütü-
nüyle temiz ashab hazretlerinin yoludur. Kitap ve
sünnetin azimetlerini almaktır. Bu sebeple tarika-
tın imamı Bahaeddin Muhammed Nakşbend el-
Buharî buyurmuştur: “Bizim yolumuzdan yüz çe-
viren dininden şüphe üzerinedir.”
2- İkincisi, gâfillerin eleştiri ve iftiralarından
kaçınmaktır. Din kardeşlerimizin bu kesimin
inkârına ve onların üzülmesine sebep olan eylem-
lere cüretlerine neden olmamalıdır. Sadık fâkirler
Allahu Teâlâ’ya tarikatlarının teyidi için duacıdır-
lar. Onun devamını, hasedci fitneler ve düşmanla-
rın tuzaklarından korunmasını isterler.
Bu fakir size elinizdeki risalede geçen bütün
edeplerle vasiyet ederim. Size haber veriyorum
ki, Kitap ve sünnete muhalefet eden, Rasûlullah
(s.a.v.) ve ashabının hidayetine uymayan kimse-
lerden Allahu Teâlâ’ya sığınırım.
Size sabah ve akşam İslâm’ın yardımcısı olan
bu yüce devletin devamı için sâlih dua etmenizi
emrederim. Din düşmanları ve mürtedlere karşı
onun yardımını talep ediniz. Allah’ın selamı, rah-
meti, bereketi başta ve sonda üzerinize olsun.
69
ti sever oldu” ifadesine gelince şöyle dedi: “Şeytan
nasıl ki, Nebi (s.a.v.)’in suretine benzeyemezse
kâmil velinin suretine de benzeyemez.” O, bu hu-
susta birtakım şartlar zikretmiştir.
Hanefîlerin büyüklerinden allâme eş-Şerif el-
Cürcanî (k.s.) Şerhu’l-Mevâkıf’ın sonunda “İslâmî
fırkalar”ın zikrinden önce ve Şerhu’l-Metali’in ha-
şiyesinin ilk kısımlarında: “Evliyânın vefatların-
dan sonra bile müritlere görünüp onlardan feyiz
alınacağının sahih olduğunu” zikretmiştir.
Yine Hanefîlerden imam ve ârif Şeyh Tacuddin
en-Nakşbendî el-Osmanî (k.s.) Tâciyye risalesin-
de Allah’a ulaşan yolları açıklarken şöyle demiştir:
“Üçüncüsü müşahede makamına ve zâtî sıfalarla
tahakkuka ulaşmış bir şeyhe bağlıdır. Zira onun
görmesi “Onlar ki, görüldüklerinde Allah hatır-
lanır.” muktezasıyla zikrin faydasını ifade eder.
Onun sohbeti “Onlar Allah’ın sohbetindedirler.”
mucibiyle ilahî huzuru sağlar.
O şöyle demiştir: “Şeyhin suretinin hayalde
muhafaza edilmesi gerekir. Bu hâl üzere gaybet ve
nefisten fenâ meydana gelinceye kadar kalbe te-
veccüh olunmalıdır. Eğer mürit ilerlemeden geri
kalırsa onun şeyhini sağ omuzunda bilmesi ve onu
sağ omuzundan kalbine çekmesi lazımdır. Bu şe-
kilde gaybet ve fenâ oluşması umulur.”
Muhakkiklerin gözdesi ve sonrakilerin inci-
si Abdulgani en-Nablusî (k.s.) de Taciyye üzeri-
ne yazdığı Miftâhu’l-maiyye adlı şerhinde bunu
onaylamıştır.
Hanbelî imamlardan Gavsu’l-azam Abdulkadir
el-Cilî (k.s.)’den şöyle nakledilmiştir: “Fakir yani
yolun sâliki için Allah’ın velileri ile kalbî râbıta
vardır. Bâtınlarında bu râbıta sebebiyle istifade
ederler. Mademki râbıtaları vardır, o zaman bun-
ların dine zahiren ecnebi olanlarını ikram etme-
melerinde beis yoktur.”5
Yine Hanbelîlerden Şemsüddin İbnü’l-Kayyım
Kitabu’r-rûh’da şöyle demiştir: “Ruh için bede-
nin sıfatından başka bir sıfat vardır. Mesela hem
refik-i alada olur hem de ölünün bedenine bitişik-
tir. Şu şekilde ki, o bedenin bulunduğu kabre se-
lam verilse ruh refik-i alada olduğu halde selama
cevap verir.”
Derim ki; bu manada büyüklerin sözleri sayıla-
mayacak kadar çoktur. Bu sözlerde öldükten son-
ra velilerin tasarrufuna zahir delalet vardır. Bir-
1 Çevirinin Osmanlı Türkçesi ile yazılmış nüshası için bk. Bahattin (Yaraş) Efendi, Tasavvuf ve Menâkıb, ss. 335-345.
2 9/Tevbe, 119.3 12/Yusuf, 24.4 19/Meryem, 175 İmam Sühreverdî Avârif’inde “Şeyhiyle ilişkilerinde müridin edepleri” babında
zikredilmektedir.
* Doç. Dr.
Dipnot
“Şeyhin suretinin hayalde muhafaza edilmesi gerekir.
Bu hâl üzere gaybet ve nefisten fenâ meydana
gelinceye kadar kalbe teveccüh olunmalıdır. Eğer mürit
ilerlemeden geri kalırsa onun şeyhini sağ omuzunda
bilmesi ve onu sağ omuzundan kalbine çekmesi
lazımdır. Bu şekilde gaybet ve fenâ oluşması umulur.”
71
Kuyuya Tâlİp Bİr
Yusuf …
Anlat
Bu bir Yusuf masalıdır de
Bunu söyle fakat
Şunu da sor
Yusuf’un masalı neden
Yusuf’la başlamıyor?
İsmet Özel
Evet, bu Yusuf’un başından geçen bir hikâyedir;
ama Yusuf’tan ibaret değildir. Yusuf’un şahsın-
da kuyunun da hikâyesidir bu. Kuyunun şahsında
hikmetin. Bu yüzdendir ki kıssa; kuyudaki çocuğu
hem sultan hem peygamber yapan Rabb’in (c.c.)
kelâmıyla başlar:
“İçlerinden bir söz sahibi şöyle dedi: ‘Yusuf’u
öldürmeyin, bir kuyunun dibine bırakın da ora-
dan geçen kafilenin biri onu bulup alsın. Eğer ya-
pacaksanız böyle yapın.”1
Çocuk kuyuya atılır, hikâye başlar. Peki, ne-
den kuyu? Neden başka birinin değil de kuyunun
yazgısı bu? Yusuf’un güzelliği ve kuyunun derinli-
ği. Ya da Yusuf’un güzelliği ve Yusuf’un derinliği:
Yasasız solup giden
Bir güzellik değildi Yusuf’un güzelliği
…
Hüsnü Yusuf o hüsnü Yusuf’tu ki yanı başına
Yalnızca en gerekli şey konulmuştu
Ne duygu, ne ihtiras, ne düşünce
Ne mükemmel bir mantık…
Derinlikti Yusuf’u güzel kılan
Gerçekte Âdem soyuna ait olmayan
Ve sanki bir yeminle onlara hep bağlı kalan
Derinlik.
diyor Özel. Hz. Yusuf’un güzelliğini derinliğinde
buluyor. Sığ bir güzellik her zaman eksik kalmış-
tır çünkü. Derinlik katılmayan güzellik yüzde kalır
hep. Yüzeysel kalır. “İçi” güzelmiş demek ki esa-
sen Yusuf’un. Dünyanın içindeki kuyu gibi derin,
bir o kadar içten.
Kuyu’yu güzel kılan Yusuf; Yusuf’u güzel kılan
derinlik. İlmin, iffetin, tevekkülün ve teslimiyetin
güzelliği… Ve Hulusi Efendi Hazretleri bir beyitte
dile getiriyor melek tabiatlı bu müstesna özelliği:
Ey Yûsuf-ı Ken’ân’ım
Vey tıfl-ı melek şânım
Yusuf’u Sultan Yapan, Mısır mıdır Kuyu mu?
Yusuf (a.s.) kuyuya taliptir, Mısır’a değil.
Yusuf’un gömleği arkadan yırtıktır.
Kuyu zindan olmaz ona, ucunda ilâhi rıza varsa.
Zindan, Mısır sultanlığından evlâdır ona, ucun-
da ilâhi rıza yoksa.
Seslenir Yusuf, yanlış yapmaktan korktuğu vakit
zindanın da talibidir:
“Yusuf, ‘Ey Rabbim! Zindan bana, bunların beni
dâvet ettiği şeyden daha sevimlidir. Onların tu-
zaklarını benden uzaklaştırmazsan, onlara mey-
leder ve cahillerden olurum.’ dedi.”2
Cahillerden olmamayı niyaz eder Yusuf (a.s.)
ve duasına icabet olunur. İlmin kapısını zindanda
aralar, kadınların tuzaklarından sığındığı liman-
dan, “ilim deryası” olarak çıkar.
İlim, talep edene verilir, makam değil. Bu yüz-
Temmuz 201370
DenemeM. Bedrettin TOPRAK
Temmuz 201372
SEvDA ESİrİ
Meftun oldum bir güzelin gönlüne Bir kor gibi yanar gider sevdamız Savrulmuşum bir Leyla’nın çölüne Bir yol gibi uzar gider sevdamız. Umudumu vuslatına bağladım Dertlerimi dertleriyle dağladım Hasretinden sular gibi çağladım Bir sel gibi akar gider sevdamız. Fırtınalar budar kolum kanadım Yıkılırım ama dinmez inadım Senle yeşermektir benim muradım Bir dal gibi büyür gider sevdamız. Bir dem güneş olur doğar içime Bazen yağmur gibi yağar üstüme Kıvrım kıvrım dökülüyor gönlüme Bir göl gibi dolar gider sevdamız. Gündoğdu’yum yalnız sende durgunum Sensiz iken bu dünyadan sürgünüm Solmayası bir goncaya vurgunum Bir gül gibi açar gider sevdamız.
Mürsel GÜNDOĞDU
dendir ki okuyana talebe denir, memura değil.
Yusuf ilim talep etti; makamı da aldı. Yusuf’u sul-
tan ve peygamber yapan ise ne kuyuydu ne Mısır.
Yusuf’un inandığı ve dilediğini derecelerle yüksel-
ten Rabbi vardı:
“(…) Biz dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Ve
her bilgi sahibinin üstünde bir başka bilen var-
dır.”3
Kuyu da Mısır da Yusuf’un içindedir. Mısır’a
sultan olmak için kuyuları geçmek gerekir mi bi-
linmez ama Yusuf olmak için, ya kuyudan ya da
Mısır’dan geçmek gerekir. ‘Yusuf’a talip olan ku-
yuya talip olur, dünyaya değil.’ diyor Alper Gen-
cer. İlmin kıvılcımı kuyunun dibindeyse, kuyuya
atılınca Cebrail (a.s.) yetişecekse, Yusuf’un çocuk
saflığı ve tüm güzelliği oradan çıktıysa, iffetin ve
teslimiyetin bir imtihanıysa kuyu ve her çocuk bi-
raz Yusuf’sa, kuyuya talip olan dünyayı unutur.
Unutmalıdır. Yoksa “ölür kuyuya düşen çocuk.”
(İsmet Özel)
“Andolsun ki onların kıssalarında akıl sa-
hipleri için ibret vardır. Kur’an uydurulmuş
bir söz değildir. Fakat kendinden öncekileri
tasdik eden, her şeyi ayrı ayrı açıklayan ve
inanan bir toplum için bir yol gösterici ve bir
rahmettir.”4
Hz. Yusuf’un güzelliğiyle birleştirdiği iffeti,
sabrıyla birleştirdiği tevekkülü ve ilmiyle birleş-
tirdiği devlet adamlığı, üzerine çokça düşünülme-
yi gerektirir. Hz. Yusuf’un yolu hakikatin yolunu
gösterir. Gençliğe fenerdir Hz. Yusuf. Onun kıs-
sası, ömrünü iş, makam veya dünya saadeti elde
etmek için harcayan çoğu insan için bir tavsiye
mektubudur; yol haritasıdır. Allah’tan ne istemek
gerektiğinin öğretmeni ve doğru şeyi istemenin
neden gerekli olduğunun öğrencisidir Hz. Yusuf.
Bir yol seçmek durumunda kalacaksak bizim
tercihimiz “kuyu”n olacak Yusuf’um. Derinliğini
ve güzelliğini aldığın, iffetini koruduğun, dünya-
ya meyletmediğin ve tüm bunlardan dolayı dün-
yadaki çoğu yerden daha hayırlı olan senin kuyun.
Ve nasip olur da Yusuf tutanlar yetişirse düşerken
bize, senin kuyuda Rabbine ettiğin rivayet olunan
dualarımızı göndereceğiz kanatlarıyla:
“Ey gâib olmayan şâhid! Ey uzak olmayan ya-
kın! Ey mağlûb olmayan gâlib! İçinde bulundu-
ğum sıkıntıdan beni ferahlığa çıkar. Bana bir kur-
tuluş kapısı aç!”
73
1 12/Yusuf, 10.2 12/Yusuf, 33.3 12/Yusuf, 76.4 12/Yusuf, 111.
Dipnot
75
Doğu’nun büyük bilgesi Sadi
Şirazî, Gülistan isimli eserinde
bilgi bahsini anlatırken bize bir
de bir olayı hikâye eder. Buna göre Mısır’da bir
Bey’in iki oğlu vardır. Bunlardan biri ilim öğren-
me meraklısıdır. Bu yüzden ömrünü bu işe har-
car ve devrinin büyük bir bilgini olur. Diğer oğlu-
nun ise aklı fikri paradadır. O da bütün zamanını
bu yönde harcar. Önce büyük bir zengin ardından,
devrin hükümetinde maliye bakanı olur.
Benzer bir durum, bütün çağların insanları için
aynıdır. Kimimiz maddî olanı, kimimiz manevî
olanı kendimiz, hayatımız için önemli görür, me-
saimizi bu amaç uğrunda harcarız. Sonuçta hayat
ve insan gerçeği açısından iki kavram da gerekli
ve önemlidir. Ama madde ve manayı bir bütünlük
içinde değil de tek başlarına ele aldığımızda doğu-
racağı sonuçlar ne yazık ki insanın lehine olma-
maktadır. Nitekim bu kıssada Mısırlı Bey’in mali-
ye bakanı olan oğlu, maddiyatın kendisine verdiği
gurur neticesinde, sadece parayı önemser, bilgiye
değer veren kardeşini küçümser, onunla alay eder
ve şöyle dermiş: “Ben saltanata ulaştım. Zengin
oldum. Bu durum beni bakanlık mevkiine ulaştır-
dı. Şimdi büyük bir güce sahihim. Sen ise kitapla-
rın arasına gömülmüş, yoksul bir hayat sürüyor-
sun.”
Hayat Sadece Maddeden İbaret Değildir
Zengin olan bu kardeşin tavrı bize hiç de ya-
bancı gelmiyor. Zira günümüzde de meseleye böy-
le bakan, hayatı, gücü, mutluluğu maddî olanla
özdeş halde düşünen nice insan var. Bunlar, gö-
rünüşte güçlüdürler. Sahip oldukları saltanattan
dolayı ne isterlerse yapacaklarını düşünürler ve
bunların pek çoğunu da yaşarlar. Hayat, sadece
maddeden ibaret olsa idi yahut maddî olan şey-
ler tek başlarına bütün sorunları çözebilecek güç-
te olsaydılar, onların bu tercihlerini doğru bulabi-
lirdik. Fakat durumun böyle olmadığı ortadadır.
Zira para, mevki şeklindeki zenginlik hem kalı-
cı bir zenginlik değil hem de bunlara sahip olanı
mutlu etmek için yetmemektedir. Bunu anlamak
için bilgiye değer veren kardeşin şu cevabını oku-
mak yeterli olacaktır. “Asıl zengin benim. Çünkü
peygamberlerin mirası olan ilme ulaştım. Erdem
sahibi oldum. Benim için bunlardan büyük zen-
ginlik yoktur. Sense Firavun’un, Karun’un yolun-
dan gidiyorsun. Sonun hüsrandır. Zira bu tür bir
zenginlik kalıcı değildir.”
Bu cevapta Firavun ve Karun örneklerinin ve-
rilmesi boşuna değildir. Zira bu iki isim de maddî
gücün sembolü olan isimlerdir. Saltanatla, paray-
la bir zamanlar dünyaya hükmeder hale gelmişler
fakat sonunda bu saltanat, bu zenginlik uçup git-
miştir. Dahası, maddî imkanlarını, saltanatlarını
insanlık lehine, faydasına kullanmadıkları, bunla-
rı bir zulüm aracına dönüştürdükleri içir hayırla
anılmamaktadırlar. İlim ise kalıcı bir zenginlik ol-
duğu için âlimler hep hayırla anılan insanlar ol-
muşlardır. Buna göre maddî olan geçici, ilim ka-
lıcıdır. Paraya değer veren kaybeder, ilme değer
veren kazanır.
Fakat burada ilme bu şekilde tamamen müs-
pet bir şekilde yaklaşırken onun da ilmin gerçe-
Temmuz 201374
BİLGİ VE
ZENGİNLİK
KültürMustafa ÖZÇELİK
Temmuz 201376
YAr! İçimde dağa taşa sığmayan,Herkesten daha evla,biri var:Adı yar.Gönlüm tarumar! İçimde dağların yüklenemediği,devâsa bir sevda var,Öyle bir sevda ki gönlüme nasıl sığar? Gönlüm dar,Ve ahuzar!
İçimde bir Mevla var,Adı yar! Ruhuma ayarHerkes reddetse,O sayar,O sevgisiyle kalbime sığar. İçimde hep O var! Artık ruhum bahtiyar!Elveda tüm aşklar(!)Bu iş buraya kadar!
Mehmet SErTPOLAT
ğinden habersiz, başka bir ifadeyle bilginliği bil-
gelikle birlikte algılamayanlar tarafından kötüye
kullanılabileceğini unutmamak gerekiyor. Bilhas-
sa çağımızda bilginin ne yazık ki böylesi maksat-
lar için kullanıldığını görmekteyiz. Mesela, bilgi
sayesinde uzaya çıkan, yerin derinliklerinden ma-
denler çıkaran, bir telefonla dünyanın öbür ucun-
daki insanla konuşabilen, bir tuşla istediği belgeyi
başka birine aktarabilen insanlık yine aynı ilmin
imkânlarıyla bir virüsle bir şirketin bilgisayarla-
rına girip hesaplarını boşaltabilmekte, insanlı-
ğın hayatını cehenneme çevirebilecek bombalar
icat edebilmektedir. Bu yüzden kadim bilgelerin
bu tür metinlerini okurken teorik olarak bilgi iyi,
para yahut maddî olan şeyler kötü gibi bir genel-
leme doğru olmaz.
Erdemli Bir Anlayış
Para da bilgi de sonuçta vasıtadır. Önemli olan
bunlara yüklediğimiz anlam ve bunları kullan-
ma niyetlerimizdir. İşte bu noktada bu kavramla-
ra yeni anlamlar yüklemek durumundayız. Böy-
le yapıldığı takdirde ilim de para da hem ferdin
hem de toplumun yararına kullanılabilecek araç-
lara dönüşürler. İnsan nasıl madde ve ruh olarak
iki gerçeklikten varlığını oluşturuyorsa hayat da
iki yönlüdür. Hem maddî hem de manevî ihtiyaç-
larımız söz konusudur. Madde ve mana arasına
ikilikler sokmak, var oluşun özüne aykırı bir du-
rumdur. Bütün mesele dengeli olmak, dengeli ha-
reket etmektir. Mesela bilgisi olan da parası olan
da bu imkânları kendilerinden ibaret görmeme-
li, bu sahipliğin bir ahlak boyutu olduğunu unut-
mamalıdır. Eğer bilgi ve para, erdemli bir anlayış-
la ele alınırsa mutlaka daha güzel sonuçlara vesile
olacaktır.
Bu noktada Hz. Mevlâna’nın şu sözü bize ışık
tutacaktır. Hz. Mevlâna bilgiyle ilişkili üç temel
kavramdan söz eder. Bunlar; okumak, düşünmek
ve üretmektir. Biz burada maddî olan şeyler için
de benzer kavramları şu şekilde ele alabiliriz. Ça-
lışmak, üretmek ve paylaşıma dönüştürmek. Yani
ilim, düşünme ile kendine hikmet boyutu kazan-
dırır. Bu da ilmin maksadına uygun kullanılması-
na yol açar. O zaman bir bilgin bir buluşu gerçek-
leştirirken onu sadece kendinden ibaret görmez.
İnsan sağlığını, çevresel şartları da düşünür. Aynı
şekilde bir zengin de çalışarak elde ettiği para-
yı, kendinden ibaret görmeyerek üretim için bir
imkâna dönüştürür. Bu dönüşüm, bu imkândan
başkalarının da pay almasını yani paylaşımı sağ-
lar. Sonuç da bilgi de para da sadece sahiplerin-
de kalmayan ve bütün bir toplumun hizmetine
sunulmuş imkânlara dönüşürler. Böylece bir bil-
ginin bilgisini paylaşmasıyla bir zenginin parası-
nı paylaşması aynı sonuçları doğurur. Zekât bu-
nun için vardır ve üstelik bu emir sadece parasal
anlamda zengin olanları değil bilgi alanında zen-
gin olanları da kuşatan bir emirdir.
Bugün maddî ve manevî anlamda gerçek-
ten mutsuz olan insanlığa bakıp onun mutluğu-
nu sağlamak için projeler üretenler, çalışmalar
yapanlar hayatın maddî ve manevî yönlü ger-
çekliğine işte böylesi bir niyet ve bütünlük için-
de bakmak durumundadırlar. Açlık denilince el-
bette yüreğimizde bir acı depreşmekte, yediğimiz
lokmalar boğazımızda kalmaktadır. Bu, bizim iç
zenginliğimizi yitirmediğimizi gösterir. Madem
öyledir, karnı aç olan kadar gönlü aç olanların,
sevgiye, merhamete, şefkate muhtaç olanların da
aynı problemi manevî alanda yaşadıklarını dik-
kate alarak bu tür projelerini böylesine kuşatıcı
bir anlayışla ele almaları beklenir. Yine bir şehir-
de fabrika sayısı yetersiz bulanlar, aynı yetersiz-
liğin mesela kütüphaneler konusunda da söz ko-
nusu olduğunu bilmelidirler. Değilse problemler
terazinin her zaman bir tarafı aşağıda bir tara-
fı yukarıda kalacaktır. Önemli olan dengedir ve
denkliktir. “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için,
yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalışın.” buyru-
ğu aslında dünya ile ahireti kalın çizgilerle ayır-
mıyor, bize bir denge bilince kazandırmaya ça-
lışıyor. Bilgi ve para konusunu da bu örnekleme
içinde düşündüğümüzde durumun aynı oldu-
ğu görülecektir. Zengin zenginliğiyle, bilgin bil-
gisiyle gururlanmayacak, her ikisi de kendilerine
bahşedilen bu imkânları insanlık lehine, insanlık
menfaatine yönelik olarak kullanacaklardır. Bu-
nun için medeniyetimizin bir adı da “vakıf mede-
niyeti” olmuştur. Vakfetmeye konu olan ise hem
paradır hem de bilgidir.
77
79
Ümmî Sinan Hazretleri
Asıl adı Yusuf olan Ümmî Sinan Hazretle-
ri Elmalı’da doğdu. Doğum tarihi kesin olarak bi-
linmemektedir. Hayatı ile ilgili yapılan araştırma-
lardan 1563-1567 yılları arasında doğduğu tahmin
edilmektedir.
Yetiştiği döneme bakıldığında Elmalı’nın
önemli bir mevkide bulunması ve burada bulu-
nan medrese ve kütüphaneler göz önüne alındı-
ğında ise Elmalı’nın bir ilim irfan merkezi oldu-
ğu anlaşılmaktadır. Ayrıca, aralarında Niyazi-i
Mısrî gibi ünlü talebelerinin olması ve bunların
eserlerinde hocalarından övgüyle söz etmelerin-
den Ümmî Sinan Hazretleri’nin iyi bir eğitim gör-
düğünü söyleyebiliriz.
Gördüğü medrese eğiminden sonraki dönem-
de Halvetî büyüklerinden olan Şeyh Eroğlu Nuri’ye
bağlandı. Medresede ilimle meşgul olurken bura-
dan ayrılıp tasavvufa yönelmesinde gördüğü bir rü-
yanın etkisi olduğu belirtilmektedir. Şeyhi Eroğlu
Nuri Hazretleri’nin Hakk’a yürümesinin ardından,
onun yerine irşat postuna geçti. İrşad makamınday-
ken sadece tasavvufî eğitimle meşgul olmayıp, bu-
güne kadar gelen ve kendi adıyla anılan medrese-
de zahirî ilimlerle ilgili dersler de verdi. Yani, Ümmî
Sinan Hazretleri bir taraftan halka vaaz ve nasihat-
ler verirken diğer taraftan da tekkesinde insanları
Hakk’a vuslata hazırlayan ahlâkî bir eğitim vererek
onların manevî makamlarını tamamlatmayı kendi-
sine aslî vazife edinmiştir. O gündüzleri medresede
eğitim veren bir müderris, akşamları tasavvufî vaaz
ve nasihatleriyle çevresini aydınlatan bir ışıktır. O
yaşadığı çağda toplumu ile bütünleşmiş, sorumlulu-
ğunu yerine getiren bir âlimdir.
Devrinde geniş bir kitleyi tesiri altına alan, ilim
ve faziletiyle pek çok kişinin gönlünde taht kuran
Ümmî Sinan Hazretleri aynı zamanda şairdir. Güçlü
bir kalemi vardır. Yunus tarzında Türkçe şiirler yaz-
dı. İki eseri vardır. Bunlar; Divan-ı İlahiyat, Kutb-
ül Meani’ dir. Şiirlerini aruz vezniyle yazmıştır, hece
vezni ile de yazdığı olmuştur. Şiirlerinde Allah ve
peygamber muhabbetini, hakiki aşkı, insan-ı kâmil
anlayışını işlemiştir. Hazretin bir şiiri şöyledir:
Bülbülün mekânı güller içinde
Kargalar ötmez bülbüller içinde
Berü gel nefsini bilmek dilersen
Nedir göstereyim haller içinde
Vucudun milkine cevlan idersen
Yolun öğredeyim yollar içinde
Baş kodum bir zaman yollar içinde
Ümmi Sinan ider Eroğlu dirler
İsmime Şeyhimin iller içinde
Dillerde söylenen ilâhîleri, nesilden nesile ak-
tarılan kerametleri, başta Niyazi Mısrî olmak üze-
re yetiştirdiği nice şair-dervişleriyle hem tasavvuf
hem de edebiyat dünyamızda kendine haklı ola-
rak yer edinen Ümmî Sinan Hazretleri 1657 yılında
Elmalı’da vefat etmiştir. Mezarı kendi adıyla anılan
caminin bitişiğindeki türbededir.
Örnek Hayat Yusuf HALICI
Ahmed Şernubî
Hazretleri
İsmi Ahmed bin Osman
olan Şernubî Hazretleri on al-
tıncı yüzyılda yaşamış büyük bir
evliyadır. Nesebi Hz. Ali (r.a.)’a ula-
şır. Mısır’ın Şernub kasabasında doğduğu
için Şernubî nispetiyle bilinir. Küçük yaştan
beri kapıldığı ilahi cezbe sebebiyle gece-gündüz
ibadetle meşgul olan Şernubî Hazretleri annesi-
nin vefatından sonra Mekke’ye gitti. Yedi yıl ka-
dar orada kalıp âlimlerin, velilerin ilim meclisle-
rinde ve sohbetlerinde bulundu. Sonra memleketi
Şernub’a döndü ve ibadetle meşgul oldu. Bir gece
rüyasında gördüğü Peygamber Efendimizin işare-
tiyle İstanbul’a giderek Şeyh Nureddin’in huzuru-
na vardı. Evliya bir zât olan Şeyh Nureddin onu
görünce; “Merhaba ey Peygamber Efendimizin
emri ile gelen kimse! Merhaba ey derviş oğlu der-
viş!” diye buyurdu.
Şeyh Nureddin’in iltifat ve ihsanlarına kavuşan
Ahmet Şernubî onun sohbet ve hizmetinde bulu-
narak tasavvuf yolunda ilerledi. Bir müddet sonra
hocasından aldığı icazet ve hilafetle memleketine
döndü. Allahu Teâlâ’nın emir ve yasaklarını an-
latarak insanların kurtuluşa ermelerini sağlamak
hususunda gayret gösterdi. Pek çok kimse onun
sohbetlerinde bulunarak istifade etti.
Bir müddet sonra talebelerinden birkaç kişi ile
birlikte İstanbul’a gitmek üzere yola çıktı. Gün-
ler süren bir yolculuktan sonra Antalya’da bir
yere çıktılar. Bu sırada ağır bir hastalığa tutulan
Şernubî Hazretleri bir ara daha sonra yine hasta-
landı. Zikir ve ibadetle meşgul olduğu bir vakit-
te Hakk’a yürüdü. Âlim, fazıl ve güzel ahlâklı bir
zât olan Ahmet Şernubî Hazretleri 1538 yılında
Antalya’da vefat etti. Vefat etmeden evvel yanında
bulunanlara şu nasihati yaptı:
“Her mü’min, Allahu Teâlâ’ya düşman olanla-
rı değil, İslâmiyet’e yapışanları sevmelidir. Bunu
sözlerinde ve mümkün ise, hareketlerinde bel-
li etmelidir. Asî ve
fasıklarla arkadaş-
lık etmemeli, fıskı çok
olanlardan, kaçınmalıdır.
İslâm’a karşı duranları ve
Müslümanlara düşman olanla-
rı sevmemek, bunları düşman bil-
mek farzdır.”
Ahmet Şernubî Hazretleri çok cömert
bir zattı. Maddî sıkıntısı olan, önce ona gelir-
di. Talebesinden birinin fakir bir komşusu var-
dı. O adam bir gün bu talebeye gelerek; “Evlat, yüz
dirhem borcum var, ödeyemiyorum, hocana söy-
le de bu parayı bana temin etsin. Ona çok dua ede-
rim.” dedi. Talebe de, “Olur, söylerim.” dedi. Ve
kalkıp hocasına gidiyordu ki, yolda başka fakirle-
ri gördü. Onlar da giyecek bir şeyler istediler. Genç
talebe onlara da olur dedi. Hocasının huzuruna
geldiğinde sadece giyecek isteyenlerin durumu-
nu arzetti. Yüz dirhem isteyen komşusunu unut-
muştu. Hazret; “Peki evladım, ambardan giyecek-
leri al da götür ihtiyaçlılara ver.” buyurdu. Talebe,
baş üstüne efendim, deyip tam çıkıyorken Hazret,
az dur evladım dedi ve yüz dirhem para uzatarak,
“Şunu da, o borçlu Müslümana ver. Borcunu öde-
sin de bize dua etsin.” buyurdu.
Ahmet Şernubî Hazretleri bir gün sevdikleriyle
sohbet ederken şöyle dedi;
- Kardeşlerim, din nasihattir. Gücü yeten her-
kes, sözünün geçtiğine anlatmalı mutlaka. Bu hu-
susta hadis-i şerif de var. Peygamber Efendi-
miz (s.a.v.); ‘İki Müslüman bir araya gelir de
Allah’tan ve Peygamberden bahsetmezlerse, Al-
lah ikisine de lanet eder.’ buyuruyor.” Sordular,
“Lanet eder, ne demek efendim?” Hazret cevaben
şöyle buyurdu:
- Yani rahmetinden uzak eder onları. Onun için
bir araya geldiğinizde, boş şeylerle vakit geçirme-
yin. Açın, kitap okuyun. Ehl-i sünnet âlimlerinin
yazdığı bir ilmihal kitabını mesela. Böyle yaparsa-
nız rahmet iner oraya, bereket yağar. Sonra kalple-
riniz nurlanır. Asıl maksat da bu değil midir zaten?
ANTALYA VELİLERİ
Temmuz 201378
81
Kuşluk vakti gelirdi. Bir ılık yel
eser, bir rahmet bulutu gibi ge-
çerdi mahalleden. Bembeyaz
bir ses yankılanırdı sokak aralarında. Çocukları,
çığlık çığlığa arkasından koşturan bir ses.
“Kendisi gidiyoooor! Kendisi gidiyooor!”
Bu sese aşina çocuklar, uzun bir koşuya hazır-
lanırdı. Bir yayla meltemi yalardı yüzlerini. O, be-
yaz ses, hep aynı güzergâhtan geçerdi. Onun ge-
çeceği yolun iki yakasında kimi ayakkabılarının
bağlarını sıkılar kimi bilyelerini cebine doldurur-
du telaşla. Oyunda ebe olan çocuklar bağışlanır,
yakalananlar salıverilirdi. Bütün oyunlar yağmur
sonrasına ertelenirdi. Bir beyaz yağmura tutulur-
du çocuklar. Şeker burcuna girerdi güneş. Mevsim
akide, saatler sormuk şekeri olurdu birden. Muş-
tular çarpardı evlerin camlarına. Havaya fırlatılan
çelik çomaklardan ürken kuşlar havalanırdı ağaç-
lardan. Beyaz bulutun geldiğini birbirlerine müj-
deleyen çocukların neşeli sesleri yükselirdi tozlu
yollarda.
“Hacı Dede geliyooor! Hacı Dede geliyoooor!”
Her hafta dolu gibi yağıp geçerdi Hacı Dede.
İri, beyaz kanatlı bir kuş gibi uçarak gelirdi. Ço-
cuklar ona doğru koşarak giderlerdi. Hacı Dede,
mahalleye girince, bisikletinin direksiyonunu bı-
rakır, iki elini yana açardı. Rüzgârın dalgalandır-
dığı beyaz önlüğünün etekleri havalanır, beyaz bir
güvercin gibi kanatlanırdı. Hacı Dede ve çocuklar
birbirlerine yaklaştıkça sesler de karışırdı. Yüzün-
den eksik olmayan o gülümsemeyle çocuklara şe-
ker yağdırır, bağırarak yoluna devam ederdi.
“Kendisi gidiyooor! Kendisi gidiyooor!”
Çocuklar, kendisi giden o beyaz ve bereketli se-
sin arkasına düştüklerinde, mahallede bir kahka-
ha tufanı ve çok sesli bir koşu başlardı. Çocuklar,
dillerinde neşeli bir tekerlemeyle, bir ırmak olup
akarlardı bisikletin arkasından. Hacı Dede, neşeli
bir tekerlemeydi çocukların dilinde. Koşarken hep
bir ağızdan bağırırlardı.
Hacı Dede beri bak! Kulağına deri tak! Hacı
Dede beri bak! Kulağına deri tak!”
Tüm varını şeker yapıp çocuklara savuran, be-
yazlara bürünmüş bir gönlü deliydi Hacı Dede. Bir
yayladan inip geçtiği tarlalara bereket bağışlayan
ak köpüklü bir çağlayandı. Pamuk gibiydi sakal-
ları. Başındaki şapka, ayaklarındaki naylon ayak-
kabılar, elbisesinin üzerine giydiği uzun önlüğü,
bisikleti, bisikletinin direksiyonuna bağladığı kur-
deleler, ön tekerleğin iki yanındaki rüzgârgülleri,
çocuklara yağdırdığı akide şekerleri, söylediği ila-
hiler… hepsi beyazdı.
Temmuz 201380
BEYAZ BULUT
Hikâyeİmdat AVŞAR
“Ocak ayıydı. Kar, üç gün boyunca aralıksız yağmıştı.
İhtiyarlar, o güne kadar öyle bir kış görmediklerini
anlatıyordu. Rüzgâr hiç susmuyor, geceler boyu yağan
karları savuruyordu. Evlerin kuzey tarafları dam boyu kar
olmuştu. Çatılar dahi görünmüyordu. Bütün kasaba beyaz
bir örtüye teslim olmuştu. Öğle ezanından önce bir sala
sesi yükseldi minarelerden… Beyaz bulut ölmüştü.”
Temmuz 201382
DÖNErİM...
Hâlime bakıp da aldanmayın ha,Birden esiveren yele dönerim!..Halim selim diye çullanmayın ha,Bentlerini yıkan sele dönerim!..
Esenliğe çıkıp bir gün gülmeden,Hayatın sırrını daha bulmadan,Hükmedip durmayın bilip bilmedenÇiçeklere duran dala dönerim...
Zehretmeyin bana yediğim aşı,Râm edemezsiniz serazat başı,Boşuna mı aldık be hey bu yaşıDilersem bir anda bala dönerim...
Dağı aştı Sükûtî’nin kederi,Bağlar her insanı elbet kaderi,Hasenatla dolsun amel defteri,İnan yediveren güle dönerim...
Hızır İrfan ÖNDEr
83
Çocukların ufkunda bembeyaz bir buluttu.
Geçtiği sokaklara şeker olup yağardı. O bulutun
yağdırdığı şekerleri, kapabilmek için delice koşar-
dı çocuklar. Hacı Dede, elini cebine her daldırdı-
ğında, tekerlemeler söyleyen çocukların sesi ke-
silirdi bir an. Yağmuru beklerlerdi. Hacı Dede,
şekerleri havaya doğru fırlattığında, çığlıklar ye-
niden yükselirdi. Çocuklar, cami avlusunda yem
atılmış güvercinler gibi şekerlerin düştüğü yere
üşüşürlerdi.
Yemleri toplayan güvercinler, “Hacı Dede beri
bak! Kulağına deri tak!” diye bağırarak yeniden
bisikletin arkasına düşerlerdi. Çocukların bu çığ-
lıklarını duymuyormuş gibi ardına hiç bakmaz-
dı “kendisi giden.” Her gün başka bir mahalleye
yağan o bereketli, beyaz bulut, her gelişinde ar-
kasına şekerler ve mutlu çocuklar serpiştirirdi…
Çocuklar yorulduğunda onun da sesi uzaklaşır,
kollarını bir kuşun kanatları gibi çırparak uçar;
süzülür, kaybolurdu.
Hiç kimsesi yoktu Hacı Dede’nin. Tek başına
yaşardı. Şeker yağdırdığı mahallelerden eski teyp,
radyo, saat, gaz ocağı… ne bulursa satın alır, on-
ları tamir ederek kasaba pazarında satardı… Ka-
zandığı tüm paraları şekere tahvil eder, çocukla-
rın mutluluğu için harcardı.
Bazen bisikletinin arkasında kocaman bir li-
monata küpü ile gelirdi. Bir limonata sebili gibi
akardı. Okulların kapısında bekler, çocuklara li-
monata dağıtırdı. Teneffüs zili çaldığında çocuk-
ların hücumuna uğrardı. Elindeki uzun kepçesiyle
bardakları doldurup doldurup çocuklara verirdi.
Öğrenciler onun etrafına yığılır, her biri bir yanın-
dan çekiştirir, üstünü başını yolarlardı. Yaramaz-
lar, onun kollarına, omzuna asılır; kimi sırtına bi-
ner, kimi eteğini çekiştirirdi.
Tamir ettiği eşya, radyo olursa “kendisi konu-
şuyoooor!” Gaz ocağı olursa “kendisi yanıyooor!”
diye bağırarak satardı. Tamir ettiği eşyaları pazar-
yerine dizerdi. Bir kasete kendi sesini kaydeder,
teybin düğmesine basar, oradan uzaklaşırdı. Ta-
mir edilen teyp, hem kendi reklâmını hem de di-
ğer eşyaların reklâmını yapardı. Hacı Dede uzak-
laşınca, akşamdan kendi sesini kaydettiği kaset
çalmaya başlardı. Tamir edilen teyp, meraklı alı-
cılara uzun uzun anlatırdı.
“Ben konuşurum. Konuşmayı biliyorum. Tür-
kü de söylerim, ilahi de. Hatta ezan okurum. Ba-
kın bu gaz ocağı da kendisi yanar. Bu saat, vakti
kendisi söyler. Bu radyo beş dil biliyor… İsterse-
niz size bir ilahi söyleyeyim mi?”
Reklâm faslı bittiğinde Hacı Dede’nin sesinden
bir ilahi başlardı.
Ben yürürüm yane yane Aşk boyadı beni kane Ne akılem ne divane
Gel gör beni aşk neyledi.
Bazen gözden kaybolurdu. “Yine uçtu bizim
deli” derlerdi arkasından. Hacdan dönenler, ye-
min billâh edip Hacı Dede’yi Kâbe’de gördükleri-
ni anlatırlardı. Deli miydi? velî miydi? Kimse bil-
mezdi ama o,“aklın sırdaşı deliliktir ey canlar”
derdi hep. Hac mevsiminde “uçtum gittim, uçtum
geldim. Kendim gittim, kendim geldim” diye ge-
çerdi mahalleden. Çocukların üstüne şeker yerine
hurma yağdırırdı.
Ocak ayıydı. Kar, üç gün boyunca aralıksız
yağmıştı. İhtiyarlar, o güne kadar öyle bir kış gör-
mediklerini anlatıyordu. Rüzgâr hiç susmuyor,
geceler boyu yağan karları savuruyordu. Evle-
rin kuzey tarafları dam boyu kar olmuştu. Çatı-
lar dahi görünmüyordu. Bütün kasaba beyaz bir
örtüye teslim olmuştu. Öğle ezanından önce bir
sala sesi yükseldi minarelerden… Beyaz bulut öl-
müştü.
Bembeyaz gelirdi mahalleye. İri, beyaz bir kuş
gibi uçardı sokaklarda. Bir şeker yağmuruydu o.
Kuşluk vakti, ılık bir rüzgârla, beyaz bir sesle ge-
lirdi. Bembeyaz bir günde, bir fırtınayla gitti ve bir
daha hiç gelmedi kendisi giden. Ne o ses geçti ma-
halleden ne de şeker burcuna girdi mevsimler…
O günden sonra oyunlarını hiç ertelemedi
çocuklar…
85
AĞIZ KOKUSUNU ÖNLEMENİN
Ağız koku-
su toplum-
da çok büyük
bir sorundur. Tahmin edilenden
daha yaygındır ve sosyal ortam-
larda sizi ve diğer insanları çok
rahatsız eder. Bazı önlemlerle
kötü ağız kokunuzu önleyebilir-
siniz.
Dilinizin pis bir halıya dön-mesine izin vermeyin: Ye-
mek parçaları ve bakteriler diş-
lerimiz ve diş etlerimizden çok
dilimizin üzerindeki tat tomur-
cuklarının etrafında bulunur.
Bu tomurcuklar sayesinde dili-
miz gerçekte tam bir kalın tüylü
halı gibidir. İşte bu tüylerin ara-
sı tıpkı halının ilmiklerinin ara-
sı gibi yemek parçacıklarının ve
bakterilerin yerleşmesi için çok
uygundur. Bu nedenle ağız sağ-
lığı mutlaka dil temizliğini de
içermelidir. Bu temizlik için özel
aparatlar gerekmez. Diş fırçanı-
zın kendisi, bir kaşığın kenarı bu
iş için yeterlidir.
Sakız çiğneyin: Şekersiz sakız
çiğnemek tükürük salgınızı artı-
rarak ağız temizliğinize yardım-
cı olur. Nane şekerleri ve tatlı sa-
kızlar genellikle işe yaramaz ve
durumu daha da kötüleştirir. An-
cak xylitol içeren sakızlar da bu
konuda size yardımcı olabilir.
Tarçın kullanın: İçecekleri-
nizde ve uygun yiyeceklerinizde
tarçın kullanabilirsiniz. Tarçın
ağız içi bakterilerle mücadelede
önemli bir silahtır. Eğer varsa
tarçınlı şekersiz sakızlar da uy-
gun bir öneri olabilir.
Daha fazla su için: Çok su iç-
mek onlarca diğer yararının ya-
nında dilinizin kurumasını da
önleyerek ağız kokusu ile mü-
cadelede önemli bir silah olarak
kullanılabilir.
Dişlerinizi ve dişetlerini-zi koruyun: Diş çürükleri, diş
eti iltihapları ağız kokusunun
önemli nedenlerindendir. Ağız
içi herhangi bir enfeksiyon bak-
teri üremesini artıracağı için da-
ima ağız kokusuna neden olur.
Asla burnunuz tıkalı uyu-mayın: Sinüzit gibi hava yolu
rahatsızlıkları ve burun tıkan-
masına neden olan diğer du-
rumlar geceleri ağızdan nefes
almamıza neden olur. Bu du-
rum ağızı ve boğazı kurutarak
bakterilerin üremesi için ideal
bir ortam oluşturur. Azalan tü-
kürük salgısı durumu daha kötü
hale getirir. Bu nedenle kesin-
likle burnunuz tıkalı uyumama-
lısınız.
Basit şeker tüketiminizi azaltın: Beyaz un, beyaz şe-
ker, glukoz/fruktoz şurubu ile
tatlandırılmış tüm hazır gıda-
lar ağız içindeki bakteriler için
inanılmaz bir hazinedir. Bu tür
şekerleri çok kolay kullanarak
hızla çoğalırlar. Basit şekerler
diş çürüklerine neden olur ve
ağız sağlığını büyük bir sürat-
le bozarlar.
Lokmaları iyi çiğneyin: Bu
sayede yiyeceklerle tükürük
salgısı iyice karışır ve ağızda
yemek parçası kalma olasılığı
düşer. Daha çok çiğneme hare-
keti daha çok bakterinin yerin-
den koparak mideye gitmesine
yardımcı olur.
Diş ipi kullanın: Diş ipi sa-
yesinde fırçanın çıkaramadığı
yerlerdeki bakteri ve yemek ar-
tıklarını sökebilirsiniz. Özellik-
le diş gövdeleri arasındaki dar
bölgelerde biriken yemek ar-
tıkları hızlı bakteri çoğalması-
na neden olabilir.
Sigara içmeyin: Sigara on-
larca nedenle kötü ağız koku-
suna neden olur. Saymaya ge-
rek yoktur, içmeyiniz.
Bayanlara bir ipucu: Diyet
mevsiminin başladığı bu gün-
lerde eğer düşük karbonhidrat-
lı diyet yapıyorsanız bir başka
kötü nefes sorunu ile karşıla-
şabilirsiniz. Düşük karbonhid-
ratlı diyetlerde vücut enerji
kaynağı olarak keton cismi de-
nen maddeleri üretir ve kulla-
nır. Ancak bunlardan bir tanesi
nefes ile dışarı atılır ve bu mad-
de nefeste kötü kokuya neden
olabilir.
Hatta siz bu kokuyu ojele-
ri çıkarmak için kullandığı-
nız asetona benzetebilirsiniz.
Böyle bir sorununuz varsa bir
parça ekmek size yardımcı
olabilir.
Temmuz 201384
11 YOLU
SağlıkAkın DİNDAR
Temmuz 201386 87
Gönülden İkramlar Mesude SARI
Bekir SARI
KimyonMaydanozgiller familyasından,
mayıs-haziran aylarında beyaz veya pembemsi çiçekler açan, keskin, hoş kokulu bir bitkidir. Tohumları baharat olarak kullanılır. Yaklaşık yarım met-re boyunda olan kimyonun tohumla-rından kimyon yağı çıkarılır. Kimyon, özellikle demir minerali açısından zen-gindir.
Faydası
İştah açar. Hazımsızlığı giderir. Mide ve bağırsaklarda gaz birikmesi-ni önler. Sinirleri yatıştırır. Sinirsel baş dönmelerini keser. Anne sütünü artırır. Yüksek tansiyonu düşürür. Bağırsak
solucanlarının düşürülmesine yardım-cı olur. Romatizmaya karşı faydalıdır. Kolesterol oranını azaltır. Nefes darlı-ğı, prostat ve şeker hastalığında fayda-lıdır. Vücudu terleterek zararlı madde-lerin vücuttan atılmasını kolaylaştırır.
Kullanımı
Genellikle koku ve tat vermek için özellikle et yemeklerinde ve tatlılarda kullanılır. İlaç olarak Kullanımı: toz ha-linde doğrudan ya da suyla kaynatı-larak yapılır. Sirke ve su ile kaynatı-lıp içilirse nefes darlığına karşı faydalı olur. İltihaplı yaraların üzerine konur-sa iyileşmesine yardımcı olur? May-
danozgillerden bir bitkinin kuru,ıtırlı tohumlarıdır.Bilinen en eski baharat-lardandır.15-20 cm boyunda bir bit-kidir.Çin’de ve Hindistan’da çok yetiş-mekle birlikte yurdumuzda Doğu ve Akdeniz bölgesinde yetişir.Tohumlar yarım cm. kadar uzun,koyu sarı renk-tedir.Kimyon tohumları çok keskin ve hoş kokuludur.Keskin kokusu ve tadıy-la baharatların arasında özel yeri var-dır.Genellikle toz olarak kullanılır.Kim-yonun sinirleri uyarıcı,mideyi yatıştırıcı ve bağırsak gazını giderici özelliği var-dır.Avrupa’nın büyük bir bölümünde ve Akdeniz ülkelerinde yetişen Kara-man kimyonu olarak bilinen bir türü de bulunur.
Şifalı Bitkiler
Kabak Oturtma Malzemeler
200 gr kıyma
1 kg kabak
3 adet domates
2 adet yeşil sivri biber
1 adet büyük boy kuru soğan
2 çorba kaşığı tereyağı
2 çorba kaşığı zeytinyağı
1 tatlı kaşığı kırmızıbiber
Karabiber, tuz
Sos İçin
1 adet domates
1 tatlı kaşığı domates salçası
1 çorba kaşığı zeytinyağı
Hazırlanışı
Sos: Kıymayı, tereyağıyla kavuruyoruz, tuz ve küçük doğ-radığımız soğanlarımızı ilave edip, kavurmaya devam edi-yoruz. Domates ve yeşilbiberi doğrayıp, kırmızıbiber ve karabiberi ekledikten sonra 1-2 dakika kaynatıp altını ka-patıyoruz.
Kabaklarımızı kazıyıp, yıkıyoruz. 1 cm kalınlığında halka şeklinde doğruyoruz. Bir kap içerisinde 2 çorba kaşığı zey-tinyağı ve tuzla kabaklarımızı harmanlıyoruz. Dikdörtgen bir borcam içerisine bir sıra kabak diziyoruz, hazırladığımız kıymalı sosu üstüne döküyoruz. Tekrar bir sıra kabak dizi-yoruz. Bir adet domatesi küçük küçük doğrayıp, domates salçasıyla ve zeytinyağıyla tavada öldürüyoruz. Bir kahve fincanı su ilave edip kaynattığımız sosu borcamdaki kabak-ların üzerine döküp folyo ile sararak fırına koyup pişiriyo-ruz. Afiyet olsun…
Temmuz 201388
Som
uncu
Bab
a De
rgisi
’nin
Ücr
etsiz
Eki
’dir.
Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Aralk 2009
Yl: 3 Say: 36
İnsanlarn başna gelen belâlarn çoğu dilindendir.
Dili muhafaza etmek lazmdr. Bir hadis-i şerifte
Peygamberimiz: “Allahu Teâlâ’nn kullarndan
bazs hakkin rzasna uygun bir söz söyler, o söze
kendisi de dikkat etmez. Hâlbuki Allahu Teâlâ o
söz sebebiyle o kimsenin derecesini yükseltir. Ve
kullarndan bazs da rza-î ilâhîye aykr olarak
Allah’ gazaplandracak bir söz söyler ve hem de
söylediği söze zerre kadar ehemmiyet vermeyerek
laubali olarak söyler. Hâlbuki Allahu Teâlâ o kim-
seyi söylediği o fena sözler sebebiyle derecesini
indirir.” buyuruyor.
Müminler söyledikleri sözleri, velev ki latife olsun
laubali olarak söylemeyip sonunu düşünerek söyle-
meleri icap eder. Yine bir hadis-i şerifte Peygam-
berimiz: “İnsanlarn ekserisinin kyamet gününde
günahlar dillerinden çkan malayani sözlerdendir.”
buyuruyor.Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)
Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Ocak 2010
Yl: 4 Say: 3
7
152
Dergisi Hediyesi...
H A Z İ R A N 2 0 1 3
Fiyatı: 8
AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ
Hulûsi Efendi
Dîvân’ında Kardeşlik5610 İlim ve İrfân Medeniyetinin
Son Durağı Darende
Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.
Adı / Soyadı:
Kurum Adı:
Ünvan:
Dergi Teslim Adresi:
Posta Kodu: Şehir:
Telefon: ( )
Faks: ( )
E-posta: @
Türkiye : 85 Avrupa : 72 Euro ABD: 102 USD
Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.
Vergi Dairesi:
Vergi No:
Abone Başlangıç Tarihi:
İmza
Visan İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende MalatyaTel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 [email protected]
2013 Yılı Çocuk ekiyle birlikte
yıllık abone bedeli
85
2013 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.
Onların da abone olmasını sağlayın.
Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068Ziraat Bankası TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01Vakıf Bank TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58Bankasya TR 3900 2080 0032 0188 5847 0001Akbank TR 7300 0460 0060 8880 0019 0311Teb TR 5900 0320 0000 0000 0651 5222Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız.
Faturayı adıma kesiniz
Faturayı şirket adına kesiniz
444 36 61ABONE İLETİŞİM HATTI